01.05.2013 Views

doğmunun 125. yılında mustafa kemal atatürk - Atatürk Araştırma ...

doğmunun 125. yılında mustafa kemal atatürk - Atatürk Araştırma ...

doğmunun 125. yılında mustafa kemal atatürk - Atatürk Araştırma ...

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU<br />

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ<br />

DOĞUMUNUN <strong>125.</strong> YILINDA MUSTAFA<br />

KEMAL ATATÜRK ULUSLARARASI<br />

SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ<br />

(15-18 MAYIS 2006, ANKARA)<br />

ANKARA - 2011


5846 Sayılı kanuna göre bu eserin bütün yayın, tercüme ve iktibas hakları<br />

<strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezine aittir.<br />

Doğumunun <strong>125.</strong> <strong>yılında</strong> Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong><br />

Uluslararası Sempozyumu (2006 : Ankara)<br />

Doğumunun <strong>125.</strong> <strong>yılında</strong> Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong><br />

Uluslararası sempozyumu bilidirileri; Ankara, 15-18 Mayıs<br />

2006. - Ankara: <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi, 2011<br />

924s, ; 24cm. - (<strong>Atatürk</strong> Kültür, Dil ve Tarih Yüksek<br />

Kurumu <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi yayını)<br />

ISBN: 978-975-16-2388-1<br />

1. ATATÜRK, MUSTAFA KEMAL, 1881-1938-<br />

KONGRELER, V.B.<br />

2. ATATÜRK, MUSTAFA KEMAL, 1881-1938- SİYASİ<br />

VE SOSYAL GÖRÜŞLER - KONGRELER,V.B.<br />

I.E.a. II. Seri<br />

956.1024092<br />

KİTAP SATIŞI:<br />

<strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi<br />

Ziyabey Cad. No: 19<br />

Balgat - Çankaya/Ankara<br />

Tel: (312) 285 55 12 - 285 65 11<br />

Belgegeçer : (0.312) 285 65 73<br />

e-posta : bilgi@atam.gov.tr.<br />

web : http://www.atam.gov.tr.<br />

e-mağaza : http://e-magaza.atam.gov.tr<br />

• Bildiri sahiplerinin unvanları sempozyum sırasındaki unvandır.<br />

• Bildiriler içinde geçen görüş ve bilgilerden bildiri sahipleri sorumludur.<br />

• Bildiriler sunuş sırasına göredir.<br />

ISBN : 978-975-16-2388-1<br />

İLESAM : 11.06.Y.0150-344<br />

Baskı : Korza Yay. Basım San. Tic. Ltd. Şti.<br />

Tel : (0.312) 342 22 08


SUNUŞ<br />

<strong>Atatürk</strong>, insanlığın sevgisini kazanan tarihte ender rastlanan<br />

üstün bir kişilik, büyük bir komutan ve devlet adamıdır. <strong>Atatürk</strong>,<br />

“ Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim<br />

fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu<br />

kâfidir” ve “Ben ölürsem soylu milletimizin beraber yürüdüğümüz<br />

yoldan asla ayrılmayacağına eminim, bununla gönlüm rahat!” sözleri<br />

ile Türk milletine olan güvenini göstermiştir. Türk milleti de her<br />

geçen gün değerini daha çok anladığı <strong>Atatürk</strong>’ü O’nun büyüklüğüne<br />

yaraşır şekilde anmıştır ve anmaya devam etmektedir. Bu çalışma<br />

O’nun işaret ettiği şekilde fikirlerini ve eserini ilmi yöntemlerle<br />

incelemek ve bu çalışmaların neticelerini milletimize ulaştırmak<br />

çabasının bir sonucudur.<br />

19 Mayıs 2006, <strong>Atatürk</strong>’ün doğumunun <strong>125.</strong>yıldönümüdür.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına uzanan sürecin<br />

de başlangıcı olan 19 Mayıs’ı doğum günü kabul etmiştir. 19<br />

Mayıs bu yönüyle <strong>Atatürk</strong>’ün milletiyle özdeşleşmesini en güzel<br />

biçimde yansıtan bir gün olarak belleklere kazınmıştır. Türk Milleti<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün doğumunu çeşitli etkinliklerle kutlamış, gönülden<br />

bağlılığını hiç eksilmeyen bir sevgi ve saygıyla büyük bir içtenlikle<br />

göstermiş ve göstermektedir. Yerli ve yabancı 84 bilim insanı bildiri<br />

sunarak <strong>Atatürk</strong> ve eseri hakkındaki yeni araştırma ve görüşlerini<br />

ortaya koyarak O’nun “hayatta en hakiki murşit ilimdir, fendir”<br />

görüşünü yaşatmaktadır. <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi, <strong>Atatürk</strong> ve<br />

eseri hakkındaki çalışmaları yapmaya ve yapanları desteklemeye<br />

devam edecektir.<br />

Bu eser değerli hocamız Prof.Dr.Mehmet Saray’ın <strong>Atatürk</strong><br />

<strong>Araştırma</strong> Merkezi Başkanlığı döneminde, 15-18 Mayıs 2006<br />

tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen “Doğumunun <strong>125.</strong> Yılında<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> Uluslararası Sempozyumu” bildirilerinden<br />

oluşmaktadır. Kitapta 67 bildiri yer almaktadır. Teslim edilen<br />

bildirilerin bu sayıda kalması basımdaki gecikmeyi biraz olsun mazur<br />

gösterebilir ümidindeyiz. <strong>Atatürk</strong>’ün ve düşünce sisteminin tüm<br />

yönleriyle değerlendirildiği Sempozyum’un gerçekleştirilmesindeki<br />

katkılarından dolayı, değerli katılımcılara ve emeği geçenlere<br />

teşekkürlerimi sunarım.<br />

Prof. Dr. Cezmi Eraslan<br />

<strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Başkanı


İÇİNDEKİLER<br />

CUMHURBAKANI SAYIN AHMET NECDET SEZER’İN AÇIŞ<br />

KONUŞMASI _______________________________________________________________ 1<br />

BAŞBAKAN SAYIN RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN AÇIŞ<br />

KONUŞMASI _______________________________________________________________ 7<br />

PROF.DR. SAYIN SADIK TURAL’IN AÇIŞ KONUŞMASI _________________________ 13<br />

PROF. DR. MEHMET SARAY’IN AÇIŞ KONUŞMASI ____________________________ 17<br />

İSMET İNÖNÜ, ALMAN TELEVİZYONU’NUN ATATÜRK’E VE<br />

TÜRK DEVRİMİ’NE İLİŞKİN SORULARINI CEVAPLIYOR<br />

(BASINIMIZDA BİLİNMEYEN BİR SÖY LEŞİ)<br />

Prof. Dr. Utkan KOCATÜRK ________________________________________________ 23<br />

BATI GÖZÜYLE ATATÜRK<br />

Dr. Andrew MANGO _______________________________________________________ 29<br />

ATATÜRK CUMHURİYETİ’NİN NİTELİĞİ<br />

Prof. Dr. Dursun Ali AKBULUT ______________________________________________ 35<br />

TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA<br />

KAYNAKLARINDA ATATÜRK<br />

Prof. Dr. Seçil Karal AKGÜN ________________________________________________ 45<br />

ÖZSOY OPERASINDAN SADABAD PAKTINA ATATÜRK’ÜN DIŞ<br />

POLİTİKA DEHASI<br />

Yrd. Doç. Dr. Gülseren AKALIN _____________________________________________ 71<br />

ATATÜRK’ÜN BÜYÜK NUTUK’UNDA GEÇEN MİLLİ KİMLİKLE<br />

İLGİLİ KAVRAM, TERİM VE SÖZ ÖBEKLERİNİN ANALİZİ<br />

Dr. Hüseyin AĞCA _________________________________________________________ 83<br />

ATATÜRK’ÜN YARATTIĞI NAHÇIVAN DOSTLUK KÖPRÜSÜ<br />

DEVLETİ<br />

Prof. Dr. İsmail HACIYEV • Prof. Dr. Ebülfez AMANOĞLU ______________________ 89<br />

CUMHURİYET OLGUSUNUN ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİNDE<br />

ERZURUM’DA ŞEKİLLENMESİ<br />

Yrd. Doç. Dr. Serpil SÜRMELİ _______________________________________________ 99<br />

ATATÜRK İLE YESEVİ’NİN ORTAK DÜŞÜNCE ZEMİNLERİ<br />

Doç. Dr. Dosay KENCETAY ________________________________________________ 111<br />

ATATÜRK’Ü DOĞUMUNUN <strong>125.</strong> YILINDA KUTLARKEN...<br />

ATATÜRK VE DEVRİMİNİN EVRENSEL YÖNÜ<br />

Prof. Dr. İsmet GİRİTLİ ___________________________________________________ 119<br />

ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA<br />

ATATÜRK’ÜN ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

Prof. Dr. S. Esin DERİNSU DAYI ____________________________________________ 127


ATATÜRK’ÜN LAİKLİK SİYASETİ VE KIRGIZİSTAN’A YAPTIĞI TESİR<br />

Doç. Murat KOCABEKOV _________________________________________________ 155<br />

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN “TÜRK” KAVRAMIYLA<br />

ÖZDEŞLEŞMESİ<br />

Prof. Dr. Tuncer BAYKARA ________________________________________________ 159<br />

TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI<br />

ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA VERİLEN CEVAPLAR (1923)<br />

Prof. Dr. Mehmet Akif TURAL ______________________________________________ 167<br />

ESKİ VE YENİ ALİ KEMALLER<br />

Hulki CEVİZOĞLU _______________________________________________________ 177<br />

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK<br />

İSTİYORDU ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE<br />

İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ (23 NİSAN 1920-10 KASIM1938)<br />

Dr. Mustafa ÖZCAN _______________________________________________________ 183<br />

TÜRK TARİHİ VE EVRENSEL AÇIDAN ATATÜRK’E BAKIŞ<br />

Prof. Dr. Abdurrahman ÇAYCI _____________________________________________ 203<br />

ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ<br />

Prof. Dr. Ramazan TOSUN _________________________________________________ 211<br />

ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK<br />

İŞBİRLİĞİNİN İLK ON BEŞ YILLIK BİRİKİMLERİ<br />

Bahtıgül KALAMBEKOVA _________________________________________________ 221<br />

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR<br />

Prof. Dr. Süleyman BEYOĞLU ______________________________________________ 229<br />

ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN<br />

DÜZENLENMESİ<br />

Prof .Dr. Ali ARSLAN ______________________________________________________ 269<br />

I. BAKÜ TÜRKOLOJİ KONGRESİ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK<br />

Prof. Dr. Celil GARİBOĞLU NAĞIYEV _____________________________________ 301<br />

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-<br />

ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ<br />

Prof. Dr. Mustafa KESKİN _________________________________________________ 309<br />

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK TEHDİT VE<br />

TEHLİKELER KARŞISINDA ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET<br />

Prof. Dr. Abdulkadir YUVALI _______________________________________________ 319<br />

ROMANYA TÜRK TOPLUMUNUNMODERNLEŞMESİNDE<br />

ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN ETKİSİ<br />

Mustafa MEHMET ________________________________________________________ 329<br />

ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ<br />

Doç. Dr. Yusuf SARINAY __________________________________________________ 341


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE ORDU-<br />

MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

Dr. Zekeriya TÜRKMEN ___________________________________________________ 363<br />

LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR<br />

Prof. Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI _____________________________________________ 383<br />

ÇİNDE ATATÜRK<br />

Prof. Dr. Rukiye HACI _____________________________________________________ 411<br />

ATATÜRK’ÜN ASYA SİYASETİ ÜZERİNE BAZI YENİ DÜŞÜNCELER<br />

Prof. Dr. Seyfullah ÇEVİK __________________________________________________ 421<br />

EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAMMUSTAFA KEMAL ATATÜRK<br />

Prof. Dr. Bayram KODAMAN ______________________________________________ 429<br />

BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN “TÜRK<br />

TARİHİ VEÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI<br />

Prof. Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ _________________________________________________ 437<br />

SOFYA ASKERÎ ATAŞESİ MUSTAFA KEMAL’İN ASKERÎ VE<br />

SİYASÎ DEĞERLENDİRMELERİ<br />

Dr. Ahmet TETİK _________________________________________________________ 449<br />

ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE<br />

Dr. Bilâl N. ŞİMŞİR _______________________________________________________ 459<br />

ATATÜRK’S LEGACY FOR TURKEY AND THE WORLD<br />

Prof. Dr. Stanford J. SHAW _________________________________________________ 503<br />

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ<br />

VE MİLLİ DEVLETE YÖNELİK TEHDİTLER<br />

Dr. Ali GÜLER ___________________________________________________________ 511<br />

ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM<br />

WORLD<br />

M. Naeem Qureshi ________________________________________________________ 523<br />

ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938)<br />

İhsan GÜNEŞ ____________________________________________________________ 543<br />

ATATÜRK VE DEMOKRASİ<br />

Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN _________________________________________________ 565<br />

DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE<br />

USTAFA KEMAL PAŞA (1920-1921)<br />

Prof. Dr. Enver KONUKÇU_________________________________________________ 579


TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ<br />

Orhan KOLOĞLU ________________________________________________________ 615<br />

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ<br />

Prof.Dr.Cemalettin TAŞKIRAN _____________________________________________ 629<br />

ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ<br />

BİÇİMLENİR MİYDİ?<br />

Doç. Dr. Esat ARSLAN _____________________________________________________ 645<br />

BİR GAZİNİN HATIRATINDAN KURTULUŞ SAVAŞI’NDA ANKARA VE<br />

BÜYÜK TAARRUZ<br />

Prof. Dr. Sadık DEMİRSOY ________________________________________________ 663<br />

ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN DÜNYADA YANKILARI<br />

Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA ___________________________________________________ 675<br />

TÜRK ANAYASALARINDA LAİKLİK VE DİNLE İLGLİ HÜKÜMLER<br />

Prof.Dr.Temuçin Faik ERTAN _______________________________________________ 685<br />

1922 YILINDA RUS DENİZALTILARI VASITASIYLA GERÇEKLEŞTİRİLEN<br />

RUS-TÜRK TEMASLARI<br />

Prof. Dr. Dimitri VASİLYEV ________________________________________________ 701<br />

ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE ULUSALLIK-EVRENSELLİK DERİNLİĞİ<br />

Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ _______________________________________________ 711<br />

ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASININ YANSIMALARI YAZDIĞI ESERLER VE NOT<br />

DEFTERLERİ<br />

Dr.Öğ.Alb.Yavuz ÖZGÜLDÜR ______________________________________________ 721<br />

BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLÂNI VE ANLAMI<br />

Doç.Dr.Mustafa BUDAK ___________________________________________________ 733<br />

1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA<br />

Doç. Dr. Nesrin Tağızade-KARACA __________________________________________ 745<br />

ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI<br />

Prof. Dr. Yahya AKYÜZ ____________________________________________________ 773<br />

MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE<br />

ATATÜRK’ÜN YERİ<br />

Prof.Dr.Mustafa ERGÜN ___________________________________________________ 795<br />

ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE<br />

İLGİLİ SON GELİŞMELER<br />

Prof. Dr. Hale ŞIVGIN _____________________________________________________ 809


MİLLET VE TÜRK KAVRAMININ TARİHİ GELİŞİMİ VE MUSTAFA KEMAL<br />

ATATÜRK’LE ZİRVEYE ERİŞMESİ<br />

Prof. Dr. Ahmet ÖZGİRAY _________________________________________________ 823<br />

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TEMELLERİNİN OLUŞMASINDA ATATÜRK’ÜN<br />

GERÇEKÇİ KİŞİLİĞİNİN ROLÜ<br />

Doç. Dr. Mehmet EVSİLE __________________________________________________ 829<br />

SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ<br />

Doç. Dr. Adnan SOFUOĞLU ________________________________________________ 837<br />

ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI<br />

Prof. Dr. Kopi KYÇYKU ___________________________________________________ 857<br />

ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK<br />

Mehmet TEKİN___________________________________________________________ 865<br />

TÜRKÇÜLÜK, ATATÜRK VƏ AZƏRBAYCAN<br />

Hidayət ORUCOV ________________________________________________________ 891<br />

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ<br />

Hüseyin ÖZER ___________________________________________________________ 897<br />

BULGAR BASININDA ATATÜRK VE TÜRK HALKININ ULUSAL KURTULUŞ<br />

SAVAŞI (1919-1938)<br />

Mümün TAHİR ___________________________________________________________ 909


CUMHURBAŞKANI SAYIN<br />

AHMET NECDET SEZER’İN AÇIŞ KONUŞMASI<br />

Sayın Konuklar,<br />

Değerli Katılımcılar,<br />

Doğumunun <strong>125.</strong> Yılında Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> Uluslararası<br />

Sempozyumu’nda sizlerle birlikte olmaktan duyduğum mutluluğu<br />

öncelikle belirtmek istiyorum.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ve düşünce sisteminin tüm yönleriyle değerlendirileceği<br />

bu anlamlı etkinliğin düzenlenmesinde katkısı olanları ve<br />

Sempozyum’a bildirileriyle katılanları kutluyorum. Sempozyum nedeniyle<br />

ülkemizde bulunan konuklarımıza hoşgeldiniz diyorum.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> Uluslararası Sempozyumu, Yüce<br />

Önder’in doğumunun <strong>125.</strong> yılı etkinliklerinin önemli bir bölümünü<br />

oluşturmaktadır. Kutlama etkinlikleri belirli bir program çerçevesinde,<br />

tüm kurum ve kuruluşlarımızın katkısı ve yurttaşlarımızın katılımı<br />

ile coşku içinde, büyük bir özenle sürdürülecektir.<br />

Türk Ulusu, her geçen gün değerini daha çok anladığı Yüce<br />

Atası’nın doğumunun <strong>125.</strong> yılını O’nun büyüklüğüne yaraşır etkinliklerle<br />

kutlamakta, Ölümsüz Önderi’ne gönülden bağlılığını hiç eksilmeyen<br />

bir sevgi ve saygıyla, büyük bir içtenlikle göstermektedir.<br />

Büyük <strong>Atatürk</strong>, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına uzanan<br />

sürecin de başlangıcı olan 19 Mayıs’ı doğum günü kabul etmiştir.<br />

19 Mayıs bu yönüyle <strong>Atatürk</strong>’ün Ulusu’yla özdeşleşmesini en güzel<br />

biçimde yansıtan bir gün olarak belleklere kazınmıştır.<br />

Ulusumuz, doğumunun <strong>125.</strong> <strong>yılında</strong> tarihe ve insanlığa malolmuş,<br />

eylemleri ve söylemleriyle dünyada hayranlık uyandırmış, tüm<br />

yönleriyle örnek alınan bir önderi yetiştirmenin övüncünü de yaşamaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, insanlığın sevgisini kazanan, Ulusu Onun tüm bireyleriyle<br />

gönülden bağlı olduğu, tarihte ender karşılaşılan bir dahi, üstün<br />

bir kişilik, yürekli bir kahraman, yenilmez bir komutan, büyük bir


2<br />

devrimci ve devlet adamıdır.<br />

PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

İngiltere eski Başbakanı Churchill, O’nu “Büyük bir kahraman”;<br />

Amerika Birleşik Devletleri eski Başkanı Kennedy, “20. yüzyılın en<br />

büyük önderlerinden biri” olarak nitelemiş, İsrail’in ilk Başbakanı<br />

Ben Gurion da “O’ndan daha büyük bir devlet adamı bilmiyorum”<br />

diyerek Yüce Önder’in devlet adamlığını övmüştür.<br />

Hindistanlı bir siyasetbilimci Prof. Arşi Han’ın, “O, yalnız<br />

bir asker ve Devlet Başkanı değil, aynı zamanda bir ulusun ve bir<br />

devletin nasıl kurulabileceği konusunda örnek bir kişiliktir” sözü,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün devlet adamlığı yanını çarpıcı biçimde vurgulamaktadır.<br />

Savaşımıyla yazgımızı ve tarihin akışını değiştiren <strong>Atatürk</strong>, yalnızca<br />

eserleriyle değil, düşünce sistemi ve yüksek öngörüleriyle de<br />

insanlığın yetiştirdiği büyük kişilikler arasındaki unutulmaz yerini<br />

almıştır.<br />

Değerli Konuklar,<br />

Konuşmamın bu bölümünde sizlerden, “Bugün dünyada hangi<br />

önder düşünceleriyle, yapıtlarıyla, zaferleriyle güncelliğini koruyor,<br />

insanlığa ve Ulusuna yol gösteriyor?” sorusunu düşünmenizi, 20.<br />

yüzyılda tarih sahnesinde yer alan önder ve devlet adamlarını belleklerinizde<br />

canlandırmanızı istiyorum.<br />

Kuşkusuz, bu soruya verilebilecek ortak yanıt <strong>Atatürk</strong>’ten başkası<br />

değildir.<br />

<strong>Atatürk</strong> yalnızca çağının kahramanı olarak anılmamıştır. Yüce<br />

Önder’in büyüklüğü, öngörülerindeki haklılığı geçen zaman içinde<br />

yaşanan gelişmelerle daha iyi anlaşılmıştır.<br />

Alman belgesel yapımcılarından Liebe, “<strong>Atatürk</strong>, tarihin Türk<br />

Ulusu’na ve insanlığa bir armağanıdır.” söylemiyle bunu en çarpıcı<br />

biçimde anlatmaktadır.<br />

UNESCO Genel Kurulu, 1981 yılının <strong>Atatürk</strong>’ün doğumunun<br />

100. yılı olması nedeniyle aldığı kararda, <strong>Atatürk</strong>’ün, gelecek kuşaklar<br />

için örnek olarak üstün kişiliğini uluslararası anlayış, işbirliği ve<br />

barış yolundaki çabalarını, eşsiz devrimciliğini ve özellikle sömürgecilik<br />

ve emperyalizme karşı açılan savaşların ilk lideri olduğunu ve<br />

“Mazlum Milletler “in bağımsızlığına kavuşarak, insanlar ve ülkeler<br />

arasında hiçbir renk, din, cins ve ırk ayrımı gözetmeyen bir uyum


PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

ve işbirliği çağının doğacağına inandığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

kurucusu olarak politikasında ve davranışlarında her zaman barış,<br />

uluslararası anlayış ve insan haklarına saygıya öncelik tanıyan bir<br />

tutum içinde bulunduğunu dünyaya ilan etmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün büyüklüğünü, üstün kişiliğini ve evrenselliğini en<br />

güzel biçimde dile getiren bu değerlendirmelerden kıvanç duymayan<br />

hiçbir Türk düşünülemez.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Ulusumuzun soylu özelliklerini yansıtan nitelikleri,<br />

hayranlık uyandıran kişiliği ile yaşadığı çağa damgasını vurmuş,<br />

kurduğu Cumhuriyet rejimi ve Türk Aydınlanma Devrimi ile 20.<br />

yüzyılın en büyük çağdaşlaşma hareketlerinden birini gerçekleştirmiştir.<br />

Hindistan Başbakanı Nehru, <strong>Atatürk</strong>’ü “Modern çağın yaratıcılarından<br />

biri” saymaktadır.<br />

Fransa eski Devlet Başkanı De Gaulle de, “<strong>Atatürk</strong>’ten öğreneceğimiz<br />

çok şey var. Dünya önderleri arasında en büyük başarı elde<br />

eden kişilik O’dur. Çünkü, ulusunu çağdaşlaştırmıştır” söylemiyle,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün, çağdaş yanını vurgulamaktadır. Rusya Bilimler Akademisi<br />

Öğretim Üyesi Prof. Şeremet de, “<strong>Atatürk</strong>, çağdaş bir Türk uygarlık<br />

bölgesi yarattı.” sözüyle bu değerlendirmeye katılmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, “Avrupa’nın hasta adamı”ndan tam bağımsız, ulus egemenliğine<br />

dayanan, laik, demokratik, çağdaş bir devlet kuran, Devlet’in<br />

ve toplumun yapısını çağdaşlaştıran, cemaatten toplum, ümmetten<br />

ulus, kuldan yurttaş yaratan, Türk insanını uygarlığın kavram ve değerleriyle<br />

buluşturarak hak ve özgürlüklerine kavuşturan Önder’dir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, kadına toplumdaki hakettiği yerin ve değerin verilmesini<br />

sağlamıştır. Bu niteliği, Yüce Önder’in yalnız ülke içinde değil<br />

dışında da büyük takdir toplamasına neden olmuştur.<br />

Amerikalı siyaset bilimci Prof. Lowry diyor ki;<br />

“Dünyada kadınların toplumdaki rolüne Mustafa Kemal kadar<br />

duyarlılık gösteren pek az önder vardır. Kadınlara eşit haklar tanınmasını<br />

isteyen duygu ve düşüncelerin bütün uygar dünyada gerçekleşeceğini<br />

yarım yüzyıl önceden öngörmüş olması O’nun benzersiz<br />

bir önder olduğunu gösteriyor.”<br />

Fransa’da yayımlanan bir gazetedeki, “Devrin yüksek şahsiyet-<br />

3


4<br />

PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

leri kitaplarda, konferanslarda Türkiye’nin asla değişmeyeceğini ve<br />

değişmeden öleceğini ilan etmişlerdi. Halbuki ölmeden değişti. Hem<br />

de kökünden ve baştan aşağı değişti. İnançlar, gelenekler, yöntemler<br />

yıkıldı. Son döküntülerini de yabancı zırhlıları ve kapitülasyonlar<br />

gibi memleketten sürüp attılar. Türkiye, ruhunu değiştirmişti...” yorumu,<br />

Türkiye’nin başardığı dönüşümleri çarpıcı biçimde anlatmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün kişilik özelliklerinden biri de zamanlama ve planlama<br />

yeteneğidir. <strong>Atatürk</strong> düşünce alış-verişine her zaman önem vermiş,<br />

her şeyi derinlemesine tüm ayrıntılarıyla düşünmüş, araştırmıştır.<br />

Doğru zamanda, doğru kararlar almış, koşullar oluşunca bunları<br />

Ulusu onun desteğiyle uygulamıştır.<br />

Türk Ulusu’nun bağrından yetişip gelen bir önder olan Yüce<br />

<strong>Atatürk</strong>, yaptıkları ve zaferleriyle başka uluslara da yol göstermiş,<br />

insanlığa umut ve güç vermiş, dünyada silinmez izler bırakmıştır.<br />

Amerika Birleşik Devletleri eski Başkanı Eisenhower, O’nu<br />

“Tüm dünyada bağımsızlığı için savaşanların esin kaynağı” olarak<br />

övmüştür.<br />

Akla, bilime, yurt ve Ulus sevgisine verdiği önem, yüzlerce yılda<br />

gerçekleştirilmesi olanaksız işleri kısa sürede yaşama geçirebilmesinin<br />

yolunu açmıştır.<br />

Yunanistan eski Başbakanı Venizelos, <strong>Atatürk</strong>’ü 1934 <strong>yılında</strong><br />

Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterirken bakınız ne demiştir: “Bir<br />

ulusun yaşamında bunca kısa sürede, bunca köklü değişikliklerin<br />

başarıldığı pek enderdir. Bu olağanüstü çalışmaları <strong>Atatürk</strong>’e, sözcüğün<br />

tam anlamıyla ‘Büyük Adam’ şanını kazandırmıştır.”<br />

<strong>Atatürk</strong> soğukkanlı, ileri görüşlü, akılcılıktan ve gerçekçilikten<br />

ödün vermeyen büyük bir devrimcidir. “Yolunda yürüyen bir yolcunun<br />

yalnız ufku görmesi yeterli değildir. Muhakkak ufkun ötesini<br />

de’ görmesi ve bilmesi lazımdır” deyişi, O’nun bu niteliğini gözler<br />

önüne sermektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong> hiçbir zaman hayalperest olmamıştır. O, yarının insanıdır,<br />

olaylara ve gelişmelere böyle bakmış, koşulları ve olanakları bu<br />

yaklaşımla değerlendirmiş, her zaman Ulusu için en iyisini hedeflemiştir.<br />

Hedefe ulaşma sürecinde her zaman doğru adımlar atmıştır.


PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

<strong>Atatürk</strong>, Cumhuriyet’le birlikte demokrasiye geçme düşüncesini<br />

süreç içinde kimi zaman denemelerle yaşama geçirmeye çalışmış;<br />

demokrasi hedefinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir.<br />

Alman Sosyolog Bischoff, <strong>Atatürk</strong>’ü “demokrasi kuran deha”<br />

olarak nitelemektedir.<br />

Bremen Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Harkort da, <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

demokratikleşmeye verdiği önem kapsamında şöyle demektedir:<br />

“1930’larda Avrupa bir karanlık içindeyken, Almanya’da toplama<br />

kampları varken, Türkiye’de demokrasiye hazırlık çalışmaları sürdürülüyordu.<br />

“<br />

<strong>Atatürk</strong>, barışçı kimliği ve barışın sürekli kılınması yönündeki<br />

çalışmalarıyla da dünyaya örnek olmuştur. Dış politikada serüvenciliği<br />

reddeden bir kişilik yapısına sahip olan Yüce Önder, tüm ülkelerin<br />

barış içinde yaşamasını isteyen gerçek bir barışseverdir.<br />

Birçok savaş yaşamış olmasına karşın, “Ulusun yaşamı tehlikeye<br />

düşmedikçe savaş cinayettir.” diyecek kadar insansever bir önderdir.<br />

O’nun “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi yalnız Ulusumuza değil,<br />

tüm insanlığa yol gösterecek niteliktedir. Bu ilke doğrultusunda<br />

barışçı bir dış politika izleyen Türkiye Cumhuriyeti, hiçbir zaman<br />

çizgisinden sapmamış, bölgesinde barış ve istikrar öğesi durumuna<br />

gelmiştir.<br />

Profesör Bernard Levvis, Yüce Önder’in bu özelliğini şöyle dile<br />

getirmiştir: “<strong>Atatürk</strong>, özgürlük ve barışın ölümsüz mimarıdır.”<br />

İnanıyoruz ki, eğer insanlık <strong>Atatürk</strong>’ün düşüncelerini benimsemiş<br />

olsaydı, dünyamız daha yaşanabilir olurdu.<br />

Son olarak, Makedonyalı bir öğretim üyesi ile Ukraynalı bir üniversite<br />

öğrencisinin değerlendirmelerini sizlerle paylaşmak istiyorum.<br />

Makedonya Üsküp Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Yusuf, “Biz<br />

Makedonya Türkleri, geleceğimizi <strong>Atatürk</strong>çülüğün icra edilmesinde<br />

ve <strong>Atatürk</strong>çülüğe sadık kalmamızda görüyoruz.”,<br />

Ukraynalı siyasetbilimi okuyan üniversite öğrencisi ise, “Ben<br />

tüm liderlerin yaşamını inceledim... <strong>Atatürk</strong>’ün düşüncelerini diğer<br />

liderlerden çok daha gerçekçi ve yaratıcı buldum. Ukrayna için geleceğe<br />

dönük siyaset belirlerken <strong>Atatürk</strong>çü bir çizgi üzerinde yürümek<br />

5


6<br />

PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

gerektiğini düşünüyorum.” söylemleriyle, O büyük insanın düşüncelerinin<br />

tüm dünya insanlarını nasıl etkilediğini göstermişlerdir.<br />

Değerli Konuklar,<br />

<strong>Atatürk</strong>, güçlü ilkeleri, sarsılmaz düşünceleri ve yıkılmaz eserleriyle<br />

gönüllerde yaşamaktadır. O, bir güneş gibi her gün doğmakta,<br />

insanımızın gönlünde yücelmekte ve yolumuzu aydınlatmayı sürdürmektedir.<br />

Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün düşlediği Türkiye’ye ulaşmak için, yapılması<br />

gereken, düşüncelerini ve felsefesini özümsemek ve gelecek kuşakları<br />

ilke ve devrimlerinin ışığında, çağdaş bir eğitimle yarınlara hazırlayabilmektir.<br />

Kimi konulardan yakınmak yerine, <strong>Atatürk</strong>’ün sağladığı çağdaş,<br />

aydınlık, laik ve demokratik Cumhuriyet’in sonsuza dek sürmesi<br />

için herkesin elinden gelen çabayı göstermesi zorunludur.<br />

Doğumunun <strong>125.</strong> <strong>yılında</strong> bir kez daha vurgulamak istiyorum<br />

ki, <strong>Atatürk</strong>, Türkiye ve Türk Ulusu için hiç sönmeyecek bir ışıktır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün, Ulusumuzun gönlündeki erişilmez yeri, hiçbir zaman<br />

değişmeyecektir.<br />

Sözlerime son verirken büyük kurtarıcımızı rahmet, saygı, sevgi<br />

ve gönül borcuyla anıyorum.<br />

Bu önemli Sempozyum’un başarılı geçeceğine inanıyor, esenlikler<br />

diliyorum.


BAŞBAKAN SAYIN RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN AÇIŞ<br />

KONUŞMASI<br />

Sayın Cumhurbaşkanım, değerli konuklar, hanımefendiler, beyefendiler;<br />

sizleri, bu anlamlı günde en kalbî duygularla selamlıyorum.<br />

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün doğumunun<br />

125 inci yılı vesilesiyle bir arada bulunuyoruz.<br />

Sözlerimin başında özellikle bir hususa dikkatlerinizi çekmek<br />

istiyorum, o da şudur: Tarihe malolmuş büyük şahsiyetler sadece<br />

kendi dönemlerindeki başarılarıyla değil, geleceği şekillendirmedeki<br />

rolleriyle değerlendirilmelidirler.<br />

Ben de bugün sizlere özellikle <strong>Atatürk</strong>’ün tarihi şahsiyeti üzerine<br />

romantik değerlendirmelerle yetinmekten ziyade, onun günümüze<br />

ışık tutan fikirleri ve Cumhuriyetimizin kuruluş ideallerini düşünmeye<br />

davet ediyorum. Hafta boyunca sürecek sempozyumlar da<br />

bana göre bunun çerçevesini özellikle belirleyecektir.<br />

Onun “En büyük eserim” dediği Türkiye Cumhuriyeti, 20 nci<br />

yüzyılın başlarındaki millî bağımsızlık hareketlerinin sembolü ve ilham<br />

kaynağı olmuştur. Büyük çalkantılarla başlayan 20 nci yüzyıl,<br />

tarih sahnesinden silinmek istenen Türk Milletinin nasıl ayağa kalktığına,<br />

yok olma sürecine girmiş Osmanlı Devleti’nin enkazından<br />

nasıl yeni bir devlet çıkarıldığına şahit olmuştur.<br />

Bu süreçte Gazi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün liderliği, “Ya İstiklal<br />

Ya Ölüm” parolasında somutlaşmaktadır. Türk Milletinin bağımsızlık<br />

aşkı bu yüksek ruhta karşılık bulmuştur.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün liderliğinde zaferle nihayetlenen millî mücadelemizden<br />

sonra modern bir devletin inşası başlamış, zamanın ruhuna uygun<br />

bir model ortaya konulmuştur. Bu model, Türk Milleti için bir<br />

yenilenme, modernleşme, muasırlaşma hamlesi olmuştur. Bildiğimiz<br />

gibi, <strong>Atatürk</strong> bir doktrin ya da ideoloji vazetmemiş, herhangi bir<br />

kalıplaşmış ideolojiye dayanma gereği hissetmemiştir. Onun dünya<br />

görüşünün temeli akılcılık ve bilimdir. Millete hedef olarak gösterdi-


8<br />

PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

ği muasır medeniyete ulaşma yönündeki akıl ve bilim, hayati öneme<br />

sahip değerler olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong> tekamüle, yani gelişmeye dayalı bir dünya tasavvuruna<br />

sahipti. Bu tekamülün akıl ile bilimin doğrusunu tespit edip ona<br />

uygun bir şekilde davranma, akıl ve bilimin kılavuzluğuna, milletin<br />

iradesine sonuna kadar güvenme yatıyordu. Bu gerçekçi ve akılcı<br />

üslup, <strong>Atatürk</strong>’ün Cumhuriyeti kurarken doğru tercihler yapmasında,<br />

tarihin akışını iyi ve doğru okuyabilmesinde çok önemli bir yere<br />

sahiptir.<br />

İşte bu sebeple, sözlerimin başında da belirttiğim gibi, Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>’ü anarken ve anlamaya çalışırken üzerinde durmamız<br />

gereken asıl unsurlar, Cumhuriyetimizin temelini oluşturan kurucu<br />

ilkelerdir.<br />

Çünkü, bu ilkeler dünya görüşünün tarihe ve topluma bakışının<br />

temelini teşkil etmektedir. <strong>Atatürk</strong>’ün fikriyatının ve Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan kavramlar genel bir çerçeve<br />

içinde; cumhuriyet, millî egemenlik, millî devlet ve laiklik olarak<br />

sıralanabilir. Türkiye Cumhuriyeti bu kavramlar, bu fikirler üzerinde<br />

yükselmiştir. Bugün bizlere düşen görev, millî mücadeleden itibaren<br />

ortaya konan, Türkiye’nin istikametini belirleyen bu isabetli, doğru<br />

tercihlerle sahip çıkmak ve daha da ileriye taşımaktır.<br />

Şimdi bu kavramlar üzerinde kısaca durmak, geçmişten geleceğe<br />

yol alırken bu kavramların önemiyle birbirini bütünleyici özelliklerine<br />

işaret etmek isterim.<br />

Değerli konuklar, cumhuriyet, saltanatın kaldırılmasını ve cumhurun<br />

yani milletin yönetimini ifade eder. Esasen demokrasinin dayandığı<br />

“demos” ile cumhuriyetin dayandığı “cumhur” birbirleriyle<br />

örtüşen kavramlardır. Cumhuriyet ve demokrasi birbirinde anlam<br />

bulan birbirini bütünleyen kavramlardır. Bu manada saltanattan<br />

cumhuriyete geçiş, Türkiye’yi muasır medeniyetin değer ve kurallarıyla<br />

buluşturacak bir demokratik, siyasi düzenin inşasına yönelik<br />

olarak atılmış en büyük adımdır.<br />

Millî egemenlik, modern demokrasinin, demokratik ve laik<br />

cumhuriyetin olmazsa olmaz şartıdır. Çünkü demokrasi, meşruiyetin<br />

kaynağını başka bir yerde aramayan, toplumda, millette gören bir<br />

siyasi düzenin adıdır. <strong>Atatürk</strong>’ün egemenliği kayıtsız millete teslim


PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

eden anlayışı, Türkiye’nin bugün sahip olduğu demokratik rejim açısından<br />

belirleyici bir önem taşımaktadır. Zira, meşruiyetin temeline<br />

milleti koymayan bir rejime demokrasi demek mümkün değildir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasından itibaren<br />

dillendirdiği “millî egemenlik” fikri, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin<br />

ilanıyla birlikte gerçek anlamına kavuşmuş, demokratik bir<br />

siyasi düzenin tesis edilmesinin temel dayanağı olmuştur.<br />

Millî, üniter devlet, Türkiye Cumhuriyetini oluşturan bireylerin<br />

vatandaşlık temelindeki ortaklığına işaret etmektedir. Millî devlet,<br />

idari ve siyasi çağrışımları kuvvetli bir kavram olmakla birlikte<br />

sosyolojik bir muhtevaya da sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları<br />

içinde yaşayan ve vatandaşlık bağıyla Türkiye Cumhuriyetine bağlı<br />

olan her bir ferdi, milletimizin ayrılmaz ve eşit bir unsuru kabul<br />

edilmektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong> hiçbir zaman inanç farklılıkları ve etnik köken esasında<br />

tanımlanan millet anlayışlarına itibar etmemiştir. Bugün Türkiye,<br />

anayasal vatandaşlık zemininde tarih şuuruna ve ortak yaşama iradesine<br />

sahip, farlılıklarını zenginlik kabul eden bireylerin oluşturduğu<br />

güçlü ve demokratik bir ülkedir. Millî devlet fikrine uygun şekilde bu<br />

ülkenin bütün bireyleri, başka hiçbir hususiyetlerine bakılmaksızın,<br />

sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaları hasebiyle eşittirler.<br />

Değerli konuklar, demokrasinin ve toplumsal barışın teminatlarından<br />

biri olan laiklik, aslında iki boyutlu bir kavramdır. Laikliğin<br />

birinci boyutu, devletin din kurallarına göre yapılandırılmamasıdır.<br />

Bu, standartlaştırılmış, üniter, parçalı olmayan bir hukuk düzenini<br />

gerektirir. Laikliğin ikinci bir boyutu ise devletin bütün dini inançlar<br />

karşısında tarafsız, eşit mesafede bulunması, bireylerin din ve<br />

inanç anlamındaki özgürlüklerini teminat altına almasıdır. Nitekim<br />

Anayasamızda “Cumhuriyetin Nitelikleri” maddesinde de bu husus<br />

kayıt altına alınmaktadır. 2 nci maddenin gerekçesinde laikliğin<br />

içeriği ve tanımı için şöyle denilmektedir: Hiçbir zaman ‘dinsizlik’<br />

anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe<br />

sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı<br />

diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına<br />

geliyor.<br />

9


10<br />

PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

Bu özellikleriyle laiklik ilkesi cumhuriyetimizin temel ve birleştirici<br />

bir niteliğidir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün hayata geçirdiği bu kavram ve ilkeler kanaatimce<br />

bugün onun akılcı ve tekamülcü bakışına uygun olarak çağdaş demokrasinin<br />

evrensel normlarına göre yorumlanmalı ve sürekli olarak<br />

daha ileriye taşınmalıdır.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün millî mücadeleden başlayarak yapmış<br />

olduğu doğru tercihler ve bu tercihlerin ifadesi olan kavramlar,<br />

üzerinde özenle durulması gereken, milletimiz tarafından da içselleştirilmesi<br />

gereken birleştirici kavramlardır. Bu kavramları toplumsal<br />

ihtilaf alanları haline getirmekten hep birlikte, özenle kaçınmamız<br />

gerektiğine inanıyorum. Bunun için öncelikle bu kavram ve ilkelerin<br />

lafızları kadar ruhlarını da benimseyip korumamız gerekmektedir.<br />

Anayasamızda da ifade edildiği şekliyle, insan haklarına dayalı,<br />

laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan cumhuriyetimizin<br />

temel nitelikleri arasında bir öncelik sıralamasına gitmek, fikri değerlendirmelerimizi<br />

yanlış bir mecraya sürükleyecektir. Şunu unutmayalım<br />

ki, cumhuriyetimizin artık kurum ve kurallarıyla, milleti<br />

ve fertleriyle demokratik bir olgunluğa erişmiş olduğunu kabul etmemiz,<br />

bütün neticeleriyle ortadadır. Cumhuriyetimiz adına bugün<br />

sahip olduğumuz en büyük kazanım da bana göre budur.<br />

Bugün Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün doğum yıldönümünü kutlarken<br />

cumhuriyetimizin kuruluş ideallerine her zamankinden daha yakın<br />

olmanın da bahtiyarlığını yaşıyoruz. Zira Türkiye Cumhuriyeti,<br />

bugün artık Avrupa Birliğine katılım müzakerelerine başlamış bir ülkedir<br />

ve Avrupa Birliği süreci aslında cumhuriyetle birlikte başlamış<br />

bir süreçtir.<br />

Değerli konuklar, bu anlamlı günde, ülkemiz adına iftiharla<br />

söyleyebilirim ki, Türkiye bugün muasır medeniyet yolculuğunda<br />

demokrasisini hızla geliştirerek, vatandaşlık şuurunu güçlendirerek<br />

emin adımlarla ilerlemektedir.<br />

Anayasamızda “Devletin amaç ve görevleri” arasında gösterilen<br />

temel hak ve hürriyetlerin önündeki engelleri kaldırarak, cumhuriyetine<br />

de demokratik değerlerine de bağlı ve güçlü bireyler yetiştirilmektedir.


PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

Bugünün anlamına ve önemine binaen yapmamız gereken şey<br />

hem sahip olduğumuz değerlerin muhasebesini yapmak hem de mutlaka<br />

ileriye, daha ileriye doğru bakmaktır.<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin itibarı bugün bütün dünyada yükselmeye<br />

devam etmektedir. Türkiye’nin gelecek perspektifi, zaman<br />

kaybetmeden gücünü, değerlerini geniş imkan ve kaynaklarını harekete<br />

geçirerek gelişme potansiyelini, ilerleme azmini en üst düzeye<br />

çıkarmaktır.<br />

Hedefimiz, cumhuriyetimizin 100 üncü <strong>yılında</strong> Türkiye’yi her<br />

açıdan dünyanın en gelişmiş, en saygın, en güçlü ülkeleri arasına<br />

katmaktır. Yani, ilk etapta kişi başına millî gelirin 10 bin dolara ulaştığı<br />

bir Türkiye ki hedef olarak 2012 yılı sonunda biz bunu yakalayabiliriz.<br />

Bunu yakaladığımız andan itibaren Türkiye’yi ve Türk<br />

Milletini yakalayabilene aşk olsun!.. İşte bunu başarmak, bana göre,<br />

hep birlikte omuz omuza vererek aşmamız gereken bir hedeftir.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün işaret ettiği medeniyet perspektifi<br />

ve ülkeler manzumesi hepimiz için bağlayıcı ve birleştirici oldukça<br />

Türkiye Cumhuriyeti ilerleyişini sürdürecek, milletimiz refah ve özgürlük<br />

bakımından dünya ülkeleri arasında hak ettiği yere, eğitimde<br />

de sağlıkta da adalette de emniyette de ulaşımda da toplu konutta da<br />

ve tarım ve hayvancılıkta da uluslararası diyaloglarda da kavuşacaktır.<br />

Ben bu inançla sözlerime son veriyor, sizleri bir kez daha saygıyla<br />

selamlıyorum.<br />

11


PROF.DR. SAYIN SADIK TURAL’IN AÇIŞ KONUŞMASI<br />

Sayın Cumhurbaşkanım, Başbakanım, Genel Kurmay Başkanım,<br />

Bakanlar Kurulunun değerli üyeleri, Türk Ordusunun değerli<br />

kuvvet komutanları, yüksek yargının değerli başkanları ve üyeleri,<br />

ülkemizdeki büyükelçiliklerin temsilcileri, bilim ve sanat dünyasının<br />

ışıklı insanları, değerli yöneticilerimiz, değerli konuklarımız; bu<br />

özel toplantımızda aramızda bulunduğunuz için sizleri saygılarla ve<br />

en iyi dileklerle selamlıyoruz.<br />

125 yıl önce Zübeyde Hanımdan doğan, Ali Rıza Bey oğlu Mustafa,<br />

askerî okullardaki öğrenimden sonra orduya subay olarak katılmasından<br />

itibaren “Gazi” ve “Müşir” unvanlarını kazanması da<br />

dahil, mesleğini hakkıyla yapmış bir paşa;<br />

57 yıllık ömrünün 42 yıllık kısmını daima cephelerde bir kahraman<br />

gibi yaşayarak, bir kahramanlık örneği olmuş şahsiyet;<br />

Çeşitli büyüklükteki birlikleri yöneten “İstiklal benim karakterimdir”<br />

diyen ve her türlü düşmanının karşısında metaneti ve sabrıyla<br />

mücadelesini cesaretiyle taçlandırmış askerî bir deha;<br />

Ülkesinin ve milletinin yanlış ve yetersiz yönetildiğini görünce,<br />

Harp Okulundan itibaren çözümler düşünmeyi bir hayat biçimine<br />

dönüştürmüş, Amasya Genelgesiyle milleti kurtuluşa çağırmış,<br />

Erzurum ve Sivas Kongrelerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisinin<br />

kuruluşunu tasarlayıp gerçekleştirmiş, Cumhuriyet rejimini ilan edip<br />

bu anlayışı köklendirmek için 15 yıl çalışmış, yönetim, eğitim, hukuk<br />

alanlarında yaptığı büyük değişim ve dönüşümlerle bir siyasi<br />

önder, siyasi örnek;<br />

Devletin bağımsızlığı, milletin bütünleşmesi açısından oluşması<br />

ve oluşturulması gereken kurumları da davranışları da eylemleri de<br />

hem tüm dünyaya hem milletine ısrarla anlatmış, anlatmaktan yorulmamış<br />

ve bu konuda da başarılı olmuş sivil millî lider;<br />

Mustafa Kemal Paşa, 1895-1935 yılları arasında dünya haritasının<br />

keyfince değiştirme ve yetkisi olduğuna inanan emperyalist<br />

devletlere ve emperyalist mantığa karşı kazandığı zafer, emperya-


14<br />

PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

list devletlere karşı kazanılmış bu apaçık zafer, daha sonra sayıları<br />

100’ü bulan mazlum toplumların bağımsız devletler kurmasının<br />

örneği, öncüsü ve bu anlamda da bir siyasi dehanın dünya ufkunda<br />

yükselmesi anlamına gelir.<br />

İnsanların hür doğduğuna, hür yaşaması gerektiğine inanan<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> hem bölge barışı ve hem de dünya barışına<br />

yaptığı katkılarla kurulmasını tasarladığı ve gerçekleştirdiği uluslararası<br />

paktlar ve birlikler arasında çağın lideri, barışçıllığın dehası;<br />

Geleneksel tarım ekonomisinin kabuklarını yer yer kıran, yer<br />

yer de değiştirmek için hem yepyeni mevzuatlar oluşturmanın çilelerini<br />

yaşayan hem de kurumlaştıran, milleti vahşi kapitalizm veya<br />

sınırlayıcı sosyalizmin eline bırakmak yerine öncü ve örnek kurum<br />

ve kurumlaşmaları oluşturan insani deha;<br />

<strong>Atatürk</strong> Orman Çiftliği ve diğer kamu üretim ve tüketim fabrika<br />

ve merkezleri oluşturması, milletimizin kendine güvenerek, işçi değil<br />

işyeri sahibi olma inancına kavuşması yönünde hep ileri adımlar<br />

atmış olması, millî banka ve millî sigorta sistemleriyle ekonomideki<br />

para politikalarının geliştirilmesiyle iktisadi hayatımıza yepyeni bir<br />

yol göstermiş olmasıyla da apayrı bir deha;<br />

Askeri deha, siyasi deha, idari, iktisadi deha olmak itibarıyla<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün uluslararası önder, öncü rolü düşünülünce<br />

evrensel boyutunun, kimsenin inkar edemeyeceği evrensel boyutunun<br />

doğru kavranması gerektiği apaçık bir gerçekliktir.<br />

Onun ulusal boyutunun doğru anlaşılması için ise sayıca ve yeterli<br />

kalitede çalışmaların artırılması gerektiği gözden uzak tutulamaz.<br />

20 inci Yüzyılın ilk yarısında, dünyanın gözü önünde siyaset,<br />

fikir, idare alanlarında çok etkili ve yetkili olmak üzere sayıları 40’ı<br />

bulan liderler vardı. Bu liderler içinde çok olumlu bir şahsiyet olarak<br />

21 inci yüzyılda da eskimeyen, birliğini, büyüklüğünü, örnekliğini<br />

daima koruyan, hala Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’tür. Bunu kıskanıyorlar.<br />

Bu güç birtakım insanları üzüyor, onu biliyoruz;<br />

<strong>Atatürk</strong> ve dönemi konusunda bilgisizlikten, anlayış kıtlığından,<br />

yabancıların propagandalarının etkisini taşıyan düşünce kirliliğinden<br />

doğmuş ve doğacak her türlü karşı çıkışların, sesini yükseltmeleri,


PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

ne olursa olsun bir kenara bırakılmalıdır. Şöhret olmak veya farklı<br />

sayılmak amacından doğan karşıt görüşlülüğü de ciddiye almamak<br />

gerekir.<br />

Türk aydını ve Türk milleti <strong>Atatürk</strong>’ü çok sevmiştir ve sevmektedir.<br />

Bundan hiç kimsenin şüphesi yoktur. Siz, konuklarımız, bunun<br />

bir hafta boyunca örneklendirilmesini göreceksiniz. Onu anlamaya<br />

çalışan herkes, onun fikirlerini öğrendiğinde Türkiye’nin bölge barışı<br />

ve ülkeler arası ilişkiler açısından ufuk açıcı bir çok cümleler,<br />

fikirler bulacaktır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün emperyalizme karşı açtığı millî mücadele bayrağı da<br />

kazandığı büyük zafer de kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti de<br />

ölümüne kadar oluşturulmasını sağladığı büyük değişim, dönüşüm<br />

ve devrimler de benzersiz ve örneksizdir. Bu değişim, dönüşüm ve<br />

devrimlerin Fransız İhtilalinde de Sovyet İhtilalinde de benzeri yoktur.<br />

<strong>Atatürk</strong> bu konuda bakın ne söylüyor: “Türkiye’yi derece derece<br />

mi ilerletmeli ani olarak mı?.. İki sistem var, biri malum, Fransız İhtilalindeki<br />

tarz; rejimler değişecek ihtilallere karşı mukabil ihtilaller<br />

yapılacak, sağ solu tepeleyecek, sol sağı süpürecek, bir de bakılacak<br />

ki bir buçuk asır zaman geçmiş. Bu milletin damarlarında o kadar<br />

bol kan ve önünde o kadar geniş zaman var mı?..” İşte <strong>Atatürk</strong>’ümüzün<br />

tavır ve düşüncesinin temelinde bulunan güç budur.<br />

Sayın Cumhurbaşkanım, 2005 yılı 10 Kasım Anma Töreninde<br />

<strong>Atatürk</strong>’ümüzün 125 inci doğum yılı için gerekli etkinliklerin yapılması<br />

emrini vermiştiniz, bu toplantımızı da yüksek himayelerinize<br />

aldınız. Bunlar için şükranlarımı lütfen kabul buyurun. Bu konuda<br />

ulusal bir koordinasyon kurulu oluşturan Sayın Başbakanımıza, bu<br />

kurula başkanlık eden Devlet Bakanımız Sayın Atalay’a, bildirisini<br />

okumak için buraya gelmeyi çok istiyordu, defalarca telefon etti,<br />

mektuplar yazdı, metnini de teslim etti. Ankara’ya geldikten bir gün<br />

sonra rahatsızlandı. Şimdi Gazi Üniversitesi hastanesinde tedavi görüyor.<br />

Kendisine acil şifalar dilediğim, <strong>Atatürk</strong>’ün sohbetlerine katılmış,<br />

hitamına muhatap olmuş, Ordinaryüs Profesör Reşat Kaynar’ın<br />

şahsında <strong>Atatürk</strong>’ün ulusal ve uluslararası boyutlarını alıp değerlendiren<br />

yerli ve yabancı bildiri sahiplerine, değerli konuklara saygılar<br />

ve minnetlerimi sunuyorum.<br />

15


PROF. DR. MEHMET SARAY’IN AÇIŞ KONUŞMASI<br />

Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Başbakanım, Sayın Meclis Başkanım,<br />

Sayın Genelkurmay Başkanım, Sayın Bakanlarım, Sayın Komutanlarım,<br />

Saygıdeğer Hanımlar, Beyler ve Basınımızın Kıymetli<br />

Mensupları;<br />

Bugün burada, yalnız Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin yetiştirdiği<br />

en büyük kumandanlardan birinin, bir barış ve demokrasi<br />

erbabının ve bilge bir şahsiyetin, yani <strong>Atatürk</strong>ümüzün <strong>125.</strong> doğum<br />

yılını kutlamak için toplanmış bulunuyoruz. Teşriflerinizden dolayı<br />

hepinize sevgiler ve saygılar sunuyorum.<br />

Yurtdışından ve yurtiçinden gelen <strong>Atatürk</strong> ve dönemi üzerinde<br />

kıymetli araştırmalar yapan ve öğleden sonra başlayacak oturumlarda<br />

sunumlarını yapacak olan 80’i aşkın bilim adamı dostlarımıza da<br />

hoş geldiniz diyorum. Efendim, ilmi ve sosyal içerikli dopdolu bir<br />

programımız var. Emeği geçen tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim.<br />

Sayın Cumhurbaşkanım ve Sayın Başbakanım,<br />

Zât-ı Devletlerinizin tensip buyurmaları ile <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong><br />

Merkezi Başkanlığına atanmamın üzerinden bir buçuk yıl geçti. İzin<br />

verirseniz, bu bir buçuk yıl içinde yaptığım ve yaptırdığım çalışmalar<br />

ile ilgili kısaca bilgi arz etmek istiyorum. Yurt dışında ve yurt içinde<br />

bulunan <strong>Atatürk</strong>ümüzle ilgili belgelerin büyük çoğunlunu topladık,<br />

geri kalan belgeleri de bu yaz toplamış olacağız. Böylece, hem yabancı<br />

ve hem de kendi belgelerimizin ışığında bu büyük insanı bütün<br />

güzellikleriyle ortaya koyma ve anlatma imkanına kavuşacağız.<br />

Bu arada, <strong>Atatürk</strong>ümüzün Nutuk’unu daha önce yapılan Fransızca<br />

ve Almanca tercümelerinden sonra İngilizce, Rusça, Farsça ve<br />

kardeş cumhuriyetlerin dillerine tercümelerini yaptırdık. Şu anda<br />

Arapça, Çince ve Yunanca’ya tercümeleri yapılmaktadır. Japonca,<br />

İspanyolca ve İbranice’ye tercümeleri ile bu çalışmalarımız tamamlanmış<br />

olacak. İnanıyorum, böylece, <strong>Atatürk</strong>ümüzü bütün dünya<br />

yakından tanıyacaktır. Bu vesileyle dost-düşman, herkese, özelikle<br />

“Türkler Mustafa Kemal Paşanın fikirleriyle hareket etmekten


18<br />

PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

vazgeçsin” diyen Avrupalı dostlarımıza şunu söylemek istiyoruz:<br />

Çanakkale’den Millî Mücadele’ye gösterdiği birinci sınıf askerlik<br />

dehasıyla onurumuzu kurtaran <strong>Atatürk</strong>ümüzü, O’nun barışsever,<br />

demokrat ve bilge kişiliğini, Türk milleti olarak ne kadar derinden<br />

sevdiğimizi ve ebediyete kadar da sevip izinden gideceğimizi görüp<br />

bilmelerini istedik. Ayrıca biz biliyoruz ki, bugün bu güzel yurdun<br />

özgür semalarında Ezan-ı Muhammediye dinleyip ibadetimizi yapabiliyorsak<br />

bu Gazi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>ümüze borçluyuz. Yine<br />

biliyoruz ki, Osmanlının enkazı üzerine kurulan laik demokrat cumhuriyetle<br />

çağdaş bir devlet ve millet haline geldiysek bunu da <strong>Atatürk</strong>ümüze<br />

borçluyuz.<br />

“<strong>Atatürk</strong> ve Türk Aydınlanması” projesini devreye soktuk. Bu<br />

proje çerçevesinde, üniversite bulunan 26 vilayetimizde Valilerimiz,<br />

Belediye Başkanlarımız ve Rektörlerimiz ile birlikte, hem millî birlik<br />

ve bütünlüğümüzü pekiştirmek, hem <strong>Atatürk</strong>ümüzü anlatmak,<br />

hem de o vilayetlerin millî mücadeleden günümüze kadar kat ettiği<br />

ilerlemeyi, bugünkü sosyo-kültürel ve ekonomik problemlerini ve<br />

çözüm yollarını bilim adamlarımıza tartıştırdık ve halkımızı bilgilendirmeye<br />

çalıştık. Bu proje bütün vilayetlerimiz ve üniversitelerimizde<br />

uygulanacaktır.<br />

Bu arada, AB ile görüşmelerde devletimizin ve hükûmetimizin<br />

istifadesi için, demokratikleşme, eğitim ve kadın hakları başta olmak<br />

üzere ana konularda, cumhuriyetin kuruluşundan bugünlere, kat ettiği<br />

mesafeyi, bugünkü durumunu ve çözüm yollarını ortaya koymak<br />

için hazırladığımız projelere, ne yazık ki ne DPT’den ve ne de<br />

Maliye’den destek alabildik.<br />

Bu bilgileri arz ettikten sonra izin verirseniz, birkaç cümle ile<br />

de olsa <strong>Atatürk</strong>ümüzün ve Onun şehit arkadaşlarının bu devleti ne<br />

şartlar altında kurduklarını hatırlatmak istiyorum. Osmanlı Devleti,<br />

Türk milletinin kurduğu devletler içinde en uzun ömürlü olanıdır.<br />

Gurur duyulacak pek çok yönü olmasına rağmen kötü yönetim ve<br />

cehaletten dolayı bu cihan devletini kaybettik. Bilen ile bilmeyen bir<br />

olmuyor. Bilen düşmanımız bilmeyen bizleri yendi. Ama düşmanlarımız<br />

bizi yenmekle kalmadı, yurdumuzu babalarından miras kalan<br />

bir toprak parçası gibi aralarında paylaşmaya kalkıştılar. Maşa gibi<br />

kullandıkları Rum’u, Ermeni’yi ve Yunanlıyı üzerimize saldırttılar.


PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

Bu da yetmiyormuş gibi bizzat kendileri de ülkemizi işgale başladılar.<br />

Bu amansız düşmanlığa ve saldırıya karşı Türk milleti <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

önderliğinde yaşam hakkını kullanarak kendini ve yurdunu müdafaa<br />

etti. Yokluk içinde verilen bu onur mücadelesine bugün biz “İstiklal<br />

Harbi” diyoruz.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Osmanlı’nın çöküşünü iyi etüt etmiş, cehaletin ve bilgisizliğin<br />

bizlere nelere mal olduğunu görmüştü. Daha harp bitmeden<br />

kongrelerini yapan öğretmenlere seslenişinin ve yalvarırcasına<br />

konuşmasının nedeni bu cehaleti yenmek içindi. Öğretmenlerden<br />

çocuklarımızı ve gençlerimizi mutlaka çok iyi yetiştirmelerini ve<br />

milletçe bir daha bu acıları çekmememizi istemiştir. Bilahare onun<br />

yaptığı inkılapların, reformların temelinde de cehaleti yenme fikri<br />

vardır. Onun içindir ki Cumhuriyeti kurduktan sonra ilköğretimi<br />

mecburi tutmuş ve herkesin okumasını istemiştir. Ama Onun aramızdan<br />

ayrılmasından sonra, Cumhuriyet Hükûmetleri bu ilköğretim<br />

yasasını tam olarak uygulamaktan adım adım uzaklaşmışlardır.<br />

Anadolu’nun muhtelif yerleri ile Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde<br />

veliler, çocuklarını, özellikle kız çocuklarını okula göndermemeye<br />

başladılar. Bu hatalı tutumu görmelerine rağmen, yöneticilerimiz<br />

son derece lâkayıt davrandılar. Sonunda bugünkü manzara ortaya<br />

çıktı. Nüfusumuzun %54’ü ilkokul mezunu ve 7, 5 milyonuda okuma-yazma<br />

bilmeyen bir kitle halinde karşımızda duruyor. “Haydi<br />

Kızlar Okula’” kampanyası hoş bir jesttir. Biz buzdağının görünen<br />

kısmıyla mücadele ediyoruz. Muhterem hanımlar ve beyler, biz okumayı<br />

emreden bir dinin mensupları, yasaların okumayı mecbur tuttuğu<br />

bir ülkenin insanları olarak nasıl olurda cehaleti yenemeyiz?<br />

<strong>Atatürk</strong>ümüzün kurduğu bu cumhuriyet kurulduğu günden beri<br />

cehalete karşı mücadele etmektedir. Bu cehaleti yenmemizin iki vazgeçilmez<br />

şartı vardır: biri iyi öğretmen ve öğretim üyesi yetiştirmek<br />

ve ihtiyaçlarını karşılamak, diğeri ise eğitimle ilgili yasaları tam olarak<br />

uygulamak. Lütfen bunu gerçekleştiriniz, efendim.<br />

Sizlere arz edeceğim ikinci konu da hukukla ilgili. Bilindiği<br />

gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinde yasalar bir erkeğin bir kadınla<br />

evlenmesine izin verir. Fakat mecburi eğitim yasalarında olduğu<br />

gibi, evlenme yasasının uygulanmasında da büyük aymazlık ve<br />

vurdum duymazlık yaşanmakta ve yasalar açıkça çiğnenmektedir.<br />

19


20<br />

PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

Anadolu’nun bazı kesimleri ile Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde<br />

bulunan erkeklerimiz çok kadınla, yani iki veya üç kadınla yaşamakta,<br />

10 ve 10’un üzerinde çocuk yapmaktadırlar. Okutulmayan<br />

genç kızlar babaları yaşında insanlara mal satılır gibi satılmakta zorla<br />

evlilik hayatına sokulmaktadır. İntihar edenlerde bunlar, sokaklara<br />

sürülenlerde bunlardır. Böyle bir yaşam tarzının ne İslam’da, ne de<br />

hukukta yeri vardır. Peygamber Efendimiz Müslümanlara bir kadınla<br />

evlenmeyi tavsiye etmiştir. Yasalar da bunu emretmektedir. Bu<br />

gerçeğe rağmen nasıl oluyor da bazı insanlar çok kadınla yaşanabiliyor?<br />

Durum bu iken, bu ülkede yasalar niçin uygulanmıyor? Yasa<br />

uygulayıcılarımız bu duruma nasıl seyirci kalabiliyor? Böyle bir nüfus<br />

artışı ‘hem manen ve ahlaken, hem de maddeten ülkemize büyük<br />

zarar vermektedir. Çok kadınla yaşayıp çok çocuk yapan insanlar,<br />

doğal olarak ne çocuklarını doğru dürüst okutabiliyor, ne de onları<br />

hayatlarını kazanabilecekleri bir meslek sahibi yapabiliyor. Büyüyen<br />

çocukların bir kısmını PKK alıp gidiyor, bir kısmı da büyük şehirlere<br />

gönderilip iş bulmaları isteniyor. Ve bizde bu problemlerle uğraşıyoruz.<br />

Dünyada kendi yarattığı problemlerle uğraşan bir ülkenin iyi<br />

idare edildiğini söylemek elbette mümkün değildir. Bu problemleri<br />

halletmediğimiz sürece <strong>Atatürk</strong>’ün ruhunu asla şad edemeyiz.<br />

Sayın Başbakanım,<br />

İnsaf sahibi herkesin bildiği gibi, bazı konularla birlikte bu konularda,<br />

geçmiş dönemlerin ihmali veya başarısızlıkları neticesinde,<br />

önünüzde bulunuyor. İnanıyorum bu problemi çözeceksiniz. Başlattığınız<br />

yol projesini lütfen en kısa zamanda tamamlayınız. Üç akademisyen<br />

arkadaşımla başlattığımız bir çalışmayı bitirmek üzereyiz.<br />

Konu, Cumhuriyet Hükûmetlerinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya<br />

Yaptıkları Yatırımlar ve Akıbetleri. Bu çalışma esnasında en çok dikkatimizi<br />

çeken konuların başında yol sorunu gelmiştir. Zat-ı âlinizin<br />

başlattığı yol projesi işin püf noktalarından biridir. Lütfen bunu en<br />

kısa zamanda tamamlattırın. İş adamlarının ve hükûmetlerin en büyük<br />

şikayeti “Biz, buraya yaptığımız fabrikalarda ürettiğimiz malları<br />

hangi yollardan, hangi limanlara taşıyacağız” idi. İşte bu şikayetleri<br />

durduracak plan sizlerin başlattığı yol projesi olacaktır. Lütfen bu<br />

ülkenin makus talihini yenin. Buna paralel olarak bölgede vakit geçirmeden<br />

bir eğitim seferberliği başlatın. Okuma yazma bilmeyen


PROTOKOL KONUŞMALARI<br />

kalmasın. Bölgenin insanlarına meslek öğretilsin, üretken hale getirilsin.<br />

Lütfen, bu yarayı saralım, efendim.<br />

Sayın Cumhurbaşkanım,<br />

Zat-ı devletleriniz bir hukuk âbidesi. Hukuk kurumlarımızın<br />

kıymetli mensupları da buradalar. Bendeniz, tarih ilminden sonra<br />

en çok hukuk ilmi üzerinde okudum, ve hattâ bir de kitap yazdım.<br />

İnsanlarımıza hak ve özgürlükler konusunda mutlaka açık bilgi vermemiz<br />

gerekiyor. Bilhassa sevgili gençlerimize okul çağında hak ve<br />

özgürlükleri ve bunun sınırlarını öğretmeliyiz. Zat-ı devletlerinizle<br />

bendeniz arasındaki ortak nokta şu çiçek buketidir. Ben neye inanıyor<br />

isem, fikrim ve zikrim ne ise bunun sınırı çiçeklere kadardır. Ben<br />

o sınırı aşarsam zat-ı devletlerinizin hak ve özgürlüklerine musallat<br />

oluyorum demektir ki, böyle bir hakkım yoktur. Aynısı zat-ı aliniz<br />

içinde geçerlidir. Demek ki hak ve özgürlüklerin bir sınırı vardır ve<br />

bu sınır bizlerin birbirimizin fikrine, inancına, hak ve özgürlüklerine<br />

saygı göstermemizi gerektirir. Yani hak ve özgürlükler sınırsız değildir.<br />

İşte bu hak ve özgürlükler, hiçbir demokrat toplumda devleti<br />

bölmeye, yıkmaya ve terörü desteklemeye kullanılamaz. Bu bilinmediği<br />

için Türkiye’mizde her gün suç işlenmekte, millî ve manevi<br />

değerlerimiz yıpratılmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Başbakanım,<br />

saygıder hukukçularım Lütfen bu hukuk kargaşasının önüne<br />

geçiniz, efendim.<br />

En derin Saygılarımla.<br />

21


İSMET İNÖNÜ, ALMAN TELEVİZYONU’NUN<br />

ATATÜRK’E VE TÜRK DEVRİMİ’NE İLİŞKİN<br />

SORULARINI CEVAPLIYOR (BASINIMIZDA<br />

BİLİNMEYEN BİR SÖY LEŞİ)<br />

Prof. Dr. Utkan KOCATÜRK<br />

Değerli bilim adamları, değerli konuklar!<br />

Sunacağım bildiri “İsmet İnönü, Alman Televizyonu’nun<br />

<strong>Atatürk</strong>’e ve Türk Devrimi’ne ilişkin Soruları Cevaplıyor (Basınımızda<br />

Bilinmeyen Bir Söyleşi)” başlığını taşıyor. İstiklâl<br />

Savaşı’nın Batı Cephesi Komutanı, Lozan Başdelegesi, Türki ye<br />

Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı ve <strong>Atatürk</strong>’ten sonra ikinci Cumhurbaşkanı<br />

İsmet İnönü’nün Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki konuşmaları,<br />

gerekse Meclis dışındaki söylev, demeç, maka le ve söyleşileri<br />

son yıllarda dizi yayınlar halinde kitaplaşmış bulunmaktadır.<br />

Ben bu bildiride, söz konusu yayınlarda bulunmayan İsmet<br />

İnönü’ye ait uzun ve önemli bir söyleşiden sizlere bazı bölümler aktaracağım.<br />

Bu söyleşi, 1963 yılı Eylül’ünde Alman televizyonu’nda<br />

yayınlanmıştır. Televizyon sunucusunun Almanca olarak sorduğu<br />

soruları İsmet İnönü, Türkçe cevaplamış, bu cevaplar o sırada<br />

Almanya’da bulanan Prof. Dr. Ahmet Mumcu tarafından Almanca’ya<br />

çevrilmiştir. 1<br />

Değerli bilim adamları, değerli konuklar! Alman Televizyonu’nun<br />

İsmet İnönü’ye, “<strong>Atatürk</strong>’le ilk tanışması ve ilk temaslarını sorması<br />

üzerine İnönü şunları söylemektedir:<br />

1 İsmet İnönü’nün söyleşisini içeren iki adet ses bandı, Prof. Dr. Ahmet Mumcu<br />

tarafından 1991 <strong>yılında</strong> <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Arşivi’ne armağan edilmiştir.<br />

(Arşiv Dosya Nu.=191,


24<br />

UTKAN KOCATÜRK<br />

“Mustafa Kemal Paşa ile biz kurmay sınıflarında yakın sı nıflarız.<br />

Biz birinci sınıftık, o üçüncü sınıftı. Kurmay sınıfl arının bir özelliği<br />

vardır; kurmay sınıflarında bütün genç subaylar birbirlerini mutlaka<br />

tanırlar. Yakın bir münasebet te değil ama, o şekilde tanışıyoruz.<br />

Onun, ciddi, kıymetli bir kurmay subayı olarak yetiştiğini, sağlam<br />

bir karakter sahibi olduğunu mektepten biliyoruz; ama fazla bir münasebetimiz<br />

yok! Mustafa Kemal Paşa’yı ben, II.Meşrutiyet’ten sonra<br />

İttihat ve Terakki’nin inkılap günlerinde ciddi bir iki vesile ile<br />

tanıdım. Fakat asıl tanışmam, Birinci Cihan Harbi’nin ilk yılla rında<br />

oldu. Birinci Cihan Harbi’nde <strong>Atatürk</strong>’le aramızda haki ki bir yakınlaşma,<br />

dostluk ve itimat oluşmuştu. Birbirimizi çok iyi anlıyorduk.<br />

Muharebe içinde konuşmalarımızda, memle ketin karşı karşıya olduğu<br />

tehlikeleri açık bir şekilde gö rüyorduk ve muharebeden sonra<br />

Mütareke ile gelen halleri çok ıstırapla takip ediyorduk. <strong>Atatürk</strong> bu<br />

zamanda çok faal bir va ziyette idi. Bir defa muharebeden bir büyük<br />

kumandan olarak çık mıştı. Askerî çevrelerde, devlet teşkilâtı içinde<br />

hususi bir mevkii vardı. Kendisi de çok enerjik olduğu için her işi<br />

yakın dan takip eder, o zamanki padişah hükûmetinin daireleri ve nazırlarına<br />

muhatap olurdu.”<br />

İnönü, söyleşisine şöyle devam ediyor: “Mütareke’de <strong>Atatürk</strong>’le<br />

zaman zaman buluşurduk; gördüğü müz hadiseleri birbirimize anlatırdık.<br />

<strong>Atatürk</strong> bu dönemde de vamlı olarak sivil olsun, asker olsun<br />

herkesle görüşür, mem leketin durumu hakkında malûmat sahibi olarak<br />

telkinler de bulunurdu. Bu günlerde münasebetimiz çok iyiydi ve<br />

gelecek günler için hazırlanmak fikri, birçok vazifelerin bize teveccüh<br />

edeceği fikri galip geliyordu. Bu vazifeler ne şekilde, ne ehemmiyette<br />

teveccüh edecek, bunun hakkında sarih bir fik rimiz yoktu.<br />

Ama bir vaziyet olacaktı.”<br />

İsmet İnönü, Alman Televizyonu’nun “<strong>Atatürk</strong>, Türk Millî<br />

Mücadelesi’nde nasıl ön plana çıktı?” sorusuna şu cevabı ve riyor:<br />

“Birinci Cihan Harbi sırasında ‘harbin neticesi çok adaletli olacaktır,<br />

intikam politikası takip olunmayacaktır’ di ye çok propaganda<br />

yapılmıştı. Meşhur 1. maddeyi bir hatırlayın! Halbuki Türkiye, harp<br />

sonunda Mütareke akdi olarak her ta rafta işgal olundu. Her tarafta<br />

silâh alınması, çok ciddi ola rak Türklere karşı tatbik edildi ve nihayet<br />

en kıymetli top raklarımız, Yunanlılara teslim edildi. Yirmi se-


İSMET İNÖNÜ, ALMAN TELEVİZYONU’NUN ATATÜRK’E VE TÜRK DEVRİMİ’NE İLİŞKİN<br />

SORULARINI CEVAPLIYOR (BASINIMIZDA BİLİNMEYEN BİR SÖY LEŞİ)<br />

neden beri uğ radığımız felaketlerin en fenasına uğramıştık. Kimse<br />

tayin de etmediği halde, bir toplantı yerinde böyle bir hareketi ida re<br />

etmeye salahiyetli odur, diye söz verilmediği halde, o dev rin en ileri<br />

yetişmiş insanı ve davayı yürütmek için fedakâr ca ileri atılmış insan<br />

olarak <strong>Atatürk</strong>, kendiliğinden tabii bir lider olarak ortaya çıktı.”<br />

İsmet İnönü, <strong>Atatürk</strong>’ün Anadolu’ya geçişiyle ilgili olarak da<br />

şunları söylüyor:<br />

“Bu fırsat <strong>Atatürk</strong>’ü, Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya göndermek<br />

kararıyla ele geçmiş bir fırsat haline geldi. Biliyorsunuz ki<br />

İstanbul Hükûmeti, onu Anadolu’ya Ordu Müfet tişi olarak gönderirken,<br />

İtilâf Devletleri’nin isteklerini memlekete tatbik ettirmek için,<br />

İstanbul Hükûmeti’nin gördüğü güçlükleri Padişah lehine, onun hesabına<br />

belki kolaylaştı racak bir otorite olarak kullanmak istiyorlardı.”<br />

Değerli bilim adamları, değerli konuklar!<br />

<strong>Atatürk</strong> Türk Devrimi’ni 1935 <strong>yılında</strong> şöyle ifade edi yordu:<br />

“Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşman larla kanlı<br />

boğuşmalar... Yıllarca süren savaş… Ondan son ra içerde ve dışarıda<br />

saygı ile tanınan yeni vatan, yeni top lum, yeni devlet ve bunları<br />

başarmak için arasız, devrimler…” İsmet İnönü de aynı görüşten<br />

hareketle Alman Televizyonu’ndaki söyleşisinde Türk Devrimi’ni<br />

1-Millî Mücadele, 2-Dev rimler olmak üzere iki dönemde yorumlamakta<br />

ve şunları söy lemektedir:<br />

“Türk İnkılâbı’nın askerî kısmını, İstiklâl Harbi’ni bitir dikten<br />

sonra memlekette ciddi ıslahat yapmak fikri, bizde prensip olarak<br />

köklü ve çok hararetli idi. <strong>Atatürk</strong> bu husus ta en ilerde idi. Bütün<br />

ıslahatı Zafer’i müteakip radikal olarak hemen yapmayı kesin olarak<br />

lüzumlu görüyordu. <strong>Atatürk</strong>’ün tabiatında, büyük hareketleri<br />

sür’atle kesin olarak yap mak, derhal tatbik etmek âdeti vardı. Bu<br />

tarzda başladık. Ya pılan ıslahatta beraber düşündüklerimiz var,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün doğrudan doğruya kendi zihniyetiyle, kendi buluşuyla<br />

telkin edip sonra bizim beraber takip ettiklerimiz var. Bunun heyet-i<br />

umumiyesi, Türk cemiyetini ortaçağ nizamından esaslı ve köklü olarak<br />

kurtarıp bu asrın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir zihniyetle<br />

yeni bir devlet kurmak fikrine istinat eder. Bu tarzda hareket ettik,<br />

düşündüklerimizi süratle tatbik ettik.”<br />

25


26<br />

UTKAN KOCATÜRK<br />

İsmet İnönü, söyleşisine şöyle devam ediyor:<br />

“Bunun en gücü Harf İnkılabı idi. Milletlerin hayatında en güç<br />

olan budur. Eski harfle yetişmiş büyük bir nesil var, büyük bir hazine!<br />

Bunu bırakıp yeni bir harfe, yeni bir kültüre girmek, son derece güç<br />

bir şeydir. Ve yeni bir harf, zannolunduğu kadar bir şekil değiştirmesi<br />

değildir; tam manasıyla bir kültür istikametinin değiştirilmesidir.<br />

Her çeşit mukavemetler olmuştur; fakat bunların hepsi muvaffakiyetle<br />

aşılmıştır. Demokratik rejime girdikten sonra, bunların mille tin<br />

bünyesinde esaslı olarak yerleşmiş olduğunu tecrübe ile tespit ettik.”<br />

Değerli bilim adamları, değerli konuklar!<br />

İsmet İnönü, Alman Televizyon sunucusunun, ”Sizce, yapılan<br />

en önemli devrim hangisidir?” sorusuna da şu karşılığı ve riyor:<br />

“Benim kanaatimce inkılapların hepsi önemlidir; en önde gelen<br />

iki tanesi, en önemlisidir. Biri harf inkılâbıdır, biri Türk kadınının<br />

cemiyete girmesidir. Bu ikisini ben, kendi an layışımla en ehemmiyetlileri<br />

görmüşümdür. Türk kadınını cemiyete sökmek için ehemmiyetli<br />

kitle içinde fazla mukave met görmedik; fakat uzun sürdü.<br />

Zamana ihtiyaç gösteren iki unsur vardı. Biri harf inkılâbı biri kadının<br />

cemiyete girme si... Büyük ölçüde yeni nesiller yeni harf üzerine<br />

yetişiyor; büyük ölçüde yeni nesiller kadının hürriyeti nizamı<br />

içinde yetişiyor. Fakat eski mukavemet şurada, burada âdet halinde<br />

de vam ediyor.Biz her inkılâbı kuvvetle ve derhal tatbik ettik. Kadın<br />

inkılâbını kuvvetle ve derhal tatbik etmedik. Bir özel lik buradadır.<br />

Onu teşhis ettik, kadın cemiyete girdi, çalışmaya girdi, peçe kalktı.<br />

Fakat mecburi olarak bütün aileler, bütün kadınlar derhal bu nizamı<br />

tatbik edecek diye bir kanun çı karmadık. Telkinle, teşvikle ve daima<br />

tatbik ile tedvir etmeye çalıştık. Ve isabet ettiğimizi zannediyorum.”<br />

Değerli bilim adamları, değerli konuklar!<br />

İsmet İnönü, söyleşinin bir bölümünde “Türkiye’nin çok par tili<br />

demokratik rejime nasıl geçtiği”ni de şöyle anlatmakta dır:<br />

“Bizim rejimi demokratik rejime geçirmek teşebbüsü, Millî<br />

Mücadele’nin başından beri beslediğimiz bir idealin tabii sonucudur.<br />

Biz Millî Mücadele’ye başladığımız, Büyük Millet Meclisi’ni teşkil<br />

ettiğimiz zaman, esas itibariyle demokra tik rejimi de temel olarak<br />

almıştık. <strong>Atatürk</strong> kendi zamanında, ciddi olarak demokratik rejimin


İSMET İNÖNÜ, ALMAN TELEVİZYONU’NUN ATATÜRK’E VE TÜRK DEVRİMİ’NE İLİŞKİN<br />

SORULARINI CEVAPLIYOR (BASINIMIZDA BİLİNMEYEN BİR SÖY LEŞİ)<br />

kurulmasına teşebbüs etmiştir; en sonu 1930’da oldu, Serbest Fırka.<br />

Fakat inkılapların, re formların pek taze olduğu bir zamanda yapılmış<br />

olduğu için büyük tehlikeler meydana çıkardı ve yürümedi. Anladık;<br />

<strong>Atatürk</strong> bu suretle devri kapadı. Ben Cumhurbaşkanı olduğumun ilk<br />

günlerinde demokratik rejimi getirmek fikrinde olduğumuzu ilan<br />

ettim. Ama arkasından II. Cihan Harbi çıktı; bu harbin nihayetini<br />

bekledik. Demek ki tek parti sisteminden çok parti sistemine geçmek,<br />

bizim programımızın ve esas anlayışımızın tabii bir neticesi<br />

sayılmak lazım gelir. Onun üzerine demok ratik rejime geçtik ve çok<br />

partili hayata girdik. Sadece bu değil, tek dereceli seçime de girdik.<br />

Tek parti zamanında seçim, tek dereceli değildi, iki dereceli idi ve<br />

büyük ölçüde iktidar da bulunan insanların tesiri altında idi. Demokratik<br />

rejime geçiş böyle oldu. Ancak, demokratik tam serbest hayat<br />

oluştuk tan sonra iki hakikat meydana çıktı. Birisi bizim aradığı mız<br />

hakikat: Reformlar memleket içinde sağlam bir zemin bul muşlardır;<br />

bu reformlarla yeni nesiller yetişmiştir. Bu müspet tarafı. Diğer, bunun<br />

karşısında olan bir ciddi mukavemet de şu: Reaksiyoner cereyan<br />

büsbütün kaybolmamıştır, fakat bundan da ehemmiyetli olan siyasi<br />

hayatın her vasıtadan istifade etmek hastalığına tutulacağı ve her vasıtadan<br />

istifade ederken reaksiyoner bütün temayüllerden de istifade<br />

etmek isteyeceği gerçeği idi. Bu gerçeği tam ölçüsüyle görmemiş ve<br />

tahmin etmemiştim. Fakat asıl davada, yani reformların, yeni devlet<br />

temellerinin memleket içinde büyük bir tabakaya yerleş miş, kök<br />

salmış olduğu anlaşıldıktan sonra, çıkan güçlüklere dayanmak mümkün<br />

oldu. Bu suretle demokratik hayat işledi.”<br />

Değerli bilim adamları, değerli konuklar,<br />

İsmet İnönü’ye ilişkin basınımızda bilinmeyen bir söyle şiden<br />

bazı bölümler içeren bildirim burada sona eriyor. Bil dirimi İsmet<br />

İnönü’nün yine <strong>Atatürk</strong> hakkında şu sözleriyle nok talıyorum: “Beraber<br />

çalıştığımız zamanlarda bana daima rehber ve yardımcı olan<br />

büyük <strong>Atatürk</strong>’e karşı yüreğim sevgiler ve minnetlerle doludur.” 2<br />

2 İsmet İnönü, Hatıralar, 1. Kitap, yayına haz: Sabahattin Selek, Bilgi Yayınevi,<br />

Ankara 1985, s.14.<br />

27


BATI GÖZÜYLE AtAtürk<br />

Dr. Andrew MANGO<br />

Doğumunun <strong>125.</strong> yıldönümünü kutlamakta olduğumuz Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> tarihe iki belirleyici özelliği ile geçmiştir: Muzaffer<br />

bir başkomutan ve yeni bir devletin kurucusu ve esas mimarı olarak.<br />

Bu iki özelliği birleştiren tarihî şahsiyetlere pek rastlanmaz. Örneğin<br />

Churchill savaşı kazanmış bir önderdi, ama çağdaş İngiltere’nin mimarı<br />

değildir: Millet onu savaş sonundaki seçimlerde yenilgiye uğratmakla<br />

geleceğin mimarı olarak görmek istemediğini göstermişti.<br />

Manş Denizinin karşı yakasında General de Gaulle 4. Cumhuriyetin<br />

kurucusu sayılabilir, ama savaşı başkaları kazanmıştı; o Fransa’nın<br />

itibarını kurtarmıştı. Tarihte <strong>Atatürk</strong>’ünkine benzer roller üstlenmiş<br />

şahsiyetlere misal olarak belki George Washington’u gösterebiliriz.<br />

Amerikan Bağımsızlık Savaşını o zafere ulaştırmıştı, ama Amerikalılar<br />

onu cumhuriyetlerinin tek kurucusu değil kurucu atalarından<br />

biri olarak sayar. Daha geriye gidersek Türkiye’de haksız olarak Deli<br />

Petro olarak bilinen Büyük Petro gerçekten Rusya’nın Batıya bakan<br />

penceresini açan büyük bir çağdaşlaştırıcı idi; İsveç’e karşı savaşı da<br />

kazanmıştı ama savaş meydanında Osmanlıya yenik düşmüştü.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu iki özelliği dolayısıyle, değerlendirmelere konu<br />

olurken yalnız kendisi değil, mimarı ve biçimlendiricisi olduğu Türkiye<br />

Cumhuriyeti de değerlendiriliyor. Cumhuriyetin itibarı ne kadar<br />

yüksekse, kurucusu <strong>Atatürk</strong>’ün itibarı o kadar yüksek oluyor. Haklı<br />

olarak, çünkü arkasında bıraktığı eser kişinin aynasıdır. Bu bakımdan<br />

Londra’nın 1666 yangınından sonra mimarı olan Christopher<br />

Wren için söylenen söz <strong>Atatürk</strong>’e uygun düşüyor: “Anıt arıyorsan etrafına<br />

bak”. Ne var ki savaş meydanındaki zaferin önemi derhal belli<br />

iken, kurulan veya yeniden kurulan bir devlet yapısının değeri ancak


30<br />

ANDREW MANGO<br />

zamanla anlaşılır. Batı, dirayet sahibi birkaç gözlemci dışında - ki<br />

Churchill bunlardan biriydi - <strong>Atatürk</strong>’ü anlamakta gecikmişti. İttihatçı<br />

mıydı? Bolşevik miydi? Napolyon’dan esinlenen ihtiras sahibi<br />

miydi? Batılılar ilkin bir türlü karar veremiyordu. Kaldı ki Türkiye<br />

içindeki muhalifler ve dışındaki Türk düşmanları Batıdaki yazarları,<br />

özellikle önyargılı yazarları etkiliyordu. Doğal olarak <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

devrimleri memleketi Batı ile bütünleştirme amacına yönelik olduğu<br />

için Batı’daki gözlemcilere hoş geliyordu. Fakat devrimler kalıcı mı<br />

idi? Türkler <strong>Atatürk</strong>’ün varsaydığı ölçüde yetenekli miydi? Unutmayalım<br />

ki İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda ırkçı teoriler<br />

çok yaygındı. İşte ırkçı davranışlar, muhaliflerin ve Türk düşmanlarının<br />

fısıltıları ve sansasyon hevesiyle birleşince, İngiliz yazan<br />

Harold Armstrong’un “Bozkurt” kitabı veya <strong>Atatürk</strong>’ün ölümü münasebetiyle<br />

belli Amerikan dergilerinde yayınlanan yazılar ortaya<br />

çıkıyordu. Ne var ki 1930’lara gelindiğinde Batı’daki demokrasiler<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün barıştan yana dış siyasetini takdir ederek Türkiye’ye<br />

müttefik gözüyle bakmaya başladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin değeri<br />

anlaşıldıkça kurucusunun değeri de belli oluyordu. Bu dönemde en<br />

isabetli değerlendirmelere Türkiye’deki yabancı elçiliklerin raporlarında<br />

raslıyoruz. Diplomatlar gerçekçi olma mecburiyetindediler.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün durumu doğru değerlendirip isabetli kararlar aldığı gözlerinden<br />

kaçmıyordu.<br />

Türkiye’nin müttefik olarak değeri İkinci Dünya Savaşı ardından<br />

Soğuk Harp döneminde açıkça ortaya çıktı.. Üstelik <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

yerleştirdiği kurum ve kurallar 1950’de demokrasiye sancısız geçişi<br />

sağlamış olması devrimlerin artık olgunlaştığı izlenimini yaratıyordu.<br />

Gerçi 1950’lerin ortalarında Türkiye’de duyulmaya başlayan<br />

siyasi sancılar ve Türkiye ile bazı müttefikleri arasında Kıbrıs’ta<br />

olduğu gibi çıkan belli sorunlar endişe yaratmıyor değildi. Yine de<br />

Soğuk Harp süresince Türkiye Cumhuriyeti’nin ve dolayısiyie kurucusunun<br />

değeri Batı’da geniş kabul görüyordu.. Hocam Profesör<br />

Bernard Lewis’in 1961’de yayınladığı ve uzun süre Türkiye’nin en<br />

iyi modern tarihi olan The Emergence of Modern Turkey (Çağdaş<br />

Türkiye’nin Doğuşu) ve Lord Kinross’un 1964’de yaymlanan ve<br />

yine uzun süre <strong>Atatürk</strong>’ün en iyi biyografisi sayılan <strong>Atatürk</strong>: The<br />

Rebirth of a Nation (<strong>Atatürk</strong>: Bir Ulus’un Yeniden Doğuşu) Soğuk<br />

Harp döneminin havasını yansıtan sağlam ve olumlu yapıtlardır. Bu


BATI GÖZÜYLE ATATÜRK 31<br />

havanın en veciz siyasi tezahürünü, o zamanki Avrupa Ekonomik<br />

Topluluğu’nun başkan Profesör Walter Hallstein’in 1964’de Toplulukla<br />

Türkiye arasındaki ortaklık anlaşmasını 1964’de Ankara’da<br />

imzaladığı zaman verdiği demeçte görürüz.<br />

“Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır, ” demişti Hallstein, “ve bu<br />

bakımdan ilk akla gelen, bu ülkede eserine her yerde karşılaştığımız,<br />

ve Türkiye’de yaşamın tümünü Avrupa yönünde kökten değiştiren<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün muazzam şahsiyetidir.” Kırk yıl önceki bu havanın bugünlerde<br />

değişmiş olduğunu inkâr edemeyiz. Bunun çeşitli nedenleri<br />

var: Türkiye’nin iç ekonomik ve siyasi sorunları, Türkiye ile müttefikleri<br />

arasında çıkan sorunlar, Soğuk Harbin demokrasinin zaferiyle<br />

bitmesi sonucu bir yandan Türkiye’nin dünya sahnesinde rolünün<br />

değişmesi, diğer yandansa liberal düşüncenin yayılması, yine<br />

Türkiye’nin Batı ile bütünleşme sürecinin Batı’ya yararı yanında<br />

Batı’ya masrafının da düşünülmesi bu nedenler arasında sayılabilir.<br />

Nedenler ne olursa olsun “Kadı kızında kusur bulma” eğilimi Türkiye<br />

Cumhuriyeti ve kurucusu <strong>Atatürk</strong>’e Batı’nın bakışını etkilediği<br />

denebilir. Ne var ki “kadı kızı” kusursuz değilse damadı da kusursuz<br />

değil. Türkiye’nin ufkunda bulutlar varsa başka ufuklarda bulut yok<br />

mu?<br />

1980’lerde, özellikle Soğuk Harbin bitimiyle güçlenen, Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin gelişmesini ve kurucusunun eserini sorgulama<br />

süreci bir bakıma normaldir. Tarihçiler boş durmaz; buldukları yeni<br />

belgeler, edindikleri yeni bilgiler ışığında geçmişi değerlendirmeleri<br />

etkiler. Tarihçinin görüş açısı zaman ve mekâna göre değişir. Ünlü<br />

İngiliz tarihçisi Lord Acton’un “Tarih daima çağdaş tarihtir” sözü<br />

geçerliliğini koruyor: Yani dünü yazarken bugünü düşünürüz, . Ne<br />

var ki “revizyonizm” denen tarihi yeniden ve yeni biçimde değerlendirme<br />

eğiliminin başka nedenleri de var.<br />

<strong>Atatürk</strong>, çağdaşları olan çoğu Batılı düşünür gibi uygarlığı ve<br />

kültürü tek ve evrensel varsayıyordu. Ve amacı ülkesini ve ulusunu<br />

bu tek ve evrensel uygarlıkla bütünleştirmekti. Oysa zamanından bu<br />

yana daha çok Batı’nın kendine güvenin zayıflaması sonucu yayılan<br />

kültür göreciliği (İngilizcesi cultural relativism) akımının etkisiyle<br />

tek uygarlık varsayımı, yerini çeşitli uygarlıkların varlığı ve<br />

bu uygarlıkların çatışması düşüncesine bırakmıştır. Çok-kültürlülük


32 ANDREW MANGO<br />

kavramı bu düşüncenin ürünüdür. Çok-kültürlülük hoşgörü isteminden<br />

esinlese dahi kapalı topluluklar yaratmakla sonuçlanabilir. Bu<br />

bakımdan küreselleşmeye ve bilginin evrensel geçerliliğine ters düştüğü<br />

gibi, ülkeler arasında ve ülkeler içinde ayrışmaya yol açabilir.<br />

Daha önce çağdaşlaştırıcı ve Batıcı bir akım olarak kabul edilen<br />

<strong>Atatürk</strong>çülük, 80’1i yıllardan başlayarak, özellikle 1987’de<br />

Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna (şimdi Birliğine) üyelik başvurusundan<br />

sonra, tepeden inme, otoriter bir düzenin felsefesi olarak<br />

sunulmaya başladı Batı’nın bazı çevrelerinde. Eskiden ilericilik, öncülükle<br />

eşanlam olan “Kemalist seçkinler” terimi artık eleştirel anlamda<br />

kullanılmaya başladı. Dikkat ederseniz, eleştiriye konu olan<br />

<strong>Atatürk</strong> değil Kemalist seçkinler veya Kemalist kurulu düzen oluyordu.<br />

Liberal çevrelerde samimî olan bu eleştiriler Türkiye’ye düşman<br />

çevrelerde çıkar amaçlıydı. Ne olursa olsun, <strong>Atatürk</strong>’ün ve kurduğu<br />

Cumhuriyetin kadrini bilenler de az değildi özellikle Türkiye ile iş<br />

görenler arasında. Amerikan Cumhurbaşkanı Bili Clinton 1999’da<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde seslenirken <strong>Atatürk</strong>’ün “Türk çalış,<br />

övün, güven” sözünü anarak <strong>Atatürk</strong>’ün telkin ettiği kendine güven<br />

ruhunun her zamandan daha gerekli olduğunu belirtmişti. Aynı<br />

yıl yayınladığım <strong>Atatürk</strong> biyografisi hakkında çıkan yazıların çoğu<br />

da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna hayranlık dile getiriliyordu.<br />

Bugünlerde ise revizyonist akımın revizyonuna tanık oluyoruz.<br />

Bunun başlıca nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlenmesi ve<br />

bunun Batı’ya yararının anlaşılmasıdır. Her ülke’nin olduğu gibi,<br />

Türkiye’nin de eleştirilecek tarafları var. Ama şurası da bir gerçek ki<br />

bir yabancı Türkiye’ye tayin edildiği zaman memnun oluyor. Ayrıldığı<br />

zaman da Türk dostu olarak ayrılıyor. İş adamı olsun, akademisyen<br />

olsun, diplomat olsun Türkiye ile temasta olan yabancılar kendilerine<br />

benzer, kendileri gibi davranan muhatap buluyorlar. Türkiye’ye<br />

gelen milyonlarca yabancı turist rahat edip burada hiç yabancılık<br />

hissetmiyor. Bütün bu deneyimler ortak bir izlenim bırakıyor: bu da<br />

Türkiye’nin sağlam bir yer olduğudur. Bu da Cumhuriyetin kurucusunun<br />

sağlam temel attığının kanıtıdır. Bununla <strong>Atatürk</strong>çülüğün<br />

özü ortaya çıkıyor. Bugünün şartlarında <strong>Atatürk</strong> cumhuriyetçiliğinin<br />

özü demokrasi, millîyetçiliği ortak kültür millîyetçiliği, halkçılığı<br />

yönetimde halka hizmet ilkesi, laikliği dini kamu yönetimine karış-


BATI GÖZÜYLE ATATÜRK 33<br />

tırmama, devletin din işlerinde tarafsızlığı ve bu esaslar dahilinde<br />

din ve vicdan hürriyeti, devletçiliği devletin düzenleyici görevini<br />

üstlenmesi, devrimciliği çağdaşlık ve dış dünya ile bütünleşmeden<br />

korkmadan çağın gereğini yerine getirmek olarak yorumlanabilir.<br />

Bu ilkelerin tümü ise <strong>Atatürk</strong>’ün hayatta tek hakikî mürşit bildiği<br />

ilme yani bilgiye ve usçuluğa yani mantıkla hareket etmeye dayanır.<br />

Türkiye gelişip değiştiği gibi Batı ve genellikle dış dünya da değişiyor.<br />

Eski itirazlar, eski kavgalar önemini yitiriyor. Terör belasının<br />

Batı’ya sirayeti durmadan kurulu düzenden yakınanlara dahi düzenin<br />

- eski tabirle kanun ve asayişin önemini hatırlattı. Ülkeleri birarada<br />

tutan düzenin de kültür birliğine dayandığı, çok-kültürlülüğün<br />

vatandaşlığın temeli olan bu kültür birliğine zarar vermemesi gerektiği<br />

gittikçe daha çok anlaşılır oldu Batı’da. İngiliz veya Amerikan<br />

vatandaşlığına geçmek için, İngilizce bilmek, İngiliz, Amerikan tarihinin<br />

anahatlarını öğrenmiş olmak şart koşulduğuna göre <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

devlet dili Türkçe’ye ve ortak Türk kültürüne vurgusu herhalde<br />

anormal sayılmaz. Avrupa’da kamu, millî gelirin ortalama %40’na<br />

sahip çıkarken <strong>Atatürk</strong>’ün devletçiliği makul gözükmez mi? Eleştirel<br />

anlamda kullanılan “Kemalist seçkinler” terimi bir de bakarsınız<br />

yine övgü ifade etmek için kullanılmasın mı?.<br />

Bir ay önce Times gazetesinin “Kim hangi kitaplari okuyor” sütununda,<br />

bir İngiliz yazarı <strong>Atatürk</strong>’ün biyografisini yeni okuduğunu<br />

ve ne kadar büyük bir devlet adamı olduğunu anladığını yazdı. Bu<br />

demek değildir ki <strong>Atatürk</strong>, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, devrimleri<br />

ve ilkeleri artık eleştirilmeyecek. Geçenlerde İngiltere’de yapılan<br />

bir ankette Churchill tarihte en büyük İngiliz ilan edildikten az sonra<br />

Churchill’i yerin dibine vuran bir tarih kitabı çıktı Londra piyasasına.<br />

Revizyonlar, yeni değerlendirmeler durmaz.. Tarihî bir şahsiyet ne<br />

kadar önemliyse o kadar çok değerlendirmeye tekrar ve tekrar konu<br />

olur. Ve her yeniden değerlendirme onu daha çok tanıtır. <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

ünü bundan zarar göremez. İngiltere’dekine benzer “En büyük Türk<br />

kimdir?” anketi yapılırsa sonucunu tahmin etmek için kâhin olmaya<br />

lüzum yok. Doğumunun <strong>125.</strong> yıldönümünde <strong>Atatürk</strong>’ün yarattığı<br />

eserin kalıcılığı belirgin, tarihteki yeri her zamankinden olumlu ve<br />

sağlamdır. Bundan on yedi yıl önce Fransız İhtilâlinin 200. yıldönümü<br />

övgülerle şatafatlı bir biçimde kutlandı. Fransız Devrimi birçok


34<br />

ANDREW MANGO<br />

kişinin adı ile irtibatlandırılabilir. Oysa Türk Devriminin atası tek,<br />

varisi bütün bir millet, yararlananı hepimizdir. Ne mutlu Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin 100. yıldönümünü kutlayacak olan kuşağa!


<strong>Atatürk</strong> CUMHURİYETİ’NİN NİTELİĞİ<br />

Prof. Dr. Dursun Ali AKBULUT *<br />

<strong>Atatürk</strong> cumhuriyetinin üç önemli aşamada vuku bulduğu söylenebilir.<br />

Birincisi TBMM’nin açılması, ikincisi saltanatın kaldırılması<br />

ve üçüncüsü de cumhuriyetin ilanıdır. Bunların arasını dolduran,<br />

her üç olayı birbirine bağlayan gelişmeler de cereyan etmiştir. Millî<br />

Mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a çıktığı andan itibaren <strong>Atatürk</strong><br />

millî bağımsızlık isteğimiz kadar millî egemenlik ve millî irade<br />

kavramlarını da kuvvetle vurgulamış, böylece yeni Türk Devleti’nin<br />

temel dayanaklarının bunlar olması gerektiğini daha işin başında<br />

belirtmişti. TBMM’nin açılışına takaddüm eden günlerde yoğun<br />

anayasa hukuku tartışmaları yapıldığı gözlerden kaçmamaktaydı.<br />

Mustafa Kemal Paşa’nın 17 ve 19 Mart 1920 tarihli iki ayrı genelgesinde<br />

meclisin Ankara’da toplanmasının yasal, anayasal şartlarını<br />

tartışmaya açması, bu konuda kolordu komutanları ile yazışması ve<br />

onların görüşlerine baş vurması bu durumu açıkça ortaya koymaktaydı<br />

1 . Öte yandan İstanbul’dan Anadolu’ya gelmekte olan Mebuslar<br />

Meclisi Başkanı Celalettin Arif Bey’le bağlantı kurup aynı yasallık<br />

gerekçelerini sorgulaması hadisenin esaslı boyutunu teşkil etmektedir.<br />

Celalettin Arif Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın 27 Mart 1920 tarih-<br />

* Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi.<br />

1 Teklif niteliğindeki 17 Mart1920 tarihli ilk genelgedeki hususları tartışırken,<br />

18 Mart l920 de Kazım Karabekir Paşa’ya verdiği cevapta Mustafa Kemal<br />

Paşa şunları söylemekteydi: “Şu halde kavanin-i mevcudenin mer’iyetini ve<br />

tarz-ı idare-i kadimini kemafissabık muhafaza etmekle beraber memlekette<br />

vahdet-i idareyi temin ve icabında ittihaz edilecek tedabir-i fevkaladenin ittihazı<br />

için selahiyet-i teşriiyeyi milletten alan bir hey’ete lüzum vardır ki o<br />

hey’et meclis-i müessisan olabilir.” (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz,<br />

İstanbul l988, s. 514 vd.).


36<br />

DURSUN ALİ AKBULUT<br />

li telgrafına aynı tarihte verdiği cevapta, Osmanlı Anayasasında bir<br />

açıklık olmamasına rağmen anayasa hukuku esaslarına bağlı olarak<br />

mesela Fransız Anayasasında, meclisin kanunsuz bir şekilde kapatılması<br />

yada saldırıya uğraması karşısında kurtulabilen mebuslarla<br />

yeniden seçilenlerin “uygun bir yerde” toplanabileceklerini işaret etmişti.<br />

2 Bunlardan çıkan sonuç anayasa hukukunun temel prensipleri<br />

çerçevesinde meclisin Ankara’da toplanabileceğiydi.<br />

Anayasal düzen olgusu bundan böyle <strong>Atatürk</strong>’ün bütün çalışmalarına<br />

yansıdı. Geçmişten gelen böyle bir özlemi vardı, şimdi ise<br />

mevcut koşullarda başka çıkış yolu bulunmuyordu. Osmanlı Anayasası<br />

ve yasalarına göre böyle bir meclisi toplamak, toplansa bile<br />

kararlarını geçerli kılmak mümkün değildi. TBMM kendini şeklen<br />

Meclisi Mebusan’ın devamı gibi göstermeye çalışmakla birlikte,<br />

mahiyeti itibariyle ondan çok farklı olup asla bir meşrutiyet parlamentosu<br />

niteliği taşımıyordu. Bu meclisin aldığı kararların ve çıkardığı<br />

kanunların üzerinden Ayan Meclisi’nin gölgesi, padişahın<br />

onayı kaldırılmış olmakla gerçek anlamda millet egemenliğinin önü<br />

ardına kadar açılmış bulunuyordu. TBMM’nin ikinci birleşiminin<br />

üçüncü oturumunda alınan kararda meclisin yetkileri açıkça ortaya<br />

konulmuştur. Buna göre mecliste toplanan millî iradeyi fiilen ülkenin<br />

geleceği için hâkim kılmak esas ilke kabul edilmiş, yasama ve<br />

yürütme erklerine sahip yeni bir meclis oluşturulmuş, TBMM’nin<br />

üzerinde herhangi bir kuvvetin bulunmadığı ilan olunmuş, bununla<br />

da yetinilmemiş meclisi yasalarla güçlendirme çalışmaları sürdürülmüştür.<br />

Nitekim 29 Nisan 1920 de kabul edilen Hıyanet-i Vataniye<br />

Kanunu’nun birinci maddesiyle vatan hainliğinin tanımı yapılırken,<br />

kanunda kuruluş amacı belirtilen TBMM’nin meşruiyetine karşı eylemli,<br />

yazılı, sözlü kalkışmada bulunan veya bozgunculuk çıkaranlar<br />

vatan haini sayılmışlardır. Ayrıca Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na<br />

bu özde maddeler konulmuş, dahası Osmanlı Anayasasının yedinci<br />

maddesiyle padişaha tanınan bütün hak ve yetkiler söz konusu kanunun<br />

yedinci maddesiyle meclise devredilmiştir. Böylece meclisin<br />

devlet hayatımızda en yetkili kurum olduğu şeklinde bir yönetim anlayışı<br />

ortaya çıkmıştır.<br />

2 Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk II, İstanbul 1967, s.424-425.


ATATÜRK CUMHURİYETİ’NİN NİTELİĞİ 37<br />

Büyük Zafer’in kazanılması ve Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasından,<br />

Lozan Barış Konferansı yolunun açılmasından sonraki<br />

gelişmeler yukarıda sözü edilen ikinci aşamanın başlangıcını oluşturmaktadır.<br />

Millî Mücadele’deki olumsuz ve yıkıcı rolü nedeniyle<br />

padişahlı bir yönetime karşı olanların sayısı bir hayli fazla olmakla<br />

birlikte, onun yerine getirilecek hükûmet biçimi hakkında zihinler de<br />

bir o kadar karışıktı. Trakya’yı tesellüme memur edilen Refet Paşa,<br />

İstanbul’a geldiği günden beri “meclis hükûmeti” ‘nden söz ederken<br />

anayasa hukuku alanında yetkili kişilerce itirazla karşılamış, böyle<br />

bir sistemin devlet hayatımızda uygulanamayacağı ifade edilmiştir<br />

3 .Meclisin açıldığı günlerde 17 Temmuz 1920 de Mustafa Kemal<br />

3 “Evvel emirde şayan-ı dikkattir ki Refet Paşa şimdiye kadar hükûmetler hakkında<br />

hukuk-ı esasiyede malüm olan suret-i tasniflere yeni bir suret-i tasnif<br />

eklemiş oluyor. Şimdiye kadar mevcut olan suret-i tasniflerde meşruti hükümdarlıklarla<br />

cumhuriyetler daima birbirinden ayrı görülürdü ve bu pek tabii idi.<br />

Refet Paşa bu tasnife ehemmiyet vermiyor. O kendi tasnifini büsbütün başka<br />

bir nokta-i nazardan yapıyor: Müşarünileyh, ‘reis-i hükûmet’ lerin mevcudiyeti<br />

veya adem-i mevcudiyeti esası üzerinden bir tasnif icra ediyor. İtirafa<br />

mecburuz ki bu tarz-ı tasnifi biz indi ve şahsi bir mahiyette gördük...Halbuki<br />

Refet Paşa bahsi tevsiinde tamamen anlaşılıyor ki müşarünileyh esasen hiç<br />

kuvve-i icraiye taraftarı değildir. Vezaif-i hükûmeti doğrudan doğruya Millet<br />

Meclisi’ne vermek fikrindedir... Refet Paşa’nın mantığıyla (tasnifin) ‘heyet-i<br />

icraiyeli hükûmetler ve hey’et-i icraiyesiz hükûmetler’ suretinde olmak zaruri<br />

kalır. Mes’ele bu şekl-i garibe geldiği gibi itiraf etmek zaruri kalır ki bu surette<br />

hiçbir hükûmet olamaz.”(Lütfi Fikri, Hükümdarlık Karşısında Milliyet,<br />

Mes’uliyet ve Tefrik-i Kuva Mesaili, İstanbul 1338, s. 7.) Süleyman Nazif<br />

Bey, Lütfi Fikri Bey’e cevaben yayınladığı risalesinde “Fakat Refet Paşa’nın<br />

sözlerini İstanbul’un en ücra köşeleri gibi, alem-i islamın en uzak ufukları<br />

dikkatle dinleyecek ve Refet Paşa’nın makam-ı hilafetten ref’ettiği savt-ı davete,<br />

eminim ki her taraftan lebbeyk! Sedaları cevap verecektir. Halkımızın<br />

mütarekeden beri için için yanan kalbi, için için ağlayan vicdanı ve için için<br />

beddua eden imanı Refet Paşa’nın Anadolu’dan getirdiği müjdede bir teslimiyet,<br />

bir deva, bir şifa buluyor.” demekteydi (Süleyman Nazif, Lütfi Fikri<br />

Bey’e Cevap Hilafet, Milliyet ve Tefrik-i Kuva Mesaili, İstanbul 1341-1922,<br />

s. 3.) Lütfi Fikri Bey’e reddiye niteliğinde yazılan bir diğer risalede “Halbuki<br />

mücahid-i ekrem Refet Paşa Hazretleri kimseyi ne tahrik ne de teşvik etmedi.<br />

Bütün halk sevincinden müşarünileyh hazretlerinin askerlerini omuzlarında<br />

taşımakla, kimisi hasretinden ağlamakla, kimisi kendisini görmek için sabahtan<br />

akşama kadar mahfil önünde beklemekle ne yapacağını bilemiyor. Bu inkar<br />

olunur mu? Lütfi Fikri Bey bütün bunları görmemiş ve gazetelere mütalaa<br />

etmemiş ve bilhassa şimdiye kadar içimizde bulunmamış da yeni Paris’ten<br />

teşrif etmiş ve görmüş ki burada bir paşa nutuklar söylerken Montesquieu


38<br />

DURSUN ALİ AKBULUT<br />

Paşa, “ bizim görüşümüz ki halkçılıktır, kuvvetin, kudretin, egemenliğin<br />

doğrudan doğruya halka verilmesi, halkın elinde bulundurulmasıdır.”<br />

demekte daha sonraki yıllarda “halk hükûmeti’nden, “halk<br />

devleti”’nden söz etmektedir. Ona göre halk hükûmeti, demokratik<br />

ve sosyalist bir hükûmet olmayıp, “millî hâkimiyeti, millî iradeyi tecelli<br />

ettiren tek hükûmettir.” Halk devleti ise halkın devletidir. 4 Mazideki<br />

kuruluşlar bir şahıs devleti idi. Diğer taraftan basın yoluyla<br />

kitapçıklar halinde, tartışmalar sürdürülürken 1 Kasım 1922’de saltanat<br />

kaldırıldı. TBMM’nin almış olduğu kararla hilafet ile saltanat<br />

birbirinden ayrılmış, saltanat ilga, hilafet ibka, olunmuştur. Bu gelişme<br />

tartışmaların büsbütün alevlenmesin, “risaleler savaşı”na yol<br />

açtı. Yeni Türk Devleti’nin başkanının kim olacağından, ya da kim<br />

olması gerektiğinden, hiçbir biçimde bir devlet başkanına tahammül<br />

gösterilmeyeceğine, bunun yeni bir saltanata yol açacağına kadar<br />

çok farklı görüşler ortaya konuldu. “İrade-i seniyyeye karşı irade-i<br />

millîye deyiminde olduğu gibi, şimdi de saltanat-ı şahsiyeye karşı<br />

bir saltanat-ı millîye edebiyatı alıp yürümüştü. Fakat bu kavram çeşitleniyor,<br />

bazen millî halk saltanatı, bazen de halk hükûmeti yada<br />

millî halk hükûmeti ve halkçılık şekillerinde tezahür ediyordu”. 5<br />

Vahideddin’in firarı, padişah yanlılarını rahatlattı. Onlar şaibeli hü-<br />

nazariyatından uzaklaşmış bunu tenkid ediyor (Fuad Şükrü, Halk Saltanatı,<br />

İstanbul 5 Teşrinisani 1338, s. 6.). Ahmed Hamdi Bey de Milli Halk Saltanatı<br />

unvanlı kitapçığında, hükümdarlıkla halk saltanatlarının uyuşma imkansızlığı<br />

karşısında milli saltanat etrafında kopartılan gürültüden fazla rahatsız olmuş<br />

görünmemekte ve bu noktada çok kimsenin samimiyat ve safvetle hareket etmekte<br />

ve kanaatlerini yine samimane ve safiyane bir surette gösterdiklerini<br />

söylemekte ve şöyle devam etmektedir: “Milli saltanat inkılabı üzerine yukarıda<br />

kaydettiğimiz vechile kapalı ve yarım açık şekillerde dedi-kodu yapanları<br />

üç kısma ayırmak kabildir. Bunlardan bir kısmı an’anekar ve mutaassıptır.<br />

Fikirleri yalnızca an’ane ve taassubun ve din hükümlerini yanlış esaslarla<br />

düşünmenin mahsulüdür... İkinci bir kısım daha vardır ki 2 Teşrinisani 338<br />

inkılabını lüzumsuz buluyorlar... Bu inkılap ile halk hâkimiyetine yeni bir şey<br />

ilave edilmeyeceğini... iddia ediyorlar. Üçüncü kısım iddialarında daha çok<br />

maddi delillere istinad ederek bu inkılabı Suret-i mutlakada zararlı bulanlardır.”<br />

(Ahmed Hamdi, Milli Halk Saltanatı, İstanbul 6 Teşrinisani 338, s.4-5.).<br />

Ayrıca Mehmed Emin Bey’in de Halk Hükûmeti ve Halkçılık (Ankara l339)<br />

unvanlı bir kitapçığı bulunmaktadır.<br />

4 Daniel Dumoulin, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, Ankara 2000, s.49.<br />

5 Dursun Ali Akbulut, Saltanat, Hilafet ve Milli Hâkimiyet, Samsun 1994,<br />

s.9.


ATATÜRK CUMHURİYETİ’NİN NİTELİĞİ 39<br />

kümdardan kurtulduklarına göre yeni halife Abdulmecit Efendi’nin<br />

pekala devlet başkanlığı makamını doldurabileceğini düşünüyor bu<br />

düşüncelerini ifadeden de kaçınmıyorlardı. Ancak bu durum 1 Kasım<br />

kararının ruhuna aykırıydı. 15 Nisan 1923 de Hiyanet-i Vataniye<br />

Kanunu’nun birinci maddesinin tadili hakkında kanunla saltanatın<br />

kaldırılması kararına aykırı davranışlar hıyanet-i vataniye kapsamına<br />

alınmış, siyasi irticaın önüne geçilmiştir.<br />

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda 29 Ekim 1923 te 364 sayılı kanunla<br />

yapılan değişiklikle hükûmet biçimi cumhuriyet oldu. Bu noktada<br />

cumhuriyet amaç olmaktan çok, anayasal düzenin yaşatılması<br />

için etkin bir araç olarak görülmüştür. Nitekim yakın çağla birlikte<br />

Amerikalılar 1776 da anayasal düzenlerini cumhuriyete emanet<br />

ederlerken Fransızlar 1789 ihtilalinden sonra meşrutiyeti tercih etmişler,<br />

fakat anayasal düzeni meşrutiyette yaşatamayınca onlar da<br />

çareyi cumhuriyeti ilan etmekte bulmuşlardı. Ardından Avrupa’da<br />

meydana gelen 1830 ve 1848 ihtilalleri öteki ülkelerde de anayasal<br />

düzenlerin kurulmasına zemin hazırlamıştı. İhtilalciler hükûmet<br />

biçimiyle uğraşmaktan çok anayasal düzenin yerleşmesine ve kökleşmesine<br />

gayret ediyorlardı. Onun için taçlı yönetimler başka bir<br />

biçimde, meşruti monarşi şeklinde varlıklarını korudular. Osmanlı<br />

Devleti de bu gelişmeden uzak kalamadı, 1876 Kanun-ı Esasisi ilan<br />

olundu. Fransa örneğinde görüldüğü gibi anayasal düzeni meşruti<br />

monarşi içerisinde muhafaza etmek her zaman mümkün olamıyordu.<br />

Mutlak monarşilerin meşruti monarşilere dönüşmesi hükümdarlar<br />

ve onların yönetimleri açısından bir eksiklik hatta bir düşüklük olarak<br />

algılanıyordu. Prusya Kralı IV. Wilhelm’e 1849 da millî meclis<br />

tarafından Alman İmparatorluk tacı takdim edildiğinde, parlamentoların<br />

taç verme geleneğini başlatmak, halkın temsilcilerinden kurulu<br />

parlamentoyu imparator atama yetkisine sahip bir kurum halinde<br />

görmek istemediği için o, bunu reddetmişti. Yönetim sistemindeki<br />

gelişmeler hükümdarların yetkilerini sınırlandırıyor, yasama erki<br />

onlardan alınarak halka veriliyor sadece yürütmeyle yükümlendiriliyorlardı.<br />

Meşruti monarklar yasamayı yürütmeden ayrı düşünemedikleri<br />

için meclis faaliyetlerini sınırlandırıcı, hatta engelleyici<br />

düzenlemeler yaparak anayasal sistemi daha işin başında çıkmaza<br />

sokuyorlardı. İki meclisli parlamento kontrol mekanizmalarının


40<br />

DURSUN ALİ AKBULUT<br />

başında geliyor6 , seçmen hakları da son derece kısıtlanmış bulunuyordu.<br />

Osmanlı meşrutiyetinde Mebuslar Meclisi’nin yanı sıra padişah<br />

tarafından atanmışlardan oluşan Ayan Meclisinin bulunması<br />

bunun açık bir göstergesiydi. Kaldı ki Kanun-i Esasi’de padişaha<br />

çok büyük yetkiler ve haklar tanınmıştı. Karizmatik hâkimiyet anlayışı,<br />

“zat-ı hazret-i padişahinin nefs-i humayunu mukaddes ve gayr-ı<br />

mesuldür.” biçiminde anayasanın beşinci maddesine yansıtılmış,<br />

yedinci maddede yürütme ve yargı ile ilgili olanların yanı sıra Mebuslar<br />

Meclisi’ni toplama, çalışmalarına ara verme, faaliyetlerini erteleme<br />

ve nihayet meclisi kapatma yetkisi padişaha verilmişti. Böylece<br />

o sorgulanamaz, denetlenemez, bir konuma getiriliyor, Kanun-ı<br />

Esasi’nin mi yoksa irade-i seniyyenin mi daha üstün olduğu tartışılıyor,<br />

bu da anayasanın sadece bu iki maddeye feda edildiğini açıkça<br />

ortaya koyuyordu. Bu düzenlemeye dahi tahammül gösterilemedi<br />

ve mebuslar meclisi padişah II.Abdülhamit tarafından fesholundu.<br />

Sonraki meclislerin kaderi de değişmedi. Çağrılı toplanan ilk meclis<br />

hariç, geride kalan beş meşrutiyet meclisi padişah buyruğu ile kapatıldı.<br />

Görülen o idi ki Türkiye’de anayasal düzeni meşruti monarşi<br />

içinde muhafaza etmek olanaksızdı.<br />

Mustafa Kemal Paşa böyle bir ortamda yetişti. Çocukluk ve<br />

gençlik yıllarını, anayasanın teoride var olduğu fakat uygulanmadığı,<br />

dolayısıyla ikilemlerin yaşandığı bir ülkede geçirdi. Henüz<br />

yüzbaşı iken Şam’da ve Selanik’teki manevi isyanının temelinde bu<br />

olgunun yer aldığını, Millî Mücadele’yi başlatırken böyle bir noktadan<br />

hareket ettiğini düşünmek yanlış sayılmamalıdır. Cumhuriyet<br />

6 1924 Anayasasına esas olan metinlerden biri Karesi Mebusu Ahmet Süreyya<br />

Bey’in 144 maddelik değişiklik teklifinde, TBMM’nden başka “Türkiye Devlet<br />

Meclisi” başlığı altında ikinci bir meclis teklif edilmiş, fakat komisyondan<br />

gelen 108 maddelik kanun tasarısında söz konusu ikinci meclise yer verilmemişti.<br />

Ayrıca yasa tasarısının genel kurulda görüşülmesi sırasında Bursa mebusu<br />

Refet ve on bir arkadaşı tarafından, “azası müntehap ve vazifesi müddet<br />

ile mukayyed olmak üzere ikinci meclisin teşkili” istenmiş (Türk Parlamento<br />

Tarihi, TBMM İkinci Dönem I cilt, Ankara s.483)., ancak genel kurulda<br />

buna karşı çıkılmıştı. Kütahya mebusu Ragıp Bey, ikinci meclisi zamansız<br />

bulduğunu söyleyerek buna karşı çıkmış, İzmir mebusu Saraçoğlu Şükrü Bey<br />

de konuşmasında, ikinci meclisi meşrutiyet parlamentosundaki Ayan’la karşılaştırmış<br />

ve “İkinci meclis milletin üzerinde bir ‘ur’dur. Bunların ne ilim ne<br />

fende yeri vardır.” demişti (Türk Parlamento Tarihi, s.476 vd.).


ATATÜRK CUMHURİYETİ’NİN NİTELİĞİ 41<br />

ilan edilirken doğal olarak bunu anayasal düzenin korunabileceği<br />

en önemli araç olarak görmüş, bununla birlikte benzeri ikilemlerin<br />

yaşanmaması için hükûmet biçimini her türlü anayasa dışı güç<br />

odaklarından arındırmaya çalışmıştı. O biliyordu ki anayasal düzen<br />

ulusal egemenliktir ve bu bakımdan “cumhuriyetin dayanağı Türk<br />

topluluğu”dur. Cumhuriyet ancak millete dayanmak suretiyle yaşatılabilirdi.<br />

Bu nedenle yeni Türk devletinin kurum ve kuruluşlarını<br />

buna göre tanzim etmek zorundaydı. Halbuki mutlak monarşilerde<br />

yönetim halka değil, çoğunlukla sınıfsal düzene dayanmakta, asker,<br />

bürokrasi ve ruhban sınıflarından gücünü almaktaydı. Sınıfsal düzenin<br />

bulunmadığı mutlak monarşiyi ayakta tutmak çok zor, hatta<br />

imkansızdı. Bir anayasal düzen olan, ulus egemenliğine dayanan<br />

cumhuriyeti mutlak monarşinin kurumlarını muhafaza ederek yaşatmak<br />

da aynı ölçüde imkansızdı. Bu bir bakıma cumhuriyeti içten içe<br />

çürütecek olan kanser hücrelerine benzetilebilir. O halde cumhuriyet<br />

bir sonuç olduğu kadar aynı zamanda bir başlangıçtı. Sonuçtu,<br />

çünkü ulusal egemenlik yada anayasal düzen gerçek korunağını bulmuştur,<br />

başlangıçtır çünkü korunağını yani cumhuriyeti kendisine<br />

zarar verebilecek unsurlardan arındırmak kaçınılmazdı. Aksi takdirde<br />

cumhuriyet özlenen yada ideal hükûmet biçimi olmaktan çıkar,<br />

sıkıntı veren, kendisinden şikayet olunan bir rejim haline dönüşür<br />

ki bu bakımdan onun niteliğinin çok iyi konulması yada doldurulması<br />

esastır. Demek oluyor ki cumhuriyet bir başına yeterli olamadığından<br />

daha doğrusu olamayacağından yeni Türk Devleti’nin<br />

eski kurumlarla, mutlak monarşi kalıntısı sınıfsal düzenle bir arada,<br />

yan yana bulunmasındaki sıkıntılar, tehlikeler ortadaydı. <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

cumhuriyetin ilanından sonra başlattığı inkılap hareketlerinin temelinde<br />

böyle bir kaçınılmazlığın varlığını düşünmek zorundayız.<br />

Söz konusu düzenlemelerin yada inkılap yasalarının gerekçelerine<br />

bakıldığında çağdaş dünyaya uyum için birer zorunluluk oldukları<br />

açıkça görülmektedir. Bununla birlikte aynı zamanda cumhuriyetin<br />

niteliğini doldurma arayışının bir çözümü olarak kabul edilmelerinin<br />

gerektiği de kuşkusuzdur. Cumhuriyetin ilanından dört ay sonra<br />

gerçekleştirilen üç ayrı inkılap yasası ile eski kurum ve kuruluşların<br />

tasfiyesine başlanmış, ulusal egemenlik ya da anayasal düzen açısından<br />

cumhuriyetimizi zaafa uğratacak unsurlar ortadan kaldırmış<br />

veya bunlar yeniden yapılandırılmıştır. 3 Mart 1924 de hilafetin kal-


42<br />

DURSUN ALİ AKBULUT<br />

dırılması ve Osmanlı hanedanının hudutlarımızın dışına çıkarılması,<br />

1 Kasım kararının eksikliğini gidermesi bakımından önemlidir. Bundan<br />

başka cumhuriyet idaresinde, elinde hilafet makamının bulunduğu<br />

bir hanedanın varlığına, imparatorluk bakiyesi Türkiye’de duygu<br />

ve düşünce birliğini bozan eğitim sistemine, dinin siyaset alanını işgal<br />

etmesine müsaade edilemezdi.<br />

Giyim kuşamın değiştirilmesine bir takım lakap ve unvanların<br />

kaldırılmasına dair yasaların gerekçelerindeki çağdaşlaşma savını<br />

görmezlikten gelmeyerek, fakat aynı zamanda onların basite indirgenme<br />

girişimindeki haksızlığa da işaret etmek istiyoruz. Ulusal<br />

egemenlik, eşit haklara sahip insanlarla gerçekleştirilir. Sınıfsal düzen<br />

ise mutlak monarşilerini dayanağıdır. Bir takım giysiler lakap ve<br />

unvanlarla toplumda kendilerini eşit bireylerden ayıran, eşitlere göre<br />

ayrıcalıklı ve üstün tutmayı hedef alan, bu hedef doğrultusunda faaliyet<br />

gösteren insanların varlığını yeni kurulan cumhuriyetin ulusal<br />

egemenlik açısından tehdit olarak algılanmasında büyük bir haklılık<br />

payı bulunmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong> ulusal egemenlik yada anayasal düzenin cumhuriyet rejiminde<br />

muhafazaya karar verdiğinden ve bunu gerçekleştirdiğinden<br />

<strong>Atatürk</strong> cumhuriyetinin en önemli niteliğinin ulusal egemenlik olduğu<br />

kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. ”Ulusal egemenlik öyle bir nurdur<br />

ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur.<br />

Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş kurumlar her tarafta yıkılmaya<br />

mahkumdurlar.” 7 Ulusal egemenlik karizmatik hâkimiyet anlayışından<br />

kanuni hâkimiyet anlayışına geçişi ifade etmektedir. Mutlak<br />

monarşilerde tanrısal güç bir yönetim ilkesi olarak kullanılmış devletin<br />

asli fonksiyonlarını elinde tutan hükümdarlar yasa niteliğindeki<br />

buyruklarının tanrısal kökenli olduklarını iddia etmişlerdir. Ulusal<br />

egemenliklerde yasa koyma hakkı millete ait olduğundan yönetim<br />

ilkeleri dünyevileşmekte, laikleşmektedir. Bu açıdan bakıldığında<br />

anayasal düzen, ulusal egemenlik ve laiklik aynı şeylerdir. Biri diğerinin<br />

tamamlayıcısı değil, olmazsa olmaz şartıdır. Başka bir ifadeyle<br />

laiklik yoksa ulusal egemenlik, ulusal egemenlik yoksa anayasal düzen<br />

zaten mevcut değildir. Dolayısıyla millî egemenliği kabul ettiklerini<br />

söyleyenlerin, laikliği de aynı ölçüde savunmaları kaçınılmaz<br />

7 Dumoulin, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, s.94.


ATATÜRK CUMHURİYETİ’NİN NİTELİĞİ 43<br />

bir sonuçtur. Ulusal egemenliğin kısıtlanması yada sınırlandırılması<br />

laikliği zedeleyeceği gibi, laiklikten taviz de ulusal egemenliği sarsacak<br />

netice itibariyle ortadan kaldırılacaktır. Bu sistematiği gören<br />

<strong>Atatürk</strong> ulusal egemenliğin önündeki engelleri birer birer ortadan<br />

kaldırdıktan sonra laikliği bir ilke olarak ortaya koymuştur.<br />

1924 anayasasının, ulusal egemenliğin tecelligahı TBMM’ni<br />

devlet yönetiminde en etkin güç haline getirmesi böyle bir anlayışın<br />

ürünü olsa gerektir. Yasa tasarısında bazı şartlar çerçevesinde<br />

cumhurbaşkanına meclisi feshetme yetkisi öngörülmesine rağmen,<br />

milletvekillerinin itirazları sonucunda genel kurulda kabul edilmemiş8<br />

, cumhurbaşkanına bütçe ve anayasa kanunlarının dışındaki kanunları<br />

bir kez daha görüşülmek üzere meclise iade yetkisi tanınmıştır.<br />

1924 anayasasının değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek<br />

tek maddesi vardı ki o da devlet şeklinin cumhuriyet olduğuna dair<br />

olan birinci maddesi idi. Egemenlik millete aittir, bu bir hak olduğu<br />

kadar aynı zamanda görev ve yükümlülüktü. Millet, her halükarda<br />

egemenlik hakkını kullanacaktı. Egemenlik hakkının kullanımından<br />

vazgeçilemez, bu hak terk edilemezdi. Egemenlik hakkı egemenlikten<br />

vazgeçme hakkını içermiyordu. Söz konusu anayasanın 51.<br />

maddesi idari dava ve anlaşmazlıkları, özellikle hükûmetin kanun<br />

8 Tasarının 25. maddesi, “Meclis kendiliğinden intihabatın tecdidine karar verebileceği<br />

gibi, Reisicumhur da Hükûmetin mütalaasını aldıktan sonra esbabı<br />

mucibesini Meclise ve millete bildirmek şartıyla buna karar verebilir.” Şeklinde<br />

düzenlenmişti. Madde ile ilgili olarak söz alanların sayısındaki çokluk,<br />

maddeye verilen önemi gösterdiğinden, bizzat komisyon başkanı Yunus Nadi<br />

Bey, “... bazı tadilat yapmak üzere...” komisyona iadesini talep etmiş, bu talep<br />

olumsuz karşılanmış, usül tartışmaları yapılmış, komisyona gitmemesi ve<br />

görüşülüp oylanması yönündeki istekler ön plana çıkmıştır. Saruhan mebusu<br />

Reşad Bey, maddenin Gazi Paşa tarafından serdedilen düsturlara aykırı olduğunu,<br />

onun sözlerinden örneklerle anlatarak, “ Ferdi saltanat, ferdi hâkimiyet<br />

mülahazalarında bulunanlar emin olunuz millet nazarında müttehimdir.” diyerek<br />

konuşmasını şöyle sürdürmüştür: “Allah reisicumhur olsa...Haşa...Melaikei<br />

Kiram Heyeti Vekile olsa fesih selahiyetini verecek yoktur.” Bu sözler<br />

alkışlarla karşılanmış konuşmalar uzadıkça uzamıştı. Bu konuda verilen değişiklik<br />

önergeleri de kabul olunmayınca 25. madde tasarıdaki şekliyle oylandı,<br />

yeterli çoğunluğu sağlayamadığından bir sonraki birleşime bırakıldı. 24 Mart<br />

1924 te yapılan yirminci birleşimin birinci oturumunda ikinci kez tayini esami<br />

suretinde oya konuldu ve oylama neticesinde yine kabul edilmedi (TBMM<br />

Zabıt Ceridesi, Devre II. C. 7/1, s. 992 vd.).


44<br />

DURSUN ALİ AKBULUT<br />

tasarıları üzerinde görüş beyan etmek üzere Şura-yı Devlet’in teşkilini<br />

ön görüyordu. Üyeleri TBMM tarafından seçilen, teşkilat olarak<br />

başbakanlığa bağlı bulunan Şura-yı Devlet’te her biri bir başkan<br />

dört üyeden oluşan beş daire vardı. İkinci daire Tanzimat Dairesi<br />

idi ki genellikle kanun ve tüzük tasarılarını inceleyerek görüşlerini<br />

yazardı. Kanun tasarılarının anayasaya uygunluğunu, öteki yasalarla<br />

uyumluluğunu sağlamak üzere geliştirilen sistemde son söz daima<br />

meclise ait olurdu.<br />

29 Ekim 1923 te cumhuriyet ilan edilirken tadil yasasının<br />

ikinci maddesi “Türkiye Devleti’nin dini din-i islamdır, resmi lisanı<br />

Türkçedir.” şeklinde düzenlenmiştir. ”Din-i islam” ifadesi 1924 anayasasında<br />

da muhafaza olunmakla birlikte uygulamalar laik devlet<br />

düzeni içerisinde cereyan ediyordu. 1925 yılı Şubatında Şeyh Sait<br />

ayaklanmasını çıkması üzerine hükûmetçe alınan tedbirler arasında<br />

25 Şubat 1925 te kabul edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci<br />

maddesinin tadili hakkında 15 Nisan 1339 tarihli kanuna müzeyyel<br />

kanun yer almaktadır. Yasanın birinci. maddesinde dini veya<br />

dince kutsal kabul edilen değerleri siyasi amaçlara esas ve alet etmek<br />

amacıyla cemiyetler kurmak yasaklanmış, bu gibi cemiyetleri kuranlar<br />

ve bu cemiyetlere girenler vatan haini sayılmışlardır. Olağanüstü<br />

şartlar altında çıkarılan bu kanunda dini siyasete alet edenlere en ağır<br />

cezaların verilmesi ön görülmüştür. Böylece siyaset ile dinin kulvarlarını<br />

birbirinden ayırmak için önemli bir adım daha atılmış, ulusal<br />

egemenlik açısından mahzurlu görülen bir uygulamanın daha önüne<br />

geçilmiş oldu. Bundan sonraki düzenleme ve uygulamalar bu yönde<br />

sürdürülerek laiklik ilkesi temel nitelik olarak anayasamızdaki yerini<br />

almıştır.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA<br />

KAYNAKLARINDA ATATÜRK<br />

Prof. Dr. Seçil Karal AKGÜN<br />

Tarihimizin güzel olaylarını anmak kuşkusuz hoş bir alışkanlık.<br />

Bu güzel alışkanlıkla <strong>Atatürk</strong>’ü doğumunun <strong>125.</strong> <strong>yılında</strong> anmak için<br />

yıl boyunca sürecek türlü etkinlikler düzenlendi. Ne var ki, bu etkinlikleri<br />

gitgide yoğunlaşan <strong>Atatürk</strong>’ü karalama kampanyalarıyla<br />

<strong>Atatürk</strong>çü olan ve olmayanlar şeklinde ikiye ayrılmış bir Türkiye<br />

olmanın burukluğuyla sürdürmekteyiz. <strong>Atatürk</strong>’ün yaşadığı günlerden<br />

uzaklaştıkça onun getirdiği aydınlanmadan uzaklaşmayı, cumhuriyetin<br />

laik, ulusal çağdaş değerlerinden sapmalar çoğaldıkça, yakın<br />

geçmişimizin kıvanç dolu sayfalarını gözardı etmeyi, o sayfaları<br />

yazanların anılarını sarsmayı üst üste yaşayarak kabullendik. Bunun<br />

kaygısı Türkiye’nin düşünen ve duyarlı kimselerin bağrına bir karabasan<br />

gibi oturdu. Bu ara anma toplantıların sanıldığı kadar işlevsel<br />

olmadığı kavrandı. Bu toplantılar gitgide aydınlar için dertleşmek ve<br />

çözüm aramak toplantılarına dönüştü. Artık herkes bu toplantılarda<br />

onun açtığı aydınlık yolda yürüyerek ilerlerken içine düşüverdiğimiz<br />

yanılgılara çözüm üretilmesini bekliyor. Bu yanılgıların sürmesine<br />

olanak vermeyecek çözümü bulabilmek için, iyi bir gözlemci ve iyi<br />

bir eleştirmen olan tarihe sarılarak yakın geçmişimizi öğrenmemiz,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ü ve Türk devrimini anlamamız gerekiyor. Her neyi olursa<br />

olsun tanımak, öğrenmek anlamaksa <strong>Atatürk</strong>’ün de yönlendirdiği<br />

gibi ilimin yol göstericiliğini benimsemek, akılla, bilimsel düşünebilmekle<br />

ilgili bir sorunudur.<br />

Düşünce, ilkel insanı çağdaş, uygar insana dönüştüren değerdir.<br />

İnsan oğlu aydınlığa akılın yol göstermesiyle ulaştığı özgür, bilimsel<br />

düşünceyle erişmiştir. Düşünsel özgürlükle insan onuru ile


46<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

bağdaşan yaşama ve yönetime kavuşmuştur. Aydınlığa erişebilmiş<br />

toplumlar ileri, özgür toplumlar olmuş, düşünsel tutsaklıktan kurtulamayanlarsa<br />

geri kalmışlardır. Bu tarihsel akışın bilinciyle <strong>Atatürk</strong>,<br />

kurtuluş savaşı ile bağımsızlığını kazanan Türk ulusunun onurlu bir<br />

yönetimle ileri ülkeler yanında yer almasını hedeflemiştir. Bu hedefe<br />

varmak için gerçekleştirdiği Türk Devrimiyle eski ile yeni, doğu ile<br />

batı arasında bir köprü kurmuştur. Bu köprüyü kurarken akıldan ve<br />

bilimden yararlanmış, doğu toplumlarına özgü inanmayı önde tutma<br />

felsefesini bilimi öne alarak değiştirmiştir. İlk kez bir doğu toplumuna<br />

yönetsel, düşünsel ve kurumsal çağdaşlaşma getirmiştir. Bu<br />

çağdaşlaşmanın önemini ve derinliğini kavrayıp sahip çıkmak için<br />

onun tasarımcısı ve uygulayıcısı olan <strong>Atatürk</strong>’ü iyi tanımak, doğru<br />

anlatmak gerekir. Bu nedenle O’nu özellikle yeni kuşaklara öğretebileceğimiz<br />

temel kaynakların birkaçına inceleyici bakışla değinmek<br />

istiyorum.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ü tanıyabileceğimiz bellibaşlı birkaç kaynağı ele alırken<br />

öncelikle altı çizilmesi gereken, onun kişiliğinin çok yönlülüğüdür.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün kişiliğindeki asker nitelik, Türk ulusuna kurtuluş ve<br />

bağımsızlık savaşını kazandırmıştır. Demokrasi niteliği, hanedana<br />

dayalı teokratik monarşinin yerine eşitliğe dayalı ulusal egemenliği<br />

getirmiştir. Özgür düşünen yönü, yönetim, eğitim ve hukuk sistemlerini<br />

dinsel kalıplardan düşünce ve vicdan özgürlüğüne dayalı laik<br />

sisteme dönüştürmüştür. Hümanist niteliği bugün bile tüm ülkelerin<br />

bir gün ulaşabilmeyi hedeflediği yurtta barış dünyada barış ilkesini,<br />

devlet adamı yönü de demokratik, laik temellere dayalı Türkiye<br />

Cumhuriyetini kazandırmıştır.<br />

Akıl ve bilim çevresinde geliştirdiği saydığım yönleriyle<br />

<strong>Atatürk</strong>’ü en iyi ve doğru olarak yakın tarihimizi yansıtan tarih kitaplarından<br />

öğrenebiliriz. Ne var ki derine inmeyen bir araştırma bile<br />

karşımıza <strong>Atatürk</strong> üzerine yazılmış sayısı abartmasız on binlerle söylenen<br />

Türk ve yabancı yapıt çıkarıvermektedir. Bu sayı yeni araştırmacıların<br />

yeni katkılarıyla durmaksızın çoğalmaktadır. Bu bile onun<br />

sadece Türkiye’de değil, dünyada sahip olduğu yerin ufak bir göstergesidir.<br />

Bu çokluğu gözeterek bu çalışmada, sadece tarih kitapları<br />

niteliğinde olan Nutuk’a ve onun Söylev ve Demeçlerini içeren beş<br />

ciltlik derleme yayına değineceğim. Bunları seçmemin nedeni, bu


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 47<br />

yapıtlarda okura yansıtılan tarihi yapan ve yazanın aynı kimse, yani<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün kendisi olmasıdır. Dolayısıyla, tamamen kendi sözlerinden<br />

oluşan bu yapıtların her birinde türlü yönleriyle onun kişiliğinin<br />

ve bugün dünyada doğu toplumları için çağdaşlaşma modeli olarak<br />

görülen Türk aydınlanmasını ve Türk devrimini gerçekleştiren düşün<br />

dünyasının yansımasıdır. Gerek Nutuk’un, gerek derlenen Söylev ve<br />

Demeçlerin incelenmesinde görülen kanımca en çarpıcı yön, hiç birinin<br />

şahsa odaklı olmayıp her birinde Türk toplumunun yaşatılmış<br />

olmasıdır. Eylemlerinde ve söylevlerinde kendini öne çıkarmak gibi<br />

bir tutkusu olmayan <strong>Atatürk</strong>, bu yapıtlarda yansıtılan konuşmalarının<br />

hepsinde her adımın toplumla birlikte toplum için atıldığını anlatmış,<br />

yaşanan çağdaşlaşmayı Türk toplumuna mal etmiştir. Böylece<br />

yapıtlar subjektiviteyi aşan toplumsal değer taşımaktadırlar.<br />

Ele aldığım kitaplar arasında NUTUK, üzerinde en çok konuşulmuş<br />

tartışılmış ve yazılmış olanıdır. <strong>Atatürk</strong>’ün 1927 <strong>yılında</strong> CHP<br />

Kurultayında 6 gün boyunca okuduğu bu başyapıt, <strong>Atatürk</strong>’ün kendi<br />

sözleriyle ulusal yaşamı son bulmuş sayılan büyük bir milletin<br />

bağımsızlığını nasıl kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına<br />

dayanan ulusal ve çağdaş bir devletin nasıl kurulduğunu anlatır.<br />

303 belge ile desteklenmiş olması, bu yapıtı bilimsel bir kaynak<br />

yapmaktadır. Bununla birlikte, sadece <strong>Atatürk</strong> tarafından anlatıldığı<br />

için, yansızlığı da tartışma götürür.<br />

Gerek belgeli bir tarih kaynağı gerekse kişisel değerlendirme<br />

olarak bakıldığında görülen, Nutuk’un onda çok gelişmiş olan sorumluluk<br />

duygusunun ürünü olduğudur. <strong>Atatürk</strong>, Nutuk’ta değindiğim<br />

dönem içinde tarihsel gelişmeleri sadece genel gidiş içinde,<br />

yani yorum yapmadan iletmekte olduğunu belirtmekte ve amacını<br />

“inkılabımızın tetkikatında tarihe medarı suhulet olmak” 1 yani tarihe<br />

yardımcı olmak şeklinde açıklamaktadır. İşte bu saptama, yapıtın<br />

büyük bir sorumluluk ürünü olduğunun göstergesidir. Çünkü Nutuk,<br />

Kurtuluş Savaşı başarıyla tamamlandıktan, Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi açıldıktan, Cumhuriyet duyurulup Halifelik kaldırıldıktan,<br />

devrimlerin büyük adımları atıldıktan sonra <strong>Atatürk</strong>’ün ulusa hesap<br />

vermesidir. Bu da <strong>Atatürk</strong>’ün kişiliğiyle ilgidir. Nutuk’la, demokra-<br />

1 Nutuk, Cilt II s. 433 (Bu araştırmada Türk İinkılap Tarihi Enstitüsü Yayını<br />

olan 1967 baskısını esas almaktayız)


48<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

siye inanan bir kimse olan <strong>Atatürk</strong>, yakın tarihte yaşananları ulusla<br />

paylaşmak istemiştir. Bu paylaşmaya ortam olarak resmi bir kimliği<br />

olan Meclis’i değil de Halk Partisi Kurultayı’nı seçmiş olması da<br />

bunun bir göstergesidir. Nutuk’ta olayları tarihsel bir akış içinde anlatan,<br />

kumandan, ihtilal lideri, meclis başkanı, devlet başkanı, ve insan<br />

<strong>Atatürk</strong>’tür. Bu anlatımı tarihte yaşananları katı bir nakil olarak<br />

bırakmayıp canlandıran, sık sık duygularının etkisi altında kalması,<br />

duygularını yansıtması, dolayısıyla, okurun insan <strong>Atatürk</strong>’le karşılaşmasıdır.<br />

Bunun önemi şudur ki böylece Nutuk’u okuyan herkes,<br />

bu önemli yapıtın bir mucize adam tarafından yansıtıldığı düşüncesinden<br />

uzaklaşabilmekte, kendi içinde bir <strong>Atatürk</strong> bulabilmektedir.<br />

Kendi içindeki <strong>Atatürk</strong>’ün ülküsünü, özgüvenini ve ilkelerini ortaya<br />

çıkarma ve sergileme isteğini doğurmaktadır. Bu nedenle Nutuk’ta<br />

insan <strong>Atatürk</strong>’ü görmek, önemlidir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu yönünü örneklemek istersek, Samsun’a gitmek<br />

üzere yola çıktığında Türk ulusunun geleceği için mandalara veya<br />

bölgesel kurtuluş yollarına dayanan kurtuluş çözümleri içinde kendi<br />

kararının ulusal egemenliğe dayalı kayıtsız koşulsuz bağımsız yeni<br />

bir Türk devleti kurmak olduğunu, ancak, bunu bir “millî sır olarak” 2<br />

kendine sakladığını söylemekle karşımıza sırrını dinleyenlerle, okurlarla<br />

paylaşan <strong>Atatürk</strong> çıkmaktadır. Yine aynı cümle içinde her aşamayı<br />

kendi sözleriyle adım adım vakti geldiğince uygulamaktan söz<br />

ederek, tek adım adamı olduğunu anlatmaktadır. Gerçekten de <strong>Atatürk</strong>,<br />

Türk devriminin hiç bir aşamasında ortam oluşmadan hareket<br />

etmemiştir. Bu hem Nutuk’ta hem de Söylev ve Demeçler dizisinde<br />

izlenebilmektedir.<br />

Öte yandan, bu uzun bilanço içinde kimi yerde <strong>Atatürk</strong>’ün duygusallığının<br />

daha da ağır bastığını görmekteyiz. Örneğin, bir bakıma<br />

Kurtuluş Savaşı’nın manifestosu sayılabilen Amasya Genelgesi<br />

hazırlanırken, bu belgeyi kişiselleştirmek istemeyerek yanında bulunan<br />

ve genelgeyi birlikte hazırladığı yakın çevresinin de metni<br />

imzalamalarını istemiştir. İmza anının Nutuk’taki yansıması, çevresindekilerin<br />

kendinin sahip olduğu “ya istiklal ya ölüm” duygusunu<br />

paylaşmadıklarını görerek belki de ilk kırıklığını yaşadığını<br />

anlatmaktadır. Rauf Bey’in misafir olduğunu öne sürerek genelgeyi<br />

2 Nutuk, Cilt I s. 16


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 49<br />

ilk sunuşta imzalamaktan kaçındığını hafif sitemle anlattıktan sonra<br />

Refet Bey’in bu ihtilal belgesini imzalamamayı yeğlemesinden duyduğu<br />

üzüntüyü sözlere dökmüştür. Ancak genelgeyi hiç düşünmeden<br />

imzalayan Ali Fuat Paşa’nın açıklamalarından sonra zoraki imzalamasını<br />

da “Refet Bey müsveddeyi eline alarak kendine mahsus bir<br />

işaret vaz’etti. Öyle bir işaret ki, bunu, bu müsveddede bulmak biraz<br />

müşküldür” diyerek kırıklıkla karışık kızgınlık duygularını yansıtmaktadır.<br />

3<br />

Benzeri duyguları İstanbul’da 1920 Ocak ayında toplanan<br />

Meclis-i Mebusan’a Misak-ı Millî’yi duyurmak üzere Anadolu’dan<br />

katılanlardan söz ederken yansıtır. Bu kimseler, İstanbul’da Sivas’ta<br />

kararlaştırılan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu yerine Felah-ı Vatan<br />

Grubu adını kullanmışlardır. <strong>Atatürk</strong>, Nutuk’ta bundan söz ederken<br />

o denli kızgındır ki, hala bu adı sorgulamakta, “Niçin? Evet niçin?!<br />

Buna bugün cevap isterim” Fellah-ı Vatan Grubu imiş derken<br />

sadece fellah-ı sözünü vurgulu olarak söylemekle yetinmeyip, “..bu<br />

grubu teşkil etmeyi vicdan borcu, millet borcu bilmek vaziyet ve<br />

kabiliyetinde bulunan efendiler imansız idiler… cebin idiler… cahil<br />

idiler” diyerek aldatılmışlık duygularını bütün öfkesiyle açığa vurmaktadır.<br />

4<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bir zamanlama ustası olduğu da Nutuk’ta belirmektedir.<br />

Saltanatın kaldırılmasından aylar önce Refet Paşa’nın evinde<br />

bu konuyu görüşmek üzere Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey ile bir araya<br />

geldiklerinde Rauf Bey’in “Benim babam padişahın nanü nimetiyle<br />

yetişmiş. Osmanlı devletinin ricali sırasına geçmiştir. Benim kanımda<br />

o nimetin zerratı vardır” 5 demesi üzerine ortamın bu işleme hazır<br />

olmadığını anlayan <strong>Atatürk</strong>’ün saltanatın kaldırılmasının gündeme<br />

getirilmesini ertelemesi, bu özelliğine önemli bir örnektir. Aynı önemi<br />

taşıyan zamanlamayı, Teşkilat-ı Esasiya Kanunu’nda yapılan değişiklikte<br />

de uygulamıştır: 1921 Anayasası hazırlanırken içeriğine<br />

devletin dinine ilişkin bir madde konulmamıştır. Ne var ki, Halifeliğin<br />

kaldırılması için nabız yoklamak ve basının desteğini sağlamak<br />

üzere 1923 yılı başında çıktığı Batı Anadolu gezisi sırasında İzmit’te<br />

3 İbid, s. 34. .<br />

4 İbid, s.363-64<br />

5 Nutuk, Cilt II s. 684.


50<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

gazetecilerle görüştüğünde kendisine yeni hükûmetin dini olacak mı<br />

sorusu yöneltilmiştir. Nutuk’ta bu olayı anlatırken “İtiraf edeyim ki<br />

bu suale muhatap olmayı hiç de arzu etmiyordum. Sebebi, pek kısa<br />

olması lazım gelen cevabın o günkü şeraite göre ağzımdan çıkmasını<br />

henüz istemiyordum” dedikten sonra halifeliğin kaldırılması gibi<br />

önemli bir adımın, halk arasında dinsiz bir sisteme gidildiği kanısı<br />

uyandırarak engellenmesini önlemek için, zorunlu olarak “Vardır<br />

Efendim. İslam dinidir” 6 dediğini açıklamaktadır. Nitekim, cumhuriyet<br />

duyurulduktan ve halifelik kaldırıldıktan sonra 1924 Teşkilat-ı<br />

Esasiye Kanunu’na yapılan ekler arasında bu madde vardır. <strong>Atatürk</strong>,<br />

Nutuk okunduğu zaman henüz kaldırılmamış (1928’de kaldırılır) bu<br />

maddeyi hiç de içine sindiremediğini “Millet Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzdan<br />

bu zevahidi (fazlalıkları) ilk münasip zamanda kaldırmalıdır!”<br />

sözleriyle yine duygularını dile getirerek açık etmektedir.<br />

Demokratik anlayış yerleştirmek isteğine ve gayretine karşın,<br />

gerektiğinde bir ihtilal lideri olduğunu, yani iplerin elinde olduğunu<br />

hatırlatıvermesi de <strong>Atatürk</strong>’ün Nutuk’ta karşılaştığımız bir özelliğidir.<br />

1922 Mayısı başında (6 Mayıs) <strong>Atatürk</strong>’e yasama yürütme yetkileri<br />

de veren Başkumandanlık yasasının uzatılması, Meclis’te bu<br />

unvanın sadece Padişaha ait olabileceğini öne süren tutucular tarafından<br />

ulusal egemenliği sarstığı gerekçesi ile engellenmek istenmişti.<br />

O da, yetkilerinin sürdürülmesi gerektiği açıklamasını yaptıktan<br />

sonra “Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı.<br />

Binaenaleyh, bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım” 7 diyerek<br />

bu yetkileri bırakmamanın da elinde olduğunu hatırlatıvermiştir.<br />

Bu yönde bir başka çarpıcı örnek de saltanatın kaldırılması önerisi<br />

Meclise sunulmak üzere üçlü komisyonda görüşülürken hocalar grubunun<br />

olumsuz tavrına karşılık “Mevzubahis olan; millete saltanatını,<br />

hâkimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız? Meselesi değildir.<br />

Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir.<br />

Bu, behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes<br />

meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine<br />

hakikat usulsü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı ka-<br />

6 İbid, s. 716-717.<br />

7 İbid, s. 662.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 51<br />

falar kesilecektir” 8 demesi, böylece, bir ihtilal lideri olduğunu, yani<br />

gerçek gücünü hatırlatmasıdır.<br />

Nutuk’un Gençliğe Hitabe ile bitmesi, <strong>Atatürk</strong>’ün gençliğe, bir<br />

başka deyimle geleceğe verdiği önem ve beslediği güveni yansıtması,<br />

ayrıca, günümüzde iyice anlaşıldığı gibi, uzak görüşlülüğünü<br />

ifade etmesi bakımından çok anlamlıdır.<br />

ATATÜRK’ÜN SÖYLEV VE DEMEÇLERİ : 5 CİLT<br />

Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Danışma Kurulu, Enstitü Müdürü<br />

Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın önerisi üzerine 1945 <strong>yılında</strong> <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

çeşitli vesilelerle çeşitli yerlerde yaptığı konuşmaları ayrıca tamim,<br />

telgraf ve beyannameleri ve onunla ilgili erişilebilen tüm belgeleri<br />

mekansal sınıflandırma ve kronolojik sıralama yapılarak derlenmesini<br />

ve yayınlanmasını kararlaştırmıştır. Birinci el kaynakların<br />

oluşturduğu bu yayın grubunun ilki <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri<br />

olmuştur. Özenli bir araştırma ve Osmanlıca’dan Türkçe’ye dikkatli<br />

çeviri gerektiren bu önemli işlevi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdür<br />

Yardımcısı Nimet Unan gerçekleştirmiştir. Türk İnkılap Tarihi<br />

Enstitüsü yayını olan ve 1945-1971 yılları arasında yayınlanan beş<br />

ciltten oluşan bu kaynakça, büyük ölçüde 1942 <strong>yılında</strong> kurulan TITE<br />

arşivinde toplanan belgelerden, bazı özel arşivlerden, ve dönemin<br />

gazetelerinden haberlerin derlenmesiyle bir temel kaynak olarak hazırlanmıştır.<br />

1972 <strong>yılında</strong> yayınlanan serinin beşinci cildi, Dr. Utkan<br />

Kocatürk ve Sadi Borak tarafından derlenmiştir.<br />

CİLT I : <strong>Atatürk</strong>’ün TBMM ve Halk Partisi kurultaylarında<br />

yaptığı konuşmaları içeren, ilk baskısı 1945 <strong>yılında</strong> yayınlanan 418<br />

sayfalık bu yapıt, iki belge dışında, TBMM Zabıt Ceridelerinden<br />

derlenmiştir. 1919 yılı Erzurum Kongresi’nden başlayıp 1 Kasım<br />

1938 de TBMM Beşinci Dönem Dördüncü Toplantı Yılı’nın açılışında<br />

Başbakan Celal Bayar’ın okuduğu söyleviyle son bulur. Yapıt,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün kendi yaşamı ile özdeşleşmiş olan Türk siyasal yaşamının<br />

Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesi yönünde ilk adımlardan<br />

olan Erzurum Kongresi’nden başlayıp Kasım 1938’e kadarki kesitinin<br />

panoramasıdır. Sadece içeriğindeki söylevlerin başlıkları bile<br />

8 Nutuk, Cilt II s. 690-691


52<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

okuyucuyu bu akış hakkında bilgilendirmeye yeterlidir. İçeriğinde<br />

Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra TBMM’nin açılış gününde<br />

Meclis yapısı hakkında açıklamadan başlayarak katledilen bütün<br />

aşamalar için söylevleriyle yaptığı açıklamalar vardır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Kurtuluş Savaşı’nı aynı zamanda bağımsızlık savaşı<br />

şeklinde geliştirip yönetime ulusun egemen olduğu yeni bir Türk<br />

devleti kurmayı hedeflemektedir. Bu devlet, ulus devlet olacaktır. Bu<br />

nedenle, ulusun söz sahibi olduğu Meclisin kurulması, onun için en<br />

önde gelen noktadır. Hatta, Kurtuluş Savaşı’nın silahlı gücü olan kuvayı<br />

Millîyenin düzenli ordu şekline dönüştürülmesi için bile Meclis<br />

kararını gerekli görmektedir. Önce Meclis, sonra ordu demektedir.<br />

Kongreler, Misakı Millî ile de ulusal egemenliğin siyasal yapı içinde<br />

yerini tanımlar. Bu da Meclis öncesi kısımda belirir.<br />

Meclisli yaşamın yapıta yansıması 24 Nisan 1920’de<br />

Mondros’tan Meclisin açılışına kadar geçen zamanda cereyan eden<br />

siyasi olayların açıklamasıyla başlar. 1921 Martından başlayarak<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Meclis Başkanı olarak yaptığı yıllık Meclis açılış söylevleri<br />

kesintisiz olarak kitapta yer alır.<br />

Bilindiği gibi, TBMM’nin açılışında bu Meclisin görevi, yurdun<br />

işgalden kurtarılması olarak saptanmıştır. 1922 yılının Eylül ayında<br />

Meclis bu görevini yerine getirir. 1923 yılı Mart ayında dördüncü<br />

toplanma yılına giren Meclis, görevini tamamlamıştır. Lozan, seçimler,<br />

Meclisi ikinci devreye getirir. Dolayısıyla, 13 Ağustosta İkinci<br />

Dönemin açılışını yapar. Bu tarihten sonra yapıtta her yıl Mart ayında<br />

ilgili dönemin Birinci, Kasım ayında İkinci Toplanma yılı açılış<br />

konuşmaları yer alacaktır. 1928 Üçüncü, 1931 Dördüncü, 1935 Beşinci<br />

Dönemin başlangıcıdır. İkinci dönemi 13 Ağustos’ta başlayan<br />

1923’den sonra her yıl <strong>Atatürk</strong>’ün 1 Mart ve 1 Kasım söylevleri vardır.<br />

Siyasal gelişmeleri Meclise bildirmek ve Meclis yapısı içinde<br />

tartışmaya açmak, demokrasi geleneği olmayan bir toplumu bu uygulamaya<br />

alıştırmak, bu yapıttaki söylevlerde çok dikkat çekici bir<br />

yöndür. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun 1876 <strong>yılında</strong> parlamenter<br />

sistemle tanıştığı, 1908-1920 arasından da bu sistemin uygulandığı,<br />

dolayısıyla, bu geleneğin zaten oluşmuş olduğu söylenebilir.<br />

Ancak, bu sistemin otokratik bir yönetimde uygulanması gerçek


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 53<br />

anlamda ulusun egemenliğindeki meclisten kuşkusuz çok farklıdır.<br />

Türk ulusu, gerçekten kendinsin söz sahibi olduğu meclis sistemiyle<br />

23 Nisan 1920’de tanışmıştır. <strong>Atatürk</strong>’ün Meclis söylevlerinin her<br />

birinde görüldüğü gibi, hesap veren, açıklama yapan, bilgilendiren<br />

bir Meclis başkanı ile karşılaşmıştır. Gerçekten de Mustafa Kemal<br />

Paşa sıradan bir Meclis Başkanı değildir. İlk olmakla örnek olmak<br />

gibi bir görev yüklendiğinin bilinciyle, içeriğinden hitaplarına kadar<br />

konuşmaları ve açıklamaları, son derece özenli seçilmiş bilgilendirmeler<br />

üzerine gelişmiştir. Meclisin açıldığı günlerde savaş gelişmelerine<br />

ilişkin açıklayıcı bilgileri tarihsel olayların söylenti şeklinde<br />

anlatılamayacağını yerleştirmek için belgelendirmiştir.<br />

Meclisin açıldığı sıralar, iç ayaklanmalar vardır. Kuvayi Millîye,<br />

daha sonra düzenli ordu, işgalcilerle olduğu kadar bu iç ayaklanmalarla<br />

da karşı karşıya kalmış, bir de iç savaş yaşanmıştır. İç ve dış<br />

destekli bu ayaklanmalar, Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya gelişinden<br />

itibaren Ankara’yı hedef almış, kenti çepeçevre sararak gelişmiştir.<br />

Mustafa Kemal Paşa, Meclistekileri sürekli bu olaylarla ilgili<br />

olarak bilgilendirmektedir. Bunları 1921 yılının ortasına kadar bu<br />

yapıtta bulabilmekteyiz. İçlerinden belki de en çarpıcı olanlarından<br />

biri, 24 Nisan 1920 tarihi ile Millet Meclisi Riyaseti Celilesine başlıklı,<br />

Mevcut 52 ulema ve eşrafı belde namına Belediye Reisi Hakkı<br />

ve Müftü Mevlüt imzalı bir telgrafla Beypazarı olaylarının haber verilmesidir.<br />

Mustafa Kemal Paşa bu telgrafı Meclis’te okumuş açıklamalarda<br />

bulunmuş, konu Meclis’te tartışılmıştır. Ama ne zaman?<br />

25 Nisan 1920’de. 9 Bu konuyu meclise taşımakla <strong>Atatürk</strong>, Meclisin<br />

daha ilk gününden kabul gördüğünü de göstermek istemiştir. Bilgilendirilmeyi<br />

halk için olsun Meclis üyeleri için olsun en gerekli olgu<br />

görerek basın yayın etkinliklerinin iç ve dış basını içerecek şekilde<br />

genel müdürlükle yönlendirilmesini sağlayıp bunu Mecliste açıklaması<br />

da kamu oyuna meclisin vermesi gereken önemi belgelemiştir.<br />

10 Ancak 1923’den sonraki söylevler sadece Meclis açılış nutukları<br />

ve CHP 1927, 1931 ve 1937 kurultaylarına özgü kalabilmiştir.<br />

Saltanatın kaldırılması gibi çok önemli bir dönüm noktasında verdiği<br />

uzun ve açıklayıcı İslam tarihi bilgisi, onun tarihe verdiği önemi<br />

9 Söylev ve Demeçler, Cilt I, Ank. 1961 s. 65.<br />

10 İbid, 122-<strong>125.</strong>


54<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

göstermektedir. 11 Teşkilatı Esasiye Kanunu için uzun açıklamaları,<br />

Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının sağladığı öz güvenle<br />

Pan İslamizm, Pan Turanizm gibi emperyalist emellere sapılmadığının,<br />

sadece bağımsız yaşam hakkı için savaşıldığının altını<br />

çizip “biz bize benzeriz” diyerek Anadolu’daki savaşın özelliğini tanımlayan<br />

konuşmaları, hep <strong>Atatürk</strong>’ün aydınlatıcı ve yüreklendirici<br />

kimliğini yansıtmaktadır. 12<br />

Özellikle 1924 <strong>yılında</strong>n sonra Meclis açılış söylevlerinin içeriği<br />

çok değişmiş, ancak, düzeni değişmemiştir. Savaş yerine yeni gelişen<br />

ilişkilerden, ekonomik bağlantılardan söz edilmektedir. Her yılın<br />

söylevinde olduğu gibi, kamu düzenini ilgilendiren tüm konulardan<br />

bir iki cümle ile de olsa söz edilmekte, neler yapıldığı ve yapılacağı<br />

anlatılmaktadır.<br />

Yapıttaki başlangıç yıllarının söylevleriyle ile 1929 sonrası dil<br />

farkı çok çarpıcıdır. <strong>Atatürk</strong>’ün Türk dilini en iyi kullanan kimselerden<br />

biri olduğu bilinmektedir. Ancak, ilk birkaç yılı söylevlerini<br />

günümüzün gençlerinin sözlüğe baş vurmadan anlayabilmesi olanaksızdır.<br />

Azayı Kiram, 1929’da Büyük Millet Meclisi’nin Muhterem<br />

Azası, 1934’de BMM’nin Sayın Üyeleri, Efendiler, Sevgili<br />

Arkadaşlar, Meclis çoğu zaman Kamutay olmuştur. Dil, gayet iyi<br />

anlaşılabilmektedir ve günümüz Türkçesine çok yakındır. Bununla<br />

birlikte bazı istatistik verilerde eski terminilojiden vaz geçmemiştir.<br />

Örneğin, ifa edilen hıdemat-ı mahalliye, zükur, inas, iptidai tahsil<br />

hala görülmektedir. Öte yandan 1933-35 yıllarında dil devrimi çok<br />

belirgin biçimde yansımaktadır.”Acun” “Ergani ödüncü” (madeni)<br />

“devlet gelirinin oranlandığı”<br />

CİLT II : <strong>Atatürk</strong>’ün TBMM ve Halk Partisi kurultayları dışında<br />

devlet merkezinde ve memleket içinde söylev ve demeçlerinin<br />

tam metinleri, gazeteler ve ajans haberleri ile karşılaştırılarak 1946<br />

<strong>yılında</strong> ilk baskısı yapılan 298 sayfalık bu ciltte toplanmıştır. Kapsadığı<br />

dönem Suriye’den gizlice geldiği Selanik’te 1906 <strong>yılında</strong><br />

Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik Şubesi kurulurken Hakkı<br />

Baha Pars’ın evindeki söyleşide konuştukları, Kırşehir gazetesinden<br />

alınarak bu cildin ilk söylevini oluşturmuştur. Yapıt, 29 Ekim 1938<br />

11 İbid, s. 269-280.<br />

12 İbid, 174-182, 187-220.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 55<br />

Cumhuriyet bayramı geçit töreninde Celal Bayar tarafından okunan<br />

Türkiye Cumhuriyeti Ordularına Mesaj’la son bulmaktadır.<br />

Bu yapıt, <strong>Atatürk</strong>’ün halkla konuşmalarını içerdiğinden, Türk<br />

devriminin topluma yansıtılışını anlatmak açısından kanımızca<br />

beş ciltlik dizinin en önemlisidir. Bu ciltteki söylevler incelenince<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün nerede neyi ve kime hitapla söylemesi gerektiğini çok<br />

özenle seçtiği görülür. <strong>Atatürk</strong>’ün Heyet-i Temsiliye ile birlikte<br />

Ankara’ya gelişinin ertesi günü yani 28 Aralık’ta, yerleşmiş olduğu<br />

Ziraat okulunda kendisini ziyarete gelen belli başlı Ankaralılar’a<br />

yaptığı, 13 NUTUK’ta da 220 sayılı vesika olarak yer verdiği konuşmadan<br />

başlayarak bu ciltte yer alan söylevlere dikkatle bakınca, ortaya<br />

çok ilginç bazı noktalar ortaya çıkmaktadır: Kurtuluş Savaşı’nın<br />

örgütlenmesi ve sürdürülmesi için belli bir plan program çerçevesinde<br />

hareket etmeye kararlılığına karşın, toplumun değer yargılarını<br />

iyi bilen ve ona göre değerlendiren bir lider olduğu, Nutuk’ta olduğu<br />

gibi, bu ciltte yer alan konuşmalarda da görülmektedir. Şöyle<br />

ki <strong>Atatürk</strong>’ün ilk Ankara konuşmasında İtilaf Devletlerinin Türklere<br />

yönelik kanıları olarak altını çizdiği iki nokta vardır: 14 Bunları şu<br />

sözlerle anlatır “Anasırı gayrımüslimeyi müsavat ve adalet düsturlarına<br />

tevfikan idareye gayrımuktedir olduğu” öbürü “milletimizin<br />

heyeti umumiyesiyle kabiliyetten mahrum bulunduğu”.Yine bu konuşma<br />

içinde çok önemli bir sözü, “Her halde alemde bir hak vardır.<br />

Ve hak kuvvetin fevkindedir.” 15 Bu sözler, <strong>Atatürk</strong>’ün amacının sadece<br />

Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırarak ülkeyi düşmandan kurtarmak<br />

olmadığını anlatır. Amaç, burada yansıtılan iki kanıyı, yani,<br />

Türklerin eşitlik ve adaletten yoksun olduklarını ve yeteneksiz nitelenmelerini<br />

ortadan silmek; bunları hak edilenden öteye uzanmayarak<br />

gerçekleştirmektir. Bir başka deyimle amaç, toplumu çağdaş<br />

uygarlık yolunda ilerleyecek bir ulus haline getirmek olacaktır. Türk<br />

ulusunun bağımsızlığının sağlanmasından sonra Türk devrimiyle,<br />

laik hukuk çerçevesinde, antiemperyalist bir anlayışla yeni bir<br />

devlet yapısına kavuşturulacağı, bu üç cümlecikte anlatılmıştır. Bu<br />

cümlelerden hareketle altını çizmemiz gereken noktalar, <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

13 Söylev ve Demeçler. Cilt II, Ank. 1952, s 4-15.<br />

14 Nutuk, Cilt III s. 1132.<br />

15 İbid,. s.184.


56<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

daha 1919 Ararlık ayının sonundaki özgüveni ve bu özgüveni Türk<br />

ulusuna da aşılama, ulusu sahip olduğu nitelik ve niceliklerine inandırmak,<br />

güvendirmek isteğidir. Nitekim, bu kitapta yer alan bundan<br />

sonraki bütün söylevlerinde bu ilkelere yönelik noktalar ortaya çıkmaktadır.<br />

Hedeflenen “Ulus devlet olarak çağdaş, demokratik hukuk<br />

devleti” modeli olunca, <strong>Atatürk</strong>’ün bu ilkeyi adım adım uyguladığı<br />

gözler önüne serilmektedir. Bu olgunun yine bu yapıtta bulduğumuz<br />

en önemli göstergesi, halkı dışlayan bir adım atmamasıdır..<br />

Bilindiği gibi, belirttiğimiz esaslara ulaşabilmek için gereken<br />

Türk devrimi, bir aydınlanma hareketidir. Bu hareketin temel taşları<br />

Kurtuluş Savaşı sırasında yerleştirilmeye başlanır. Ne var ki halkın<br />

büyük bir yüzdesi bilinçsizdir, daha önemlisi, bilgisizdir. Bu kitapta<br />

gözler önüne serilen özellik, <strong>Atatürk</strong>’ün her büyük ve önemli adımdan<br />

önce bir yurt gezisi yaptığıdır. Ankara’da Meclis kürsüsünden<br />

söylenmiş söylevlerle getirilen açıklamalarla kalmayıp mutlaka biriki<br />

yöreyi ziyaret eder ve halkla konuşarak gelmekte olan yeniliği haber<br />

verir, açıklar. Bu yurt gezileri aynı zamanda bir nabız yoklamasıdır,<br />

çünkü <strong>Atatürk</strong>, halkın hazır olmadığı bir gelişmeyi uygulamaya<br />

koymayı uygun bulmaz. Bildiği, kamu desteği olmaksızın, toplum<br />

tarafından benimsenmeden hiçbir yeniliğin kabul görüp sürekli olamayacağıdır.<br />

Bu noktadan hareketle, bu gezileri sırasında öğretmenlerle<br />

konuşmaya büyük önem verir. Bir öğretmen, onlarca öğrenci,<br />

ve aileleri demektir. Dolayısıyla, öğretmenlerin gidişi kavramış<br />

olmalarını ve öğrettiklerini konu olan yönde geliştirmeleri, devrim<br />

hareketlerinin benimsenmesinde en önemli bir etken olacaktır. Bu<br />

bilinçle, eğitim ordusunun desteğini arar. “Muallimden, mürebbiden<br />

mahrum bir millet henüz millet namını almak istidadını kesbetmemiştir.<br />

Ona alelade bir kütle denir. Millet denemez. Bir kütle millet<br />

olabilmek için mutlaka mürebbilere muallimlere muhtaçtır” 16 sözleriyle<br />

onlara görevlerinin önemini hatırlatır.<br />

Yine bu kitapta bir araya getirilmiş yurt gezilerindeki söylevlerden<br />

iki önemli noktaya daha varabiliyoruz. Bu da, cumhuriyetin<br />

duyurulması, halifeliğin kaldırılması gibi en önemli aşamalarda ordunun<br />

ve basının desteğini aramasıdır. Dönemin halka ulaşmada tek<br />

16 İbid, s. 235-36 Ekim, 1925.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 57<br />

yolu, gazetelerdir. Gazetelerin yaygınlığı ve okur yazar sayısı elbette<br />

günümüzle karşılaştırma kabul etmeyecek orandadır. Bununla birlikte,<br />

tek olanak olduğundan, 1923 yılı başında İzmit, 1924 yılı başında<br />

da İzmir’de gazetecilerle basın toplantısı yapıp çok ayrıntılı açıklamalarla<br />

sorularını yanıtlar.”Türkiye matbuatı milletin hakiki seda ve<br />

iradesinin tecelligahı olan Cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale<br />

vücuda getirecektir. Bir fikir kalesi, zihniyet kalesi” 17 diyerek basına<br />

düşen büyük görevi hatırlatır. Sonra ordu ileri gelenleriyle konuşur.<br />

1924 batı Anadolu gezisi, hem bir kaç ay önce duyurulmuş cumhuriyetin<br />

nasıl kabul gördüğünü hem de çok yakın zamanda kaldırılmak<br />

üzere olan halifeliğe yaklaşımı gözleyip gereken bilgilendirmeyi<br />

yapmak üzere planlanmıştır.<strong>Atatürk</strong>, İzmir’de harb oyunlarına katılarak<br />

askerin de görüşünü öğrenip desteğini sağlamayı istemektedir.<br />

“Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir. Biri millet kararı, diğeri<br />

en elim ve müşkül şerait içinde dünyanın takdiratına bihakkın<br />

kesbi liyakat eden ordumuzun kahramanlığı” 18 diyerek düşüncelerini<br />

açıklamış ve öğretmenlerden fikri hür irfanı hür vicdanı hür kuşaklar<br />

yetiştirmelerini istemiştir.<br />

Türkiye Lozan Anlaşmasıyla bağımsızlığını bütün dünyaya kabul<br />

ettirdikten sonra Türk devrimi, <strong>Atatürk</strong>’ün yaşamının amacı ve<br />

hedefi olmuştur. Türk ulusunun bu gidişi, Konferans sırasında da<br />

gözler önüne serildikçe Türk toplumuna ortaçağ toplumu gözü ile<br />

bakan yabancı ülkeler burada yeşermeye başlayan uygarlaşmayı<br />

görerek etkilendikleri kuşkusuzdur. Bu ciltte bu büyük çağdaşlaşma<br />

atılımının her adımını, <strong>Atatürk</strong>’ün topluma bu adımlara yönelik<br />

açıklamalarında bulmaktayız. Bu büyük uygarlık projesini bütün<br />

toplumu kucaklayacak bir hareket olarak gören <strong>Atatürk</strong>, konuşmalarında<br />

Tevfik Fikret’in “Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer” sözlerini<br />

tekrarlayarak 19 toplumun kadın erkek birlikteliğiyle oluştuğunun<br />

altını çizmiştir. Kadının toplum içinde yerinin erkekle her bakımdan<br />

eşit olması gereğine yönelik 1923 Ocak ayındaki İzmir konuşmasının<br />

“Yaşamak demek faaliyet demektir…Bir heyeti içtimaiyenin bir<br />

uzvu faaliyette bulunurken diğer uzvu atalette olursa o heyet mef-<br />

17 İbid. s. 167.<br />

18 Söylev ve Demeçler, Cilt II, s. 172.<br />

19 İbid, s. 235.


58<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

luçtur...Bizim heyeti içtimaiyemiz için ilim ve fen lazım ise bunları<br />

aynı derecede hem erkek hem kadınlarımızın iktisap etmesi lazımdır…Kadınlarımız<br />

da alim ve mürefennin olacaklar ve erkeklerin<br />

geçirdikleri bütün derecatı tahsilden geçeceklerdir. Kadınlar..erkekle<br />

beraber yürüyerek birbirinin muin ve müzahiri olacaklardır.” 20<br />

“Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle<br />

….aile hayatıyla yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.”<br />

Bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan<br />

mürekkeptir. Kabil midir ki bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim.<br />

Diğerini müsamaha edelim de kitlenin heyeti umumisi mahzarı<br />

terakki olabilsin? Mümkün müdür ki bir camianın yarısı topraklara<br />

zincirle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin?” 21 sözlerinde<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün kadın için düşünceleri ve beklentileri yansır. Kadın<br />

konusundaki sözleri, eğitimi, ekonomiyi, toplum yaşamının tümünü<br />

kapsar. <strong>Atatürk</strong>’e göre Kadın, kültür olayıdır.<br />

Çağdaşlaşmanın ekseninin eğitim kadar kültür olduğu bilinciyle<br />

<strong>Atatürk</strong>, yine değindiğimiz yurt gezilerindeki konuşmalarında aydınlanmanın<br />

kaçınılmaz ögesi olan kültür ve sanata da yer vermektedir.<br />

Topluma sanat sevgisi ve bilinci yerleştirmek isterken batı müziğini<br />

öne çıkarma çabaları kimi zaman alışılmadık bu müzik için<br />

tepkilerle karşılanmaktadır. Bu konuyu 1925 yılı Ekim ayında İzmir<br />

Kız Öğretmen Okulunda gündeme getirmiştir. Kız öğrencilerle konuşması<br />

sırasında “Hayatta musiki lazım mıdır?” diye sormuş ve bu<br />

soruyu “Hayatta musiki lazım değildir çünkü hayat musikidir. Musiki<br />

ile alakası olmayan mahlukat insan değildirler….Musikisiz hayat<br />

zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu, süruru ve her<br />

şeyidir” 22 sözleriyle yanıtlamıştır. Bu sözleriyle, sanattan kopuk bir<br />

devlet adamının sadece yönetici olacağını, toplumun mutluluğunu<br />

sağlamayı hedefleyen önder olamayacağını açıklamaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’teki insan sevgisine şu sözleri de eklenebilir: “İnsanları<br />

mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak gayrı insani ve<br />

son derece teessüfe şayan bir sistemdir. İnsanları mesut edecek yegane<br />

vasıta, onları birbirine sevdirerek karşılıklı maddi ve manevi<br />

20 İbid, s. 85.<br />

21 İbid, 212, 219.<br />

22 İbid, 235.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 59<br />

ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. Cihan sulhü içinde<br />

beşeriyetin hakiki saadeti, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalmasıyla<br />

ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktır” 23<br />

Engin tarih bilgisi, <strong>Atatürk</strong>’e sadece Türkiye’de değil, dünyada<br />

bütün ilerleme hareketlerinin en büyük düşmanının dogmalar<br />

ve skolastik düşünce olduğunu öğretmiştir. Ona göre Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin en büyük düşmanı da dayanaksız görenekler ve<br />

kara sestir. Cumhuriyeti kara sesten korumakta da siyasilere büyük<br />

görev düştüğünü şapka devrimi sırasında Ağustos ayı sonunda<br />

Kastamonu’da Cumhuriyet Halk Partisi binasında partililere söylevinde<br />

aşağıdaki sözleriyle anlatmıştır:<br />

“Ölülerden istimdat etmek medeni bir heyeti ictimaiye için şindir…<br />

Bugün ilmin, fennin bütün şumulüyle medeniyetin şulepaşında<br />

filan veya falan şeyhin irşadıyla saadeti maddiye ve maneviye arayacak<br />

kadar iptidai insanların Türkiye camiası medeniyesinde mevcudiyetini<br />

asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet biliniz ki Türkiye<br />

Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, mensuplar memleketi<br />

olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir” 24<br />

Cumhuriyet bile duyurulmadan, 20 Mart 1923’de Konya gençlerine<br />

seslenişi de aynı doğrultudadır:<br />

“Hakiki ulema ile dine muzır ulemanın yekdiğerine karıştırılması<br />

Emeviler zamanında başlamıştır…ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar<br />

hep dini alet edindiler, ihtiras ve istibdatlarını terviç için<br />

hep sınırı ulemaya müracaat eylediler…Artık bu milletin ne öyle hükümdar,<br />

ne öyle alimler görmeye tahammül ve imkanı yoktur. Artık<br />

kimse öyle hoca kıyafetli sahte alimlerin tezvirine ehemmiyet verecek<br />

değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini pek ala<br />

anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir emniyet sahibi olmaklığımız<br />

için bu intibahı, bu teyakkuzu, onlara karşı bu nefreti halası hakiki<br />

anına kadar bütün kuvvetiyle hatta mütezayit bir azimle muhafaza<br />

ve idame etmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlatmak<br />

isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların<br />

menfi istikamette atabilecekleri bir hatve yalnız benim şahsi imanı-<br />

23 İbid, s. 270.<br />

24 İbid, s. 218.


60<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

ma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla<br />

alakadar, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir<br />

hançerdir. Benim ve benimle birlikte hareket eden arkadaşlarımın<br />

yapacağı şey mutlak ve mutlak o adımı atanı tepelemektir. Şüphe<br />

yok ki arkadaşlar, millet bir çok fedakarlık bir çok kan pahasına en<br />

nihayet elde ettiği umdei hayatiyesine kimseyi tecavüz ettirmeyecektir.<br />

Bugün hükûmetin, meclisin, kanunların Teşkilat-ı Esasiyenin<br />

mahiyeti ve hikmeti hep bundan ibarettir. Sizlere bunun da fevkinde<br />

bir şey söyleyeyim: farzı muhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa,<br />

bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adımlar atanlar<br />

karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine<br />

tepeler ve yine öldürürüm.” 25<br />

CİLT III : <strong>Atatürk</strong>’ün Türk ve yabancı gazetecilere demeçlerinin<br />

tam metinleri ve ajans haberlerini içermekte olan ilk baskısı 1946’da<br />

yayınlanan 104 sayfalık bu ciltte <strong>Atatürk</strong>’ün düşünceleri kadar duygularını<br />

da yansıttığı karşılıklı görüşmeler yer almaktadır. Derlemeler,<br />

genellikle Hâkimiyet-i Millîye ve Vakit gazetelerindendir. Özellikle<br />

yabancı gazetecilerle konuşmalarda Türk dış ve iç politikaları<br />

da belirmektedir. Dış politika barış, iç politika da ulusal egemenliğe<br />

odaklanmıştır. Konuşmalarda Yapıt, Mondros’un imzalanmasından<br />

sonra <strong>Atatürk</strong>’ün İstanbul’a dönüşünden sonra ilk demeciyle başlamaktadır.<br />

Vakit Gazetesi muhabirine 18 Kasım günü verdiği bu<br />

demecinde “millet doğrudan doğruya umur-u millete karışmaz. Vekilleri<br />

olan heyeti mebusanın itimadına mahzar hükûmetin netice-i<br />

icraatına intizar eder” sözleriyle, Padişah, Halife ve saltanatın yönetime<br />

egemen olduğu o günlerde bireysel egemenliği yok bilip<br />

Meclis’in önemini belirtmektedir.<br />

Amasya’da Tasvir-i Efkar yazarı Ruşen Eşret Bey’e 24 Ekim akşamı<br />

verdiği demeçte ulusa sevgisini ve ulustan beklentisini bir anı<br />

naklederken söylediği “Bak birader, böyle milletten nasıl ayrılırsın?<br />

Bu palasparelerin içinde perişan gördüğün insanlar yok mu? Onlarda<br />

öyle yürek, öyle cevher vardır ki, olmaz şey! Çanakkale’yi kurtaran<br />

bunlardır” 26 sözleriyle anlatmaktadır.<br />

25 İbid, s. 147.<br />

26 Söylev ve Demeçler, Cilt III Ank. 1961, s. 10.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 61<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu kitapta yer alan yabancı gazetecilerle görüşmelerinin<br />

ilki 10 Mayıs 1920 tarihli Hâkimiyet-i Millîye’den alınan<br />

Chicago Tribune Gazetesi muhabiriyle söyleşidir. Bu görüşmeden<br />

son görüşme olan 29 Ekim 1936 da Yugoslav Gazetecilere demecine<br />

kadar hep barış ilkesi işlenmiştir. 17 Ocak günü United Telegraph<br />

muhabirine “Kan dökmek taraftarı olmayan milletimiz hakkı teslim<br />

ve vatanı derhal tahliye edildiği takdirde sulh ve müsalemet müzakeratına<br />

hazırdır” 27 sözleri, Kurtuluş Savaşı’nın en yoğun günlerinde<br />

barış düşündüğünü göstermektedir.<br />

TBMM yıldönümü dolayısıyla 24 Nisan’da Hâkimiyeti Millîye<br />

muhabiri ile görüşürken Türk ulusunun bütün dünyaya karşı durması<br />

düşüncesine ne zaman ve nasıl ulaştığı sorulduğunda, <strong>Atatürk</strong>,<br />

“Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük<br />

ecdadımın en kıymetli mevrusatından olan aşk-ı istiklal ile meftur<br />

bir adamım..Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın<br />

vücut ve baka bulabilmesi mutlak o milletin hürriyet ve<br />

istiklaline sahip olmasıyla kaimdir…Ben yaşayabilmek için mutlaka<br />

müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklal<br />

bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menafi icab<br />

ettirdiği takdirde beşeriyeti teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet<br />

muktezasından olan dostluk ve siyaset münasebatını büyük<br />

bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek<br />

isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarfınazar edinceye<br />

kadar biaman düşmanıyım” 28 demektedir.<br />

İzmir alındıktan, savaş bittikten sonra 26 Eylül’de Daily Mail’in<br />

bu kentteki muhabirine “Artık muharebeye devama sebep kalmamıştır.<br />

Ben suret-i ciddiyede sulh arzu ederim. Son taarruzu yapmaya<br />

arzum yoktu. Fakat Yunanlıları Anadolu’dan tard için başka<br />

çare bulamadım” 29 sözleri, <strong>Atatürk</strong>’ün barışçılığını çok açık olarak<br />

göstermektedir. Aynı gün, Yunan işgali altında yıllarca inlemiş olan<br />

İzmir’de özellikle Rumlara karşı ne gibi bir politika izleneceğini<br />

dünya merakla izlerken Chicago Tribune’in kendisiyle görüşmek<br />

üzere İzmir’e gönderdiği muhabirine de “Bir intikam ve mukabelei<br />

27 İbid, s. 16.<br />

28 İbid, s. 24.<br />

29 İbid, s. 44.


62<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

bilmisil fikrinde değiliz. Buraya eski hesapları araştırmaya gelmedik,<br />

bizim için mazi gömülmüştür.” 30 diyecek kadar humanisttir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türkiye’ye kazandırmak istediği sadece sınırsal ve<br />

yönetsel bağımsızlık değil, aynı zamanda eğitim ve kültür bağımsızlığıydı.<br />

Bu olgunun kazanılması Türk deviminin devamlılığını<br />

sağlayacaktı. Bu nedenle tüm öğretim kurumlarının birleştirilerek<br />

öğrenimin ulusallaştırılması, büyük önem taşımaktaydı. Bu güçlü<br />

adımın yaklaşmakta olduğu, daha Cumhuriyet duyurulmadan anlaşılmıştı.<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin duyurulması üzerine kendisini<br />

ziyaret eden Fransız gazeteci Maurice Pernot ile yabancı okullar<br />

hakkında konuşurken geçmişte Fransız okullarının Türk kültürüne<br />

katkısı olduğunu söyleyip “biz hepimiz Fransa’ nın hars membaından<br />

içtik. Ben bile çocukken Fransız mektebine gittim…. Müesseseleriniz<br />

aynı sınıfa Türk müessesatına mevzu olan kanun ve nizama<br />

riayet ettikçe kalabilir... Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır.<br />

Ecnebiler…hürriyetimize müşkilat irasına çalışmamak şartıyla burada<br />

daima hüsnü kabul göreceklerdir... Memleketler muhteliftir fakat<br />

medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegane medeniyete<br />

iştirak etmek lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sukutu garbe<br />

karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak, kendisini<br />

Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu<br />

bir hata idi bunu tekrar etmeyeceğiz...” 31 ...Ve söz yurt içinde ve dışında<br />

merak konusu olan halifelik-din bağlantısına gelince “Dinime<br />

bizzat hakikate nasıl inanıyorsam öyle inanıyorum. Şuura muhalif,<br />

terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye’ye istiklalini<br />

veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni, itikadat-ı<br />

batıladan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası<br />

gelince tenevvür edeceklerdir. Onlar ziyaya takarrup edemezlerse<br />

kendilerini mahv etmiş demektir. Onları kurtaracağız” sözleriyle<br />

Türk toplumunu sözde dinsel bağlarla kendi sömürgelerindeki Müslümanlara<br />

yaptıkları gibi tutsak almak isteyen batı yayılmacılığına<br />

da meydan okumaktadır.<br />

Yobazlıkla dindarlığı ayırmaya hep özen gösteren <strong>Atatürk</strong>, dinin<br />

siyasete alet edilemeyeceğini Halifeliğin kaldırılması sırasında de-<br />

30 İbid, s. 45.<br />

31 İbid, s. 66-70.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 63<br />

falarca tekrarladığı sözleri, bu kurumun kaldırıldığı yıl Cumhuriyet<br />

bayramı dolayısıyla 31 Ekim 1924’te görüştüğü Vakit muhabirine de<br />

tekrarlar: “ Türkiye’de esasen mürteci yoktur. Vehim vardı, vesvese<br />

vardı… Bundan sonra yalnız bir şey varid-i hatır olabilir. O da bazı<br />

adi politikacıların, hasis menfaatperestlerin o vehim ve hayali uyandırmağa<br />

çalışması o yüzden temin-i hırs ve menfaat düşüncesinden<br />

ibarettir. Temin ederim ki, bütün mevcudiyetimle temin ederim ki,<br />

bu gibiler her ne şekil, suret ve vesile ile olursa olsun, mevcudiyetlerini<br />

ihsas ettikleri gün, Türk milletinin amansız kahrına hedef olmaktan<br />

kurtulamayacaklardır”. <strong>Atatürk</strong>, Türkiye için gerçek tehlike<br />

gördüğü gericiler hakkında toplumu her vesile ile uyarmaktadır. Bu<br />

konuşma sırasında bu uyarıyı şu sözlerle topluma yansıtır: “Artık<br />

Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu<br />

gibi oyuncular varsa kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar.<br />

Mazinin gafletleri ve paslı aletleri Türkiye halkının dimağından silinmiş<br />

olduğundan şüphe ve tereddüde mahal yoktur. Vasıl olduğumuz<br />

mesut vaziyetten bir hatve geri gitmek, kimsenin mevzuubahs<br />

etmeğe dahi salahiyettar olmadığı kati bir hakikattir.” 32<br />

Aynı bağlamda, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulduğunda<br />

bu partinin programı ve özellikle dine yönelik maddelerinin<br />

hükûmetin baskıcı yönetim uygulaması ile bağlantılı olup olmadığını<br />

din hakkında başka ayrıntılı sorularla soran Times muhabirine<br />

<strong>Atatürk</strong>, söz konusu maddenin parti tarafından halkı din açısından<br />

çekmek için koyulduğunu, kısacası, yine dinin siyasete alet edildiğini<br />

anlatarak şu yanıtı vermiştir: “Efkarı itikadatı diniyeye hürmetkar<br />

olmak, ötedenberi tabii ve umumi bir telakkidir. Bunun aksini düşünmek<br />

için sebep yoktur. Hâkimiyeti millîyemiz asla tehlikeye maruz<br />

değildir. Bütün millet onun müdrik ve vefakar muhafızıdır. ….bu<br />

yoldaki ima ve telmihlerin nazarı millette hiçbir kıymeti yoktur.” 33<br />

Osmanlı yenilik hareketlerinin yobaz zihniyetliler tarafından engellendiğini<br />

çok iyi bilen <strong>Atatürk</strong>, bir yandan ulusu bu konuda aydınlatmayı<br />

hedeflerken bir yandan da yurt dışından gelen hemen hemen<br />

bütün gazetecilere Türkiye’nin dinden vazgeçmediği, ancak, bunun<br />

halkı kandırma vasıtası olarak kullanılmasına da izin verilmeyeceği<br />

32 İbid 75.<br />

33 İbid s. 78


64<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

mesajını vermektedir. 21 Mart 1930’da görüştüğü Vossiche Zeitung<br />

muhabirine de bu bağlamda açıklamalar yaparken Kuranı Kerim ve<br />

Hz. Muhammed’in hayatına ait bir kitabı Türkçeye çevirttirmekte<br />

olduğunu anlatır. “Halk, tekerrür etmekte bulunan bir şey mevcut olduğunu<br />

ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka<br />

işleri olmadığını bilsinler. Camilerin kapanmasına hiçbir kimse taraftar<br />

olmamasına rağmen, bunların bu suretle boş kalmasına taacüp<br />

ediyor musunuz?... Türk yalnız tabiatı takdis eder...” demesi üzerine<br />

muhabir, Goethe’nin tabiata “Allahlar” dediğini hatırlatınca <strong>Atatürk</strong>,<br />

yine bağımsızlığı vurgulayan şu yanıtı verir: “Takdise layık ancak<br />

cemiyet-i beşeriyenin reisi olan kimsedir” Konuşma sırasında konuğu,<br />

bilime dört elle sarıldığını anladığı <strong>Atatürk</strong>’ün talih ve tesadüf<br />

üzerine görüşlerini sorunca aldığı yanıt “Talihin esası, tatbiki mümkün<br />

olan mesailde tefekkür ve mülahaza ettikten sonra işe başlamaktır.<br />

Kumandan olan bir kimsenin büyük bir azim ile fırsatları elinden<br />

kaçırmaması lazımdır. Aynı zamanda akla muvafık olan şeyleri takip<br />

etmesi lazım gelir.” 34 <strong>Atatürk</strong> bu sözleri ile akılcı ve gerçekçi bakış<br />

açısından başkasına yaşamında yer vermediğini anlatmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, 1926 Haziranında İzmir’de karşılaştığı suikast teşebbüsünün<br />

aslında Cumhuriyete bir kasıt olduğunu bilerek “Teşebbüsü<br />

elimin benim şahsımdan ziyade mukaddes Cumhuriyetimize ve<br />

onun istinat ettiği ali prensiplerimize müteveccih bulunduğuna şüphe<br />

yoktur... Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin<br />

bir vücudun izalesi ile haleldar olabileceği zehabında<br />

bulunanlar çok zayıf dimağlı bedbahtlardır….Benim naçiz vücudum<br />

elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar<br />

kalacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetini zamin prensiplerle<br />

medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeğe devam edecektir.” 35<br />

diyerek Cumhuriyetin öneminin bireysel kaygılardan çok üstün olduğunu<br />

anlatması da kuşkusuz onun hem yurt sevgisini, hem cumhuriyetçiliğini<br />

belgeleyen en önemli sözlerinden biridir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Amerikalı gazeteci Gladys Baker ile İkinci Dünya<br />

Savaşı’nı getirecek kara bulutlar dolaşmaya başladığı sıralarda yaptığı<br />

söyleşi de barış ağırlıklı olmak yönünden öbür yabancı gazete-<br />

34 İbid, s. 84-88.<br />

35 İbid,s. 80.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 65<br />

cilerle konuşmalarından farklı değildir. 21 Haziran 1935’de savaşın<br />

gelmekte olduğuna ve Amerika’nın bu savaşın dışında kalamayacağına<br />

işaret ettiği bu söyleşide Bayan Baker, <strong>Atatürk</strong>’e dışarıda çok<br />

merak konusu olan diktatör olup olmadığı sorusunu da yöneltmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yanıtı, diktatörlerin en ön adımlarının bu niteliklerini duyurmak<br />

ve kabul ettirmek olduğu dikkate alındığında, hiçbir soruya<br />

yer bırakmayacak içeriktedir: “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim<br />

olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de<br />

yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca<br />

hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerinin iradesine ramedendir.<br />

Ben, kalbleri kırarak değil kazanarak hükmetmek isterim.”<br />

Söyleşisini Baker’in kendisine mutlu olup olmadığını sorması üzerine<br />

şu sözlerle bitirir: “Evet, çünkü muvaffak oldum.” 36<br />

CİLT IV. ATATÜRK’ÜN TAMİM TELGRAF VE BEYAN-<br />

NAMELERİ : 1964 <strong>yılında</strong> 649 sayfa olarak yayınlanan bu yapıt,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün 1917 <strong>yılında</strong> Osmanlı Devleti henüz savaştan çekilmeden<br />

Başbakan ve İçişleri Bakanı olan Talat Paşa’ya ve Başkumandan Vekili<br />

ve Harbiye Nazırı olan Enver Paşa’ya ayrı ayrı gönderilen genel<br />

değerlendirme raporuyla başlar. Yapıt, 1938 Eylül ayında Hatay’ın<br />

anavatana katılmasından önce bağımsız devlet konumunu kazandığı<br />

kısa bir süre içinde başa gelen yeni yöneticilere kutlama telgraflarıyla<br />

son bulur. <strong>Atatürk</strong>’ün kronolojik bir sıralama içinde derlenmiş<br />

resmi yazışmalar, telgraflar, raporlar ve genelgelerdeki imzaları bile<br />

bu yapıta <strong>Atatürk</strong> araştırmacılığı açısından özel bir kimlik kazandırmaktadır.<br />

Şöyle ki kitapta <strong>Atatürk</strong>’ün ilk imzaları Yedinci Kolordu<br />

Komutanı Mir-i Liva Mustafa Kemal’dir. İlerleyen tarihler içinde,<br />

görev ve sorumluluklarına göre Fahri Yaver Hazreti Şehriyari Yıldırım<br />

Orduları Kıtaatı Kumandanı, 9. Ordu Müfettişi, Üçüncü Ordu<br />

Müfettişi Mustafa Kemal imzalı yazıları, 7 Temmuz’da askerlikten<br />

istifasıyla sadece Mustafa Kemal’e dönüşür. Erzurum Kongresinde<br />

Heyeti Temsiliye’nin kurulmasından sonra Şarki Anadolu Müdafaa-i<br />

Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliye azası olarak imzaladığı yazıları,<br />

Sivas’ta Kongre Reisi, sonra Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti<br />

Heyeti Temsiliyesi namına, 1920’de TBMM’nin açılışından<br />

sonra, 24 Nisan’dan başlayarak Büyük Millet Meclisi Reisi unva-<br />

36 İbid,, s. 100.


66<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

nıyla imzalanmıştır. 9 Ağustos 1921 (1337)den 4 Ocak 1923’e kadar<br />

Başkumandan sözü de eklenmek üzere, kimi zaman da sadece<br />

Başkumandan olarak imzalanmış yazışmalar, bu tarihten sonra Gazi<br />

Mustafa Kemal, 1 Kasım 1923’ten sonra Reisicumhur Gazi Mustafa<br />

Kemal, soyadı yasası çıktıktan sonra da 2 Aralık 1935’den başlayarak<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> olarak imzalamaktadır. <strong>Atatürk</strong>’ün bu yapıtın belgelerindeki<br />

unvanları bile Birinci Dünya Savaşı bitiminden ölümüne<br />

kadar olan zaman diliminin akışını izlemek açısından işlevseldir.<br />

Kitapta ilk belge olan yukarıda değindiğimiz raporda <strong>Atatürk</strong>,<br />

savaş sona ermek üzereyken ülkedeki durumu “evlerinde kalan ahali…ya<br />

kadınlardan, ya acizlerden veya firarilerden ibaret….cihanın<br />

en müşkül işlerini görmek üzere bin mevcutlu taburlarla bana gönderilen<br />

59. fırkanın ellisi ayakta durmaya mecalsiz zuafadan ibaret<br />

olduğundan tefrik edilmiş ve sağlam kalan efrat 17/20 yaşındaki<br />

neşvünemasız çocuklarla 45/55 yaşındaki amelimandalar” “…harp<br />

devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike her<br />

taraftan çürüyen binayı muazzamı saltanatın birgün dahilen birdenbire<br />

ve hep birden çökmesi ihtimalidir” “..Bu muhtasar nazari<br />

umumiden neticei istidlalim….imkanı halas ve hayat mevcut olup<br />

ancak tedabiri saibeyi bulmak” 37 sözleriyle anlatmaktadır. Bu bilgi,<br />

savaş biterken Osmanlı’nın yüz yüze kaldığı kara tabloyu çizerken,<br />

dikkatli bir bakışla görüleceği gibi, çok kısa bir süre sonra başlayacak<br />

olan Kurtuluş Savaşı’nın insan gücünü de ortaya koymaktadır.<br />

Değindiği güçsüzlük içinde bile umutsuzluk sözünü ağzına almayan<br />

<strong>Atatürk</strong>, işte burada söz ettiği halkı örgütleyecektir. Raporun geri<br />

kalan ekinde bir iki ayrıntı daha vardır: “Falkenhayn (Kumandası altında<br />

bulunduğu Alman General) her vesilede herkese karşı.. Alman<br />

menfaatini en ziyade düşüneceğini söyleyecek kadar ne askerî ne<br />

siyasi Falkenhayn’a asla itimadım yoktur… Hakikatte ideali bütün<br />

Arabistanı Alman idaresine almak idi... Araplar Türklere düşmandır…<br />

Bu halde takviyei hükûmet ve memleket şartı şöyle dursun<br />

memleket kamilen bizim elimizden çıkarak bir Alman müstemlekesi<br />

haline girmiş olacaktır. Bu devirde memleketin hiçbir köşesinin herhangi<br />

bir ecnebi tahtı nüfuz ve idaresine verilmesi hayatı saltanatı<br />

katiyen ihlal ve iptal eder.” Bu durumda ya Sina’nın tek kumandanı<br />

37 <strong>Atatürk</strong>’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, Cilt IV s. 1-7, 11-12.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 67<br />

olmak veya 7’nci ordu kumandasının kendisinden alınmasını istemektedir.<br />

Bu belge, <strong>Atatürk</strong>’ün askerî ve politik bilgisine olduğu kadar<br />

özgüvenine de çok güzel bir örnek oluşturmaktadır.<br />

Mondros’un Karadeniz’de uygulanmasını sağlamakla görevlendirilerek<br />

için padişah tarafından Anadolu’ya gönderilen <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

amacının ulusal Kurtuluş Savaşı örgütlemek olduğunun anlaşılması<br />

üzerine geri çağırılması, onunsa askerlikten istifa etmesi, Kurtuluş<br />

Savaşı’nı İstanbul’un baskısını üzerinde hissetmeden örgütlemesine<br />

ortam oluşturacaktır. Ancak, istifa dilekçesindeki “Bundan sonra<br />

gayei mukaddesei millîyemiz için her türlü fedakarlıkla çalışmak<br />

üzere sinei millette bir ferdi mücahit suretile bulunmakta olduğumu<br />

tamimen arz ve ilan eylerim.” 38 sözleri, dolambaçlı yola sapmayarak<br />

amacını ortaya koymasıdır. Üniformasını giydiği devlete karşı tavır<br />

almayı içine sindiremeyerek resmi bağlantılarını kestiğini de gösteren<br />

bu istifa mektubunun benzeri, aynı mücadeleye katılan Rauf Bey<br />

tarafından da yazılmıştır. Şu farkla ki Rauf Bey istifasında “hilafet<br />

ve saltanat kurtarılana kadar” sözünü kullanmıştır. Kısacası, söz konusu<br />

dilekçe, daha millî mücadelenin ilk adımında bu mücadelenin<br />

önde gelen isimleri arasında ülkü birliği olmadığını belli eden önemli<br />

bir belgedir.<br />

Sivas Kongresi’nde Mondros’tan sonra işgale uğrayan bölgeleri<br />

savunmak için oluşturulan bütün kuruluşların birleşerek Anadolu<br />

ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulduğunu Sivas Valiliğine<br />

bildiren 11 Eylül tarihli dilekçe ve ekli beyanname, <strong>Atatürk</strong>’ün yasallık<br />

olgusuna bağlılığının çok önemli bir göstergesidir. Dünyanın<br />

Anadolu’daki harekete bir ihtilal, düzene başkaldırı olarak baktığı<br />

günlerde O, askerlikten istifa etmiş bir ihtilal lideri olarak her hangi<br />

bir makama bağlı olmadan hareket edebilecek durumdayken ülkenin<br />

yasaları çerçevesinde hareket etmekle, bir bakıma ülkü birliğinde olduğu<br />

kimselere kurulacak yeni Türk devletinin yasaları önde tutan<br />

bir hukuk devleti olacağını anlatmaktadır. 39 Stratejik işgal altındaki<br />

İstanbul’da Sivas Kongresi ile toplanması sağlanan Meclisi Mebusanın<br />

sağlıklı bir çalışma yapamayacağını bilerek Meclis çalışmalarını<br />

daha yakından izlemek üzere Heyeti Temisliye ile Ankara’ya gelmesi<br />

uzak görüşünün, Ankara’daki meclisi de ancak İstanbul’un resmen<br />

38 İbid, s. 49<br />

39 İbid, s. 59, 60


68<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

işgal edilmesi üzerine toplamasıysa devlet saygısının göstergeleridir.<br />

Anadolu’daki harekete katılmak isteyen İstanbul’dan kaçan mebuslar,<br />

gazeteciler ve Veliahd Yusuf İzzet Paşa ile ilgili bilgilendirme<br />

yazışmalarının her biri, <strong>Atatürk</strong>’ün ulusal egemenliği her kavramın<br />

önünde tuttuğunun ve sarsılmasına asla razı gelmeyeceğinin ifadeleridir.<br />

40 Millî Mücadele kadrosunu idam cezasına çarptırarak halkı<br />

olumsuz yönde etkilemeye çalışan İstanbul hükûmetine aynı silahla<br />

karşılık verip Ankara Müftüsüne millî mücadeleye katılmanın caiz<br />

olduğu fetvası verdirmesi 41 , halkın psikolojisini çok iyi bildiğinin<br />

göstergesi sayılabilir.<br />

Cumhuriyetin duyurulmasından sonra bu yapıttaki belgeler de<br />

öbürleri gibi hem sayıca azalmakta hem içerik olarak değişik boyutlara<br />

dökülmektedir. 1930’lu yılların ortalarındaki belgelerde öztürkçe<br />

kelimeler günümüzdekinden daha katı biçimde kullanılmış olması<br />

(11 Aralık 1935 Mülkiye Kuruluş Yıldönümü yazısındaki gibi,) 42<br />

yine dil devriminin gelişmesini anlatmaktadır.<br />

CİLT V : <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri Tamim ve Telgrafları<br />

Cilt V olarak 1972 <strong>yılında</strong> Dr. Utkan Kocatürk ve Sadi Borak tarafından<br />

yayınlanan 223 sayfalık yapıt, adından da anlaşılacağı gibi hem<br />

söylevleri ve demeçleri hem de telgraf ve genelgeleri kapsar. Bunlar,<br />

ilk dört cilt yayınlandıktan sonraki araştırmalarda karşılaşılan yeni<br />

saptamalardır. V. Cildin içeriği, ilk dört cildin her birinin türlerini sıralayarak<br />

hazırlanmıştır. Şöyle ki, ilk bölümü TBMM konuşmaları,<br />

ikincisi yurt gezileri ve Meclis dışı konuşmaları, üçüncüsü genellikle<br />

yerli ve yabancı gazetecilerle söyleşiler ve demeçler ve dördüncü<br />

bölümü telgraflar ve genelgeleri içermektedir. Bu yapıt, Sivas<br />

Kongresi’nin bitiminden sonra, 13 Eylül tarihinde Tasvir-i Efkar muhabiri<br />

ile söyleşiyle başlayarak 1938 yılı Ekim ayına kadar uzanan<br />

bir zaman dilimini içermektedir. Gerek Büyük Millet Meclisi’nin<br />

açılışından gerek Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından ve Cumhuriyetin<br />

duyurulmasından sonra yeni devleti tanıyan ülkelerin sayısı<br />

çoğaldıkça bu ülkelerin Ankara’da büyükelçiliklerinin açılması<br />

biribirini izlemektedir. Büyükelçiler itimatnamelerini sunduklarında<br />

40 İbid, S. 259, 273, 277, 288.<br />

41 İbid, s. 298.<br />

42 İbid, s. 575.


TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİNİN BAŞLICA KAYNAKLARINDA ATATÜRK 69<br />

<strong>Atatürk</strong>, her birini Kurtuluş Savaşı’nın yoğun günlerine rastlasalar<br />

bile, zarif teşekkürlerle yanıtlamaktadır. 43 Gerek büyükelçilere verilen<br />

yanıtlar, gerekse büyükelçilerin <strong>Atatürk</strong> tarafından kabul edildiklerinde<br />

verdikleri söylevlere yanıtlar, öbür ciltlerde olmayan yeniliklerdir.<br />

Bu yanıtlar, her birinde Türk dış politikasına egemen barış<br />

ilkesinin işlenmesi kadar Türkiye’yi resmen tanımaları sıralamasını<br />

da göstermektedir İçlerinde 6 Ağustos 1925 tarihi ile Yunan Sefiri’ne<br />

verilen yanıttaki son cümle “Bu mesainizde hüsn-i muvaffakiyetinizi<br />

diler ve Yunanistan’ın saadet ve refahı hakkındaki temennilerimi<br />

beyan eylerim” yıllarca süren Türk-Yunan çarpışmalarının acılarını<br />

silmek isteğini yansıtırken <strong>Atatürk</strong>’ün bir kez daha barışçı kimliğini<br />

ortaya koyan bir anlatımdır. Amerika Birleşik Devletleri’nin<br />

Türkiye’yi resmen tanımadaki gecikmesi de bu belgeler arasında<br />

ilginç bir noktayı hatırlatmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçlerinden kendisini ön plana çıkarmak<br />

sevdasında bir kimse olmadığını anlamaktayız. Bu ciltte 1922<br />

yılı Ocak ayında Vakit Gazetesi Başyazarı ile söyleşisinde ailesini<br />

ve kendini anlatması türünün ender karşılaşılan örneklerindendir. 44<br />

Her cildi Kurtuluş Savaşın’dan <strong>Atatürk</strong>’ün ölümüne kadar bir<br />

tarih dilimini aydınlarıcı belgeler olan <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri,<br />

tarihsel olaylara ışık tutmak kadar <strong>Atatürk</strong>’ün özelliklerini de<br />

anlatan bir dizi olarak Türkiye Cumhuriyeti Tarihi çalışmalrında kesinlikle<br />

göz ardı edilmemesi gereken yapıtlardır. Ne var ki, dil açısından<br />

günümüz Türkçesine çok uzak içeriği, özellikle genç kuşakların<br />

bu yapıtlardan gereği gibi yararlanmasını engellemektedir. Bu<br />

yapıtların günümüz Türkçesinde yeniden yayınlanmasını sağlamak,<br />

<strong>Atatürk</strong> ve yakın tarihimizle ilgili kurumların önde gelen uğraşılarından<br />

olmalıdır.<br />

Türkiye’yi içinde bulunduğu üzücü durumdan kurtarmak ve tekrar<br />

ezilen ülkelere çağdaş uygarlık yolunda ilerlemede model olan<br />

ülke haline getirebilmek, yetişecek kuşakların <strong>Atatürk</strong>’ün getirdiği<br />

aydınlanmanın bilinciyle yetişmesini sağlamak ve bunu yürütecek<br />

özgüvene kavuşturmakla sağlanabilir. Bunun için de özellikle ülke<br />

yöneticilerinin ve eğiticilerin <strong>Atatürk</strong>’le ilgili bu yapıtları anlayarak<br />

43 Söylev ve Demeçler, Cilt V, Ank. 1972, s28, 29, 31, 35 v.s..<br />

44 İbid, s. 84-95


70<br />

SEÇİL KARAL AKGÜN<br />

okumaları, ondan sonra da okutmaları, anlatmaları, öğretmeleri gerekir.<br />

Bu yapıtlarda okunanları anlamak ve değerlendirmenin, okuyanı<br />

aydınlığa ulaştıracağı hiç tartışma götürmeyen bir gerçektir. Bu<br />

yapıldığında Türkiye’nin bir zamanlar üstlendiği aydınlatıcı görevi<br />

yeniden üstlenmemesi ve yerine getirmemesi için bir neden kalmayacaktır.


ÖZSOY OPERASINDAN SADABAD PAKTINA:<br />

ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA DEHASI<br />

Yrd. Doç. Dr. Gülseren AKALIN<br />

Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra kurulan<br />

genç Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli atılımlar, devrimler gerçekleştirilmiştir.<br />

Gündelik hayattan eğitim ve bilime, ekonomiden tarım<br />

ve sanayiye kadar pek çok alanda yapılan çalışmalarla çağdaş bir<br />

cumhuriyet kurulmuştur. Elbette, Türkiye’nin çağdaşlaşmasında sanat<br />

alanında atılan adımlar da çok önemli bir yere sahiptir. Çağdaş<br />

uygarlık düzeyine ulaşılabilmesi Geleneksel Türk sanatının yanı sıra<br />

çağdaş sanatlarla da ilgili çalışmalar yapılması için ortamın oluşturulması,<br />

yeni kurumlar kurulması, bu kurumlara ve kişilere imkânlar<br />

sağlanması gerekiyordu.<br />

Ülkemizde klasik Batı müziği, opera, bale gibi sanat dallarının<br />

sahnelenmesi ve icra edilmesi de Cumhuriyet ile birlikte yaygınlaşmıştır.<br />

Osmanlı döneminde İtalyan gruplarının İstanbul’da sahnelediği<br />

operalarla Türk toplumu bu sanatla tanışmıştı ancak Türk toplumu<br />

birtakım girişimler olsa da uzun süre kendi dilinde operasını yazamamış,<br />

besteleyememiş ve sahneleyememişti. İlk Türk operasının<br />

librettosunun yazılması, bestelenmesi ve sahnelenmesi Cumhuriyet<br />

döneminde mümkün olmuştur. Yazılan bestelenen ve sahnelenen ilk<br />

Türk operası Özsoy’dur. Özsoy, Türk opera tarihinin başlangıcıdır,<br />

Türk müzik tarihinde önemli bir yere sahiptir. Ancak Özsoy, Türk<br />

opera ve müzik tarihinin önemli bir eseri ve bir ilk olma özelliğinin<br />

yanı sıra Cumhuriyet dönemi Türk dış politikasını şekillendiren bir<br />

düşüncenin aracı ve <strong>Atatürk</strong>’ün dehasının bir sonucudur.<br />

Bir opera, Türk dış politikasını şekillendirmede nasıl aracı<br />

olabilir? Bir opera eseri, müzik sanatı ve müzik tarihi dışında dış<br />

politika alanında nasıl önem kazanır sorusu, ancak <strong>Atatürk</strong>’ün de-


72<br />

GÜLSEREN AKALIN<br />

hası ile açıklanabilir. Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk operası<br />

Özsoy, <strong>Atatürk</strong>’ün isteği ile yirmi yedi günde hazırlanarak İran<br />

Şahı’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında sahnelenmiştir. İran Şahı Rıza<br />

Pehlevi’nin 1934 yılı Haziranında Türkiye’ye yapacağı resmî ziyarete<br />

<strong>Atatürk</strong> büyük önem veriyordu. Çünkü XVIII. ve XIX. yüzyıllarda<br />

Türkiye ve İran toprakları başta İngiltere ve Rusya olmak üzere<br />

birçok devletin çıkar çatışmasına hedef olmuştu. Özellikle İngiltere<br />

ve Rusya, zaman zaman bölgeyle ilgili emellerinde birbirlerini karşılarına<br />

almamak için aralarında üstünlük paylaşımı diyebileceğimiz<br />

antlaşmalar yapmışlardı. Dünya tarihini ve Türk tarihini çok iyi bilen<br />

ve olayları çok iyi değerlendirme yetisine sahip olan <strong>Atatürk</strong>, geçmişte<br />

benzer gelişmeleri yaşamış ve XX. yüzyılın başlarında bağımsızlıklarını<br />

elde etmiş bölge ülkelerinin gelecekte de aynı tehlikeleri<br />

yaşamamaları için bağımsızlıklarını korumaları düşüncesindeydi.<br />

“Devrimler ve düşünceler sanatla yayılır” ilkesini benimsemiş<br />

olan <strong>Atatürk</strong>, 1934 <strong>yılında</strong> İran Şahı’nın ziyareti sırasında dış politikadaki<br />

düşüncelerini Özsoy operası adı altında Şah’a anlatmayı<br />

tercih etmiştir. Bu düşünce, istenilen sonuca ulaşmayı sağlamış<br />

ve aralarında bazı anlaşmazlıklar olan İran, Irak, Afganistan ve<br />

Türkiye’nin 1935’te hazırladıkları ancak iki yıl sonra imzaladıkları<br />

Sadabad Paktı, <strong>Atatürk</strong>’ün büyük dehası sonucu gerçekleştirilmiştir.<br />

Sadabad Paktı’nın kurulmasıyla ilgili birçok sebep gösterilebilir.<br />

Ancak bu sebeplerin arasında <strong>Atatürk</strong>’ün konusunu bizzat kendisinin<br />

seçtiği, kurgusunu tasarladığı ve Türk – İran dostluğunu vurguladığı<br />

Özsoy Operası da önemli bir yer tutar. Özsoy’un yalnızca Şah’ın<br />

Türkiye’yi ziyareti sırasında yazılması, bestelenmesi ve sahnelenmesi<br />

de bu düşüncenin doğruluğunu ortaya koymaktadır.<br />

İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti ile ilgili hazırlıklar<br />

aylar öncesinden başlamıştı. Şah, daha Türkiye’ye gelmeden gerek<br />

Türkiye’de gerek İran’da gerek bölge ülkelerinde ve dış dünyada, yapılacak<br />

bu ziyaret önemli yankılar bırakıyordu. İran Şahı’nı sınırda<br />

karşılamak üzere Üçüncü Ordu Müfettişi Ali Sait Paşa başkanlığında<br />

bir heyet de görevlendirilmişti (Hâkimiyet-i Millîye, 10.06.1934: 1).<br />

Türkiye’deki gazeteler de İran’ın önemi, tarihte Türk – İran ilişkileri,<br />

iki ülkenin iş birliği sonucunda bölgede meydana gelebilecek


ÖZSOY OPERASINDAN SADABAD PAKTINA:ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA DEHASI 73<br />

olumlu gelişmeler üzerine yazılar yayımlamaya başlamıştı. 1<br />

Durum İran’da da farklı değildi. İran Başbakanı Sadık Han,<br />

Millî Şûra’da yaptığı konuşmada İran ve Türkiye arasında geçmişten<br />

gelen ve yüzyıllarca süren anlaşmazlıklar bulunduğunu belirtmiş, bu<br />

anlaşmazlıkların her iki tarafa da zarar verdiğine dikkat çekmiştir.<br />

Yeni İran ile yeni Türkiye’nin başına gelişme ve yükselme yollarında<br />

öncülük eden görgü ve bilgi sahibi kişiler geldiğini, her iki önderin<br />

de kişisel arzu ve isteklerini bir yana bırakarak yalnızca ülkelerinin<br />

ve uluslarının selametini düşünüp İran ile Türkiye arasında dostluk<br />

bağlarını geliştirme düşüncesinde olduklarını söylemiştir.<br />

İşte böyle bir ortamda Şah’ın Türkiye gezisi 3 Haziran 1934<br />

Pazartesi günü Tahran’dan hareketiyle başlar. Doğu illerimizden<br />

başlayıp Karadeniz’den Ankara’ya oradan da İzmir’e, İstanbul’a ve<br />

pek çok il ve ilçeye gidecek olan Şah’ın ziyareti, bölgede yeni bir<br />

ittifak kurulması düşüncesindeki <strong>Atatürk</strong> için önemli bir fırsattı. Bu<br />

nedenle, bu resmî ziyaretin anısını yaşatmak için çeşitli çalışmalar<br />

da yapılmıştı. Bunlardan biri de Darphane’de basılan 150 adet madalya<br />

olmuştur. Madalyaların bir tarafında Şah’ın diğer tarafında da<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün resimleri vardır. Resimlerin altında şu cümle yazılmıştır:<br />

“İran Şehinşahı Alâ Hazreti Hümayun Rıza Şah Pehlevi Hazretlerinin<br />

Türkiye Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerini ziyaretleri<br />

hatırası” (Hâkimiyet-i Millîye 3.06.1934: 1)<br />

Türkiye’ye girişinden itibaren Rıza Pehlevi’ye tarihten gelen<br />

Türk-İran kardeşliğini göstermek ve bu kardeşliği somut iş birliği<br />

adımlarına dönüştürmek isteyen <strong>Atatürk</strong>, konuğunun Türkiye’nin<br />

çeşitli şehirlerini, bu şehirlerdeki tarihî mekânları, fabrikaları,<br />

askerî birlikleri ve çeşitli bölgeleri ziyaret etmesini istiyordu. Ama<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bir düşüncesi daha vardı: İki komşu ülke halkının kardeşliğini<br />

İran Şahı’na edebî bir üslupla ve bir sahne sanatıyla anlatmak…<br />

Böylece Rıza Pehlevi’nin duygularına hitap ederek onu<br />

etki altında bırakmak istiyordu. Bunun için bir sanat eserine ihtiyacı<br />

vardı <strong>Atatürk</strong>’ün. Bu sanat dalı opera olacaktı… Önce, Türk – İran<br />

kardeşliğini ortaya koyacak, binlerce yıl öncesinden başlayan, Millî<br />

Mücadele’yi ve İran’ın yakın zamanda yaşadığı gelişmeleri konu<br />

1 O günün gazetelerinde İran Şahı’nın gezisi ile ilgili her gün bir habere rastlamak<br />

mümkündü.


74<br />

GÜLSEREN AKALIN<br />

alacak bir librettonun yazılmasına gerek vardı (Altar 1993: 308).<br />

Operanın konusunu <strong>Atatürk</strong> Şahname’den yararlanarak belirler.<br />

Hakan Feridun’un Tur, İraç ve Selm adında üç çocuğu vardır (Altar<br />

1993: 309). <strong>Atatürk</strong>, öyküde üçüncü kardeş Selm’e yer vermeyerek<br />

Tur ve İraç’ın ikiz kardeş olarak dünyaya gelişini, tanrıların bebekleri<br />

kutsamalarını ancak daha sonra şeytanın yani Ahriman’ın gazabına<br />

uğrayarak birbirlerinden ayrı düşmelerini, kayboluşlarını işlemektedir.<br />

Tanrılar tarafından kutsanmaları bebeklere ölümsüzlüğü<br />

kazandırmıştır (Saygun 1987: 39). Öykünün sonunda iki kardeş birbirine<br />

kavuşacak ve bir araya geleceklerdir (Kahramankaptan 2005:<br />

8). Ana hatlarıyla konuyu böylece çizen ve konuyu bizzat kendisi<br />

veren <strong>Atatürk</strong> (Refiğ 1997: 24), istediği gibi konuyu en mükemmel<br />

bir biçimde kimin işleyip librettoyu yazabileceğini araştırır. Pek çok<br />

kişiye danıştığı gibi Halkevleri Başkanı Küçükağa Necip Ali Bey’e<br />

de sorar. Necip Ali Bey’in aklına Halkevlerinde çalışan Münir Hayri<br />

Bey gelir. Sonradan Egeli soyadını alacak olan Münir Hayri Bey’e<br />

librettoyu yazma görevi verilir (Kahramankaptan 2005: 9).<br />

Münir Hayri Bey, <strong>Atatürk</strong>’ün de görüşlerini ve önerilerini de<br />

alarak üç perdeden oluşan librettoyu yazmaya başlar. Ancak bu arada<br />

operayı kimin besteleyeceği sorunu gündeme gelmiştir. O günlerde<br />

Ankara’da birkaç genç kompozitör vardır. <strong>Atatürk</strong> hepsini çeşitli<br />

vesilelerle dener, ancak hiçbirinden de memnun kalmaz. Öte yandan<br />

Şah’ın ziyaret günü de yaklaşmaktadır. Librettoyu yazan Münir<br />

Hayri Bey’in aklına Ahmet Adnan gelir. Türk müzik tarihinin ünlü<br />

bestecilerinden olacak ve daha sonra Saygun soyadını alacak olan<br />

Ahmet Adnan’ın kapısını çalar Münir Hayri Bey. Konuyu anlatır ve<br />

Necip Ali Bey’in bu konuda kendisiyle konuşmak istediğini söyler.<br />

Birlikte Necip Ali Bey’e giderler. Ahmet Adnan Bey operayı besteleme<br />

görevini üstlenir ama solistlerin bulunması, koronun ve orkestranın<br />

kurulması, operanın sahnelenmesi de gerekmektedir. Bu görev<br />

de Ahmet Adnan Bey’e düşmektedir. Oysa o günlerin Ankara’sında<br />

Musiki Muallim Mektebi dışında hiçbir şey yoktur.<br />

Ahmet Adnan Bey, operayı besteleme işine girişmişti ama en<br />

önemlisi provaların yapılması ve eserin sahnelenmesiydi. Ayşim<br />

rolü için İstanbul’dan Semiha (Berksoy) getirtilir (Refiğ 1997: 25).<br />

Ahriman rolü için de Ziraat Mektebi kütüphanesinde çalışan bir kişi


ÖZSOY OPERASINDAN SADABAD PAKTINA:ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA DEHASI 75<br />

seçilir. Provalar sırasında yetersiz görülen bu kişi kadrodan çıkarılacaktır<br />

ama gösteri yaklaştığı için önceden basılan program kitapçığında<br />

bu kişinin resmi kalacaktır (Kahramankaptan 2005: 11) Bu<br />

yoklukların yanı sıra kişisel çatışmalar, mesleki kıskançlıklar da işin<br />

içerisine girmiştir. O zamanki adıyla Riyaseti Cumhur Orkestrası<br />

Şefi Zeki Bey (Üngör) çalışmalarda gereken yardımı göstermiyordu<br />

(Refiğ 1997: 24). Ahmet Adnan Bey’in yeni bir orkestra kurma<br />

girişimi üzerine Zeki Bey işi daha da ileri götürmüş ve yakın dostu<br />

Hasan Rıza Bey’e (Soyak): “Buraya böyle bir orkestra kurmak<br />

için onunla çalışmak için İstanbul’dan orkestra getirtmek istiyorlar.<br />

Hâlbuki onların içinde Rum var, Ermeni var, muhtelif milletlerden<br />

insanlar var. Buraya <strong>Atatürk</strong> gelecek, İran Şahı gelecek, bunlar suikast<br />

yapabilirler.” demiştir (Kahramankaptan 2005: 14). Provaları<br />

yakından takip eden <strong>Atatürk</strong>, Halkevindeki locasından Zeki Bey’in<br />

Ahmet Adnan Bey’e çıkardığı zorlukları görünce öfkelenecek ve<br />

“Bu bir devrim hareketidir!” diyerek Zeki Bey’i orkestranın başından<br />

uzaklaştıracak, şefliğe de genç Ahmet Adnan Bey’i getirecektir<br />

(Refiğ 1997: 25).<br />

Bütün olanaksızlıklara, güçlüklere karşın Özsoy operası yirmi<br />

altıncı günün sonunda tamamlanır ve yirmi yedinci gün, 19 Haziran<br />

1934 günü saat 16.00’da sahnelenmeye hazır hâle gelir.<br />

Bu arada Rıza Pehlevi ve beraberindekiler Azerbaycan yoluyla<br />

gelerek 10 Haziran 1934 Pazar günü Gürcübulak sınır kapısından<br />

geçerler. Sınırda yapılan törenle Şah’ın Türkiye’yi resmî ziyareti<br />

başlamıştır. Beyazıt, Iğdır, Kağızman yoluyla Kars’a ulaşan Şah’a<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gönderdiği telgraf iletilir. Bunun üzerine Şah da <strong>Atatürk</strong>’e<br />

cevabi bir telgraf gönderir. Yolculuğuna Erzurum, Bayburt, Gümüşhane<br />

üzerinden karayoluyla devam eden ve Trabzon’a ulaşan Rıza<br />

Pehlevi geçtiği her yerde halkın büyük ilgisi ile karşılanıyordu (Ayın<br />

Tarihi Temmuz 1934: 8-14).<br />

İran Şahı, 14 Haziran 1934 günü Trabzon’dan Yavuz zırhlısıyla<br />

Samsun’a doğru hareket eder. (Hâkimiyet-i Millîye 14.06.1934:<br />

1) Heyet, Samsun’a 15 Haziran günü ulaşır. Buradan yolculuğunu<br />

demiryoluyla sürdüren Şah ve beraberindekiler 16 Haziran 1934<br />

günü Ankara’ya varırlar (Hâkimiyet-i Millîye 17.06.1934: 1). Ankara<br />

Garı’nda Şah için büyük bir tören düzenlenmiştir. Cumhurbaşka-


76<br />

GÜLSEREN AKALIN<br />

nı Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere Meclis Başkanı Kâzım,<br />

Başbakan İsmet ve Erkânıharbiye Reisi Fevzi Paşalar İran Şahı’nı<br />

törenle karşılamışlardır. Gar’dan hareket eden iki devlet adamı ve<br />

beraberindekiler doğruca Halkevine gelirler. Halkevine giden yol<br />

binlerce insanla doludur. Birkaç gün sonra Özsoy operasının sahneleneceği<br />

Halkevinin balkonunda sohbet eden iki devlet adamı daha<br />

sonra Gazi Köşküne geçerler. Böylece Şah’ın Ankara programı başlamış<br />

olur.<br />

Ankara’da bulunduğu süre içerisinde Rıza Pehlevi Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisini, Kız Enstitüsünü, Ticaret Lisesini, Müzeyi ve<br />

daha pek çok yeri ziyaret etmiştir. Nihayet Özsoy operasının sahneleneceği<br />

19 Haziran günü gelir. O gün saat 16.00’ya doğru <strong>Atatürk</strong><br />

ile birlikte Şah Rıza Pehlevi Halkevine gelirler (Cumhuriyet<br />

20.06.1934: 1).<br />

Halkevinin izleyici koltukları bakanlar, milletvekilleri, devlet<br />

erkânı ve eşleriyle dolmuştur. <strong>Atatürk</strong> ve Şah Rıza Pehlevi, başta<br />

Meclis Başkanı Kâzım ve Başbakan İsmet Paşalar olmak üzere bakanlar,<br />

İran Dışişleri Bakanı ve Büyükelçisi ile beraberindekiler locada<br />

yerlerini alırlar. Günlerdir sahnelenme hazırlığı sürdürülen Özsoy<br />

operası Üvertür ile başlar. Üvertürün ardından, tarihsel olayları<br />

hikâye edecek olan Özozan sahneye gelir ve şu sözlerle kendisini<br />

tanıtır:<br />

Alnımda çizgilerle süzerek adım adım<br />

Gönlümü büyük dünle damla damla suladım<br />

Ey beni dinleyenler, ey karşıdaki erler,<br />

Tanır mısınız beni? Bana Özozan derler.<br />

Benim sesim haykırır, ama sazım ağlamaz,<br />

Gönlüm doğruyu duyar, boşa umut bağlamaz.<br />

Tarih diyor ki bize:<br />

Uygarlıklar2 ırmağı<br />

Brakisefal soyda buldu özlü kaynağı<br />

Bu soy Asya’dan çıktı, dört bir yana yayıldı,<br />

2 1934’teki librettoda “medeniyet”


ÖZSOY OPERASINDAN SADABAD PAKTINA:ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA DEHASI 77<br />

Bu tarih, yükselişin başlangıcı sayıldı.<br />

Avrupa, Anadolu, İran ve Orta Yayla<br />

Uygarlığa3 girdi,<br />

Bakın, bu büyük soyla<br />

Zaman durur mu? Sakın zaman durur sanma<br />

Duran düşer, ilerden başkasına4 inanma.<br />

Yüzyıllar5 geçti böyle, tarih önünde boy boy<br />

Bakın size söyleyeyim nasıl doğdu büyük soy<br />

Gözünüzü yumunuz, gönlüm sizi kavrasın,<br />

Kırk bin yıl eskideyiz…<br />

Gözlerinizi açın. (Refiğ 1997: 60-62)<br />

Operanın bu bölümündeki dizelerde, o yıllarda gündemde olan<br />

Türk Tarihi Tezine göndermeler de bulunmaktadır. Özozan kendisini<br />

Homeros, Firdevsi gibi tarihteki kişilerle; anlattıklarını da Kalavela<br />

gibi destanlarla kıyaslamaktadır. Özozan’ın bu etkileyici girişinden<br />

sonra gözlerini açanlar kırk bin yıl öncesine giderler. Operanın ilk<br />

perdesinde insanlığın doğuşu, buna bağlı olarak iki karşıt öge karanlıkla<br />

aydınlığın savaşı ve bu savaşın sonucunda karanlığın yenilgisi<br />

anlatılmaktadır. İran mitolojisine göre Karanlık Dahhâk’tır, Aydınlık<br />

ise İran mitolojisine göre Gâve, Türk mitolojisine göre Bozkurt’tur.<br />

Aydınlığa kavuşan insanlar başlarına hakan olarak Feridun’u seçerler.<br />

Halkı temsil eden korolar, Feridun’un baba olması için Tanrı’ya<br />

yakarmaktadır.<br />

Üçüncü tabloda ise Feridun’un eşinin doğumu beklenmektedir.<br />

Ülkenin dört bir yanından beyler, bu amaçla bir araya gelmiştir. Halkın<br />

ve beylerin dileği, Hakan Feridun’un bir oğul sahibi olması içindir.<br />

Hakan Feridun’un danışmanı Başşaman ve beyler arasında İran<br />

mitolojisindeki Dahhak ile Feridun’u karşılaştıran sözlerin yer aldığı<br />

konuşmalar geçer.<br />

Bu sırada burçlardan yükselen boru sesleri Hakan’ın gelişini haber<br />

verir.<br />

3 1934’teki librettoda “medeniyete”<br />

4 1934’teki librettoda “gayrısına”<br />

5 1934’teki librettoda “asırlar”


78<br />

GÜLSEREN AKALIN<br />

Feridun’u karşılayan beyler ve halk birlikte dua eder. Gelen haberci<br />

Hatun’un ikiz çocuk doğurduğunu müjdeler.<br />

Bir sonraki tabloda felekler gelir. Feridun, çocuklarına adlarını<br />

şu dizelerle verir.<br />

Feridun – Sen ey nur topu çocuk<br />

Senin adın Tur olsun<br />

Kutlu rengin mavi, eşin ay<br />

Yoldaşın kurt olsun<br />

Sen ey sevgili çocuk<br />

Senin de adın İraç olsun<br />

Nurun yeşilden çıksın, güneş seninle parlasın<br />

Yoldaşın arslan olsun<br />

Ve her ikiniz de, cesaretin, erliğin rengi al ile<br />

Temizliğin paklığın rengi beyaza birlikte sarılın.<br />

Haydi şölen başlasın<br />

Kutlayalım bu anı… (Refiğ 1997: 63)<br />

Ad verme töreninde kullanılan simgeler son derece dikkat çekicidir.<br />

Tur Turan halkının, İraç İran halkının atasını temsil etmektedir.<br />

Tur’un kutlu rengi mavi, eşi aydır. Burada Türk bayrağındaki hilale<br />

göndermede bulunulmaktadır. Tur’un yoldaşı kurt ise Türk destanlarında<br />

gördüğümüz bozkurttur. İraç’ın rengi yeşil, eşi güneştir. Yoldaşı<br />

ise aslandır. Bunlar da İran mitolojisinin simgeleridir. Her iki<br />

çocuğun da cesaretin rengi kırmızıya, temizliğin rengi beyaza birlikte<br />

sarılması da anlamlıdır. Bilindiği gibi bu iki renk de Türk bayrağında<br />

yer almaktadır. <strong>Atatürk</strong>, Şah’ı etkilemek, böylece Türk – İran<br />

ilişkilerinde yeni bir dönem başlatmak için Tur ve İraç’ı ikiz kardeş<br />

olarak canlandırtmıştır.<br />

Feridun’un çocuklarına ad koymasından sonra yedi felek, Tur<br />

ve İraç ile ilgili iyi dileklerini belirtirler. Bu bölümün ardından şölen<br />

başlar. Tur ve İraç’ın doğumları kutlanır. Son tabloda sahnede yalnızca<br />

Hatun vardır. Kötülüğün timsali, karanlıklar tanrısı Ahriman<br />

sahneye çıkar. Şölene çağrılmadığı için çok kızgın olan Ahriman,<br />

Hatun’un yalvarmasına aldırmadan bebeklerin iki kuşak sonrası birbirlerini<br />

unutup sonsuza dek ayrı kalmaları için bir lanet okur.


ÖZSOY OPERASINDAN SADABAD PAKTINA:ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA DEHASI 79<br />

Perde, koronun Hatun’a okuduğu iyi dilek parçası ile kapanır.<br />

Özsoy’un ikinci ve üçüncü sahneleri yakın dönem olaylarını<br />

konu almaktadır. Türklerin yurdu düşman işgaline uğramış verilen<br />

Millî Mücadele ile ülke bağımsızlığını kazanmıştır. İran’da da yaşanan<br />

olaylar sonucunda yeni bir dönem başlamıştır.<br />

Son bölümde operanın tüm kadrosu sahnededir. Sanki kırk bin<br />

yıllık tarihteki bütün kahramanlar sahnede yerini almıştır. Böylece<br />

yüzyıllar boyunca ayrı kalan Türklerin ve İranlıların bir araya gelmesiyle<br />

Tur ve İraç’ın birbirine kavuştuğu anlatılmaktadır. Oyunun<br />

bütün kahramanları sahnededir ama Tur ve İraç yoktur. Hakan Feridun<br />

Özozan’a sorar: “Oğullarım Tur ile İraç’ı göremiyorum? Tur ve<br />

İraç nerededir?”<br />

Özozan sahnenin ortasına doğru ilerler ve locada oyunu izlemekte<br />

olan <strong>Atatürk</strong> ile Rıza Pehlevi’yi işaret ederek herkesin dikkatinin<br />

locaya yönelmesini sağlar ve <strong>Atatürk</strong>’ü göstererek “İşte Tur!”<br />

der. Sonra Rıza Pehlevi’yi göstererek “İşte İraç!” der ve sözlerine<br />

devam eder:<br />

“Her Türk bir Tur, her İranlı bir İraç’tır.”<br />

Bu etkileyici sahne karşısında Rıza Pehlevi kendisini tutamaz<br />

ve ayağa kalkıp <strong>Atatürk</strong>’e “Kardeşim!” diyerek sarılır. <strong>Atatürk</strong>, bu<br />

sahnede Rıza Pehlevi ile kendisinin âdeta operanın oyuncusu olarak<br />

rol almasını sağlamıştır. Opera, âdeta <strong>Atatürk</strong> ile Şah’ın bulunduğu<br />

ortamda oynanmak için sahnelenmiştir. Nitekim daha sonra <strong>Atatürk</strong>,<br />

“Bu opera bir daha oynanmaz!” diyerek Özsoy’un özel bir amaç<br />

doğrultusunda sahnelendiğini ifade etmiştir.<br />

İki ülkenin millî marşlarının çalınmasıyla opera sona erer. <strong>Atatürk</strong><br />

ve Şah, alkışlar arasında Halkevinden ayrılırlar. <strong>Atatürk</strong>’ün dehası<br />

kendisini bir kez daha göstermiş ve Özsoy operası amacına ulaşmıştır.<br />

İran Şahı Ankara’dan İstanbul’a gider (Millîyet 20.06.1934:<br />

1) ve daha sonra ziyaretini tamamlayıp Türkiye’den büyük bir<br />

memnuniyetle 6 Temmuz 1934 günü Gürcübulak sınır kapısından<br />

çıkarak ülkesine döner.<br />

Bu ziyaretten sonra İran Şahı, Türkiye’nin girişimiyle Irak ve<br />

Afganistan’ı da içine alan bir pakt oluşturulması yolunda üzerine düşen<br />

görevi yapmıştır. Dört ülkenin imzalarını taşıyan pakt antlaşması


80<br />

GÜLSEREN AKALIN<br />

Şah’ın ev sahipliğinde 8 Temmuz 1937’de imzalanmıştır. Böylece<br />

bölgede İkinci Dünya Savaşı öncesinde yeni bir ittifak oluşturulmuştur.<br />

Paktı imzalayan Türkiye dışındaki üç devletin günümüzdeki durumlarını<br />

göz önüne aldığımızda <strong>Atatürk</strong>’ün bu girişiminin ne kadar<br />

önemli olduğu açık bir biçimde ortaya çıkar.<br />

Bu paktı imzalayan ülkelerden Irak ve Afganistan bugün büyük<br />

bir karmaşa içerisindedir. Son günlerdeki gelişmelere bakanlar<br />

İran’da da durumun farklı olmayacağını söylemektedir. Bugün süper<br />

güçlerin çeşitli adlarla büyük politika diye tanımladıkları Orta Doğu<br />

ve Asya’daki ülkeleri işgal ederek kendi çıkarları doğrultusunda sözde<br />

demokrasiler kurmaya çalışması, bu ülkelerin haritalarını değiştirme<br />

çabalarına girişmesi karşısında <strong>Atatürk</strong>’ün politikası her ülkenin<br />

bağımsızlığını koruyarak komşu ülkelerle ortaklık oluşturulması<br />

temelinde şekillenmektedir. İşte Sadabad Paktı da bu düşüncenin bir<br />

sonucudur.<br />

Elbette Sadabad Paktının temelinde yalnızca Özsoy operası yoktur.<br />

<strong>Atatürk</strong>, bu opera ile bir yandan Türkiye’de çağdaş müzik sanatının<br />

gelişmesini başlatırken öte yandan o günkü koşullarda Türk<br />

– İran ilişkilerinin gelişerek Doğu ülkelerinden bazılarını da içine<br />

alacak bir güvenlik ve dayanışma paktına doğru gidişte Özsoy’u<br />

önemli bir çıkış noktası olarak görmüştür.<br />

Peki, Özsoy operası daha sonra ne olmuştur?<br />

Şah’ın gezisi sürerken Özsoy operası iki kez Ankara’da halk için<br />

sahnelenmiş sonra da unutulmaya terk edilmiştir. <strong>Atatürk</strong>’ün 100.<br />

doğum yıl dönümü dolayısıyla Özsoy’un yeniden sahnelenmesi gündeme<br />

gelmiştir. Ancak, operanın librettosu ve notaları saklanmadığından<br />

kaybolmuştur. Adnan Saygun bestelenişinden neredeyse elli<br />

yıl sonra Özsoy’u yeniden hazırlamıştır. İlk yazılışında üç perde olarak<br />

sahnelenen eserin yalnızca ilk perdesini yazan Saygun, böylece<br />

bu önemli operayı tamamen kaybolmaktan kurtarmıştır (Kahramankaptan<br />

2005: 27-36). Böylece Özsoy, <strong>Atatürk</strong>’ün yüzüncü doğum yıl<br />

dönümü etkinlikleri kapsamında yeniden sahnelenebilmiştir. Elimizdeki<br />

bütün kayıtlar ve libretto işte Adnan Saygun’un 1981’de yeniden<br />

bestelediği Özsoy’a aittir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün <strong>125.</strong> doğum yıl dönümünü kutladığımız bugünlerde<br />

Özsoy operasıyla ilgili bu bildiriyi sunarak hem bu tarihî ope-


ÖZSOY OPERASINDAN SADABAD PAKTINA:ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA DEHASI 81<br />

rayı yeniden bilim ve sanat dünyasının gündemine getirmeyi hem<br />

de <strong>Atatürk</strong>’ün dehasını bir kez daha ortaya koymayı amaçladık.<br />

Özsoy’un yazılmasını, bestelenmesini sağlayan yüce <strong>Atatürk</strong>’ü bir<br />

kere daha saygı ve rahmetle anıyoruz. Librettoyu yazan Münir Hayri<br />

Egeli ile Özsoy’u besteleyen Adnan Saygun’a ve emeği geçen bütün<br />

sanatçılara da Tanrı’dan rahmet diliyoruz.<br />

Kaynaklar<br />

Altar, Cevad Memduh (1993), Opera Tarihi, C. IV, Kültür Bakanlığı<br />

yayını, Ankara.<br />

Ayın Tarihi (1934), Matbuat Umum Müdürlüğü yayını, Ankara<br />

Kahramankaptan, Şefik (2005), <strong>Atatürk</strong>, Saygun ve Özsoy<br />

Operası, Sevda-Cenap And Müzik Vakfı yayını, Ankara.<br />

Refiğ, Gülper (1997), <strong>Atatürk</strong> ve Adnan Saygun, Özsoy Operası,<br />

Boyut yayınları, İstanbul.<br />

Saygun, A. Adnan (1987), <strong>Atatürk</strong> ve Musıki, O’nunla Birlikte<br />

O’ndan Sonra, 2. baskı, Ankara.<br />

Gazeteler<br />

Cumhuriyet.<br />

Hâkimiyet-i Millîye.<br />

Millîyet.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK NUTUK’UNDA GEÇEN<br />

MİLLİ KİMLİKLE İLGİLİ KAVRAM, TERİM VE SÖZ<br />

ÖBEKLERİNİN ANALİZİ<br />

Dr. Hüseyin AĞCA<br />

Bilindiği gibi <strong>Atatürk</strong>, Mustafa Kemal olarak, Gazi olarak, Gazi<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> olarak hiçbir devlet başkanının ayağına gitmemiştir.<br />

Gazi Hazretleri’nin kendisini Trablusgarp cephesinden tanıyan<br />

ve kendisi gibi yine bir General olan Yugoslav Kralı Alexandre<br />

Ankara’da kendisini ziyaret edip, bir akşam sofrasından kalktığında,<br />

Gazi’yi yatak odasının kapısında durdurur ve “Gazi Hazretleri size<br />

iki şey söylemek istiyorum. Gazi “Buyur” der. Bugün sofranızda<br />

bulunanlar, sizin epeyce eskiden beri yanınızda bulunan insanlardır<br />

değil mi?” diye sorar. Gazinin cevabı, “Evet Alexandre” “Üzgünüm,<br />

sizi benim kadar tanımıyorlar. Sizi bu kadar uzun süre aranızda bulunmanıza<br />

rağmen, sizi benim kadar iyi tanımıyorlar.”<br />

İşte bu toplantıya vücut veren zannediyorum sayın başkanımızın<br />

engin tecrübelerinin bugünkü nesli Gazi Hazretlerini yeteri kadar tanımamalarıdır.<br />

İnşallah bu toplantı bir vesile olur veya bir vesilenin<br />

başlangıcı olur. Alexandre’ın ikinci sözü şudur.<br />

“Gazi Hazretleri Türkiye’yi bölmeye, parçalamaya (dolayısıyla<br />

bugün de geçerliliği başka bir maske altında önümüze konulan Şark<br />

Meselesi’ni gerçekleştirmeye) alışan devletler Anadolu’yu 1915’de<br />

Yunanistan’ın işgali görevini Yunan ordularından önce, bana yani<br />

Yugoslav ordularına teklif etmişlerdi. Ama ben sizi Trablusgarb’dan,<br />

Derne’den, Yanya’dan tanıdığım için bu görevi kabul etmedim.”<br />

Şimdi soruyorum bu söz karşısında Mustafa Kemal’in dehası<br />

dışında birisinin cevabı ne olur. Zannediyorum ki Kral Hazretleri sağ<br />

olun, teşekkür ederim.


84<br />

HÜSEYİN AĞCA<br />

Ama, Gazi Gazice bir cevap veriyor, “Öyleyse Kral Hazretlerine<br />

geçmiş olsun.” Şaşkın bakışlarla “Neden” diye soran Alexandre’ya<br />

“Trikoposun kaderini siz paylaşacaktınız.”<br />

Gazi Hazretlerini önce gerçek kimliği ile doğru tanımak sonra<br />

da bu kimlikle tanıtmak için pek çok araştırıcı farklı yöntemler kullanmışlardır.<br />

Bunlardan pek çoğu Gazi Paşamızı ikinci elden yani<br />

hakkında yazılanlardan hareketle tanıtma yöntemidir. Bize göre de<br />

pek sağlıklı değildir. Bu sebeple birincil kaynakları doğru anlayarak<br />

kullanmanın diğerlerine kıyasla güvenirliliğinin daha yüksek olduğu<br />

noktasından yola çıkarak, 36, 5 saat dakika ayakta takdim edilmiş bir<br />

Nutku iyi anlamak, iyi tahlil etmek için ben de, bir deneme yapmak<br />

üzere, huzurunuza çıktım.<br />

Nutuk’ta hangi kavramlar nasıl ifade edilmiş ve bunların içi Gazi<br />

Hazretleri tarafından nasıl doldurulmuş? Benim şurada gösterdiğim<br />

1960 Maarif Basımevi İstanbul Baskısı. Türk Devrim Tarihi Enstitüsü<br />

tarafından 2514 numara ile basılıp 350 kuruş fiyatla satılan, her<br />

biri ve <strong>Atatürk</strong>’ün kendi sesinden, kendi ağzından çıkmış kelimelerle<br />

oluşturulmuş Nutuk metnini esas aldım. Seçtiğim bu kavram ve<br />

terimlerin analizini de buna göre yaptım.<br />

Yaptığım tespite göre büyük Nutuk’ta kullanılan toplam kelime<br />

sayısı 176.906’dır. Bunlara ve, ile, vb kelimeler dahil edilmemiştir<br />

ki, bunları sayısı da 700 civarındadır.<br />

Böylece 898 sayfalık bu iki ciltlik eserde, her bir sayfanın ortalama<br />

kelime sayısı tarafımdan 197 olarak tespit edilmiştir. Bunu 898<br />

rakamla çarptığımızda ortaya çıkan rakam 176.906’dır.<br />

Millî Kimlikle ilgili olarak kullanılmış kavram ve terimlerin sayısı<br />

da 1.367’dir. Bu miktarı toplam kelime sayısı ile oranlandığında<br />

%8’i oluşturur. Dolayısıyla Millî Mücadele’nin hareket noktasının;<br />

artık kaybolmaya yüz tutmuş, dört tarafından kuşatılmış tarihten silinmeye<br />

karar verilmiş olan bir milletin ancak millî kimliğini koruma,<br />

kollama ve geliştirme sonucu ayakta kalabileceğindeki kararın<br />

daha işin başındayken verildiğinin de bir göstergesi olarak neler olduğuna<br />

bir bakalım. Ama dediğim gibi ben burada bir deneme niteliğinde<br />

olmak üzere yaptığım tespiti; büyük hocalarımızın bu konudaki<br />

dikkatlerine, bunlara dayalı analizlerine bir başlangıç olarak<br />

değerlendirmeleri için arz ediyorum. Bu kavramlar tespitime göre


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK NUTUK’UNDA GEÇEN MİLLİ KİMLİKLE İLGİLİ KAVRAM,<br />

TERİM VE SÖZ ÖBEKLERİNİN ANALİZİ<br />

ki, bu bir mantığa dayalı olarak sıralanmıştır; “Millî amaç” her işin<br />

başında bir amaç var. Büyük Nutuk’ta 60 kere kullanılmış. Bu “millî<br />

amacı” ne doğuruyor? “Millî irade” doğuruyor. 25 kere tekrarlanmış.<br />

Bu “millî irade” ancak bir teşkilat haline gelirse iş görebilir. 45<br />

kere kullanılmış. Bunun dayandığı kuvvet nedir? Mustafa Kemal<br />

Hazretlerinin çok sevdiği “Kuvay-i Millîye”, millî kuvvet, millî güç<br />

97 kere tekrarlanmış. Peki ne olacak. Fikir planında mı kalacak? Hayır.<br />

Bir harekata dönüşecek. Harekete değil. 48 kere tekrarlanmış.<br />

Bu yapılan mücadelenin adı nedir? “Millî Mücadele” 40 yerde<br />

geçiyor. Bunu kim yapacak? Birazdan Mustafa Kemal’in ne anladığını<br />

kendi sözlerinden ifadeye çalışacağım. Millî ordu 30 yerde<br />

tekrarlanmış. Niye yapacak bu mücadeleyi? Vatan kurtulsun diye<br />

yapacak. Elinden alınmaya çalışılan, büyük bir bölümü alınmış ve<br />

mevcut idare tarafından tescil edilmiş olan bu vatanın kurtarılması<br />

için yapılacak. 110 yerde tekrarlanıyor.<br />

Bu mücadeleyi kim yapacak? Biliyorsunuz “millî mücadele”<br />

“milletleşme” mücadelesidir. Bir toplumdan, birilerine göre de “ümmetten”<br />

hatta biraz daha eskilere giderseniz, sosyoloji ile meşgul<br />

olanlar bunu çok iyi bilirler. Topluluktan topluma, toplumdan millete<br />

geçiş. Millet kavramı 277 defa tekrarlanır. Bunun söylemek istediği<br />

şu: Mille olursanız yaşarsını. Millet olmanın da şartları vardır.<br />

Bunu hepimiz biliyoruz. Peki bu millete bu vatanın kurtarılması için<br />

kim öncülük edecek? Şeçilmişler. “Heyet-i Temsiliye” yani milleti<br />

temsil eden kişiler 98 yerde tekrarlanır.<br />

Heyet-i Temsiliye’den biraz daha zaman geçince bunun yerini,<br />

“Millî Meclis” alıyor ve 25 yerde kullanılıyor. Bu seçilmişlerin ortak<br />

karakterleri vardır. Başta Mustafa Kemal’in “Hürriyet ve istiklal benim<br />

karakterimdir.” dediği gibi 74 yerde “istiklal” ifadesi kullanılır.<br />

Peki “İstiklâl-i Tamme” yani “Tam istiklal/Tam Bağımsızlık”. Bütün<br />

yönleriyle sahip olunan hür ve bağımsız bir millet ve bu milletin<br />

kurduğu bir devlet anlayışıdır benimsenen. Onun hangi unsurlardan<br />

oluştuğunu biraz sonra kendi ifadesi ile arz edeceğim.<br />

“Müdafa-i Hukuk” her şeyin meşru zeminlerde yürütülmesi ilkesi<br />

18 yerde, bir adım daha atıyoruz “Türkiye Büyük Millet Meclisi”,<br />

“Meclis-i Ali” 185 defa tekrarlanıyor.<br />

Bu Türkiye Büyük Millet Meclisi yani milleti temsil eden, mil-<br />

85


86<br />

HÜSEYİN AĞCA<br />

leti kurtuluşa götürecek olan meclis, nasıl bir siyaset takip edecek?<br />

“Millî siyaset” 21 yerde tekrarlanmış. Millî siyasetten kastedilen,<br />

“millî menfaatlerin korunması” anlamında kullanılan bu kavram<br />

12 yerde geçiyor. Bu sorumluluğu yerine getirecek teşkilatın adı da<br />

“Millî Devlet” yani “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” adıyla Dünya<br />

tarihinde geçmişine yakışır bir unvanla yerini alıyor.. Çok şükür adı<br />

böylesine sağlam temeller üzerine oturmuş ve adı konulmakla eş zamanlı<br />

olarak hür ve bağımsız devletler listesinde yerini almış olan<br />

bir devletin vatandaşı olmak, bunun hizmetinde bulunmak gururu<br />

bizim yaşama sebebimizdir. Şimdi çok kısa olarak millî kimlikle ilgili<br />

olarak titizlikle seçtiğimiz ve şüphesiz, belki eksikleri de olan bu<br />

kavramlardan, (Gazi Mustafa Kemal Hazretleri ne anlıyordu? Yine<br />

O’na ait bir özel idrakle ifade edilmiş olan söz konusu ana kaynaktan<br />

sayfa, sayfa size aktarayım.<br />

“Millî amaç”; Gazi hazretlerine göre “millî amaç” şudur.<br />

Tam istiklale sahip, hür demokratik, millî kültürü muasır medeniyet<br />

seviyesini kazanıp üstüne çıkarılmış konumda olan Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin; kurulması, geliştirilmesi, yaşatılması millî amaçtır.”<br />

“Millî irade”; Burada şahsen çok etkilendiğim iki kavram vardır.<br />

Her durumda, her seviyedeki güç karşısında DAYANIKLILIK,<br />

hangi seviyede olursa olsun görevde KUSURSUZLUK. “Millî irade”<br />

bu iki kavram etrafında oluşuyor. “Millî mücadele” ye vücut<br />

veren şuurun nihai hedefi; “kayıtsız, şartsız bağımsız yeni bir Türk<br />

devletinin kurulmasıdır.” “Kuvay-i Millîye”, “Teşkilat-ı Millîye”<br />

“Harekat-ı Millîye” kavramları, ortak olarak milletin bağımsızlığını,<br />

vatanın istiklalini, yine milletin azim ve kararının kurtaracağına olan<br />

inanca dayanıyor. Buradan besleniyor. Millî ordu 30 yerde kullanılıyor.<br />

Halktan ayrı, halktan kopuk, halkın üstünde, dışında değil. Gazi<br />

Mustafa Kemal’e göre “millî teşkilat” kadrosu içindedir. Onun ruh<br />

esasını teşkil eden ise Türk halkıdır. İstiklâli tam kavramından (Gazi<br />

Hazretlerinin anladığı ;vatanın ve milletin siyasi, malî, iktisadî, adlî,<br />

askerî, kültürel ve benzer konularda tam bağımsızlık ve serbestliğin<br />

millî hayatımıza SÜREKLİ OLARAK HÂKİM OLMASIDIR<br />

Benim için bir tek hedef vardır. Cumhuriyet hedefi. Yani halkın<br />

kendisini hiç kimseden emir ve kumanda almadan denetlemesi.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK NUTUK’UNDA GEÇEN MİLLİ KİMLİKLE İLGİLİ KAVRAM,<br />

TERİM VE SÖZ ÖBEKLERİNİN ANALİZİ<br />

Vatan ne peki? Bu günlerde beni en az benim kadar hepinizi rahatsız<br />

eden bir harita ve 19 meselesinin koruyucularını, kullanıcılarını,<br />

fikir babalarını vazgeçmeye çağırıyorum. BU HAM HAYALLER-<br />

DEN. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir kütledir.<br />

Vatanın tarifi budur. Gazi Mustafa Kemal’e göre. O’nun yolunda<br />

olduğunu her fırsatta tekrarlayan değişik konum, kuşak, makam ve<br />

mevkidekilere göre Türk Vatanının tanımı, konumu budur ve değişmeyecektir.<br />

Peki bütün bu hizmetleri “millî kimlikle” ilgili bu kavramları<br />

kim geliştirecek? Halk. MO’nun bir tavsiyesi bana göre değişmez<br />

bir emri var. Bu emir Nutuk’un ikinci cildinin 607 sayfasında yer<br />

alıyor. “Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetişerek<br />

başının üstüne kadar çıkaracağı adamları, yöneticileri (her<br />

seviyedeki temsilcileri kastediyor) kanındaki, vicdanındaki öz cevheri<br />

çok iyi incelemek dikkatinden biran vazgeçmesin”. Duvarlara<br />

yazılmış şapkamızı çıkarıp selamladığımız Atamızın sözleri arasına<br />

bir çok sözler de yazılsa iyi olur.<br />

Peki mirasa kim sahip oldu? Bu mirasın sahibi bu günde var mı?<br />

Elbette var. Büyük Ata’mızı Rahmet-i Rahmana uğurladığımız<br />

1938’in 10 Kasımından sonra bu Millet az badirelerle karşılaşmadı.<br />

İkinci Dünya Savaşı’nın en çetin, en dayanılmaz zorluklarına katlanmak<br />

için en kutsal saydığı mekanları Camileri cephe değiştiren askerlerine<br />

verdi. Tekalüf-i millîyeye ihtiyaç kalmadan iki defa askerlik<br />

yaptı. Ekmeğini karneyle aldı, yarasını kocakarı ilaçlarıyla sardı.<br />

Ama dimdik durmayı başardı. 20. yüzyılın ikinci yarısında insanlık<br />

ideali. uğruna, öz vatanından kilometrelerce uzakta kan döktü. Tarihe<br />

yeniden kendi imzasını attı. Yeni destanlara konu oldu. Aynı asrın<br />

üçüncü çeyreğinde Yavru Vatan için şehitler verdi. GİZLİ, AÇIK<br />

sayısız düşmanlara, onların hainane tavırlarına karşı yılmaz tavırlar<br />

sergiledi. Bu da yetmezmiş gibi, şimdilerde de; tarihini, ekmeğini,<br />

emeğini paylaştıklarının içinden çıkan bir avuç kandırılmış sırtlan<br />

kümeleriyle yiğitçe boğuşuyor. Şehit oluyor, gazi oluyor. Bir evladını<br />

Cennete uğurlarken UĞRUNA ŞEHİT VERİLEN ŞANLI BAY-<br />

RAĞINA SARILIP, VATAN SAĞ OLSUN BİR EVLADIM DAHA<br />

VAR DİYE DEVLETİNE SAHİP ÇIKIYOR. Bu insanlar “<strong>Atatürk</strong>”<br />

87


88<br />

HÜSEYİN AĞCA<br />

adlı babanın özbeöz mirasçısıdırlar. Kimliklerinde bu kutsal mirası<br />

redde yönelen DNA’lardan eser de yoktur<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün mirasına Türk milleti sahip çıkıyor.<br />

Birlikle, dirlikle, iz’an ve en mühimi irfanla...<br />

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.


ATATÜRK’ÜN YARATTIĞI NAHÇIVAN:<br />

DOSTLUK KÖPRÜSÜ DEVLETİ<br />

Prof. Dr. İsmail HACIYEV*<br />

Prof. Dr. Ebülfez AMANOĞLU*<br />

Belli olduğu gibi I. Cihan Savaşı’ndan sonra, özellikle 1918-<br />

1921 yılları arasında büyük devletler arasında dünya haritasını yeniden<br />

çizmek teşebbüsleri ortaya çıkmıştı. Bununla ilgili olarak<br />

bu dönemde Güney Kafkasyada da bir takım gelişmeler meydana<br />

gelmişdi. Bu yıllarda stratejik bir mekan durumunda olan Nahçıvan<br />

bölgesi olayların odak noktasına dönüşmüştü. İngiltere, Amerika ve<br />

Rusya her vechle yeni kurulacak Ermenistan devletinin bu bölgede<br />

çoğunluk Türk ahaliden oluşmasına rağmen egemenliğini sağlamaya<br />

gayret ediyorlardı. İlk zamanlar Osmanlı Devleti, 1919 <strong>yılında</strong>n<br />

itibaren ise temelleri yenice atılmağa başlanan <strong>Atatürk</strong> Türkiyesi<br />

bölge ahalisinin düşmandan korunmasına, onun güvenliğinin sağlanmasına<br />

çaba göstermiştir. 1918 <strong>yılında</strong> Nahçıvan bölgesini ermeni<br />

işgalinden kurtaran muzaffer Türk Ordusu 1920-1921 yıllarında<br />

da bilhassa ulu önder <strong>Atatürk</strong>’ün talimatları doğrultusunda bölgede<br />

Türk birlikleri yerleşdirilmiş, hain ermeni kuvvetlerinin bölgeye sokulmasına<br />

müsaade edilmemiştir. Bütün bunlara rağmen Ermeniler<br />

Türkiyenin Azerbaycan ve bilhassa Orta Asya ile bağlantısını sağlayan<br />

yegane koridoru kapatmak işin her türlü yöntemlere baş vururlardı.<br />

Bu amaçla Ermenilerin istekleri üzerine 1919 <strong>yılında</strong> bölgede<br />

önce İngilizler hâkim olmuş, sonra Amerikan valiliği oluşturulmuştu.<br />

Bu durumda Ermenistan’ı geri adım atmaya mecbur etmek için<br />

en elverişli yer Nahçıvan idi. Hem de bu bölgenin İran’a yakın olması<br />

Ermenistan’ı tehdid ediyordu. Kazım Karabekir Paşa’nın 3 Mayıs<br />

* Nahçıvan Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi


90<br />

İSMAİL HACIYEV EBÜLFEZ AMANOĞLU<br />

1919 tarihinde Erzurum’a gelerek V. Ordu Komutanlığı’nı üstlenmesi<br />

ile Nahçıvan siyaseti ana hatlarıyla belli olmaya başladı. Bu<br />

nedenle 1919 yılı 19 Mayıs gecesi Mustafa Kemal Paşa’nın bilgisi<br />

dahilinde Kazım Karabekir Paşa’nın talimatı ile Halil Bey komutasında<br />

küçük bir grup Nahçıvan’a ulaştı. Bu grup uzun süre Nahçıvan<br />

ahalisinin ermeni saldırılarına direnmesini sağladı.<br />

Millî Mücadele liderleri Mustafa Kemal Paşa ve onun sadık ve<br />

güvenilir meslektaşı Kazım Karabekir Paşa, Nahçıvan bölgesinin<br />

stratejik önemini çok iyi anlıyorlardı. Bölgeyi çok yakından tanıyan,<br />

Ermenilerin Müslüman Türk ahaliye yapacağı mezalimi ve Türkiye<br />

tarafına vereceği zararı iyice anlayan Kazım Karabekir Paşa’ya göre<br />

Nahçıvan doğunun kapısı olduğundan dolayı onu elde tutmak zaruri<br />

idi. Erzurum kongresinden sonra binbaşı Veysel Beyle II. Tümen<br />

komutanı Cavid Bey’e gönderdiyi mektupta paşa şöyle yazıyordu:<br />

Her taraftan mahsur bir haldeyiz, yalnız Azerbaycan’a açık Nahçıvan<br />

penceresi vardır, onun kapanmamasını istiyorum. 1 Kazım Karabekir<br />

Paşa, Azerbaycan’a ve bilhassa Orta Asya Türk Dünyası’na<br />

açılan yegane koridor sayılan ve ahalisinin çoğunluğunu Türklerin<br />

oluşturduğu Nahçıvan bölgesinin önemini önceden fark etmiş ve bu<br />

bölgede yerli ahaliden gönüllüler alayı oluşturmuştu. Mustafa Kemal<br />

Paşa, Nahçıvan’daki gelişmeler hakkında bilgi alıyor ve onları<br />

tahlil ediyordu. 2<br />

Nahçıvan bölgesinde oturan Türklere yapılan saldırılar 15. Ordu<br />

Komutanlığı tarafından hemen temsilciler heyetine bildirilmiş ve<br />

Mustafa Kemal Paşa da 22 ve 28 Mart 1920 tarihlerinde durumu<br />

dünya devletleri karşısında protesto etmişti. 3 Ermeni saldırılarının<br />

yoğunlaşması nedeniyle durumun kritik olmasından dolayı ve<br />

Nahçıvanlıların askerî yardım çağrıları üzerine aynı yılın Temmuz<br />

ayı başlarında Nahçıvan’a Binbaşı Ali Demir Bey komutasında bir<br />

Türk müfrezesi gönderildi. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi’nin açılması ve Azerbaycan’da bolşeviklerin hâkimiyeti ele<br />

geçirmesi, Kızıl Ordu’nun da gelmesi, şübhesiz, Türk-Sovyet mü-<br />

1 Veysel Ünüvar, İstiklal Müharibesinde Bolşeviklerle 8 Ay (1920-192l), İs-<br />

tanbul, 1948, s.4.<br />

2 M.K.<strong>Atatürk</strong>, Söylev ve Demeçler,.III.cilt.İstanbul.l967, s.l018.<br />

3 <strong>Atatürk</strong>ün Telgraf ve Beyannameleri, IV.cilt, Ankara, 1991, s.281.


ATATÜRK’ÜN YARATTIĞI NAHÇIVAN: DOSTLUK KÖPRÜSÜ DEVLETİ<br />

nasibetlerinin de dönüş noktasını teşkil etmişti. TBMM’nin başkanı<br />

Mustafa Kemal Paşa Sovyet Rusyası hükûmetine ilk resmi teklif<br />

hazırlamış ve yerine getirilmesini Kazım Karabekir Paşa’ya havale<br />

etmişti. Ama Bakü’ye gitmek için daha elverişli olan Batum yolu<br />

tehlikeli ve kapalı olduğundan Kazım Karabekir Paşa bu evrakları<br />

Nahçıvan yolu ile Azerbaycan’a göndermek için gerekli tedbirleri<br />

aldı. Bu görevi yerine getirmek amacıyla 11. Tümen karargah reisi<br />

Veysel Bey ile Kamil Bey ve Celal Bey 1920 yılı Mayıs ayının<br />

altısında Beyazıt’tan çıkarak Nahçıvan üzerinden geçmek suretiyle<br />

Bakü’ye yola düştüler. Ancak yolda iken aldıkları emre esasen<br />

Veysel Bey Nahçıvan’da kaldı, Kamil ve Celal Bey ise yola davam<br />

ettiler. Binbaşı Veysel Ünüvar bu devirden itibaren bir müddet kendi<br />

Türk-Sovyet münasibetlerinin kurulmasında mühüm bir köprü rolünü<br />

oynayan Nahçıvan diyarı ile bağlamıştır. Bu bölge Ermenistan’a<br />

karşı askerî üstünlüğün temin edilmesi bakımından büyük bir strateji<br />

önem taşıdığından ve Azerbaycan’a açılan yegane Türk koridoru<br />

olduğundan daha 1918 <strong>yılında</strong> Türkiye ve Azerbaycan hâkim çevrelerinin<br />

dikkatini çekmişti Nahçıvan sanki yeni bir misyon yerine<br />

yetirmeyi taahüt etmişti.<br />

Kazım Karabekir Paşa, bölgenin Ermeni nezaretinden çıkması<br />

ve Azerbaycan’a bağlanması için Bolşeviklerle ilişkilerin genişlendirilmesini<br />

çok mühüm sayıyordu. Kazım Karabekir Paşa 16 Temmuz<br />

tarihli telgrafı ile Nahçıvan’daki Türk müfrezesinin müfettişi olan<br />

Veysel Bey’e yazmıştı ki, Bolşeviklerle samimi münasibet kurulmasına<br />

özel olarak önem versinler. Bolşeviklerle yakın alaka o zaman<br />

yardıma ihtiyacı olan Türkiye Cumhuriyeti için çok önemli idi. İlk<br />

vakitler bölgede Türk Ordusu’nun müfettişi sıfatıyla bulunan binbaşı<br />

Veysel Bey Temmuz ayının başlarında Nahçıvan’daki bolşevik kuvvetlerinin<br />

ve yerli ahalinin davetiyle Ermeni baskınlarını önlemek<br />

için büyük bir müfreze ile Şahtahtı mıntıkasından Aras nehrini geçerek<br />

bölgeye geldi. Ekim ayında ise Veysel Bey yeni yaratılan Nahçıvan<br />

Askeri Savunma Komitesi’nin başkanı görevine atandı. 1920<br />

yılının sonlarından başlayarak Bolşevikler, Ermenistan’da Sovyet<br />

hâkimiyetini kurduktan sonra Nahçıvan’ı Ermenistan’ın terkibine<br />

vermek fikrine düştüler ve Nahçıvan askerî devrim komitesi başkanı<br />

Velibeyov’un yardımıyla bölgenin statüsünü değiştirmek için<br />

faaliyete geçtiler. Bu süreçte ahalini sakinleştirmek için Nahçıvan’a<br />

91


92<br />

İSMAİL HACIYEV EBÜLFEZ AMANOĞLU<br />

gelmiş Behbud Bey Şahtahtinski Velibeyov’u yarıtmaz faaliyyetine<br />

göre Askerî Devrim Komitesinin başkanı görevinden aldığını ilan<br />

etmiş ve Nahçıvan ahalisine hitaben demişti ki, siz toprağınızla beraber<br />

kendi mustakilliyinizi ister isenizse, burada güvenebileceğiniz<br />

yegane kuvvet Türkiye askerleridir. Halk ise bu askerler etrafında<br />

sıkı bir şekilde birleşmelidir. Sizin mustakilliyinizi ve topraklarınızı<br />

ancak onlar koruyacak ve bu ağır felaketlerden kurtaracaktır.<br />

Veysel Bey’in yürüttüğü siyasi faaliyet sayesinde bölgenin arazi<br />

bütünlüğü korundu ve bu çizgi 1921 yılı Moskova Antlaşmasının<br />

uygun şartlarla imzalanmasına zemin hazırladı.<br />

Burada bir paratez açarak belirtelim ki, bu görkemli serkerde<br />

bölgede çalıştığı müddetçe günlük yazmış ve hadiseleri, gözlemlerini<br />

o günlükte kayd etmiş ve bu kayıtlar esasında bu hadiselerin<br />

üzerinden bir kaç yıl geçdikten sonra hatıralarını kaleme almaya<br />

karar vermiş ve böylece binbaşıVeysel Ünüvarın “İstiklal Harbinde<br />

bolşeviklerle sekiz ay (1920-1921)” adlı kitap meydana çıkmıştır.<br />

Kitab 1948 <strong>yılında</strong> İstanbulda yayınlanmıştır. Dikkati çeken hususlardan<br />

biri de budur ki, müellif kitabının ön kapağında4 Nahçıvan<br />

Came mescidinin Andranikın Taşnak çeteleri tarafından minaresinin<br />

top mermisiyle vurulmuş (ressamımız Behruz Kengerli’nin resmi)<br />

resmini vermiştir. Şunu da belirtelim ki, bölgenin tarihi bakımından<br />

önemli bir kaynak niteliği taşıyan Veysel Ünüvar’ın söz konusu kitabı<br />

bu günlerde tarafımızdan Azerbaycan Türkçesine aktarılmış ve<br />

ulu önder Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün <strong>125.</strong> doğum yılına armağan<br />

olarak onun yarattığı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nde başkonsul<br />

İsmail Sefa Yüceer’in maddi desteği ile basılmıştır.<br />

1920 yılının sonbaharında Nahçıvan bölgesinde iç durum karışık<br />

olarak kalmakta, bu konuda tartışmalar gittikçe büyümekte,<br />

konu uluslararası nitelik taşımağa başlamakta idi. Nahçıvan konusu<br />

da bu devirde yürütülen Rusya-Ermenistan ve Türkiye-Ermenistan<br />

görüşmelerinde ve onlar arasında yapılan anlaşmalarda önemli<br />

yer tutuyordu. Türkiye ile Ermenistan’ın Taşnak hükûmeti arasında<br />

yapılan Gümrü anlaşmasının (2 Aralık 1920) 2. ve 12. maddeleri<br />

Nahçıvan bölgesi ile ilgili idi. Bu bölge ile bağlantısı olan taraflar<br />

4 General Veysel Ünüvar, Nahçıvan: Telatüm ve burulğanlar (1920-1921),<br />

Nahçıvan, 2006.


ATATÜRK’ÜN YARATTIĞI NAHÇIVAN: DOSTLUK KÖPRÜSÜ DEVLETİ 93<br />

aşağıdaki şekilde anlaşmışlardır: Ermenistan Kükü Dağı, Hemesur<br />

Dağı, Kurtkulak Köyü, Saat Dağı, Arpaçay Evleri, Kamerli Dağı,<br />

Saraybulak dağları, Ağrı (Ararat) istasyonu, Araz Çayı yakınlığındaki<br />

Aşağı Karasu’nun döküldüğü yerden geçen şeridin güneyindeki<br />

-Nahçıvan, Şahtahtı, Şerur- araziye daha sonra referandumla tayin<br />

olunacak idari şekline ve bu idarenin kapsayacağı topraklara karışmayacak.<br />

Şimdiki arazide geçici olarak Türkiyenin himayesinde<br />

yerli idare yaratılacaktır. 5<br />

Gümrü Anlaşmasını Mustafa Kemal Paşa yeni Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda büyük siyasi zafer olarak değerlendirmiş<br />

ve bu zafer münasibetiyle Kazım Karabekir Paşa’yı ve<br />

heyet üyeleri olan Erzurum Valisi Hamit Bey’i ve Erzurum milletvekili<br />

Süleyman Necati Bey’i tebrik etmiştir. 1920 yılı 3 Aralık tarihinde<br />

Cavit Bey Nahçıvan’daki Türk askerî müfrezesi komutanlığına<br />

Gümrü Anlaşmasına göre Nahçıvan’ın hangi statüye sahip olduğunu<br />

bildirdi. 21 Şubat 1921 tarihinde Ordubat kazası devrim komitesi reisinin<br />

müfreze komutanına mektubunda yazılmıştı: “Telgrafı sevinçle<br />

okuduk. Bu telgraf yıldırım hızıyla tüm kazaya yayıldı, ahaliyi<br />

sevindirdi. Taşnak adını bundan sonra duymamak umuduyla büyük<br />

Türkiye’nin himayesinde yaşamak saadetine ulaşmış halkımız bu<br />

sevinci Ordubat kazasında coşku ile karşıladı. Mazlum milletimizin<br />

saadeti ve rifahı için inkilab silahına sarılmış büyük ve kahraman<br />

Türk İnkılap ordusunun gücünün artmasını Cenab-ı Haktan dilemek<br />

amacıyla bütün ahali camilere toplanır, törenler düzeniliyor, dualar<br />

okuyordular. Bundan dolayı sizi tebrik edir ve sizin vasıtanızla ahalimizin<br />

samimi tebriklerini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve ordu<br />

komutanlığına bildiriyoruz”. 6<br />

Türkiye ile Sovyet Rusyasının yaklaşması, karşılıklı ilişkilerin<br />

geliştirilmesi bu iki devlet arasında görüşmeler, anlaşmalar yapılmasını<br />

zaruri etti. Bu amaçla Moskova’ya bir heyet gönderildi.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ricası üzerine Sovyet Rusyası Hükûmeti ile görüşmeler<br />

yapmak için giden Türk temsil heyetini düşündüren en önemli sorunlardan<br />

biri Nahçıvan meselesi idi. Türkiye’nin bu meseleye öze-<br />

5 Soysal İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasi<br />

Anlaşmaları, I.cilt (1920-1945), Ankara, 1989, s. 19.23.<br />

6 Dipnot: İbrahim Atnurun adı geçen eserinden alınmıştır, s.393.


94<br />

İSMAİL HACIYEV EBÜLFEZ AMANOĞLU<br />

likle önem vermesi stratejik ve geopolitik faktörlerin yanısıra, hem<br />

de Nahçıvan’ın Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinde en yakın mesafede<br />

yegane nokta olması ile ilgiliydi. Mustafa Kemal Paşa, Yusuf Kemal<br />

Bey’e Nahçıvan’ın Türk kapısı olduğunu hatırlatmış ve buna göre<br />

hareket edilmesini istemişti. 7 Yusuf Kemal’in “Paşam! Ruslar Nahçıvan<br />

üzerinde ısrar ederlerse ne yapalım”-sorusuna Mustafa Kemal<br />

Paşa: “Nahçıvan Türk kapısıdır, bu hususu nazar-i itibara alarak<br />

onun mevcudiyyetini korumak için elinizden geleni yapınız”- cevabını<br />

vermişti.<br />

Moskova Anlaşması görüşmelerine katılan temsilcilerin hatıralarından<br />

belli oluyor ki, Nahçıvan konusu ile ilgili müzakereler, tartışmalar<br />

bir hayli uzamıştır.<br />

Hatta Stalin’in “Nahçıvan üzerinde ne için bu kadar ısrar ediyorsunuz?”<br />

sorusuna da “Orası Türk kapısı, ondan.” cevabı verilmiştir.<br />

Türkiye ile Rusya arasında yapılan görüşmelerde Nahçıvan’ın<br />

kaderi her zaman Türk temsilciler heyetinin dikkatinde olmuş ve<br />

Moskova Anlaşmasının (16 Mart 1921) 3. maddesinin eki ile Nahçıvan<br />

vilayeti arazisinde Azerbaycan’ın himayesinde bu himayeyi<br />

Azerbaycan’ın hiç bir devlete bırakmaması koşulu ile Nahçıvan<br />

Özerk Cumhuriyeti oluşturulması karara bağlandı. Göründüğü üzere<br />

burada en önemli husus Nahçıvan meselesinde Azerbaycan’ın himaye<br />

hakkının bir üçüncü devlete bırakılmaması idi.<br />

Türkiye temsil heyetinin ciddi çabaları sonucunda Moskova<br />

görüşmelerinde Azerbaycan’ın arazi bütünlüğü kısmen de olsa korunmuş,<br />

Nahçıvan’ın Azerbaycan’a bağlı özerk bölge teşkil etmesi<br />

konusunda anlaşmaya varılmıştı.<br />

Böylece mimarı büyük <strong>Atatürk</strong> olan Moskova Anlaşması ile Nahçıvan<br />

meselesi adil çözümünü buldu. Türk temsil heyeti Ankara’ya<br />

döndüğü zaman <strong>Atatürk</strong>’e hitaben “Nahçıvan üzerinde elden geleni<br />

yaptık” diye söylediklerinde o “Kapımız mevcudiyetini muhafaza<br />

edir, bizim için önemli olan budur.” diye cevap vermişti.<br />

Moskova Anlaşmasından sonra Türkiye Nahçıvan’ın statüsünü<br />

bölge ülkelerine kabul ettirmek için çaba gösteriyordu. Bu amaçla<br />

7 Mustafa Kemal Paşa, “Nahçıvan Türk kapısıdır.” Türk Dünyası Tarih Dergisi,<br />

No: 64, s.5-6.


ATATÜRK’ÜN YARATTIĞI NAHÇIVAN: DOSTLUK KÖPRÜSÜ DEVLETİ 95<br />

Türkiye Güney Kafkasya cumhuriyetleri ile anlaşma yaptı. Kars anlaşması<br />

sonucunda Türkiye ile onlar arasındaki arazi sorunları halledilmiş<br />

ve iyi komşuluk munasibetlerinin temeli atılmıştı. 8<br />

Kars Anlaşmasında Nahçıvan’la ilgili önemli bir madde yer aldı.<br />

Türkiye Hükûmeti Azerbaycan ve Ermenistan Sovyet Hükûmetleri<br />

böyle bir ortak fikre geldiler ki, bu anlaşmanın 5. maddesi ve 3.<br />

ekinin tespit ettiği, belirlediği sınırlar içerisinde Nahçıvan bölgesi<br />

Azerbaycan’ın himayesinde özerk bir arazi oluşturmuş olsun. 9<br />

Bu anlaşmayla Nahçıvan’ın sınırları çizildi.Ayrıca anlaşmanın<br />

fevkalade derecede önemi ondan ibarettir ki, Ermenistan Nahçıvan’ı<br />

Azerbaycan toprağı olarak kabul etmiştir. Böylelike, 1918 <strong>yılında</strong>n<br />

başlayarak Nahçıvan bölgesini gasp etmek niyetinde olan Ermenistan<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün akıllı diplomasisi sonucunda Moskova<br />

ve Kars Anlaşmaları vesilesiyle Nahçıvan’ın Azerbaycan toprağı<br />

olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır.<br />

Yusuf Kemal Bey’in belirttiğine göre Nahçıvan Müsalümanları<br />

bir kere daha soykırıma maruz kalarsa o zaman Türk Ordusu’nun<br />

buna seyirci kalmayacağı resmî olarak belgelenmiştir.<br />

Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin yaratılmasında büyük önem<br />

taşıyan Moskova ve Kars Anlaşmaları <strong>Atatürk</strong>’ün gerçekçi diplomasisinin<br />

bir sonucu ve bu diplomasinin başarısı olarak ortaya çıkmıştır.<br />

Söz konusu antlaşmalara göre eski Türk Oğuz Yurdu olan Nahçıvan<br />

Azerbaycan’ın sınırları içerisinde kalmayı başarmıştır. Hatta 1924<br />

<strong>yılında</strong> Azerbaycan’a bağlı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin teşkili<br />

de uluslararası anlaşmalar sayesinde mümkün olmuştur. Ulu önderin<br />

baskı ve ısrarları sonucunda Türkiye hatta bölgeyi Ermenistan’a<br />

kaptırmak isteyen o dönemdeki bazı Azerbaycan bolşeviklerinin<br />

de teşebbüslerini önleyerek bölgeye ancak Azerbaycan terkibinde<br />

özerk arazi statüsünün verilmesi işini başarmıştır. Ayrıca Moskova<br />

ve Kars Antlaşmalarında bu özerk bölgenin sınırları tespit edilmiş,<br />

antlaşmayı imzalayan devletler tarafından Türkiye’nin bölge üzerinde<br />

garantörlüğü resmen ve yazılı olarak kabul edilmiştir. Bu yolla<br />

geçici de olsa Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Ermenilerin arazi iddi-<br />

8 Musa Kasımov, Harici Devletler ve Azerbaycan, Bakü, 1998, s. l76<br />

9 İsmail Hacıyev, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> ve Nahçıvan, V. Uluslararsı <strong>Atatürk</strong><br />

kongresi, 8-12 Aralık 2003, Ankara, 2005, s.ll33.


96<br />

İSMAİL HACIYEV EBÜLFEZ AMANOĞLU<br />

alarından korunabilmiştir. Ama Sovyetler Birliği döneminde Ermenilerin<br />

sık sık birleştirme iddiaları bu Kars Antlaşması’nı delememiş,<br />

çiğneyebilmemiştir. <strong>Atatürk</strong>’ün yarattığı Nahçıvan Özerk arazi<br />

statüsü hakkında Kars Anlaşmasının önemine değinen seçkin devlet<br />

adamı Haydar Aliyev demiştir: “Nahçıvanın statüsünü muhafıza etmek<br />

için Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı Kars Antlaşması’nın<br />

büyük rolü olmuştur. Nahçıvan toprak bakımından Azerbaycan’dan<br />

ayrı düştüğüne göre Nahçıvan’ın bütünlüğünü, güvenliğini, devletciliğini,<br />

özerkliğini gelecekte de sağlamak için Kars Antlaşması bizim<br />

için çok büyük ve emsalsiz belge, kaynaktır” 10 .<br />

Şunu da belirtelim ki, 1990 yılı başlarında Sovyet hâkimiyeti<br />

yıkıldığı zaman Ermenilerin senarisi esasında Nahçıvan Özerk<br />

Cumhuriyeti’nin İran İslam Cumhuriyeti ile olan sınırı Sovyet<br />

KGB’sinin teşviki ile yerli ahali tarafından dağıtıldı. Bundan az sonra<br />

aynı yılın 20 Ocak tarihinde, yani Bakü’de işgalci Moskova kuvvetleri<br />

silahsız ahaliyi katliam yaparken bununla eşzamanlı olarak<br />

Ermenistan kuvvetleri silahsız Nahçıvan ahalisi üzerine saldırıya<br />

geçti. İran hududu açık olduğundan Ermeniler ahali arasında panik<br />

yaydılar, onları İran sınırını geçmeye teşvik ettiler. Kahraman nahçıvanlılar<br />

bu tehditlerden korkmayarak 25 şehit verdi, ama hududları<br />

korudu, vatanı terk etmediler. Sovyet döneminde İranla Nahçıvan<br />

arasındaki hudud hattı Nahçıvan’da yerleşmiş hudud muhafıza kuvvetleri<br />

tarafından korunuyordu, Türkiye ile Nahçıvan arasındaki hudud<br />

ise Ermenistan’a bağlı hudut muhafıza komutanlığına ait idi.<br />

Bu nedenle İranla Nahçıvan arasındaki gümrük kapısı 1990 <strong>yılında</strong>n<br />

faaliyete geçtiği halde, aynı şey Türkiye ile Nahçıvan arasında ancak<br />

1992 <strong>yılında</strong>n itibaren gerçekleşebilmiştir. 1991 <strong>yılında</strong> Azerbaycan<br />

bağımsızlığına kavuştuktan sonra ulu önder Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün hayalleri gerçekleşmeye başlamıştır: Ulu <strong>Atatürk</strong>’ün yarattığı<br />

Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti dostluk köprüsü devletine dönüşmüştür.<br />

O zaman Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti ali meclis başkanı<br />

görevinde bulunan Haydar Aliyev, Ankara’ya gelmiş, başbakan Süleyman<br />

Demirel’le görüşmüş, <strong>Atatürk</strong>’ün mimarı olduğu Kars An-<br />

10 Haydar Aliyev’in Nahçıvan Özerk Cumhuriyetinin 75.kuruluş yıldönümü<br />

dolayısıyla düzenlenmiş toplantıda yaptığı konuşma, Azerbaycan gazetesi,<br />

Bakü, 14 Ekim 1999.


ATATÜRK’ÜN YARATTIĞI NAHÇIVAN: DOSTLUK KÖPRÜSÜ DEVLETİ 97<br />

laşmasından bahis etmiş, Türkiye’nin Nahçıvan üzerinde söz hakkı<br />

olmasını gündeme getirmiş, garantörlüğünü hatırlatmış ve yardım<br />

istemiştir. Bu görüşmeden sonra Türkiye Nahçıvan’la daha yakından<br />

ilgilenmiş, 1992 yılı 28 Mayısında Iğdır ilinin Aralık ilçesinde<br />

Dilucu mıntıkasında Türkiye, Cumhuriyeti ve Azerbaycan arasında<br />

Hasret Köprüsü adlandırılan dostluk köprüsü hizmete açılmıştır.<br />

Açılış töreninde Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Süleyman Demirel<br />

ve Azerbaycan cumhurbaşkanı liderimiz Haydar Aliyev birer konuşma<br />

yapmışlar. Böylece Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Azerbaycan ve<br />

Orta Asya’yı birleştiren dostluk köprüsü devleti rolünü oynamaya<br />

başlamıştır. Bundan hemen sonra Ermenistan Nahçıvanı abluka altında<br />

tuttuğundan dolayı, onun Azerbaycan ile kara yolunu kestiğinden<br />

dolayı Türkiye kardaş cumhuriyet olarak <strong>Atatürk</strong>’ün vasiyetlerini<br />

yerine getirerek Nahçıvan bölgesine sahip çıktı, ona yardım etti.<br />

Kısa bir zaman içinde Nahçıvan Merkezde ölümsüz komutan Kazım<br />

Karabekir’in ismini taşıyan görkemli bir cami inşa edildi. Türkiye<br />

şimdi Nahçıvan’ın sosyo-ekonomik alt yapısının gelişmesinde katkı<br />

sağlamaktadır. Şu anda Türkiye’nin Emin Uçar inşaat şirketi bu<br />

bölgede çok sayıda okullar, hastaneler inşa etmiştir. Aynı zamanda<br />

Türkiye ile ortaklaşa havaalanı, Vayhır barajı inşa edilmiştir.<br />

Yüce <strong>Atatürk</strong>’ün sayesinde Ermenistan’ın işgalinden ve Ermeni<br />

mezaliminden kurtulan dostluk köprüsü devleti niteliğine sahip olan<br />

Nahçıvan bölgesinin devletçilik statüsünün temelleri yukarıda belirttiğimiz<br />

gibi daha 1920-1921 yıllarında Gümrü, Moskova ve Kars<br />

Antlaşmalarında atılmışdır. Bu unsurlar 1995 <strong>yılında</strong>ki 13 Ekim<br />

Azerbaycan Anayasası’nda da göze alınmış, Nahçıvan bölgesinin<br />

özerk devlet olması meselesine bakılmış ve bu olay resmen bir daha<br />

pekiştirilmiştir. 11<br />

Kısa süre içereisinde hasret köprüsünden eğitim, kültür ve okul<br />

köprüsüne bir yol açılır. Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de atılan sağlam<br />

temeller yeni köprülere model olur. Nice yıllardır o köprülerden<br />

artık Dünya milletleri geçer. Bu eğitim ve kültür meşalesi artık her<br />

yerden görünmekte ve onun ateşi hiç sönmemektedir.<br />

Dünyanın dört bir tarafına yayılmış bu okulların öğrencileri her<br />

11 İsmail Hacıyev, Nahçıvan Muhtar Respublikası Azerbaycanın Millî Dövletçilik<br />

tarihinde Doktora tezinin özeti. Baku, 1999 s.6.


98<br />

İSMAİL HACIYEV EBÜLFEZ AMANOĞLU<br />

yıl uluslararası Dünya ilmi olimpiyatlarında iştirak edirler, birinci,<br />

ikinci, üçüncü yer tutarak büyük başarı elde edirler. Bu Türk okullarının<br />

mezunlarının az kala yarısı Avrupa ve Amerika’nın muhtelif<br />

üniversitelerinde tahsillerini devam ettiriyorlar. En önemlisi de<br />

ondan ibarettir ki, bu mekteblerde eğitim faaliyeti ve ahlaki terbiye<br />

sağlam temeller üzerinde kurulmuş, o nedenle de bu tahsil kurumunun<br />

bütün mezunları dinine, diline ve vatanına bağlı insanlar<br />

olarak, gerçek vatandaş olarak yetişirler. Yeri gelmişken bir faktı belirtmek<br />

istiyorum ki, Azerbaycan çapında tahminli olarak söylersek<br />

14 Türk okulu faaliyet gösterir ve bunlardan üçü Nahçıvan Özerk<br />

Cumhuriyeti arazisindedir. Sevindirici haldır ki, Nahçıvan Merkezdeki<br />

Türk lisesi 2005 yılı üniversite giriş sınavları sonuçlarına göre<br />

Azerbaycan’ın 4550 okulu arasında üçüncü yer tutmuştur.


CUMHURİYET OLGUSUNUN ATATÜRK’ÜN<br />

KİŞİLİĞİNDE ERZURUM’DA ŞEKİLLENMESİ<br />

Yrd. Doç. Dr. Serpil SÜRMELİ*<br />

12 Mart 1918’de Ermeni işgali ve zulmünden kurtulan, Erzurum<br />

daha kurtuluşunun sene-i devriyesini dolduramadan Mondros<br />

Mütarekesi’nin 24. maddesi hükmüyle karşı karşıya kaldı. Bu hükümle<br />

ortaya çıkan durum, Ermenilere XIX.yy’ın sonlarından beri<br />

canlı tutulmaya çalışılan doğuda bir Ermeni Devleti kurma hayalini<br />

gerçekleştirme imkanı vermekteydi. Doğal olarak işgalin ağır tahribatını<br />

üzerinden atamamış bir şehir ve maddi manevi tüm değerleri<br />

acımasızca tüketilmiş bir halkın yaşadığı tecrübeler henüz hafızalarda<br />

tazeliğini korurken bu durum karşısında hissedilen endişe oldukça<br />

büyük ve sarsıcı olacaktı. Nitekim bir Erzurum aydını olan<br />

Süleyman Necati Bey’in mütareke metnini inceleyip 24. maddeye<br />

geldiğinde “Eyvah Vilayat-ı Şarkiye Ermenistan Oluyor” 1 sözleriyle<br />

tepki vermesi duyulan endişenin bir ifadesiydi. Ancak, Erzurum ve<br />

doğu vilayetleri kadar acı tecrübeler yaşamamış Anadolu için de tehlike<br />

ve duyulması gereken endişeler sözkonusuydu. 7. madde hükmüyle<br />

beliren bu tehlike, mütarekeden sonra gerçekleşen işgallerle<br />

açıkça ortaya konmuştu.<br />

Mütarekeyle birlikte devlet olma niteliğinden yoksun bırakılan<br />

ve siyasi bir güç olmaktan çıkan devlet ve idaresinin, teslimiyetçi<br />

bir politika izleyerek hayat hakkı elinden alınan millete sahip çık-<br />

* <strong>Atatürk</strong> Üniversitesi <strong>Atatürk</strong> İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi,<br />

Erzurum/25240.<br />

1 Enver Konukçu, Selçuklulardan Cumhuriyete Erzurum, Ankara 1992,<br />

s.757; Asuman Demircioğlu, 1919-1923’de Süleyman Necati (Güneri) Bey,<br />

Erzurum 1992 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), s.12-13.


100<br />

SERPİL SÜRMELİ<br />

maması, tehlikenin boyutunu ve duyulan endişeyi giderek artırmış<br />

ve millet kendi başının çaresine bakma arayışında varlığını binlerce<br />

yıllık ata yurdunda kanıtlama gayretine düşmüştür. Fakat ne yazık<br />

ki, topraklarına göz diken ve onu parçalama ve paylaşma mesaisi<br />

ile meşgul, işgal kuvvetleri nezdinde yapılan bu girişimler beyhude<br />

çabalar olarak kalmıştır.<br />

Bu durum karşısında öyleyse yapılması gereken “Türk ata yurduna<br />

ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara<br />

milletçe silahlı olarak karşı çıkmak ve savaşmaktı” 2 . Bu teşhisi<br />

ortaya koyan sözler, Türk milletinin kaderini değiştirecek ve millet<br />

olarak yeniden doğuşunu hazırlayacak gelişme ve değişimlerin<br />

mimarı Mustafa Kemal Paşa’ya aitti. O, “Türk milletinin onurlu ve<br />

şerefli bir millet olarak yaşaması temel ilkesinden”, Millet egemenliğine<br />

dayanan tam bağımsız, yeni bir Türk Devleti kurmak” 3 kararlılığıyla,<br />

Türk milletinin geleceğinde tarihi sorumluluk almaya hazır<br />

bir liderdi. Karakteri olarak tanımladığı hürriyet ve istiklal aşkını<br />

milletinin ve büyük ecdadının en kıymetli mirası olarak kabul eden<br />

ve yaşayabilmesinin kesinlikle bağımsız bir milletin evladı olarak<br />

kalmasına bağlı olduğunu 4 söyleyen Mustafa Kemal Paşa mensubu<br />

olduğu milletin hislerine tercüman olurken, bu ortak paylaşımdaki<br />

ruhu millî bir karakter olarak şahsında yansıtmaktaydı. 19 Mayıs<br />

1919’da Anadolu topraklarına adım atmasıyla bu millî ruh şahlanarak,<br />

zorlu ve onurlu bir millet mücadelesinden Cumhuriyet Türkiye’sine<br />

uzanan tarihi yolculukta bir şiar olacaktı.<br />

Millet egemenliğine dayanan tam bağımsız bir Türk devleti kurmak<br />

düşüncesi ve kararıyla yola çıkan, ancak bu kararın uygulamasını<br />

olaylardan yararlanarak, milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamayı<br />

sağlamak için birtakım safhalara ayırmayı ve böylece adım<br />

adım amaca ulaşmayı hedefleyen Mustafa Kemal Paşa, önce ülkeyi<br />

dış saldırılardan kurtarmak için bir savaş bu başarıya ulaştıkça millî<br />

iradeye dayanan bir idare ve bu idarenin bütün ilke ve şekillerini<br />

2 Gazi Mustafa Kemal(<strong>Atatürk</strong>), Nutuk-Söylev, I, 2.Baskı, TTKB, Ankara,<br />

1986, s.21.<br />

3 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk-Söylev, I, s.19.<br />

4 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, III, TTKB, Ankara, 1997, s.31.


CUMHURİYET OLGUSUNUN ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİNDE ERZURUM’DA ŞEKİLLENMESİ 101<br />

safha safha gerçekleştirecek 5 bir irade örneği göstererek, başarıya da<br />

tabii ve kaçınılmaz bir tarihi seyir içinde ulaşılmasını sağlayacaktı.<br />

Yukarıda belirtildiği üzere tam bağımsız ve millet egemenliğine<br />

dayanan yeni bir Türk devleti kurmak yolunda alınan karar ve bu<br />

kararın uygulama safhaları fikri ve fiili olarak adından bahsetmeksizin<br />

Cumhuriyete doğru tarihi bir seyir gösterecektir. Mustafa Kemal<br />

Paşa’nın Samsun’a çıkışıyla başlayan ve onun bir ay gibi kısa bir<br />

süre içinde ivedilikle bu yolda attığı ilk adımlar bütün ordu birlikleriyle<br />

temas ve irtibatın sağlanması, milletin mümkün olduğu kadar<br />

aydınlatılıp uyarılması, millî teşkilatlanmanın yayılmasının sağlanması<br />

olurken, Amasya’da bir genelge halinde ortaya konan hükümler,<br />

bu tarihi seyirde aşılacak yolun ilk ışıklandırmasını yapmaktaydı.<br />

Buna göre yurdun bütünlüğü ve milletin istiklalinin tehlikede olduğu<br />

işareti verilerek başlangıç yapan genelge, tehlike unsurunu, İstanbul<br />

hükûmetinin üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememesi ve bu<br />

durumun milleti yokmuş gibi göstermesine bağlı olarak belirdiğine<br />

dikkat çekip çözümü kaynağına bıraktığını, milletin istiklalini yine<br />

milletin azim ve kararı kurtaracaktır maddesiyle ortaya koymakta,<br />

bunu da milletin durumunu ve davranışını göz önünde tutarak, haklarını<br />

dile getirip, her türlü etki ve denetimden uzak millî bir heyetin<br />

varlığının çok gerekli olduğu hükmüne bağlamaktaydı.<br />

Amasya Genelgesi’nde yer alan bu hükümlerin, her bir maddesi<br />

birbirini açan, tanımlayan ve çözümleyen ifadelerle, milleti saltanat<br />

idaresine karşı millî egemenlik ve vatan birliği yolunda birleşmeye<br />

davet eden bir ihtilal beyannamesiydi ve millî bir ihtilal hareketinde<br />

olması gereken esaslar bir program halinde millete sunulmaktaydı.<br />

Bu arada Erzurum, mütarekenin 24. maddesiyle ortaya çıkan<br />

tehlike ve yakın geçmişinde yaşadığı acı tecrübeler üzerine 3 Mart<br />

1919’da Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Erzurum<br />

şubesi kuruluşunu gerçekleştirmekte ve cemiyet, 9 Mart’ta ilk beyannamesini<br />

hazırlamış bulunmaktaydı. Bu beyannamede savaşın<br />

sonunda mağlubiyet nedeniyle Türk Milleti’nin meşru haklarına siyaset<br />

sahnesinde tecavüz edilmek istendiği, bu haksızlığın en büyüğünün<br />

doğu vilayetleri üzerinde yapılarak Ermenilerin hâkimiyet<br />

5 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk-Söylev, I, s.21.


102<br />

SERPİL SÜRMELİ<br />

hukuku iddialarına yol açtığını, oysa iddialarının aksine doğu vilayetlerinde<br />

nüfuslarının % 15’i geçmediğinin vurgulanarak, savaş<br />

esnasında Ermenilerin doğuda icra ettikleri faaliyet nedeniyle önceki<br />

hükûmetin tehcir uygulamasından Avrupa’nın Türk Milleti’ni<br />

sorumlu tuttuğunu, bunda milletin küçük bir mahcubiyet payı bile<br />

olmadığı ifadesiyle Vilayat-ı Şarkiye Cemiyeti’nin bu memleketteki<br />

tarihi ve millî hukuku koruyacağı ve memleketlerine dikilen ihtiras<br />

bakışlarının hükümsüz bırakılmasına çalışılacağı belirtilmekteydi<br />

6 . Fakat bu sırada yaşanan gelişmeler, bir taraftan Paris Barış<br />

Konferansı’nda Ermeni taleplerinin benimsenmesi ve Damat Ferit<br />

hükûmetinin doğu vilayetlerinden bir kısmını gözden çıkarıp Ermenilerle<br />

anlaşmaya çalışması 7 diğer taraftan tüm ülkede millî infiale<br />

yol açan İzmir’in işgali Erzurum ve Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini<br />

Erzurum’da bir vilayet kongresi toplamak üzere harekete<br />

geçirmişti. 17-25 Haziran 1919 tarihleri arasında toplanan kongre<br />

Ermeni saldırısı durumunda memleketi son ferdin ölümüne kadar<br />

savunmayı ve Osmanlı camiasından ayrılmamak için her türlü fedakarlığı<br />

göze almayı karar altına alırken, yine Trabzon Müdafaa-i<br />

Hukuk Cemiyeti ile birlikte bir Doğu Vilayetleri Kongresi toplamak<br />

üzere anlaşmış ve çalışmalara girişmişti.<br />

Mustafa Kemal Paşa’nın kongreye davet edilmesiyle de bundan<br />

sonra Erzurum, Amasya’da açıklanan Millî İhtilâl Programı’nın<br />

cumhuriyete giden yolda ivme kazandıran fikrî ve fiilî gelişimine<br />

sahne olmaya hazırlanacaktı.<br />

Kongreye davet edilmesi üzerine 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a<br />

gelen Mustafa Kemal Paşa vakit geçirmeden Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti<br />

ile temasa geçerek faaliyetleri hakkında bilgi almıştı. Bir<br />

iki gün sonra Erzurum Kalesi Muhafızlığı’na ait küçük bir binada<br />

6 TİTE Arşivi, K.29, G.74, B.74.<br />

7 Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber<br />

I.Cilt, 3.Baskı, TTKB, Ankara, 1988, s.10. İstanbul Hükûmeti Türkiye Ermenilerine<br />

Türkiye sınırları içinde muhtar bir idare kurmaları vaadinde bulunmuş,<br />

atta gerginliğin fazla olduğu bölgelerde nüfus mübadelesi önermişti.<br />

1919 Şubat’ın da yapılan bu öneriyi Ermeniler, Türklerin daha önce doğu illerinde<br />

azınlık teşkil ettiği iddiasında bulunduğundan ve Türkiye sınırları içinde<br />

kalmayı istemediklerinden reddetmişti. (Firuz Kazemzadeh, The Struggle for<br />

Transcaucasia, Newyork 1951, s.214).


CUMHURİYET OLGUSUNUN ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİNDE ERZURUM’DA ŞEKİLLENMESİ 103<br />

15.Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa, Hüseyin Rauf (Orbay)<br />

Bey, Erzurum Valisi Münir (Akaya) Bey, İzmit Mutasarrıfı Süreyya<br />

(Yiğit) Bey, Ordu Müfettişliği Kurmay Başkanı Kâzım (Dirik)<br />

Bey, Kurmay Binbaşı Hüsrev (Gerede) Bey, Doktor Binbaşı Refik<br />

(Saydam) ve Mazhar Müfit (Kansu) Beylerin katıldığı ilk toplantıda<br />

ülkenin ve milletin içinde bulunduğu durum ve ortada dolaşan çeşitli<br />

fikirlerle ilgili görüşlerini belirtmiş ve o günlerde herkesin kendi<br />

kendine sorduğu “ne yapılmak lazımdır” sorusuna “hâkimiyet-i<br />

millîyeye dayanan kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk Devleti kurmak<br />

ve bu hedefe vakit geçirmeden ulaşmak olarak cevap vermişti 8 .<br />

Mahzar Müfit Bey daha sonra bu bahsi Mustafa Kemal Paşa ile aralarında<br />

geçen bir konuşmada tekrar açmış ve aynı cevabı alınca her<br />

ne kadar padişah ve hilafetin istikbalinden ve rejimden bahsetmeksizin<br />

bu konuları kapalı geçse de kendi anlayış ve düşüncesine göre<br />

bunun cumhuriyetten başka bir şey olmadığını Paşanın niçin müstakil<br />

bir Türk Cumhuriyeti demediğini düşünürken onun bu durumu<br />

fark edip kendisine, bu konuyu tartışmanın henüz zamanının gelmediğini,<br />

geldiğinde görüşeceklerini söylediğini ifade etmişti. Ancak<br />

Mazhar Müfit Bey, Mustafa Kemal Paşa ile 20 Temmuz 1919’da<br />

yaptığı bir sohbette fikri sabitinin harekete geçerek başarılı olunması<br />

halinde muhakkak ki, mevcut hükûmet şeklinin bu memleketin refah,<br />

saadet ve ilerlemesine yetmeyeceği başka bir hükûmet şeklinin<br />

aranıp bulunması gerekeceği kanısında olduğu sözleriyle bahsi yine<br />

aynı konuya getirmesi ve Paşa’nın devamlı aynı nokta üzerinde dolaşmasından<br />

usanmış olduğu hükmüyle kendisine gülerek: “Açıkça<br />

söyleyeyim: şekl-i hükûmet zamanı gelince Cumhuriyet olacaktır”.<br />

cevabını vermesinden memnun olan Mazhar Müfit Bey, bu sözleri<br />

Paşa’ya bütün katiyet ve ciddiyetiyle söyletmekten duyduğu sevinci<br />

notları arasına kaydetmişti 9 .<br />

Bu arada Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’daki faaliyetlerinin<br />

anlaşılmasıyla İstanbul hükûmetinin ve işgal kuvvetlerinin duyduğu<br />

rahatsızlığın Erzurum’a gelişinin altıncı günü 8-9 Temmuz<br />

1919 gecesi sarayla yaptığı bir telgraf başı görüşmesinde son raddine<br />

ulaştığı görülmüş ve Anadolu’ya gönderilişindeki resmî göreve<br />

8 Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, I, s.30-32.<br />

9 Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, I, s.74.


104<br />

SERPİL SÜRMELİ<br />

son verilmişti. Anadolu’daki faaliyetlerinden duyulan rahatsızlığın,<br />

8 Haziran’da İstanbul’a dön çağrısıyla başlayan ve resmî görevine<br />

son verilişinin yaşandığı 8-9 Temmuz gecesi “…birden bire perde<br />

kapandı. Ve 8 Haziran’dan 8 Temmuz’a kadar bir aydır süren oyun<br />

sona erdi” sözleriyle ifade eden Mustafa Kemal Paşa tarihi kararını<br />

da o gece vermiş göreviyle birlikte çok sevdiği askerlik mesleğinden<br />

çekildiğini bildirmişti. 10<br />

Bu kararın telgraf başında İstanbul’a iletilmesinden sonra yanında<br />

bulunan arkadaşlarına “bu andan itibaren hiçbir resmî sıfat ve memuriyetim<br />

yok, bir millet ferdi olarak ve milletten kuvvet ve kudret<br />

alarak vazifeye devam edeceğim” 11 demişti.<br />

Mustafa Kemal Paşa, askerlikten çekildikten sonra bütün Erzurum<br />

halkının ve Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum<br />

şubesinin, kendisine karşı çok açık olarak gösterdikleri güven<br />

ve yakınlığının kendisinde unutulmaz izler bıraktığını ifadeyle 10<br />

Temmuz’da gönderdikleri bir yazıyla cemiyetin başına geçmesini ve<br />

çalışma kurulu başkanlığını kabul etmesini önerdiklerini, kongreye<br />

Rauf Bey’le girmelerini kolaylaştırmak için Erzurum delegesi olarak<br />

seçilmiş bulunan Emekli Binbaşı Kazım (Yurdalan) Bey’le Dursunoğlu<br />

Cevat Bey’in delegelikten çekildiklerini belirtmişti12 .<br />

Böylece cemiyetin çalışma kurulunun başına geçen ve Rauf<br />

Bey’le birlikte Erzurum delegeliği gerçekleşen Mustafa Kemal Paşa<br />

kongre hazırlıklarıyla yakından ilgilenerek, kongreye gelecek delegelerin<br />

yola çıkarılmaları ve seyahatlerinde kolaylık gösterilmesi<br />

için kumandan ve valilere gerekli bildirilerde bulunmuştu.<br />

Bu gelişmeler olurken, 10 Temmuz’da kongre toplanacağını öğrenen<br />

İngiliz kontrol subayı Yarbay Alfred Rawlinson 9 Temmuz’da<br />

Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret etmiş ve aralarında şöyle bir konuşma<br />

geçmişti13 :<br />

-İşittiğime göre yarın bir kongre açacak mısınız?<br />

-Evet milletçe açılması kararlaştırılmıştır.<br />

10 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk-Söylev, I, s.65.<br />

11 Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, I, s.39.<br />

12 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk-Söylev, I, s.85-87.<br />

13 Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, I, s.44-45.


CUMHURİYET OLGUSUNUN ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİNDE ERZURUM’DA ŞEKİLLENMESİ 105<br />

-Açılmaması daha uygun olacaktır?<br />

-Kongre muhakkak toplanacak ve gününde açılacaktır. Millet<br />

buna karar vermiştir. Açılmamasını tavsiye eden düşüncelerinize<br />

hâkim olan sebepleri bile sormayı lüzumlu görmüyorum.<br />

-Fakat hükûmetim, bu kongrenin toplanmasına müsaade edemez.<br />

-Ne hükûmetinizden ne de sizden müsaade istemedik ki, böyle<br />

bir müsaadenin verilip verilmeyeceği bahis konusu olsun.<br />

-Kongreden vazgeçmezseniz kuvvet zoruyla toplantının dağıtılmasına<br />

mecburiyet hasıl olacak.<br />

-O halde biz de mecburi ve zaruri olarak kuvvete kuvvetle karşı<br />

koyar ve herhalde milletin kararını yerine getiririz. Ne pahasına<br />

olursa olsun kongreyi açacağız dedikten sonra Mustafa Kemal Paşa<br />

ayağa kalkarak görüşmenin bittiğini belirtmişti. Ancak bundan sonradır<br />

ki, Erzurum’da toplanacak kongreye bir İngiliz müdahalesinin<br />

yapılabileceği düşünülerek kongreyi sivil giydirilmiş polis ve jandarmaların,<br />

korumaları tedbiri alınmıştı.<br />

Delegelerin Erzurum’a gelişlerindeki gecikme yüzünden 23<br />

Temmuz’a ertelenen kongre o gün mütevazi bir okul salonunda açılarak<br />

7 Ağustos’a kadar sürmüştü. Onüç oturum olarak gerçekleşen<br />

kongrenin ilk günkü oturumunda Mustafa Kemal Paşa, 45 delegeden<br />

38’inin oyunu alarak kongre başkanlığına seçilmiş 14 ve kongreyi<br />

açış konuşmasında mütareke hükümlerine aykırı olarak yapılan saldırı<br />

ve işgallerden bahisle söze başlayarak tarihin bir milletin varlığını<br />

ve hakkını hiçbir zaman inkâr edemeyeceğini, Türk vatanı ve<br />

milleti aleyhinde verilen hükümlerin muhakkak surette iflasa mahkum<br />

olduğunu belirtmiş, milletin kaderinde millî bir iradenin ancak<br />

Anadolu’dan doğabileceğini, millî iradeye dayanan millî bir şura<br />

kurulması ve kuvvetini millî iradeden alacak bir hükûmetin teşkilini<br />

çalışmada ilk hedef olarak gösterdiğini ifade etmişti 15 .<br />

Kongre ondört gün süren çalışmaları süresince bir nizamname<br />

ve bir de beyanname hazırlamış, Amasya genelgesinde yer alan her<br />

14 M.Fahrettin Kırzıoğlu, Bütünüyle Erzurum Kongresi, II.Cilt, Ankara, 1993,<br />

s.14.<br />

15 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk-Söylev, I, s.87-89.


106<br />

SERPİL SÜRMELİ<br />

türlü etki ve denetimden uzak millî bir kurulun varlığının çok gerekli<br />

olduğu hükmü Erzurum Kongresi’nde bir Temsil Heyetinin seçilmesiyle<br />

gerçekleşerek, dokuz kişiden oluşan Temsil Heyeti başkanlığına<br />

Mustafa Kemal Paşa getirilmişti.<br />

Kongre kararları, ilk alınan tarihi kararı bir aşama daha ileriye<br />

götürür nitelikte olup, millî sınırlar içinde vatanın bir bütün olduğu<br />

ve parçalanamayacağı, her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı<br />

Osmanlı hükûmetinin dağılması halinde milletin birlikte direneceği<br />

ve karşı koyacağı, millî kuvvetleri etkin ve millî iradeyi hâkim kılmanın<br />

esas olduğu, Hıristiyan unsurlara siyasi hâkimiyeti ve sosyal<br />

dengeyi bozacak ayrıcalıkların verilemeyeceği, manda ve himayenin<br />

kabul edilemeyeceği hükümlerini içermekteydi. Bölgesel amaçlı<br />

olarak toplanan Erzurum Kongresi almış olduğu bu kararlarla millî<br />

bir nitelik kazanırken, Mustafa Kemal Paşa’nın kongrenin kapanışında<br />

yaptığı konuşma da bu niteliği teyit eder şekildeydi. Mustafa<br />

Kemal Paşa, konuşmasında şöyle diyordu.<br />

“Milletimizin kurtuluş ümidi ile çırpındığı en heyecanlı bir zamanda<br />

fedakâr Heyet-i Muhteremeniz her türlü zahmetlere katlanarak<br />

burada Erzurum’da toplandı. Hassas ve soylu bir ruh ve sağlam<br />

bir imanla vatan ve milletimizin kurtuluşuna ait esaslı kararlar aldı.<br />

Bilhassa bütün dünyaya karşı milletimizin mevcudiyetini ve birliğini<br />

gösterdi. Tarih bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser<br />

olarak kaydedecektir…” 16<br />

Kongre kararları, kongrenin sona erdiği 7 Ağustos 1919 gecesi<br />

bütün Türkiye’ye telgraflarla ilan edildiği gibi 10 Ağustos 1919’da<br />

Türk Matbaasında basılan kongre beyannamesi de binlerce nüsha<br />

halinde her yere gönderildi ve kararların duyulması üzerine Erzurum,<br />

Cumhuriyet sözcüğünün ilk kez sesli bir şekilde dile getirildiği<br />

yer olarak Yakın Tarihimize geçti.<br />

Bununla ilgili olarak, Mütareke hükümlerinin yerine getirilmesini<br />

takip etmek üzere Erzurum’da bulunan İngiliz kontrol subayı<br />

Yarbay Alfred Rawlinson, Erzurum’da toplanan kongreyle ilgili etrafta<br />

şayiaların dolaştığını, Eski Osmanlı İmparatorluğu kalıntıları<br />

16 Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, I, s.113; Kırzıoğlu,<br />

Bütünüyle Erzurum Kongresi, s.236.


CUMHURİYET OLGUSUNUN ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİNDE ERZURUM’DA ŞEKİLLENMESİ 107<br />

üzerinde bir Türk Cumhuriyeti’nin kurulması amacıyla ihtilal organize<br />

edildiğini belirtmekteydi 17 . Yine İstanbul’daki İngiliz Yüksek<br />

Komiseri Amiral Sir John de Robeck Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a<br />

gönderdiği 17 Eylül 1919 tarihli telgrafta Anadolu’nun işgali üzerine<br />

Erzurum’da başlayan, Mustafa Kemal Paşa hareketinin gittikçe<br />

yayıldığı ve bunun bağımsız bir Anadolu Cumhuriyeti’ne doğru hızla<br />

geliştiğini ifade etmekteydi 18 . Görüldüğü üzere Mustafa Kemal<br />

Paşa’nın millet egemenliğine dayanan tam bağımsız yeni bir Türk<br />

devleti kurma kararıyla çıktığı Anadolu yolculuğunun Erzurum’a<br />

uzanan ve kongre kararlarıyla ortaya çıkan durum, tarihi gidişatın<br />

Cumhuriyete doğru bir seyir izlediğini anlamada gecikilmediğini<br />

göstermekteydi. Kongrenin sona erdiği gece, millî irade prensibinin<br />

kavranması ve benimsenmesinin çok önemli ve millî iradeyi millet<br />

işlerinde hâkim kılmanın birinci gaye olduğunu belirten Mustafa<br />

Kemal Paşa, “Bu şuur kongrede bütün hâkimiyetiyle kendini<br />

gösterdi” 19 . Demekteydi. Kongre sonucundan duyduğu memnuniyet<br />

ve sevinci gizlemeyen Mustafa Kemal Paşa yine o gece Mazhar Müfit<br />

ve İbrahim Süreyya Beylerle yaptığı bir sohbette Türk milletinin<br />

geleceğine yönelik kararlarının ne olduğu yönünde düşüncelerini<br />

açıklayarak bu paylaşımı ilk kez Erzurum’da kayda geçirtmişti.<br />

Mazhar Müfit Bey’in not defterinde bu paylaşımın yer aldığı konuşma<br />

şöyle gelişmişti. Mustafa Kemal Paşa Mazhar Müfit Bey’e<br />

söyleyeceklerini yazdığı:<br />

-Bu defterin, bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna<br />

kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım<br />

bu…sözleriyle başlamış Süreyya ve Mazhar Müfit Beyler:<br />

-Buna emin olabilirsiniz Paşam dedikten sonra:<br />

-Öyle ise önce tarih koy!<br />

-Koydum 7-8 Ağustos 1919 sabaha karşı.<br />

-Pekala…yaz!<br />

-Zaferden sonra şekl-i hükûmet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size<br />

17 A.Rawlinson, Adventures in The Near East 1918-1922, Newyork 1924,<br />

s.216-217.<br />

18 Bilal N.Şimşir, İngiliz Belgelerinde <strong>Atatürk</strong> (1919-1938), Cilt I, TTKB, Ankara,<br />

1992, s.103-104.<br />

19 Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, I, s.129.


108<br />

SERPİL SÜRMELİ<br />

daha önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir.<br />

-İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden<br />

muamele yapılacaktır.<br />

-Üç, Tesettür kalkacaktır.<br />

-Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.<br />

Bu anda Mazhar Müfit’in elinden kalem gayri ihtiyari düşünce<br />

Mustafa Kemal Paşa’nın yüzüne bakmış o da:<br />

-Neden durakladın.<br />

-Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var. Bu<br />

sözler üzerine Mustafa Kemal Paşa, Mazhar Müfit Bey’e gülerek:<br />

-Bunu zaman tayin eder. Sen yaz.<br />

-Beş Latin harfleri kabul edilecek dedikten sonra Mazhar Müfit<br />

Bey<br />

-Paşam kafi…kafi…<br />

-Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter: 20 sözlerini<br />

söyleyerek not defterini almış ve Mustafa Kemal Paşa’nın yanından<br />

ayrılmıştı. Mazhar Müfit Bey, hatıratında daha sonra olayların<br />

kendisini nasıl yalanladığından bahisle, buna örnek olarak Mustafa<br />

Kemal Paşa’nın Çankaya’daki akşam yemeklerinde kendisine birkaç<br />

defa şu sözleri söylediğini ifade etmişti.<br />

-Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum’da tesettür kalkacak,<br />

şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları<br />

not etmesini söylediğim zaman defterini koltuğunun altına almış<br />

ve bana hayalperest olduğumu söylemişti. Mazhar Müfit Bey Mustafa<br />

Kemal Paşa’nın bunları demekle kalmadığını, bir gün kendisine<br />

önemli bir ders verdiğini de notları arasına kaydetmişti.<br />

Bu derse dair hatıratında, Mustafa Kemal Paşa’nın Şapka<br />

İnkılâbını ilan etmiş olarak Kastamonu’dan dönerken Ankara’ya<br />

geldiği sırada eski meclis binası önünden otomobille geçtiğinde kendisinin<br />

de kapı önünde bulunduğunu manzarayı görünce gözlerine<br />

inanamadığını ifade ile:<br />

20 Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, I, s.131; Nuyan<br />

Yiğit, <strong>Atatürk</strong>’le 30 Yıl, İbrahim Süreyya Yiğit’in Öyküsü, Remzi Kitabevi,<br />

İstanbul, 2004, s.130.


CUMHURİYET OLGUSUNUN ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİNDE ERZURUM’DA ŞEKİLLENMESİ 109<br />

“Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Başkanının başında<br />

birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat, kendisini karşılamaya<br />

gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanı’na da şapkayı giydirmişti.<br />

Ben hayretle bu manzarayı seyrederken otomobili durdurttu,<br />

beni yanına çağırdı ve birden:<br />

-Azizim Mazhar Müfit Bey kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor<br />

musun? Dedi.<br />

Mazhar Müfit Bey, Paşa’nın bu sözleri şaka olarak söylediğini<br />

fakat bunun kendisini mahcup ettiğini belirtirken, o gün hayal ve<br />

masal diye not ettiği her maddenin zamanla birer gerçek abidesi olarak<br />

karşısında bütün endamıyla boy gösterdiğini21 ifade etmişti.<br />

Cumhuriyet fikrinin Erzurum’da işlenişine dair Süleyman Necati<br />

Bey de şöyle bir olaya hatıratında yer vermişti.<br />

“Sivas’a gitmeden önce Kemal Paşa, Köşk denilen mesirede<br />

hava almaya gitmişti. Benim Albayrak Mektebi talebesi de o civarda<br />

gezinmeye çıkmışlardı. Müştak Sıtkı, Hüseyin, Ömer Rahmi Beyler<br />

talebeyle beraberdiler. Çocuklar Paşa’yı görünce koşarak etrafını<br />

aldılar. Biz de ulaştık. Paşa çocuklarla sohbet ediyordu. Aldıkları<br />

fikirlerden dinleyenler riyaset-i Cumhur kavramının burada tecelli<br />

ettiğini görmüşlerdi. Birden bire bir ses yükseldi. “Yaşasın Cumhuriyet”<br />

talebenin avazı Mustafa Kemal’i memnun etmişti. Kendisi de<br />

sohbetlerinde ilk Cumhuriyet fikrini, Erzurum’da buldum” diyerek<br />

görüşlerinden bahsetmişlerdi” 22 .<br />

Görüldüğü üzere Erzurum, gerek kongre kararlarıyla oluşan<br />

genel kanaat, gerekse millet egemenliğine dayanan tam bağımsız<br />

yeni bir Türk Devleti kurmak kararıyla zorlu ve onurlu bir mücadeleye<br />

hazır bir liderin; Mustafa Kemal’in, kendi kişiliğinde özdeşleştirdiği<br />

Türk milletinin vicdanında ve geleceğinde sezdiği büyük<br />

gelişme yeteneğini “egemenlik onun olduğu gibi yönetim hakkı da<br />

onundur” 23 . Düşüncesiyle Türk Milleti’nin layık olduğu yönetim biçiminin<br />

Cumhuriyet olacağı fikrini özel sohbetlerinde ilk paylaştığı<br />

yer olmuştur.<br />

21 Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, I, s.132.<br />

22 Demircioğlu, 1919-1923’de Süleyman Necati (Güneri) Bey, s.118.<br />

23 Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>7ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları,<br />

TTKB, Ankara, 1982, s.31.


110<br />

SERPİL SÜRMELİ<br />

Erzurum’da millî iradeye dayanan bir Temsil Heyetinin teşkili<br />

ve kuvvetini millî iradeden alacak bir hükûmet kuruluşunun gerçekleşmesi<br />

Türk İstiklal Mücadelesi boyunca millî hâkimiyet esasları<br />

dairesinde Türk Anayasa’nın da temel prensibini teşkil etmiştir.<br />

Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği ilk tarihi kararla Erzurum’da<br />

millî irade, millî hâkimiyet ve millî egemenlik kavramlarıyla şekillenen<br />

ve hayat bulan Cumhuriyet olgusu ve işleyişi, onun bu yolda<br />

gösterdiği inanç, azim ve kararlılıkla yürüttüğü millet mücadelesinde<br />

başarıyı getirmiş “Millî egemenlik uğrunda canımı vermek, benim<br />

için vicdan ve namus borcu olsun” 24 sözünü 29 Ekim 1923’te<br />

yeni Türk devletinin idare şeklinin Cumhuriyet olduğunu ilan ederek<br />

yerine getirmiştir.<br />

24 Utkan Kocatürk, <strong>Atatürk</strong>’ün Fikir ve Düşünceleri, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi<br />

Yayınları, Ankara 999, s.34.


ATATÜRK İLE YESEVİ’NİN ORTAK<br />

DÜŞÜNCE ZEMİNLERİ<br />

Doç. Dr. Dosay KENCETAY*<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> ile Hoca Ahmet Yesevi farklı zemin ve<br />

zamanlarda yaşamasına rağmen düşünce tarzları ve ilkeleri ortaktır.<br />

Her ikisi yaşadığı dönem itibariyle genel Türk tarihi içerisinde geçiş<br />

transit dönemi temsil etmektedir. <strong>Atatürk</strong> ile Yesevi ilkeleri zaman<br />

acısından ele alındığında ortak yönleri ortaya çıkacaktır. Yesevi düşüncesinin<br />

tarihteki yeri ve yaşadığı dönem, Türkler için hayati bir<br />

dönüm noktasıdır. Yesevi düşüncesi yeni değer ölçülerini o zaman<br />

ve zemine göre ayarlamada ve sunmada kendine has yöntem geliştirmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong> de yeni Türk devletini kurmada ve milleti yönlendirmede<br />

yeni yöntem ve değerler manzumesini ortaya koymuştur.<br />

Bağımsızlık benim karakterim diye, tarih sahnesine çıkan <strong>Atatürk</strong>,<br />

Osmanlı’nın çöküşü ve vatanın dört bir yandan düşman ordularınca<br />

istila edilişi, devlet topraklarının parçalandığı, ulusun haysiyeti ve<br />

namusu çiğnendiği bir kara dönemde Türk’e yakışan iradenin tecellisi<br />

olmuştur. Yesevi’nin ve <strong>Atatürk</strong>’ün düşünce temellerinde insan<br />

ve evrensellik, dönüşümsel düşünce tarzı, sabit aksiyolojik çekirdekler<br />

gibi eski Türk düşünce esasları yatmaktadır.<br />

Onun için her ikisinin düşüncesini tanımak, bugünkü Türk dünyası<br />

için nitelik bakımından değişken şart ve hedefler karşısında yeniden<br />

değer biçme ilkelerini bulmada da ışık tutacaktır.<br />

Milleti millet yapan iki temel unsur vardır. Biri dildir, diğeri<br />

de dindir. Dil bir milletin kültürünün, din ise medeniyetinin özünü<br />

oluşturur. Bunlardan biri yok olur ise millet millî varlığını devam<br />

ettiremez.<br />

* Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk Kazak Üniversitesi / TÜRKİSTAN-<br />

KAZAKİSTAN.


112<br />

DOSAY KENCETAY<br />

Onun için <strong>Atatürk</strong> “Türk demek Türkçe demektir. Ulus olmanın<br />

çok belirgin niteliklerinden birisi dildir” 1 “...dinsiz milletlerin devamına<br />

imkan yoktur” 2 ve “...dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam,<br />

buna da öyle inanıyorum 3 ” “Biz ne bolşevikiz, ne de komünist<br />

ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milleyetperver ve dinimize<br />

hürmetkarız. 4 ” demektedir.<br />

Sovyet felsefecileri zamanında <strong>Atatürk</strong>’ün devleti ve nizamını<br />

sosyal millîyetçilik olarak tanımlamışlardır. <strong>Atatürk</strong>’ün düşüncesinde<br />

Batı Diyalektik düşünce ve devletçilik unsurlarının temel izleri<br />

rastlanılmamaktadır. Bazılarının sandığı gibi <strong>Atatürk</strong> devletçiliğinde<br />

ne aydınlanma ne de sosyalizm vardır. <strong>Atatürk</strong>’ün kendisi de<br />

“Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi on dokuzuncu asırdan<br />

beri sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak<br />

tercüme edilmiş bir sistem değildir5 ” demektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong> bir askerdir. O teori ile pratiği birlikte götüren insandır.<br />

<strong>Atatürk</strong> zamanındaki düşünce sistemlerinin kurucuları sadece<br />

kuru nazariyecilerdir. Mesela liberalist düşünce tarzının savunucusu<br />

Smitht ve maddeci diyalektiğin savunucusu Marx fılozof-ekonomist<br />

idiler. Tarihi, toplumu ve insanı ekonomik olay ve sosyal ilişkiler<br />

acısından “birey” ve “sınıfların oyunu olarak değerlendirmekteydiler.<br />

Düşünce kalıpları ve ilkeleri zaman ve mekanı dondurarak diyalektik<br />

hakikati anlatmaktaydı. Yani, Marx fenomenleri ve oluşları<br />

tez-antitez ve sentez acısından ele alıp açıklamaya çalışmaktadır.<br />

Bunlarda belirli bir ön kalıplar var ve ona göre değerlendirme ve<br />

yorumlar yapılırdı. Alemin içinde insan yoktu sınıflar vardı. Allah<br />

yoktu sadece madde vardı.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün düşünce ve eyleminin temelinde Yesevilik düşünce<br />

tarzı vardır. Yesevi düşüncesi insanlar arasındaki “doğal sohbet”<br />

veya “eşit diyalog” ortamım sağlayan sosyal eşitlik, kardeşlik ve<br />

sevginin esas kaynağını teşkil eden bir hikmettir. Bu kültür aşkın<br />

1 Tarihi gerçekler ışığında belgelerle Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Haz: Yusuf<br />

Koç, Ali Koç, Kamu Birlik Hareketi Eğitim Yay., Ankara 2004. s.90.<br />

2 a.g.e., s. 113.<br />

3 a.g.e., s.118.<br />

4 a.g.e.. ss.3-4.<br />

5 a.g.e., s. 87.


ATATÜRK İLE YESEVİ’NİN ORTAK DÜŞÜNCE ZEMİNLERİ 113<br />

üstünlüğü gerçeğini ortaya koyan, tamamen pratik ve ahlaki önem<br />

taşıyan sistematik düşünce tarzıdır. Yesevi düşüncesi kendini bilme<br />

sanatıdır. Bu düşünce tarzı zaman ve mekanı dondurarak değil<br />

zaman ve mekanla iç içe onunla birleşerek olayı kavrama, Alemi<br />

ve insani bütünlük içerisinde değerlendirme vardır. <strong>Atatürk</strong> olayları<br />

ve gelişmeleri insan merkezli bir düşünce kalıplarıyla değerlendirirdi.<br />

<strong>Atatürk</strong>’te Allah, Alem ve İnsan kategorik olarak birliktedir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’de insan, olayları ve gelişmeleri kendi kontrolünde tutan etkin<br />

süje ise, Marx ve diğerlerinde insan, olayların yönettiği bir esirdir.<br />

Bu açıdan bakıldığında <strong>Atatürk</strong> düşüncesinde, ilke ve idesinde<br />

Batı tarzı kalıplar ve düşünceler yoktur.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yaptığı devrim bu Türk’e has bir devlet inşasıdır.<br />

Türkün kendim yeniden yorumlamasıdır. Yeni değerler yaratmanın<br />

ve millî bir transformasyonun fenomonolojik örneğidir. Halkın iradesini<br />

yansıtan cumhuriyet ilkesel olarak Batıdan veya ondan bundan<br />

alınmış veya dikte edilmiş bir nizam değildir. Halka ait yönetim ve<br />

seçimle gelen yöneticilik Türk tarihinde mevcuttur. Eski Türk devletlerinde<br />

hakanın seçimle han olması, kurultay gibi kurumunun han<br />

ile halk arasındaki birliği ve geleceği belirlemesi, aksakallar meclisi<br />

ve onayının büyük önem arzetmesi, Türklerin ta baştan cumhuriyetçi<br />

olduğunun kanıtıdır. Batılı kalıpta bir cumhuriyet anlayışı olmasa<br />

bile, halk egemenliğini öngören ilkeler ve düşünce tarzı Türklerde<br />

vardır.<br />

“Bu memleket tarihte Türk’tü, halde de Türk’tür ve ebediyen<br />

Türk olarak yaşayacaktır. Türk milletinin tarihi Osmanlı tarihinden<br />

ibaret değildir. Türk’ün tarihi daha eskidir ve bütün milletlere kültür<br />

çağı açmış olan millet Türk milletidir. Biz bugünkü Türkler de onların<br />

çocuklarıyız6 ”. Evet gerçeği de öyledir, <strong>Atatürk</strong>’ün ülkücülük<br />

ruhunu besleyen ve onu ata yapan Osmanlıdır, Osmanlıyı Osmanlı<br />

yapan da Türk milletidir ve Türk varlığını ortaya koyan da İslam’dır.<br />

İşte <strong>Atatürk</strong>, Türk’ün geçmişinin üç çağı ve haletini birlik ve bütünlük<br />

içerisinde yorumlayabilen, yoğuran ve sonuçta yeni bir değer<br />

kuvvetini bulan insanlık tarihinin en büyük dehasıdır.<br />

<strong>Atatürk</strong> iyi bir Müslüman olarak dinine, kitabına, peygamberine<br />

çok saygılıdır. Onun derdi millete dinini, peygamberini, kitabını<br />

6 a.g.e., s. 65; 94-97.


114<br />

DOSAY KENCETAY<br />

yeniden ve zamanın şartlarına göre tanıtmak ve ona göre eğitmek<br />

olmuştur. <strong>Atatürk</strong> diyor ki: “...temeli çok sağlam bir dinimiz var.<br />

Malzemesi iyi, fakat bu bina, uzun asırlardır ihmale uğramıştır 7 .<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yaşadığı dönem dünya Müslümanlarının ezildiği, yabancı<br />

devletlerin esiri olduğu ve inlediği bir kara dönemdi. Müslümanların<br />

çağa ayak uydura bilmeleri için dini yeniden yorumlamaları ve<br />

anlamaları gerekmekteydi. Bu konuda <strong>Atatürk</strong> şöyle diyor: “Türk<br />

Kuran’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor,<br />

içinde neler var bilmiyor ve bilmeden ibadet ediyor. Benim maksadım<br />

arkasından koştuğu kitap da neler olduğunu Türk anlasın 8 ”.<br />

Burada dil ve anlama söz konusudur. Yesevi atamız da:<br />

“Ayet hadis manası Türki olsa muvafık,<br />

Anlamına erenler yere koyar börkünü 9 ”- demektedir.<br />

Gördüğümüz gibi anlayarak bilmek ve anlamadan bilmiş görünmek<br />

arasında büyük bir fark vardır: Olmak ve görünmek. Anlama<br />

olgusu insan varlığının hayatında her işte şuurlu olmasının şartıdır.<br />

Onun için insan hayatındaki felsefi, dini, bilimsel, okkült-sırrî vs.<br />

bilgilerinin hepsinin gayesi anlatmaktır.<br />

Bize Türklere dinimizi, peygamberimizi ve kıblemizi tanıtan ve<br />

sevdiren Yesevî’dir. Tabii, ki <strong>Atatürk</strong> de bir Türk olarak “Hz. Muhammed<br />

Allah’ın birinci ve en büyük kuludur: O sonsuza kadar<br />

ölümsüzdür10 ’” diyor.<br />

Gerçek ibadet ve kulluk insanı kendi kendisini muhasebe etmeye,<br />

suçu başkasında değil kendinde aramaya sevk edecektir. Yesevi<br />

kendinden habersiz kalanlara; et ve kemiklerini eğip bükmeyi bir<br />

kalıp ve adet haline getirenlere; bedenin hareketleriyle amacına ulaşmak<br />

için ibadet eden gafillere; gösteriş ve riyadan ibaret ibadetlerini<br />

bencillik örtüsüyle örtenlere; kendilerini topluma dinin bekçileri ve<br />

cennetin tellâlları olarak göstermeye çalışan abid ve mollalara içten<br />

acımaktadır. Onların dindarlığı sadece, kural ve kaideleri yerine<br />

getirmekten ibarettir. Onların Allah’a yaptığı ibadetleri de ticarete<br />

7 a.g.e., s. 110<br />

8 a.g.e., 108.<br />

9 Hoca Ahmet Yesevî, Divan-ı Hikmet, Haz: H. Bice. TDVY., Ankara, 199.<br />

10 Tarihi gerçekler ışığında belgelerle Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Haz: Yusuf<br />

Koç, Ali, Koç. 1. Kamu Birlik Hareketi Eğitim Yay., Ankara 2004. s.l 10;


dayanmaktadır:<br />

ATATÜRK İLE YESEVİ’NİN ORTAK DÜŞÜNCE ZEMİNLERİ 115<br />

“Işk pazarı Uluğ bazar, sauda/ticaret/ haram,<br />

Aşıklara Sen’den başka kavga haram. 11 ” Onlar, Allah’tan bekledikleri<br />

sevaplarını da sayı ve hesaba çevirmektedir. Bunun gibilere<br />

Yesevi, hikmetlerinde “Görünüşün sûfı, evliyasın ama hiçbir zaman<br />

Müslüman olmadın”, diye uyarmakta ve insanları onlardan uzak olmaya<br />

davet etmektedir. Sebebi, onlar, gönül ve ruhtan başka tüm<br />

şeylerden ümit ummaktadır, ama ruhtan şüphelenmektedir. Allah’ı<br />

Gökte arıyorlar ve kendi ruh âlemine bakmayı bilmezler. Kendi<br />

Mâna ve hakikatlerinden kaçtıklarının farkında bile değillerdir. Camiler<br />

doldurup, “Allah-Allah” deyip, eğilip bükülüp, yüzlerini cennete<br />

çeviren yolcular, cehalet örtüleri ve kalıplarıyla insani manadan<br />

gittikçe uzaklaşmaktadır. Bunları Yesevi, cahiller olarak nitelemektedir.<br />

“Alimim deyip, Kitap okur, mânâsını kavramadan,<br />

Tekebbür, bencilliği, dini tutmaz,<br />

Onun gibiler alim değil, cahil nadan...”. Yesevi, ruhun huzuru<br />

ile saadetine düşman ve görünüşte “evliya kesilenlerle” mücadele<br />

etmekten hiçbir zaman geri kalmamıştır:<br />

“İlmi yok, amiden beter, ahir zaman şeyhleri<br />

Beline kayış bağlayıp, kendini kişi sanar,<br />

Başına destar sarar, ilmi yok neye yarar,<br />

Oku yok yay çekerler, ahir zaman şeyhleri...”<br />

Yesevi, katı doğmalardan önce dini ve yoldan önce muradın esas<br />

olduğunu düşünemeyen zahidler ile şekle bürünen ulemalardan nefretle<br />

söz etmektedir:<br />

“Kadı olan ve rüşvet yiyen alimleri, nâr-i sakar’da gördüm,<br />

Zalim olan ve yetimin malını yeyip, gönlünü kıran, yüzü karaları<br />

“mahşerde tutuklu” gördüm,<br />

Cemaate katılmadan terk-i namaz kılanları, Şeytanla beraber<br />

“derk-i esfelde” gördüm” ve Oruç tutup ve halka riya kılanları, Şeyhim<br />

deyip, “başa bina yapanları, Son deminde, imanından cüda kıldım12<br />

”.<br />

11 H.A.Y. Divanı Hikmet, H-33<br />

12 Dosay Kenjetay, Hoca Ahmet Yesevi’nin Düşünce Sistemi, H:A:Y.O.Yay.,


116<br />

DOSAY KENCETAY<br />

<strong>Atatürk</strong> de “...dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir.<br />

İşte biz bu vaziyete muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz.<br />

Türk milletinin din duygularını bir sürü skolastik cahilin eline bırakamayız<br />

ve ileride bu işi bizzat eline alacağını söylüyor13 .<br />

Evet, <strong>Atatürk</strong> laisizmi/laikliği devletin ilkesi olarak görmüştür.<br />

Ama <strong>Atatürk</strong>’ün laiklik anlayışı Batı ve Dünkü Sovyet laiklik anlayışıyla<br />

bir değildir. <strong>Atatürk</strong>’ün laiklik anlayışının farkı ve özelliği<br />

de Türk tarihinde yatmaktadır. Devlet dini eğitim ve dini idareyi de<br />

kendi bünyesinde bulundurmaktadır. Din ile hilafet başka şeylerdir.<br />

Yeryüzünde Allah’ın devletini kurma veya Allah’ın adına devleti yönetme<br />

saçmalığı <strong>Atatürk</strong>’ün yaşadığı dönemde her iki medeniyette<br />

de bilinen bir gerçek idi. Dünya düzeni bir bütün kozmos halinde<br />

aşkmlıktan içkinliğe doğru gidiyordu. Allah’ın transendental/müteal<br />

yorumunun savunulması yavaşlamıştı. Düşüncedeki immanental/<br />

içkin kalıplar somutlaşarak zaman ve zemine göre yeni bir oluşum<br />

sergilenmekteydi. Ve bu oluşumun hızı da giderek artmaktaydı. Yeni<br />

kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu hızı yakalaması ve gelişmesi<br />

zaruriydi. Yanı, Türkiye Cumhuriyeti Türk tarihinde bir gerekliliğin<br />

sonucudur.<br />

Yesevilikte insanın olgunluğa erişmesini sağlayan dört önemli<br />

ilke mevcuttur. Bunlar “zaman, mekan, ihvan ve rabt-i sultandır”.<br />

Bir insanın olgunluğa erişmesi için ilk önce mekana, yani bir vatana<br />

ihtiyacı vardır. İkinci o vatanda o zamanda sulh, istikrar olması şarttır.<br />

Üçüncü bu yoldakilerin yakınlığı kardeşçe olmalıdır. Dördüncüsü<br />

devlete ve devletin başındaki yöneticiye sadık olması şarttır.<br />

Bunlar Yesevilik kültürünün askerî bir yapıya sahip olduğunu sergilemektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong> de aynı ilkeleri kendince yeniden yorumlamış gibidir.<br />

Mekan-<strong>Atatürk</strong>’de ise vatan ve vatanın bölünmezliği, Zaman-ise<br />

sulh, yurtta sulh, cihanda sulhtur, ihvan - millîyetçilik, insan sevgisi,<br />

rabt-sulta ise-cumhuriyetçilik ve devletçiliktir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türk Dünyasına yönelik hedef düşünceleri de kendi<br />

başına bir konudur. Geleceğe yönelik, “Bugün Sovyetler Birliği<br />

Ankara-2003., s. 162-163.<br />

13 a.g.e., s. 121.


ATATÜRK İLE YESEVİ’NİN ORTAK DÜŞÜNCE ZEMİNLERİ 117<br />

dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız<br />

vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse daha önceden kestiremez.<br />

Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir,<br />

ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler.<br />

Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir, işte o zaman Türkiye<br />

ne yapacağını bilmelidir... Bizim bu dostumuzun iradesinde dili bir,<br />

inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Bunlara sahip çıkmaya hazır<br />

olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir.<br />

Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini<br />

sağlam tutarak; dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir<br />

köprüdür<br />

Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde, bütünleşmeliyiz.<br />

Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz, bizim onlara<br />

yaklaşmamız gerekli... 14-demesi, <strong>Atatürk</strong>’ün bir gaibi bilen değil<br />

de, gerçek tarihi kavrayabilen bir devlet adamı olduğunun kanıtıdır.<br />

Bu hedefler bizim gibi bağımsızlığına yeni kavuşmuş genç devletler<br />

için hayati önem arz etmektedir. <strong>Atatürk</strong>’ün kişiliği, tarihi şahsiyeti,<br />

devletçiliği ve eserleri bizler için örnektir. Onun için Nursultan Nazarbayev,<br />

“<strong>Atatürk</strong>’ü tanımak kendi devletimizin geleceğinin nasıl<br />

şekilleneceğini bilmektir”- demektedir.<br />

Son olarak, bizim tarihimizde, evrenselleşen dünya karşısında<br />

millî varlığımızı ve devletimizi koruyabilecek değerler manzumesini<br />

öz tarihi şahsiyetlerinde somutlaştıran iki büyük sima var: Yesevi<br />

ve <strong>Atatürk</strong>. Bugünkü kuşağın asli görevi iki büyük atamızı tanımak<br />

ve tanıtmak olmuştur.<br />

14 <strong>Atatürk</strong> Haftası Armağanı, Ankara Genelkurmay Basımevi, Ankara 1998, s.<br />

43.


ATATÜRK’Ü DOĞUMUNUN <strong>125.</strong> YILINDA KUTLARKEN...<br />

ATATÜRK VE DEVRİMİNİN EVRENSEL YÖNÜ<br />

Prof. Dr. İsmet GİRİTLİ<br />

1981 <strong>yılında</strong> <strong>Atatürk</strong>’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı’nın,<br />

Mustafa Kemal’in Millî Mücadeleyi başlattığı 19 Mayıs ile birleştirilmesi<br />

çok yerinde olmuştur. Zira bütün dünya, büyüklerini doğumlarında<br />

anmakta, Mustafa Kemal’ e yakın olanların, <strong>Atatürk</strong>’ün,<br />

“Doğum günümü ben de bilmiyorum, ama en uygunu 19 Mayıs<br />

olur.” dediğini ve gerçekten Mustafa Kemal’in Kurtarıcı olarak bir<br />

bakıma 19 Mayıs’da doğduğunu kabul etmekteyiz. Nitekim, <strong>Atatürk</strong><br />

şairi merhum Behçet Kemal Çağlar’ın da “Samsun Güneşi” adlı şiirinde<br />

bu hususu belirttiğini biliyoruz.<br />

Diğer taraftan, BM Eğitim, Bilim, Kültür Örgütü UNESCO Genel<br />

Kurulu’nun, 27 Kasım 1978’de - ve her Türk’ün gurur duyacağı<br />

bir gerekçe ile- <strong>Atatürk</strong>’ün, doğumunun 100.yılı olan 1981’de anılmasına<br />

ve <strong>Atatürk</strong>’ün kişiliğini ve eserlerini belirtmek amacı ile düzenlenecek<br />

uluslararası bilimsel toplantı konusunda UNESCO’nun<br />

işbirliği yapmasına karar vermesi ve özellikle bu kararda Mustafa<br />

Kemal’in “Evrensel” niteliklerini zikretmesi <strong>Atatürk</strong>’ün doğum ve<br />

ölüm yıldönümleri dolayısı ile yapılacak toplantı ve anmalara çok<br />

önemli bir unsur katmıştır.<br />

Çok az faniye nasip olan ve fakat garip bir umursamazlıkla bu<br />

güne kadar kamuoyuna yeterince ve doğru-dürüst duyurulmamış<br />

olan bu kararı aynen, aşağıya aktarmakta yarar görüyorum:<br />

“UNESCO Genel Konferansı, Uluslararası anlayış, işbirliği ve<br />

barış yolunda çaba göstermiş üstün kişilerin gelecek kuşaklar için<br />

örnek olacakları inancı ile,<br />

- Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün


120<br />

İSMET GİRİTLİ<br />

doğumunun 100.yıldönümünün 1981’de yapılacağını hatırlayarak,<br />

- UNESCO’nun üstünde çalıştığı tüm alanlarda, olağanüstü bir<br />

devrimci olduğunu göz önünde tutarak,<br />

- Özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı açılan savaşların<br />

ilk lideri olduğunu göz önünde tutarak,<br />

- Dünya ulusları arasında, karşılıklı anlayış, sürekli barışın değerli<br />

öncülüğünü yapmış olduğunu, tüm yaşamı boyunca insanlar<br />

arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen bir uyum ve<br />

işbirliği çağının doğacağına inancını unutmadan,<br />

- Eylemi, her zaman barış, uluslararası anlayış ve insana saygı<br />

yönünden gerçekleşen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

kişiliğini ve eserlerinin çeşitli yanlarını belirtmek amacı ile düzenlenecek<br />

uluslararası bilimsel toplantı konusunda, 1980 <strong>yılında</strong> düşünsel<br />

ve teknik planda UNESCO’nun işbirliği etmesine karar verir.”<br />

Nitekim bu uluslararası toplantının hem Paris’te hem de<br />

İstanbul’da gerçekleştirildiğini biliyoruz.<br />

Özetlemek gerekirse, <strong>Atatürk</strong>’ün doğumunu <strong>Atatürk</strong>’ün 100.<br />

doğum yılı olan 1981’den itibaren “Resmi Tatil” günü olarak<br />

“<strong>Atatürk</strong>’ü Anma, Spor ve Gençlik Bayramı “ içinde kutlanmaya<br />

başlayan Türk Milleti, “ <strong>Atatürk</strong> Olayı “ matem tutulacak bir<br />

olay değil sevinilecek bir olay olduğu için, 10 Kasım’ları da matem<br />

havasından çıkararak, hem 19 Mayıslarda, hem de 10 Kasımlarda<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün evrensel kişiliğini ve “<strong>Atatürk</strong> Düşünce Sistemini” vurgulayarak<br />

kutlamaktadır ve kutlamalıdır.<br />

Bu yılki, “<strong>Atatürk</strong>’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” aynı<br />

zamanda <strong>Atatürk</strong>’ün doğumunun <strong>125.</strong>yılına rastlamaktadır. Böyle<br />

olunca da, UNESCO Genel Kurulu’nun <strong>Atatürk</strong>’ün 100.doğum yıldönümü<br />

dolayısı ile, 27 Kasım 1978’de verdiği karar metnini ele<br />

almakta büyük fayda vardır.<br />

Zira bu karar dikkatle okunduğu takdirde, milletlerarasında eğitim,<br />

bilim ve kültür yolu ile adaletin, hukukun üstünlüğünün ve ırk,<br />

cins ve din farkı gözetmeyen, insan hak ve özgürlüklerinin gerçekleşmesini<br />

sağlayan bir iş birliğini amaçlayan UNESCO Genel Kurulu,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gelecek kuşaklar için örnek olacak üstün kişiliğini,<br />

uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolundaki çabalarını, eşsiz


ATATÜRK’Ü DOĞUMUNUN <strong>125.</strong> YILINDA KUTLARKEN...ATATÜRK VE<br />

DEVRİMİNİN EVRENSEL YÖNÜ<br />

devrimciliğini ve özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı açılan<br />

savaşların ilk lideri olduğunu ve “Mazlum Milletler”in bağımsızlığına<br />

kavuşacak insanlar ve ülkeler arasında hiçbir renk, din, cins<br />

ve ırk ayrımı gözetmeyen bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına<br />

inandığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak, politikasında<br />

ve davranışlarında her zaman barış, uluslararası anlayış ve insan<br />

haklarına saygı ile öncelik tanıyan bir tutum içinde bulunduğunu<br />

dünyaya ilan etmektedir.<br />

Bu metnin dikkatle tetkikinden UNESCO’nun, <strong>Atatürk</strong> ile ilgili<br />

evrensel niteliklerin bir kısmını dile getirdiğini anlamak mümkündür.<br />

Özellikle UNESCO’nun beyanlarından Mustafa Kemal’i emsalsiz<br />

bir ulusal bağımsızlık savaşının, ilk liderlerinden biri olduğunu,<br />

diğer önemli evrensel niteliğinin ise çağdaşları, Stalin, Mussolini ve<br />

Hitler’den farklı olarak, “Barışçı” ve hukukun üstünlüğüne dayanan<br />

bir “Çağdaşlaşma” lideri olarak gördüğünü anlıyoruz.<br />

II<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün hemen hemen bütün evrensel niteliklerinin Birinci<br />

Ordu Komutanı Sayın İlker Başbuğ’un bir konuşmasında çok güzel<br />

bir şekilde sayıldığını görüyoruz. Gerçekten, 2005 <strong>yılında</strong> Genelkurmay<br />

Başkanlığı tarafından düzenlenen uluslararası bir sempozyumun<br />

açış konuşmasını yapan dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı sayın<br />

Orgeneral İlker Başbuğ’un, çok güzel vurguladığı üzere1 ; ”...Türkiye,<br />

uygar ve laik bir ülke olarak inanılmaz bir dehanın hayellerini<br />

gerçekleştirdiği bir mucizenin ta kendisidir. Mustafa Kemal’in vizyonu<br />

sayesinde Türkiye’de tarihin iki mucizesi gerçekleşmiştir.<br />

Birincisi, bilgi çağının öncesinde bilgiye inanarak kitaplardan<br />

beslenen Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün doğuşu, ikincisi ise, Mustafa<br />

Kemal’in bugün bile gelişmiş dünyanın tüm dış desteklerine,<br />

çabalarına rağmen bazı ülkelerde gerçekleştirilme olasılığı küçük<br />

olan laik, demokratik ve uygar bir ulusun yaratılmasını...<br />

Nitekim, Mustafa Kemal’in İstiklal Savaşı’nda kazandığı zaferle<br />

siyasi hayatı biten İngiltere Başbakanı Lloyd George’un “İnsanlık<br />

tarihi birkaç asırda ancak bir dahi yetiştirebilyor. Şu talihsizliğe<br />

1 Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Sayın İlker Başbuğ’un Uluslararası<br />

Sempozyum Açış Konuşması, İstanbul, 12 Mayıs, 2005, sy.19-34<br />

121


122<br />

İSMET GİRİTLİ<br />

bakınız ki, beklenilen o dahi bugün Türkiye’de doğmuştur, elden<br />

ne gelebilir?” sözü de bu durumu vurgulamıştır.<br />

1914’te Mustafa Kemal, arkadaşı Yarbay Nuri Conker, kendisinin<br />

vermiş olduğu konferanslardan derlediği “ Subay ve Komutan”<br />

adlı eserini Mustafa Kemal’e okuması için gönderir. Mustafa Kemal<br />

“Subay ve Komutan”ı okur ve görüşlerini “Subay ve Komutan ile<br />

Söyleşi” başlığı altında toplar. <strong>Atatürk</strong> şöyle demektedir: “İnsanlar<br />

nasıl yönlendirilir? diye bir kez daha kendime soruyorum. İnsanlar<br />

ancak emelleri ve düşünceleri doğrultusunda sevk ve idare edilebilirler.<br />

Dünyayı istediği gibi kullanan güç, düşünceler ve düşünceleri<br />

belirginleştiren ve yayan kişilerdir.<br />

1914’te Sofya’da ortaya koyduğu bu düşünceyi 1915’te<br />

Çanakkale’de uygulaması onun hem bir düşünce hem de bir uygulama<br />

adamı olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bu düşünce<br />

yapısıdır ki, Mustafa Kemal’e Çanakkale’de askerlerine “size savaşmayı<br />

değil ölmeyi emrediyorum.” diyebilme gücünü vermiştir.<br />

“<strong>Atatürk</strong> Düşünce Sistemi”ni, anlamak için iki ana konu üzerinde<br />

durmamız gerekiyor. Birincisi, “<strong>Atatürk</strong> Düşünce Sistemi”nin<br />

kaynağının derinliğine inebilmek için, Osmanlı Devleti’nin 19.yüzyılın<br />

başından sonuna doğru geçirdiği sürecin ve değişikliklerin<br />

eleştirel bir gözle analiz edilmesi, ikinci husus ise; <strong>Atatürk</strong>’ün düşünce<br />

yapısına nelerin etki yaptığının analiz edilmesidir... Bir idealistin<br />

oluşmasında kitap kültürü gerçekten önemlidir. <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

okudukları ile reformları, devrimleri arasında direkt bir ilişki vardır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün askerlikten tarihe, dilden uygarlıklara, sosyolojiden<br />

psikolojiye, felsefeden ekonomiye kadar uzanan ilgi alanının genişliğini<br />

ve okuduğu düşünür ile yazarları en iyi anlatan kaynak özel<br />

kitaplığıdır. Çözülmesi gereken sayısız sorunla karşılaşan bir lider<br />

için, kısa bir yaşama sığdırılan e üzerine not düşülecek kadar inceden<br />

inceye okunan 4000’i aşkın kitap... Çankaya ve Anıtkabir’deki<br />

kitaplarına baktığınız, kenarlarına düştüğü notları incelediğiniz<br />

zaman şüphesiz göreceksiniz ki “<strong>Atatürk</strong> Düşünce Sistemi”, entelektüel<br />

temele dayanmakta olduğundan, son yüzyıla da damgasını<br />

vuracaktır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün düşüncelerinde ve gerçekleştirdiği “Türk Devriminin<br />

temellerinde büyük ölçüde rasyonalizm ve pozitivizmin izleri<br />

bulunmaktadır. Rasyonalizmin önemli temsilcilerinden Descartes’in


ATATÜRK’Ü DOĞUMUNUN <strong>125.</strong> YILINDA KUTLARKEN...ATATÜRK VE<br />

DEVRİMİNİN EVRENSEL YÖNÜ<br />

“Metot Üzerine Konuşmalar” kitabı, <strong>Atatürk</strong>’ün isteğiyle Türkçeye<br />

çevrilerek basılmıştır. Rasyonalizmin diğer önemli temsilcisi olan<br />

Kant’ın eserlerinden “Kant ve Felsefesi” adlı inceleme de yine o dönemde<br />

yayımlanmıştır. Pozitivizmin öncüsü Auguste Comte da incelediği<br />

düşünürler arasındadır. <strong>Atatürk</strong>’ün en çok yararlandığı düşünürlerin<br />

başında, Jean Jacques Rousseau gelmektedir. Rousseau’nun,<br />

birey özgürlüğüne önem vermesi ve toplumda siyasal rejim olarak<br />

cumhuriyetçi olması Mustafa Kemal için çok önemliydi. Diğer<br />

önemli olan husus Rousseau’nun, birey için özgürlüklerin “mutlak<br />

olmayacağı” sınırları olabileceği ve sınırların ise yasalarla tayin ve<br />

tespit edilebileceği görüşüydü.<br />

Dünya tarihine ilişkin George Wells’in “Tarihin Ana Hatları” kitabı<br />

üzerinde çok durmuştur. Bir konuşmasında “Wells’in Birleşik<br />

Dünya Devleti kurma düşünün, tatlı bir düş olduğunu yadsıyacak<br />

değiliz.” derken “olabilir ki bir sıra bölgesel gelişmeler yapılabilir”<br />

düşüncesini dile getirmiştir. Bu düşüncesi Balkan Antantı ve Sadabat<br />

Paktının oluşmasına neden olmuştur.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Gobineau’nun “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Deneme”<br />

başlıklı kitabını da incelemiştir. Kitap üzerine koymuş olduğu<br />

işaretlerden Gobineau’nun ırkçı görüşlerine katılmadığı anlaşılmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün “millet” tanımında Ernest Renan’ın görüşlerine<br />

katıldığını biliyoruz. Düşünür, millet tanımını, antropolojik bir kavram<br />

olarak değil, dil ve kültüre, ülke birliğine bağlı bir kavram olarak<br />

görmektedir. Bu düşünce biçimi de <strong>Atatürk</strong>’ün millîyetçilik anlayışını<br />

tanımlamaktadır. Görüldüğü gibi; <strong>Atatürk</strong>’ün tek bir öğretinin<br />

ya da düşünürün izleyicisi olmadığı, onların hepsini değerlendirerek<br />

üstün bir analiz yeteneğiyle bir sonuca ve senteze vardığı açık olarak<br />

ortadadır. Bu ise bilgi çağının temel düşüncesi olan eleştirel açıklığın<br />

ta kendisidir. Bugün entelektüel olarak tanınan pek çok kişinin<br />

bile sadece tek yanlı, kendi görüş ve düşüncelerini destekleyici okumalar<br />

yaptığı, dolayısıyla doğru bir analize ulaşmakta güçlük çektiği<br />

düşünülürse bir lider olarak Mustafa Kemal’in entelektüel bakış açısına,<br />

düşünce tarzına hayran olmamak mümkün değildir. Okumak<br />

O’nun için sorgulamak da demektir. Yanlızca kendi bilgi birikimiyle<br />

sorgulamakla kalmaz, konuları yetkili ve bilgili kişilerle derinliğine<br />

tartışır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün düşünce sistemi, kendi ifadesiyle, belli bir ideolojiye<br />

dayanmanın donup kalmakla aynı anlama geleceğini düşünerek,<br />

yeni durumlara yeni düşüncelerle çözüm bulmanın gereğine inan-<br />

123


124<br />

İSMET GİRİTLİ<br />

maktadır. Bu görüşe verdiği önemi şu sözlerinde görebiliriz. “Ben<br />

manevi miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış<br />

kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden<br />

sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel istikamette akıl ve<br />

ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçım olurlar.” Bilim<br />

ve aklın rehberliğinde kendini sürekli yenileyen “<strong>Atatürk</strong>çü düşünce”,<br />

sonsuza dek kendini yenilemek ve geliştirmek gücüne sahip bir<br />

düşünce sistemidir. Ne var ki, Onu iyi anlamak ve doğru uygulamak<br />

gerekir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün tüm yaptıklarını önceden düşünmüş, planlamış ve bir<br />

plan çerçevesinde zamanı gelince uygulamıştır. Bunu şöyle ifade etmektedir:<br />

“İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğüm ve Samsun’da<br />

Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığım<br />

karar, ulusal egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir<br />

Türk Devleti kurmaktadır. Bu önemli kararın bütün gereklerini ve isteklerini<br />

ilk gününde açıklamak ve söylemek elbette yerinde olmazdı.<br />

Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak ve adım adım ilerleyerek<br />

amaca ulaşmaya çalışmak gerekiyordu.<br />

“<strong>Atatürk</strong>çü Düşünce Sistemi” çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine<br />

çıkılmasını temel hedef alan bu hedefe ulaşmak için akıl ve ilmin<br />

yol göstericiliğini kabul eden, dinamik bir dünya görüşüdür. “<strong>Atatürk</strong>çü<br />

Düşünce Sistemi”nin temelini laiklik ilkesi oluşturmaktadır.<br />

Laiklik ilkesinin felsefi anlamda temeli de, akılcılık ve pozitif bilimin<br />

esas alınmasıdır. Bu ilke “<strong>Atatürk</strong>çü Düşünce Sistemi”nin “olmazsa<br />

olmaz” ön koşulu ve kilit taşıdır. Çok daha önemlisi, Mustafa<br />

Kemal’in toplumsal, tarihsel, ulusal analizleriyle biçimlendirerek<br />

vardığı sentez noktası olan laiklik, tüm toplumlara örnek bir anlayış<br />

ve yaşam biçimidir. Kurallara, yasalara dayanan “<strong>Atatürk</strong>çü Düşünce<br />

Sistemi”nin diğer temel noktaları ise; ulusal egemenlik, ulus devlet<br />

ve ulus devlete dayanan millîyetçilik anlayışı, devletçilik ve tam<br />

bağımsızlıktır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün sözleriyle devletçilik “ Türkiye’nin uyguladığı devletçilik<br />

sistemi, 19.asırdan beri sosyalizm kuramcılarının ileri sürdükleri<br />

fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu<br />

Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş bir sistemdir.” Onun bu sözlerinden<br />

de devletçilik anlayışındaki hâkim faktörün Türkiye’nin ihtiyaçları<br />

olduğu görülmektedir.


ATATÜRK’Ü DOĞUMUNUN <strong>125.</strong> YILINDA KUTLARKEN...ATATÜRK VE<br />

DEVRİMİNİN EVRENSEL YÖNÜ<br />

21.yüzyılın ilişkiler ağında tam bağımsızlık kavramı üzerinde de<br />

düşünmek zorundayız.” diyen sayın Orgeneral Başbuğ’un sorduğu<br />

Ulusal egemenlik haklarının belirli bir alanını, kendi arzusu ve kendi<br />

iradesiyle, o kuruluşun karar mekanizmalarında yer alması kaydıyla<br />

ve o kuruluştan kendi arzusuyla çekilebilmesi mümkün olduğu<br />

sürece, uluslararası bir kuruluşa devretmesi acaba tam bağımsızlığı<br />

zedeler mi? sorusuna, benim cevabım şudur: Hayır zedelemez. Nitekim<br />

bunun canlı örneği, bağımsızlığın ve egemenliğin diyarı üniter<br />

Fransa Cumhuriyetinin bu yönde anayasal değişiklikler yaparak<br />

AB’nin önemli üyesi olmak durumunu sürdürmesidir.<br />

Nitekim, “<strong>Atatürk</strong>çü Düşünce Sistemi’nin dayandığı yaklaşımda<br />

gelişim, gerçekçilik ve pragmatizmin öne çıktığına da dikkat<br />

edilmelidir.” ifadesiyle sayın Başbuğun da aynı düşüncede olduğu<br />

sonucunu çıkarıyorum.<br />

Tebliğimi, aziz dostum olan ve birbirinden değerli eserleri ile<br />

“<strong>Atatürk</strong> ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi” konularındaki araştırmalarla<br />

ve araştırmacılara büyük katkı ve yardımlarda bulunan Prof.<br />

Dr. Utkan Kocatürk’ün, 2005 <strong>yılında</strong>, çok yerinde bir kararla, <strong>Atatürk</strong><br />

Yüksek Kurumu <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi tarafından yayınlanan<br />

“ <strong>Atatürk</strong> Çizgisinde, Geçmişten Geleceğe” adlı son eserinin<br />

“Önsöz”ünden aldığım bir paragraf ile noktalamak istiyorum. Kocatürk<br />

şöyle diyor2 ; “ <strong>Atatürk</strong>... Türk Devriminin yapıcısı ve Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin kurucusu olmanın yanı sıra yurtta barış dünyada<br />

barış ilkesi ile evrensel boyutlar kazanmış, hümanist yönüyle bütün<br />

insanlığın sevgi ve saygısını üzerinde toplamıştır. <strong>Atatürk</strong> hiç şüphe<br />

yok ki, çağını aşmış insan idi. Aklı ve bilimi rehber alan yöntemi ile<br />

ölmez fikir ve düşünceleri ile biz onu dün olduğu gibi bugün de -ve<br />

ben ilave adeyim- doğumunun <strong>125.</strong><strong>yılında</strong> milletimize yol gösterici<br />

ışık olarak görüyoruz.”<br />

2 Prof. Dr. Utkan Kocatürk, <strong>Atatürk</strong> Çizgisinde, Geçmişten Geleceğe, <strong>Atatürk</strong><br />

ve Yakın Tarihimize İlişkin Görüşmeler, <strong>Araştırma</strong>lar, Belgeler, <strong>Atatürk</strong><br />

Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi, Ankara<br />

2005.<br />

125


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER<br />

KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN ÖNERDİĞİ FİKİR VE<br />

TEDBİRLER<br />

Prof. Dr. S. Esin DERİNSU DAYI *<br />

Türkiye, Balkanlar, Avrupa, Akdeniz, Karadeniz, Ortadoğu,<br />

Kafkaslar ve Asya ile bağlantılı bir ülke. Jeostratejik, jeopolitik, ekonomik,<br />

yer altı ve yerüstü kaynakları, genç insan gücü ile de önemli<br />

dinamik bir ülke. Bütün bu özelliklerinden dolayı, hem Türkiye<br />

Cumhuriyeti Devletimize, hem de millî sınırlarımız içindeki toprak<br />

bütünlüğümüze; hâkimiyetin; kayıtsız şartsız milletimize ait olduğu<br />

temel ilkeye, millî bağımsızlığımıza, millî varlığımıza ve varlık sebeplerimize<br />

yönelik iç ve dış tehdit ve tehlikeler, geçmişte olduğu<br />

gibi günümüzde de artarak devam etmektedir.<br />

“Bütün dünya bilmelidir ki; artık bu devletin ve milletin<br />

başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir<br />

kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır<br />

o da milletin kalbi, vicdanı ve varlığıdır” 1 .<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türk Milletinin ruhunu ve varlığını tanımayan veya<br />

düşman olanlara asla tavizi yoktu. Çünkü, Yeni Türk Devleti’nin yapısının<br />

ruhu, kayıtsız şartsız millî egemenliktir.<br />

Milletin egemenliğine, millî varlığına ve Misak-ı Millî sınırları<br />

içindeki millî sınırlarımız dahilindeki vatan bütünlüğümüze yönelik<br />

her türlü tehlike ve tehdit karşısında en ufak bir tahammülü yoktu.<br />

Bu konuda, en ufak bir hoşgörü ve ihmalin olmasını bile kabul<br />

* <strong>Atatürk</strong> Üniversitesi, <strong>Atatürk</strong> İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Anabilim<br />

Dalı Başkanı.<br />

1 (1 Nisan 1923, Seçimin Yenilenmesi hakkındaki karar münasebeti ile).<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, I, Ankara, 1997, s.329.


128<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

etmediği gibi, bu düşünce ve faaliyet içinde olanların da amansız<br />

düşmanı idi.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı’nın lağvedilmesinden<br />

sonra Adana’dan İstanbul’a geldiği 13 Kasım 1918 günü<br />

Boğaz’daki İtilaf Devletlerinin donanmasını gördüğünde yanındaki<br />

Yaveri Cevat Abbas’a söylediği “Geldikleri gibi giderler” 2 cümlesi<br />

bu açıdan çok önemlidir. Bu kısa cümlenin de içinde bir liderin gelişinin<br />

ayak sesleri işitiliyordu.<br />

Bu cümlede, milletin sıkıntılarına, çaresizliğine ve beklentilerine<br />

çare olacak bir liderin çözüm ve umud ile yola çıkışının işareti<br />

vardı.<br />

Bu cümlede, devletinin ve milletinin varlığına, bağımsızlığına<br />

kasteden düşmanların ne kadar güçlü olursa olsun, onlar karşısında<br />

mücadele azim ve kararından asla vazgeçmeyecek ve kendisine<br />

inanan milletinden aldığı büyük bir güçle, milleti ile beraber “Ya<br />

İstiklâl, Ya Ölüm” mücadelesini yapacak gerçek bir liderin inancı<br />

vardı.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün, 10 Haziran 1919’da yayınladığı genelgede; “Milletimle<br />

beraber milletin istiklali uğrunda nihayete kadar çalışacağıma<br />

mukaddesatım namına söz veririm” 3 demesi yukarıdaki<br />

ifadelerini doğrulamaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, nereden gelirse gelsin, kaynağı içerde veya dışarıda<br />

olan ve dışarıdan yönetilen, yönlendirilen; başka milletlerin millî<br />

doktrinlerine dayanan ve onlara hizmet eden her türlü fikir ve akımın<br />

karşısında idi. Bunlardan kaynaklanan, ülkemize yönelik tehditler<br />

karşısında da mücadele edilmesini isterdi.<br />

Zaten, “Türkiye bütün düşmanlık dünyasına karşı kazandığı<br />

maddi ve manevi zaferlerle ölmez bir varlığa sahip olduğunu,<br />

parlak bir şekilde ispat etmiştir” 4 ve edecektir de.<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre; Türkiye’yi dinamik idealine “varmaktan alıkoyan<br />

iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir<br />

sömürge haline koymak için ilerlememizi istemeyenlerdir. Fa-<br />

2 Celal Bayar, Ben de Yazdım, Milli Mücadeleye Giriş, İstanbul, 1997, s.2.<br />

3 (10 Haziran 1919), <strong>Atatürk</strong>’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Ankara,<br />

1991, s.31.<br />

4 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, II, Ankara, 1997, s. 20.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

kat… bizim için bunlardan daha zararlı ve daha öldürücü bir<br />

sınıf daha vardır: O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir.<br />

Aklı eren, memleketini seven, gerçeği gören kimselerden<br />

böyle bir düşman çıkmaz. İçimizden böyleleri çıkarsa onlar, ya<br />

aklı ermeyen cahiller, ya da memleketini sevmeyen kötüler, ya<br />

gerçeği görmeyen körlerdir. Cahil dediğimiz zaman mutlaka,<br />

okula gitmemiş olanları kastetmiyoruz, kastettiğim ilim, gerçeği<br />

bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı<br />

gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de gerçeği gören bilginler<br />

çıkar” 5 .<br />

Bir devletin ve milletin siyasi, askeri, kültürel, ekonomik, hukuk,<br />

eğitim, sosyal vs. alanlardaki hayatına dışarıdan yapılacak her<br />

müdahale, o milletin bağımsızlığını tartışılır hale getirir.<br />

Şüphesiz kendi yaşantısını sağlama yeteneğinden yoksun olan<br />

bir devlet ve millet de gerçek mânâda bağımsız olamaz.<br />

Dolayısıyla devletin icra organları olan Yasama, Yürütme ve<br />

Yargı gücünün yetki, görev ve sınırları TC Anayasası ile belirlenmiş<br />

olup; bu yetkiler yerli ve yabancı başka bir kişi, kurum, kuruluş veya<br />

millet ve devlet ile paylaşılamaz.<br />

“Siyasi kuvvet, millî irade ve egemenlik milletin bir bütün<br />

halinde ortak kişiliğine aittir; birdir, bölünemez, ayrılamaz ve<br />

devredilemezdi.” 6 İşte bundan dolayı 21 Kasım 1922’de başlayan<br />

Lozan Görüşmeleri, 4 Şubat 1923’de yarıda kesilmiş ve heyetimiz<br />

geri dönmüştü. Peki kesilmesinin sebebi ne idi? Çünkü Sevr ruhu ile<br />

hareket eden İtilaf Devletleri, Sevr’i tekrar olabildiğince yaşatmak,<br />

canlandırmak istiyorlardı.<br />

İtilaf Devletleri’nin Heyetimize sundukları barış tasarısında anlam<br />

ve öz bakımından, istiklalimize zarar veren şartlar vardı 7 . “Özellikle<br />

adli, mali ve iktisadi konulardaki maddeler çok ağırdı” 8 .<br />

Oysa <strong>Atatürk</strong>, “idari, siyasi, mali, iktisadi ve diğer konularda,<br />

5 (20 Mart 1923Konya Gençleri ile Konuşma). A.S.D, II, s.148-149.<br />

6 A.Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün El Yazıları, An-<br />

kara, 2000, s.42-43.<br />

7 (Lozan Görüşmelerinin Kesilmesi Üzerine) Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, 1919-<br />

1927, Haz.Prof.Dr.Zeynep Korkmaz, ATAM Yayını, Ankara, 2000, s.487.<br />

8 (Lozan Görüşmelerinin Kesilmesi Üzerine). Nutuk, s.487.<br />

129


130<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

millet ve memleketin haklarını ve istiklalini tam ve güvenilir bir<br />

şekilde elde etmek ve düşmandan kurtarılmış olan topraklarımızın<br />

kesin olarak boşaltılmasını şart koşmak esası” 9 üzerinde<br />

durmuş ve heyetimize de bu yönde talimatlar verilmişti.<br />

Çünkü <strong>Atatürk</strong>’e göre; millet hâkimiyeti çok önemli idi ve<br />

“Hâkimiyet, hiçbir anlamda hiçbir şekilde, hiçbir renk ve hiçbir<br />

kılavuzlukta ortaklık kabul etmez”di10 .<br />

<strong>Atatürk</strong> “Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” derken ve<br />

bugün dahi TBMM duvarlarına yazılan bu sözün gerçek anlamını ve<br />

gücünü kavramamız ve sahiplenmemiz gerekiyor.<br />

Gerek resmi, gerekse gayri resmi; gerek ferdi, gerekse milletçe<br />

atacağımız her adımda, yapacağımız her işte alacağımız her kararda;<br />

bu, millî menfaatlerimize uyar mı? Ona zarar mı verir, yoksa<br />

hizmet mi eder? Bağımsızlığımızın dayandığı temel niteliklere zarar<br />

mı, yoksa faydası mı olur? Bu sorularının cevaplarında, kesinlikle<br />

olumsuzluk ve olumsuzluk ihtimali dahi olmamalıdır.<br />

“Türk milletinin maddi ve manevi huzuruna her şeyden<br />

fazla önem vermek” 11 ve bunu sağlamaya, korumaya çalışmak her<br />

Türk vatandaşının ilk hedefi olmalıdır.<br />

“Milleti millet yapan, ilerleten ve yükselten kuvvetler vardır;<br />

fikir kuvvetleri ve sosyal kuvvetler…”dir 12 . Bununla beraber<br />

bütün bunların hepsi tek bir kuvvettir 13 .<br />

Millet, “dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların<br />

oluşturduğu bir siyasi ve sosyal toplumdur” 14 diye tarif<br />

eden <strong>Atatürk</strong>; Türkiye halkını, “ırkî veya dini ve kültürel yönden<br />

birleşmiş, bir diğerine karşı, karşılıklı hürmet ve fedakarlık<br />

hisleriyle dolu ve kaderi; geleceği ve çıkarları ortak olan bir<br />

toplum” 15 olarak değerlendirir.<br />

9 (Lozan Görüşmelerinin Kesilmesi Üzerine). Nutuk, s.488.<br />

10 Nutuk, s.474.<br />

11 (27 Ekim 1922 Bursa Öğretmenlerine hitaben) Daniel DUMOULIN,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, ATAM Yayınları, Ankara, 2000, s.89.<br />

12 (Öğretmenlere 24 Ekim 1922) A.S.D, II, s.47.<br />

13 (11 Kasım 1937 TBMM 5:Dönem 3. Toplama Yılını Açılışı) A.S.D., I, s.423.<br />

14 Afet İNAN, Medeni Bilgiler, Ankara, 2000, s. 28.<br />

15 (Birinci Dönem Üçüncü Toplanma Yılını Açarken, 1 Mart 1922) TBMM ZC,<br />

I-XVIII, TBMM Matbaası, Ankara, 1959, s.2.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

Yine <strong>Atatürk</strong>’e göre Türk vatandaşları, “Diyarbakırlı, Vanlı,<br />

Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı<br />

hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır” 16 .<br />

<strong>Atatürk</strong>, hem devletine, milletine yönelik her türlü tehdit ve tehlike<br />

ile hem de iç ve dış düşmanlara karşı “milletimizin tek bir vücud<br />

gibi gösterdiği birlik ve gayret sayesinde başarıya ulaştığını” 17 (4<br />

Ekim 1922) yaşayarak tecrübe etmişti. Kazanılan başarının, milletin<br />

kuvvetlerini birleştirmesinden ileri geldiğini biliyordu ve “aynı başarıları<br />

ileri de de kazanmak için aynı temele dayanmak ve aynı<br />

yolda yürümeyi tavsiye ediyordu”. 18<br />

“Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve<br />

iradesi kırılmadıkça, o millete hâkim olmanın imkanı yoktur.<br />

Oysaki asırların yarattığı millî bir ruha, kuvvetli ve daimi bir<br />

millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz” 19 diyordu.<br />

Millî ruhu, millî birlik ve beraberlik ruhunu zedeleyen ve manevi<br />

gücü zayıflatan, ülke insanlarının suni olarak bölünmesidir. Bu<br />

nedenle <strong>Atatürk</strong>;<br />

“Efendiler, bir memleketin, bir memleket halkının düşmandan<br />

zarar görmesi acıdır. Fakat, kendi ırkından büyük tanıdığı<br />

ve başlarında taşıdığı insanlardan vefâsızlık, felaket görmesi<br />

ondan daha acıdır. Bu, kalp ve vicdanlar için unutulmaz bir<br />

yaradır” 20 der.<br />

Yine, çok hassas olduğu bu konuda; “Bugünkü Türk milleti,<br />

siyasi ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik<br />

fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda<br />

edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat,<br />

geçmişin bu keyfi idare devirlerinin sonucu olan bu yanlış adlandırmalar,<br />

düşmana alet olmuş birkaç gerici ve beyinsizden<br />

başka hiçbir millet ferdi üzerinde, kederlenmekten başka bir<br />

16 (Büyük Zafer Hakkında 04.Ekim.1933 Dolmabahçe Sarayı, “Diyarbakır” Gazetesinin<br />

Sahibine Demeç)Utkan KOCATÜRK, <strong>Atatürk</strong>’ün Fikir ve Düşünceleri,<br />

Ankara, 1999, s.206.<br />

17 (4 Ekim 1922) A.S.D, I, s.286.<br />

18 (1923) D.DUMOULIN, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, s.11.<br />

19 (01 Eylül 1924) D.DUMOULIN, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, s.97.<br />

20 (1 Eylül 1924, Bursalılarla Konuşma) A.S.D, II, s.189-190.<br />

131


132<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

etki meydana getirmemiştir. Çünkü bu milletin fertleri de, genel<br />

Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka<br />

sahip bulunuyorlar… Bugün içimizde bulunan Hıristiyan,<br />

Musevi vatandaşlar, kader ve talihlerini Türk Milleti’ne vicdanı<br />

arzularıyla bağlandıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı<br />

gözü ile bakmak; medeni Türk milletinin asil ahlâkından beklenebilir<br />

mi” 21 der.<br />

“Milletin varlığını devam ettirmek için, fertleri arasında düşündüğü<br />

müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini<br />

değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağlar yerine, Türk<br />

millîyeti bağı ile fertlerini toplamıştır” 22<br />

“Milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını,<br />

fıtri zekasını, ilme bağlılığını güzel sanatlara sevgisini, millî birlik<br />

duygusunu sürekli olarak ve her türlü vasıta ve tedbirlerle<br />

besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür” 23 .<br />

“Vatandaşların saadet ve huzurunun Cumhuriyet kanunlarında<br />

ifade olunan millî birlikte saklı bulunduğunu, bundan<br />

dolayı vatan haricinden hiçbir iğfal ve tahrikin olamayacağını” 24<br />

ifade eden <strong>Atatürk</strong>, yapılan veya yapılacak olan olumsuz propagandalar<br />

ile, Türk milletinin kendi kendine yetemeyeceğini ve asla başarılı<br />

olamayacağına inananlara; “Efendiler, maddi ve özellikle manevi<br />

çöküş korku ile… güçsüzlükle başlar”.<br />

Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında, milletin<br />

de uyuşukluğa düşmesine ve çekingen duruma gelmesine yol<br />

açarlar. Güçsüzlük ve kararsızlıkta o kadar ileri giderler ki, adeta<br />

kendi kendilerine hakaret ederler. Derler ki: “Biz adam değiliz ve<br />

olamayız! Kendi kendimize adam olmamızın imkanı yoktur:<br />

Biz, kayıtsız ve şartsız olarak varlığımızı bir yabancıya teslim<br />

edelim.<br />

Türkiye’yi böyle yanlış yollarda çökme ve yok olma uçurumuna<br />

sürükleyenlerin elinden kurtarmak lazımdır. Bunun için<br />

bulunmuş bir gerçek vardır. Ona uyacağız. O gerçek şudur:<br />

21 İNAN, Medeni Bilgiler, s. 34.<br />

22 (5 Ekim 1925 Ankara Hukuk Mektebi’ni Açarken) AS.D., II, s.249..<br />

23 (29 Ekim 1933 10.Yıl Nutku) A.S.D., II, s.318.<br />

24 (Üçüncü Dönem 4. Toplanma Yılını Açarken) 1 Kasım 1930, TBMM ZC,<br />

III/21, s.2-3.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

Türkiye’nin düşünen kafalarını yepyeni bir imanla donatmak…<br />

Bütün millete taptaze bir manevi güç vermek” 25 tir der.<br />

Türk milletinin doğrudan doğruya kendisinin yaptığı Millî<br />

mücadele’ye millî ülkü ve millî onurun sebep olduğunu belirten 26<br />

<strong>Atatürk</strong>, millî ülküye tam iman ve onun gereklerini tereddütsüz<br />

yerine getirmenin sonucunun mutlaka başarı olacağını biliyordu 27 .<br />

Çünkü “millî varlığımızın temeli, millî şuur ve millî birlikte” 28<br />

olduğundan; Millî birlik duygusunu sürekli ve her türlü vasıta<br />

tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüz” 29 olmalıdır.<br />

Millî varlığımızı millî şuur ve millî birlikle devam ettirmek isteyen<br />

“Türk esareti kabul etmeyen bir millettir, Türk milleti esir<br />

olmamıştır” 30 Türkiye, esir olarak mahvolmaktansa, son nefesine<br />

kadar mücadele ve savaş vermeyi azmetmiştir” 31 .<br />

Kendisini yok etmek isteyen hiçbir güç karşısında eğilmeyen<br />

Türkler bir bağımsızlık savaşı vermişlerdir. Bu “ (Millî hareket)<br />

hareket milletin bir arzusudur. Hatta bir ihtiyacıdır. Bu arzu ve<br />

ihtiyacı doğuran şey de şahıslar değil, bizzat olaylardır. Devletini<br />

birlik ve bağımsızlığını tehdit eden meşru olmayan birtakım<br />

ihtirasat, topraklarımıza hiçbir hakka dayanmaksızın gerçekleşen<br />

saldırılar, tehlikeler karşısında millet birleşmek gereğini<br />

duymuştur. Böyle bir harekete macera demek bu harekatı takdir<br />

edenleri maceraperestlikle adlandırmak gafillik, garazlık<br />

değil midir?” 32 diyen <strong>Atatürk</strong>, Türk milletinin kendisine yönelmiş<br />

tehdit ve tehlikeler karşısında birleşmek gereği duyarak, kendi arzusuyla<br />

millî mücadeleyi yaptığını; bu istek ve ihtiyacın şahıslarda<br />

değil olaylardan kaynaklandığını vurgulamaktadır. Yusuf Hik-<br />

25 Nutuk, s.432.<br />

26 (14 Ekim 1925İzmir Kız öğretmen okulunda Konuşma) A.S.D., II, s.242.<br />

27 (10 Mayıs 1931CHP Üçüncü Büyük Kongresini Açarken,) A.S.D., I, s.386.<br />

28 (TBMM Beşinci Dönem İkinci Toplanma Yılını Açarken, 1 Kasım 1936)<br />

A.S.D., I, s.405.<br />

29 (29 Ekim 1933 Onuncu Yıl Söylevi,) A.S.D., II, s.318-319.<br />

30 (14 Ekim.1925 İzmir’de ileri Gelen Memurlarla bir konuşma), A.S.D., II,<br />

s.241.<br />

31 (25 Aralık 1922 Le Journal Muhabiri Paul Harriot’ya Çankaya’da verdiği Beyanat)<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, III, Ankara, 1997, s.80.<br />

32 (24./25 Ekim 1919 Amasya Tasvir-i Efkâr Muhabiri Ruşen Eşref İle Mülâkat)<br />

A.S.D., III, s.11-12.<br />

133


134<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

met BAYUR, “Türk İnkılabı Tarihi” adlı eserinin “önsöz”ünde;<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gerçekleştirdiği inkılâbı, başarılı olmamış veya yarıda<br />

kalmış diğer inkılaplardan ayırt etmek için “<strong>Atatürk</strong> İnkılâbı” denilmesinin<br />

uygun olacağını düşündüğünü ifade etmektedir..<br />

Ancak yaptığı bütün hizmetlerin şevk ve gücünü milletinden<br />

alan ve yaptığı tüm hizmetlerini de milletine mal etmek ısrarında<br />

olan <strong>Atatürk</strong>’ün, kendisine has tevazu ve her şeyde Türk milletini<br />

ileri sürmek isteğinden dolayı; bu son inkılabın adının “Türk İnkılabı”;<br />

dersin adının da, Türk İnkılabı adını taşımasını emrettiğini,<br />

bu emre uyarak da kitaba “Türk İnkılabı Tarihi” adının verildiğini<br />

açıklar33 .<br />

<strong>Atatürk</strong> Kısa ömrüne ve az zamanda çok şey yapmasına rağmen<br />

“Benim Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti’ne ait görevlerim<br />

bitmemiştir. Sizler onları tamamlayacaksınız” diyerek, 1938’den<br />

günümüze, yapmış olmamız gereken ve yapmamız gereken çok şeylerin<br />

olduğunu hatırlatır ki, bizimde hatırlamamız gerekiyor.<br />

Zaman zaman yaşanan bazı olumsuzluklara ve zorluklara rağmen<br />

Milletin kararına daima güvenen “Türklük, benim en derin<br />

güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi<br />

hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve<br />

Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım” diyen34 <strong>Atatürk</strong>; “Ne mutlu Türk’üm diyene” 35 diyecek kadar Türklüğü ile<br />

övünen “Türk! Övün, çalış, güven” 36 diyerek, kendisini ve gücünü<br />

tanımasını telkin eden; “Yüksel Türk… Senin için yüksekliğin<br />

sınırı yoktur” 37 diyecek kadar, büyük ve yüce bir hedef gösteren<br />

vatansever bir liderdir.<br />

Bugün biz, bu sözleri sloganlaştırdık, her yere yazdık ama, insanların<br />

ruhlarına, gönüllerine, akıllarına gerçek ve samimi duygularla<br />

yazıp yerleştirip gerçek bir bilinç oluşturabildik mi? Bugün<br />

33 Y.H.BAYUR, Türk İnkılâbı Tarihi, I, T.T.K., Ankara, 1983, s.XIII.<br />

34 (1931) <strong>Atatürk</strong>çülük, Yay.Haz.Genelkurmay Başkanlığı, I, İstanbul, 1998,<br />

s.83.<br />

35 (29 Ekim 1933 10.Yıl Nutku) A.S.D., II, s.319.<br />

36 (1934) Afet İNAN, <strong>Atatürk</strong> Hakkında Hatıralar, Belgeler, Ankara, 1959,<br />

s.304.<br />

37 (1935) DUMOULIN, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, s.135.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

bunu ciddi olarak sorgulamamız gerekiyor.<br />

<strong>Atatürk</strong>, millî bilinci uyandırarak; millî bütünleşmeyi sağlamak<br />

istiyordu. Çünkü, geçmişte Türk aydınlarının kendini bilmemesi ve<br />

başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük varsayarak kendini<br />

onlardan aşağı görüp nefsine olan güvenini yitirmesinden dolayı<br />

ciddi sorunlar yaşadığını biliyordu. Bundan dolayı “Artık bu yanlış<br />

görüşe son vermek Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti<br />

ile tanımak ve bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla<br />

övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim” 38 demektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün; bu sözlerinden millîyetçiliğin kendimize güvenin<br />

bir simgesi, kendimizi bir millet olarak tanımanın görüntüsü39 olduğunu<br />

söyleyebiliriz.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün “Biz doğrudan doğruya millîyetperveriz ve Türk<br />

millîyetçisiyiz; Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur.<br />

Bu topluluğun efradı ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o<br />

topluluğa dayanan cumhuriyet de kuvvetli olur” 40 sözlerinden<br />

Cumhuriyetin, Türk kültürü ile kuvvetle donatılmış Türk topluluğuna<br />

dayandığı takdirde, varlığını da güçlü bir şekilde devam ettirebileceği<br />

gerçeği ortaya çıkmaktadır.<br />

Öyleyse kendimizi tanımamak, güvenmemek ve aşağılık duygusuna<br />

kapılmak, bir milletin bugünü ve gelecekteki varlığı için en<br />

büyük tehdittir ve tehlikedir. Bu tehdit ve tehlikeyi yok edecek en<br />

önemli tedbir <strong>Atatürk</strong>’ün ifade ettiği gibi, kendine güvenen ve Türk<br />

kültürü ile dolu bir toplum yetiştirmektir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, kökü dışarıda olup; dışarıdan yönlendirilen, devletimizin<br />

temellerinin dayandığı temel niteliklere, milletimizin inanç ve<br />

fikirlerine ters düşen; huzurunu, güvenliğini ve varlığını tehlikeye<br />

düşüren her türlü akım ve ideolojiye karşı idi.<br />

Mesela Bolşevizm hakkında. “Bizim memleketimizde bu<br />

doktrinin hiçbir şekilde bir yeri olamaz. Dinimiz, adetlerimiz ve<br />

aynı zamanda sosyal bünyemiz tamamiyle böyle bir fikrin yer-<br />

38 Utkan KOCATÜRK, <strong>Atatürk</strong>’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1999, s.204.<br />

39 Prof.Dr.Orhan TÜRKDOĞAN, “Gökalp’ten <strong>Atatürk</strong>’e Milli Birlik”, Makaleler,<br />

“<strong>Atatürk</strong>çülük ve Devrimler”, I: Kitap <strong>Atatürk</strong> Üniv. Yay.534, Ankara,<br />

1979, s.90.<br />

40 (26 Nisan 1926Türk Ocakları Delegelerine,) A.S.D., III, s.118.<br />

135


136<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

leşmesine uygun değildir… Türk Milleti lüzumu halinde mücadeleye<br />

hazırdır” demiştir. 41 .<br />

O günün şartları içinde Bolşevik Rusya ile siyasi ve askerî ittifak<br />

kurmaya çalışırken; komünizm ve bolşevizme karşı alenin aleyhtarlığı<br />

uygun görmez ama, “bilâ kayd-ü şart Rus tabiiyeti demek<br />

olan dahildeki komünizm teşkilatı gaye itibariyle tamamen bizim<br />

aleyhimizdedir. Gizli komünizm teşkilatını her surette tevkif<br />

ve teb’it etmek mecburiyetini” 42de hissetmiş ve zamanı geldiğinde<br />

de gerekenleri de yapmıştır.<br />

“Biz, ne Bolşevikiz ne de Komünist, ne biri ne de diğeri<br />

olamayız. Çünkü biz millîyetçi ve dinimize saygılıyız” 43 derken;<br />

“Şurası unutulmamalıdır ki, Türk Aleminin en büyük düşmanı<br />

komünistliktir! Her görüldüğü yerde ezilmelidir” 44 sözleri ile de,<br />

kısa ve öz olarak mesajı vermektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong> yaşadığı dönemlerde ortaya çıkan ve II. Dünya<br />

Savaşı’nın önemli sebeplerinden olan Almanya ve İtalya’nın Faşizmi<br />

ve Nasyonal Sosyalizmini de aynı şekilde reddetmiştir.<br />

Bugün günümüzde isimleri değiştirmekle birlikte amaç ve içerik<br />

bakımından aynı olan tehlike ve tehditler vardır. Bunlar nedir?<br />

Devletimizin ve milletimizin varlığına, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne<br />

yönelik yıkıcı ve bölücü terörist faaliyetler; samimi ve<br />

gerçek dini inanış ve gereklerini yerine getirmekten uzak, halkımızın<br />

inançlarını sömüren suistimal eden anti laik faaliyetler ve din sömürüsü;<br />

demokratikleştirilme kisvesi altında devletimizin yasama,<br />

yürütme ve yargı yetkilerine müdahale; siyasi, ekonomik ve kültürel<br />

emperyalizm <strong>Atatürk</strong>’e göre bir başka tehlike de, Büyük ve hayali<br />

şeyleri, yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden, bütün dünyanın<br />

düşmanlığını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine çekmekti.<br />

41 (General Harbord’a gönderdiği 24 Eylül 1919 tarihli yazısı)Gotthard JAESC-<br />

HKE, “Kemalizmin Temel Düşünceleri ve Tarihi”, Makaleler, <strong>Atatürk</strong>çülük<br />

ve Devrimler, I.Kitap, <strong>Atatürk</strong> Üniv. Yayınları: 534, Ankara, 1978, s.37.<br />

42 (14 Eylül 1920. TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın Garp Cephesi Komutanı<br />

Ali Fuat Paşa’ya Talimatı) General Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele<br />

Hatıraları, İstanbul, 1953, s.474.<br />

43 Hikmet TANYU, <strong>Atatürk</strong> ve Türk Milliyetçiliği, Ankara, 1981, s.184.<br />

44 Fethi TEVETOĞLU; Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ankara,<br />

1967, s.437.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

Geçmişte bunu yaşadığımızı kastederek;.<br />

“Biz, panislamizim yapmadık. Belki “yapıyoruz, yapacağız”<br />

dedik. Düşmanlarımızda “Yaptırmak için bir an önce öldürelim!”<br />

dediler. Panturanizm yapmadık!... “Yaparız, yapıyoruz<br />

dedik yapacağız dedik ve yine öldürelim” dediler. Bütün dava<br />

bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız<br />

kavramlar peşinde koşarak, düşmanlarımızın adedini ve üzerimize<br />

olan baskılarını artırmaktansa, tabii halimize, asıl durumumuza,<br />

geçerli olan durumumuza dönelim. Kendimizi bilelim.<br />

Bu nedenle biz, “hayat ve bağımsızlık isteyen milletiz ve yalnız<br />

ve ancak, bunun için hayatımızı feda ederiz” 45 demektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu sözlerinin amacı geçmişte yapılan hataların tekrarına<br />

engel olmaktır. Çünkü; resmi devlet ve hükûmet politikası<br />

olarak takip edilmeyecek veya edilemeyecek bazı fikir veya siyasetlerin<br />

varmış veya gerçekmiş gibi gösterilmesi; ülkemize yönelik<br />

tehlikelerin artmasına sebep olacaktır. Dolayısıyla gerçekten uzak<br />

söylemlerde bulunarak; öncelikle komşularımızın ve dünyanın düşmanlığını<br />

çekmek; hem aleyhimize bir kamuoyu oluşmasını, hemen<br />

sonrasında bize karşı resmi veya gayriresmi tedbirlerle birlikte tehlike<br />

ve tehditlerin oluşmasına neden olacaktır. Bu demek değil ki<br />

devletimizin, hükûmetimizin, yakın, uzak ve en uzak millî hedefleri<br />

ve siyaseti olmayacak! Tabiiki “dış siyaset, iç teşkilat ve iç siyasete<br />

dayandırılmak ve hayali dış siyaset peşinde koşmamak” 46 şartıyla<br />

olacaktır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, “Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman tam bağımsızlık<br />

istediğimizi herkesin anlaması gerekir” 47 (1923) derken; barışı,<br />

ancak tam bağımsızlık sağlanması şartıyla kabul ediyordu. “Barışın<br />

kanla değil mürekkeple imza etmek isteyen” 48 ve tercih eden<br />

<strong>Atatürk</strong> “aksi takdirde mücadelenin ve savaşın devam edeceğini<br />

45 (Bakanlar Kurulunun Görev ve Yetkisini Belirten Kanun Teklifi Münasebetiyle,<br />

1 Aralık 1921). A.S.D., I, s.216.<br />

46 (İzmir İktisat Konuşmasının Açış Söylevi 17 Şubat 1923). A.S.D., II, s.113-<br />

116.<br />

47 (1923) D.DUMOULIN, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, s.8.<br />

48 (23 Ocak 1923 Morning Post Yazarı Grace Ellison’a Demeç), A.S.D., III,<br />

s.81.<br />

137


138<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

memleket için gerekli olan sonucun mutlaka elde edileceğini” 49<br />

de özellikle vurguluyordu.<br />

“Türkiye’nin kesinlikle barış sever bir siyaset takip ettiğini” 50<br />

söyleyen ve “Komşularıyla ve bütün devletlerle iyi geçinmek,<br />

Türkiye siyasetinin esasıdır… Bu ilkenin bütün devletlerce siyaset<br />

esası kabul edilmesiyledir ki, medeniyet için ve milletin saadet<br />

ve refahı için en lazımlı olan sulh, istikrar meydana çıkmış<br />

olur” 51 : diyen <strong>Atatürk</strong>; dışarıdan gelen saldırgan tehlikeler, özellikle<br />

aniden çıkacak savaş tehlikesine karşı, milletlerin birleşerek önlemler<br />

alınmasını isterdi. “Eğer bir harp, bir bombanın patlaması<br />

gibi birden bire çıkarsa, milletler harbe mani olmak için silahlı<br />

mukavemetlerini ve mali güçlerini, saldırgana karşı birleştirmekte<br />

kararsızlık göstermemeli.<br />

En hızlı ve etkili tedbir, muhtemel bir saldırgana saldırının<br />

yanına kar kalmayacağını açıkça anlatacak, milletlerarası teşkilatın<br />

kurulmasını” 52 istemiştir ve bunları da gerçekleştirmiştir.<br />

Milletlerarası teşkilatlar, hem iç ve dış güvenliği, hem de karşılıklı<br />

huzur ve barışı sağlamak ve korumak adına önemli idi. <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

“Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinden hareketle, kendi döneminde<br />

gerçekleştirdiği milletlerarası teşkilatlara örnek ise;<br />

1932 <strong>yılında</strong> Milletler Cemiyeti’ne girilmesi, 1934 <strong>yılında</strong><br />

Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında bir Balkan<br />

Antantı’nın oluşturulması; 1937 <strong>yılında</strong> Türkiye, İran, Irak ve Afganistan<br />

arasında Sadabat Paktı’nın imzalanmasıdır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ülkemize ve milletimize yönelik tehdit ve tehlikeler<br />

karşısında; kendi gücümüzle karşı koymanın yanı sıra uluslararası<br />

da anlaşmalar ve ittifaklar yapması, uluslararası denge ve barış siyasetini<br />

önemsediğini gösterir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, 1 Mart 1921’de TBMM’nin 2.Toplanma Yılının Açılış<br />

Konuşması’nda; Millî Mücadele dönemindeki iç isyanlar ile ilgili<br />

49 (16 Ocak 1923 Arifiye’de Konuşma) A.S.D., II, s.57.<br />

50 (25 Ekim 1928 Lehistan Elçisinin Söylevine Cevap) Bilal Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve<br />

Yabancı Devlet Başkanları, II, Ankara, 2001, s.448-449.<br />

51 (16 Ekim 1930 Yugoslavya Elçisine Verilen Cevap) Bilal Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve<br />

Yabancı Devlet Başkanları, IV, s.275-276.<br />

52 Hasan Rıza SOYAK, <strong>Atatürk</strong>’ten Hatıralar, II, Ankara, 1973, s.513.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

gelişmeler ve bastırılması hakkında bilgi verirken; kandırılmış ve<br />

kışkırtılmış halkı aydınlatarak bilgilendirerek gerçek durumdan haberdar<br />

eylediklerini ifade etmektedir53 .<br />

Bu çok önemli bir konudur. Çünkü eğer halk, eğiterek, öğreterek,<br />

anlatarak hatta belgeleyerek, açıklayarak bilgilendirilmezse,<br />

bilinçlendirilmezse; yalan ve yanlış şeylerle halkı, tesir altına alacak<br />

karşı kuruluş, cemiyet, zümre veya başka bir devlet ve millet<br />

olacaktır. Yani devletin boş bıraktığı alanı birileri veya birşeyler<br />

mutlaka dolduracaktır. Dolayısıyla devlet, tüm millet fertlerini gerçek<br />

bir millî eğitim sistemi içerisinde yoğurarak eğitmelidir. Çünkü<br />

“Eğitimde süratle yüksek bir seviyeye çıkacak bir Milletin hayat<br />

mücadelesinde maddi manevi bütün kudretlerinin artacağı<br />

muhakkaktır” 54 .<br />

“Bir milletin gerçek kurtuluşunun eğitim ile olacağını!” 55 daima<br />

vurgulayan <strong>Atatürk</strong>; terbiye (eğitim)in, bir milleti ya hür, bağımsız,<br />

şanlı yüksek bir toplum halinde yaşatacağını, ya da bir milleti<br />

esâret ve sefâlete terk edeceğini bildiğinden 56 bundan dolayı uygulayacakları<br />

siyasetin temelinde cehaletin ortadan kaldırılması fikrini<br />

esas almıştır.<br />

Bu nasıl gerçekleştirilecekti? <strong>Atatürk</strong>’e göre; okuma-yazma öğretmek,<br />

vatanını, milletini dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafi,<br />

tarihi, dini ve ahlaki bilgiler vermekti 57 . Bu bilgilerle donanmış<br />

halkın, iç ve dış tehditlere malzeme olması veya içinde olması pek<br />

mümkün görünmemektedir… “Memleketimizin en ileri, en hoş,<br />

en güzel yerlerini üç buçuk sene kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı<br />

mağlup eden zaferinin sırrı nerededir bilir misiniz?” diye<br />

sorar ve cevap verir; “Orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen<br />

esaslarını rehber almaktır. Milletimizi yetiştirmek için asıl olan<br />

mekteplerimizin, üniversitelerimizin kuruluşunda aynı yolu takip<br />

edeceğiz. Evet, milletimizin siyasi, sosyal hayatında, mille-<br />

53 (1 Mart 1921, TBMM’ne 1. Dönem Toplanma Yılını Açarken) TBMM Z.C.,<br />

IX/2, s.3.<br />

54 (1 Kasım 1928 3. Dönem. 2. Toplanma Yılını Açarken) A.S.D., I, s.377.<br />

55 (27 Ekim 1922Öğretmenlere) A.S.D., II, s.47.<br />

56 (1 Mart 1922) TBMM ZC, I/XVIII, s.<br />

57 (1 Mart 1922) TBMM ZC, I/XVIII, s.<br />

139


140<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

timizin fikir terbiyesinde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır” 58 .<br />

Türkiye Cumhuriyeti’ni fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli<br />

ve yüksek (ahlaklı, seciyeli) muhafızlar koruyacaklardır 59 . İşte bu<br />

nitelik ve kabiliyette “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesilleri<br />

yetiştirmek için, öğretmenleri görevlendiren <strong>Atatürk</strong>; yeni neslin,<br />

öğretmenlerin eseri olacağını da vurgulamaktadır 60 .<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre çözüm, okuldur. Çünkü; okul, “genç dimağlara,<br />

insanlığa hürmeti, millet ve memlekete şerefi ve bağımsızlığı<br />

öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak<br />

için izlenmesi uygun olan en doğru yolu belletir… Memleket ve<br />

milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer<br />

namuslu uzman ve birer alim olmaları lazımdır. Bunu temin<br />

eden okuldur” 61 .<br />

“Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini<br />

veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız” 62<br />

diyen <strong>Atatürk</strong>; “Bütün ümidim gençliktedir. <strong>Atatürk</strong> yeni Türk<br />

Cumhuriyetinin yeni nesle vereceği terbiyenin kesinlikle “millî<br />

terbiye” olduğunu ve “Millî ahlâkımızın medeni esaslarla ve hür<br />

fikirlerle beslenmesini ve takviye olunmasını” 63 isteyerek; “Gençliğin<br />

çalışkan, duyarlı ve millîyetçi yetişmesi esas dileklerimizdendir.<br />

Gençlik her türlü faaliyetlerinde Cumhuriyet kanunlarına<br />

ve Cumhuriyet kuvvetlerinin usul ve kurallarına uymaya da<br />

dikkatli olmalıdır” 64 der<br />

“Yüksek tahsil gençlerimizi, istediğimiz ve muhtaç olduğumuz<br />

gibi millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetiştirme…<br />

”nin65 önemini vurgular.<br />

Memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak ne-<br />

58 (27.Ekim 1922 Bursa Öğretmenlerine) A.S.D., II, s.47.<br />

59 (25 Eylül 1924 Muallimler Birliği Kongresi Üyelerine) A.S.D., II, s.178<br />

60 (25 Eylül 1924 Muallimler Birliği Kongresi Üyelerine) A.S.D., II, s.178-179.<br />

61 (27 Ekim.1922 Bursa Öğretmenlerine) A.S.D., II, s.47.<br />

62 (1930) A.Afetinan, M.K.<strong>Atatürk</strong>’ten Yazdıklarım, Ankara, 1971, s.36.<br />

63 (25 Ağustos 1924 Muallimler Birliği Kongresi Üyelerine) A.S.D., II, s.179.<br />

64 (1933) D.DUMOULIN, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, s.45.<br />

65 (01 Kasım 1938 TBMM 5.Dönem 5. Toplanma Yılını Açış Nutku) A.S.D., I,<br />

s.428.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

silden nesile yaşatacak kişi ve kurumları yaratmak” 66 bu da, eğitimin<br />

amacı olmalıdır.<br />

“Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak<br />

için kendinde kuvvet bulacaktır” 67 .<br />

“Her şeye rağmen, muhakkaka bir nura doğru yürümekteyiz.<br />

Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve<br />

milletim hakkındaki payansız muhabbetim değil; bütün bu karanlıkların,<br />

ahlaksızlıkların, şarlatanlıkların içinde sırf vatan ve<br />

hakikat aşkıyla ziya serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik<br />

gördüğümdendir” 68 diyerek gençlere yol gösterir.<br />

“Muhterem gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan<br />

dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Galip olmak, mağlup olmak.<br />

Size, Türk Gençliğine terk ettiğimiz ve bıraktığımız vicdanı<br />

emanet, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip<br />

olacaksınız…” 69 der<br />

Türkiye nüfusunun büyük bir oranı genç bir nüfus ise ve bu büyük<br />

bir potansiyel güç ise; bu gücün farkına varmak, sahip çıkmak<br />

ve doğru değerlendirmek lazımdır. İşte <strong>Atatürk</strong> bu gücün farkındadır.<br />

“Gençler!; Cesaretimizi kuvvetlendiren ve devam ettiren<br />

sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile, insanlık meziyetinin,<br />

vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli örneği<br />

olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti<br />

biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz” 70 .<br />

“…Sizler yani, yeni Türkiye’nin genç evlatları, yorulsanız dahi<br />

beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere, yürümeye karar<br />

verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim<br />

yükselme idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Biz<br />

de bunu görmekle bahtiyar olacağız…” 71<br />

66 Afetinan, <strong>Atatürk</strong> Hakkında Hatıralar, Belgeler, Ankara, 1959, s.297.<br />

67 Enver Ziya KARAL, <strong>Atatürk</strong> ve Devrim, Konferans ve Makaleler, Ankara,<br />

1980, s.100.<br />

68 (24 Mayıs 1918, Ruşen Eşref’e imzaladığı resim arkası)Utkan KOCATÜRK,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Fikir ve Düşünceleri, s.192.<br />

69 (18 Mart 1923 Tarsus’da Gençlere Konuşma.) A.S.D., II, s.137.<br />

70 (30 Ağustos 1924 Dumlupınar’da konuşma) A.S.D., II, s.188.<br />

71 (26 Mart 1937 Ankara’da Tahsilde Bulunan Bursalı Gençlerin Tertib Ettikleri<br />

Uludağ Gecesinde söylenmiştir) A.S.D., II, s.327-328.<br />

141


142<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

“Gençler!, benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi<br />

üstlenen gençler! Bir gün memleketi sizin gibi beni anlamış bir<br />

gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum” 72 diyerek<br />

Gençliğe olan güveninden öte, büyük de bir sorumluluk yüklemektedir.<br />

Üstelik <strong>Atatürk</strong>, Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne yönelik tehdit<br />

ve tehlikelerin neler olduğu ve yapılması gerekenleri “Gençliğe<br />

Hitabe”de tüm açıklığı ile ortaya koymakta ve çözüm önerilerini de<br />

beraberinde sunmaktadır.<br />

“Ey Türk Gençliği!, Birinci vazifen, Türk İstiklalini, Türk<br />

Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin<br />

ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel senin en<br />

kıymetli hazinendir…” 73<br />

“Türk Devleti’nin bağımsızlığı mukaddestir. O ebediyen güvende<br />

ve korunmuş olmalıdır” 74 Çünkü “Hürriyet olmayan bir<br />

memlekette ölüm ve çöküş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun<br />

anasının Hürriyet” 75 olduğunu düşünen <strong>Atatürk</strong>; “Hürriyet<br />

ve istiklal benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük atalarım<br />

en kıymetli mirasından olan istiklal aşkı ile yaratılmış bir<br />

adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevi, hususi ve resmi<br />

hayatımın her safhasını tanıyanlarca bu aşkım bilinmektedir.<br />

Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın var<br />

olması ve devam etmesi, mutlak o milletin hürriyet ve istiklaline<br />

sahip olmasıyla mümkündür Ben şahsen bu saydığım niteliklere<br />

çok önem veririm ve bu niteliklerin kendimde varlığını iddia<br />

edebilmek için, milletimin de aynı nitelikler ile donanmış olmasını<br />

şart ve esas bilirim…” 76 der.<br />

“Tam istiklal, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin can<br />

damarıdır. Bu görev bütün millete ve tarihe yüklenilmiştir… Biz<br />

yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz.<br />

Bir yanlışlığa boyun eğme yüzünden bu vasıflardan yoksun<br />

72 (26 Mart 1937 Ankara Halkevinde Bir Konuşma) A.S.D., II, s.327-328.<br />

73 (1927, Gençliğe Hitabesi) Nutuk, s.607.<br />

74 (13 Ağustos 1923 İkinci Dönem Açarken) A.S.D, I, s.337.<br />

75 (1906 Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik Şubesi’ni Kurarken) A.S.D., II,<br />

s.1.<br />

76 (22 Nisan 1921, Hâkimiyet-i Milliye)A.S.D., III, s.31.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

kalmaya katlanamayız” 77 diyen <strong>Atatürk</strong>, istiklalimizi, egemenliğimizi<br />

kaybetme endişesi ve tehlikesi karşısında alınacak olan önlemlerde<br />

sabırsızdır ve temkinlidir. “…Eğer bazen ihtiyatkar hareket<br />

ediyorsak, aşırı ölçüde şüpheli davranıyorsak, bize çok pahalıya<br />

malolan hürriyetimizi kaybetmek hususundaki korkumuzdandır.<br />

Bu hürriyetin bir küçük kısmını sakat etmektense, hepsini<br />

birden feda etmeyi tercih ederiz.” 78 diyecek kadar da gözü kara ve<br />

kararlıdır.<br />

Hürriyeti ve istiklalimizin tehlikeye düştüğünde gereği yapmış<br />

bir lider olan Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, asıl mesleği askerlik olmasına<br />

rağmen, çok gerekmedikçe savaşmayı asla uygun bulmayan bir<br />

liderdi.<br />

“Derhal şu veya bu sebepler için milleti harbe sürüklemek<br />

taraftarı değilim. Harp zorunlu ve hayati olmalı. Hakiki kanaatim<br />

şudur: milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım.<br />

Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye harbe<br />

girebiliriz. Ama millet hayatı tehlikeye düşmeyince, harp bir<br />

cinayettir” 79 düşüncesindedir<br />

Ama mutlaka, “Çok emekle kurduğumuz, canımızla korumaya<br />

and içtiğimiz kutsal yurdumuzun da güven altında olması”<br />

gerekir. <strong>Atatürk</strong>’e göre; “güvenlik altında bulunması demek<br />

bize saldıracakların, kendi yurtlarında bizim aynı zararları yapabileceğimize<br />

güvenimiz demektir” 80 . Yani bize zarar veren düşmanın,<br />

bizim de ona aynı zararı verebileceğimize inanmasıdır.<br />

Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik tehdit ve tehlikeler karşısında<br />

ona karşı koyacak, savunacak olan güç ne idi sorusuna ise; “türkiye<br />

Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir. Biri milletin kararı,<br />

diğeri en elim ve en zor şartlar içinde dünyanın takdirine hakkıyla<br />

layık olma niteliği kazanan ordumuzun kahramanlığı, bu<br />

iki şeye güvenir” 81 cevabını vermektedir.<br />

77 Nutuk, s.73.<br />

78 (29 Ekim 1923 Fransız Muhabiri Maurice Pernot’ya Demeç) A.S.D., III, s.92.<br />

79 (16 Mart 1923 Adana Çiftçileriyle Konuşma) A.S.D., II, s.128.<br />

80 (1 Kasım 1935 Beşinci Dönem Birinci Toplanma Yılını Açarken) A.S.D, I,<br />

s.404.<br />

81 (22 Şubat 1924 İzmir Ordu İleri Gelenleri ile İkinci Konuşma) A.S.D., II,<br />

s.176.<br />

143


144<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

<strong>Atatürk</strong>, batı milletlerini ve bütün dünyanın milletlerini şahsen<br />

tanıdığını ve bu tanışmanın savaş alanında ve ateş altında ve ölüm<br />

karşısında olduğunu vurgulayarak; “Yemin ederek size temin ederim<br />

ki, bizim milletimizin manevi kuvveti bütün milletlerin manevi<br />

kuvvetinin üstündedir” demiştir<br />

Dolayısıyla, Türk milletinden aldığı manevi kuvvetle güçlenen<br />

Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin Türk vatanseverliğinin<br />

çelikleşmiş bir ifadesi 82 olan Ordumuzu da, “Türk topraklarının<br />

ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için sarfetmekte olduğumuz<br />

sistemli çalışmaların yenilmesi imkansız teminatı 83 ” olarak görmektedir<br />

Köklü yenileşme ve gelişme içinde bulunan ülkemizin, hem<br />

kendisinde hem de komşularında barış ve huzuru isteyen bir düşünceye<br />

dayanan dış politikamızda; ülkenin korunması ve güvenliğin<br />

sağlanması, vatandaşlarımızın haklarının herhangi bir saldırıya karşı<br />

bizzat savunacak güce de sahip olunmasını önemle isteyen <strong>Atatürk</strong>,<br />

“Kara, deniz ve hava kuvvetlerimizin bu ülkede barışı ve güvenliği<br />

koruyacak bir güçte bulundurulması” 84nın öneminin altını<br />

çizmektedir.<br />

“Memleketimizi en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden,<br />

felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş<br />

kurtarmış ise Cumhuriyetin bugünkü verimli devrinde de askerlik<br />

tekniğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile donanmış<br />

olduğu halde görevini aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphemiz<br />

yoktur” 85 . diyerek Türk ordusu’nun gerektiği zaman, Türkiye Cumhuriyeti<br />

Devleti ve milletin hakkını, bağımsızlığını ve varlığını korumak<br />

için gerekeni yapacağını ifade etmektedir.<br />

“Devleti ve hükûmeti kendi malı ve koruyucusu tanımak bir<br />

millet için büyük nimet ve mazhariyettir” 86 diyen <strong>Atatürk</strong>, halk ile<br />

82 (1 Kasım 1937 Beşinci Dönem üçüncü Toplanma Yılını Açarken) TBMM,<br />

ZC., 5/XX, s.3-9.<br />

83 (1 Kasım 1937 Beşinci Dönem üçüncü Toplanma Yılını Açarken) TBMM,<br />

ZC, 5/XX, s.3-9.<br />

84 (29 Ekim 1938 Türkiye Cumhuriyeti Ordularına Mesaj) A.S.D, II, s.331.<br />

85 (29 Ekim 1938 <strong>Atatürk</strong>’ün TC. Ordularına Mesajı) A.S.D., II, s.331.<br />

86 (1 Kasım 1936 Beşinci Dönem İkinci Toplanma Yılını Açarken) TBMM Z.C,<br />

V/12, s.4.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN 145<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

kendisini korumak ve milletin refahını temin etmek görevini üstlenen87<br />

hükûmet arasındaki yakınlığın ve beraber çalışma gayretinin,<br />

idari ve ekonomik tedbirlerin iyi uygulanması, anlaşılması ve iyi sonuçlar<br />

alınması için gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü onun için<br />

milletin, maddi ve manevi huzuru her şeyden fazla önemli idi88 .<br />

“Millî egemenlik esasına dayalı ve özellikle Cumhuriyet idaresine<br />

sahip bulunan memleketlerde, siyasi partilerin olmasını” 89<br />

isteyen <strong>Atatürk</strong>, Cumhuriyetin yaşaması ve gelişmesi için de gerekli<br />

gördüğü siyasi partilerin, siyaset alanındaki karşılıklı faaliyetlerin<br />

vatandaşlar arasında düşmanlık yaratılmasına sebep olmamasını<br />

tavsiye ediyordu.. Bunun için de partiler içine girebilecek samimi<br />

olmayan ve gizli amaçlı unsurların, kanun ötesinde sonuç isteyen<br />

istek sahiplerinin, bütün milletçe nefretle karşılanmasını ve bir de<br />

cumhuriyet esası üzerinde çalışan partilerce, bu gibilerin faaliyetlerinden<br />

uzak kalınmasını; hürriyeti kötüye kullanmanın doğurduğu<br />

birçok felaketleri çekmiş olan bu memlekette bu özelliklere dikkat<br />

edilmesini tavsiye ediyordu90 .<br />

“Memleket işlerinde, millet işlerinde, hakiki işlerde, duyguya,<br />

hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz” 91 diyerek; iç huzur<br />

ve güven ortamının sağlanması ve ayrımcılığın önüne geçilmesini<br />

isteyen <strong>Atatürk</strong>, siyasi partilerde çalışacakların “kişisel çıkarlardan<br />

ve bencil emellerden ayrılmalarını, ancak canlı ve alevli<br />

ideallere” 92 sahip olmalarını; özellikle milleti temsil eden milletvekillerinin<br />

“Milletvekilliğinin, her düşünceden daha önemli bir<br />

millet vekâleti olduğunu ve bunun resmi ve özel hayatta bile birçok<br />

manevi ve belirli külfetleri bulunduğunu gözden uzak tutmamalarının<br />

gerek” 93tiğini ifade etmektedir.<br />

Devletine ve milletine yönelik iç ve dış tehdit ve tehlikelerle baş<br />

etmenin ilk yolu devlet yöneticilerin kendi içlerinde uyum, güven ve<br />

sadakat duyguları içinde çalışmalarıdır. Bu nedenle “Bir millette,<br />

87 A.Afetinan, Medeni Bilgiler, s. 58<br />

88 (Beşinci Dönem İkinci Toplama Yılını Açarken) TBMM Z:C, V/12, s.4.<br />

89 (11 Aralık 1924 siyasi Fırkalar Hakkında) A.S.D., III, s.109.<br />

90 (1 Kasım 1930 Üçüncü Dönem 4. Toplanma Yılını Açarken) A.S.D., I, s.384.<br />

91 (1 Aralık 1921Bakanlar Kurulunun Görev ve Yetkisini Belirten Kanun Teklifi<br />

Münasebeti İle) A.S.D., I, s.234.<br />

92 (23 Mart 1923 Afyon Karahisar’da Halk İle Konuşma) A.S.D., II, s.160.<br />

93 ATT ve B, IV, s.580.(29 Ağustos 1927 Seçim Hakkında Beyanname)


146<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

özellikle bir milletin yönetimde sorumlu bulunan yöneticilerinin<br />

kişisel ihtirasları, kişisel tartışmaları millî ve vatani görevlerinin<br />

gerektirdiği yüce duyguların üzerine çıkacak dereceye varmış<br />

olan memleketlerde, dağılmaktan ve batmaktan kurtulmak<br />

mümkün değildir” 94 diyerek çözümünü de şöyle ifade eder:<br />

“Bir amaca doğru yürürken, kişisel düşünce ve çıkarları bir tarafa<br />

bırakarak, el ele vermek icap eder: başarının sırrı budur. Unutulmamalıdır<br />

ki, bizlerin gerçek vazifesi, topluluğumuzun gelecekteki<br />

yüksek çıkarlarını sağlamaya çalışmaktır”.<br />

<strong>Atatürk</strong> ayrıca bu konuda çok önemli bir tavsiyede bulunur;<br />

“Muhterem milletine şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek<br />

başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki<br />

vicdanındaki asıl cevheri çok iyi incelemek dikkatinden bir an<br />

vazgeçmesinler” 95 .<br />

<strong>Atatürk</strong> “Yurt içinde bozgunculuğa ve anlaşmazlığa izin vermeyen<br />

ve nimet ve külfeti bütün memlekette her vatandaş için<br />

eşit tutan millî birlik sınırları içinde ekonomik gelişmeyi” 96 hedefleyen<br />

bir iç politika izlenmesi ile iç huzur ve güvenliğin sağlanacağına<br />

inanmaktadır.<br />

Önemle vurguladığı bir nokta ise; “ekonomisi zayıf bir milletin<br />

hem fakirlik ve yoksulluktan hem de toplumsal ve siyasi felaketlerden<br />

yakasını kurtarama”dığı gerçeğidir97 . Bu nedenle ona göre<br />

öncelikle; “İyileştirilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Bu sayede<br />

memleket imar edilecek, millet refah sahibi olacaktır” 98 .<br />

<strong>Atatürk</strong>; “Artık vatanın, imar istediğini, zenginlik ve refah<br />

istediğini, şeref, namus, istiklal, hakiki varlık, vatanın bu taleplerini<br />

tamamen ve seri olarak yerine getirmek için esaslı ve ciddi<br />

bir biçimde çalışmayı emrettiğini” 99 bu nedenle çalışkan olmaktan<br />

başka hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını düşünüyordu. Çünkü; ona<br />

göre çalışkanlık zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her tür-<br />

94 (1 Mart 1921 İkinci Toplanma Yılını Açarken), A.S.D., I, s.183.<br />

95 Nutuk, s.607.<br />

96 A.T.T ve B, s.532.<br />

97 (11 Eylül 1924 Bursalılarla Konuşma) A.S.D., II, s.188.<br />

98 (Ocak 1922 Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin’e Demeç) A.S.D., III,<br />

s.49.<br />

99 (30 Ağustos 1924Dumlupınar’da Konuşma) A.S.D., II, s.186.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

lü uygar buluşlardan büyük ölçüde yararlanmaktı. Böylece servet ve<br />

onun doğal sonucu olan refah ve saadete ulaşılacaktı100 . Böylesi bir<br />

medeniyet ve refah seviyesine ulaşmış bir devlet, dışa ekonomik bağımlılıktan<br />

kurtulacağı gibi, bunlara sahip bir toplumun da bir takım<br />

oyunlara gelmesi, en ufak bir tahrik ve teşvikle sokaklara dökülmesi,<br />

kandırılıp yönlendirilmesi mümkün olmayacaktır.<br />

“Vatanın her köşesinde, kamu huzurunu bozan hadiselerin,<br />

yalnız oradaki vatandaşları değil, en uzak yerlerdeki vatandaşların<br />

rahatını, mutluluğunu ve çalışma hayatını ve ekonomi durumunu<br />

ve üretimini etkilediği ve zarar verdiği açıktır. Bundan<br />

dolayı, her saadetin ve her faaliyetin ve bilhassa iktisadi ve ticari<br />

gelişiminin ilk şartı, huzur ve sükun ile emniyet ve asayişin, bozulması<br />

mümkün olmayan bir emniyet ve kuvvet bulunmasıyla<br />

kabildir. Bu sebeple de Cumhuriyet polis ve jandarmasının ve<br />

cumhuriyet ordusunun şeref ve itibarı, her düşüncenin üstündedir.<br />

Bu şeref ve itibara saygı için vatandaşlarımın dikkat ve<br />

uyanıklığını isterim” 101 der. <strong>Atatürk</strong>’ün vatandaşlarımızın dikkatini<br />

çektiği bu konu, maalesef bugün hepimizi ziyadesi ile üzecek ve endişelendirecek<br />

bir noktaya gelmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, kalkınmamız için dış ekonomik ve mali yardım almamız<br />

gerektiğinin bilincindedir ki; bu bilinci Erzurum ve Sivas Kongresi<br />

ile Misâk-ı Millî kararlarında da görmekteyiz.<br />

Ama bu yardımların manda, himaye veya kapitülasyonlar<br />

şeklinde olmasına kesinlikle karşıdır: Çünkü geçmişte Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nda olduğu gibi egemenlik haklarından olan ekonomik<br />

ve mali özgürlüğümüzü, başkaları ile paylaşmanın, bir ülke için<br />

önemli bir tehdit ve tehlike olduğunu; o ülkeyi, sonunda parçalamaya<br />

götürdüğünü biliyordu Bu nedenle, “Bize yardımcı olacak<br />

insaniyetkâr kaynaklara biz de karşılıklı taahhüt ile birliğimiz<br />

ve bağımsızlığımız çerçevesinde samimiyetle bağlı oluruz” 102 demiştir.<br />

Kendi kaynaklarımız ve yalnız kendi sermayemiz ile halledi-<br />

100 (16 Ocak 1923 İstanbul Gazeteleri Temsilcilerine) A.S.D., II, s.63.<br />

101 (7 Mart 1925 Genç İsyanı Dolayısıyla Orduya ve Memurlara Beyanname)<br />

A.T.T ve B., IV, s.563<br />

102 (24/25 Ekim 1919 Harekat-ı Milliyenin Karakteri) A.S.D., III, s.16.<br />

147


148<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

lemeyecek birtakım iktisadi meselelerin olduğundan, bize yardım<br />

edecek dostlar aramaya mecbur olduğumuzu düşünen <strong>Atatürk</strong> 103 ;<br />

“Dışarıdan gelecek sermaye, yol gösterici faaliyetlere, çalışma<br />

usullerine ihtiyacımız vardır. Fakat, bu, birliğimize bağımsızlığımıza<br />

son verecek bir koruma tarzı demek olamaz” 104 düşüncesindeydi.<br />

“…Millî hududlarımız dahilinde bulunan toprakların bize<br />

verilmesinde ısrar edeceğiz. Ondan sonra bu topraklar üzerinde<br />

tamamıyla, bağımsız, yani kapitülasyonsuz bir Türkiye yaşamasını<br />

istiyoruz. İşte bütün istediklerimiz budur…” 105diyerek; kısa<br />

ve öz olarak, tüm samimi duygularıyla amacımızı açıklamaktadır.<br />

Osmanlı İmparatorluğu’nu siyasi, mali, hukuki tahakkümü altına<br />

alan kapitülasyonların ne demek ve neye mal olduğunu çok iyi<br />

biliyordu. “…Kapitülasyonların hiçbir kısmında istisnayı kabul<br />

etmiyoruz. Adli, mali veya askerî kapitülasyonların hiçbirini tanımıyoruz.<br />

106 ”<br />

“Kapitülasyonların Türk milleti için ne derece nefret edilen<br />

bir şey olduğunu size tarif edemem. Bunları diğer şekil ve namlar<br />

altında gizleyerek bize kabul ettirmeye muvaffak olacaklarını<br />

planlayan ve hayal edenler, bu konuda pek çok aldanıyorlar.<br />

Zira, Türkler kapitülasyonların devamının kendilerini pek az<br />

vakitte ölüme sevkedeceğini pek iyi anlamışlardır…” 107 diyerek,<br />

kabul etmemekte derinmiş ve de kabul etmemiştir.<br />

Ülkemiz, müslüman bir ülke ve aynı zamanda laik bir ülkedir.<br />

Ancak, bu laik ve demokratik düzeni bozmaya veya yıkmaya yönelik<br />

her türlü faaliyetler, ülkemiz için bir tehlike yaratmaktadır:<br />

Çünkü Türkiye, Müslüman ülkeler içinde en istikrarlı ve lider konumunda<br />

önemli bir ülkedir. Ülkemizin bu özelliklerinden rahatsız<br />

olan birtakım güçler, ülke içinde insanlarımızın samimi ve tamamen<br />

103 (2 Eylül 1922 Sulh Şartları, İç ve Dış Siyasi Meseleler) A.S.D., III, s.70.<br />

104 (25 Ekim 1919 Kuva-yı Milliyenin Vaziyeti) A.S.D., III; s.18.<br />

105 (2 Ekim.1922, Petit Parisien Muhabirine Bursa’da Verilen Demeç) A.S.D.,<br />

III, s.71.<br />

106 (26 Eylül 1922 Chicago Tribun’un İzmir’e Gönderdiği Muhabirine Verilen<br />

Demeç) A.S.D., III, s.66.<br />

107 (25.Aralık 1922 Le Journal Muhabiri Paul Herriot’a Çankaya’da Verilen Be-<br />

yanat) A.S.D., III, s.79.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

vicdani özgürlüklerine dayanan dini düşünce ve inançlarını istismar<br />

etmektedirler. Bundan dolayı da, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik<br />

anlayışı, birtakım iç ve dış mihrakları rahatsız etmektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre; “Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması<br />

demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din<br />

hürriyeti demektir” 108<br />

Yine <strong>Atatürk</strong>’e göre; “Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte<br />

dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek<br />

dindarlığın gelişmesi imkanını sağlamıştır” 109<br />

<strong>Atatürk</strong>, milletin hâkimiyetini bir şahıs veya belirli şahısların<br />

elinde bulundurmakta menfaat bekleyen perestlerin, bunu din kisvesine<br />

büründürerek milleti iğfak, küçük görmeye çalıştıklarını;<br />

“Nihayet milletin kulağı bu söylentilerle dolar ve o telkinlerin dinin<br />

icabı ve gerçeklerin ifadesi olarak kabul ederler. Bu gibilere gerici<br />

ve hareketlerine de irtica derler. 110 diyerek irticayı şöyle tarif eder.<br />

“Hayat felsefesinin garip bir tecellisidir ki, her faydalı ve her<br />

yeni şeye karşı mutlaka bir kuvvet çıkar. Buna bizim dilimizde<br />

irtica derler. İşte bu irticanın imhası için gerekli tedbirleri evvelden<br />

almış olmak lazımdır” 111<br />

“Bizim milletimiz ve onu temsil eden hükûmetimiz tabii<br />

olarak dünya yüzünde mevcud bütün dindaşlarımızın mesut ve<br />

müreffeh olmasını isteriz. Dindaşlarımız değişik çevrelerde vücuda<br />

getirmiş oldukları toplumların bağımsız olarak yaşamalarını<br />

isteriz. Bununla yüksek bir zevk ve mutluluk duyarız. Bütün<br />

Müslümanların, İslam dünyasının refah ve mutluluğu kendi refah<br />

ve mutluluğumuz gibi kıymetlidir! Ve bununla çok ilgiliyiz.<br />

Ve bugün onların dahi aynı şekilde bizim mutluluğumuzla ilgili<br />

olduklarına şahidiz” 112 diyerek İslam alemi ile olarak samimi fikir<br />

ve düşüncelerin dile getirmektedir.<br />

Sonuç olarak; Bir millet için, o milletin çocukları gençleri için<br />

108 Özdeyişleriyle <strong>Atatürk</strong>, ATASE Yayınları, Ankara, 1981, s. 24.<br />

109 <strong>Atatürk</strong>çülük, I, s.110.<br />

110 (31.01.1923 İzmir’de halk ile konuşma) A.S.D., II, s.92.<br />

111 (18 Ocak 1923, İzmit’te Halk ile Konuşma) A.S.D., II, s.67.<br />

112 (01 Aralık 1921 Bakanlar Kurulunun Görev ve Yetkisini Belirten Kanun Münasebeti<br />

İle) TBMM) TBMM, ZC., I/XIV, s.430.<br />

149


150<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

en büyük tehlike nedir derseniz? Hepimizin hemfikir olacağımız ilk<br />

ve en önemli tehlike; ardından koşacağı, amaç edineceği bir millî<br />

ülküsü, ideolojisi ya da bir düşüncesinin olmamasıdır.<br />

Buna bağlı olarak ardından koşacağı inandığı, güvendiği benimsediği<br />

bir millî liderinin olmamasıdır.<br />

Bu endişeler ya da boşluklar Türk milleti için sözkonusu değildir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Türk’ün İstiklal Savaşı’nda ona liderlik etmedi mi? Yıkılan<br />

bir imparatorluktan yani bir devlet yaratmadı mı? Ülkesini ve<br />

milletini çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmasını hedefleyen<br />

ve hedef gösteren bir lider olarak bir dizi inkılaplar yapmadı mı? Öyleyse<br />

Türk milletinin ve gençliğimizin bir ideali, bir millî ülküsü ve<br />

örnek alacağı bir liderinin olmadığını söylemek mümkün değil! Ama<br />

bunu hakkıyla anlatabildik mi, öğretebildik mi, benimsetebildik mi?<br />

İlk görev yeri olan Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet<br />

Cemiyeti”nin kurduğu 1906 tarihinden 1938’e kadar yaptıkları ya<br />

da yapmak istediklerine bakın! Kendisi için özel ne istedi? Hep bu<br />

millet ve devlet için istemedi mi? Çabalamadı mı?<br />

Bugün çocuklarımız ve gençlerimiz yakın tarihimizi, Türk Millî<br />

Mücadelesi’ni yeterince bilmiyorlarsa, Türk dilini yeterince doğru<br />

ve güzel kullanamıyorlarsa; Nutuk’u okumamışsa ortada ciddi bir<br />

eğitim-kültür sorunu var demektir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ortaya koyduğu fikir, düşünce ve faaliyetlerini bir<br />

fikir sistemi olarak bilgilendirip, benimsetemiyorsak; millî kültürümüzün<br />

ve tarihimizin gereklerini çocuklarımıza ve gençlerimize<br />

öğretemiyorsak; o zaman gençlerimiz, Marksizm, Faşizm, teokratik<br />

dünya görüşü veya uydurma ve sapkın inanç, düşünce vs. gibi kökü<br />

ve uygulayıcıları dışarıdaki fikir ve ideolojilerin veya onların liderlerin<br />

etkisi altında olacaktır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün hem iç hem de dış siyaset konusundaki fikir ve faaliyetlerinin,<br />

devletimize ve milletimize yönelik tehdit ve tehlikelerin<br />

neler olduğu ve onlara karşı nasıl mücadele ettiğinin ve edilmesi gerektiğinin<br />

en güzel ifadesi, şüphesiz Nutuk’tur.<br />

Bir “Millî Siyaset Belgesi” alan Nutuk’u bundan sonra hakkını<br />

vererek okumamız ve okutmamız gerekmektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong> içinde yaşadığımız zamanın, “sen, ben, o” kavgasını<br />

aşıp “Biz” olma, “sen şusun, ben buyum” sunî söylemlerinden ve


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

kardeş kavgasından uzak durup; “Biz aynı kökten gelen bir milletiz”<br />

demek zamanı olduğunun bilincine varmamızı isterdi.<br />

Zaten birbirinin öz kardeşi olan millet fertlerimizi “alt kimliküst<br />

kimlik” gibi söylemlerle birbirinden farklı imişler gibi göstermek<br />

isteyenlerin karşısında <strong>Atatürk</strong>, fikirlerinin babası olduğunu<br />

vurguladığı Ziya Gökalp’in;<br />

“Dediler kavmimin bir adı var mı?<br />

Adı bir değil çok bu da bir ar mı?<br />

Türkiye devletim, Türklük milletim cinsinin çokluğu Türk’e<br />

zarar mı113 “ dizeleri ile karşılık vermemizi isterdi.<br />

<strong>Atatürk</strong>, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının, şahsî menfaat<br />

ve hedeflerinin üzerinde millî menfaat ve hedeflerin olduğunu ve bunun<br />

da kutsal bir görev olduğunu tekrar hatırlamasını isterdi.<br />

<strong>Atatürk</strong>, tıpkı millî mücadele döneminde de olduğu gibi hem dışarıdan<br />

hem de içeriden millî birliğimiz ve toprak bütünlüğümüzü<br />

bozmak isteyen dahili ve harici düşmanlarımızın daima varolduğunu<br />

hatırlayıp; geçmişte yapılan hataların ve zararların tekrarından kaçınılmasını<br />

isterdi.<br />

<strong>Atatürk</strong>, vatanseverlik, millîyetçilik, modernleşme ve çağdaşlaşma;<br />

çalışkanlık, dürüstlük, milletimizle varlığımızla övünmek,<br />

adalet, gerçek ve samimi dini inanç ve düşünceler, laiklik, hoşgörü<br />

ile sevgi-saygının sadece sloganlarda, sözlerde ve duvarlarda kalmamasını<br />

isterdi.<br />

AB içinde olup da kendi üniter devletlerinin varlığını, millî egemenliklerini,<br />

anayasal düzenlerini devam ettirmeyi kendilerine vazgeçilmez<br />

hakları gören batılı devletler, kendileri dışındaki milletler<br />

için de aynı hakların geçerli olduğunu kabul etmiyor ve görmezlikten<br />

geliyorlar. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Milleti<br />

söz konusu olduğunda herhangi bir kurum veya kuruluş adına ülkemize<br />

gelen bir yabancı, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”<br />

prensibinin temsilcisi olan TBMM’ne, Yasama, Yürütme ve Yargı<br />

kuvvetlerimize; onların karar ve faaliyetlerine karışmayı, eleştirmeyi<br />

ve geri adım atılmasını istemeyi, kendilerinin doğal hakkı olarak<br />

görmektedirler.<br />

113 Ziya Gökalp, Yeni Hayat Doğru Yol, Ankara, 1976, s.24.<br />

151


152<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

Türk’ün bağımsızlık savaşını, Büyük Türk İnkılâbı’nı, tüm bunların<br />

sonucu kurulan Yeni Türk Devleti’ni ve onun millî sınırlarını<br />

hâlâ kabul etmekte zorlanıyorlar. Hâlâ Sevr’i kabul ettirme saplantısından<br />

vazgeçmemiş görünüyor ve bunu da açıkta gösteriyorlar.<br />

Tüm bunlar yetmezmiş gibi <strong>Atatürk</strong>’ün de vurguladığı gibi “Bununla<br />

beraber her devirde her memlekette ve her zaman zuhur<br />

ettiği gibi bizde de kalb ve asabı zayıf, gayr-i müdrik (anlayamayan)<br />

insanlarla beraber, vatansız ve aynı zamanda refah ve<br />

menfaati şahsiyesini vatan ve milleti zararında arayan esafil<br />

(pek aşağı, bayağı) de vardır”. 114<br />

Ama tüm bunlara rağmen aklı başında, sağduyu sahibi, gerçekten<br />

geçmişi ve bugünü iyi değerlendirip, geleceği ve gerçekleri gören<br />

aydın ve vatanseverler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, bugün<br />

Türkiye toprakları ve Türk milleti üzerinde oynanan oyunların farkındadır.<br />

“Biz millîyetperverler, gözleri açık adamlarız. Gözlerimizi<br />

her gün daha ziyade açmaktayız ve gerek dahilde ve gerek<br />

hariçte olup biteni görüyoruz. Milletimizin devamlı olarak milletlerle<br />

temasını kolaylaştırmak menfaatimiz gereğidir” 115 . diyen<br />

<strong>Atatürk</strong>;<br />

Memleketimizin çağdaş, medeni ve refah olmasını bir hayat davası<br />

olarak görerek, Türklerin daima doğudan batıya doğru yürüdüklerini<br />

116 içinde bulunulan medeniyet ailesi içinde layık olduğumuz<br />

mevkiyi bularak, onu korumamızı ve yükseltmemizi isterken; “Refah,<br />

saadet ve insanlık budur” 117 diyerek; daima çağdaş medeniyet<br />

seviyesini yakalamayı hatta onu aşmayı hedef göstermiştir.<br />

Ama, Avrupa’nın bizi daima kendisinden aşağı gördüğünü,<br />

mahvolmamızı yok olmamızı çabuklaştırmak için ne gerekirse onları<br />

yaptığını da ifade ederek; “Batı ve Doğu zihinlerinde birbirine<br />

saldıran iki prensip söz konusu olduğunda, bunun en önemli<br />

114 (23 Temmuz 1919, Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresini Açış Nutku)<br />

Mahzar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, I,<br />

T.T.K, Ankara, 1986 2 ; M.Fahrettin Kırzıoğlu, Bütünüyle Erzurum Kongresi,<br />

II, Ankara, s. 21.<br />

115 (27 Eylül 1923 Türkiye’de Cumhuriyet ve Şarklılık, Garplılık Meselesi)<br />

A.S.D., III, s. 88<br />

116 (4 Aralık 1923, İstanbul Halkı ve Cumhuriyet) A.S.D., III, 94<br />

117 (5 Şubat 1924, İzmir’de Gazetecilerle Konuşma) A.S.D, II, s.171.


ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN 153<br />

ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER<br />

kaynağını bulmak için Avrupa’ya bakmalı. İşte Avrupa’da devamlı<br />

mücadele ettiğimiz bu düşünce vardır” 118 diyen; milletlerin<br />

siyasetinde ancak menfaatlerin olduğunu ve kimsenin kimseye<br />

dost olmayacağını bilen; dostu ve düşmanı ayırt eden ve daima uyanık<br />

bir bilinçle “Biz kimsenin düşmanı değiliz. Yalnız insanlığın<br />

düşmanı olanların düşmanıyız” 119 diyen <strong>Atatürk</strong>’te asla yabancı<br />

düşmanlığı ırkçılık yoktu. Nitekim bu konuda “Ecnebi düşmanlığı<br />

noktasına gelince; şu bilinsin ki, biz ecnebilere karşı herhangi<br />

düşmanca bir his beslemediğimiz gibi onlarla samimi ilişkilerde<br />

bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır.<br />

Ecnebiler memleketimize gelsinler, bize zarar vermemek,<br />

hürriyetimize güçlükler çıkarmaya çalışmamak şartıyla burada<br />

daima güler yüz göreceklerdir” 120 ve “Türkiye’nin istiklali her<br />

sahada tamamen eksiksiz onaylanmak şartıyla kapılarımız bütün<br />

yabancılara açık kalacaktır” 121 sözleri ile de düşünceleri gayet<br />

açık bir şekilde ifade eder. <strong>Atatürk</strong>; bugün hâlâ geçerliliğini koruyan<br />

önemli bir soruna da işaret etmektedir. Ancak bu sorunun çözümünü<br />

de vermektedir:<br />

“Tarihi yapan, akıl, mantık, muhakeme değil, belki bunlardan<br />

çok hislerdir. Düşmanlarımızın hakkımızda uzun asırlarla<br />

yoğunlaşan hislerini yalnız bugünkü olaylarla silebileceğimizi<br />

zannetmek, doğru olmaz. Biz bunu zaferlerle değil, ancak bugünkü<br />

ilerlemeyi kabul, bugünkü ilmin ve medeniyetin istediği<br />

özelliklerin hepsine sarılarak, inanarak ve bütün medeni milletlerin<br />

kültür seviyelerine ulaşmakla yapacağız” 122 .<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu sözleri üzerine bizim milletçe kendimize şu soruyu<br />

sormamız gerekiyor. Biz; acaba <strong>Atatürk</strong>’ün bütün ömrü boyunca<br />

gerçekleştirmek için uğraştığı, az zamanda çok iş yapmak için çabaladığı<br />

millî ülkünün farkında mıyız?<br />

118 (27 Eylül 1923 Türkiye’de Cumhuriyet ve Şarklılık, Garplılık Meselesi),<br />

A.S.D., III, s.87-88.<br />

119 D.DUMOULIN, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, s.35.<br />

120 (29 Ekim 1923 Fransız Muhabiri Mavrice Pernot’a Demeç) A.S.D., III, s.90.<br />

121 (2 Kasım 1922 Petit Parisien Muhabirine Bursa’da Demeç), A.S.D., III; s.70.<br />

122 (15 Mart 1923, Adana’da Halkla Konuşma), A.S.D., II, s.120.


154<br />

S. ESİN DERİNSU DAYI<br />

“Benim Türk milleti’ne Türk cumhuriyeti’ne ait görevlerim<br />

bitmemiştir. Sizler onları tamamlayacaksınız” dediği ve bize gösterdiği<br />

millî hedeflerin hangilerini, ne kadar gerçekleştirdik? Ya da<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gerçekleştirdiklerini ne kadar koruduk? Her biri vecize<br />

niteliğindeki sözlerindeki derin anlam ve mesajları alabildik mi uygulayabildik<br />

mi: Ne yapmamız veya ne yapmamız gerekiyor?<br />

Bütün bu soruların cevapları tekrar ediyorum; bir, “Millî Siyaset<br />

belgesi” olan “Nutuk”ta ve özellikle tek başına bir “Millî Siyaset<br />

Belgesi” alan “<strong>Atatürk</strong>’ün Gençliğe Hitabesi”nde açıkça<br />

ifade edilmektedir. Ve bizler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak<br />

“Bu sarsılmaz inançla Cumhuriyeti tehlikeye karşı her türlü<br />

vasıta ile savunmak” 123 için daima varız ve hazırız.<br />

123 <strong>Atatürk</strong>çülük, III. Kitap, s.60.


ATATÜRK’ÜN LAİKLİK SİYASETİ VE<br />

KIRGIZİSTAN’A YAPTIĞI TESİR<br />

Doç. Murat KOCABEKOV*<br />

<strong>Atatürk</strong>, islami değerleri güçlü olan bir devlette ve halkın da %<br />

99’u müslüman olan Türkiye Cumhuriyeti’nde Laiklik siyasetini<br />

yerleştiren bir önderdir. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini<br />

düşünecek olursak, direk 100 yıl sonrasını görebilen bir devlet adamıdır.<br />

Türkiye Cumhuriyeti XX. yüzyılın 20 ve 30 yıllarında eski<br />

değerler yerine Kemalist yeni reformlar uygulanmaya başlandı ve bu<br />

değişimin en önemlisi toplumun kültürel ve manevi zenginliklerine<br />

yenilik getiren Laiklik siyaseti olarak bilinmektedir.<br />

Laiklik siyaseti şimdiye kadar Avrupa devletlerine kullanılıp<br />

gelmesiyle beraber onu Türkiye’de kullanılması durumu ve devletteki<br />

halkın dinle olan ilişkisini göz önünde bulunduracak olursak,<br />

buradaki Laiklik birkaç noktada farklılaşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti<br />

eski Osmanlı devletinin mirası üzerine kurulması ve halk<br />

o zamana kadar kendilerini nasıl müslüman kabul ederek gelmişse,<br />

laiklik reformundan sonra da islami değerlerden vazgeçmemiştir.<br />

Bizim bildirimiz <strong>Atatürk</strong>’ün laiklik siyasetinin Kırgızistan’a ettiği<br />

tesirle ilgili olduğu için Türkiye’deki Laiklik reformu ile kendi<br />

dönemindeki Kırgızistan devletinde uygulanan ateistlik siyasetinin<br />

farklılığını ve şimdiki Kırgızistan Cumhuriyeti’nde dini durumu ana<br />

hatlarıyla anlayabiliriz.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> yürüttüğü Laiklik siyaseti ile ateistlik siyaseti<br />

çok farklıdır. Eğer Sovyetler Birliği ve onun sınırları içindeki<br />

Kırgızistanda ateistlik siyasetini hatırlayacak olursak, adamın ruhani<br />

hayatının esası olan din işlerine iliştiği açıktır. Sovyetler Birliği’nin<br />

kanunlarında din işleri ile devlet işleri birbirinden ayrıdır. İnsanla-<br />

* Doç. Dr. Murat Kocabekov, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi.


156<br />

MURAT KOCABEKOV<br />

rın hepsi kendi isteklerine göre çalışsınlar diye belirtilmiştir. Fakat<br />

böyle olmasına rağmen devlet kuruluşları din işlerine ilişip, onun<br />

çalışmalarını kontrol altına alması şimdide hiç kimse tarafından da<br />

yenilik olarak kabul edilmemektedir.<br />

Kemalistler ise dine ilişmeden ona karşı çıkmadan onlar herkesin<br />

kendi vicdani görevi olarak değerlendirmişlerdir. Devlette camiler<br />

kapanmamıştır. Dinî bayramlar şimdiye kadar nasıl kutlanmışsa<br />

Laiklik reformundan sonra da devam etmiştir. O zamanda laiklik<br />

siyaseti dini tamamen yok etmemiştir. Türk halkı laiklik siyasetini<br />

kabul edip sosyal hayatta gelişmesi, ilim-bilim öğrenimine devam<br />

etmesiyle birlikte İslam dini de adamın sosyal hayatından farklı olarak<br />

bakılmadığı ve ruhani taraftan da yoksulluk olarak görülmemekteydi.<br />

Tam tersine Türkiye’de Mescid ve medreseler tahrip edilmeden<br />

İslam dinine baskı yapılmadan laiklik siyaseti ile dini inancın<br />

doğal olarak kaynaşması dikkatimizi çekmektedir. <strong>Atatürk</strong>’ün Laiklik<br />

siyasetinin önemli özelliklerinden biri Devlet ile din işlerinin bağımsız<br />

olarak gelişmesi insanların ruhani hayatında çatışmaya neden<br />

olmamıştır.<br />

Aynı zamanda Sovyetler birliğinde tam tersine ataizm siyaseti<br />

yürürlükte olup, koministlerin teklif ettiği ideoloji ve dini taraftan<br />

yapılan siyaset birbirine uymadığından dine karşı tedbirler almıyordu.<br />

Koministler din devletten ayrılacak ve devlet din işlerine karışmayacak<br />

demelerine rağmen gerçekte devlet dini kontrol ederek ona<br />

karşı savaşa başlamıştı. Sovyet döneminin erken dönemlerinden itibaren,<br />

“Din afyondur” sloganını alıp dinin toplum üzerindeki fonksiyonlarını<br />

sınırlamıştır. Herşeyden önce cami ve kiliseler bozularak<br />

dini eğitim kurumları kapatılmaya başlanılmıştır. Bolşeviklerin bu<br />

hareketleri savaşçı ateizim olarak adlandırılıp, siyaset çevresinde din<br />

devletten ayrı tutulmaktansa gizli çalışan organizasyonlar haline dönüştürülmüştür.<br />

Dindar adamlar resmi işlere alınmamıştır ve onların din hürriyeti<br />

kominist partisine olan üyeliği ile belirlenmekteydi. Bunun yanında<br />

ateist birimlerde derslere katılma yoluyla dini görüşü devamlı köreltilmeye<br />

çalışılmıştır. Ateizm mücadelesine örnek olarak gösterecek<br />

olursak, Kırgızistan’ın bir ilçesinde kominist partide çalışan bir<br />

görevli vefat eden babasına canaze namazı kıldırdığı için kominist<br />

parti üyeliğinden ve işinden olmuştur.


ATATÜRK’ÜN LAİKLİK SİYASETİ VE KIRGIZİSTAN’A YAPTIĞI TESİR 157<br />

Kaynaklara göre <strong>Atatürk</strong>’ün Laiklik siyaseti Türk milletinin dini<br />

yönden bağımsızlığını sağlamıştır. Devlet din işlerine ve onların faliyetlerine<br />

olumlu olarak bakıp, adamların manevi durumuna bakarak<br />

kısıtlama getirmemiştir.<br />

Aynı zamanda Sovyetler Birliği’nde ise din ile beraber insanların<br />

dine olan görüşü aynı düzene sokularak ateizm düşüncesi en doğru<br />

yol olarak gösterilmiştir. Kırgızistan şartlarında ise ateizm siyaseti<br />

Kırgızların manevi zenginliklerine çok büyük zarar vermiştir. Yüzyıllar<br />

boyu süregelen dini görüşleri kılıçla kesercesine ateistlik görüş<br />

gereği dinden uzaklaştırılarak, dine karşı mücadeleye başlamışlardır.<br />

Bundan dolayı da laiklik ile ateizmin farkı şöyle ortaya çıkmaktadır.<br />

Laiklik dini yasaklamadan uzak tutulmuş ve dini faaliyetlere pek<br />

karışmamıştır. Ateizm ise tam tersine kominizmi kurma perdesi altında<br />

insan oğlunun en nazik olan maneviyatına ve dünyayı nizama<br />

sokma idealini baltalamıştır. Kominist ideolojisinin bu görüşü sosyal<br />

hayatın normal gelişimini bozmuş ve daha dün yarı göçebe hayat<br />

süren Kırgızları olumsuz olarak etkilemiştir. Yarı göçebe hayat süren<br />

ve müslüman olarak yaşayan Kırgızları zorla yerleşik hayata geçirdikten<br />

sonra kominist ideolojiyle tanışmaya başlamışlardır. Sovyet<br />

dönemine kadar Kırgızistan’da cami ve medreseler işlevini sürdüre<br />

gelse de, 1917 <strong>yılında</strong>n itibaren bu kurumların yerini devlet kurumları<br />

ve kültür faaliyeti yapan yerler almıştır. Tabiki böyle köklü bir<br />

değişim halkın örf-adetine olumsuz etki etmiştir. Kominist partisinin<br />

içinde olup ateist siyaseti yönlendiren yöneticiler kızıl kominist olmasına<br />

rağmen tamamen dinden de uzaklaşmamışlardır. Özellikle<br />

onlar ateizmi kabullenen ilim adamları haline gelememişlerdir. Nihayetinde<br />

kominist partisi üyeleri gizli olarak Kuran okuyorlarsa da<br />

kominist parti toplantılarında dine karşı konuşmalar yaparak, maneviyatıyla<br />

parti konuşmaları birbirine taban tabana ters düşmekteydi.<br />

Bunun arka yüzünde yaptığı faaliyetle konuşması bir birini tutmayan,<br />

insanın maneviyatını eriten yalancılık ve iki yüzlülük gibi sosyal<br />

hayatı mahfeden şeyler alışkanlık haline gelmiştir. Özellikle Kırgızlara<br />

iki yüzlülük gibi şeyler çok büyük zarar verdi. İnsanın kutsi<br />

olarak gördüğü inancına hakaret edilip, cami ve medreseler ortadan<br />

kaldırıldıktan sonra bu durum insanlara, yöneticilere ve devlete olan<br />

güvene zarar verdi. Böylece geçmişten günümüze kadar süregelen<br />

“büyüğe hürmet küçüğe izzet etme” denen etnik normlar bozularak<br />

onun yerini iki yüzlülük, yalancılık gibi ideolojiye bağlı olan insan-


158<br />

lar meydana geldi.<br />

MURAT KOCABEKOV<br />

Bu durum 1991 <strong>yılında</strong> Kırgızistan egemenliğini almasına kadar<br />

devam etmiştir. Ülke egemenliğini almasıyla birlikte din meselesini<br />

çözerek, dini faaliyetleri belirlemek gibi önemli işler ön plana çıkmaya<br />

başladı. 1991 <strong>yılında</strong> Kırgızistan bağımsızlığını aldıktan sonra<br />

toplumun manevi hayatıyla ilgili, bununla beraber din işlerini düzene<br />

sokma ve ateist siyasetten uzaklaşma konusunda önemli adımlar<br />

attı.<br />

1993 <strong>yılında</strong> Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Turgut<br />

Özal’ın Kırgızistan’a yaptığı resmi ziyaret ve Kırgızistan Cumhuriyeti<br />

Cumhurbaşkanı Askar Akaev’in Türkiye’ye yaptığı ziyaretten<br />

sonra Kırgızistan sosyal ve ekonomi alanlarında gelişimini<br />

Türkiye’yi model olarak aldı. Bu dönemde Kırgızistan’da çok yönlü<br />

reformlar yapılmıştır. Bu reformlardan birisi din işleriyle ilgili olmuştur.<br />

Kırgızistan’da devlet idaresi ve ileride gelişmesi <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

kurduğu Türkiye Cumhuriyeti stilinde sürdürülecektir ve laiklik<br />

siyaseti Kırgızistan için de model alınmıştır. 1991 <strong>yılında</strong>n sonra<br />

Kırgızistan’ın dini açıdan gelişmesi <strong>Atatürk</strong>’ün uyguladığı laiklik<br />

siyasetine uygundur. Ama Sovyetler dönemindeki ateistik ideoloji<br />

ve dine engel teşkil eden siyasetin ortadan kalkması ile beraber din<br />

hürriyeti ortaya çıkmıştır. Sovyet döneminde gelişen ateist sistem<br />

ortadan kaldırılarak onun yerini seküler değerler aldı.<br />

Ülkede din işlerini yürüten devlet komisyonu oluşturulmuştur.<br />

Bu komisyon dini faaliyetlere karışmadan sadece onun faaliyetlerini<br />

kontrol altına almaya başlamıştır. Kırgızistan Cumhuriyetinde din<br />

özgürlüğü ile beraber cami, medrese faaliyetleri gelişip islamî değerler<br />

canlanmaya başladı. Dindarlar önceki gibi cezalandırılmadan<br />

devlet işleri ile din işlerine bir sınır konuldu. Günümüzdeki dini faaliyetlerle<br />

ilgili olan siyasete bakılırsa, laiklik siyasetine göre Kırgızistan,<br />

kendi zamanında Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün gerçekleştirdiği<br />

laiklik siyasetini model olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır.


GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN<br />

“TÜRK” KAVRAMIYLA ÖZDEŞLEŞMESİ<br />

Prof. Dr. Tuncer BAYKARA *<br />

XI. yüzyıldan itibaren Batıya göçen ve Selçuklu Devleti’nin siyasi<br />

idaresindeki halka, komşuları tarafından “Türk” denmekte idi.<br />

XIX. yüzyıldan itibaren Devlet-i Âliye-i Osmaniye olarak bilinen<br />

devletin mensuplarının, Türk oldukları dört bir yönden komşuları<br />

tarafından söylenilmeye devam ediyordu. Ancak bu devletin mensupları<br />

kendi içlerinde bu kavramı, komşularının belirttikleri kadar<br />

etkili benimseyemiyorlardı. “Türk” kavramını benimsememe hususu,<br />

sadece Batıda değil İç Asya’da da görülen bir vakıa idi.<br />

Osmanlı İnsanı, XIX.yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren yeni<br />

bir Avrupalılaşma sürecine girmiş idi. Bu oluşum içinde Avrupayı<br />

tanıyan Türklerin sayısı da artmış bulunuyordu. Denizciler olarak<br />

İtalyancayı ve ayrıca Frenkçe de denilen Fransızcayı bilen Türkler,<br />

bu dillerde kendi ülkelerine Turkhia veya Turquie dendiğini görüyorlardı.<br />

Onlar, yani Avrupalılar yaygın olarak Osmanlı Devleti değil,<br />

fakat söyleniş itibariyle “Türki” veya “Türkiya” telaffuz etmekte<br />

idiler.<br />

Avrupa’ya gidip gelen veya orada eğitim gören Türkler, zamanla<br />

bu kavramları da benimsemişlerdi. Mesela Şinasi (l826-1871)<br />

mesela Ahmed Vefik Paşa (l828-1891) bunlar arasında sayılabilir.<br />

Bu arada, onlara göre daha genç olarak Ali Suavi de (1839-1878)<br />

ve Namık Kemal (1840-1888) de unutulmamak gerekir. Ali Suavi,<br />

Paris’de çıkardığı iki dilli Türkçe ve Fransızca Osmanlı ülkesini tanıtan<br />

kitaplarında, Memalik-i Osmaniye demeyip “Türkiye” demeyi<br />

tercih etmiş idi. Bu dönemde, yani 1870’li yıllarda Türkiye yanında,<br />

* Ege Üniversitesi, İzmir.


160<br />

TUNCER BAYKARA<br />

yer yer Türkistan kavramının da kullanıldığını görülüyor. Osmanlı<br />

geleneksel veya klasik çağının “Türk”ü “ kaba, taşralı ve köylü” sayan<br />

anlayışı bu bilgiler ışığında yumuşamış bulunuyordu.<br />

Türk Harbiyesinin eğitiminde, devrin bu türden gelişmeleri de<br />

yerini bulmuş idiler. Süleyman Paşa’nın etkisiyle 1870’lerde başlıyan<br />

yeni eğitim dönemi sonrasında da aynı şekilde devam etmiştir.<br />

Artık Türk Harbiyesinde yetişenler, “Osmanlı” özellikleri kadar<br />

“Türk” kavramı hakkında da bilgi sahibidirler. Ancak Harbiye’nin<br />

bulunduğu İstanbul, “Türk” değil, fakat Osmanlı özellikleriyle dikkati<br />

çeken bir yerdir. Orada yaşayanlar için taşralılar, ancak Türk<br />

olabilirlerdi. Gerçi bu düşünce sadece İstanbul için geçerli olmayıp,<br />

Selçuklu çağının mirasçısı hemen bütün şehirler halkı için de geçerlidir<br />

(Ankara’ için Prof. Dr. Muzaffer Arıkan’ın gözlemi dikkati<br />

çekicidir).<br />

Osmanlı Devleti’nin güçsüzleşip tarih sahnesinden kaybolma<br />

sürecine girdiğinde, bu Devleti herşeyi ile benimsemiş olan insanların<br />

kendilerine ne demeleri bir mesele olarak ortaya çıkmıştı. “Osmanlı”,<br />

XIX yy sonlarında dini veya etnik kesin bir anlam taşımayan<br />

yepyeni bir kimlik adı olarak iddialı bir şekilde dikkati çekiyordu. İlk<br />

bakışta bu, ülke içindeki birliği sağlayacak bir harç gibiydi Bu kavramın<br />

üzerinde, nitekim bir zaman için fazlasıyla duruldu ve etkili<br />

kılınmak istendi. Çünkü bu kavramda sadece etnik kimlik değil, dini<br />

hoşgörü de bütün yönleriyle canlandırılmak istendi. Osmanlı Devleti<br />

içinde yaşayanlara dini veya etnik kimlikleri ne olursa olsun onlara<br />

“Osmanlı” denme çabaları, XIX yüzyıl sonlarında bir hayli etkindir.<br />

Ancak bütün bu çabalara rağmen, bu deneme başarılı olamadı.<br />

XX. yüzyılın ilk 20 <strong>yılında</strong>ki oluşumlar ve özellikle Cihan Harbi<br />

sonundaki durum, ülkesine sahip çıkmak isteyenleri çok etkiledi.<br />

Çünkü, vaktiyle Osmanlı idaresi altında barış ve mutluluk içinde yaşayanlar<br />

birer-ikişer devletten kopup çekip gitmeye başlamışlardı.<br />

Osmanlı Devleti’den ayrılmak, adeta bir akım haline gelmişti. Peki<br />

ayrılmak istemeyenler, Devletine herşeyi ile sahip çıkanlar ne olacaktı?<br />

Bu önemli bir mesele sayılabilirdi.<br />

Neticede Devletini her şeye rağmen yaşatmak isteyenler için yapılabilecek<br />

birşeyler de olmalı idi. “Osmanlı “ kavramının bu hususta<br />

etkili bir yeri olamamıştı. Cihan Harbi içinde dahi, birçok aydın


GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN “TÜRK” KAVRAMIYLA ÖZDEŞLEŞMESİ 161<br />

ve asker bu konuyu düşünmüş olmalıdır. Gerçi kendisi de bir taşralı<br />

olan Ziya Gökalp, XX. yüzyıl başlarında artık bir “Türkiye” den<br />

açık olarak söz etmeye başlamıştı. “Turan” büyük olsa da “Türkiye”<br />

de Türklerin vatanı idi. Hem artık bu Türkler artık, “köylü, taşralı,<br />

kaba, cahil” olmayıp, binbeşyüz yıl önce bir büyük Devlet (Göktürk)<br />

kurmuş imişler. Türk’ün böylesine çok uzaklara giden geçmişi,<br />

özellikle dünya yayınlarını takip eden münevverlerde etkili oldu.<br />

Onlarda Türk’e, Türk kavramına, onun yaygın anlamından çıkarak<br />

yönelen olumsuz duygular da kaybolmaya yüz tutmuştu.<br />

Türk kavramı, Balkan Savaşları’ndan sonra ilk ve canlı olarak<br />

yeniden gündeme gelmişti. Çünkü, Müslüman olarak olduğu kadar,<br />

o zamanlarda Hıristiyanların gözünde Müslüman ile özdeş olan Türk<br />

olmaları sebebiyle pek çok Türk katledilmiş, zulüm ve işkence görmüştü.<br />

“Türk Ocakları” bundan sonra daha bir canlılık kazanacak,<br />

“Türk” kavramı İstanbul insanı için de etkili olacaktır.<br />

Cihan Harbi içindeki gelişmeler, özellikle Şam ve Irak dolaylarında<br />

savaşan askerlerin zihninde “İslam” kardeşliğinin büyük yara<br />

almasına yol açtı. Türk askerlerinin din kardeşleri tarafından gaddarca<br />

muamele görmesi de bunda etkili olmalıdır. Bu türden gelişmelerin<br />

ışığında Türk subayları ve aydınları Devletin gelecekteki çehresi<br />

yeniden düşünülür olmaya başlamıştır.<br />

Neticede, o zamana kadar, İstanbul merkezli kültürel çevrelerde<br />

hor görülen, “taşralı, köylü, dağlı” gibi anlamları etkin olan “Türk”<br />

kavramı acaba bu birliği sağlayabilir mi diye pek çok askerin ve münevverin<br />

zihninde düşünülmeye başlandı. Özellikle 1918 yenilgisi<br />

sonunda bu hususu daha ciddi olarak düşünenler çoğaldı. Hatta bazı<br />

emareler göstermektedir ki Osmanlı hanedanı devam etse dahi Devletin<br />

adının Türkiye/Türkiyâ olarak benimsenebileceği bir ihtimal<br />

olarak ortaya çıktı Bu önemli bir gelişme sayılabilirdi.<br />

Devletin adının artık “Türk” kökenine bağlı olarak bir yeni ad<br />

alabilme imkânını düşünmemiz, yeni bir olaydır. Ancak bunun ciddî<br />

olarak ileri sürülebileceğini şu üç önemli kayıt ışığında söylüyoruz.<br />

a. Necib Asım ve Mehmed Arif Efendiler, 1919 <strong>yılında</strong> yayımlanan<br />

bir Osmanlı Tarihi kaleme almışlar idi. Bu eserin adı her ne<br />

kadar Osmanlı Tarihi ise de, bu eserin çeşitli yerlerinde, Devletin<br />

adı olarak açık ve kesin bir şekilde Türkiye ismi de kullanılmaktadır.


162<br />

TUNCER BAYKARA<br />

b. Hüseyin Kazım Kadri, XX yüzyıl başlarının etkili bir siyaset<br />

ve kültür insanıdır. Mütareke sonrasının çözüm arayışları içinde,<br />

bazı düşünceleri, Mustafa Kemal Paşa’nınki ile uyuşmamıştır. Ancak<br />

kendisi İstanbul çevrelerinde etkili bir kimsedir. Onun bu yıllarda<br />

yayımlanan bir kitabının başlığında “Türkiye” kavramı açık ve<br />

kesin bir şekilde kullanılmaktadır: On Temmuz İnkılabı ve Netayici:<br />

Türkiye İnkirazının Saikleri.<br />

c. Dikkatimizi çeken son misal 1920 başlarında toplanan İstanbul<br />

Meclis-i Mebusan’ınca kabul edilen Misak-ı Millî metnindedir.<br />

Hem Osmanlı hem de Ankara tarafından kabul edilen bu metinde<br />

açıkça “Türkiye” Devletin adı olarak geçmektedir:”Türkiye sulhüne<br />

bırakılan Batı Trakya’nın...”.<br />

II. XIX.yüzyıl sonlarında yetişen bir Türk olarak Mustafa Kemal<br />

Paşa, yukarda sözünü ettiğimiz gelişmelerin içinden gelmekte<br />

idi. Bir yandan İstanbul’daki bu gelişmeler, öte yanda Ankara’nın<br />

doğrudan temsil ettiği “taşra” ve Türk özellikleri sebebiyle Millî<br />

Mücadele’nin ilk anlarından beri Türk kavramı belirli bir yükseliş<br />

çizgisi göstermektedir. Gerçi, Kafkaslardan yeni gelen ve kendi alt<br />

kimliğinin etkisinde kalıp onu Türk ile bir sayanlar kimi zaman, buna<br />

itiraz edeceklerdir. Mustafa Kemal Paşa, onlara o zamanın geniş<br />

Osmanlı anlayışı ile cevap verecek ve onları yatıştıracaktır. Ancak<br />

Büyük Millet Meclisi ki, bir süre sonra başına “Türkiye” kelimesi<br />

de gelecektir, 1921 de geçici Anasayasında devletin adını “Türkiye”<br />

olarak açıkça adlandırmakta idi.<br />

Çünkü Millî Mücadele yılllarından itibaren Anadolu insanının,<br />

Osmanlı Paytahtı İstanbul’dan bakıldığında “taşralı, köylü” gibi anlamlar<br />

yüklediği “Türk” kavramı, şimdiden çok yerde “Osmanlı”nın<br />

yerini almakta idi. 1920-1923 arasındaki gelişmeler her geçen gün<br />

bu yeni oluşumu etkiledi. Sonucunda yukarda dediğimiz gibi Ankara’daki<br />

Meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak anıldığı gibi,<br />

bu meclisin kabul ettiği 1921 anayasası dahi “Türkiye Devleti”nden<br />

söz eder oldu.<br />

III. Ankara’dakilerin Türk kavramından böylesine etkilenmesinde,<br />

bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın büyük payı vardır. Hatta denebilir<br />

ki bu yeni akımın en güçlü siması Gazi Mustafa Kemal Paşa idi.<br />

O, Osmanlı taşrasında doğup büyüyen bir insan olarak, muhtemelen


GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN “TÜRK” KAVRAMIYLA ÖZDEŞLEŞMESİ 163<br />

İstanbul’da, kendisine yöneltilen “Türk” sıfatı dolayısıyla bu duyguları<br />

yaşamıştı. 23 Nisan 1920’de toplanan Meclis üyelerinin pek<br />

büyük bir çoğunluğu “taşra”lı, yani Türk idiler. Taşrada doğup büyüyenler<br />

için bu kavramın anlamı, Osmanlı Devlet merkezindeki gibi<br />

olmamakla birlikte, onlar da değişen birşeylerin olduğunu seziyor<br />

ve anlıyorlardı. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın zaman zaman belirttiği,<br />

gibi artık Anadolu İstanbul’a tabi olmayacak, aksine İstanbul<br />

Anadolu’ya tabi olacak idi. Bu sözlerde sadece siyasi veya hukuki<br />

bir anlam değil, onlara ilaveten yukardan beri sözünü ettiğimiz<br />

yeni anlayışın da izlerini ve etkilerini bulmak pekala mümkündür.<br />

Kısacası “Taşralı’ların, yani Türklerin etkin olduğu bir Meclis, yeni<br />

anlayışla kolaylıkla uyuşabilirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın sonraki<br />

zamanlarında da yanında daha çok Taşralıları, yani Türkleri bulundurduğu,<br />

mesela bir Şükrü Kaya’ya büyük önem verdiğini bu arada<br />

unutmamak gerekir.<br />

IV. Biraz daha genel olarak düşünürsek, Batıdaki Türk Devleti’nin<br />

adında, o zamana kadar “Türk” ile ilgili bir hatıra yokken, şimdi adını,<br />

“Türk” unsurunun etkisi olarak adını önce “Türkiye” olarak değiştirdi.<br />

İlk zamanlardaki Türkiya/Türkiye tartışmalarının meselenin<br />

özüyle bir ilgisi yoktur. 1923’de Devletin idare şekli de Cumhuriyet<br />

oldu. Şimdi meselenin öteki yönü, Türkiye Devleti’nin mensuplarının<br />

kendilerini “Türk” olarak saymaları hususu ele alınabilirdi.<br />

Osmanlı kimliğinden Türk kimliğine geçiş, birçok önemli problemleri<br />

de beraberinde getirebilirdi. Bir “imperium” olan Osmanlı<br />

Devleti’nin “İslamiyet” merkezli anlayışından, “Türk” merkezli bir<br />

düşünceye geçiş büyük bir kültür savaşı gerektirebilirdi. Devletin<br />

sınırlarının yeni durumu, böylesine bir kavrayış değişikliğine daha<br />

çok imkân verebilirdi. Ancak, Osmanlı Devleti veya Batı Türklüğünün,<br />

kişiyi esas alan, onun baba veya atalarına hiç de önem vermeyen<br />

anlayışına nasıl uyarlanabilecekti. Acaba “Türklük” bir soydan<br />

gelim mi kabul edilecekti? Ama geçmişte bu ülkede babası bir Hıristiyan<br />

olan kimse, Müslüman olup Osmanlı Devleti’nin hizmetine<br />

giriyor, Batılıların deyimi ile “Türk” oluyor, kanıyla, canıyla Devleti<br />

için hizmet ediyordu. Kişiyi, onun baba veya atalarını değil, doğrudan<br />

kendisini esas alan zihniyet, yeni dönemde de devam ettirilmek<br />

gerekirdi. Nitekim Osmanlı geleneklerinin içinden de gelen Musta-


164<br />

TUNCER BAYKARA<br />

fa Kemal Paşa, Cumhuriyet’in l0.yıl nutkunda, Türk’ü alabildiğince<br />

yüceleştirdi. En sonunda da güzelliğini, kıymetini ve etkisini hala da<br />

devam ettiren ünlü vecizesiyle bitirdi: “Ne Mutlu Türk’üm Diyene”.<br />

Devletin sahipleri, “Osmanlı” İdaresi tarih sahnesinden silinirken,<br />

1923 sonrasında kendilerine yeni bir ortak kimlik bulmak zorunda<br />

idiler. Çünkü artık bir şahıs ve hanedan adının etkisini gösteren<br />

“Osmanlı” kavramı bitmişti. Peki bu yeni ortak kavram ne olabilirdi?<br />

Devletin yeni alanına göre geleneksel merkez İstanbul kenarda<br />

kalmıştı. Ankara, yani vaktiyle İstanbul’a göre taşra bir şehir, devletin<br />

merkezi olacaktı. “Taşra” ile Türk arasındaki bağa yukarda da<br />

temas etmiş idim. Şu halde yeni dönemin en etkili kavramı pekala<br />

“Türk” olabilirdi. Hem Türk’e, vaktiyle Osmanlıya yüklenen anlam<br />

gibi, doğrudan kişiyi, insanı esas alan bir anlama da ağırlık verilebilirdi.<br />

Nitekim Gazi Mustafa Kemal Paşa, Onuncu Yıl Nutkunda “Ne<br />

mutlu Türk olana” dememiş, “Türk’üm diyene” diyerek Türklüğü<br />

bir benimseme ve kabullenme saymıştır. O zaman Devletin içindekiler,<br />

kim olurlarsa olsunlar, “Türk” olabilirlerdi. Kendilerini Türk sayabilirlerdi.<br />

Bu konuda kendilerinin “Türk’üm” demelerinden gayri<br />

hiçbir merci, kimse veya zümre onların kimlikleri hakkında karar<br />

veremezdi.<br />

Devletin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve öteki kanunları, bu türden<br />

gelişmelere uygun olarak düzenlenmişlerdir: 1924 Teşkilat-ı Esasiye<br />

Kanunu’nun 88.maddesi şöyle der: “Türkiye ahalisine din ve ırk<br />

farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.” Bu madde<br />

sonraki Anayasalarda da öz olarak aynen devam etmektedir: 1982<br />

Ayasasası, 66 madde başında şöyle der: “Türk Devletine vatandaşlık<br />

bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”<br />

V. “Türk” kavramını yeniden yüceltmek ve ona en yüksek değeri<br />

vermek Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın eseridir. Nitekim o kendisini<br />

Türk ile o kadar özdeş ve aynı saymıştır ki Soyadı Kanunu çıktığında,<br />

soyadını bu esasa göre <strong>Atatürk</strong> olarak almıştır. Bize kalırsa Türk<br />

kavramının yücelmesi ile <strong>Atatürk</strong>, öteki millî kavramlara, milletlere<br />

hiç de olumsuz bakmamıştır. Aksine, Türk’ün onlarla bir arada, yan<br />

yana ve barış içinde yaşaması gerektiğine dair sayısız sözü ve davranışı<br />

vardır.<br />

<strong>Atatürk</strong>çülüğün adeta birinci temeli şu halde “Türk” kavramına


GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN “TÜRK” KAVRAMIYLA ÖZDEŞLEŞMESİ 165<br />

büyük değer vermektir. Ancak burada dikkatli olmak, Türk’ü bir kan<br />

veya ırk meselesi olarak değil, bir benimseme ve kabullenme olarak<br />

almak gerekir. Bunu, ülke, devlet ve mensupları için nasıl gerçekleşeceğini<br />

“Ne Mutlu Türk’üm Diyene “ vecizesiyle gösterdi. Bu asla<br />

unutulmamak lazım gelen bir direktiftir.<br />

Sonuç olarak diyoruz ki Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silinirken,<br />

Osmanlı kavramı’nın yerini alabilecek en geniş, güzel ve<br />

etkili kavram ancak Türk olabilirdi. “Türk” bu özelliği ile adeta Gazi<br />

Mustafa Kemal Paşa, yâni <strong>Atatürk</strong> ile özdeş gibidir.


TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI<br />

ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA VERİLEN CEVAPLAR (1923)<br />

Prof. Dr. Mehmet Akif TURAL*<br />

Sayın Başkan, kıymetli dinleyenler. Konuşmama başlamadan<br />

önce hepinizi saygıyla selamlıyorum.<br />

15 Ocak 1923 tarihli Hoca Şükrü1 imzası ile yayımlanan broşür<br />

ve buna verilen cevaplar bildirimizin özünü teşkil etmektedir.<br />

Cumhuriyet henüz ilan edilmemiştir. Henüz Türkiye’yi laikleştiren<br />

yasalar çıkarılmamıştır. Cumhuriyetin ilanından 9 ay, Türkiye’yi<br />

laikleştiren 3 Mart 1924 tarihli kanunlardan 15 ay önce ortaya çıkan<br />

ulusal boyutlu bu tartışmanın 3 ayrı tarafı vardır:<br />

‘1923 <strong>yılında</strong> Laiklik mi vardı? Laik anlayış mı vardı? Laikliği<br />

koruyan kanun mu vardı? Bunlar bulunmadığına göre, laiklik konusunda<br />

bir karşı çıkıştan nasıl söz ediyorsunuz?’ denilebilir. Cevabımız:<br />

20.01.1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye kanununun 1.2.3.4.5. maddeleri,<br />

padişahlık/sultanlık kurumu ve anlayışı reddedip millî egemenlik<br />

yetkisini, Büyük Millet Meclisi’ne veriyordu. Sultanlıkla<br />

halifeliğin aynı kişide toplanan yönetim biçimine ait erki kullanma<br />

gücünü ise, aynı anayasanın2 “Şeriat hükümlerinin yerine getirilme-<br />

* Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.<br />

1 Mehmet Akif Tural, Hilafet Sevdası Karşısında Milli Hâkimiyet Mücadelesi,<br />

ATAM yy., 2. bs., Ankara, 2005.<br />

2 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 20.1.1337 (1921) Kanun No:85; Madde 7- Ahkâmı<br />

şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akti<br />

ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir.<br />

Kavanin ve nizamat tanziminde muamelat-ı nasa erfak ve ihtiyacat-ı zamana<br />

evfak ahkâmı fıkhiye ve hukukiye ile adap ve muamelat esas ittihaz kılınır.<br />

Heyet-i vekilenin vazife ve mesuliyeti kanun-ı mahsus ile tayin edilir.


168<br />

MEHMET AKİF TURAL<br />

si, kanunların konulması, değiştirilmesi, kaldırılması, antlaşma ve<br />

barış yapılması, vatan savunması (yani savaş ilanı) için ordu sevk<br />

etme gibi esas haklar, Büyük Millet Meclisi’nindir. Kanunların ve<br />

nizamların düzenlenmesinde kişiler arası ilişkilere ve günün ihtiyaçlarına<br />

en uygun fıkıh ve hukuk hükümleriyle kişiler arası uygarca<br />

tutum ve davranış esas tutulur. Bakanlar kurulunun görev ve yetkisi<br />

özel kanunla belirtilir.” denilmektedir. Bu hüküm ile Halifenin-Sultanın<br />

Hilafet makamıyla ilgili sayılagelen yetkileri TBMM üzerinde<br />

toplanmış oluyordu.<br />

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile 1921 Teşkilat-ı<br />

Esasiye Kanununun ilk 5 maddesinde geçen hükümler ebedileşti.<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti isimli yeni devletin yapısı<br />

tescil edilmiş oldu. 3 Ancak Saltanatın kaldırılması ile ilgili bu kanuna<br />

“Halifelik” Osmanlı Padişahlık ailesine ait olup Halifeliğe Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi’nce bu ailenin bilim ve ahlak bakımından<br />

iyi, uygun, faydalı ve yol gösterici olanın seçilmesini “Türkiye<br />

Devleti Halifelik makamının dayanağıdır” hükmü, saltanatı kaldıran<br />

kanunla birlikte, Halifeyi görevini, buna bağlı olarak da, görevden<br />

alma yetkisini, meclise veriyordu. Bu hükümle padişahın şahsında<br />

toplanan “sultanlık” dünya işleri yönetimi ile “halifelik” din işleri<br />

yönetimi birbirinden ayrılmış görünüyordu. Din işlerine ait görev<br />

3 TBMM’nin Hukuku Hâkimiyet ve Hükümraninin mümessili hâkimi olduğuna<br />

dair heyet umumiye kararı 1-2.11.1338 (1922) Karar No:308<br />

( … Türk milleti saray ve Babı âlinin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilatı Esasiye<br />

kanunu isdar ederek onun birinci maddesi ile Hâkimiyeti Padişahtan alıp<br />

bizzat Millete ve ikinci maddesi ile İcrai ve Teşrii kuvvetleri onun yedi kudretine<br />

vermiştir. Yedinci madde ile de harp ilânı, Sulh akdi gibi bütün hukuku<br />

hükümraniyi Milletin nefsinde cem eylemiştir…)<br />

1-Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile Türkiye halkı, hukuku hâkimiyet ve hükümranesini<br />

mümessili hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyeti<br />

maneviyesinde gayri kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve<br />

bilfiil istimale ve İradei Milliyeye istinat etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa<br />

karar verdiği cihetle Misaki Milli hudutları dahilinde Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi hükûmetinden başka şekli hükûmeti tanımaz. Binaenaleyh Türkiye<br />

Halkı Hâkimiyeti şahsiyeye müstenit olan İstanbul’daki şekli hükûmeti<br />

16 Mart 1336 (1920) dan itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.<br />

2-Hilâfet; hanedanı âli Osman’a ait olup Halifeliğe Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlâken erşet ve eslah olanı intihap<br />

olunur. Türkiye Devleti hilafetin istinatgahıdır.


TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA<br />

VERİLEN CEVAPLAR (1923)<br />

ve yetkilerin halifelik unvanı ile seçilen kişiye verildiği görülüyor.<br />

İşte 16/17 Kasım’da padişah Vahdettin ülke dışına çıkınca halifelik<br />

makamı boş kaldı. Din işleri bakanı Şer’iye ve Evkaf Vekili Mehmet<br />

Vehbi Efendi din bakımından halifelik makamı boş kalmış olduğundan<br />

yeni birinin seçimine dair fetva verdi, Meclis bu fetvayı oybirliğiyle<br />

kabul etti.<br />

Osmanoğulları şehzadelerinden Abdurrahman Efendi’ye 2 oy,<br />

Selim Efendi’ye 3 oy, Abdülmecit Efendi’ye 148 oy verildi. 9 oy çekimser<br />

çıktı. Meclisin bu oylaması sonucu Abdülmecit Efendi halife<br />

seçildi. 4<br />

1922 yılının Aralık ayında Hüseyin Avni Bey ve aynı düşünenlerce<br />

meclise sunulan iki maddeli bir kanun önerisini görüyoruz. Bu<br />

kanunun 1. maddesi Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için<br />

Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler ahalisinden olmak şart<br />

koşulmuştur. 2.madde milletvekili olabilmek için yerleştiği yerde 5<br />

yıl yaşamış olmak şartını taşımaktadır.<br />

Gazi Mustafa Kemal’in doğduğu Selanik sınırlar dışındadır.<br />

Ömrü cephelerde geçtiği için hiçbir yerde 5 yıl yaşayamamıştır. Bu<br />

iki maddeli kanun önerisi meclisin içinden çıkmaktadır. Aynı meclis<br />

Mustafa Kemal tarafından, Ankara’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde,<br />

onun düşüncesiyle Ankara’da toplanan bu meclis, yine Mustafa<br />

Kemal’i meclis başkanı yapmıştır. Sakarya Savaşı’ndan önce<br />

Gazi Paşa’ya Başkumandanlık vermiş, Sakarya Savaşını cepheden<br />

yöneterek kazandığı zafer sonucu Mareşal rütbesi vermiştir. Henüz<br />

birkaç ay önce Mudanya Mütarekesi yapılmış iken Gazi Mustafa<br />

Kemal Paşa’ya milletvekilliğinin bile yine bu meclisin içinden<br />

bazı kişilerce çok görülmesinin anlamı nedir? Bu çirkin tutumun 1<br />

Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması ile bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır.<br />

Bu iki madde Gazi Mustafa Kemal tarafından Mecliste,<br />

kendisini meclisin dışına atmak manası taşıdığı yönünde yapmış<br />

olduğu sert açıklamasına karşılık Millî Meclisin yine içinden “siz<br />

kastedilmiyorsunuz”, “siz meclisimiz içinde çok önemlisiniz” gibi<br />

takiyeci söylemlerle konu kapanmıştır; ama, onun kendini savunması<br />

ajans ve gazetelerden memleketin her yerine yayılmıştır. Gazi<br />

4 M. Akif Tural, Saltanatın Otopsisi ve Milli Hâkimiyet Yolunda Çekilen<br />

Çileler, ATAM Yay., 2. bs Ankara, 1999, s.:40-44<br />

169


170<br />

MEHMET AKİF TURAL<br />

Paşa’yı Ankaralılar kendi il nüfus kütüklerine kaydettiler (birkaç ay<br />

sonra Erzurum ve Gaziantep illerinin de aynı tutumu gösterdiklerini<br />

takdirle ifade etmeliyiz.). Olay kapanmış gibi görünüyordu. Ama<br />

yeni bir düzen yeni bir devlet şekli, alışılmamış cümleler, devlet ile<br />

ilgili, yönetimin şekli ile ilgili yeni ifade ve tanımlamalar meclisin<br />

içindeki ikinci gurup olarak adlandırılan milletvekilleri tarafında<br />

anlaşılamıyordu. Damar ARIKOĞLU’ nun Hatıralarım kitabında,<br />

bu ikinci grup olarak tanınan 66 milletvekilinin isim yaş ve mesleği<br />

verilmiştir. Bu gurup meclisin yetkilerini daha da fazla artıracak<br />

yeni girişimlerle, Meclis içi hareketliği ve gruplaşmaları artırmıştır.<br />

Bu bağlamda Meclis’in ikinci başkanı istifa etmiş Ali Fuat Paşa ile<br />

Kâzım Karabekir Paşa karşı karşıya getirilmiş, TBMM’de otorite<br />

konusunda belirsizlik havası hâkim olmuştur. Ama 1923 yılı Ocak<br />

ayında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin, cumhura<br />

dayalı olduğu ilkesi ve gerçeği, isimlendirilmediği halde, rejimin<br />

ruhu belli olmuştur. Laik anlayışa laik düşünceye oturan oturtulmak<br />

istenen bir yeni devlet yeni hukuk ve yeni millet anlayışı akıllı olanların<br />

görebildiği bir tercih olarak TBMM ve hükûmeti etkiliyordu.<br />

Halifelik bir devletin bir niteliğidir; ama, yeni Türkiye devletinin<br />

yapısı içinde halife meclis tarafından seçilen bir görevlidir.<br />

Yeni seçilen halife ile Refet Paşa ve meclisteki ikinci gurup ile ikinci<br />

gurup dışındaki bazı milletvekilleri tarafından kurulmuş olan yakın<br />

ilişkiler, Mustafa Kemal Paşa ve onunla beraber hareket eden arkadaşlarında<br />

tekrar eski düzene geçileceği kuşkusu yarattı. Mecliste<br />

de, yine Ocak ayının ilk günlerinde Meclisin yetkilerini artırmak<br />

yanında, Halifeye de meclis tarafından daha fazla yetkiler vererek<br />

onu TBMM’nin de üstünde bir güç yapmak isteğine dair hava seziliyordu.<br />

TBMM’nin her türlü iradenin üstünde olduğunu söyleyen üç<br />

tarafın, bu iradeyi kullandırmakla ilgili istek ve beklentilerinin çok<br />

farklı olduğu açıktır. Zaten ikinci gurup milletvekilleri aynı günlerde<br />

meclis yetkilerinin büyüklüğünün her türlü güce sahip olduğunu<br />

anlatırken meclisin dilediği her yetkiyi kullanabileceği veya<br />

kullandırtabileceğini anlatırken, halifelik unvanının tekrar sultan<br />

yetkileri ile meclis tarafından donatılacağı kuşkularını doğurmuştur,<br />

Ocak ayının meclis tutanaklarına bakıldığında endişeler ve beklentiler<br />

görülmektedir.<br />

Eskiye dönüşle ilgili endişelerin yaşandığı günlerde Mustafa


TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA<br />

VERİLEN CEVAPLAR (1923)<br />

Kemal paşa iki çıkış yolu düşündü.<br />

Birincisi Mecliste daha güçlü bir gurup oluşturabilmek için bir<br />

siyasi parti kurmak. Bu parti halkın partisi olacaktı milletin tüm fertlerinin<br />

içine aldığı bir programa sahip olacaktı. Mecliste yapılması<br />

gerekenleri programlayan seçilmiş bir güç olmak istiyordu.<br />

İkincisi mecliste olanları Anadolu’yu gezerek, halkla görüşerek<br />

halka anlatmak. Çünkü O, Türk milletinin varlık mücâdelesini milletinden<br />

aldığı güçle zaferle bitirmişti. Yeni devlet şeklinin ölmüş olan<br />

eski devlet şeklinden tamamen ayrı başka bir biçimde “kaynağını<br />

beşeri iradeden” alan ki bu laik anlayıştır, bir yapıyı kurma mücadelesi<br />

başlattı. 14 Ocak 1923’de İleri Gazetesi başyazarı Celal Nuri<br />

Bey’e bu gezisini anlattı. “Cepheyi denetlemekten amacım orduları<br />

yakından görmek ve halk ile temasta bulunmaktır” demiştir. 15 Ocak<br />

1923’de Eskişehir’de yaptığı ilk gezi konuşmasında yeni idare şeklinden<br />

bahsetmiştir.<br />

İşte 15 Ocak 1923 tarihinde, Afyon Karahisar milletvekili Hoca<br />

Şükrü imzasıyla “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” isimli<br />

kitapçık yayımlandı. Bu kitapçık bütün milletvekillerine dağıtılmıştır.<br />

Kitapçığın 15 Ocak tarihinde dağıtılmış olmasına rağmen, hazırlanmasının<br />

saltanatın kaldırılmasını da içine alan bir süreci kapsadığı<br />

anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> Büyük Nutuk’ta şu bilgileri<br />

vermektedir. “Milletin ortadan kaldırdığı şahıs saltanatını, Hilafet<br />

makamında devam ettirmek ve padişahın yerine Halifeyi geçirmek<br />

sevdasına düşmüşlerdi. Gerçekten de gerici bir gurup, Hoca Şükrü<br />

imzasıyla ‘Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi’ adıyla bir kitapçık<br />

yayımladı. Bu broşürün Ankara’da 15 Ocak 1923 tarihinde<br />

yayımlandığı ve bütün milletvekillerine dağıtıldığı bana İzmit’te bildirildi.<br />

Broşürün üzerine sadece 1339 (1923) yılı yazılmıştı. Fakat<br />

broşürün daha ben Ankara’da iken hazırlanıp bastırıldığı ve benim<br />

Ankara’dan ayrılış tarihim olan 14 Ocak 1923 gününün ertesinde<br />

ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştı.”<br />

Geriye dönüş için seçilmişlerin meclis içindeki siyasal mücadelesinin<br />

ilki olan bu hareketin, Hoca Şükrü Efendinin çıkardığı tartışmanın<br />

tarafları şunlardır:<br />

1.Hoca Şükrü ve onun gibi düşünenler<br />

2.Hoca Şükrü gibi düşünmeyen Türk aydınları<br />

171


172<br />

MEHMET AKİF TURAL<br />

3.Başta Gazi Mustafa Kemal (<strong>Atatürk</strong>) olmak üzere yönetimi biçimlendiren,<br />

yeni kurum ve kuruluşlar ile buyurma erkinin ‘kaynağını<br />

ilahî irade yerine beşeri iradeden alan bir toplum-devlet düzeni<br />

kurmak’ isteyen, devlet ve hükûmet yetkililerinin yorum ve kabulleri.<br />

Bu üç taraftarlıktan sadece Hoca Şükrü Efendi gibi düşünmeyen<br />

aydınlar, fikirlerini basın yoluyla açıkladılar. Çünkü bu cevap hakkını<br />

kullanmaları, broşürde geçen halifeyi, padişah yapma isteğine<br />

karşı çıkmalarındandı. Hoca Şükrü Efendi’nin bu risalesine karşı<br />

olanlar Mustafa Kemal Paşa’nın ve onun uygulamalarını, milletle<br />

birlikte yapmak istediklerinin ne kadarını kavramışlardır ki gönüllü<br />

olmuşlardır? Bu yeni rejimi, yeni yönetimi benimseyen gönüllüler,<br />

yeni kavramların ve kurumların da gereğine inanarak onları benimsemiş<br />

olarak zaman içinde bu benimsediklerini vazgeçilmez sayarak<br />

savunmuş olan aydınlardır.<br />

Birinci Meclis kayıtlarında Afyon Karahisar milletvekili, mesleği<br />

Vaizlik olarak ve yaşı 46 olarak kayıtlı bulunan, kitapçığı hazırlayan<br />

İsmail Şükrü Efendi’nin risalesinden alıntılar yaparak, devrin<br />

aydınlarının yapmış olduğu eleştirilerden, karşı çıkışlardan örnekler<br />

vereceğiz. Hoca İ. Şükrü’nün Risale’sinin giriş bölümünden bazı<br />

cümleleri alıntılayalım:<br />

“Bütün Müslümanlar bilmelidir ki, buhranlı ve olağan üstü günler<br />

yaşıyoruz. Hiç şüphe yok ki bu durum geçicidir ve inşaallah<br />

çok gecikmeksizin gerçek ve doğal duruma geri dönülecektir.”<br />

İslam kamuoyu yakinen bilmelidir ki, Büyük Millet Meclisi ile meclisin<br />

seçtiği ve tâbi olduğu Müslümanlardan halifesi arasında hiçbir<br />

ayrılık ve gayrılık yoktur. Halife meclisin, meclis halifenindir.<br />

‘İmamet Kureyş’tendir’ hadis-i şerifine gelince, bundaki hükmün<br />

özü, nüfuz ve kudrettir. Nitekim İslam fıkıhçıları, kuvvet ve<br />

kudretsiz Hilafetin, şer’i anlamı olmadığından hareketle Kureyşîliği<br />

Hilafet şartlarından kabul etmemişlerdir. O zaman Arap kabileleri<br />

arasında en nüfuzlu Kureyşîler olduğundan, Hilafet görevini ancak<br />

onlar yerine getirebilirdi. Yoksa Kureyşiler hakkında ümmetine, seslenerek<br />

‘doğrulukla hareket etmezlerse kılıçlarınızı boynunuza takıp<br />

ocaklarını söndürünüz. Yapamazsanız gerçekten sersem kimselersiniz’<br />

buyuran Peygamberimiz hiçbir zaman nüfuz ve kudretsiz bir


TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA<br />

VERİLEN CEVAPLAR (1923)<br />

hilafeti kast etmemişlerdir.<br />

Maddî kudret ve hükûmet kuvveti, hilafetin temel direği olmakla,<br />

bu hilafet, bu kudret ve kuvvetten ayrıldığı gün, elbetteki artık<br />

onun hiçbir İslamî anlamı kalmaz.”<br />

Hoca Şükrü’nün, savunduğu fikir için ileri sürdüğü iddiaya destek<br />

olan hadis, zaten kendini tezini desteklemiyor, aksine, ‘yönetim<br />

kötüyse indirin’ diyor; hem de şeklini kılıç olarak gösteriyor. Halbuki,<br />

Millî Mücadele, Meclisin aldığı kararların doğrultusunda yapılmıştır.<br />

Zaten Gazi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> demokrasi hakkında<br />

‘yönetim kötüyse, seçim yoluyla indirir, iyisini getirirsiniz’ diyor.<br />

Hoca İ. Şükrü’nün peşin hükmü mantığını felç etmiş görünüyor.<br />

Basından birkaç başka örnek:<br />

“Hoca Şükrü diyor ki, ‘O halde seçtiğimiz Müslümanların halifesi<br />

nedir?’ Bu halifeyi seçmemizden amaç, gelecekte İslam dünyasının<br />

kurtarılması adına bekleyerek kurtarıcı olan ve olmayan bütün<br />

Müslümanların bir kurtuluş noktası saydıkları geleneğe bağlılıktır.<br />

Bugün hür olan yalnız Türkiye’dir. Türkiye külfetini ve özellikle<br />

masrafını göze alarak İslam dünyasının, istediği bu siyasi halifeliği<br />

devam ettiriyor.<br />

İnşallah İslam kurtuluşa erer ve bağlı oldukları Hıristiyanları<br />

kovar. Bu takdirde bütün İslam milletleri ve devletleri amaçlarını sonuçlandırabilirler.<br />

O mutlu zamanda bütün Müslümanlar çok büyük<br />

bir tavaf halinde toplanıp konfederasyon başkanı seçtikleri halifeye<br />

verirler.”<br />

“Hoca diyor ki; ‘İslam şeriatı kuvvetsiz, hükûmetsiz, istiklalsiz,<br />

hürriyetsiz bir hilafet ve halife tanımamıştır. Kısaca halifenin kuvvet<br />

ve yücelik sahibi kamu işlerinde tasarrufa kadir olması, en önemli<br />

bir şeriat esası olduğundan, bugünkü hale nazaran, hükûmetimizin,<br />

devletimizin başkanı olması bir zorunlu emirdir. Bu noktada başka<br />

türlü bir şekle imkân yoktur.’<br />

“Halifeyi krala dönüştürmek emeli sayfalarınızın her yerinde<br />

sırıtıyor. Dön dolaş diyorsunuz ki: ‘Halifenin asli görevleri ancak<br />

konuya ait işlerden yani hükûmet etmekten ibarettir.’ Tekrar edelim,<br />

Hoca efendi, bu devletin ne kralı ne de imparatoru vardır.”<br />

“Hilafetten, saltanattan amaç hükûmettir. Hükûmet halkın tek<br />

173


174<br />

MEHMET AKİF TURAL<br />

başına ve kişisel olarak yapamadığı işlerini yaptırmak için halkın<br />

kendi seçimiyle oluşturup kurduğu bir heyettir. Bu heyet, bugün<br />

TBMM’dir. Kısaca bugün hilafetin temsilcisi TBMM’dir. Şu halde<br />

TBMM hükûmeti yalnız hilafetin dayanağı değil aynı zamanda hem<br />

kaynağı hem de kökü ve merkezidir.”<br />

“Şükrü Efendi risalesinin 8. Sayfasında aynen şöyle yazıyor:<br />

“Halifenin sahip olduğu dini ve siyasi görevi bakımından, islami<br />

meclislerin, memleketlerine özgü geleneklerin zaman ve mekanın,<br />

kararlaştıracakları kanunlar ve tüzüklerde önemli bir etkisi vardır.<br />

Bunun gibi meclislerin karar altına aldıkları maddelerin kolayca kabul<br />

görmesi için halifenin onayına sunulması gerekir. Ancak bu sayededir<br />

ki, bu gibi kararlar seri hükümlerin arasına girer.”<br />

Şükrü Efendi bu anlaşılmaz cümlelerde belirtmek istediği düşüncesini<br />

daha açık ve kesin bir dille risalesinin 26. Sayfasında<br />

şöyle açıklamıştır: “Şu duruma göre, kanunların düzenlenmesi ve<br />

hükûmeti yürütme yetkisi yüklenen meclisimizin başkanlığına halifenin<br />

sahip olması, yani devlet kanunları ve hükûmet kararlarının<br />

halifenin görüşüne ve onayına sunulması şer’i bir emirdir, mecburidir.”<br />

“Şükrü Efendi’nin düşüncesi açık ve kesindir. Halifelik makamının<br />

onaylamadığı herhangi bir kanun, herhangi bir karar İslam<br />

kanununa uygun değildir.<br />

Bilindiği üzere TBMM kurulduğu günden bu yana kadar kendisine<br />

halife hiçbir zaman başkanlık etmemiş ve hiçbir kanun ve<br />

hiçbir karar onun onayına sunulmamıştır.<br />

Kısacası Şükrü Efendi’nin düşüncesine göre öncelikle TBMM,<br />

bu dört yıl içersinde günah işlemiştir. Ve ikinci olarak kabul<br />

etmiş olduğu kanun ve kararların hiç birisi meşru değildir. O<br />

halde, millete düşen görev nedir?” Hoca Şükrü Efendi gibi düşünmeyen<br />

aydınlar, devletin yeni yönetim şeklini yöneticilere bırakmadan<br />

kendileri savunmuştur.<br />

Türk İnkılabı bir bütündür. Bu bütünlük içinde her yapılan inkılap<br />

değişim dönüşüm hareketleri, temel olarak laik anlayış, laik<br />

hukuk, millî birlik, millî hâkimiyet ve tam bağımsızlığa dayanır. Yasama,<br />

Yürütme ve Yargının durumları belirlenmiştir. 1921 Anayasası<br />

ile başlayan hukuk devleti, demokratikleşme, çağdaşlaşma, laik


TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA<br />

VERİLEN CEVAPLAR (1923)<br />

düzen, cumhuriyet yönetimi için çekilen çileler, verilen mücadeleler<br />

ve elde edilenler, Türkiye’nin 85 yıllık bu uzun birikimini TBMM<br />

ve milletin orada görevlendirdikleri çok iyi değerlendirmelidirler.<br />

“TBMM demokrasinin millet iradesinin ortaya çıkış yeridir”. “Meclis<br />

millî iradenin temsil yeridir.” sözleri doğrudur. “O halde, meclis<br />

yasama ve yürütme gücüyle her şeyin üstündedir; çünkü, seçilmişlerdir;<br />

seçilmişler millet adına iş yapıyor” gerçeğinden, atanmışlar<br />

seçilmişler münakaşası doğarsa ve başka atanmış kurum ve kuruluşların<br />

birbiriyle ve meclisle olan uyumunu etkiler.<br />

12 Eylül 1980 müdahalesi öncesi yaşananlar, 1982 TC Anayasası<br />

3.Maddesine, Bayrağın şekli, kanunda belirtilen beyaz ay yıldızlı al<br />

bayraktır; hükmü ile Millî Marşı İstiklâl Marşıdır; hükmü konulmuştur.<br />

Türkiye’de Millî Marşın, İstiklal Marşı olduğu, bayrağın hangi<br />

renk olduğu, 1982 yılına kadar bilinmediği için mi anayasaya bu<br />

hükümler konulmuştur? Bu durum göstermektedir ki, kavramların<br />

hangi anlam ve gerekçe ile kullanılması veya tanımlanması kişilerin<br />

veya grupların taleplerine bağlı değildir. 5<br />

Bu büyük toplantımızın yetmiş sekiz ayrı konuşması içinde bazı<br />

konuşmacıların, laiklik anayasaya nasıl girmiştir? Ne anlama gelir?<br />

Hangi anayasamızda ne şekilde ifade edilmiştir? Gibi soruların<br />

cevabına ilişkin çalışmalarını bildiri olarak sunacaklarını davetiye<br />

ekindeki programda görmekteyiz. Bildirileri dinleyeceğiz, ama şu<br />

ana konuları günümüz açısından 1982 anayasasındaki durumu söylemeliyim:<br />

Laiklik, devletin bir niteliği olarak görülmekte, (md.2)<br />

egemenliği, millete (md.6) verip herkesin kanun önünde eşit olduğunu<br />

(md.10), din ve vicdan hürriyetini (md.24) kabul etmektedir. Dinin<br />

siyasete karıştırılması engellenmiş (md.68), laik devlet düzenini<br />

din adına yıkarak teokratik devlet düzeni getirme fiilleri yasaklanmıştır<br />

(md.14). Din hizmetlerini, dinin eğitim-öğretimini (md.24/2<br />

md.26, 27), bir kamu hizmeti sayıp (md.136), teşkilatlandırılacaktır.<br />

Bu maddelerden anlaşılacağı gibi laiklik hem siyasi hem de hukukî<br />

ve kültürel alanlar için bir yaşama biçimidir.<br />

5 Laiklik kavramı ve bir devletin temel niteliği olması konusu, bilginlerin, fikir<br />

adamlarının öncelikle düşünmesi gereken bir konudur; kaldı ki, bu konuyu<br />

karşı duruş ve söylemleriyle bulandırmaya, kirletmeye kalkan ideolojik politik<br />

tutumlar bizim çalışma alanımızın dışındadır.<br />

175


176<br />

MEHMET AKİF TURAL<br />

1923’te Hoca Şükrü Efendi ve onun gibi düşünenler, aslında<br />

Meclisli rejime karşı değildi. Çünkü, onun meclise dayalı rejimle<br />

sorunu yoktu. Rejim içindeki erkin Cumhurbaşkanına, hükûmet ve<br />

oluşturulacak kurum veya kuruluşlara değil halife unvanlı kişiye ait<br />

olması sorunu vardı. Vaz geçemediği ve imanının şartı gibi savunduğu<br />

iddiası ise, Halifenin yetkisizliğinin kabul edilemeyeceğidir.<br />

Günümüz Türkiye’sinde rejim sorunu, rejime sahip olma sorunu<br />

ikileminde münakaşalar yaratmak, bu açıdan değerlendirilmelidir.<br />

Hoca Şükrü anlayışını taşıyan çıkışların meclisin içinden bir milletvekili<br />

veya bir grup milletvekili tarafından yapılmış olması, asla Büyük<br />

Millet Meclisini bağlamamıştır. Büyük Millet Meclisi yasama<br />

ve yürütme gücünü elinde bulundurma bakımından dönem dönem<br />

kendini yenileyen bir kurumdur. Rejimin diğer kurumları ve kuruluşları<br />

ile de 1923’ten günümüze kadar kanun, gelenek ve birikimlerin<br />

ışığında uyumlu çalışmanın gereğini yaşamıştır. Büyük millet<br />

Meclisi, seçilmişlerden oluşmakta olup seçilmişlerin seçtiği makam<br />

olarak Cumhurbaşkanlığının da rejimin bütünü içinde anayasaya<br />

dayalı, kaynağını anayasadan alan yetkileri vardır. “Ekümeniklik<br />

uluslararası bir dini makam, halifelikte bunun karşısına konulsa”,<br />

“Patrikhaneye karşı uluslararası halifeliği kullansak”, “İslam dünyası<br />

üzerinde etkili olmak için halifeliğimizi tekrar canlandırsak” gibi<br />

söylemler, günümüzde fazlaca artmaktadır.<br />

1923 Ocak ayında meclisten yükselen Gazi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong><br />

karşıtlığı ve onun kurmaya çalıştığı laik anlayışa karşı oluş hak<br />

ettiği cevabını almış olduğunu Türk aydınlarının unutmadığına olan<br />

inancımla, <strong>Atatürk</strong>’ün ışığının bizi aydınlatacağını tekrarlıyorum.<br />

Beni dinlediğiniz için hepinizi saygılarımla selamlıyorum.


ESKİ VE YENİ ALİ KEMALLER<br />

Hulki CEVİZOĞLU<br />

Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme hizmet eden satılık, kiralık<br />

ya da doldurma kalemler deyince en başta Ali Kemal, Refi Cevat<br />

Ulunay, Refik Halit ve Sait Molla akla gelmektedir.<br />

Bir örnek olarak Ali Kemal’i anlatmak yeterlidir.<br />

Ali Kemal’in asıl adı Ali Rıza’dır. 1869’da İstanbul’da doğdu.<br />

1.Dünya Savaşı sonrasında, İstanbul işgal altındayken, Millî Mücadele<br />

aleyhindeki yazılar yazmış, ama işgal kuvvetlerine dost bir yazar<br />

ve politikacı olmuştur.<br />

Mandacılık ve ihanetin sembolü olarak ünlenmiş, bu nedenle<br />

adı Artin Kemal’e çıkmış, bugünkü mandacıların önderi olmuştur.<br />

Gazeteci ve yazarlığı ile tanınmasına rağmen, bunların yanı sıra Damat<br />

Ferit Hükûmetlerinde Millî Eğitim ve İçişleri Bakanlıkları da<br />

yapmıştır.<br />

Hayatı hep yurt dışında geçiyor. 1869’da İstanbul’da doğuyor<br />

ama henüz 17 yaşındayken Paris’e gidiyor (1886). Sonra, Cenevre,<br />

İstanbul (1 yıl), Halep, İstanbul (2 yıl), Paris, Brüksel, Mısır ve<br />

Londra. İngiliz’le evlendi. (İngiliz ajanı rahip Frew ile çok yakındı.<br />

<strong>Atatürk</strong> Nutuk’ta bunun da haince faaliyetlerini anlatmaktadır.) İngiliz<br />

Muhipleri (Dostları) Cemiyeti’nin “onur üyesi” idi.<br />

Hayatı sürekli kaçma-kovalama ile geçiyor. Bu fizîken olduğu<br />

gibi, düşünsel olarak da böyle. Vur-kaç taktiği içinde bir hayat sürüyor.<br />

Gazeteciliği sırasında sahtecilik ve “intihalin” de kötü örneklerinden<br />

birini oluşturuyor. Fransız basınında yayınlanan röportajları<br />

çevirip, İkdam Gazetesi’ne göndermiş, bunları kendi özgün röportajları<br />

gibi yutturmuştur. Gazetecilikteki bu sahtekarlıkları da Hüseyin<br />

Cahit tarafından ortaya çıkarılmıştır.


178<br />

HULKİ CEVİZOĞLU<br />

Türkiye’de (İstanbul’da) olabildiği sürelerde bir şeyler kapıyor:<br />

1.Damat Ferit Paşa Hükûmeti’nde Eğitim Bakanı (Maarif Nazırı),<br />

2.Damat Ferit Hükûmeti’nde ise İçişleri Bakanı (Dahiliye Nazırı)<br />

oluyor!.. <strong>Atatürk</strong> Samsun’a çıktığı gün İçişleri Bakanlığı koltuğunda<br />

oturuyor. İlginçtir, yaklaşık bir ay sonra, 26 Haziran 1919’da<br />

görevinden istifa ediyor!.. Bakanlık görevleri ile değil, İkdam, Peyam<br />

ve Peyam-ı Sabah gazetelerindeki Millî Mücadele karşıtı ve hakaret<br />

dolu yazılarıyla öne çıktı, ün yaptı. Mustafa Kemal’in ordudan<br />

azlini O sağladı.<br />

Kendisini linçe kadar götürecek işgalcileri savunan Millî Mücadele<br />

aleyhindeki yazıları, halkı tahrik ediyordu. Ders verdiği Darülfünunda<br />

Edebiyat Fakültesi’nde verdiği siyasi tarih derslerindeki<br />

tahrikleri 31 Mart olaylarına kadar gitti. 31 Mart kalkışmasını bastırmak<br />

üzere Selanik’ten gelen Hareket Ordusu’ndan korkarak yeniden<br />

Paris’e kaçtı (1909).<br />

4 Kasım 1922 tarihinde İstiklal Mahkemesi’ne çıkarılmak üzere<br />

Ankara’ya götürülmek üzere evinden alındı. Ama, İzmit’te 1. Ordu<br />

Karargahında Komutan Sakallı Nurettin Paşa’ya teslim edildi. 6<br />

Kasım’da Paşa ile görüşmesinden dışarı çıkarken, bina dışında bekleyenler<br />

tarafından linç edildi.<br />

İçişleri Bakanı olduğu sırada, Redd-i İlhak ve Müdafaa-i Hukuk<br />

gibi yeni kurulan millî örgütlerin telgraflarının çekilmesini yasaklar<br />

ve Yunanlılarla çatışmaya başlamış olan Millî Kuvvetlerin bastırılıp<br />

dağıtılması için genelge yayımlar. Hükûmet, işgalin protesto edileceği<br />

İstanbul’daki mitingleri yasaklar.<br />

Yazılarından bazı alıntılar:<br />

- “Kurtuluşumuza son darbe, bu (millî) harekettir.” (Peyam, 29<br />

Ekim 1919)<br />

- “M. Kemal ve Rauf Bey ikbal hırsı içindedirler. Siyasetten habersizdirler.<br />

Millî Kuvvetler, ateş olsalar, cirimleri kadar yer yakarlar.”<br />

(Peyam, 14 Kasım 1919)<br />

- “Kuva-yı Millîye ancak çetecilik yapar, vurur, kırar, geçirir.”<br />

(Peyam-ı Sabah, 2 Mart 1920)<br />

- “Millî Teşkilatı yok etmek, millet için var olma meselesidir.<br />

Dahildeki Müslümanlar bilmelidir ki, o alçaklara karşı çıkanlar<br />

dine, halifeye, millete, unutulmaz hizmetlerde bulunmuş olacaklar-


ESKİ VE YENİ ALİ KEMALLER 179<br />

dır.” (Refi Cevat Ulunay, Alemdar, 4 Nisan 1920)<br />

- “Büyük Millet Meclisi, küçük heriflerin eseridir” (Peyam-ı<br />

Sabah, 28 Mayıs 1920)<br />

- “Anadolu’nun henüz istilaya uğramayan yerlerini M. Kemallerden,<br />

Ali Fuatlardan, o ipsiz sapsız, akılsız fikirsiz zorbalardan,<br />

canilerden temizlemelidir. Kan, can, mal ne pahasına olursa olsun,<br />

temizlenmelidir!” (Peyam-ı Sabah, 5 Ağustos 1920)<br />

- (13 Nisan 1920, Peyam-ı Sabah’ta) “Anadolu Türkler’i şeriat<br />

hükmüne ve Padişah fermanına dayanarak, bu şaklabanlara hadlerini<br />

bildirmelidir.”<br />

- (TBMM’nin açıldığı tarihte, kuva-yi millîyecileri yargılamak<br />

için Divan-ı Harp’ler kurulur. İki gün sonra, 25 Nisan’da) “İdam!<br />

İdam! M.Kemal cezasını bulacak!” (Nemrut Mustafa Paşa’nın<br />

başkanlığını yaptığı Harp Divanı, 11 Mayıs’ta M.Kemal’i idama<br />

mahkum eder)<br />

Ali Kemal’in oğlu büyükelçi Zeki Kuneralp’tir. Zeki Kuneralp<br />

babasının linç edilmesinden 20 yıl sonra Dışişleri Bakanlığı’na girdi,<br />

Türkiye’nin Bern, Londra ve Madrid büyükelçiliklerini yaptı. (Eşi<br />

1978’de ASALA tarafından Madrid’de öldürüldü.) (Ali Kemal’in torunu,<br />

Zeki Kuneralp’in oğlu, Selim Kuneralp de Türkiye’nin Stockholm<br />

Büyükelçiliğinden sonra Seul Büyükelçiliğini sürdürmektedir.)<br />

Ali Kemal, Hürriyet ve İtilaf Partisinin önde gelenlerinden biri<br />

idi. Bu parti 1911’de, İttihat ve Terakki iktidarını devirmek için kurulmuştu.<br />

İçinde din adamlarından, en keskin Batı yanlılarına kadar<br />

pek çok kişi vardı.<br />

Hürriyet ve İtilaf Partisi, 13 Ekim 1919 tarihinde hükûmete bir<br />

muhtıra vererek, Kuva-yı Millîye’nin “millî kuvvetler” değil, Kuvayı<br />

Bagiye yani, “asi kuvvetler” olduğunu vurgular ve buna göre önlem<br />

alınmasını ister. Hükûmet de, bu parti ile İngilizler’in desteğini<br />

arkasına alarak Millî Mücadele’ye karşı yerel ayaklanmalar çıkarır,<br />

çete hareketlerini destekler:<br />

Adapazarı Olayları (Ekim 1919), Şeyh Recep Olayı (18 Ekim<br />

1919), Birinci Anzavur Ahmet Ayaklanması (25 Ekim-30 Kasım<br />

1919), Birinci Bozkır Ayaklanması (27 Eylül-4 Ekim 1919), İkinci<br />

Bozkır Ayaklanması (20 Ekim-4 Kasım 1919)<br />

Ali Kemal, İçişleri Bakanı olduğu dönemde, <strong>Atatürk</strong>’ün


180<br />

HULKİ CEVİZOĞLU<br />

Samsun’a çıkışından 6 gün sonra (25 Mayıs’ta), Mustafa Kemal’in<br />

“cebren ve mahfuzen” geri gönderilmesi emrini verir.<br />

Ali Kemal ile Hürriyet ve İtilaf Partisi, 16 Mart’ta İstanbul’un<br />

işgaline de çok sevinir. Ancak bir üzüntüleri vardır: “Bu işgal bir<br />

önlem niteliğindedir ve gecikmiştir!...”<br />

Ali Kemal’in gazetesi Peyam-ı Sabah’da, Kuva-yı Millîye’ye<br />

karşı hükûmet bildirisi ve fetvalar yayınlanır. Bunlar İngiliz, Fransız<br />

ve Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya atılır. Bu fetva ve bildirilerde<br />

şöyle deniliyordu:<br />

“Padişahtan izinsiz olarak istilacılara karşı direnen millîyetçileri<br />

tek tek veya topluca öldürmek, din gereği ve görevidir. Bu uğurda<br />

ölenler şehit, öldürenler gazi sayılır.”<br />

BUGÜNKÜ ALİ KEMALLER<br />

Bugünkü Ali Kemallerin sayısı daha fazla. Bunlar AB ve ABD<br />

ile işbirliğinin “kayıtsız koşulsuz” savunucuları olarak ortaya çıkıyorlar:<br />

“Biz adam olmayız. Kendimizi yönetemeyiz. Kanunlar çıkaramayız.<br />

Kendi kendimize uygarlaşamayız. Ancak AB dayatması<br />

(sopası) ile bir şeyler yapabiliriz. İnsan hakları o zaman yürürlüğe<br />

girebilir.”<br />

Yabancıların “kanun zoruyla tarih yazma” komedisini destekleyerek,<br />

“Türkler’in 30 bin Kürt, 1, 5 milyon Ermeni’yi öldürdüğü”<br />

yalanını savunuyorlar. Bunları söyleyerek Avrupa’dan ödül almaya<br />

çalışıyorlar.<br />

<strong>Atatürk</strong> ve onun ilkelerinden vazgeçmemizi emreden AB’nin<br />

dümen suyunda, bata çıka ilerlemeye çalışıyorlar. <strong>Atatürk</strong>’ün Gençliğe<br />

Hitabesi’ndeki “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil<br />

kanda mevcuttur” sözlerine nispet olarak, “Türkler’in kanının kirli”<br />

olduğunu yazıyorlar!..<br />

Birlik ve beraberliğimizin simgelerinden Millî Marş’ımızı karalayarak,<br />

tam tersi propaganda yapıyorlar, “Millî Marş’ın sözleri<br />

bölücü” diyebiliyorlar!..<br />

Milyonların gözünün içine bakarak, televizyon canlı yayınlarında,<br />

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adı değişmelidir” diyerek, “Tür-


ESKİ VE YENİ ALİ KEMALLER 181<br />

kiye Silahlı Kuvvetleri” adını önerebiliyorlar!..<br />

Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün bile, “Terör örgütü<br />

AB vasıtasıyla isteklerini Türkiye’ye dikte ettiriyor” demek<br />

zorunda kaldığı 2005’deki Genel Değerlendirme toplantısındaki konuşmasına<br />

rağmen, PKK’nın siyasallaşmasını açıkça savunabiliyorlar!..<br />

“PKK terör örgütü değildir” diyen belediye başkanlarına;<br />

“Kürdistan’ın başkenti Diyarbakır’a geldim” diyen AB müfettişlerine,<br />

milletvekillerine;<br />

“Ermeni soykırımı yoktur, diyemezsiniz” diyen AB ülkelerine<br />

destek çıkıyor, açıkça savunuyorlar!..<br />

Terör örgütü başı Öcalan’ın affedilmesini isteyebiliyor, terörle<br />

mücadele etmek için çıkarılmak istenen yasaları engellemek için<br />

ise, ellerinden gelen propagandayı yapıyorlar!.. Avrupa Birliği fonlarından<br />

sürekli olarak besleniyorlar!..<br />

Oysa <strong>Atatürk</strong>: “Şunu bilmenizi isterim ki” diyordu;<br />

“Biz, emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş<br />

yavaş, sefil bir ölüme mahkum olmaktansa, babalarımızın oğlu<br />

sıfatı ile vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.”<br />

Türk Vatanını değil, başka vatanları seviyorlar; elden çıkması<br />

tehlikesine aldırmıyorlar. Oysa bakınız vatan şairimiz Namık<br />

Kemal ne diyor:<br />

“Vatan bize kılıcımızın ekmeğidir. Bir millet, vatanını sevmezse<br />

çok zaman geçmez, vatanını, vatan sevgisiyle dolu olan başka milletlerin<br />

istilası altında görür.”<br />

Bu topraklarda, Ali Kemallere karşı Mustafa Kemaller’in sayılamayacak<br />

kadar çok olduğuna ve dip dalgası olarak şahlanan bu<br />

yurtseverlerin, <strong>Atatürk</strong>’ün kurduğu Cumhuriyeti sonuna kadar<br />

yaşatacağına inanıyor, saygılar sunuyorum.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR<br />

NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

<strong>Atatürk</strong> Dönemi TBMM Tutanaklarının ve<br />

İlgili Diğer Belgelerin Analizi<br />

(23 Nisan 1920-10 Kasım 1938)<br />

Dr. Mustafa ÖZCAN<br />

Giriş<br />

Bu bildiride başta büyük <strong>Atatürk</strong> olmak üzere 1920-1938 arasında<br />

görev yapan Türk devlet ve siyaset adamlarının idealize edip<br />

yetiştirmek istediği genç tipinin nitelikleri açıklanacaktır. <strong>Araştırma</strong>nın<br />

ana kaynağı Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanaklarıdır. 23<br />

Nisan 1920’den 10 Kasım 1938’e kadar geçen 18 yıllık dönemde<br />

TBMM’de yapılan konuşmalar büyük boy 142 ciltte toplanmış olup,<br />

45892 sayfa tutmaktadır. Tutanakların tamamı taranarak ilgili bölümler<br />

bildiride kullanılmıştır. Tutanaklara ilaveten, hem <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

hem de diğer devlet ve siyaset adamlarının TBMM dışında yaptıkları<br />

konuşmalar ve basın açıklamaları da değerlendirilmiştir. Büyük<br />

asker, devlet ve fikir adamı <strong>Atatürk</strong>’ün ve onunla birlikte cumhuriyeti<br />

kuranların, Türk gençlerinin sahip olmasını istedikleri temel<br />

nitelikleri aşağıdaki başlıklar altında toplamak mümkündür:<br />

1. Vatansever, İdealist, ve Fedakâr Bir Gençlik<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> ve onun döneminde görev yapan devlet<br />

ve siyaset adamları, gençlerin vatanını ve milletini seven, ülkenin<br />

birliğini ve bağımsızlığını koruyacak, idealist ve fedakâr nesiller<br />

olarak yetiştirilmesini istemiştir. <strong>Atatürk</strong> bu kavramları vurguladığı<br />

ilk konuşmalarından birini 15 Temmuz 1921’de toplanan Maarif<br />

Kongresinde yapmış ve gençlerin sahip olmasını istediği nitelikleri


184<br />

şöyle açıklamıştır:<br />

MUSTAFA ÖZCAN<br />

Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa mevcudiyeti<br />

ile, hakkı ile, birliği ile tearuz eden [çatışan] bilumum yabancı<br />

anasırla mücadele lüzumunu ve efkârı millîyeyi [millî fikirleri]<br />

Kemali istiğrak ile her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârane<br />

müdafaa zarureti telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün kuvayı ruhiyesine<br />

bu evsaf [nitelikler] ve kabiliyetin zerki mühimdir. Daimi ve<br />

müthiş bir cidal şeklinde tebarüz eden hayatı akvamın [milletlerin]<br />

felsefesi, müstakil ve mesut kalmak isteyen her millet için bu evsafı<br />

Kemali şiddetle talep etmektedir. 1<br />

<strong>Atatürk</strong> Maarif Kongresindeki konuşmasında sözünü ettiği niteliklerin<br />

çocuklarımıza ve gençlerimize kazandırılmasına büyük<br />

önem vermekte, görecekleri eğitimin derecesi ne olursa olsun, onlara<br />

her şeyden önce Türkiye’yi ve millî benliklerini koruyacak bilgi ve<br />

bilincin kazandırılmasını istemektedir. 1 Mart 1922’de TBMM’de<br />

yaptığı konuşmada da aynı konuya temas ederek görüşlerini şöyle<br />

açıklar:<br />

Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri<br />

tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel<br />

Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, ananatı millîyesine düşman<br />

olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilel<br />

vaziyeti cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasırı<br />

ruhiye ile mücehhez olmayan fertlere ve bu mahiyette fertlerden mürekkep<br />

cemiyetlere hayat ve istiklal yoktur. 2<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre, gençlere en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin<br />

istiklaline, ve millî benliğine düşman unsurlarla mücadele etmeyi<br />

öğretmek gerekir. Bunu bilmeyen bireylerden oluşan bir topluma<br />

hayat ve istiklal hakkı yoktur. <strong>Atatürk</strong> eğitimin gücüne inanmakta<br />

ve eğitim yoluyla, vatansever, idealist ve yüksek karakterli bir gençlik<br />

yetiştirilmesini istemektedir. 3 Gençler aldıkları eğitimle “insanlık<br />

meziyetinin, vatan muhabbetinin ve fikir hürriyetinin” en değerli<br />

1 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü yay.,<br />

Ankara 1961, s. 17.<br />

2 a.g.e., cilt 1. s. 231.<br />

3 Bkz: Turhan Feyzioğlu, “<strong>Atatürk</strong> ve Gençlik, “, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, <strong>Atatürk</strong><br />

Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Yay., Ankara<br />

1992, s. 867-876.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ<br />

“timsali” olacaklardır. 4<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminin önemli bir devlet ve siyaset adamı olan İsmet<br />

İnönü de nasıl bir gençlik istediğini yaptığı konuşmalarda açıklamıştır.<br />

1 Ocak 1923’te, Birinci İnönü Zaferi’nin yıldönümü münasebetiyle<br />

yapılan bir toplantıda öğretmenlere hitap ederken, ulaşmak<br />

istediği sonucu elde etmeye karar vermiş bir insanın mutlaka başarılı<br />

olacağını ve gençlerin böyle yetiştirilmesi gerektiğini söyleyen İnönü,<br />

konuşmasını şöyle sürdürür:<br />

İnönü’de askerlere ‘gideceksiniz ve öleceksiniz, size hiç bir şey<br />

vaat etmiyoruz’ dedik. Biz daima mütehammil [tahammül eden] olduk.<br />

İnönü şehitleri kendilerinden sonra ne olacağını düşünmeden<br />

Ölmüşlerdir. Bu feragatınefs bir fıtri [yaratılıştan] istidattır. Bunu<br />

tenmiye ediniz [artırınız]. 5<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminde Başbakan olarak da devlete hizmet eden<br />

İnönü, gençliğin sahip olması gereken niteliklerden birisinin de<br />

“mefkûre [ülkü, ideal] kuvveti” olduğunu söylemiştir. Başbakan<br />

İnönü, “Siyasal Bilgiler Okulu”nun 4 Aralık 1932’de yaptığı bir toplantıda,<br />

kendilerini “son derece kuvvetlendiren ve ümitlendiren hususun”<br />

gençlerde gördüğü “mefkûre kuvveti” olduğunu ifade etmiştir.<br />

İnönü’ye göre, gençlerin memlekete hizmet için sahip oldukları<br />

“mefkure kuvveti, “ güçlükleri yenmek için sahip olunan kudretin<br />

büyük ve inandırıcı delilidir. Türkiye çok çalışmak ve başarılı olmak<br />

zorundadır. Bugüne kadar “dünyanın inanmadığı” işlerin başarılması<br />

milletimizin sahip olduğu “azim ve fedakârlıkla” olmuştur.<br />

“Mefkûre kuvvetine ve şuurlu çalışma”ya büyük önem verilmelidir.<br />

İnönü bu nitelikleri temsil eden bir örnek olarak gençliğe <strong>Atatürk</strong>’ü<br />

göstermektedir. <strong>Atatürk</strong> için, “bir evliya gibi sakin yaşamak için hiçbir<br />

eksiği yok iken” milleti için huzur ve refahını feda eden Gazi,<br />

Türk inkılâbının “canlı bir misali, ...bir remzidir” diyen İnönü, konuşmasını<br />

şöyle sürdürür:<br />

Cumhuriyet nesli, sağ bulundukça Gazi’nin hayatı etrafında,<br />

yarın gözünü kapadığı zaman ise, onun mefkuresi, onun mezarı et-<br />

4 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, Ön. ver., s. 182<br />

5 Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanları’nın<br />

[CBMEB] Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, cilt 1, s. 86-87. Türk<br />

İnkılap Tarihi Enstitüsü yay., Ankara 1946.<br />

185


186<br />

MUSTAFA ÖZCAN<br />

rafında bu memleketin en yüksek hislerini ve emellerini âtiye [geleceğe]<br />

nakledecektir. 6<br />

İnönü, Ankara Hukuk Fakültesinin 11 Kasım 1933’te düzenlediği<br />

diploma töreninde yaptığı konuşmasında da “fedakârlığın”<br />

önemini vurgulamıştır. İnönü’ye göre, hayatı ve inkılâbımızı kurtarmak<br />

için sahip olunacak niteliklerin başında “tahammül ve bilhassa<br />

fedakârlık” gelmektedir. Hayatta başarılı olmayı sağlayan bir çok<br />

nitelik vardır ama bunlar arasında “sabır, tahammül ve fedakârlık”<br />

çok önemlidir. 7<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminin en üst seviyedeki devlet adamları, Türk<br />

toplumunun cumhuriyeti kuran temsilcileri, her vesileyle, ülkesini<br />

ve milletini seven gençler yetiştirmenin önemini vurgulamışlardır.<br />

Millî Eğitim Bakanı, o zamanki adıyla “Maarif Vekili” Hamdullah<br />

Suphi, TBMM’de yaptığı bir konuşmada, çocukların eğitim yoluyla<br />

ailesine, geleneklerine, mazisine bağlanması gerektiğini, mezunları<br />

millete ve memlekete yabancılaşan okulların milletin kalbinde yer<br />

tutamayacağını söyler. Hamdullah Suphi’ye göre, okullarda “takip<br />

edilecek gaye” çocukları “kendi milletlerinin köküne irca etmektir.” 8<br />

“Maarif Vekili” Hamdullah Suphi, 18 Eylül 1925’te bakanlık binasının<br />

temel atma töreninde yaptığı konuşmada, o günkü “Türk nesli”ni,<br />

“kalbinde ve dimağında aşk ve zekâ namına ne kadar kudret varsa<br />

hepsini Türk vatanına hasretmeyi düşünmüş” bir nesil olarak nitelemektedir.<br />

Hamdullah Suphi bu konuşmasında, yeni yapılan binada<br />

hizmet verecek eğitimcilerden “Türk nesillerine, Türk vatanını mesut,<br />

hür ve muhterem kılacak” bir eğitim vermelerini ister. 9<br />

<strong>Atatürk</strong> dönemi eğitimcilerinden Maarif Vekili Mustafa Necati<br />

de ülkeye faydalı, fedakâr bir gençliğin yetiştirilmesi gerektiğini<br />

savunmuştur. Ona göre, Türk milletini ileri bir toplum haline getirebilmek<br />

için, kendilerine “vatanın mukadderatını” teslim edeceğimiz<br />

gençlerin “daha kudretli ve daha fedakâr” olması gerekir. 10 Maarif<br />

6 a.g.e., s. 108-111.<br />

7 a.g.e., s. 119.<br />

8 TBMM Zabıt Ceridesi, devre 1, sene 1, 10/2/1337(1921), cilt 8, s. 170.<br />

9 Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlan’nın [CBMEB]<br />

Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, cilt 1, ön. ver., s. 340<br />

10 a.g.e., s. 373.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ<br />

Vekili Mustafa Necati, çalışma arkadaşları olan eğitimcilerin, gençliği,<br />

“memleket ve millet için feyizkâr ve hayırkâr” olarak yetiştirmeye<br />

çalıştıklarını söylemiştir. 11<br />

Cumhuriyetin kurucusu olan devlet adamları ve aydınlar, yukarda<br />

verilen örneklerde de görüldüğü gibi, gençliğin “mefkûre” sahibi<br />

olarak yetiştirilmesini istemektedirler. Ergani Milletvekili Kazım<br />

Vehbi yaptığı bir konuşmada, dönemin Maarif Vekiline hitaben, tarih<br />

huzurunda soruyorum, “sen bu memleketin evladına bir mefkûre<br />

vermek için... ne yaptın? Tedrisat programlarını ne surette hazırlıyorsun?”<br />

diyerek, Millî Eğitim Bakanını sorgulamaktadır. 12<br />

İstanbul Milletvekili Kazım Karabekir, Maarif Vekâletinin 1925<br />

yılı bütçesi TBMM’de görüşülürken yaptığı bir konuşmada, bir millete<br />

mensup olan insanların birbirini sevecek ve destekleyecek şekilde<br />

yetiştirilmesi gerektiğini söylemiştir. Karabekir’e göre, milletin<br />

fertleri arasında sevgi uyandırmak, “kalbî bir muhabbet” meydana<br />

getirmek gerekir. Ona göre, bir ideal olarak, “Her millet şu düsturu<br />

kabul etmiştir: Bir fert bütün millet için, bütün millet bir fert için.<br />

Bunu böyle fiilen, kavlen her ferde zerk etmek lazım gelir.” 13<br />

İstanbul Milletvekillerinden Akçuraoğlu Yusuf da “ideal”in<br />

gençlik için önemli olduğuna inanmaktadır. TBMM’de yaptığı bir<br />

konuşmada, eğitim kurumlarında gençlere bir “ideal” verilmesini<br />

isteyen Akçuraoğlu, verilmesini istediği “ideal”in anlamını şöyle<br />

açıklar: “Feragati nefis, tesanüt ve şahsi menfaatin umumun menfaatine<br />

feda edilmesi, yekdiğerine muavenet edilmesi, umumi mesai ile<br />

meşgul olma ve küçük şahsi menfaatin ikinci planda bırakılması.” 14<br />

Akçuraoğlu’na göre bu ilkeler toplumların varlığı ve hayatı<br />

için “elzem esaslardır” ve gençler bu ideallere sahip olarak yetiştirilmelidir.<br />

O yıllarda, milletvekilliğinin yanı sıra “Ankara Hukuk<br />

Mektebi”nde de ders veren Akçuraoğlu Yusuf, aynı -konuşmada,<br />

orta ve yüksek öğretim gençliği için “ideallerin” önemli olduğunu<br />

belirttikten sonra, “gençlerde biraz ideal noksanı” gördüğünü söyler.<br />

Ona göre gençler “ferdiyetçilikle biraz fazla ileri gitmekte, “maddi<br />

11 TBMM Zabıt Ceridesi, devre 2, sene 4, 12/4/1927, cilt 31, s. 91<br />

12 a.g.e. devre 2, sene 1, 23/2/1340(1924), cilt 6, s. 264.<br />

13 a.g.e. devre 2, sene 2, 25/2/1341(1925), cilt 14, s. 305<br />

14 a.g.e. devre 3, sene 3, 18/5/1930, cilt 19, s. 108.<br />

187


188<br />

MUSTAFA ÖZCAN<br />

meselelerle” biraz fazla meşgul olmaktadırlar. Bu durum “cemiyetimiz<br />

için tehlike teşkil eder” diyerek endişelerini dile getiren Akçuraoğlu,<br />

Maarif Vekilinden bu konuda açıklama yapmasını ister. 15<br />

Akçuraoğlu Yusuf un TBMM’de yaptığı yukarda verilen konuşmasından<br />

sonra söz alan Maarif Vekili Cemal Hüsnü, Akçuraoğlu’nun<br />

söylediği konuların lise yönetmeliğinde hemen hemen aynen mevcut<br />

olduğunu, bir vatandaşa “muavenet, tesanüt” ve benzeri görevlerini<br />

öğretmenin okulların en önemli amacı olduğunu söyler. Ona göre,<br />

gençleri “şuurlu ve hayırlı vatandaşlar” olarak yetiştirmek Maarif<br />

Vekâletinin en önemli görevidir. 16<br />

İncelediğimiz dönemin Maarif Vekillerinden Esat Bey de 12<br />

Temmuz 1931’de, lise ve öğretmen okulu müdürlerine yaptığı bir<br />

konuşmada, eğitimde en önemli noktanın “cemiyetin menfaatlerinin<br />

fert menfaatlerinden üstün” olduğunun bilinmesi ve nesillerin<br />

bu bilinçle yetiştirilmesi olduğunu söyler. Esat Bey’e göre, ferdin<br />

topluma karşı vazifesi, kendinden ziyade mensup olduğu toplumu<br />

düşünmek, onun varlığını ve istiklalini korumaya, huzur ve refahını<br />

temine çalışmaktır. “Millî terbiyenin esası budur.” Diğer medeni<br />

memleketlerde olduğu gibi bizde de kültür dersleri vasıtasıyla öğrencilere<br />

“millîyet mefkûresi” kazandırılmalıdır. Bu şekilde yetişecek<br />

“Türk genci, milletine, memleketine ve Cumhuriyetine borçlu<br />

olduğu vazifeleri” daha iyi anlar ve yerine getirebilir. Öğretmenin<br />

görevi çocuklarımızı ve gençlerimizi, “kendilerinden ziyade millet,<br />

memleket ve Cumhuriyetimizin yüksek menfaatlerine” hizmet edebilecek<br />

şekilde yetiştirmektir. 17 Manisa Milletvekili Refik Şevket<br />

de 6 Haziran 1932’de TBMM’deki bir konuşmasında yeni yetişen<br />

nesilleri “Millîyetçi Türk” olarak niteleyerek, onları yetiştiren öğretmenlere<br />

teşekkür etmektedir. 18<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminde yukarda görüşlerinden örnekler verilenlerin<br />

dışında daha birçok devlet ve siyaset adamı da, gençlerin milletini<br />

ve ülkesini seven, fedakâr ve idealist insanlar olarak yetiştirilmesi-<br />

15 a.g.e., s. 108.<br />

16 a.g.e., s. 110.<br />

17 Cumhurbaşkanları. Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlan’nın<br />

TCBMEB1 Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, cilt 2, ön. ver., s. 51-<br />

52.<br />

18 TBMM Zabıt Ceridesi, devre 4, sene 1, 25/6/1932, cilt 9, s. 314.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ<br />

ni istemiştir. 19 Vatanseverliğin, idealizmin, ve fedakârlığın milletin<br />

bekası için ne kadar önemli olduğunu yaşayarak öğrenen Türk devlet<br />

ve siyaset adamları, bu vasıflara sahip nesiller yetiştirmeyi amaç<br />

olarak benimsemiş ve bunu bir devlet ve eğitim politikası hâline getirmişlerdir.<br />

Nitekim 1924 Anayasasında Türk Devleti’nin millîyetçi<br />

ve halkçı olduğu kabul edilmiş, 20 bu niteliklere sahip nesiller yetiştirmek<br />

Türk eğitiminin amaçlarından biri olarak eğitim politikasını<br />

belirleyen metinlerde yer almıştır. 21 Milletini ve vatanını seven, idealist<br />

ve fedakâr bir gençlik yetiştirmek, <strong>Atatürk</strong> döneminden sonra<br />

da Türk eğitiminin temel hedeflerinden biri olmaya devam etmiştir.*<br />

2. Öğrendiğini Uygulayabilen Bir Gençlik<br />

Büyük <strong>Atatürk</strong> ve onun döneminin devlet ve siyaset adamları<br />

Türk gençlerinin öğrendiklerini uygulayabilen, “ameli adamlar”<br />

olarak yetişmesini istemişlerdir. <strong>Atatürk</strong> 27 Ekim 1927’de yaptığı<br />

bir konuşmada “hayatı içtimaiyede bizzat ameli, müessir ve müsmir<br />

uzuvlar yetiştirmek” gerektiğini, ancak bu sayede iş adamlarına<br />

ve sanatkarlara sahip olunacağını söylemiştir. 22 Ona göre memleketi<br />

kurtarmaya çalışanlar, sahip olacakları bu niteliklerin yanısıra, mesleklerinde<br />

“birer namuskâr mütehassıs ve âlim” olmalıdırlar. 23 <strong>Atatürk</strong>,<br />

17 Şubat 1927’de İzmir İktisat Kongresini açış konuşmasında<br />

da aynı konunun önemini vurgulamış ve yetişen nesillere kazandı-<br />

19 Ağaoğlu Ahmet (Kars Milletvekili), TBMM Zabıt Ceridesi, devre 2, sene<br />

2, 26/2/1341(1925), cilt 14, s. 367; Abidin Özmen (Maarif Vekili), devre 5,<br />

Fevkalade İçtima, 25/5/1935, cilt 3, s. 257; Berç Türker (Afyon Milletvekili),<br />

devre 5, sene 1, 26/5/1936, cilt 11, s. 238<br />

20 Suna Kili ve A. Şerif Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Ankara 1985, s.<br />

111.<br />

21 Maarif Vekaleti, 1936 İlkokul Programı, s. 2; Milli Eğitim Bakanlığı, 1968<br />

İlkokul Programı. İstanbul 1968, s. 5. * Daha sonraki dönemlerde bu amacın<br />

eğitim politikasını belirleyen metinlerde daha ayrıntılı bir şekilde yer aldığı<br />

görülmektedir. 1973’te kabul edilen “Milli Eğitim Temel Kanunu”nda, Türk<br />

Milleti’nin bütün fertlerini toplumun “milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel<br />

değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini<br />

seven ve daima yüceltmeye çalışan” yurttaşlar olarak yetiştirmek Türk Milli<br />

Eğitimi’nin genel amacı olarak kabul edilmiştir (Bkz: Milli Eğitim Gençlik ve<br />

Spor Bakanlığı, Milli Eğitim Temel Kanunu. Ankara 1987, s. 5).<br />

22 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, ön. ver., s. 45.<br />

23 a.g.e., cilt 2, s. 43.<br />

189


190<br />

MUSTAFA ÖZCAN<br />

rılacak nitelikleri şöyle açıklamıştır: “Evlatlarımızı o suretle talim<br />

ve terbiye etmeliyiz, onlara o suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki,<br />

alemi ticaret, ziraat ve sanatta ve bütün bunların faaliyet sahalarında<br />

müsmir olsunlar, müessir olsunlar, faal olsunlar, amelî bir uzuv<br />

olsunlar.” 24 ‘<strong>Atatürk</strong>, 27 Temmuz 1924’te öğretmenlere yaptığı bir<br />

konuşmada da eğitim ve öğretimin kız ve erkek bütün çocuklar için<br />

“amelî” olması gerektiğini vurgulamıştır. 25 “Amelîlik, ” program,<br />

yöntem, amaç ve uygulama gibi boyutları olan bir kavramdır. <strong>Atatürk</strong>,<br />

1 Mart 1923’te TBMM’de yaptığı bir konuşmada “amelîlik”<br />

kavramının “yöntem” boyutunu vurgulayarak şöyle demiştir:<br />

“Terbiye ve tedriste takip edilecek usul, malumatı insan için fazla<br />

bir süs, bir vasıtai tahakküm yahut medeni bir zevkten ziyade,<br />

maddî hayatta muvaffak olmayı temin eden amelî ve kabili istimal<br />

bir cihaz hâline getirmektir. Maarif vekaletiniz bu esasa ehemmiyet<br />

vermektedir.” 26<br />

<strong>Atatürk</strong> bu sözleriyle eğitimde uygulanacak “usul, ” yani yöntemle<br />

ilgili bir ilkeye işaret etmektedir. Onun bu yaklaşımı, diğer<br />

devlet ve siyaset adamları tarafından da benimsenmiştir: Maarif Vekili<br />

Mustafa Necati TBMM’de yaptığı bir konuşmada, “efendiler...<br />

maarifimizin hedefi, büyük Reisicumhurumuzun en veciz, en beliğ<br />

bir surette 1339[1923]’da ifade ettiği şu yüksek düstur [ilke] ile gösterilebilir”<br />

dedikten sonra, <strong>Atatürk</strong>’ün yukarıda verdiğimiz sözlerini<br />

aynı şekilde tekrar etmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün “amelîlik”le ilgili yukarda verilen sözleri eğitimin<br />

her düzeyinde uyulması gereken yöntemle ilgili bir ilkeye işaret etmekle<br />

birlikte, hem <strong>Atatürk</strong> dönemi boyunca hem de daha sonra, eğitimin<br />

program ve amaç gibi diğer boyutları için de kullanılmıştır. 27<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu görüşü, incelediğimiz dönemin iktidar partisi olan<br />

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 ve 1935 yıllarında kabul edilen<br />

24 a.g.e., cilt 2, s. 111.<br />

25 a.g.e., cilt 2, s. 173.<br />

26 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 1, ön. ver., s. 298.<br />

27 Bakınız: Mustafa Rahmi, “Maarifte Gaye-1, “ Hâkimiyeti Milliye. 3 Mayıs<br />

1339/1923; Hâkimiyeti Milliye. “Yeni Türkiyenin Dördüncü Maarif Senesi,<br />

“ 8 Mart 1339/1923; Enver Behnan Şapolya, “<strong>Atatürk</strong> ve Maarif Misakı, “<br />

Türk Kültürü Eğitim Sayısı, Şubat 1966, sayı 40, s. 89; CHP Dördüncü<br />

Büyük Kurultayı Görüşmeleri Tutalgası. Ankara 1935, s. 68


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ<br />

parti programlarında hemen hemen aynı kelimelerle tekrar edilmiştir.<br />

28 Ayrıca <strong>Atatürk</strong> tarafından ilk Büyük Millet Meclisi’nde (BMM)<br />

kurulan “Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Grubu”na karşı, bir<br />

muhalefet grubu olarak kurulan “İkinci Müdafai Hukuk Grubu”nun<br />

programı ile, Kasım 1924’te kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet<br />

Fırkası”nın programında da eğitimde “amelîlik” ilkesi benimsenmiş<br />

ve önemi vurgulanmıştır. 29<br />

İstanbul Milletvekili Kazım Karabekir, Maarif Vekâletinin 1925<br />

yılı bütçesi mecliste görüşülürken yaptığı konuşmada, eğitimde çocuğun<br />

“merkez”e alınmasını ve hayata “amelî” olarak hazırlanmasını<br />

istemektedir. Karabekir’e göre, toplumu geliştirmek için, nesillerin<br />

sahip olması gereken niteliklerden birisi de becerikli olmaktır.<br />

Ona göre, eğer sağlıklı, “eli tamamıyla her işe yatkın, becerikli” ve<br />

her gördüğünü derhal gerçek diye kabul etmeyerek inceleyen “mektep<br />

mahsulünü halkın içine atarsak” milletin ve memleketin şekli<br />

kısa zamanda değişecektir. 30<br />

Kazım Karabekir’in eğitimle ilgili hemen her sorun hakkında<br />

görüş belirttiği meclisteki bu uzun konuşmasından sonra söz alanlardan<br />

Kars Milletvekili Ağaoğlu Ahmet, hem Karabekir’i eleştirir hem<br />

de kendi görüşlerini ortaya koyar. Ağaoğlu’na göre, Karabekir’in<br />

“vatan için amelî adamlar” yetiştirilmesi görüşü eğitimin önemli bir<br />

amacıdır. Maarif Vekâletinin bu “emeli” gerçekleştirmesi memleket<br />

için bir başarı olacaktır. Ağaoğlu, Karabekir’in “amelîlik” görüşüne<br />

katılmaktadır, ancak ona göre amelî adamlar yetiştirmek gayesi,<br />

yalnız amelî adamlar yetiştirmek noktası üzerinde yoğunlaşırsa, bu<br />

şekilde yetiştirilmiş insanlar büyük faydalar sağlayamaz. Ağaoğlu<br />

kendisinin bu konudaki görüşlerini de şöyle açıklamaktadır: “Amelî<br />

insanlar yetiştireceğiz fakat amelî insanların mefkûreleri, kalpleri ve<br />

hayatları beşerî mefkûre ile meşbu [dolu] olacaktır.” Ancak böyle<br />

yetiştirilen fertlerden toplum istifade edebilir, sadece amelî adam<br />

28 Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) Nizamnamesi ve Programı 1931. Ankara<br />

1931, s. 35; Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Programı 1935. Ankara 1935, s.<br />

16.<br />

29 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Programı. Ankara 1924, s. 15; Feridun<br />

Fikri (Dersim Milletvekili), TBMM Zabıt Ceridesi, devre 2, sene 2,<br />

5/3/1341(1925), cilt 15, s. 189.<br />

30 TBMM Zabıt Ceridesi, devre 2, sene 2, 25/2/1341(1925), cilt 14, s. 301-302.<br />

191


192<br />

MUSTAFA ÖZCAN<br />

yetiştirmek ise toplum için büyük tehlikedir. 31 Ağaoğlu’nun sözlerine<br />

“ben öyle demedim” diyerek söz alan Karabekir bu konudaki<br />

düşüncelerini tekrar şöyle açıklamıştır: “Bendeniz programda hayatı<br />

ameliyeye de mevki ve kıymet verilmesini ve bu suretle yalnız kafa<br />

şişirmeyerek okuduğunu tatbik edebilecek ve bu suretle memlekette<br />

iktisadî hayatı inkişaf ettirecek bir unsurun yetişmesini söyledim”<br />

demiştir. 32<br />

İstanbul Milletvekili Yusuf Akçora, Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi’nde yaptığı eğitimle ilgili bir konuşmada aynı konuya temas<br />

ederek, “hepimizin şikayet ettiği bir şey var, mekteplerimiz amelî<br />

adam yetiştirmiyor” dedikten sonra, yetiştirilecek gençlerin nasıl olması<br />

gerektiği konusundaki düşüncelerini açıklıyor. Akçora’ya göre,<br />

“amelî adam” yalnız mesleki öğretim kurumlarında yetişmez; sadece<br />

“çiftçi” veya “orman mektebi” açmakla bu iş olmaz. Genel orta<br />

öğretim kurumlarında da öğrenciler mezun olduktan sonra “iktisadî<br />

fayda” temin edecek şekilde yetiştirilmelidirler. Görüşlerini desteklemek<br />

için Rusya ve Avusturya’daki okullardan örnekler veren<br />

Akçora’ya göre, Türk okullarında “hayattan uzak” ve “gayrı amelî”<br />

bir eğitim verilmektedir. Eğitim kurumlarımızı öğrencileri hayata<br />

hazırlayacak, onlara “amelî hayat zihniyetini” kavratacak şekilde<br />

düzenlemek gerekir. 33<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminde yukarda görüşlerinden örnekler verilenler<br />

dışında daha bir çok devlet ve siyaset adamı, “amelî, “ yani öğrendiğini<br />

uygulayabilen gençler yetiştirmenin önemini vurgulamıştır. 34<br />

Öğrendiklerini uygulayabilen, “amelî nesiller” yetiştirme görüşü,<br />

o dönemde devletin eğitim politikasına da yansımış35 ve hükûmet<br />

31 TBMM Zabıt Ceridesi, devre 2, sene 2, 26/2/1341(1925), cilt 14, s. 367.<br />

32 a.g.e., s. 373<br />

33 a.g.e., s. 186-187.<br />

34 Hamdullah Suphi (Maarif Vekili), TBMM Zabıt Ceridesi, devre 1, sene 2,<br />

12/11/1337(1921), cilt 14, s. 199; Hamdullah Suphi (Maarif Vekili), a.g.e.,<br />

devre 2, sene 2, 5/3/1341(1925), cilt 15, s. 173; İhsan hamit (Ergani Milletvekili),<br />

a.g.e., devre 2, sene 2, 7/3/1341(1925), cilt 15, s. 201; Hikmet Bey<br />

(Maarif Vekili), Cumhurbaşkanları. Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının<br />

[CBMEB] Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, cilt 2, ön. ver.,<br />

s. 160; İsmet İnönü (Başbakan), a.g.e., cilt 1. ön. ver., s. 106.<br />

35 TBMM Zabıt Ceridesi, devre 1, sene 1, 9/5/1336(1920), cilt 1, s. 241.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ<br />

programlarında yer almıştır. 36 <strong>Atatürk</strong> dönemi Maarif Vekillerinden<br />

İsmail Safa, 8 Mart 1923 (1339) tarihinde yayınladığı bir bakanlık<br />

genelgesinde “Tedrisatın Gayeleri” (Öğretimin Amaçları) başlığı altında<br />

şöyle demektedir:<br />

Vekaletin tedrisat hususundaki gayesi, Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi Reisi Paşa Hazretleri’nin senei devriye münasebetiyle irat<br />

buyurdukları nutukta gösterilen hututu [ilkeleri] ihtiva eder. O hututun<br />

aynen muhafazası için nakl ve tekrara lüzum görüyorum: Müşarünileyh<br />

Hazretlerinin gayet muciz [öz] surette izah ettikleri gibi bu<br />

hususta tatbik edeceğimiz usul, malumatı insan için fazla bir süs, bir<br />

vasıtai tahakküm, yahut medenî bir zevkten ziyade, maddî hayatta<br />

muvaffak olmayı temin eden amelî ve kabili istimal bir cihaz hâline<br />

getirmektir. 37<br />

Maarif Vekâleti (Millî Eğitim Bakanlığı) tarafından hazırlanan<br />

program ve yönetmeliklerde de “amelî eğitim” kavramı, bir başka<br />

deyişle, öğrendiklerini uygulayarak hayatta başarılı olacak gençler<br />

yetiştirmenin önemi vurgulanmaktadır. Maarif Vekâleti tarafından<br />

hazırlanarak 1927’de yayınlanan ve orta öğretim kurumlarının<br />

amaçlarını belirleyen “Lise ve Orta Mektepler Talimatnamesi”nde<br />

şöyle denmektedir: “Orta mekteplerle liseler, talebesinin... Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin vatandaşı sıfatıyla millet hayatı içinde müsmir<br />

faaliyette bulunmasını... hedef ittihaz eder.” 38 <strong>Atatürk</strong> döneminin<br />

sonlarına doğru, yine Maarif Vekâleti tarafından hazırlanarak 1936<br />

<strong>yılında</strong> yayınlanan “İlkokul Programı”nda da, öğrencilerin bilgiyi<br />

uygulamasının ve hayatta başarı kazanmalarının önemi vurgulanmaktadır.<br />

Program, ilkokulun amaçlarından birisini şöyle ifade etmektedir:<br />

“İlkokul terbiye ve tedrisinde güdülen hedeflerden biri de<br />

bilgiyi, talebeye maddî hayatta muvaffakiyet elde ettiren bir vasıta<br />

haline getirmektir.” 39<br />

36 a.g.e., devre 2, sene 2, 27/11/1340(1924), cilt 10, s. 389; TC Başbakanlık,<br />

Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetleri (1923-1960), cilt 1, Ankara 1978, s. 8,<br />

45, 89.<br />

37 Maarif Vekaleti Mecmuası, sayı 1, 1 Mart 1341(1925), s. 52.<br />

38 Hasan Cicioğlu, Türkiye Cumhuriyeti’nde İlk ve Orta Öğretim, Ankara<br />

Üniv. DTCF yay, 1982, s. 160<br />

39 Maarif Vekaleti, İlkokul Müfredat Programı. İstanbul 1936, s. 2. İncele-<br />

193


194<br />

MUSTAFA ÖZCAN<br />

3. Yüksek Karakterli Bir Gençlik<br />

<strong>Atatürk</strong> ve onun döneminde görev yapan devlet ve siyaset<br />

adamları hem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hem de Meclis dışında<br />

yaptıkları konuşmalarda yeni yetişen nesillerin “yüksek seciyeli”<br />

(karakterli, erdemli) yetiştirilmesini istemişlerdir. <strong>Atatürk</strong> bu<br />

konudaki görüşlerini, 25 Temmuz 1924’te öğretmenlere yaptığı bir<br />

konuşmada şöyle açıklamaktadır: “Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen,<br />

bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli<br />

bu evsaf [nitelikler] ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir.” 40<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu sözleri diğer devlet ve siyaset adamları tarafından da<br />

aynen veya benzeri ifadelerle tekrarlanmıştır.<br />

Maarif Vekâleti 1924 yılı bütçesi Mecliste görüşülürken söz alan<br />

Karahisarısahip milletvekili Kamil Efendi, eğitimin vatan evladına<br />

“iyi bir irade, ” “yüksek ve sağlam bir seciye vermek” demek olduğunu<br />

söylemiştir. Ona göre, eğitimin amacı vatan evladını “iyi iradeli”<br />

ve “yüksek seciyeli” olarak yetiştirmek olmalıdır. 41 Aynı oturumda<br />

söz alan Maarif Vekili Vasıf Bey de takip ettikleri maarif siyasetinde<br />

“seciyeyi!, iradeyi, ahlakı fazileti en ulvî, en müspet ve katî bir hedef<br />

olarak” kabul ve ilan ettiklerini söyledikten sonra konuşmasını şöyle<br />

sürdürür: “Elbette... milletin gençliğine yüksek bir terbiye ve yüksek<br />

bir irade vereceğiz. Bu bizim hedefimizdir.” 42 Başbakanı İsmet İnönü<br />

8 Temmuz 1929’da “Ankara Hukuk Mektebi”nin öğrencilerine<br />

yaptığı bir konuşmada bilgili ve erdemli olmanın önemini vurgular.<br />

Hayatta başarılı olmak için hatırıma gelen “bir iki sırrı” size söylemek<br />

istiyorum diyen İnönü, konuşmasını şöyle sürdürür:<br />

Bir defa vazifeseverlik tavsiye ederim. Vazifeseverlik ilk andan<br />

itibaren kanaat ve tahammül yükler. Vazifeseverlik ilk anda teveccüh<br />

eden vazifeyi sevmek demektir. Sevmek buradan başlar. Ondan son-<br />

diğimiz dönemde sık sık kulandan “seciye” kelimesi günümüz Türkçesinde<br />

pek kullanılmamaktadır. <strong>Atatürk</strong> dönemi aydınlarının “karakter, “ “ahlak, “<br />

“dürüstlük, “ gibi kavramları anlatmak için kullandığı “seciye” kelimesi “karakter”<br />

ve “erdem” sözcükleriyle sadeleştirilmiştir.<br />

40 <strong>Atatürk</strong>ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, ön.ver.. s. 172.<br />

41 TBMM Zabıt Ceridesi, devre 2, sene 2, 17/4/1340(1924), cilt 8 ve 8/1, s. 814<br />

42 a.g.e., s. 823.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ<br />

ra muvaffakiyet ve sebat gelir. Hayatta muvaffakiyetin başı kanaatte<br />

ve tahammüldedir. Kanaatkâr olmak lazımdır. Müşkülat karşısında<br />

tahammül etmek, dişini sıkmak lazımdır. İnsanoğlunun kabiliyetinin<br />

derecesi ve hududu keşfolunmamıştır. Size hayatınızda bir de<br />

liyakat hırsı tavsiye ederim. Serbest hayatınızda olsun, resmî hayatınızda<br />

olsun kabiliyetinizi artırmak, ilminizi artırmak için göstereceğiniz<br />

gayret, girdiğiniz meslekte en yüksek dereceye varmak için<br />

göstereceğiniz hırstır ki, herhangi bir cemiyeti en yüksek cemiyetler<br />

sırasına çıkaracak tılsım meyanındadır. Size bir de bütün bu söylediklerimden<br />

belki daha mühim olmak üzere seciye, istikamet tavsiye<br />

ederim. Asla seciye ve istikametten dönmeyiniz. İlimsiz hiçbir şey<br />

olmaz. Fakat ilimle de, eğer seciye sağlam değilse bir netice kazanılmaz,<br />

korkulur ki ilim zararlı olmasın. 43<br />

Maarif Vekili Esat Bey 3 Ocak 1921’de yaptığı bir konuşmada,<br />

gençliği nasıl yetiştireceklerine ilişkin görüşlerini şöyle açıklamıştır:<br />

“Gazi Hazretleri ‘Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli<br />

ve yüksek seciyeli muhafızlar ister’ buyurmuşlardır. Bu muhafızlar<br />

münevver gençlikten başka bir şey değildir. Gençlerimizi<br />

ve çocuklarımızı bu beş esasta yetiştireceğiz.” 44 Esat Bey Mecliste<br />

yaptığı bir konuşmada da gençliğin ahlaki değerlere sahip olarak yetiştirilmesini<br />

istemiştir. 45 Kütahya milletvekili Cevdet Bey, Maarif<br />

Vekili Hamdullah Suphi ve Kastomonu milletvekili Halit Bey de,<br />

gençliğin “ahlâklı” ve “seciyeli” olarak yetiştirilmesi gerektiğini savunan<br />

konuşmalar yapmışlardır. 46<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün 47 ve onunla birlikte Cumhuriyeti kuranların çok<br />

önem verdiği yüksek karakterli (erdemli) bir gençlik yetiştirmek<br />

ideali devletin eğitim politikası olarak da benimsenmiştir. Büyük<br />

43 Cumhurbaşkanları. Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının [CBMEB]<br />

Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, cilt 1, ön. ver., s. 102-104.<br />

44 a.g.e., cilt 2, ön. ver., s. 43.<br />

45 Zabıt Ceridesi, devre 2, sene 2, 25/6/1932, cilt 9, s. 325.<br />

46 Cevdet Bey (Kütahya Milletvekili), TBMM Zabıt Ceridesi, devre 1, sene 1,<br />

4/12/1336(1920), cilt 6, s./8; Hamdullah Suphi (Maarif Vekili), TBMM Zabıt<br />

Ceridesi, devre 2, sene 2, 7/3/1341(1925), cilt 15, s. 203; Halit Bey (Kastomonu<br />

vekili), TBMM Zabıt Ceridesi, devre 2, sene 3, 20/3/1926, cilt 23, s.<br />

266<br />

47 Bkz: Turhan Feyzioğlu, “<strong>Atatürk</strong> ve Milli Eğitim”, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, <strong>Atatürk</strong><br />

Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yay., Ankara 1992, s. 673-693.<br />

195


196<br />

MUSTAFA ÖZCAN<br />

Millet Meclisi’nde okunan ilk “İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu)<br />

Programı”nda gençlere “teşebbüs kudreti” ve “nefse itimad”<br />

gibi “seciyeler” (erdemler) kazandırılacağından söz edilmektedir. 48<br />

Maarif Vekili Vehbi Bey 20 Kasım 1921’de yayınladığı bir genelgede,<br />

gençliğin “sarsılmaz bir seciye ve ahlâk” ile donatılacağını<br />

söylemektedir. 49 Başbakan Celal Bayar da 8 Kasım 1937’de Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi’nde okuduğu hükûmet programında, nasıl<br />

bir gençlik yetiştireceklerini şöyle açıklamaktadır: “Büyük gaye,<br />

Türk vatandaşını fikir ve düşünce itibariyle kuvvetli, vücut itibariyle<br />

kuvvetli ve tam sıhhatli, seciyeli, gürbüz, güzel insan olarak<br />

yetiştirmektir.” 50 Yüksek karakterli bir gençlik yetiştirmek görüşü,<br />

eğitimin amaçlarından birisi olarak, <strong>Atatürk</strong> Dönemi’nde yayınlanan<br />

ilk ve ortaöğretim program ve yönetmeliklerinde de yer almıştır. 51<br />

4. İnkılapları Yaşatacak Bir Gençlik<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminin ilk yıllarını oluşturan 1920-23 arasında, devlet<br />

ve toplum hayatında bazı yenilikler yapılmış olmakla birlikte,<br />

büyük inkılaplar Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştirilmiştir.<br />

29 Ekim 1923’te, o zamanın anayasası olan “Teşkilatı Esasiye<br />

Kanunu”na “Türkiye devletinin şekli hükûmeti Cumhuriyettir” maddesi<br />

eklenerek Cumhuriyet ilan edilmiş, 1924’de yapılan değişiklikle<br />

Türkiye devletinin “Cumhuriyetçi, Millîyetçi, Halkçı, Devletçi,<br />

Laik, ve Inkılapçı” olduğu kabul edilmiş, sonraki yıllarda da hemen<br />

her alanda köklü yenilikler yapılmıştır. 52<br />

Başta büyük <strong>Atatürk</strong> olmak üzere, Türk devlet ve siyaset adamları<br />

gençlerin yapılan inkılapları yaşatacak şekilde yetiştirilmesini<br />

ve eğitim sisteminin buna göre düzenlenmesini istemişlerdir. <strong>Atatürk</strong><br />

1924’te Dumlupınar’da yaptığı bir konuşmada bu konudaki görüşünü<br />

şöyle dile getirmiştir. “Ey yükselen yeni nesil, istikbal sizin-<br />

48 TBMM Zabıt Ceridesi, devre 1, sene 1, 9/5/1336(1920), cilt 1, s. 241-242.<br />

49 Ayni, devre 1, sene 3, 14/8/1338(1922), cilt 22, s. 203.<br />

50 Cumhurbaşkanları. Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle<br />

İlgili Söylev ve Demeçleri. cilt 1, ön. ver., s. 134.<br />

51 Maarif Vekaleti İlkokul Müfredat Programı. İstanbul 1936, s. 2; Maarif<br />

Vekaleti İlk ve Orta Mektepler Talimatnamesi. İstanbul 1927, s. 1.<br />

52 Suna Kili ve A. Şerif Gözübüyük, Ön. Ver., s. 103-111.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ<br />

dir, Cumhuriyeti biz tesis ettik, onu ila ve idame edecek sizsiniz.” 53<br />

<strong>Atatürk</strong> 1927’de Cumhuriyet ‘Halk Partisi Kurultayında okuduğu<br />

tarihi “Nutuk”ta da “Türkiye Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve<br />

müdafaa” etmek görevini gençliğe vermiştir. 54<br />

Maarif Vekili Mustafa Necati 1926’da İstanbul’da Darülfünun’da<br />

(üniversite) yaptığı bir konuşmada, gençleri “yeni hayatımızın icaplarına<br />

göre hazırlamak borcumuzdur” dedikten sonra konuşmasını<br />

şöyle sürdürür: Okullarımızı öyle düzenlemeliyiz ki, “çocuklarımızın<br />

çok yüksek fedakarlıklarımızın çiçeği olan inkılabı gayesine<br />

eriştireceklerinden şüphe etmeyelim ve müsterih olalım. Vekâlet bu<br />

hedefe varmak azmi katisindedir.” 55 Mustafa Necati 1927’de Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada da gayelerinin<br />

“inkılâbın prensiplerine âşık bir nesil yaratmak” olduğunu söylemiştir.<br />

56<br />

<strong>Atatürk</strong> dönemi devlet ve siyaset adamları, eğitiminin amaçlarından<br />

birisinin Türkiye Cumhuriyetini ve inkılapları yaşatacak<br />

nesiller yetiştirmek olduğu konusunda görüş birliği içindedirler.<br />

Dersim milletvekili Feridun Fikri bir konuşmasında şöyle demektedir:<br />

“Malumu alileri, maarifimizin bugünkü halinde istihdaf ettiği<br />

[amaçladığı] o büyük ruh, memlekette Cumhuriyet gayesini, Cumhuriyet<br />

mefkuresini [ülküsünü] yaşatmaktır.” 57 Manisa milletvekili<br />

Refik Şevket ise “millîyetçi, halkçı, cumhuriyetçi, inkılapçı ve laik<br />

bir idealin tahakkuku için yegâne müessesenin” Maarif Vekâleti olduğunu<br />

söylemiştir. 58 Elaziz milletvekili Fazıl Ahmet Meclis”te yaptığı<br />

konuşmalarda, yeniliklere açık, “inkılapçı, laik ve demokrat” bir<br />

gençlik yetiştirmek emelinde olduklarını ifade ederek, eğitimin bu<br />

amacı gerçekleştirmek için çalışması gerektiğini vurgulamıştır. 59<br />

53 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, ön. ver., s. 182.<br />

54 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Türk Teyyare Cemiyeti Yay., Ankara 1927, s.<br />

532<br />

55 Cumhurbaşkanları. Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanları’nın Milli<br />

Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, cilt 1, ön. ver., s. 373.<br />

56 TBMM Zabıt Ceridesi, devre 2, sene 4, 12/4/1927.<br />

57 a.g.e. devre 2, sene 2, 26/2/1341 [1925], cilt 14, s. 362.<br />

58 a.g.e. devre 4, sene 1, 25/6/1932, cilt 9, s. 312.<br />

59 a.g.e. devre 4, sene 1, 25/6/1932, cilt 9, s. 319; a.g.e., devre 4, sene 2,<br />

17/5/1933, cilt 15, s. 142.<br />

197


198<br />

MUSTAFA ÖZCAN<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminin “inkılapları yaşatacak nesiller yetiştirmek”<br />

görüşü o dönemde devletin eğitim politikasına da yansımış<br />

ve resmî metinlerde yer’ almıştır. Maarif Vekili İsmail Safa tarafından<br />

Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra ilan edilen “Maarif<br />

Misakı”nın [Eğitim Yemini] esaslarından birisi, “millîyetçi, halkçı,<br />

inkılapçı, laik ve cumhuriyetçi vatandaşlar yetiştirmek”tir. 60 Bu<br />

amaç, ilk defa 1936 <strong>yılında</strong> kabul edilen- İlkokul Müfredat Programında<br />

“çocukları, kuvvetli cumhuriyetçi, millîyetçi, devletçi, laik,<br />

inkılapçı yurttaşlar olarak yetiştirmek” 61 şeklinde ifade edilmiştir.<br />

Yapılan yeniliklerin, en başta da Cumhuriyet’in yaşaması için eğitim<br />

sisteminin yapılan yenilikleri yaşatacak gençler yetiştirmek üzere<br />

düzenlenmesi gerekiyordu, bu dönemde de bu yapılmıştır.<br />

5. Çalışkan Bir Gençlik<br />

<strong>Atatürk</strong> ve onun döneminde görev yapan devlet ve siyaset adamlarının<br />

değer verdikleri vasıflardan birisi de çalışkanlıktır. <strong>Atatürk</strong><br />

Türk gençliğinin çalışkan olmasını, çalışmaktan zevk almasını istemiş,<br />

mutluluğun ancak çalışkanların hakkı olduğunu ifade etmiştir.<br />

Ona göre:<br />

Çalışmaksızın, fikrî gelişme ve ahlâkî olgunlaşma da mümkün<br />

değildir....Çalışmak, ilk sıkıntılara ve isteksizliklere üstün gelindikten<br />

sonra, en şiddetli bir zevktir....İnsan, çalıştığı işi, eli altında<br />

veya kafasının içindeki eserini, büyümekte ve yükselmekte gördüğü<br />

zaman ne büyük zevk duyar.... Bu zevk bütün zahmetleri... derhal<br />

unutturur. 62<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre, “Allah’ın milletimize yaratılıştan verdiği yetenekleri<br />

en üst derecede geliştirmek; memleketimize bağışladığı<br />

60 Enver B. Şapolya, “<strong>Atatürk</strong> ve Maarif Misakı, “ Türk Kültürü Eğitim Sayısı.<br />

Şubat 1966, Sayı 40, s. 87.<br />

61 Maarif Vekaleti, 1936 İlkokul Programı. İstanbul 1937, s. 2.<br />

62 A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün El Yazıları.<br />

Türk Tarih Kurumu yayını, 1969, s. 75-76 ve 533-535’den nakleden Turhan<br />

Feyzioğlu, “<strong>Atatürk</strong> ve Gençlik, “ <strong>Atatürk</strong> Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu<br />

yay., s. 873. Mustafa Özcan (1992). Updating National Identity: The Turkish<br />

Experience: Examples from the <strong>Atatürk</strong> Period (1920-1938). Presented<br />

at the 87* Annual Meeting of the American sociological Association. August<br />

20-24, Pittsburg, Pennsylvania, USA.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ<br />

bütün kuvvet ve servet kaynaklarından en iyi biçimde yararlanarak<br />

güçsüzlük sebeplerini ortadan kaldırmak için, bundan böyle, hiçbir<br />

fırsatı ve zamanı boşa harcamayarak, çalışmağa mecburuz.” 63<br />

<strong>Atatürk</strong> çeşitli vesilerle “çocuklarımıza ideal (ülkü) aşılanmasını<br />

ve onların çalışkan olmalarını istemiştir.” 64 <strong>Atatürk</strong>’ün ideali<br />

“ilkelerine bağlı, çalışkan ve vatansever bir gençlik” idi. 65 Ülkenin<br />

ancak böyle bir gençlikle kalkınabileceğini söyleyerek çalışkanlığın<br />

önemini vurgulamıştır: “Türkiye Cumhuriyeti’nin özellikle bugünkü<br />

gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum...Şunu<br />

söyleyeyim ki, çok zekisin!...Bu belli. Fakat zekânı unut!... Daima<br />

çalışkan ol!..” 66<br />

İzmit’te basın mensuplarıyla konuştuğu bir gün çalışkanlık konusuna<br />

değinen <strong>Atatürk</strong> bu konuda şunları söylemiştir: “Millî hedef<br />

belli olmuştur. Ona ulaşacak yolları bulmak zor değildir. Önemli<br />

olan, çetin olan, o yollar üzerinde çalışmaktır. Denebilir ki, hiçbir<br />

şeye muhtaç değiliz; yalnız tek bir şeye ihtiyacımız vardır: çalışkan<br />

olmak.” 67<br />

<strong>Atatürk</strong> gibi Başbakan İsmet İnönü de çalışkan bir gençlik istemektedir.<br />

5 Kasım 1926’da, “Ankara Hukuk Mektebi”nin diploma<br />

töreninde yaptığı konuşmada, “yeni devirlerin adamı” olacak öğrencilerde<br />

gördüğü “ümit, sebat ve gayret’ten memnun olduğunu söyler,<br />

İnönü’ye göre, “çok zeki, çok akıllı” olmak fazla önemli değildir. Bir<br />

insanın en önemli özelliği “ölünceye kadar yorulmaksızın çalışma<br />

kudret ve hevesine” sahip olmasıdır. “Zeki değil, çok çalışkan adam<br />

istiyoruz” diyen İnönü, “Hukuk Mektebi” hocalarından şu istekte<br />

63 Hakimivet-i Milliye gazetesine demeç (6 Aralık 1922). <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev<br />

ve Demeçleri. c.II, 2. baskı, Ankara, 1959, s. 46-47.<br />

64 Yahya Akyüz. “<strong>Atatürk</strong> ve Eğitim “, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, <strong>Atatürk</strong> Kültür, Dil<br />

ve Tarih Yüksek Kurumu, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Yay., Ankara 1992, s.<br />

712.<br />

65 Utkan Kocatürk, “<strong>Atatürk</strong>’te Gençlik Kavramı ve <strong>Atatürk</strong>çü Gençliğin Nitelikleri,<br />

“ <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, <strong>Atatürk</strong> Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,<br />

<strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Yay., Ankara 1992, s. 878.<br />

66 <strong>Atatürk</strong>çülük. Üçüncü Kitap. Ankara, 1983, s. 166-167’den nakleden Turhan<br />

Feyzioğlu, “<strong>Atatürk</strong> ve Gençlik, “ <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, <strong>Atatürk</strong> Kültür, Dil<br />

ve Tarih Yüksek Kurumu, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Yay., s. 874.<br />

67 İzmit Basın Toplantısı (16 Ocak 1923). <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri.<br />

c.II, 2.b., Ankara, 1959, s. 59.<br />

199


200<br />

MUSTAFA ÖZCAN<br />

bulunur: “Muhterem profesörler... tahsil hayatında bu gençlerden isteyecekleri<br />

mesaiye hudut tasavvur etmesinler, insafsız olsunlar....<br />

Bu nesil çok esaslı hazırlanmağa muhtaçtır. Çalıştırmalısınız, çok<br />

istemelisiniz, çok insafsız ve kıyıcı olmalısınız.” 68 İnönü bu isteğinin<br />

gerekçesini açıklarken, gençleri amansız hayat mücadelesine hazırlamak<br />

gerektiğini söylemiştir.<br />

Sonuç<br />

Büyük <strong>Atatürk</strong> ve onun döneminde görev yapan devlet ve siyaset<br />

adamlarının gençlikle ilgili görüşleri analiz edilince ortaya Türk<br />

milletinin yaşadığı tarihî tecrübeye göre şekillenmiş, tamamen yerli<br />

ve millî bir gençlik tipi çıkmaktadır. Türk milleti dünyanın hem çok<br />

güzel hem de siyasi, kültürel, ve ekonomik açıdan çok önemli bir<br />

parçasını vatan olarak seçmiştir. Tarih gösteriyor ki bu vatanda hür<br />

ve bağımsız yaşamanın bedeli çok yüksektir ve o bedeli, Türk ulusu<br />

defalarca ve kahramanca ödemiştir. Bu bedelin ne kadar yüksek olduğunu<br />

çok iyi bilen <strong>Atatürk</strong> ve onunla birlikte Cumhuriyeti kuranlar,<br />

Türk gençlerini bu topraklarda hür ve bağımsız olarak yaşayacak<br />

güçte yetiştirmek istemişlerdir. 69 Onlara göre, gençlere “en evvel ve<br />

her şeyden evvel, Türkiye’nin istiklaline” düşman unsurlarla mücadele<br />

etmeyi, vatana sahip olmayı öğretmek gerekmektedir. 70 Hayatın<br />

her anını cephedeymiş gibi yaşayan, “gideceksiniz ve öleceksiniz”<br />

dendiğinde vatan için ölmeye hazır, fedakâr nesillere ihtiyaç vardır.<br />

Türk gençleri aynı zamanda bilgili, öğrendiğini uygulayabilen, çalışkan,<br />

ve yüksek karakterli olmalıdır. 71 Bu topraklar üzerinde ancak<br />

böyle bir gençlik inkılapları yaşatır, Cumhuriyeti korur, ve milletin<br />

68 Cumhurbaşkanları. Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlan’nın [CBMEB]<br />

Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, cilt 1, ön. ver., s. 96-97<br />

69 Mustafa Özcan (1992). Updating National Identity: The Turkish Experience:<br />

Examples from the <strong>Atatürk</strong>.<br />

Period (1920-1938). Presented at the 87* Annual Meeting of the American<br />

sociological Association. August 20-24, Pittsburg, Pennsylvania, USA.<br />

70 Andrew Mango (2000). <strong>Atatürk</strong>: the Bibliographv of the Founder of <strong>Atatürk</strong>.<br />

New York: The Overlook Pres, p. 262.<br />

71 <strong>Atatürk</strong>’ün gençlik konusundaki görüşleri için ayrıca bkz: Utkan Kocatürk,<br />

<strong>Atatürk</strong>’te “Gençlik” Kavramı ve <strong>Atatürk</strong>çü Gençliğin Nitelikleri”, <strong>Atatürk</strong>çü<br />

Düşünce, <strong>Atatürk</strong> Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong><br />

Merkezi Yay., Ankara 1992, s. 877-880.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU?<br />

ATATÜRK DÖNEMİ TBMM TUTANAKLARININ VE İLGİLİ DİĞER BELGELERİN ANALİZİ<br />

bekasını sağlayabilir. 72 Türk gibi, <strong>Atatürk</strong> gibi düşünenlerin başka<br />

tür bir gençlik istemesi de mümkün değildir.<br />

Bu noktada sorulması gereken soru en evvel ve her şeyden evvel<br />

Türkiye’yi düşünen böyle bir gençliği kimin yetiştireceğidir. Geleneksel<br />

toplumda gençleri ana baba olarak, öğretmenler olarak biz<br />

eğitirdik. Şehirleşen, teknolojik olarak gelişmiş ve küreselleşen yeni<br />

toplumda durum değişti. Bizimle birlikte, televizyon, sinema, ve Internet<br />

gibi güçler de çocuklarımızı eğitiyor. Kim daha güçlüyse, kim<br />

daha iyi eğitiyorsa çocuklarımız onların istediği gibi düşünüyor. Çok<br />

geç olmadan, bu çocuklara ne olmuş, neler de söylüyorlar, yabancılar<br />

gibi düşünüyorlar deme noktasına gelmeden, eğitim kurumlarımızı<br />

Türk gibi, <strong>Atatürk</strong> gibi düşünen, onun gibi hisseden gençler yetiştirmek<br />

için hazırlamalıyız. <strong>Atatürk</strong>çülük, <strong>Atatürk</strong> gibi hissetmek<br />

ve <strong>Atatürk</strong> gibi düşünmekle mümkündür. 73<br />

72 Sadık Tural (2000). in the Track of the Learned. Ankara: <strong>Atatürk</strong> Culture<br />

Center pub., no: 235. A translation of Bilgelerin Yolunda (3 rd ed.) by Mustafa<br />

Özcan from Turkish into English.<br />

73 a.g.e. s. 82.<br />

201


TÜRK TARİHİ VE EVRENSEL<br />

AÇIDAN ATATÜRK’E BAKIŞ<br />

Prof. Dr. Abdurrahman ÇAYCI<br />

Sayın Başkan, Değerli Dinleyenlerim,<br />

Bildiri konusu, adından da anlaşılacağı gibi, iki temel açıdan ele<br />

alınacaktır.<br />

1- Türk Tarihi açısından<br />

2- Evrensel Açıdan<br />

Türk Tarihi açısından bakıldığında, Gazi Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yaşadığı dönemi olduğu kadar, kendinden sonraki dönemi<br />

de derinden etkilediği görülür. Şüphesiz ki Onun etkilerini yirmi<br />

dakikalık bir bildiriye sığdırmak mümkün değildir. Dolayısıyla konulana<br />

çizgileri ve belirgin özelllikleriyle ele alınacaktır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türk Tarihi bakımından en önemli özelliklerin birisi,<br />

1683 İkinci Viyana kuşatmasından bu yana, sürekli gerileyen<br />

ve 1918’lerde yeryüzünden silinme noktasına gelen son bağımsız<br />

Türk Devletini yok ol maktan kurtaran millî bir kahraman olmasıdır. 1<br />

Onun hizmetlerini yücel ten bu mücadelenin inanılmaz ölçüde zor<br />

koşullarda yürütülmesidir.<br />

Mondros Ateşkesi sonrası, anayurt dört bir yandan işgal edilmekte,<br />

vatan toprakları emperyalist güçlerce adeta yağmalanmaktadır.<br />

Karşıda Bi rinci Dünya Savaşı’nın mağrur galipleri olan süper<br />

devletler, eski tumtraklı deyimi ile Düvel-i Muazzama ve onların<br />

ihtiraslı uyduları vardır. “Bunlardan Yunanistan Batı’da Megali<br />

1 Daha fazla bilgi için bakınız: ÇAYCI, Abdurrahman: Gazi Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>, Milli Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi, Hayatı ve Eseri, Ankara<br />

2002, XIII-535 s.


204<br />

ABDURRAHMAN ÇAYCI<br />

İdea’yı hayata geçirmek, başka bir deyimle beş denizli iki kıt’alı<br />

Büyük Yunanistan’ı gerçekleştirmek, ayrıca Karadeniz kıyılarında,<br />

Samsun’dan Batum’a kadar uzanan bir coğ rafyada Rum-Pontus<br />

Devleti yaratma faaliyeti içindedir. Doğu’da Karadeniz’den İskenderun<br />

Körfezine kadar uzanan alanda, Büyük Ermenistan, Güneydoğu<br />

da ise Büyük Britanya’nın himayesinde Kürdistan Devleti yaratılmak<br />

isten mektedir. Boğazlar mıntıkası için uluslararası bir yönetim<br />

düşünülmektedir. Geride kalan Anadolu toprakları da, Üçlü Anlaşma<br />

gereği, üç büyük devletin savaş içinde yapmış oldukları gizli anlaşmalarla<br />

belirlenmiş etki alanları olarak kabul edilmiştir.<br />

Bu durum karşısında, iş başındaki hükûmet aciz ve çaresizdir.<br />

Halk yorgun, bitkin ve yoksuldur. Barış özlemi içindedir. Fakat toprağına<br />

bağlı ve gurur sahibidir. Yabancı egemenliği görmemiştir,<br />

istiklaline aşıktır. Buna mukabil, Osmanlı devlet adamlarının hiç<br />

birinde, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri olan süper devletler ve<br />

onların ihtiras lı uydularına karşı, mücadele fikri yoktur. 2 Kurtuluş<br />

için düşünülen sihirli formül şudur: Galip devletlerle mesele çıkarmamak,<br />

mümkün olduğunca uysal davranmak, onların aralarındaki<br />

rekabetten faydalanma yolları aramak, hatta kabilse büyük devletlerden<br />

birinin himaye sini sağlayarak ne kurtarılabilirse onu kurtarmaya<br />

çalışmaktır. Özellikle Padişah ve Sadrazam Damat Ferit Paşa<br />

ümitlerini İngiliz himayesine bağlamışlardır.Bir kısım aydınlar ise<br />

daha ehven-i şer görünen Amerika Bir leşik Devletleri’nin mandasının<br />

peşine düşmüşlerdir.<br />

İşte “Felaketin bir nehir gibi aktığı”, “Her şeyin zalim düşmanın<br />

merhametinden beklendiği bir ortamda’’, Mustafa Kemal korkusuzca<br />

ortaya atılmıştır. Boynunda İstanbul Hükûmeti’nin idam fermanı<br />

vardır. O bu ka ranlık ve umutsuz koşullarda, Millî Mücadele’yi yıkılmaz<br />

bir iradeyle örgütlemiş, yorgun ve bitkin Anadolu’yu ayağa<br />

kaldırmıştır. O bağımsız lık savaşını, “hak verilmez, alınır”, “bağımsızlığı<br />

için ölümü göze alan bir milletin yok edilmesi asla mümkün<br />

değildir” inancıyla yürütmüştür. 3 <strong>Atatürk</strong> gerçekçi tutumuyla, zaman,<br />

mekan ve imkân faktörlerini en iyi bir şekilde değerlendirerek,<br />

süper devletlerin nitelediği emperyalist güçleri kutsal Anadolu top-<br />

2 İNÖNÜ İsmet: Hatıralar, C II, s.272 v.d.<br />

3 <strong>Atatürk</strong>, Kemal: Nutuk, Ankara, 1989, s. 8 v.d.


TÜRK TARİHİ VE EVRENSEL AÇIDAN ATATÜRK’E BAKIŞ 205<br />

raklarında boğarak, son bağımsız Türk Devleti’ni yok olmaktan kurtaran<br />

millî bir kahramandır. Tek başına bu muhteşem özellik O’nun<br />

Türk Tarihinde vatan kurtaran bir kahraman olarak yer alması için<br />

yeterli değil midir?<br />

O’nun eserine devamlılık kazandıran özelliklerinden biri de<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gerçekçi bir devlet adamı olması, mümkün olan ile olmayanın<br />

sınırlarını isabetle kestirmesidir. Nitekim zafer kazanan ordular<br />

İzmir’i kurtardıktan sora, Boğazlara doğru coşku içinde akarken,<br />

zafer sarhoş luğuna kapılmamış, kariyerini Türklerle çıkacak bir çatışmaya<br />

bağlayan Birinci Dünya Savaşı’nın galibi İngiliz Başbakanı<br />

Lloyd George’un tah rikleri karşısında, hesaplı ölçülü tutumuyla,<br />

onun devrilmesine ve ik tidarı ebediyen kaybetmesine yol açmıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong> aynı tutumu barış masasında da uygular. Lozan’ da toprakla<br />

ilgili konularda ölçülü davranır, ama “Homojen bir vatan ve<br />

tam bağımsız bir devlet” konusunda titizlikle ısrar eder. Mütecanis<br />

bir vatan konusunu, sert bir nüfus mübadelesiyle çözümler. Böylece<br />

Müslüman olmayan azınlıklar konusu tarihe gömülmüş ve Anadolu<br />

homojen bir yapı kazanmış, yıllardan beri devam ede gelmekte olan<br />

Hıristiyan azınlıkları himaye etmek bahanesiyle yapılmakta olan dış<br />

müdahalelerin kapıları kapatılmıştır. Tam bağımsızlık konusunda<br />

ise, en büyük engel durumundaki kapitülasyonlar çetin tartışmalardan<br />

sonra kaldırılır. Barış masasındaki tutumu ve onun “Yurtta barış<br />

ve dünyada barış” ilkesine dayalı dış politikası, Türkiye Cumhuriyetine<br />

günümüz itibariyle seksen üç yıllık uzun bir barış dönemi<br />

kazandırmıştır. Tarihindeki bu en uzun barış süresi, Türkiye’ye kalkınmak,<br />

enerjisini halkın refah ve mutlulu ğunu sarfetmek, siyasal ve<br />

sosyal yapısını çağın gereklerine göre yeni den düzenleme imkânını<br />

vermiştir. Bugünün yetmiş üç küsur milyonluk Avrupa Birliği kapılarını<br />

zorlayan, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya ve Kafkaslar’da<br />

r<br />

etkin güç olmaya aday Türkiye Cumhuriyeti <strong>Atatürk</strong>’ün temellerini<br />

attığı seksen üç yıllık barış döneminin eseridir.<br />

Büyük bedeller ödenerek zafer kazanılmış, barış yapılmış, yeni<br />

devletin temelleri sağlam bir şekilde atılmıştır. Ancak devletin bir<br />

daha aynı duruma düşmemesi nasıl sağlanacaktır? Her haliyle çağın<br />

dışında kalan, çağdaş dünyadan kopmuş bir devletin, bu hassas<br />

coğrafyada mevcut yapısıyla varlığını sürdürmesi elbette mümkün


206<br />

ABDURRAHMAN ÇAYCI<br />

olamazdı. O hal de kurtuluş çaresi nasıl bulunacaktır? <strong>Atatürk</strong>’e<br />

göre bu durumun en et kin çaresi zamanın gereklerine her bakımdan<br />

ayak uydurmak, başka bir deyişle çağdaş medeniyetin bir ortağı<br />

olmak, hatta o seviyenin üstüne çıkmaktan geçmektedir. Fakat bu<br />

nasıl gerçekleşecektir? Çünkü bundan ön ce de çağa ayak uydurmak<br />

ve devleti yıkılmaktan kurtarmak için yapılan yenileşme gayretleri,<br />

1718’lerden itibaren bölük pörçük, 1840’dan itibaren daha sistematik<br />

olarak ele alınmıştır. Ancak yapılan yenilikler devletin patrimonyal<br />

yapısı muhafaza edilerek, sınırlı alanlarda yapılmış, “yapılanlar<br />

daima yetersiz kalmış”, “NEYİN NE KADAR” ve “NASIL ALINA-<br />

CAĞI” özellikle de “NEYİN ALINIP, NEYİN BIRAKILACAĞI”<br />

tartışmaları sürüp gitmiştir. Özet olarak geleneksel yapıyı muhafaza<br />

ederek çağa ayak uydurmanın mümkün olmadığı görülmüş, üstelik<br />

yapılan yeniliklerle toplumda bir kültür ve müessese ikileşmesi, hatta<br />

rekabeti oluşmuştur. <strong>Atatürk</strong> bu kördüğümü vatan kurtaran millî<br />

bir kahraman olmanın ve tam bağımsız bir devlet kurmanın verdiği<br />

sınırsız itibar ve güvenle kökünden çözümlemiştir. O’na göre çağdaşlaşmanın<br />

tek bir yolu vardır. O da çağa damgasını vuran çağdaş<br />

medeniyeti, bilimi, kültürü ve teknolojisi ile topyekün almaktır. Bunun<br />

için yapılacak iş bilim ve fenni rehber edinmektir. O, her işinde<br />

olduğu gibi, kesin kararını verdikten sonra bunu büyük bir enerji ve<br />

kararlılıkla uygular. On beş yıl gibi, kısa bir, zaman içinde köklü değişiklerle<br />

Türk toplumunu geniş ufuklara yönlendirir, böylece Türk<br />

Rönesansı’nın kapılarını açar.<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ülkesinin Batı’nın ruhsuz bir<br />

kopyası haline gelmesine karşıdır. O, herşeyden önce çağdaşlaşmanın<br />

millî değerlerle bezenmesi ve kendi öz değerlerinden kopmaması<br />

için ciddi önlemler almıştır. Bu maksatla Türk Tarih Kurumu,<br />

Türk Dil Kurumu oluş turulmuş, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi<br />

açılmış, çağdaş hukuku uygu lamak üzere Ankara Hukuk Mektebi<br />

;<br />

faaliyete geçirilmiştir. Ayrıca İstanbul Darülfünunu da çağdaş standartlara<br />

göre düzenlenerek İstanbul Üniver sitesi hayata geçirilmiştir.<br />

Halk ile yönetim arasında köprü görevi yapması ve halk kültürünü<br />

kaynağından incelemesi için bütün Türkiye sathına yayılmış olan<br />

halkevleri ve halk odaları coşku ile desteklen miştir Bütün bu faaliyetlerin<br />

sonucunda, iki yüz yıldan beri devam eden Batı’nın ezici<br />

üstünlüğünün halkta yarattığı kendine güvensizlik ve aşağılık duy-


TÜRK TARİHİ VE EVRENSEL AÇIDAN ATATÜRK’E BAKIŞ 207<br />

gusu giderilmiştir. <strong>Atatürk</strong>’ün süper devletleri ve onların uydularını<br />

“Mehmetçiğin süngüsü” ile dize getirmesi, yıllardan beri devam<br />

eden “Türk’ün makûs talihini” yenmesi, “Dünün hasta adamından<br />

zinde, gelecek vadeden yeni ve dinamik bir devlet yaratması” halkta<br />

kendine ve geleceğine güven duygularını harekete geçirmiş, inkılaplar<br />

“Ne mutlu Türküm diyene” ve “Bir Türk dünyaya bedeldir”<br />

coşkusu içinde yürütülmüştür. 4<br />

Çok kalın çizgiler halinde belirtilen bu unutulmaz hizmetle riyle<br />

<strong>Atatürk</strong> Türk Tarihi içinde, çığır açıcı ve kendinden sonrasını da derinden<br />

etkileyen seçkin bir yere sahiptir.<br />

2- Evrensel açıdan <strong>Atatürk</strong>’ün etkileri<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün olağanüstü başarıları, Türkiye ile sınırlı kalma mış<br />

Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya uzanan bir coğrafyada ve coşku ile<br />

izlenmiştir. O’nun “Ya istiklal ya ölüm” parolası ve “ Bağımsızlığı<br />

için ölmeyi göze alan bir millet asla başarısız olamaz” inancıyla yürüttüğü<br />

Millî Mücadele, esaret altında inleyen “Mazlum milletleri”<br />

derinden et kilemiş, Atlantik’ten Çin Denizi’ne kadar uzanan coğrafyada<br />

millî bağımsızlık hareketlerine ivme kazandırmıştır.<br />

Nitekim daha Anadolu topraklarının önemli bir kısmı işgal altında<br />

bulunurken, <strong>Atatürk</strong> Temmuz 1922’de, Millî Mücadele’nin<br />

mazlum milletler için ne ifade ettiğini şöyle açıklar: “Türkiye’nin<br />

mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa<br />

daha az kanla olur daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve mühim<br />

bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin,<br />

bütün şarkın davasıdır.”<br />

<strong>Atatürk</strong> daha 1930’lu yıllarda, sömürge halindeki toplumların<br />

yakın bir gelecekte, özgürlüğe kavuşacaklarını, adeta kehanet sayılabilecek<br />

şu sözlerle dile getirir: “Şarktan doğacak güneşe bakınız.<br />

Bu gün günün nasıl ağardığını görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin<br />

de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklâl ve hürriyetine kavuşacak<br />

çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz<br />

ki terakki ve refaha yönelik olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere<br />

4 ÇAYCI, Abdurrahman: “<strong>Atatürk</strong> ve Çağdaşlaşma” <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, Ankara,<br />

1992, s.641-658.


208<br />

ABDURRAHMAN ÇAYCI<br />

ve bütün mania lara rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen<br />

istikbale ula şacaklardır.Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden<br />

yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiç bir renk, din ve<br />

ırk farkı gözetmeyen yeni ahenk ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.”<br />

Esasen Millî Mücadele Afrika ve Asya’da yaşayan toplumlarda<br />

Doğu’nun Batı’ya karşı ayaklanması, Asya’nın Avrupa’ya, emperyalizme<br />

kafa tutması, baskı altında ezilen toplumlarda halkların<br />

sömürgeciliğe başkaldırısı olarak algılanmıştır.Bu etki Müslüman<br />

dünyasında ortak tarih, kültür ve coğrafyanın yarattığı bağlarla daha<br />

da güçlü hissedilmiş ve İslam’ın Batı’ya karşı kazandığı emsalsiz<br />

bir zafer olarak al gılanmıştır. Bu başarı Tunus’ta, Cezayir’de, Fas’ta,<br />

Mısır’da halk ara sında coşku ile karşılanmıştır.Suriye ve Filistin’de<br />

bazı şehirler Türk bayrakları ile donatılmış, camilerde dualar muzaffer<br />

Türk Ordusu için yapılmıştır. 5 Mustafa Kemal’in resimleri<br />

baş köşelere konulmuş, zaferi için şiirler kaleme alınmış, çocuklara<br />

onun adı verilmiştir. Bağımsızlık özlemi içinde olan İngiliz ve Fransız<br />

sömürgelerinde, yer yer “Yaşasın Türkiye, Yaşasın Mustafa Kemal”<br />

haykırışları semalara yük selmiştir. O artık sadece Türkiye’nin<br />

değil, İslam aleminin, hatta İslam olmayan esaret altındaki halkların<br />

kahramanıdır. O, Faslı Abdülkerim’in, Tunuslu Burgiba’nın, Mısırlı<br />

Enver Sedat’ın Endonezyalı Sükarno’nun, Pakistan’ın kurucusu<br />

Muhammet Ali Cinnah’ın olduğu kadar, Hintli Pandit Nehru’nun da<br />

derinden etkilendiği, hayranlık duyduğu bir millî bağımsızlık timsali<br />

olmuştur.<br />

Öyle ki <strong>Atatürk</strong>’ün İslam dünyasındaki popülaritesi, halifeliğin<br />

kaldırıl ması, devlet ve toplum hayatının laikleştirilmesi, latin harflerine<br />

geçiş, Medeni Kanunun kabulü gibi, radikal İslamcılara çok<br />

ters düşen uygulamalara ve sömürgecilerin olumsuz propagandalarına<br />

rağmen, devam etmiştir. Nitekim bir Mısır Dergisi’nin, dünyada<br />

yaşayan en büyük yurt severin kim olduğunu belirlemek için açtığı<br />

ankette, Mustafa Kemal Mısır millîyetçilerinin önünde ilk sırayı almıştır.<br />

Başka bir çarpıcı bir örnek Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde<br />

yaşanmıştır. Ülkelerinin bağımsızlığı için savaşan Cezayir<br />

savaşçılarının üzerinden Mustafa Kemal resimleri çıkmıştır.<br />

5 GÖKALP, İskender -GEORGEON, François: Kemalizm ve İslam Dünyası,<br />

İstanbul, 1990, s.11 v.d.


TÜRK TARİHİ VE EVRENSEL AÇIDAN ATATÜRK’E BAKIŞ 209<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün etkilerinin büyüklüğü, Onun üfulünün bütün dünyada<br />

uyan dırdığı yankılarda çok belirgin olarak görülür. Dünya medyası,<br />

resmi ve sivil şahıs ve kurumlar, Onun hizmetlerini çeşitli yönlerden<br />

dile geti rirler. Ama özellikle Asya ve Afrika’daki toplumlar,<br />

O’nun dünyaya veda etmesini, kendi kahramanlarının kaybı olarak<br />

algılamışlardır.<br />

Bazı ülkelerde, mesela Pakistan, Hindistan ve Bengaldeş’i kapsayan<br />

coğrafyada, O’nun üfulu bir matem ve bir yas havası içinde idrak<br />

edil miştir.Onların deyimi ile “Ankara Aslanı”, “Çağın en büyük<br />

kahramanı”, “Millîyetçiliğin gerçek ruhu”, “Asya’nın kurtarıcısı”,<br />

ve “Bütün Doğu’nun iftihar kaynağı” olan büyük Gazi için göz yaşları<br />

akıtılmıştır. 6<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün cenaze töreni, O’nun dünyada yarattığı etki ve<br />

saygınlı ğın çarpıcı bir göstergesi olmuştur. <strong>Atatürk</strong> sağlığında emperyalizme<br />

karşı millî bağımsızlık bayrağını dalgalandırmış, sömürgeciliği<br />

karşı savaşmış ezilen esir milletlerin yol göstericisi durumuna<br />

gelmişti. Ama millî ba ğımsızlık ve çağdaşlaşma önderinin<br />

tabutunun arkasında, dünyanın dört ta rafından gelen değişik ideolojileri<br />

temsil eden seçkin delegeler yer almışlardır. Bunlar arasında<br />

faşistler, demokratlar, naziler ve komünistler yan yana saygı yürüyüşüne<br />

katılmışlardır. 7<br />

Bir başka açıdan <strong>Atatürk</strong>’ün yönettiği Türk çağdaşlaşması,<br />

sadece millî bağımsızlık açısından değil, ama skolastik düşünce<br />

tarzına karşı akılcılığın, medeniyetçiliğin İslam alemindeki öncüsü<br />

olmak bakımından da etkili olmuştur. İran’da Rıza Şah Pehlevi,<br />

Afganistan’da Amanullah Han, Endonezya’da Ahmet Sükarno,<br />

Mısır’da Abdünnasır, Tunus’ta Habib Burgiba... farklı nüanslar içinde<br />

O’nu kendilerine örnek almışlardır.<br />

Üzerinde durulması gereken diğer bir hususta, Türk çağdaşlaşmasını<br />

değişik ve farklı kültür çevrelerinin çağa uyumları açısından<br />

6 Bu konularda değerli araştırmacı Büyükelçi Bilâl N. Şimşir’in arşivlere dayalı<br />

değerli eserleri vardır. Bakınız: Doğunun Kahramanı <strong>Atatürk</strong>, Ankara, 1999,<br />

s. 355-383.<br />

7 ÇAYCI, Abdurrahman, Gazi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Milli Bağımsızlık ve<br />

Çağdaşlaşma Önderi, Ankara, 2002, XIII-535s.


210<br />

ABDURRAHMAN ÇAYCI<br />

yol gösterici bir nitelik taşımasıdır. <strong>Atatürk</strong>’ün eseri, tarihi boyunca<br />

Batı kül türüne yabancı kalmış ve Hıristiyan olmayan toplumlar<br />

için, çağdaş medeni yete ulaşmanın canlı bir örneğini oluşturmuştur.<br />

Bazı Batılı ilim adamla rına göre, Türk çağdaşlaşması özellikle İkinci<br />

Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık kazanan ve o zamanlar Doğu-<br />

Batı kutuplu dünyada yer arıyan ülkeler için politik sistem olarak<br />

alternatif bir değer haline gelmiştir.<br />

Prof. Duverger’ye göre, bu özelliği ile <strong>Atatürk</strong> Yolu, Türkiye sınırlarını<br />

aşmış, kıt’alara malolarak evrensel bir nitelik kazanmıştır.<br />

Özetleyecek olursak <strong>Atatürk</strong> Yolu, sadece Türkiye için değil, fakat<br />

bağımsızlığını korumak isteyen, çağdaş medeniyeti benimsemenin<br />

bir ölüm kalım meselesi olduğu bilincine varan toplumlar için<br />

her bakımdan paha biçilmez ışıklı bir yol, evrensel bir değer haline<br />

gelmiştir.<br />

İlginize teşekkür eder, saygılar, sevgiler sunarım.


ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ<br />

Prof. Dr. Ramazan TOSUN*<br />

Azınlık tabiri insanlık tarihi kadar eskidir. Diğer bir ifadeyle;<br />

insanlar toplumlar halinde yaşamaya başladıktan beri, her toplumda<br />

azınlıklardan bahsedilmektedir. Azınlık tabirinin değişik tanımları<br />

yapılmıştır. Bu tanımlardan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür:<br />

Azınlık; Bir ülkede hâkim olan çoğunluktan soy, din, dil, kültür<br />

ve gelenek gibi hususlarda farklılık gösteren küçük topluluktur 1 .<br />

Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında üstünlüğünü kaybetmesi,<br />

XVIII. Yüzyılda önce Amerika, sonra da Fransa’daki gelişmeler,<br />

Osmanlı zimmîleri üzerinde etkili olmaya başlamıştır. “Çocuklarını<br />

Avrupa’da okutup Batı kültürüyle yetişmelerini sağlayan, askere<br />

gitmemelerinden ve dil bilmemelerinden kaynaklanan üstünlüklerini<br />

iyi kullanarak, Osmanlı ekonomisinde üstün bir yer elde eden<br />

zimmîler bağımsızlık isteği ile ayaklanmaya başladılar” 2 . İşte bu<br />

gelişmelerden itibaren Batılı devletler Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinde<br />

bu unsurları kullanmaya başlamışlardır. Diğer bir ifadeyle<br />

“Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmak için bir bahane bulan bu<br />

devletler, siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için bu toplulukları<br />

Osmanlı Devleti üzerinde bir baskı aracı olarak kullandılar” 3 .<br />

Rumlar, Osmanlı döneminde elde ettikleri hakları Bizans döne-<br />

* Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, S.Ü. <strong>Atatürk</strong> İlkeleri ve<br />

İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı-KONYA.<br />

1 Ali Güler, Osmanlı’dan Cumhuriyete Azınlıklar, TÜRKAR, Ankara 2003,<br />

s. 214-215<br />

2 Gülnihâl Bozkurt, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı<br />

Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu (1839-<br />

1914), 2. bas. TTK, Ankara 1996, s. 2<br />

3 Bozkurt, age, s. 40.


212<br />

RAMAZAN TOSUN<br />

minde dahi elde edememişlerdir. Fakat, “Rum Patrikhanesi ve kilise<br />

teşkilâtı kendilerine gösterilen bu tolerans ve insanlığa hiç de layık<br />

olmamıştır.Bilinen köken ve yetişme tarzları sebebiyle her zaman<br />

Türklük aleyhinde çalıştılar ve her fırsatta bu duygularını açığa<br />

vurdular” 4 . Rumlar, aynı zamanda ekonomik bakımdan da geniş<br />

hak ve imkanlara sahiptiler. Bunun sonucunda, “Rum köylüsü 19.<br />

yüzyıl başlarında Batı Avrupa köylüsünden çok daha refah içinde<br />

idi…Rum tüccar ve gemicilerinin durumu, Rum köylüsüne göre çok<br />

daha elverişli idi” 5 .<br />

Kısaca, Rum unsuru hem ekonomik, kültürel ve eğitim, hem de<br />

siyasi ve hukukî bakımdan çok iyi durumda olmasına rağmen, Sanayi<br />

İnkılâbı ile daha da güçlenen Avrupalı devletlerin Fransız İhtilâlinin<br />

yaydığı fikirleri kendi çıkarlarına uygun olarak kullanarak Osmanlı<br />

Devleti’ni “Şark Meselesi” çerçevesinde tasfiye etme politikalarında<br />

kullanılan baş aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum Yunan<br />

devletinin kurulmasıyla sona ermemiştir. Aynı davranışlar 1830’dan<br />

sonraki yıllarda bitmemiş, bilhassa Mütareke ve Millî Mücadele Dönemlerinde<br />

ihanet artarak devam etmiştir.<br />

Osmanlı idaresinde yaşayan Ermeniler de en az Rumlar kadar<br />

imkânlara sahip idiler. Buna rağmen Osmanlı Devleti’ni parçalama,<br />

Türk Milletini yok etme planlarında Ermeniler de rol almışlardır. Ermenilerin,<br />

19. yüzyılın son çeyreğinde ve I. Dünya Savaşı sırasında<br />

Türk Milletine yaptıkları herkesin malumudur.<br />

Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7. ve 24. maddeleri, başta İngiltere<br />

olmak üzere İtilâf Devletleri’nin ülkemizdeki gayr-i Müslim<br />

unsurları kullanarak Osmanlı topraklarında hedeflerine varmak için<br />

kasıtlı olarak konulmuştur. O günün şartlarında Osmanlı ülkesinde<br />

huzursuzluk çıkaran unsurlar gayr-i Müslimlerdir. Bu cesareti de<br />

İtilâf Devletleri’nden almaktaydılar. Ayrıca, gerek Mütareke, gerekse<br />

Millî Mücadele Dönemlerinde İtilâf devletleri ve onların yerli işbirlikçileri<br />

olan gayr-i Müslim unsurlar, Anadolu’da Hıristiyanların<br />

yok edilmeye çalışıldığı propagandasını yapmışlardır.<br />

İşte ülke bu şartlarla karşı karşıya olduğu tarihlerde, 19 Mayıs<br />

4 Yavuz Ercan, “Türk-Yunan İlişkilerinde Rum Patrikhanesi’nin Rolü”,<br />

Türk-Yunan İlişkileri, ATASE, Ankara 1986, s. 192.<br />

5 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. V, 4. bas. TTK, Ankara 1983, s. 107.


ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ 213<br />

1919 günü Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkar ve ülkenin içinde<br />

bulunduğu vaziyeti değerlendirirken, azınlıkların yıkıcı faaliyetlerine<br />

de temas eder. “Memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar<br />

gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye,<br />

devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar” 6 . Bu yıkıcı<br />

faaliyetlerin merkezinde Rum Patrikhanesi var. “İstanbul Rum Patrikhanesinde<br />

Mavri Mira adlı bir kurul oluşturulmuştur. Bunun başkanı<br />

Patrik vekili Droteos…<br />

Kurul doğrudan doğruya Venizelos’tan talimat alıyor. Rumların<br />

ve Yunan Hükûmetinin paraca yardımıyla pek büyük bir malvarlığına<br />

ulaşmıştır.<br />

Görevi, Osmanlı İllerinde çeteler oluşturmak ve yönetmek…<br />

İstanbul Patrikliği ve Yunan Konsolosluğu silah ve cephane<br />

deposu durumuna sokulmuştur.Kiliseler de tapınma yerinden çok<br />

askerî depolar gibi kullanılmaktadır.<br />

Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira Heyeti tarafından<br />

satın alınmıştır” 7 .<br />

Ayrıca, Karadeniz Bölgesinde de Pontus çetelerinin saldırıları<br />

devam etmekteydi. Mustafa Kemal Paşa, bölgedeki bu tehlike karşısında<br />

millî teşkilâtın kurulmasına karar vermiştir8 .<br />

Yine bu tarihlerde, İzmir’den sonra Manisa ve Aydın’ın da işgal<br />

edilmesi ve işgalcilere bölgedeki Rumların destek vermeleri karşısında<br />

gösterilen tepkileri yetersiz bulan Mustafa Kemal Paşa, 28<br />

Mayıs 1919 tarihinde valilere, Erzurum, Ankara ve Diyarbakır’daki<br />

Kolordu Komutanlıklarına, Konya’daki Ordu Müfettişliğine gönderdiği<br />

genelgede ; “Yurt bütünlüğümüzün korunması için, milletçe<br />

gösterilen tepkinin daha canlı ve sürekli olması gerekir…düzenlenen<br />

millî gösterilerde terbiye ağırbaşlılığın titizlikle korunması, Hıristiyan<br />

halka karşı saldırı, gösteri ve düşmanlık gibi tavır ve davranışlardan<br />

sakınılması zarurîdir” 9 , demektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın<br />

bu genelgesinden sonra mitingler daha yaygın yapılmaya başlamış-<br />

6 Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. I, Yay. Haz. Zeynep Korkmaz, Başbakanlık<br />

Basımevi, Ankara 1984, s.1.<br />

7 <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. III, Belge No : 1, s. 1.<br />

8 <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. I, s. 12.<br />

9 <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. I, s. 16.


214<br />

RAMAZAN TOSUN<br />

tır. Bunun üzerine İtilâf Devletleri ve onların yerli işbirlikçileri tepki<br />

göstermeye başlamışlardır. İtilâf Devletleri’nin amacı millî hareketi<br />

boğmak, bunların yerli işbirlikçileri ise İtilâf Devletleri başta olmak<br />

üzere dünya kamuoyunun dikkatini kendi üzerlerine çekerek, dış<br />

müdahaleye zemin hazırlamak idi. Mustafa Kemal Paşa bu tepkilere<br />

verdiği cevapta ; azınlıkların ve onların hamilerinin tedirgin olmaları<br />

için bir sebep olmadığını vurgulamıştır 10 .<br />

Mustafa Kemal Paşa, Amasya Genelgesinde karar altına alınan<br />

Sivas Kongresi’nden önce, Doğu Anadolu’da bir Ermeni, Karadeniz<br />

Bölgesinde de Rum Pontus Devleti kurulması tehlikesine karşı<br />

toplanan Erzurum Kongresi’ne katılmıştır. Kongreye başkan seçilen<br />

Mustafa Kemal Paşa, yaptığı açış konuşmasında azınlıklar ve<br />

faaliyetlerine de temas ederek, “Osmanlı uyruğundan olan Rum ve<br />

Ermeni azınlıklar gördükleri kışkırtma ve desteklerle millî namusumuzu<br />

yaralayacak taşkınlıklardan başlayarak sonunda, acı ve kanlı<br />

olaylara dönüşecek kadar küstâhça saldırılara koyuldular. Fakat<br />

derin bir acıyla söylemeliyiz ki, küstâhlıklar, sekiz aydır, birbiri ardı<br />

sıra iktidara geçen ve millî denetimden yoksun hükûmetlerin birbirinden<br />

daha kötü olarak gösterdikleri güçsüzlük, uyuşukluklardan,<br />

başkentte bazı basın organlarında görülen pek çirkin hırslardan ve<br />

millî vicdanı hiçe sayarak Kuva-yı Millîye’nin ihmal olunmasından<br />

dolayı gelişmiş ve yayılmıştır11 , denilmektedir.<br />

Kongre Kararları’nda da azınlıklar konusuna yer verilmiştir.<br />

Kongre Kararlarında; Her türlü işgal ve müdâhalenin Rumluk ve Ermenilik<br />

teşkili gayesine yönelik olduğu kabul edilecek ve hep birlikte<br />

karşı konulacaktır, ifadesinden sonra, “Hıristiyan azınlıklara siyasi<br />

hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak imtiyazlar verilemez” 12<br />

denilmektedir. Böylece, Erzurum Kongresi’nde Osmanlı Devleti’nin<br />

son döneminde en önemli problemlerden biri haline gelen azınlıkların<br />

imtiyazları konusu kesin bir dille reddedilmiştir. Erzurum<br />

Kongresi’nin kararları, Sivas Kongresi’nde mahallîlik arz eden ifadeler<br />

değiştirilerek kabul edilmiştir. Dolayısıyla, azınlıklar hakkındaki<br />

ifadeler de kabul edilmiştir. Böylece, diğer hususlarda oldu-<br />

10 <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. I, s. 18.<br />

11 <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. III, Belge No : 38, s. 18.<br />

12 <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. I, s. 46 ; Bekir Sıtkı Baykal, Erzurum Kongresi İle İlgili<br />

Belgeler, Türk Inkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara 1969, s. 24.


ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ 215<br />

ğu gibi, azınlıklar konusunda da Mustafa Kemal Paşa’nın fikirleri<br />

kongrece benimsenmiştir.<br />

Sivas Kongresi ile millî teşkilâtlar tek çatı altında toplanıp, Millî<br />

Mücadele ve Yeni Türk Devleti’nin temellerinin atılması hususlarında<br />

ciddi mesafe kat edilirken, İstanbul’dan Millî Mücadele aleyhine<br />

yoğun propagandalar yapılmaya devam ediliyordu. Sanki Millî Mücadele,<br />

ülkedeki azınlıklara karşı bir hareketmiş gibi propagandalar<br />

yapılıyordu. Bu durum üzerine Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nazırı<br />

vasıtasıyla, İstanbul Hükûmeti’nin dikkatini çekmiştir13 .<br />

Azınlıklar konusundaki hassasiyet, Sivas Kongresi’nden sonra<br />

Amasya’da İstanbul Hükûmeti Bahriye Nazırı Salih Paşa ile yapılan<br />

görüşmelerde de vurgulanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, ikinci protokolda<br />

Sivas Kongresi kararlarının tek tek tartışıldığını anlatırken,<br />

“bildirinin dördüncü maddesindeki, azınlıklara siyasi hâkimiyet<br />

ve sosyal dengemizi bozacak nitelikte imtiyazlar verilmesinin kabul<br />

edilmeyeceği konusundaki fıkra üzerinde önemle duruldu. Bu<br />

kaydın, bağımsızlığımızı fiilen sağlamak için, elde edilmesi zarurî<br />

bir istek olarak düşünülmesi ve bundan yapılacak en küçük bir<br />

fedakârlığın bağımsızlığımızı derinden zedeleyeceği öne sürüldü” 14<br />

ifadesini kullanmıştır. Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, azınlıkların<br />

eski imtiyazlarının devam etmesi veya yeni imtiyazlar verilmesi tam<br />

bağımsızlığımız ile yakından ilgilidir.<br />

Amasya’da görüşmeler devam ederken, başta Ali Kemâl ve Sait<br />

Molla olmak üzere İstanbul’da birtakım kişiler azınlıkları ve onların<br />

hamileri olan İtilâf Devletleri’ni Kuva-yı Millîye aleyhine kışkırtmaya<br />

devam etmişlerdir. Bu durum karşısında Mustafa Kemal Paşa,<br />

24 Ekim 1919 tarihinde çektiği telgraf ile Harbiye Nâzırı Cemal<br />

Paşa’yı uyararak, “İngilizler ile İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin, İtilâf<br />

ve Hürriyet ve Nigehbancıların, Hıristiyan azınlıklar ile işbirliği<br />

yaptıkları, Anadolu’ya birçok bozguncular göndererek millî teşkilâtı<br />

sakatlama” 15 niyetinde olduklarını belirtmiştir.<br />

Amasya Görüşmelerinden sonra Mustafa Kemal Paşa ve başkanı<br />

olduğu Heyet-i Temsiliye üyeleri Ankara’ya geçmişlerdir. Artık<br />

13 <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. I, s. 166.<br />

14 <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. I, s. 168.<br />

15 <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, C. II, s. 180.


216<br />

RAMAZAN TOSUN<br />

Millî Mücadele’nin merkezi Ankara’dır. Burada Misâk-ı Millî’nin<br />

ilk taslağı kaleme alınmıştır. Misâk-ı Millî, hem Millî Mücadele’nin,<br />

hem de kurulacak olan Yeni Türk Devleti’nin temel esaslarını ortaya<br />

koymuştur16 . Azınlıkların statüsü konusu Misâk-ı Millî’nin 5.<br />

maddesinde ; ülkemizdeki azınlıkların hukuku, komşu ülkelerdeki<br />

Müslüman ahalinin de aynı hukuktan faydalanmaları şartıyla teyit ve<br />

temin edilecektir, 17 şeklinde yer almıştır. “Öteden beri bu azınlıklar,<br />

Avrupalı Devletlerin Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmaları için<br />

uygun bir bahaneydi ve bundan dolayı da İtilâf Devletleri’nin Türkiye<br />

siyasetinin ana konularından biri, azınlıkların güvenliği idi” 18 .<br />

Azınlıklar konusunun Misâk-ı Millî’de bu şekilde yer almasıyla söz<br />

konusu devletlerin elindeki bu koz alınmıştır 19 .<br />

Nihayet, Yeni Türk Devleti’ni Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak<br />

bütün dünyaya tanıtan Lozan Barış Antlaşması’nda, ülkemizdeki<br />

azınlıkların statüsü, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya ayak bastığı<br />

günden beri ısrarla üzerinde durduğu esaslara göre belirlenmiştir.<br />

Mustafa Kemal Paşa’ya göre, esas olan Türk Milletinin bağımsızlığı<br />

ve tartışmasız hâkimiyetinin temin edilmesidir. Buna halel getirecek,<br />

zedeleyecek hiçbir tavizi kabul etmek mümkün değildir. Henüz Lozan<br />

Konferansı toplanmadan, Türkiye’nin Konferansta takip edeceği<br />

azınlıklar politikası belli olmuştur. Lozan’daki müzakerelerde takip<br />

edilecek esasları belirleyen Başbakanlık kararının 9. maddesinde ;<br />

“Ekalliyet: Esas Mübadeledir” 20 ifadesi yer almaktadır. Türkiye<br />

Lozan’da, Rumların mübadele edilmesi ve bununla beraber geçmişteki<br />

olumsuzlukların bir numaralı sorumlusu olan Patrikhaneyi de<br />

ülke dışına çıkarmak için gayret sarf etmiştir. Türkiye’nin bu gayretinin<br />

sebeplerini anlamak açısından yakın geçmişi hatırlamak gerekmektedir.<br />

Patrikhane, 19. yüzyılın başından itibaren millîyetçilik<br />

isyanlarındaki rolünün yanında, Mütareke ve Millî mücadele Dönemlerinde<br />

de ihanetlerine devam etmiştir. Patrik, “İzmir’in işgâlinden<br />

16 Ali Güler- Suat Akgül, <strong>Atatürk</strong> ve Türk İnkılâbı, Ankara 1998, s.274.<br />

17 <strong>Atatürk</strong>’ün Milli Dış Politikası, C. I, 2. bas. Kültür Bakanlığı Yayını, Eski-<br />

şehir, s.133.<br />

18 Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe Misâk- Milli’den Lozana’ Dış Politika,<br />

İstanbul 2002, s.181.<br />

19 Budak, age, s. 181.<br />

20 <strong>Atatürk</strong>’ün Milli Dış Politikası I, s. 497.


ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ 217<br />

altı gün önce, Osmanlı Rumlarının her türlü tebaalık sorumluluklarından<br />

muaf olduklarını ilan ederek maskesini tamamen çıkarmış;<br />

işgâl üzerine, Yunan ordularının Hıristiyanlık adına mukaddes cihâd<br />

yaptıkları ve Türkiye’deki Rumların Yunan ordusuna katılması için<br />

resmen beyânnâme yayınlamıştır” 21 . Patrikhânenin bu tür faaliyetleri<br />

Millî Mücadele süresince devam etmiştir. Patrikhâne sadece<br />

Batıda değil, Karadeniz Bölgesinde de bu tür faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır.<br />

Karadeniz Bölgesinde, “Pontus Cumhuriyeti” kurma peşinde<br />

olan Patrikhâne ve bölge Rumlarının oluşturdukları çetelerin<br />

reislerinin bizzat din adamları olduğu ortadadır. Batı’da Yunan işgâli<br />

ve Yunan-Rum ikilisinin utanç verici gaddarlıkları devam ederken,<br />

Karadeniz Bölgesinde de katliamlar başlatılmış ve Pontus devletinin<br />

kurulacağına kesin gözüyle bakılmıştır. “Hattâ Patrikhâne ‘Pontus<br />

Cumhuriyeti’ adıyla kurulacak ‘Yeni Yunanistan’ın’ sınırlarını belirleyen<br />

bir de harita bastırarak Anadolu’da bulunan bütün metropolitliklerine<br />

göndermiştir” 22 . Bu haritaya göre; Batum, Rize, Trabzon,<br />

Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, Kastamonu, Ankara, Yozgat, Sivas,<br />

Gümüşhâne, Tokat, Amasya ve Çorum Pontus devletinin sınırları<br />

içerisinde kalacaktır 23 . Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısaca<br />

Türk Milleti bir taraftan da bu tür ihanet faaliyetleriyle uğraşmak zorunda<br />

kalmıştır. Yakın tarihimizdeki bu acı tecrübelerin sonucudur ki<br />

Türkiye’de, başta Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> olmak üzere Türk Milletini<br />

temsil eden ve düşünen herkes Patrikhânenin ve onun güdümündeki<br />

unsurların yıkıcı faaliyetlerinin tekerrür etmemesi için gerekli<br />

tedbirlerin alınmasını düşünmekteydiler. Mustafa Kemal Paşa’nın<br />

20 Ocak 1923 tarihinde Hâkimiyet-i Millîye Gazetesi’nde yayınlanan<br />

beyânâtı, O’nun Patrikhâne ve geleceği konusundaki görüşünü<br />

net olarak ortaya koymaktadır:<br />

“Bir fesad ve hiyânet ocağı olan ve memleketimize nifak tohumları<br />

eken, uyuşmazlıklar yaratan, Hıristiyan hemşehrilerimizin<br />

huzur ve refâhı için de uğursuzluğa ve felakete sebep olan Rum<br />

Patrikhânesi’ni artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli<br />

teşkilâtı memleketimizde muhâfazaya bizi mecbûr etmek için ne<br />

21 Şahin, age, s. 225.<br />

22 Şahin, age, s. 238.<br />

23 Şahin, age, s. 238.


218<br />

RAMAZAN TOSUN<br />

gibi vesîle ve sebepler gösterilebilir?” 24 .<br />

Türk Heyetince Lozan’da Patrikhâne’nin İstanbul’da kalması,<br />

ama görevlerinin dini konularla sınırlandırılması kabul edilmiştir.<br />

Yine Lozan’da, azınlık ve yabancı devletlerin okullarının statüsü de<br />

belirlenmiştir. Azınlıklar, kendi dillerinde eğitim yapan okullarına<br />

sahip olacaklar, ancak başına buyruk olmayacaklar. Azınlık ve yabancı<br />

okulları ile ilgili diğer önemli bir düzenleme de Tevhid-i Tedrisat<br />

Kanunu ile yapılmıştır. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Kanunun<br />

1. maddesi ; “Türkiye dahilindeki bütün müessesât-ı ilmiye ve tedrisiye<br />

Maarif Vekâletine merbuttur” 25 ifadesiyle, ülkemizdeki bütün<br />

eğitim kurumlarını Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlamıştır. Böylece,<br />

bu okullar misyonerlik merkezi olmaktan çıkarılmıştır. Ayrıca, tarih<br />

ve coğrafya dersleri Türkçe olarak okutulacak ve okullar Millî Eğitim<br />

Bakanlığı’nca denetlenecektir 26 .<br />

Sonuç olarak ; yukarda da kısaca ifade edildiği gibi, Osmanlı<br />

Devleti’nin yaklaşık son iki yüz<strong>yılında</strong> Avrupalı devletler ve Rusya<br />

içişlerimize müdahalede ve istediklerini yaptırmada mütemadiyen<br />

içimizdeki gayr-i Müslim unsurları, bilhassa Rum ve Ermenileri<br />

kullanmışlardır. Bu durum Osmanlı’nın son yıllarında, özellikle de<br />

Mütareke döneminde Anadolu’daki Türk varlığını yok etmenin aracı<br />

haline dönüşmüştür.<br />

Bütün bu tarihî gerçekler göz önüne alındığında, <strong>Atatürk</strong>’ün ve<br />

dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin azınlıklarla ilgili görüş<br />

ve uygulamalarının ülkemizin ve milletimizin tam bağımsızlığı<br />

ile yakından ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü, azınlıkların<br />

Osmanlı dönemindeki imtiyazları ve bu imtiyazlar ile yabancı devletlerden<br />

aldıkları destekle ortaya koydukları tavırlar devam ettiği<br />

sürece Türkiye’nin tam bağımsızlığı tehdit altında olmaya devam<br />

edecektir.<br />

Ayrıca, <strong>Atatürk</strong>’ün azınlıklar politikasının dış Türklerle de ilgisi<br />

olduğu açıktır. Misâk-ı Millî’de, ülkemizdeki azınlıkların hukukunun,<br />

komşu ülkelerdeki Müslüman azınlığa da tanınması şartıyla<br />

24 Şahin, age, 263.<br />

25 Seçil Akgün, “Tevhid-i Tedrisat”, Cumhuriyet Döneminde Eğitim, Milli<br />

Eğitim Bakanlığı, İstanbul 1983, s. 46.<br />

26 Akgün, age, s. 47.


ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ 219<br />

kabul edileceği şeklindeki ifade, sınırlarımız dışında kalan Türklerin<br />

haklarını garantiye almayı hedeflemektedir.<br />

Kısaca, yakın tarihimizde yaşanılan sıkıntıların tekrarlanmaması<br />

için Lozan’daki ve iç mevzuatımızdaki düzenlemelere herkesin<br />

riayet etmesi gerekmektedir. Son yıllarda değişik vesilelerle Avrupalı<br />

Devletler ve ABD’nin ülkemizdeki azınlıklar konusundaki tavırlarına<br />

bakılacak olursa <strong>Atatürk</strong>’ün bu husustaki hassasiyeti daha iyi<br />

anlaşılacaktır.


ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK<br />

İŞBİRLİĞİNİN İLK ON BEŞ YILLIK BİRİKİMLERİ<br />

Bahtıgül KALAMBEKOVA*<br />

Doğumunun <strong>125.</strong> <strong>yılında</strong> <strong>Atatürk</strong>’ü anmak, yaşamak ve yaşatmak<br />

için tertip edilen uluslararası bilimlik toplantıda hem katılımcı,<br />

hem de konuşmacı sıfatıyla son derece değerli ve seçkin alimlerin<br />

arasında bulunmak bendeniz için büyük şeref ve onur verici bir olaydır.<br />

Bu fırsattan istifade ederek, şahsımda bir Kırgız evladının tanımaya<br />

ve keşfetmeye çalıştığı ve henüz öğrenebildiği kadarıyla<br />

benimsediği <strong>Atatürk</strong>’ün dünya tanımının günümüzün gerçeklerine<br />

yansımasından bahsetmeye çalışacağım.<br />

Her şeyden önce belirtmemiz gereken husus şudur ki, <strong>Atatürk</strong>,<br />

öğrenmek ve öğretmek, anlamak ve anlatmak, yaşamak ve yaşatmak<br />

için bitmek bilmeyen bir mühittir.<br />

Bu inançtan yola çıkarak, O’nun kendi hatıratlarından ve seslendirdiği<br />

düşüncelerinden oluşan Büyük Nutku Kırgız diline çevirmiş<br />

ve kitabı ana dilinde okuyan her yurttaşımın kendi <strong>Atatürk</strong>’ünü keşfetmesini<br />

sağlamak üzere ülkemin kamuoyuna sunmuştum.<br />

Böylesine anlamlı bir günde siz değerli katılımcılara Tanrı dağlarında<br />

asırlar boyu kendi varlığını koruyan ve sağlam tutmaya gayret<br />

eden Kırgız halkının <strong>Atatürk</strong>’ü benimsediğini ve ona sarılarak sahip<br />

çıktığını duyurmak beni son derece mutlu etmektedir. Hakikaten,<br />

bugün biz Kırgızlar, <strong>Atatürk</strong>’ün en büyük bulgusu ve eseri olan kardeş<br />

ve dost Türkiye Cumhuriyeti ile ikili ilişkilerde ve işbirliğinin<br />

çeşitli alanlarında ulaşabildiğimiz sonuçlardan fevkalade memnunuz<br />

ve Kırgız-Türk ilişkilerinin geleceğinin parlak olması için gerekeni<br />

* Kırgız Cumhuriyeti Tam ve Olağanüstü Elçisi, Kırgızistan Dışişleri Bakanlığı<br />

Danışmanı


222<br />

yapmaya da niyetliyiz.<br />

BAHTIGÜL KALAMBEKOVA<br />

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği içerisinde Yeni Dünya Düzeninin<br />

nasıl olabileceğine işaret eden gelişmeler daha şimdiden belirmeye<br />

başladığı görülmektedir. Dünyayı oldukça dramatik değişimler<br />

beklemekte olduğunu ve bunun temelinde ise yerküresi çapında<br />

varlığını belli eden çeşitli güçlerin hayata geçirmek istediği gelişmenin<br />

farklı paradigmalarının yer aldığını ileri suren araştırma sonuçları<br />

mevcuttur.<br />

Bilinen diğer bir gerçek ise, tıpkı 1990’ların başında olduğu gibi<br />

önümüzdeki 10-15 yıllık zaman dilimi içerisinde istikbalin anahatlarını<br />

belirlemek işinin ‘stratejik belirsizliğin’ hâkim olduğu bir ortamda<br />

yapılacağıdır. Çünkü, dünyanın gelişme sürecinin esas konularına<br />

ilişkin formalite icabı alınan tutumlar genel anlamda birbirine benzer<br />

ve aynı olmasına rağmen, mevcut sorunlara çözüm ararken çok<br />

farklı yaklaşımlar sergilenmektedir.<br />

Sürdürülebilir gelişmenin sağlanabilmesi için gerekli olan tüm<br />

kaynakların hızla azalması ve uluslararası rekabetin şiddetlenmesi,<br />

tabii olarak, dünya geleceğini yapısal anlamda olumsuz etkileyecektir.<br />

Bu durumda gelişen ülkelerin yapabileceği ve yapacakları tek<br />

bir şey, yeni ‘üçüncü dünya’ dediğimiz sahada bulunan ülkelerin insan<br />

ve doğal kaynaklarından yararlanabilmek için bölgesel istikrarın<br />

sağlanmasına destek olmaktır.<br />

Günümüzün gerçeklerini görmek, tanımlamak, uyum sağlamak<br />

ve gerekirse üstesinden gelmek ve önüne geçmek gibi gereksinimler,<br />

ülkelerin iç ve dış politikalarına yön vermektedir.<br />

Böyle bir durumda, ‘<strong>Atatürk</strong> olmasaydı dünya nasıl şekillenirdi’<br />

sorusunun ele alınması, ulusal egemenlik ve barış için işbirliği yönünden<br />

büyük anlam arz etmektedir. Bu sorunun cevabı çok çeşitli<br />

olabildiği gibi, tek ve net olmayabilir.<br />

Hakikaten, dünyanın her tarafında millî istiklal uğruna verilmiş<br />

olan tüm uğraşların en başarılı ve kalıcı sonuçlara ulaşanı da, Türk<br />

milletinin bağımsızlık mücadelesi olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti,<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün en büyük yapıtı olmanın yanı sıra çağdaş<br />

dünyada hakkettiği yere ve itibara sahip olan uluslararası ilişkilerde<br />

sözü geçen ülke haline gelmiştir.


ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK İŞBİRLİĞİNİN İLK ON BEŞ<br />

YILLIK BİRİKİMLERİ<br />

Böyle bir sonucun çok değerli millî yönü kadar, evrensel boyutu da<br />

tartışılmaz bir gerçektir. Bu bağlamda şöyle bir örneği hatırlatmadan<br />

geçemeyeceğim. Bilindiği üzere, bundan tam on beş yıl önce,<br />

UNESCO, üye 156 ülkenin oybirliği ile 1981 yılını ATATÜRK<br />

YILI ilan ederken, kararın gerekçesinde, <strong>Atatürk</strong>’ü şöyle<br />

tanımlamıştı: “Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba<br />

harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik<br />

ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı,<br />

dünya barışının öncüsü, insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı<br />

gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu...”.<br />

Buna bir şeyler eklemek kolay olmayabilir. Fakat, Kırgızlar<br />

<strong>Atatürk</strong>’ü, özellikle uluu jolbaşçı (büyük önder), körögöç (vizyon<br />

sahibi), mamleket negizdööçü (devlet kurucusu), mekençil (yurtsever),<br />

eldin uulu (millîyetçi, halksever), kemenger uyuşturguç (teşkilatçı),<br />

agartuuçu (muarrif), kızıl tildüü çeçen (öğretici hatip) diye tanımlıyorlar<br />

ve son derece hayranlık duyarken O’nu bir nevi evgemer<br />

(evliya) diye anlatırlar.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün istikbalde görmeyi arzu ettiği Türk birliğini düşünerek,<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yıl kutlamaları esnasında yaptığı<br />

şu konuşmadan müteessir olanların ve ümit bağlayanların sayısı<br />

her geçen yıl artmakta olduğunu da görüyoruz:<br />

‘Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir.<br />

Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarının ne olacağını<br />

hiç kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan<br />

İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde<br />

sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir<br />

dengeye ulaşır. O zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim,<br />

bu dostumuzun idaresinde dil bir, inanç bir, öz bir, kardeşlerimiz<br />

vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız... hazır olmak, yalnız o<br />

günü susup beklemek değildir, hazırlanmak lazımdır. Milletler buna<br />

nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil, bir köprüdür,<br />

inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Bugün biz kitlelerden<br />

dil bakımından, gelenek ve görenek bakımından ayrılmış, çok uzağa<br />

düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun<br />

hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekle-<br />

223


224<br />

BAHTIGÜL KALAMBEKOVA<br />

yemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamış gerekli... Tarih bağı kurmamız<br />

lazım, folklor bağı kurmamız lazım... Bunları kim yapacak? Elbette<br />

biz! Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri<br />

kuruluyor. Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya çalışıyoruz.<br />

Tarihimiz onlara yaklaştırmaya çalışıyoruz, ortak bir mazi yaratmak<br />

peşindeyiz. Bunlar açıktan yapılmaz, adı konarak yapılmaz, bunlar<br />

devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir’.<br />

Bu konuşmadan alıntılar, son on beş yıl esnasında çeşitli ortamlarda<br />

defalarca seslendirilmiştir ve neredeyse herkesin ezbere söyleyeceği<br />

kadar tekrarlanmıştır. Fakat, buna rağmen her defasında okuyarak<br />

anlayacağımız ve satırlar arasında özenle muhafaza edilmiş<br />

pek anlamlı ve uzak görüşlü mesajları bulabiliyoruz.<br />

Bu nedenle bizim nesil, Türk Millî Mücadelesinin uzak vadeli<br />

hedeflerinden olan Türk Dünyası birlik ve beraberliği anlayışını<br />

önemser ve <strong>Atatürk</strong>’ün ‘açıklanmaz, ama yaşanır’ diyen idealinin,<br />

sadece bir arman (yani hüsün bırakan bir hayal) olmadığına inanmak<br />

istemektedir.<br />

Dolayısı ile, Kırgızistanlıların dünya tanımında Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin önemli yeri vardır. İkili ilişkilerimiz, uluslararası<br />

hukuk, karşılıklı menfaatler, eşitlik ve dostluk ilkeleri bazında gelişmekte<br />

olduğu gibi, özel bir maneviyatı içermektedir. Çünkü, Kırgız-<br />

Türk işbirliği, Türk Dünyasının büyük ailesine ait olan iki kardeş<br />

milletin ortak tarihine, kültürüne, diline ve inancına dayanmaktadır.<br />

Türkiye Cumhuriyeti, Kırgızistan’ın bağımsızlığını 18 Aralık<br />

1991’de tanıyan ilk ülke oldu. Bundan tam altı gün sonra iki kardeş<br />

ülke arasında resmi diplomatik ilişkiler kurulmuştu. Hemen sonra<br />

karşılıklı olarak Bişkek’te Türkiye Sefareti ve Ankara’da Kırgızistan<br />

Sefareti açılarak, faaliyete geçirilmiştir. Böylece kadim tarihin<br />

vasiyeti ve sonra uzun dönem kesintiye uğramış olan bir kardeşlik<br />

ilişkilerinin yeniden canlandırılmasına yönelik etkili girişimlerin<br />

yapılması için temel atılmıştır. Üstelik, Kırgızistan’ın Ankara Büyükelçiliği,<br />

bizim ülkenin yurt dışında kurduğu ilk sefaret olmuştur<br />

ve bendeniz işbu misyonda iki defa görev yapmaktan da onur duymaktadır.<br />

Kırgızistan ve Türkiye arasındaki ikili işbirliğinin geçmişi, bugünü<br />

ve yarını için değişmez olan maneviyatını ve içeriğini kapsa-


ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK İŞBİRLİĞİNİN İLK ON BEŞ<br />

YILLIK BİRİKİMLERİ<br />

yan temel antlaşmalar, Ebedi dostluk ve ‘Kırgızistan ve Türkiye,<br />

21.yüzyıla elele beraber’ adlı ortak bildirilerdir.<br />

Ülkelerimiz arasındaki işbirliği son derece dinamik ve yapıcı bir<br />

şekilde gelişmekte olup, her alanda çok önemli hamleler atılmış ve<br />

sonuçlar elde edilmiştir. ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesine sadık<br />

kalmak üzere, dünyanın çeşitli ve güncel sorunlarına çözüm arayışlarında<br />

ortak yaklaşım ve tavırlar alınmaktadır.<br />

Ekonomi alanında 50’den fazla ikili antlaşmaya dayanan geniş<br />

kapsamlı ilişkiler gelişmektedir ve Türkiye, Kırgızistan’a yatırım<br />

yapan ikinci büyük ülke olarak yerini sağlam tutmaktadır.<br />

Eğitim, ilim-bilim, kültür alanında son derece verimli girişimler<br />

yapılmıştır. Atalarımızın bizlere emanet ettiği tarihi ve kültürel çok<br />

zengin manevi mirasları ve yanı sıra çağdaş dünyanın ilim-bilim,<br />

eğitim ve bilgi alanlarında ulaştığı birikimleri öğrenmek, her iki ülkenin<br />

yararına değerlendirmek için gereken altyapı oluşturulmaktadır.<br />

Kırgız-Türk Manas Üniversitesi ve T.C. Millî Eğitim Bakanlığının<br />

Kırgızistan’da faaliyet gösteren okulları, kaliteli eğitimin yanı<br />

sıra milletlerarası karşılıklı etkileşim için uygun bir ortam ve imkanlar<br />

yaratmakla beraber, gençlerimizin birbirini yakından tanıması,<br />

kardeş ülkelerin tarihi ve kültürel değerlerine aşina olması, dilini,<br />

geleneklerini, örf ve adetlerini, yaşam ve düşünce tarzlarını öğrenmesini<br />

ve saygı duymasını mümkün kılmaktadır.<br />

Son on beş yıl içerisinde 4 bine yakın öğrencilerimiz Türkiye’nin<br />

üniversitelerinde eğitim görme imkanına sahip olmuş ve mezun olan<br />

500 kadar gençlerimiz, Kırgızistan’ın çeşitli bölgelerinde istihdam<br />

etmektedirler. Aynı şekilde Kırgızistan’ın üniversitelerinde bine yakın<br />

Türkiyeli gençler eğitim görmektedirler.<br />

Dostluk ve kardeşliğin diğer bir güzel örneği ise, emsalsiz Manas<br />

destanının 1000. Yıldönümünün Kırgızistan’da olduğu gibi<br />

Türkiye’de de İnsaniyet Uygarlığına Türk Dünyasının katkısı olduğu<br />

bilinci ve gururu altında kutlanmış olmasıdır. Sonra ise Kırgız<br />

Devlet geleneğinin 2200. Yıldönümü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

80. Yıldönümü aynı coşku ve kıvanç içinde kutlandı.<br />

Bunun yanı sıra Türk Millî mücadelesinin uzak vadeli hede-<br />

225


226<br />

BAHTIGÜL KALAMBEKOVA<br />

fi olan Türk Dünyası birlik ve beraberliğinin oluşumu için birçok<br />

önemli girişimler yapılmıştır. Artık biz sevinç ve başarılarımız kadar,<br />

sorunlarımızı da paylaşabilir, destek ve yardım verecek kadar<br />

yakın olma imkanını yakalamış bulunuyoruz. İşte bu değil midir ki,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gönlünden geçen güzellikler!<br />

Fakat, Kırgızistan ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin ilk on<br />

beş yıllık birikimi, Dil, Tarih ve Kültür köprülerinin oluşmasına sağlam<br />

bir zemin teşkil edebiliyor mu? İmkanlar hedefe uygun şekilde<br />

değerlendirilebilmiş midir? Bu sorular cevap istediği kadar ileriye<br />

yönelik yapılacak daha çok işin olduğuna da işaret eder.<br />

Büyük Nutuk’un Kırgız diline çevrilerek, okuyucuların dikkat ve<br />

takdirine sunulmuş olduğunu, Orta Asya halklarında millî şuurunun<br />

güçlenmesine katkı sağladığı kadar aynı eserin Kazak, Çin ve Rus<br />

dillerine çevrilmesine de öncülük ettiğini tekrar belirtmektende<br />

memnuniyet duyarım. Tam iki yıl süren çevirme işinde ve akabinde<br />

kitabın baskısına kadar süren gene iki yıllık zaman dilimi, benim<br />

için son derece zevk ve gurur verici olmanın yanı sıra çeşitli zorluklarla<br />

dolu olduğunu da belirtmek istiyorum.<br />

İlk önce Türk dünyası seçkin bilim adamları ve uzmanlardan<br />

oluşan ekibin hazırlamış olduğu Türk Dili Lehçeleri Sözlüğünün<br />

bu tür çeviri işleri için yetersiz kaldığına bizzat şahit oldum. Nutku<br />

çevirirken Kırgız dilinin lehçelerini, Tatar, Özbek, Kazak ve Fars<br />

dillerini belli derecede bilmiş olmamın çok yararlı olduğunu söyleyebilirim.<br />

Adı geçen sözlükten başka sık sık başvurduğum Özbek,<br />

Tatar, Kazak, Tajik dilleri sözlükleri olduğunu belirtmeliyim ki, daha<br />

1992’de yapılmış olan çalışmanın her geçen gün gelişen ve karşılıklı<br />

etkileşim sonucunda zenginleşen münasebetlerimizi yansıtmaya ve<br />

gereksinimleri karşılamaya uygun bir şekilde tekrar gözden geçirilmesi<br />

ve gerekirse yeni bir proje yapılarak olgunlaştırılması gerekli<br />

diye düşünüyorum.<br />

Eşzamanlı olarak Kırgız - Türk ve diğer dillerde aynı anlamı<br />

veren ve telaffuz edilen kelimelerin sözlüğü yapılmalı kanaatindeyim.<br />

Çünkü bir Kırgız evladı olarak Kadri Karaosmanoğlu’nun,<br />

Güntekin’in ve Halide Edip Adıvar’ın eserlerini okurken, dipnotlarda<br />

verilen çağdaş Türkçe kelimelerin anlamına bakmadan daha rahat<br />

anlayabilir isem, demek ki ortak dil oluşumu sadece mümkün değil,


ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK İŞBİRLİĞİNİN İLK ON BEŞ<br />

YILLIK BİRİKİMLERİ<br />

pek kolay demektir. Benim özel değil sırf ilgimi çektiği için derlemeye<br />

çalıştığım sırada Kırgız ve Türk dillerinde en sık kullanılan<br />

aynı anlam ve telaffuzlu 200’den fazla kelime bulmuştum. Eğer orta<br />

halli bir vatandaşın tüm gereksinimlerini karşılayabilecek kelime<br />

hazinesi yaklaşık 400 kelime olduğunu dikkate alırsak, günlük hayatta<br />

karşı karşıya gelen iki kardeş milletin temsilcilerinin pek rahat<br />

anlaşabileceği bir dilin oluşmasına asrın projesi olarak bakmaya da<br />

gerek kalmayabilir.<br />

Daha neler yapılmalı ve yapılabilir? En önemlisi, 1990’ların<br />

başında kardeşlerin birbiriyle büyük buluşmasından kaynaklanan o<br />

coşku ve heyecanı sürekli canlı tutmak için elverişli olan tüm imkanlar<br />

hedefe uygun bir şekilde değerlendirilmelidir. Çağdaş dünya<br />

gidişatının özellikleri dikkatle incelenmeli, esas gayelere giden yolda<br />

akıllıca adapte edilmeli ve uyum sağlanmasına özen gösterilmeli.<br />

Halihazırda öne sürülen Büyük Avrasya Projesi ve Avrasya coğrafisine<br />

ilişkin üretilen diğer birçok Projeler, <strong>Atatürk</strong>’ün Avrasya anlayışına<br />

ne kadar uyar? Bu çok ciddi bir şekilde sorgulanmalı ve derinlemesine<br />

incelemeler, gerekirse kapsamlı araştırmalar yapılarak,<br />

Türk Dünyasının Yeni Dünya Düzeninin neresinde olacağına dair<br />

sağlam görüşlerin oluşmasına dikkat edilmelidir.<br />

Belirtilmesi gereken diğer bir husus, bahsedilen proje ve çalışmaların<br />

hazırlanması ve hayata geçirilmesi konusunda yetişkin uzmanların<br />

yanında genç araştırmacıların da aktif bir rol alması uygun<br />

olabilir. Ne yazık ki, geçen dönem esnasında dil, tarih, kültür alanlarında<br />

uzmanlaşan ve birkaç lehçe ve yabancı dillerde rahat çalışabilecek<br />

kadro oluşturulamadı. On beş yıl boyunca birçok toplantılarda<br />

katılımcı ve tebliğ sunucu olagelen değerli bilim adamlarımızın da<br />

ne Türk dilinde, ne Kırgız, Kazak, Azeri, Özbek ve Türkmen dillerinde<br />

rahat konuşabildiğine ve bilimlik makaleler yayımladığına pek<br />

az rastlanmaktadır.<br />

İşbu sempozyumun verdiği imkanlardan istifade ederek, Türk<br />

Dünyası kavramının içeriğini canlı ve anlamlı tutmak yönündeki<br />

bazı düşüncelerimizi paylaşmak istemiştik. Bunlar, işin sadece bir<br />

kısmıdır. Çünkü, <strong>Atatürk</strong>’ün büyüklüğü, yaptıklarından çok, yapabileceklerinde<br />

yatıyordu. Kim bilir, <strong>Atatürk</strong> hayatta olsaydı, 1990’ların<br />

Dünyası nasıl olurdu? Dost ve kardeş ülkelerin işbirliği ne kadar<br />

227


228<br />

BAHTIGÜL KALAMBEKOVA<br />

güçlü ve verimli olabilirdi? Türk Dünyasının her evladının kalbinde<br />

ve aklında <strong>Atatürk</strong>, yaşanmalı ve yaşatılmalıdır. Çünkü O, geçmiş<br />

değil, gelecektir. Ben buna Nutku çevirirken inanmıştım, şimdi<br />

ise kitabı her defa okuduğumda daha çok inanıyorum. <strong>Atatürk</strong>’ü,<br />

Anadolu’nun dışında yaşayanlar sadece okuyarak anlayabilirler.<br />

Türkiyelilerin avantajı ise onun yapıtlarının arasında yaşayarak, anlama<br />

imkanına sahip olmasıdır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün, ‘Bizim yaptıklarımız, hiç bir millete düşmanlık değildir.<br />

Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen<br />

dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız’ diyen<br />

sözlerine atıfta bulunarak daha etkin, daha büyük adımlar atmalıyız.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR<br />

Prof. Dr. Süleyman BEYOĞLU *<br />

Azınlık kavramı genel anlamıyla, içinde yaşanılan toplumda<br />

din, dil, soy veya kültürel farklılığın yanı sıra hâkim topluluğa oranla<br />

sayısal açıdan da az olma durumunu olarak anlaşılabilir. Azınlık<br />

kavramı literatürde XVI. Yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlamıştır.<br />

Azınlıkların tanınmasına paralel olarak yaşadıkları toplumda<br />

sosyo-ekonomik, hukuki, kültürel ve siyasal haklar verilmesi süreci<br />

gündeme getirmiştir. Batı’da daha önce herhangi bir azınlık kimliğinden<br />

veya haklarından bahsetmek mümkün olmadığı gibi, genel<br />

olarak azınlıklar yabancı, hatta düşman şeklinde anlaşıldı. 1 Azınlıkların<br />

bir ülke içindeki varlıkları ve bu varlıklarını devam ettirme istekleri<br />

doğal olarak beraberinde kültürel ve siyasal talepleri de ifade<br />

etmektedir. Bu durum özellikle ulus devlet ilkesi üzerine kurulmuş<br />

millî sınırlar içerisinde tek millet kabul eden anlayışlarla çatıştığı zaman<br />

ciddi problemler ortaya çıkartmaktadır. Mesela İslam kültüründe<br />

azınlık alanı sadece dinle belirlenen bir alandır. Başka bir yerde<br />

bu ırk veya dil olabilir. İslam kültürü içerisinde azınlıkların varlığı<br />

bir tehdit unsuru olmaktan öte bir vakıa olarak kabullenilmiş ve aynı<br />

çatı altında beraberce yaşamaya yönelik esaslar geliştirilmeye çalışılmıştır.<br />

2<br />

Osmanlı Devleti’nin kurucu unsuru Türklerdi. Ancak devletin<br />

fetihlerle genişlemesiyle beraber birçok din, dil ve ırklara mensup<br />

insan topluluklarının birlikte uyum ve karşılıklı anlayış içinde ya-<br />

* Marmara Üniversitesi Fen - Edebiyat Faküldesi Öğrenim Üyesi<br />

1 Azınlık kavramının ortaya çıkışı ve bu konudaki tartışmalar hakkında bkz.<br />

Levent Ürer, Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, İstanbul 2003, s. 1-112.<br />

2 Azmi Özcan, “Azınlıklar”, Günümüz Dünyasında Müslüman Azınlıklar, İstanbul<br />

1998. s.9-11.


230<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

şadığı bir imparatorluk oluştu. Bu imparatorlukta tebaa İslam hukuku<br />

ve Türk örfüne uygun olarak Müslüman ve gayrimüslim olarak<br />

ayrı ayrı statülerdeydi. Böylece farklı dini topluluklar aynı zamanda<br />

kendi dini ve kültürel farklılıklarını koruyabilme ve geliştirebilme<br />

imkânına da sahip olmuşlardı. Beraberce yaşamanın temininde<br />

asıl sorumluluk ve yük daha çok Müslümanların üzerine düşüyordu.<br />

Ülke güvenliğinin temini ve askerlik gibi daha çok fedakârlık<br />

gerektiren görevler onlara kalıyordu. Gayrimüslimler ise birtakım<br />

vergiler ödeyerek bu gibi sorumluluklardan kurtuluyorlardı ki, böyle<br />

bir paylaşım, bir ayırım olmaktan ziyade bir ayrıcalık durumuna<br />

dönüşüyordu. Çünkü idarî veya güvenlik gibi yükümlülükleri olmayan<br />

azınlıklar bütün enerjilerini ticaret, sanat ve eğitim gibi alanlara<br />

yoğunlaştırdılar. XIX. Yüzyılda azınlıklar konusu devletlerarası ilişkilerde<br />

bir koz olarak kullanılmış, herhangi bir ülkede yaşayan bir<br />

guruba duyulan yakınlık dolayısıyla bir devletin veya devletler topluluğunun<br />

bu gurubu koruması sorunu gündeme gelmiştir. Osmanlı<br />

Devleti’ndeki Katolikler Fransa, İtalya ve Avusturya; Protestanlar<br />

İngiltere, Almanya ve A.B.D; Ortodokslar da Rusya tarafından himaye<br />

ediliyorlardı. Osmanlı Devleti, bu yüzyılda etnik kimliklerin<br />

ön plana çıkmasına karşılık, Müslüman, gayrimüslim ayrımını ortadan<br />

kaldıran hukuki ve siyasal düzenlemeler yaptı. Böylece gecikmiş<br />

ve dünyadaki uluslaşma sürecine aykırı da olsa farklılıkları<br />

zenginlik sayan bir Osmanlı vatandaşlık anlayışı inşa etmeye çalıştı.<br />

Kapitülasyon ve uluslararası anlaşmalarla kazanmış oldukları ayrıcalıklarla<br />

gayrimüslimler Müslümanlara nazaran daha avantajlı konuma<br />

yükseldi. Nitekim onların bu avantajlı durumu giderek Müslümanlarla<br />

gayrimüslimlerin arasında uçurumlar oluşturdu ve nihayet<br />

devletin parçalanmasına ciddi katkılarda bulundu. Osmanlı Devleti,<br />

dağılışı ve yıkılışını durdurabilmek için siyasi, askerî ve sosyo-ekonomik<br />

önlemler almaya çalıştı. XIX. Yüzyıla gelindiğinde İmparatorluk<br />

bünyesinde yaşayan millîyetçilikle tanışmış azınlıklar, büyük<br />

devletlerin himaye ve kışkırtmalarıyla isyan etmişler ve bağımsızlıklarını<br />

kazanmışlardı. 3 XX. Yüzyılın başından itibaren de azınlık<br />

3 Osmanlı azınlıkları konusunda geniş bilgi için bkz. Justin Mcarthy, Müslü-


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 231<br />

kavramı yeni bir mahiyet kazanmış, artık konu bir azınlık sorunu<br />

olmaktan çok insan hakları boyutunda ele alınmaya başlanmıştır.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün Osmanlı Azınlıkları<br />

Hakkındaki Düşünceleri<br />

Osmanlı Devleti’nin büyük bir parçalanma sürecine girdiği XX.<br />

Yüzyılın başında genç bir subay olan Mustafa Kemal, devletin kötü<br />

gidişini durdurmak için yakın arkadaşı olan Ali Fuat Cebesoy’a 1907<br />

tarihinde düşüncelerini şöyle ifade etmişti4 :<br />

“ Nüfusunun yarısı Türk olmayan ve hâlbuki geniş bir saha işgal<br />

eden devletin bütün ağırlığı ve müdafaası Türk’ün omuzlarına<br />

yükletilmiş, Hıristiyan azınlıklar ise, yalnız kendi çıkarlarını sağlamakla<br />

kalmıyorlar, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için<br />

fırsatı kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı<br />

ayrı devletlerin sömürgeleri haline getirilecek, Türk’ten başka olan<br />

unsurlar, düşman devletlerin tarafını tutacaklar. Şu halde devlet gövdesinin<br />

çökmesiyle hâsıl olacak enkazın altında ezilip perişan olmak<br />

mı, yoksa çoğunluğu Türk olan millî bir sınıra çekilerek burasını<br />

savunmak aaha doğru ve hayırlı olacak? Ben, selâmeti ikinci fikrin<br />

tatbik edilmesinde görüyorum.”<br />

Mustafa Kemal bu sözleriyle ne kadar geniş bir uzak görüş sahibi<br />

olduğunu göstermektedir. Dünyanın ve Osmanlı Devleti’nin<br />

gidişatını yıllar önce görerek, ulus devletlerin ortaya çıktığı bir ortamda,<br />

Türk unsurunun yoğun olarak yaşadığı coğrafyada bir ulus<br />

devletin kurulmasını öngörmekteydi. Devlete yük olmaktan ve zarar<br />

vermekten başka bir faydası olmayan hoşnutsuz azınlıklara ise kendi<br />

manlar ve Azınlıklar, İstanbul 1998; Yavuz Ercan. Osmanlı Yönetiminde<br />

Gayrimüslimler: Kuruluştan Tanzimat ‘a Kadar Sosyal, Ekonomik<br />

ve Hukuki Durumları, Ankara 2001; Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devleti<br />

‘nde Gayrimüslim Teb ‘anın Yönetimi, İstanbul 1990; Gülnihal Bozkurt,<br />

Gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının Hukuki Durumu, Ankara 1989;<br />

Ali Güler, XX’: Yüzyıl Başlarının Askeri ve Stratejik Dengeleri içinde<br />

Türkiye’de Gayrimüslimler, Ankara 1986; Ufuk Gülsoy, Osmanlı Gayrimüslimlerinin<br />

Askerlik Serüveni, İstanbul 2000.<br />

4 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım <strong>Atatürk</strong>, İstanbul 2000, s. 138-139, Bu<br />

ifadelerin benzeri bir anlatım için bkz. Falih Rıfkı Atay, Çankaya-<strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Doğumundan Ölümüne Kadar, İstanbul 1984. s.48.


232<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

kaderlerini tayin hakkını tanıyarak Türklerin millî sınırlarına kendi<br />

inisiyatifiyle çekilmesini öneriyordu. Böylece Türk unsuru hem bu<br />

büyük coğrafyayı savunmak zorunda kalıp daha fazla güç kaybetmeyecek,<br />

hem de bu azınlıklar millî sınırlar dışında kalan Türklerle<br />

mübadele edilerek sömürgeci devletlerin Osmanlı Devleti’ni içerden<br />

parçalama emellerine karşı bir önlem alınmış olacaktı. Mustafa Kemal<br />

aynı tarihlerde Manastırlı Avukat ve Türkolog İvan Manolov’e<br />

“ Bir gün gelecek, ben hayal zan ettiğiniz, bütün bu inkılapları başaracağım.<br />

Mensup olduğum millet bana inanacaktır. Düşündüklerim<br />

bir demagoji mahsulü değildir... Devlet yapısı, mütecanis bir unsura<br />

dayanmalıdır...” demiştir. 5<br />

Mustafa Kemal, Türk Milletini zalim olmakla suçlayanlara verdiği<br />

cevapta; “Efendiler, hiçbir millet, milletimizden ziyade ecnebî<br />

unsurların itikâdât ve adâtına riâyet etmemiştir. Hatta denilebilir ki<br />

edyân-ı saire erbabının dinine ve millîyetine riayetkar olan yegâne<br />

millet bizim milletimizdir. Fatih İstanbul’da bulduğu dini ve millî<br />

teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum patriki, Bulgar eksarhı ve Ermeni<br />

kategigosu gibi Hıristiyan rüesa-yı diniye haiz-i imtiyaz oldu. Kendilerine<br />

her türlü serbesti bahşedildi. İstanbul’un fethinden beri, gayrimüslimlerin<br />

mahzar bulundukları bu imtiyazatı vasia, milletimizin<br />

dinen ve siyaseten dünyanın en müsaadekâr ve civanmert bir milleti<br />

olduğunu ispat eder en bariz delildir. Milletimize bu isnadatta bulunan<br />

muarızlar insaf etsinler de, dünyanın en büyük ve medeni milleti<br />

olduğunu iddia edenlerden, din-i İslamı suret-i resmiyede tanımayan,<br />

İslamları Pazar gününü yevm-i tatil ve mübarek suretinde tanımağa<br />

icbar eden ve İslamların yevm-i mahsusu olan Cuma gününü<br />

resmen tanımayan milletler olduğunu unutmasınlar. Memleketimizde<br />

yaşayan anasır-ı gayrimüsliminin başına ne gelmiş ise, kendileri-<br />

5 Arif Necip Kaskatı, <strong>Atatürk</strong>’ ün Selanik’teki Hülyaları- <strong>Atatürk</strong>’ün Nükteleri-Fıkraları<br />

Hatıraları, Haz. Hilmi Yücebaş, İstanbul 1983, s. 62-63;<br />

Mustafa Kemal’in büyük devletlerin Osmanlı Devleti’nde yapacağı bir tasfiye<br />

yerine kendi başına bir Türk çoğunluğunun yaşadığı bölgede bir Türk devleti<br />

kurma konusundaki başka bir anekdot için bkz. Kani Sarıgöllü, <strong>Atatürk</strong> ve<br />

İlkeleri, İstanbul (b.y), s.7; F. R. Alay, Aynı eser, s.47; Yusuf Hazma, “<strong>Atatürk</strong><br />

ve Makedonya’da Yaşayan Türkler ve Azınlıklar”, Uluslararası İkinci<br />

<strong>Atatürk</strong> Sempozyumu (9-11 Eylül 1991), II, Ankara 1996, s. 1328-1344.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 233<br />

nin ecnebi entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını suiistimal ederek<br />

suret-i vahşiyanede takip ettikleri iftirak siyaseti neticesidir.” 6<br />

Osmanlı İmparaluğu içinde yaşayan gayrimüslim topluluklar,<br />

daima himaye altında tutulmuştur. Bunlara kendi dini inançlarını yaşayabilmeleri,<br />

okullarında ve ibadet hanelerinde kendi dilleri ile eğitim<br />

ve ibadet yapabilmeleri, toplumsal hayatlarını kendi örf ve ananeleri<br />

doğrultusunda yürütebilmeleri için her türlü imkân vermiştir.<br />

Müslüman olmayanların başına ne gelmişse ecnebi oyunlarına kanarak<br />

ve ayrıcalıklarını kötüye kullanarak acımasız bir şekilde takip<br />

edilen ayrılık siyasetinin sonucu olduğu açıklanmaktadır. Ancak<br />

azınlıkları devlete ve millete karşı kışkırtan başka milletler Mustafa<br />

Kemal’e göre kendi ülkelerindeki Müslümanlara aynı hoşgörü ve<br />

anlayışla yaklaşmıyorlardı.<br />

Mustafa Kemal, Osmanlı toplumundaki gayrimüslimlere adeta<br />

Müslümanlar aleyhine verilen ayrıcalıkların devlete nasıl zarar verdiğini,<br />

bu unsurların başka devletler tarafından nasıl kullanıldığını ve<br />

Osmanlı Devleti’nin bu konuda acizliğini çarpıcı bir şekilde analiz<br />

ederek ortaya koymaktadır7 : “Osmanlı Devleti’nin son dakikaya kadar<br />

gösterdiği manzara şu idi. Memleket dâhilinde bütün Hıristiyan<br />

unsurlar, esas unsurun üstünde birçok istisna ve imtiyazlara sahip.<br />

Bu unsurlar, devleti mahvetmek için her türlü hususi teşkilata sahip<br />

ve haricin daima teşvik ve himayesine mahzar devlet ve hükûmet<br />

ise bunu menetmekten âciz. Çünkü bütün bu imhakâr teşebbüslerin<br />

dayanak noktası hariçte bir takım kuvvetli devletler idi. Hariçteki<br />

devletler hem bir taraftan dâhildeki unsurları, devlet ve memleketi<br />

tahrip etmeye ve bir takım ihtilaller meydana getirmeye teşvik ediyor,<br />

harekete getiriyor; bir taraftan da onların nam ve hesabına müdahale<br />

ediyor, çalışıyor ve bu suretle bütün dünya nazarında Osmanlı<br />

Devleti’nin hiçbir kıymet ve fazilet ve haysiyeti kalmıyor, devlet<br />

haysiyeti namına hiçbir şey kendisinde mevcut kabul edilmiyor, adeta<br />

himaye ve vesayet adı altında bir toplum gibi farz olunuyordu.”<br />

Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta; Osmanlı Devleti’nin eski an-<br />

6 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, II, s.9.<br />

7 Mim Kemâl Öke, Yüzyılın Kan Davası Ermeni Sorunu, İstanbul, İstanbul<br />

2003, s.300.


234<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

laşmalar adı altında bir takım kapitülasyonların esiri olduğunu, Hıristiyan<br />

unsurların birçok ayrıcalık ve istisnalara sahip olduklarını,<br />

devletin ecnebileri yargılayamadığı ve onlardan vergi alamadığını,<br />

devletin hayatını kemiren unsurlar hakkında önlem almasının bile<br />

mümkün olmadığını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır. Yabancıların<br />

müdahalesi yüzünden Osmanlı Devleti’nin asıl kurucu unsuru olan<br />

Türk milletinin insanca yaşamasını sağlayacak önlemler alamadığını,<br />

memleketi imar edemediğini, demiryolu yapamadığını, hatta okul<br />

bile yapamadığını ifade etmektedir. Mustafa Kemal’e göre; Osmanlı<br />

Devleti, Hıristiyan unsurlara verdiği ayrıcalıklarla adeta egemenlik<br />

ve bağımsızlığını kaybetmiş; yasama, yürütme ve yargı yetkilerini<br />

kullanamaz bir durumdaydı. Ayrıca devletin kurucu unsuru olan<br />

Türk milleti ihmal edilmişti. 8<br />

Mustafa Kemal, Osmanlılığın artık Devleti yıkılmaktan kurtaramayacağım,<br />

yaşadıkları yerlerde çoğunluk oluşturan milletlerin<br />

kendi kaderini tayin etme isteklerinin önünde durulamayacağını<br />

kavramıştı. Mustafa Kemal’in millîyetçiliği dil, kültür ve ideal birliğine<br />

bağlı bir anlayıştı. Bu millîyetçilik hâkimiyet-i millîye temeline<br />

dayanıyordu. Millî egemenlik, özgür ve bağımsız yaşamayı ifade ile<br />

kalmıyor, milletin kendi kendini idare etmesini hedefliyordu. Mustafa<br />

Kemal ülkenin düşmanlardan temizlenmesini ve milletin kendi<br />

geleceğinde söz sahibi olmasını istiyordu. 9 “Dış siyasetimizde başka<br />

bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı<br />

memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz ve edeceğiz. Şimdiki<br />

medeniyetin devletlerarası münasebetlerde ortaya attığı ve en<br />

yüce, temiz emel ve düşüncelerin bir özeti olan her milletin kendi<br />

mukadderatına kendisini hâkim olması hakkını biz yeryüzünde yaşayan<br />

milletlerin hepsi için tanıyoruz, bizim de bu hakkımızın kayıtsız<br />

şartsız tanınmasını istiyoruz”. Mustafa Kemal bu sözleriyle de<br />

evrensel bir değer olan şelf determinasyon hakkının bütün milletlerce<br />

kullanılmasını haklı ve meşru bir talep olarak nitelemektedir. Bu<br />

bağlamda Türk Milleti’nin verdiği Millî Mücadele’nin de tanınması<br />

ve böyle algılanmasını gerektiğini ifade etmektedir.<br />

8 Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, II, İstanbul 2001, s.702.<br />

9 M.K. Öke, Aynı eser, s.300-301.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 235<br />

Mondros’tan Lozan’a Azınlıklar<br />

Balkan ve Birinci Dünya Savaşları, uluslararası dengelere dayanarak<br />

ayakta durmaya çalışan Osmanlı Devleti’ni yeni bir parçalanmaya<br />

sürükledi. Bu savaşlarda eskiden olduğu gibi sadece Osmanlı<br />

Devleti’nin Müslüman olmayan azınlıkları değil, aralarında Müslüman<br />

Arnavut ve Arapların da bulunduğu çeşitli azınlıklar isyan ederek<br />

yeni ulus devletler kurdular. İşte bu ortamda Osmanlı Devleti<br />

için savaşı bitiren Mondros Mütarekesi gayrimüslim ve Müslüman<br />

azınlıklara yeni ve uygun bir ortam hazırladı. Üstelik bu da yetmiyormuş<br />

gibi İtilaf Devletleri Osmanlı coğrafyasının kalan kısımlarında<br />

Rum, Ermeni gibi Hıristiyan ve bazı Müslüman topluluklar<br />

için Anadolu’da yeni yurtlar kurmaya karar verdiler. İtilaf Devletleri,<br />

İzmir’i Yunanlılara işgal ettirmekle kalmayarak Paris Barış Konferansı<br />

ve Sevr Antlaşması görüşmeleri sırasında himayesini üstlendikleri<br />

azınlıklara Karadeniz’de bir Pontus Rum devleti, Doğu’da<br />

bir Ermenistan ve Kürt devleti kurmak amacıyla harekete geçtiler. 10<br />

Bütün bu olumsuz koşullar altında Türk Milleti için Mustafa Kemal<br />

Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla yeni bir dönem<br />

başladı.<br />

Mustafa Kemal Paşa, mütareke yıllarındaki azınlıkların zararlı<br />

faaliyetlerine Nutuk’ta şöyle değinmektedir: “Bundan başka memleketin<br />

her tarafında, anasır-ı Hristiyaniye hafi, celi, hususi emel ve<br />

maksatları temini istihsaline, devletin biran evvel çökmesine sarf-ı<br />

mesai ediyorlar. Bilahare elde edilen mevsuk malumat ve vesaik ile<br />

teeyüd etti ki İstanbul Rum Patrikhanesinde teşekkül eden Mavri<br />

Mira heyeti, vilayetler dâhilinde çeteler teşkil ve idare etmek, mitingler<br />

ve propagandalar yaptırmakla meşgul yunan Salib-i Ahmer’i,<br />

Rum Muhacirin Komisyonu, Mavri Mira heyetinin teshil-i mesaisine<br />

hadim. Mavri Mira heyeti tarafından idare olunan Rum mekteplerinin<br />

izci teşkilatları, yirmi yaşını mütevaciz gençler de dâhil olmak<br />

üzere her yerde ikmal olunuyor.” 11<br />

10 Milli Mücadele yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin bu konudaki faaliyetleri<br />

bkz. Hasan Köni, “Kurtuluş Savaşı Öncesi Azınlık Sorununa Bir Bakış”,<br />

Uluslararası İkinci <strong>Atatürk</strong> Sempozyumu(9-11 Eylül 1996), I, Ankara<br />

1996, s.287-298.<br />

11 Nutuk. I, s.2.


236<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

Gerçektende İstanbul’daki Rum ve Ermeniler Osmanlı Devleti<br />

aleyhinde faaliyette bulunmakla kalmayarak, Avrupa kamuoyunda<br />

hayati tehlike ve devamlı baskı altında bulunduklarını iddiasıyla<br />

yoğun bir şekilde propaganda yapmaktan geri kalmıyorlardı. Bazı<br />

Rumlar, İstanbul’un semtlerine ve boğazda sefer yapan vapurlara<br />

bombalı sabotajlar yapmaktaydılar. Ermeni ve Rum Patrikhaneleri<br />

millî bir siyasi merkez halinde Osmanlı Devleti aleyhindeki zararlı<br />

faaliyetleri destekliyorlardı. Patrikhanelerin teşvikleriyle Fransız ve<br />

İngiliz polisliğine kabul edilen binlerce Rum ve Ermeni genç, İtilaf<br />

devletlerinin de himayesiyle İslam ve Türk halkını sebepsiz olarak<br />

tahkir, tazyif ve tevkife çalışıyorlardı. Bu yerli gayrimüslim gençlerin<br />

içinde birçok sabıkalı ve mahkûm kimseler de bulunuyordu. Bu<br />

yöntemlerle İslam ve Türk halkını galeyana getirip; ecnebiler nezdinde<br />

memlekette anarşi olduğunu yaymaya çalışıyorlardı. Osmanlı<br />

Hükûmeti ise bu zararlı eylemlere tedbirler almaya çalışıyordu. Ancak<br />

bu tedbirlerde yeterli olmuyordu. 12<br />

Millî Mücadele’nin başlarında millî ve bağımsız bir Türk devletine<br />

geçiş mücadelesi verilirken Mustafa Kemal, daha Havza’da<br />

bulunduğu günlerde bağımsızlık ve azınlık politikasının olmazsa<br />

olmaz unsurlarını kısaca şöyle formüle etmiştir: Birincisi kayıtsız<br />

ve şartsız devlet ve milletin tam bağımsızlığı, ikincisi de vatanın<br />

her hangi bir parçasında çoğunluğun azınlığa feda edilmemesidir.<br />

Mustafa Kemal, bu politikasıyla millî egemenliğin yalnız, bir zümrenin<br />

elinden alınıp millete devredilmesi olmadığını, aynı zamanda<br />

imtiyazlı bir sınıfın saltanatına son verilmesi gerektiğine işaret etmektedir.<br />

Böylece çoğunluğun azınlığa feda edilmemesi gerektiğini<br />

vurgulamaktadır. 13<br />

Amasya genelgesiyle Sivas’ta millî bir kongrenin toplanmasını<br />

isteyen Mustafa Kemal Paşa, bundan önce Doğu Anadolu’da bir Ermeni<br />

ve Karadeniz’de bir Pontus Rum Devleti kurulması girişimlerine<br />

engel olmak amacıyla düzenlenmiş olan Erzurum Kongresi’ne<br />

katıldı. Burada yaptığı açış konuşmasında millî bir devletin kurul-<br />

12 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Kalem-i Mahsus, Nr:49-2/25. Dahiliye<br />

Nezareti’nden 4 Haziran 1919 tarihinde Sadaret’e gönderilen gizli yazı.<br />

13 Nutuk, I, s.26-28; Havza’da bulunan Mustafa Kemal’in 3 Haziran 1919 tarihinde<br />

Harbiye Nezareti ile kolordu ve vilayetlere çektiği şifre telgraflar.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 237<br />

ması gerektiğini ifade ederken Millî Mücadele’nin azınlıklara bakışını<br />

da belirliyordu: “Osmanlı uyruğunda olan Rum ve Ermeni<br />

azınlıklar gördükleri kışkırtma ve desteklerle millî namusumuzu yaralayacak<br />

taşkınlıklardan başlayarak sonunda acı ve kanlı olaylara<br />

dönüşecek kadar küstahça saldırılara koyuldular” diyerek azınlıkların<br />

mütareke dönemindeki zararlı faaliyetleri ile Yunan ve Ermeni<br />

isteklerinin gerçekleştirilmeye çalışıldığına dikkati çekti. 14 Mustafa<br />

Kemal Paşa’nın başkan seçildiği Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919<br />

tarihinde yayınladığı on maddelik beyannamesinin birinci, üçüncü,<br />

beşinci ve altıncı maddeleri Müslüman olmayan unsurlara ve büyük<br />

devletlere karşı şu uyarıları yapmaktadır. Trabzon, Canik (Samsun)<br />

Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis vilayetleri ve bu bölgedeki<br />

şehirler hiçbir sebep ve bahane ile birbirlerinden ve Osmanlı<br />

toplumundan ayrılmaz bir bütündü. Her türlü işgal ve müdahale,<br />

Rumluk ve Ermenilik oluşturma amacına yönelik bir işlem olarak<br />

kabul edileceğinden, birlikte savunma ve direnmeye karar verildi.<br />

Müslüman olmayan azınlıklara siyasi egemenlik ve sosyal dengeyi<br />

bozacak ayrıcalıklar verilmeyecekti. Müslüman olmayan unsurların<br />

eskiden kazanılmış haklarına bütünüyle saygılı olunacağı; bunların<br />

mal, can ve ırzlarının korunması zaten dinin, millî geleneklerin<br />

ve kanunî esasların gereği olduğu tekrarlandı. İtilaf devletlerince<br />

mütarekenin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırlarımız<br />

içinde kalan ve her bölgesinde olduğu gibi Doğu illerinde de ezici<br />

çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu kültürel, iktisadi ve nüfus<br />

yoğunluğu Müslümanlara ait olan, birbirlerinden ayrılması imkanı<br />

olmayan öz kardeş dindaşlarımız ile soydaşlarımızın oturduğu ülkemizin<br />

bölüşülmesi görüşünden bütünüyle vazgeçilerek varlığımıza,<br />

tarihimize, ırkımıza, dinimize ve haklarımıza saygı gösterilmesi<br />

ile bunlara aykırı girişimlerin kabul edilmemesi kararının alınmasının<br />

bekleneceği duyurulmuştu. 15 Mustafa Kemal Paşa’nın 4-11 Eylül<br />

1919 tarihinde düzenlediği Sivas Kongresi’nin, 11 Eylül’de yayınla-<br />

14 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, I, Ankara 1997, s.2.<br />

15 <strong>Atatürk</strong> Özel Arşivinden Seçmeler, Ankara 1981, s. 29-32; <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev<br />

ve Demeçleri, I, Ankara 1997, s.30. Mustafa Kemal’in, Doğu Anadolu’da<br />

bir Ermeni Devleti oluşturmanın mümkün olmadığı hakkındaki 21 Ağustos<br />

1919 tarihli şifresi içinbkz. Nutuk, I, s. 100.


238<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

dığı sonuç bildirisinin birinci, üçüncü, dördüncü, altıncı maddelerinde<br />

aynı Erzurum Kongresi’nde olduğu gibi Müslüman olmayanların<br />

statüsü ile millet kavramı içine kimlerin girdiği tekrarlanmıştır. 16<br />

Millîyetçilerin azınlıklara zulüm ve baskı yaptığını iddia edenlere<br />

karşı Mustafa Kemal, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya Fevkalade<br />

Komiserleriyle, Flemenk, İspanya, İsveç, Danimarka elçiliklerine<br />

aşağıdaki telgrafı göndermiştir. 17<br />

1-Millet, bugünkü birlik ve teşkilatın meşru amacını ve gayrimüslim<br />

unsurlar hakkında beslemekte olduğu vatandaşlık duygularını<br />

Doğu Anadolu adına Erzurum ve bütün Osmanlı vatanı adına<br />

Sivas’ta düzenlediği kongrelerin 7 Ağustos 1919 ve 11 Eylül 1919<br />

beyannameleriyle dünyaya ilan eylemiştir.<br />

2-Bütün Osmanlı vatanında tam bir sükûn ve ayırmaksızın cins<br />

ve mezhep kişisel özgürlüklerin dokunulmazlığı geçerli olduğu halde<br />

bazı kötü kalplilerin millî vicdandan doğan cereyanı gayrimüslim<br />

unsurlar aleyhinde göstermek istedikleri haber alındığından; Bütün<br />

vilayetler ve müstakil livalara bütün Osmanlı tebaasının aynı hakka<br />

sahip ve memleketimizdeki yabancıların da vatan ve milletimiz<br />

aleyhinde bulunmamak şartıyla Osmanlı misafiri olarak kabul edilmeye<br />

devam edilmesi 16 Eylül 1919 tarihli genelge ile duyurulmuştu.<br />

Bugünkü talebi de vatana hıyaneti sabit olan Ferit Paşa kabinesi<br />

yerine millî emellere uygun meşru ve güvenilir bir kabinenin iktidara<br />

geçmesidir.<br />

3-Binaenaleyh memleketimiz dâhilinde mevcut olan asayişin<br />

devamı ve gayrimüslim vatandaşlarımızın her türlü dokunulmazlığının<br />

güvencede bulunduğunu tekrar bildirmekle övünç duyarız.<br />

Gayrimüslim azınlıklar, Türk milletinin işgal olayları karşısında<br />

bir araya gelerek oluşturmaya başladıkları örgütlenme çabalarına<br />

karşı tedirginliğe kapıldılar. Millî Mücadele içinde yer almak yerine,<br />

tedirginlik duyarak kendilerine baskı ve zulüm yapıldığı şeklinde dış<br />

dünyaya karşı yalan haberler yaymaya başladılar. Mustafa Kemal<br />

Paşa, gayrimüslim azınlıklara karşı yapıldığı iddia edilen katliam,<br />

tehdit ve kötü muamelelerin, gayrimüslimler tarafından yapılan bir<br />

16 <strong>Atatürk</strong> Özel Arşivinden Seçmeler, s.48-50.<br />

17 <strong>Atatürk</strong>’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV, Ankara 1991, s.93-94.<br />

Benzeri bir beyanat için bkz. Aynı eser, s. 388.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 239<br />

propaganda olduğunu ifade edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın gayrimüslim<br />

azınlıklara karşı, Türk Milleti tarafından kötü muamele<br />

edilmediğine ve her zaman haklarını korunacağına dair görüşlerine<br />

Yedigün Gazetesinin Sivas’ta bulunan özel muhabiri ile yaptığı mülakat<br />

örnek verilebilir. Bu mülakat esnasında muhabir, gayrimüslimler<br />

ile Müslüman halk kitlesi arasındaki ilişkilerin nasıl olduğunu<br />

sormuştur. Mustafa Kemal Paşa, gayrimüslimlerin kötü niyetli davranışlarına<br />

rağmen halkımızın sağduyulu ve sorumlu davrandığını<br />

ifade etmiştir. “Her şeyden evvel şunu söylemek isterim ki; Millî<br />

teşkilatın gayrimüslim unsurlar aleyhinde hiçbir zararlı fikri yoktur.<br />

Bu suretle bir takım gayrimüslim unsurların devlet ve milletimiz<br />

aleyhinde bazı tahrikler ve girişimlerde bulunacak kadar zararlı eğilimler<br />

besledikleri vaki ile sabit olmuşsa da meşru hakkına dayanan<br />

milletimizi sükûnet ve ciddiyeti karşısında hiçbir netice elde edemeyeceklerini<br />

hissetmeğe başladıklarını kabul ediyoruz. Bu takdirde<br />

arada hiçbir zıtlık sebebi kalmayacaktır. Biz onların her türlü vatandaşlık<br />

haklarını tamamıyla sağlayarak unsurlar arası bir denge ve<br />

ahenk ihyasını asıl amacımız sayacağız”. 18<br />

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliye<br />

üyeleri Mustafa Kemal Paşa, Rauf ve Bekir Sami Bey ile İstanbul<br />

Hükûmetinin temsilcisi Bahriye Nazırı Salih Paşa arasında<br />

20-22 Ekim 1919 tarihinde yapılan görüşmelerde Sivas Kongresi<br />

beyannamesinde yer alan maddelerin görüşülmesi sırasında yapılan<br />

protokollerde Osmanlı Devleti için düşünülen ve kabul edilen sınır<br />

Türk ve Kürtlerin oturdukları araziyi içine aldığı, Kürtlerin Osmanlı<br />

toplumunun ayrılmaz bir parçası olduğu, Kürtlerin sosyal ve geleneksel<br />

haklar yönünden gelişmelerinin destekleneceği, yabancılar<br />

tarafından Kürtlerin bağımsızlığı adı altında yayılmakta olan yalanların<br />

önüne geçmek gerektiğine karar verildi. Ayrıca Sivas Erzurum<br />

ve Sivas Kongresinde alınan Müslüman olmayan unsurlara siyasi ve<br />

sosyal dengeyi bozacak şekilde ayrıcalıklar verilemeyeceği konusu<br />

üzerinde önemle duruldu. Müslüman olmayanlar unsurlar hakkındaki<br />

bu kararın bağımsızlığın fiilen elde edilmesi için zorunlu olduğu<br />

vurgulandı ve bunda yapılacak en ufak bir fedakârlığın bağımsızlı-<br />

18 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.4;ll Ekim 1919 tarihinde Yediğim<br />

Gazetesi muhabiri ile yapılan mülakat.


240<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

ğımızı esaslı bir şekilde zarara uğratacağı konusunda görüş birliğine<br />

varıldı. Ancak Müslüman olmayan unsurların asırlardan beri sahip<br />

oldukları bazı ayrıcalıkların, devletin bugünkü âciz ve çaresiz durumunda<br />

kaldırılmasının zor olduğu göz önünde tutularak, Hıristiyan<br />

unsurlara fazla ayrıcalıklar verilmemesine yönelik olan gaye, elde<br />

edilmesi gerekli bir hedef olarak kabul edildi. 19 Bununla beraber<br />

gerek Müslüman olmayanlar konusunda, gerek yaşama hakkımızın<br />

savunulması konusundaki diğer isteklerimize ait noktalar Millî<br />

Meclis’in oy ve kararına bağlı olacaktı. Görüldüğü üzere Amasya<br />

görüşmelerinde ele alınan Erzurum ve Sivas Kongresi kararları<br />

İstanbul’dan gönderilen heyet tarafından da kabul edildi19 . Burada<br />

söz konusu olan Müslüman olmayanların ayrıcalıklarının şimdilik<br />

kaldırılmasının imkânı olmadığı belirtilerek, bu konu da Erzurum<br />

ve Sivas Kongresi kararlarından geri adım atıldığı anlaşılmaktadır.<br />

27 Aralık 1919’de Millî Mücadele’nin hareket üssü niteliğinde<br />

olan Ankara’ya gelen Mustafa Kemal, ertesi gün şehir ileri gelenlerine<br />

yaptığı konuşmada; yirminci yüz yılın yeni dünya düzeni<br />

kurma düşüncesinde olan A.B.D başkam Wilson’un ilkelerini değerlendirirken<br />

“Efendiler! Cümlenizin malumudur ki..harbin son<br />

devrinde Amerika cumhurbaşkanı Wilson, on dört maddeden ibaret<br />

bir programla ortaya çıktı. Bu program milletlerin kendi kaderlerine<br />

hâkimiyetini sağlıyordu. Programın on ikinci maddesi ise özellikle<br />

Türkiye’ye devletimize ve milletimize aittir. Wilson bu madde ile<br />

Türkiye’nin, milletimizin egemenliğine tamamen sahip olması gereğini<br />

belirttikten sonra buna bir iki kayıtta ilave etmiştir. O kayıt şunlardır:<br />

Aramızda yaşayan gayrimüslim unsurların emniyetlerini ve<br />

serbesti-i inkişaflarını temin etmek...bir de Boğazların açık bulundurulmasıdır.<br />

Bütün İtilâf Devletleri Wilson’un prensiplerini kendi<br />

yararları için uygun gördükleri gibi bizim devletimiz de bu on ikinci<br />

maddeyi kabulde hiçbir sakınca görmedi ve kabul etti. Hakikaten kabul<br />

edilebilecek bir prensiptir. Çünkü Mister Wilson’un istediği gayrimüslim<br />

unsurların can ve mal güvenliği her türlü hukuk ve gelişme<br />

imkanları için gereken her şeye zaten öteden beri devletimiz ve mil-<br />

19 <strong>Atatürk</strong>’le İlgili Arşiv Belgeleri (1911-1921 Tarihleri Arasına Ait 106<br />

Belge), Ankara 1982, s. 67-69; Belgelerle Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> (1916-<br />

1922), Ankara 2003, s.99-102; Hikmet Özdemir, Amasya Belgelerini Yeniden<br />

Okumak, Amasya 2004, s. 250-251.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 241<br />

letimiz tarafından uyulmuş idi. Gerçekten gayrimüslim unsurların<br />

Osmanlı Devleti ve Milleti kucağında sahip oldukları ayrıcalıklar üç<br />

yüz yılı aşkın bir süredir, fazlasıyla mevcuttur. Binaenaleyh bu kayıt<br />

bizim için yeni bir şey değildir20 .<br />

Mustafa Kemal, Amasya görüşmelerinden sonra yapılan mebus<br />

seçimleri ve Meclis-i Mebûsân’ın faaliyetleriyle ilgili olarak<br />

Ankara’ya gelen arkadaşlarıyla görüş alış verişinde bulundu. Mustafa<br />

Kemal, arkadaşlarına Tevfık Paşa kabinesi zamanında Müslüman<br />

olmayan unsurların seçimlere katılmayacaklarını ilan ettiklerini<br />

duyurdu21 . Ayrıca Rumların kendi aralarında İstanbul milletvekili<br />

adıyla kırk kişi seçtikleri ve Atina’dan gelmiş Yunan lider ve komutanlarının<br />

yönetimi altında olmak üzere, gizli polis ve ihtilalci<br />

örgütler kurarak, devlete isyan edeceklerini hatırlattı. İtilaf Devletlerinin<br />

ateşkesi bozarak barış anlaşmasını beklemeden vatanın önemli<br />

bölgelerini işgal etmek ve seçimlere katılmayacaklarını açıklayan<br />

Hıristiyan azınlıklara haklarımızı çiğneme fırsatı verecekleri<br />

uyarısını yaptı. 22<br />

Bu arada Mustafa Kemal yapılacak barış anlaşmasında Türkiye<br />

için takip edilecek siyaset ile millî ve bağımsız bir devletin esaslarını<br />

belirlemek için Ankara’ya gelen mebuslarla yaptığı görüşmelerden<br />

sonra ilk millî siyaset belgesi olarak adlandırılabileceğimiz Misak-ı<br />

Millî Beyannamesi taslağını kaleme aldı. Yapılan mebus seçimlerinden<br />

sonra İstanbul’da 12 Ocak 1920 tarihinde Meclis-i Mebusan<br />

ilk toplantısını yaptı. Bu meclisin özelliklerinden biri de bir Musevi<br />

asıllı mebus dışında, 167 mebusun Türk-Müslüman karakteri taşımaktadır.<br />

Ermeni ve Rumların seçimlere katılmaması dolayısıyla<br />

oldukça homojen bir millî meclis oluşmuştur. Nitekim bu meclis,<br />

20 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 5, 28 Aralık 1919 tarihinde Ankara<br />

ileri gelenleriyle yaptığı bir konuşma.<br />

21 Nutuk, I, s.281; <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, I, s.47; “Anasır-ı gayri<br />

müslimeye gelince bunlar daha Tevfik Paşa kabinesi zamanında intihabata<br />

iştirak etmeyeceklerini ilan etmişlerdir. Bunların iştirak etmemeleri kendi<br />

zararlarından başka bir netice vermez. İnşallah vatan ve millet nail-i istiklal<br />

olunca ister istemez aynı hukuk dahilinde Osmanlı vatandaşı olarak oturmaya<br />

mecburdur.”<br />

22 Suat Akgül, “ Nutuk’ta Azınlıklar Meselesi ve <strong>Atatürk</strong>’ün Azınlıklar Hakkındaki<br />

Görüşleri “, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Dergisi, sayı 29(Temmuz<br />

1994). s. 453.


242<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

yapılacak barışta Türk Milleti’nin kabul edebileceği asgari koşulları<br />

belirleyen Misak-ı Millî metnini, 28 Ocak 1920 tarihinde resmi olmayan<br />

bir toplantısında 121 mebusun imzalarıyla kabul etti. Daha<br />

sonra Meclis-i Mebusan’m II. oturumunda görüşülen bu metin, 17<br />

Şubat tarihinde oy birliğiyle kabul edilerek ilan edildi. Altı maddeden<br />

oluşan Misak-ı Millî Beyannamesi’nin birinci ve beşinci maddeleri<br />

Millî Mücadelenin vatandaşlık, millîyet ve azınlık politikasının<br />

çerçevesini çizmektedir: 23<br />

1. Madde:Devlet-i Osmâniyye’nin münhasıran Arab ekseriyetiyle<br />

meskûn olup / 30 Teşrin-i Evvel 1918 tarihli mütârekenin hîn-i<br />

‘akdinde muhâsım orduların işgali altında kalan aksamın mukadderatı<br />

ahâlisinin serbestçe beyân edecekleri ârâya tevfikan ta’yîn edilmek<br />

lazım geleceğinden mezkûr hatt-ı mütâreke dâhil ve hâricinde dînen,<br />

irken, emelen müttehid ve yek-diğerine karşı hürmet-i mütekâbile ve<br />

fedâkârlık hissiyâtiyle meşhûn ve hukûk-ı ırkiyye ve içtimâ’iyy el<br />

eriyle şerâit-i muhitiyyelerine tamâmiyle ri’âyetkâr ‘Osmanlı-İslam<br />

ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın he’yet-i mecmû’ası hakikaten<br />

veya hiçbir sebeble tefrik kabul etmez bir küldür.<br />

5. Madde: Düvel-i İtilâfıyye ile muhâsımları ve ba’zı müşârikleri<br />

arasında takarrür eden esâsât-ı ‘ahdiyye dâ’iresinde ekalliyetler<br />

hukuku -memâlik-i mütecâviredeki Müslüman ahâlisinin de aynı<br />

hukûkdan istifade etmeleri ümniyyesiyle te’yîd ve te’mîn edilecekdir.<br />

Burada millet bağlamında Osmanlı-İslam çoğunluğu kabul edilerek<br />

gerçekçi bir terminoloji kullanılmıştır. Burada üzerinde durulması<br />

gereken toplumsal temeli belirleyen üç faktör bulunmaktadır.<br />

Politik/ kurumsal faktör, toprak faktörü ve dini faktör. Başka bir ifade<br />

ile devlet, vatan ve millet. Millet kavramı da, Mustafa Kemal’in<br />

birçok kez ifade ettiği gibi din, ırk ve köken yönünden birleşmiş<br />

olan Osmanlı Müslümanlarını ifade etmektedir. Bu tamamen politik,<br />

toprağa dayalı ve dini unsurları birleştiren bir millîyet anlayışıdır.<br />

Misak-ı Millî’deki ırk terimi, biyolojik anlamda bir ırktan çok, köken,<br />

temel veya unsuru vurgulamak için kullanılmış olmalıdır. 24<br />

23 Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe -Misâk-ı Milli’den Lozan ‘a Dış Politika,<br />

İstanbul 2002, s.156-158.<br />

24 Erik Jan Zürcher, Savaş, Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 243<br />

Böylece İtilaf devletlerinin Müslümanlar arasında yeni bir etnik<br />

bölünme yaratmalarına mani olunmaya çalışılmıştır. Burada<br />

millîyeti tanımlarken kullanılan din/ Müslümanlık kriteri, eskiden<br />

olduğu azınlıkları tanımlamada belirleyici olmuştur. 25 Azınlıklara<br />

verilecek haklar başka ülkelerdeki Müslümanlara verilen haklarla<br />

mütekabiliyet esasına göre düzenlenecekti. Bu hukukun ve hakların<br />

tespit edilmesinde ana kriter, tüm ülkede yaşayan herkesin ayırımsız<br />

ve ayrıcalıksız aynı hakka ve hukuka sahip olması, milletlerarası<br />

olması, medeni ülkelerde azınlıklara tanınan hakların tatbik edilmesi<br />

ve çoğunluğun azınlığa feda edilmemesidir. Ayrıca Misak-ı Millî<br />

Beyannamesi 30 Ekim 1918’deki sınırlar içinde Müslümanlar arasında<br />

hiç bir etnik gurubu azınlık olarak kabul etmemiştir.<br />

Mustafa Kemal, asılsız Ermeni katliamı hikâyesinin İtilaf<br />

Devletleri’nin İstanbul’u işgal isteklerine bir bahane olarak kullanıldığını<br />

düşünmektedir. 26 Bu görüşün isabeti İstanbul’un 16 Mart<br />

1920 tarihinde işgal edilmesiyle anlaşıldı. Mustafa Kemal, aynı gün<br />

vilayetlere, işgalcileri sevinçle karşılayan taşkın azınlıklara karşı<br />

herhangi bir saldırı yapılmasını önlemek için halkı teskin eden şu<br />

telgrafı çekti: “Bugünlerde yurdumuzdaki Hıristiyan halkın tam bir<br />

huzur ve sükûn içinde yaşamaya devam etmeleri, ırkımızın yaratılıştan<br />

bezenmiş olduğu medeni kabiliyetine kesin bir delil olacaktır”.<br />

Çünkü Mustafa Kemal, bu bahane edilerek Türk milletinin haklı<br />

davasına gölge düşürülmemesi, İtilaf Devletlerinin bu gerekçe ile<br />

yeni işgaller ve önlemler almasına engel olmak istiyordu. Mustafa<br />

Kemal’in mecbur kalınmadıkça Müslüman olmayanlara dokunulmaması<br />

önerisi yalnızca akılcı değil aynı zamanda soğukkanlı ve<br />

insani tavrını göstermektedir. Ayrıca Millî Mücadele hareketinin Hıristiyan<br />

azınlıklara karşı yapıldığını söyleyen birçok çevrenin iddialarını<br />

boşa çıkarmıştır. Mustafa Kemal’in, İstanbul’un işgali gibi çok<br />

Dönemi (1908- 1928), Çev. Ergun Aydmoğlu, İstanbul 2004, s.239-240.<br />

25 Misak-ı Milli’nin hazırlanış süreci hakkında geniş bilgi için bkz. M.Budak,<br />

aynı eser, s. 135-159.<br />

26 Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün Ermeniler Hakkındaki sözleri ile ilgili bkz. İsmet<br />

Görgülü, <strong>Atatürk</strong> ‘ten Ermeni Sorunu- Belgelerle, İstanbul 2002; Bu konuda<br />

aynca bkz Cafer Ulu, Cumhuriyet Döneminde Sosyo-Kültürel Açıdan<br />

Türk-Ermeni İlişkileri, (İ.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora<br />

Tezi), İstanbul 2005, s. 103-114.


244<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

önemli bir gelişme karşısında bile halkı sükûnet ve ağır başlılığını<br />

korumaya daveti dikkate şayandır. 27<br />

Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920’de mecliste yaptığı konuşmada<br />

azınlıkların Müslümanlarla eşit olması gerektiğini, dolayısıyla onlara<br />

ayrıcalıklar verilemeyeceğine şöyle değinmiştir: “Gayrimüslim<br />

unsurlar azınlıklar adı altında bütün dünyanın söz konusu ettiği ve<br />

bilhassa bizim memleketimizi ilgilendirdikçe pek büyük önemle<br />

nazar-ı dikkate alınan bir meseledir. Tabi ki bu meselede bir esas düşünmek<br />

lazımdır ve o zaman da lazım idi. Kongrenin ortaya koyduğu<br />

esas gereğince gayrimüslim unsurlara, Müslüman unsurlara verilmiş<br />

olan hukuku vermekten ibaret olacaktır ve bundan daha tabii<br />

bir esas bulamam. Bununla aynı hudut dâhilinde yaşayan insanlara,<br />

kanunlar karşısında eşitliği bahşetmiş oluyordu”. 28<br />

Her safhayı zamanı geldikçe tatbik ettiğini söyleyen Mustafa<br />

Kemal Paşa’nın 1 Mayıs 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nin<br />

açılmasından 8 gün sonra sınırları ve ülkeyi oluşturan halka yönelik<br />

fikirleri o dönemde kimleri azınlık olarak görmediğini ortaya koyması<br />

açısından önemlidir. Bunu Meclis’te oluşan tablodan faydalanarak<br />

şöyle ifade etmekte ve azınlık olarak Müslüman olmayanları<br />

algıladığı anlaşılmaktadır. Türk Milleti’nin oluşturan unsurlar hakkında<br />

yaptığı bu konuşmasında Mustafa Kemal’in millîyet ve vatandaşlık<br />

anlayışını da açıkladığını görmekteyiz.<br />

“Efendiler, konunun bir daha tekrarlanmaması ricasıyla bir iki<br />

noktayı arz etmek isterim: Burada amaçlanan yüce meclisinizi oluşturan<br />

kimseler yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız<br />

Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden oluşan İslam<br />

unsurlardır, samimi bir topluluktur. Bunun üzerine bu yüce heyetin<br />

temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz<br />

emeller, yalnız bir İslam unsuruna yönelik değildir. İslam<br />

unsurlarından oluşan bir kütleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz<br />

biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi<br />

olan sınır konusu tayin ve tespit edilirken, millî sınırımız İskenderun<br />

güneyinden geçer, Doğuya doğru uzanarak Musul’u Süleymaniye’yi,<br />

27 S.Akgül, aynı makale, s. 456.<br />

28 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, I, s. 30-31; 24 Nisan 1920 tarihinde Mustafa<br />

Kemal’in mecliste Yaptığı konuşma


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 245<br />

Kerkük’ü içine alır. İşte millî sınırımız budur dedik. Hâlbuki Kerkük<br />

kuzeyinde Türk olduğu gibi Kürt de vardır. Biz onları ayırmadık.<br />

Bundan dolayı koruması ve savunmasıyla meşgul olduğunuz millet<br />

doğal olarak bir unsurdan ibaret değildir. Çeşitli İslam unsurlarından<br />

oluşmaktadır. Bu topluluğu oluşturan her bir İslam unsuru, bizim<br />

kardeşimiz ve menfaatleri tamamen ortak olan vatandaşımızdır ve<br />

yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarından bu çeşitli İslam unsurlar<br />

ki: Vatandaştırlar birbirlerine karşılıklı saygılı ile uyum içindedirler<br />

ve birbirlerinin her türlü hukukuna, ırki, sosyal, coğrafi hukukuna<br />

daima uyumlu olduğunu tekrar ve teyid ettik ve cümlemiz<br />

bugün samimiyetle kabul ettik. Bu sebeple menfaatlerimiz ortaktır.<br />

Elde etmeye karar verdiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil<br />

hepsinden oluşan bir İslam unsurudur. Bunun böyle anlaşılmasını<br />

ve yanlış anlaşılmalara meydan verilmemesini rica ediyorum.” 29<br />

Yine İstanbul Hükûmetinin Barış Hazırlık Komitesi üyesi Çürüksulu<br />

Mahmut Paşa’nın Tasvir-i Efkâr gazetesinde Ermenilerle<br />

ilgili demecini okuyan Mustafa Kemal Paşa, “Ermenilerin aşırı<br />

isteklerine hak vermemekle birlikte sınırlarda bazı düzeltmelerin<br />

29 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, I, s.74-75;l Mayıs 1920 Tarihinde Türk<br />

Milletini Teşkil Eden Müslüman Öğeler hakkında konuşması. Benzeri bir konuşması<br />

için bkz. Aynı eser, I, s.30; Mustafa Kemal’in Türkiye’nin sınırları ve<br />

vatandaşları hakkında yaptığı diğer bir konuşma da; “Mütareke akdolunduğu<br />

gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu hudut İskenderun körfezi<br />

cenubundan Antakya’dan, Halep ile Katma istasyonu arasında Carablus<br />

köprüsü cenubunda Fırat nehrine mülâki olur. Oradan Deyrizor’a iner; badehu<br />

şarka temdit edilerek Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu hudut<br />

ordumuz tarafından silâhla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve<br />

Kürt anasıriyle meskûn aksamı vatanımızı tahdit eder. Bunun cenup aksamında<br />

Arapça mütekellim dindaşlarımız vardır. Bu hudut dahilinde kalan aksamı<br />

memalikimiz camia-i Osmaniyeden lâfenyek bir kül olarak kabul edilmiştir.<br />

Beyannamenin dördüncü maddesine bakalım! Bu madde ile biz, bizimle beraber<br />

yaşayan anasır-ı gayrimüslimeyi aynı hukuk ve aynı salâhiyette kabul ediyoruz.<br />

Hepimiz bu devletin Müslüman ve anasırı gayrimüslime dahil olarak<br />

aynı suretle tebaasıyız. Ve bu itibarla cümlemizin hukuku birdir. İçimizde yaşayan<br />

gayrimüslim vatandaşlarımıza bizim hâkimiyeti siyasiye ve muvazene-i<br />

içümaiyemizi ihlâl edecek fazla birtakım imtiyazat veremeyiz.” Bkz. II, s.l2;<br />

<strong>Atatürk</strong>, Ağustos 1921’de Associated Press’in Ankara’da bulunan muhabirine<br />

verdiği demeçte; “ Türkiye Türklerindir, işte milliyet perverlerin umdesi<br />

budur.Biz hukukumuzun müdafaası için mücadeleye karar verdik” demiştir.<br />

(Aynı eser, III, s. 38).


246<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

yapılmasına razı oluruz, ifadesi dikkatimi çekti. Doğu Anadolu’da<br />

Ermenistan lehine toprak tavizlerinde bulunulacağına söz verme anlamı<br />

taşıyan bu cümlenin Barış komisyonu üyesi olan bir devlet adamı<br />

tarafından söylenmiş olması, gerçekten üzerinde düşünülmeye ve<br />

hayretle karşılanmaya değerdi. Doğu Anadolu halkı haklı olarak pek<br />

kırgın ve üzgündür. Milletin Ermenistan’a vereceği bir karış toprağı<br />

yoktur” diyecektir. 30<br />

Mustafa Kemal Paşa, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun hazırlanmasından<br />

önce İzmit’te gazetecilerle yaptığı görüşmelerde, yeni<br />

hükûmetin dini olacak mı? şeklindeki bir soruyu haklı görmesine<br />

rağmen zamansız bularak cevap vermemişti. Bunun gerekçesini<br />

Nutuk’ta şöyle açıklamıştır: 31 Vatandaşları arasında çeşitli dinlere<br />

mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adaletli ve<br />

tarafsız işlem yapmaya ve mahkemelerinde vatandaşlarına ve yabancılara<br />

adaletle davranma sorumluluğunda olan bir devlet, düşünce ve<br />

vicdan özgürlüğüne saygı göstermeye mecburdur. Devletin bu doğal<br />

niteliği konusunda şüphe uyandıracak kayıtların olması doğru değildir.<br />

Bu sözleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu <strong>Atatürk</strong>, devletin<br />

her din, mezhep ve ideolojiye eşit ve tarafsız durması gerektiğini<br />

söyleyerek çağdaş bir laiklik anlayışının benimsenmesi gerektiğini<br />

vurgulamaktadır.<br />

TBMM Reisi Mustafa Kemal, Philadelphia Ledger muhabiri<br />

Clarence K. Streit ile yaptığı mülâkatda32 ; Türkiye’nin gayrimüslimler<br />

hakkında nasıl bir politika takip edeceği sorusuna, “ Biz Müslüman<br />

ve gayrimüslim Türk vatandaşları arasında hiçbir ayırım yapmıyoruz.<br />

Böylece Rumların ve Ermenilerin düşmanla birlikte vatana<br />

hıyanette bulunmadıkları müddetçe endişe edecekleri bir husus yoktur.”<br />

cevabını vermiştir. Mustafa Kemal’in azınlıklar konusundaki<br />

ölçüsünün de ayrıcalıklı olmayan, eşitçi ve karşılıklı saygı ilkesine<br />

dayandığı, azınlıklar için bunun temel şartının ise, hıyanet etmemek<br />

olduğu açıkça anlaşılmaktadır.<br />

Mustafa Kemal Paşa, Sakarya savaşında sonra Müslüman olmayanlar<br />

hakkında şunları söylemiştir:<br />

30 Nutuk, I, s.307.<br />

31 Nutuk II, s. 715-716.<br />

32 <strong>Atatürk</strong>’ün Milli Dış Politikası, I, Ankara 1981, s.272.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 247<br />

“Hükûmetimizin ve milletimizin Hıristiyan unsurlara karşı adaletli<br />

bir şekilde davranışı geleneklerimiz ve dinimizin gereğidir. Ve<br />

gerçekten Hıristiyanlara adil davranıldığma en büyük delil memleketimizin<br />

her noktasında, en ufak köyünde bile Hıristiyan unsurların<br />

Müslümanlardan ziyade huzur ve refaha ve servete sahip olmalarıdır.<br />

Eğer bunlar hakkında zulüm ile gasp ile adaletsizce muamele edilmiş<br />

bulunsaydı, doğal olarak bugünkü hal ve vaziyette bulunmamaları<br />

lazımdı. Bundan dolayı, bunun için başka bir delil ve sebep göstermeye<br />

gerek görmüyorum Fakat bu Hıristiyan unsurlar dışarının<br />

teşvikleriyle veyahut ekmek yediği toprağa nankörlük ederek millî<br />

varlığımıza zarar vermek, bozmak girişimlerinde bulunacakların fenalıklarına<br />

set çekmek pek tabii gereklidir. Bundan dolayı Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi Hükûmetini hatalı bulmak hiç kimsenin hakkı<br />

değildir. Bugün en büyük, en sağlam ve medeni milletlerin bu gibi<br />

konularda bize göre pek şiddetli ve zorlayıcı işlemlere girişmekte<br />

olduğu herkesçe bilinir. Fakat bütün dünya bilmelidir ki: sakin ve<br />

sadık tebaa daima himaye edilmiştir. Ve daima himaye edilecektir.<br />

Hıristiyan unsurların İslam vatandaşlarından bir farkı yoktur. Aynı<br />

hukuka sahiptir. Ve sahip kalacaktır, düşmanlarımızın diğer iddiaları<br />

da bu arz ettiklerim gibi asılsız ve esassızdır. Yunanlılar, gasp<br />

etmek suretiyle işgal ettikleri yerler de çoğunluğun Rumlarda olduğu<br />

iddia ederler. Halbuki; hakikat tamamen aksidir. Bütün tarafsız<br />

istatistikler bunu böyle göstermektedir ve milletlerarası komisyon<br />

raporlarının neticesi bunu doğrulamaktadır” 33 . Burada Mustafa Kemal<br />

Paşa, Müslüman olamayanların her yerde huzur ve refah içinde<br />

yaşadıklarına işaret ederek, bunlara karşı hiçbir düşmanlık olmadığına<br />

en büyük delilin bu olduğunu söylemektedir. Millî varlığa zarar<br />

verecek olanların bu girişimlerini önlemenin de doğal olduğunu<br />

bundan dolayı TBMM’yi suçlamaya kimsenin hakkı olamayacağını,<br />

bu gün en uygar milletlerin bile bu zararlı faaliyetler karşısında<br />

Türklerden daha şiddetli ve zorlayıcı önlemler aldıklarını hatırlatır.<br />

Zararlı faaliyetleri görülmeyen azınlıkların ise geçmişte olduğu gibi<br />

korunmaya devam edileceğini, Hıristiyan vatandaşların Müslüman<br />

vatandaşlardan bir farkının olmadığını dillendirerek, onlarında aynı<br />

33 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, I, s. 198-199; 19 Eylül 1921 tarihinde<br />

Sakarya Meydan Muharebesi hakkındaki konuşması.


248<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

hukuka sahip olacaklarını tekrar vurgular.<br />

1 Mart 1922 Tarihinde Mustafa Kemal Paşa, Türkiye halkı ve<br />

azınlıkların durumu konusunda şunları söyleyecektir34 : “Türkiye<br />

halkı irken veya dinen ve kültürel olarak bir ve birbirlerine karşı saygılı<br />

ve fedakârlık hisleriyle dolu ve mukadderat ve menfaatleri ortak<br />

olan bir sosyal heyettir. Bu toplulukta hukuk-ı ırkıyeye, hukuk-ı<br />

ictimaiyeye ve şerait-i muhitiyeye riayet, siyaset-i dahilimizin esas<br />

noktalarındandır. Dahili teşkilat-ı idaremizde bu esas noktanın, halk<br />

idaresinin bütün mana-yı şâmiliyle layık olduğu derece-i inkişafa<br />

îsal edilmesi siyasetimiz icabatındandır. Ancak harici düşmanlara<br />

karşı daima ve daima müttehit ve mütesanit bulunmak mecburiyeti<br />

de muhakkaktır. Türkiye halkına dahil olup ekalliyet halinde bulunan<br />

anasır-ı Hıristiyaniyenin hukuku dahi dünyanın en medeni milletleri<br />

meyanında yaşayan ekalliyetlere verilmesi Düvel-i İtilafıye<br />

ile muhasımları ve bazı müşarikleri arasında takarrür eden esasat-ı<br />

ahdiye dairesinde memaliki mütecaviredeki Müslüman ahalinin de<br />

aynı hukuktan istifade eylemesi ümniyesiyle müeyyet ve müemmendir.<br />

Ekalliyetlerle beraber, bil umum halkın refah ve saadetinin<br />

ve kavanînin bahşettiği her türlü hakların masuniyetinin temini ve<br />

memlekette hâkimiyet-i kanuniyenin teyidi dahili idare ve siyasette<br />

değişmez bir düsturumuzdur.”<br />

Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı İmparatorluğunda yalnızca gayrimüslim<br />

azınlıkların ellerine terk edilmiş olan ancak ülkenin kalkınması<br />

için en temel unsurlardan biri olan üretim meselesine de<br />

değinmiştir. O bu konuda ulus olarak sanatta gelişmemiz gerektiği,<br />

yalnızca askerî tedbirlerle bir ulusun kalkınamayacağını, asıl üretim<br />

yapmak suretiyle müreffeh ve kalkınmış bir ülke olunabileceğini 16<br />

Mart 1923 tarihinde Adana esnaflarına yaptığı konuşmada ifade etmiştir35<br />

:<br />

“Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete<br />

mahkumdur. Birçok unsurlar o felaketin derecesini fark etmez. Fark<br />

ettiği gün de ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak lazım geldiğini<br />

tahmin eyleyemez. Artık tarihe karışan Osmanlı hükûmeti, maatte-<br />

34 a.g.e., I, s. 236-237.<br />

35 a.g.e., II. s. 130.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 249<br />

essüf asırlarca yanlış bir zihniyet sahibi oldu. Çünkü onlar sanatı<br />

ve sanatkarları kendi milletlerinden yetişmiş görmekten zevk almazlardı.<br />

Hatta en şevketli Osmanlı padişahlarından biri, zannedersem<br />

Kanuni Sultan Süleyman, askerlerinden bir Türk Müslüman’ın saraçlık<br />

sanatına sahip olduğunu görünce, fevkalâde meyus müteessir<br />

olmuştur. Onların nazarında sanatkarların gayrimüslimden olması<br />

tercih edilirdi. Onlar sanattaki hayat membalarını başka milletlerin<br />

ellerinde bulundurmanın zararlarını göremiyorlardı. Asil milletimiz<br />

sanattan mahrumdu. Sanatkarlar azdı. Mevcut olanlar da icap eden<br />

derecede sanatta mahir değildi. Arkadaşımız beyanatında demişlerdir<br />

ki, Adana’mızı istila eden diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler<br />

sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi<br />

bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan<br />

fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur.<br />

Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o<br />

halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Gerçi bu güzel<br />

memleket kadim asırlardan beri çok kere ecnebi istilâlarına maruz<br />

kalmıştı. An asıl Türk ve Turanî olan bu ülkeleri İranîler zaptetmişlerdi.<br />

Sonra bu İranîleri mağlûp eden İskender’in eline düşmüştü.<br />

Onun ölümüyle ülke taksim edildiği vakit Adana kıtası da Silifkelilerde<br />

kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar<br />

istilâ etmiş, sonra Şarkî Roma yani Bizanslılar eline geçmiş, daha<br />

sonra Araplar gelip Bizanslıları koğmuşlar; en nihayet Asya’nın göbeğinden<br />

tamamen kaynayan Türkler soyundan ırkdaşlar buraya gelerek<br />

memleketi, hayatı sabıka ve asliyesine iade ettiler. Memleket<br />

en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde takarrür etti. Ermeniler ve<br />

sairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz<br />

Türk memleketidir.<br />

Cumhuriyet ilan edildikten ve laiklik esası devletin prensipleri<br />

olarak kabul edildikten sonra Müslüman olmayanların Türk sosyal<br />

yaşamıyla tamamıyla bütünleştirilmesini isteyen Mustafa Kemal<br />

“Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar mukadderat<br />

ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağladıktan<br />

sonra kendilerine yan gözle, yabancı nazarıyla bakılmak, medeni<br />

Türk milletinin asil ahlâkından beklenebilir mi?” diyecektir. 36 Bütün<br />

söylev ve demeçlerinde Mustafa Kemal’in azınlıklar hakkındaki<br />

36 Utkan Kocatürk, <strong>Atatürk</strong>’ ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1983, s. 174.


250<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

görüşleri gerçekçi, tutarlı, Türk Tarihi tecrübesine uygun, dengeli,<br />

imtiyazlara mesafeli, ötekini yani farklılıkları reddetmeyen, özellikle<br />

azınlıkların içinde bulunduğu devlet ve milletle kucaklaşmasını<br />

ve birleşmesini arzulayan insancıl bir anlayışa sahiptir. Bu anlayış<br />

evrensel olduğu kadar dışarıda kalan soydaşlarını, dindaşlarını unutmayan<br />

bunlar için karşılılık esasına uygun olarak diğer devletlerden<br />

aynı özveriyi bekleyen ve sonuç olarak dünyadaki bütün azınlıkların<br />

İnsan haklarından yararlanmasını arzu eden bir yaklaşımdır.<br />

Lozan Anlaşması’nda Azınlıklar<br />

TBMM hükûmeti Lozan’a giden heyete verdiği on dört maddelik<br />

talimatta; 1., 8., 9., 12. maddelerde dolaylı veya dolaysız olarak<br />

azınlık politikasını dile getirmektedir. Bunlar şöyle sıralanabilir: Ermeni<br />

yurdu ve kapitülasyonlar söz konusu edilemez. Edilirse görüşmeler<br />

kesilir. Ekalliyetler/azınlıklar için esas mübadeledir. Yabancı<br />

kuruluşlar Türk kanunlarına tabidir. 37 Bu talimatlar uygun olarak<br />

Lozan görüşmelerinde azınlıklar için TBMM’nin siyaseti iki noktada<br />

toplanabilir. 38 1-Azınlık haklarının karşılıklılığı, 2-Azınlıkların<br />

himayesinin Türkiye’nin varlık ve bütünlüğüne müdahale için bir<br />

bahane olarak kullanılmaması.<br />

Mustafa Kemal Paşa, Lozan görüşmeleri devam ederken 25<br />

Aralık 1922 tarihinde Le Journal Muhabiri Paul Herriot’ya verdiği<br />

demeçte Türkiye’nin azınlık ve Patrikhane politikası konusunda<br />

şunları söylemiştir: “Ekalliyetlere gelince, bu bapta mübadele meselesini<br />

derpiş etmiştik. Diğer devletlerin murahhasları da bu zeminde<br />

bizim fikrimizi takip ve tasvip eylemiştiler. Lâkin bir fesat ve hıyanet<br />

ocağı bulunan, memlekette tohum-ı nifak ve şikak saçan, Hıristiyan<br />

hemşerilerimizin huzur ve refahı için de mucib-i şeamet ve felaket<br />

olan Rum Patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız.<br />

Bu tehlikeli teşkilatı memleketimizde muhafazaya bir mecbur etmek<br />

için ne gibi vesile ve sebepler irae olabilir?” Türkiye’nin Rum Patrikhanesi<br />

için arazisi üzerinde bir melce göstermeye ne mecburiyeti<br />

37 <strong>Atatürk</strong>’ün Milli Dış Politikası (Milli Mücadele Dönemine Ait l00 Belge,<br />

1919-1923), I, Ankaral981, s.497.<br />

38 Gülnihal Bozkurt, Azınlık İmtiyazları ~ Kapitülasyonlardan Tek Hukuk<br />

Sistemine Geçiş, Ankara l998, s. 45.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 251<br />

var? Bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan’da değil midir? 39<br />

İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, Lozan’da 12 Aralık 1922 tarihinde<br />

ülke ve askerî sorunlar komisyonunda azınlık sorununu gündeme<br />

getirdi. Curzon, müttefiklerin savaşa Ortadoğu’daki azınlıkları<br />

korunmak ve kurtarmak için girdiklerini iddia ederek, bu konudaki<br />

taahhütlerini yerine getireceklerini söyledi. Curzon’a karşılık İsmet<br />

Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun hiç bir ülkede olmadığı kadar<br />

azınlık haklarına saygı gösterdiğini ancak XIX. Yüzyıldan itibaren<br />

Müslüman olmayanların dışardan imparatorluğu yıkmak için kullanıldığını<br />

anlatmıştır.<br />

Ayrıca İsmet Paşa, yeni devlette Osmanlıdan farklı olarak, bağımsız<br />

bir devlet kurabilecek herhangi bir azınlığın bulunmadığını<br />

kaydetmiştir. Türk-Rum mübadelesi ile bu durum daha da belirginleşecekti.<br />

Yeni Türk Devleti, Müslüman olsun olmasın yurttaşların<br />

üzerinde ulusal veya uluslararası herhangi bir gücün müdahalesine<br />

yol açacak hiçbir düzenlemeyi kabul etmeyecekti. Azınlık haklarında<br />

ise, son zamanlarda Avrupa’da yapılmış olan antlaşmalarla belirlenen<br />

esaslar üzerinde ve ancak komşu ülkelerdeki Müslümanların<br />

da aynı haklardan yararlanmaları koşuluyla kabul edileceğini vurguladı.<br />

Bu ön görüşmelerden sonra azınlıklar konusu İtalyan Başdelegesi<br />

Montagna’nın başkanlığındaki alt komisyona havale edildi.<br />

Türk temsilcilerinin de katıldığı bu komisyon iki-üç hafta içinde on<br />

altı oturum yaparak on maddeden oluşan “Azınlıkların Korunmasına<br />

İlişkin Tasarı’yı Curzon’a sundu. Lozan Konferansı’nda azınlıklar<br />

sorunu, birinci komisyonun beş ve azınlıklar alt komisyonunun on<br />

altı toplantısında yoğun ve sert tartışmalara sebep olmuştur. Lozan<br />

Antlaşması’nın 37-45. maddeleri arasında Türkiye’nin yeni azınlıklar<br />

rejimi düzenlenmiştir. 40 Bu azınlıklar rejiminin büyük güçlerin<br />

varmak istedikleri hedefler ile Osmanlı millet sistemi karşılaştırıldığında<br />

getirmiş olduğu yeni esaslar çerçevesinde aşağıdaki noktalar<br />

üzerinde durulmalıdır. 41<br />

Lozan’ da tartışılan en önemli konulardan biri de; Himayeleri<br />

39 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.79.<br />

40 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar- Belgeler, VIII, Çev. Seha L. Meray,<br />

İstanbul 2001, s. 10-13.<br />

41 M. K. Öke, a.g.e., s.324-332.


252<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

teklif edilen azınlıkların kimler olacağı idi. Bu konuda azınlıklar alt<br />

komisyonunda Türk delegesi Rıza Nur Bey, büyük güçlerin din, dil<br />

ve ırk bağlamında yeni azınlık önerisini kabul etmeyecektir. Türk<br />

tarafı yalnızca gayrimüslimleri azınlık olarak kabul etmiştir. 42 Bunun<br />

üzerine komisyon Türk tarafının görüşünü kabul ederek koruma<br />

tedbirlerini Müslüman olmayan azınlıklarla sınırlamak zorunda<br />

kalmıştır. Yine de antlaşmaya Türk Hükûmeti, Türkiye ‘de oturan<br />

herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma, dil, soy ya da din ayrımı<br />

yapmaksızın, hayatlarım ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz<br />

olarak sağlamayı yükümlenir, şeklinde bir hüküm konulmuştur.<br />

43 Burada Türk tarafı Müslüman unsurlar arasında yeni azınlıklar<br />

oluşturulmasına engel olarak, Müslüman unsurlar arasında Misak-ı<br />

Millî sınırları çerçevesinde oluşturulmaya çalışılan milletin etnik bir<br />

temele dayandırılmayacağım da ifade etmiş oluyorlardı. Bu din ve<br />

kültür ortak paydalı anlayış millet ve ülkenin üniter yapısını/ bölünmez<br />

bütünlüğünü sağlamaya yönelikti.<br />

Lozan’da Azınlıklar için kazanılan statü, himayeleri kararlaştırılan<br />

azınlıkların Osmanlı dönemindekinin aksine, münferit fertler<br />

olmadığıdır. Böylece Müslüman olmayan Türk vatandaşları millî cemaatler<br />

olarak sayılmış ve bütün halinde telakki edilmişlerdir. Buna<br />

göre Türkiye’deki yaşamları uluslararası bir anlaşmayla garanti altına<br />

alınmıştı. Bu aslında millet özelliğini kazanmamış cemaatlerin<br />

uluslaşma sürecine bir katkı yapabilirdi. Büyük güçler böylece yeni<br />

bir himaye sistemi oluştururken, kendilerine gelecekte müdahale imkanı<br />

verecek bir açık kapı bırakmayı da unutmamışlardır. Türk delegelerinin<br />

bu konu üzerinde fazla durmaması, herhalde Türkiye’de<br />

millî bir azınlığın kalmadığına inanıyor olmalarıdır. Burada azınlıkların<br />

ayrıcalıklarının da tamamen kaldırılmamış olduğunu belirtmek<br />

yerinde olacaktır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin anayasa ve kanun nazarında<br />

eşit olarak kabul ettiği gayrimüslimler, azınlık hukuku içine<br />

alınarak bir anlamda ayrıcalıklı bir statü kazanıyorlardı.<br />

42 Dr. Rıza Nur, Lozan Hatıraları, İstanbul 1999, s. 83; Baskın Oran’da<br />

Lozan’da azınlıkları tanımlamada dil, soy ve din ölçütünün değil gayrimüslim<br />

ölçütünün kabul edildiğini söylemektedir. Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar,<br />

Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, İstanbul 2004, s.62.<br />

43 Lozan Barış Tutanakları, VIII, s. 11.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 253<br />

Lozan’da kabul edilen azınlıklar rejimi Müslümanlarla, Müslüman<br />

olmayanlara eşit haklar veriyor, azınlığın statüsünü çoğunluktan<br />

ayırt etmiyordu. Büyük Güçler ise azınlıklara hem eşitlik tanınmasını,<br />

hem de onlar için özel düzenlemeler adı altında ayrıcalıklar<br />

verilmesini istiyorlardı. Çok uluslu Osmanlı İmparaluğu’nda azınlıklar<br />

için özel bir düzenleme yapılması devletin dünya görüşünün<br />

gereğiydi. Halbuki millî ve laik bir devletten aynı farklılaşmayı beklemek<br />

Türk tarafına pek doğru gelmiyordu. Lozan rejimi, Müslüman<br />

olmayan azınlıklara (Rum, Ermeni, Yahudi) hem eşitlik ve ulus devletin<br />

inşasına bir Türk yurttaşı olarak katılma, hem de kendi kültürel<br />

kimliklerini koruma imkânı vermiştir. 44 Türkiye Cumhuriyeti’nde<br />

Müslüman olmayanlar, eğitim, ibadet, sosyal ve kültürel faaliyetlerini<br />

kendi dillerinde yapabilmekte, gelenek ve göreneklerini yaşama<br />

konusunda bazı kolaylıklar elde etmişlerdir.<br />

Lozan, azınlık hakların korunma ve gözetilmesini uluslararası<br />

sisteme yani Milletler Cemiyeti’ne bağlamaktadır. Osmanlı<br />

Devleti’nde azınlıkların himayesi kaynağını kapitülasyonlar ve ikili<br />

antlaşmalardan alıyordu. Lozan’da, 1878 Berlin Antlaşması’nda<br />

olduğu gibi Türkiye’deki azınlıkların koruyuculukları dünya siyasetine<br />

hâkim güçlerin garantörlüğüne bırakmaktadır. Mesela 1878<br />

Berlin Antlaşması’nın azınlık haklarına ilişkin uygulamaları, büyük<br />

güçlerin uyum içinde olmalarına bağlı olduğu için pratikte sıkıntılara<br />

yol açmış ve garantörlerin hep birlikte Osmanlı Devleti’ne yaptırım<br />

uygulamaları mümkün olmamıştır. Oysa Lozan Antlaşması’nın<br />

44. maddesi, azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin uluslararası<br />

yükümlülük olduğu esasını getiriyordu. Bu hükümler Milletler<br />

Cemiyeti’nin güvencesi altında olacaktı. Bu da Milletler Cemiyeti’ne<br />

Türkiye’ye azınlıklar konusunda müdahale imkânı verebilirdi. Milletler<br />

Cemiyeti’nin bu konuda her hangi bir organı olmadığı için<br />

bunu üye herhangi bir büyük güç yapabilecekti.<br />

Türk tarafı çok istediği halde Lozan’da müzakereler devam<br />

ederken, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Türk idarecilerinin<br />

44 Rıfat N. Bali, “Azınlıklar Açısından Türk ve Türkiyelilik Tartışmaları”. türk<br />

Yurdu Dergisi, sayı 208 (Aralık 2004), s.38-39; kendiside gayrimüslim Türk<br />

yurttaşı olan yazar Türkiyeli/Türkiyelilik tartışmalarının hiç kimseye bir yararı<br />

olmayacağı kanaatindedir.


254<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

kesin kararı, hem azınlık konusunu yurt içinde ve yurtdışında uluslararası<br />

bir statüye kavuşturmak, hem de azınlıklara ait patrikhaneler,<br />

hahamhane, kilise, havra ve yabancı okulları, hilafet kurumunda<br />

yapıldığı gibi kapatmaktı. Fakat bunların yalnız ayrıcalıkları sınırlandırılabildi,<br />

kapatılmaları gerçekleştirilemedi. Özellikle zararlı faaliyetleri<br />

belgelenen Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin Türkiye<br />

dışına çıkarılmasını sağlanamamıştır. Yunanistan, İngiltere ve ABD<br />

temsilci heyetlerinin ısrarlı talepleri üzerine sadece dini yetkilerini<br />

kullanmak kaydıyla İstanbul’da kalmasına izin verilmiştir. Lozan<br />

Antlaşması’nda Patrikhane açık bir şekilde belirtilmediği gibi, kendisini<br />

doğrudan doğruya ilgilendiren bir maddede mevcut değildir.<br />

Müzakereler sırasında Patrikhane adı, eski ayrıcalıklarının son bulduğu<br />

ve tamamen yeni Türk Devletine bağlı, dini bir kurum olduğu<br />

konusunda doğrudan ve antlaşma metninin I. Kısmının, 3.Bölümünde<br />

Ekalliyetlerin Himayesi başlığı altında yer alan maddelerde ise<br />

dolaylı olarak geçmiştir. Türk Devleti’nin bir kurumu statüsündeki<br />

Patrikhanenin, Türkiye’de bulunan diğer Müslüman olmayanlara ait<br />

hahamhane, Patrikhaneler, kilise veya sinagoglardan bir farkı yoktur.<br />

Patrikler veya diğer din adamları Türk kanunlarına bağlı olup, bütün<br />

Türk vatandaşları ile aynı hak ve sorumluluğa sahiptir. 45 Lozan’da<br />

Hahamhane ve Patrikhanelerin faaliyetleri din işleriyle sınırlı tutulmuş,<br />

dünyevî işlerle, siyasetle uğraşmaları, ideolojik çalışmalarda<br />

bulunmaları yasaklanmıştır.Yine yapılan inkılaplarla, azınlıkların<br />

aile hukukunu kendi geleneklerine göre düzenlemeleri konusunda<br />

farklılar ortaya çıkınca 15 Eylül 1925’te Yahudiler, 17 Ekim 1925’te<br />

Ermeniler ve 27 Kasım 1925’te de Rumlar bu farklılığın kaldırılması<br />

için başvurmuşlar ve ülkede ayrı muameleye tabi olmak istemediklerini<br />

beyan etmişlerdir. 46<br />

Lozan’la birlikte yeni bir statüye sahip olan azınlıkların <strong>Atatürk</strong><br />

dönemindeki demografik yapıları hakkında bilgi vermek yerinde<br />

olacaktır. Yahudiler nüfusu 1927’de Türkiye genelinde 81.872<br />

(İstanbul’da 46.781) iken 1935’de 78.730’a kadar düşmüştür. 47 Yine<br />

45 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bülent Atalay, Fener Rum Ortodoks<br />

Patrikhanesi’nin Siyasi Faaliyetleri (1908-1923), İstanbul 2001, s.197-231.<br />

46 Azmi Süslü, “<strong>Atatürk</strong> ve Azınlıklar”, Uluslararası İkinci <strong>Atatürk</strong> Sempozyumu<br />

(9 -11 Eylül 1991), II, Ankara 1996, s. 1021.<br />

47 Çetin Yetkin, Türkiye’nin Devlet Yaşamında Yahudiler, İstanbul 1992, s.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 255<br />

resmi istatistiklere göre İstanbul’da 1924 <strong>yılında</strong> 280.000 Rum var<br />

iken, 1927’de Türkiye Cumhuriyeti uyruklu 90.000 Rum ve Yunan<br />

uyruklu 26.000 Rum, 1934’de ise 73.000 Türkiye Cumhuriyeti uyruklu<br />

Rum 30.000’de Yunan uyruklu Rum bulunmaktaydı. 48 Bütün<br />

bu azalmaların sebebi olarak Türk Rum nüfus mübadelesi ve azınlıklara<br />

karşı yürütülen politikaları sayabiliriz. Türkiye’de Ermenice konuşan<br />

nüfus ise 1927 sayımında 67.745, 1935 sayımında 67.381 olarak<br />

tespit edilmiştir. Bir Ermeni kaynağı ise 1927 yılı için 52.576’sı<br />

İstanbul’da olmak üzere bütün Türkiye’de 80.286 Ermeni’nin yaşadığını<br />

kaydetmektedir. 49<br />

Azınlıklardan TBMM’ye giren ilk kişi 1923’te II. Dönem<br />

Van milletvekili Münip Boya (Ermeni asıllı)dır. Yine bu dönemde<br />

Ermeniler’den 5-6-7. Dönem Afyonkarahisar milletvekili Berç Keresteciyan<br />

Türker (1934-1942 Bağımsız milletvekili Afyonkarahisar)olmuştur.<br />

İlk Rum milletvekili ise, 1930’da V. Dönem Ankara<br />

milletvekili Nikolas Taspas olmuştur. Daha sonra Mihail Kayaoğlu<br />

(Ankara Vll.dönem), İstamat Zihni Özdamar (Eskişehir 1935-1946),<br />

Vasil Konos (İstanbul VIII. Dönem), Nikola Fakacelli (İstanbul VIII.<br />

dönem ara seçim) TBMM’ye girmişlerdir. 1935’de ilk kez TBMM<br />

seçimlerinde Yahudi adaylar da katıldı. CHP listesinden ilk Yahudi<br />

milletvekili Abravaya Marmaralı (Niğde 1935-1943)dır. Azınlık<br />

milletvekilleri yaptıkları propaganda ve meclis çalışmalarında hiçbir<br />

zaman etnik kimliklerini öne çıkarmadan sadece Türkiye Cumhuriyeti<br />

vatandaşı kimliği ile hareket etmişlerdir.<br />

Mustafa Kemal Paşa bu konudaki düşüncelerini Lozan Barış<br />

Antlaşmasından sonra da sürdürmüştür. Hatta bu zorakî kabullenişi,<br />

Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, Fransız muharriri Maurice Pernot’a<br />

verdiği demeçte Fransız mekteplerini örnek göstererek şöyle beyan<br />

ettirmiştir. Yabancı okulların Türk milletinin gelişiminde büyük katkıda<br />

bulunduklarını, ancak bazen vazife hudutlarını aştıklarını, gayri<br />

fenni propaganda gayeleri takip ettiklerini ve bunun için halkımızın<br />

Türk olmayan unsurlarını hedeflediklerini ifade ederek; “Fransız<br />

56-57.<br />

48 Fatih Akın, Türkiye’ de Azınlık Politikaları (6-7 Eylül Olayları), İstanbul<br />

2006, s.96.<br />

49 Cafer Ulu, aynı tez, s.340-342.


256<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

mekteplerinin çoğu rahipler ve hemşireler tarafından idare edilmektedir.<br />

Şu halde, mesleki bir niteliği vardır. Binaenaleyh, dini bir propagandada<br />

bulunduklarından endişe edebiliriz Mamafih, istiyoruz ki<br />

mektepleriniz kalsın. Fakat, Türkiye’de bizim mekteplerimizin bile<br />

sahip olamadıkları ayrıcalığa ecnebi mekteplerinin sahip olmasının<br />

kabulü mümkün değildir. Kurumlarınız, aynı sınıfta Türk kurumları<br />

için konulan kanun ve nizamlara uydukları sürece kalabilir. Zaten<br />

bu konu Ankara temsilcileri ile Fransız temsilcileri arasında görüşülmüş<br />

ve esaslı prensipler üzerinde uzlaşma olmuştur” demiştir. 50<br />

Bu sözlerinden Mustafa Kemal Paşa’nın yabancı okullara tamamen<br />

karşı olduğu fikri çıkarılmamalıdır. O, ülkenin tam bağımsızlığını<br />

zedeleyecek, siyasi emeller peşinde koşarak Türkiye Cumhuriyeti<br />

Devleti’ni yıkmaya yönelik faaliyetler içinde bulunacak kurumlara<br />

karşıdır. Yoksa Türk milletine ilim ve irfan yuvası olarak faydası olacak,<br />

ülkenin ileri gitmesini sağlayacak dost kurum ve kuruluşlara<br />

ne ticari ne de eğitim alanında karşıdır. Nitekim Fransız gazetecinin<br />

Fransız okullarına bu yönde bir suçlamanın olmadığını hatırlatması<br />

üzerine; yabancı okulların Türk kanun ve nizamlarına aykırı olmamak<br />

şartıyla ülkemizde kalabileceklerini açıkça ortaya koymuştur.<br />

Mustafa Kemal Paşa’nın azınlıklara karşı diğer siyasal olaylarda ortaya<br />

koyduğu gibi son derece gerçekçi bir şekilde yaklaştığı, tam<br />

bağımsızlık ilkelerinden taviz vermeden davrandığı, ortaya çıkan<br />

durumlarda mütekabiliyet esasını ve medeni ülkelerde tatbik edilen<br />

hukuku esas aldığı söylenmelidir.<br />

Yine Hilafetin kaldırılmasından sonra <strong>Atatürk</strong>, azınlıklar ve yabancı<br />

kuruluşlar hakkında 4 Mayıs 1924 tarihinde şu demeci vermiştir51<br />

: “Hilafetle beraber Türkiye’de jis 4 mevcut olan Ortodoks ve<br />

Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerinin ortadan<br />

kalkması lazımdır. Hilafet ve bu muhtelif patriklikler asırlardan<br />

beri ruhani daire-i salâhiyetleri haricinde muazzam imtiyazat topladılar.<br />

Halkın mütalâasına müsteniden bahşedilen hukuk haricinde<br />

imtiyâzât ile Cumhuriyet idaresinin tatbiki kabil değildir. Mazide<br />

bilhassa Abdülhamit’in hal’inden sonra Kanun-i Esasimizi ve Meş-<br />

50 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.90; 29 Ekim 1923 tarihinde Fransız<br />

muharriri Maurice Pernot’ya verdiği demeç.<br />

51 a.g.e., III, s. 102-104.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 257<br />

rutiyet kavanînimizi Garbın medeniyet makinesine imtisalen tadil<br />

etmeye çok çalıştık. Fakat bu teşebbüsümüz akim kaldı. Zira her hatvede<br />

patrikhaneler ve hilâfet gibi siyasi, dini müessesatın hukuku ile<br />

karşı karşıya geldik.<br />

Asırlarca evvel Türk-Müslüman ecdadımız bu memlekette hükümran<br />

olduğu zamanlarda siyasi, dini salahiyeti haiz rüesa tarafından<br />

idare edilmekte olan cemaatler buldular. O devirde itikadat-ı<br />

diniyelerî fatihlerin itikadatından farklı olan anasır-ı mahkûme ile<br />

telif-i beyn lüzumu hissedilmişti. Bu sebeple bu ilk fatihler, zir-î<br />

hâkimiyetine aldıkları muhtelif millîyetleri kendi mutat reis-i dinileri<br />

vasıtasıyle idare etmeyi münasip buldular ve bu reislere -dini<br />

reislere- büyük bir salâhiyet verdiler.<br />

Halifenin ve patriklerin bu imtiyazatı kavaninimizin. esasını<br />

teşkil etmişti. Bu nizamat vaktinde müdebbirane bile olsaydı yine<br />

bir tehdit teşkil eylerdi. Zira terakkiyatımızı tehir ve işkâl eyledi ve<br />

bu sebeple yalnız Türkiye, Avrupa’da komşusu olan bütün milletler<br />

arasında geride kaldı. Hükûmeti işlemiyordu. Patrikhanelerin veya<br />

hilâfetin itirazatına maruz olmaksızın hiç bir ıslâhat veya terakkiperver<br />

fıkr-i usul idaremize ithal edilemiyordu. Mamafih usullerimizden<br />

bazılarının tebdili zamanı geldi ve o vakit hilâfette bütün<br />

tebeddülata karşı şedit bir husumet keşfettik. Patriklerin hiddetini<br />

tahrik etmeden usul-i tedrisimiz tebdil edilemezdi. Bunlar muavenet<br />

maksadıyla daima ecnebi hükûmetlere müracaat ediyorlardı.<br />

Asırlardan beri Rusya, İstanbul Rum Patrikliği üzerindeki hegemonyası<br />

sayesinde İşlerimiz üzerinde muzır bir nüfuz sahibi oldu.<br />

Rum, Ortodoks ve Ermeni patrikhaneleri vasıtasıyla idare usulümüz,<br />

diğer kilise idareleri ihdasını elzem kıldı. O vakit Rum-Katolik patriğini<br />

ve Yahudilerin hahambaşlarmm tasdike mecbur olduk.<br />

Protestanlık zuhur ettiği zaman, İstanbul’da bir Protestan kilisesi<br />

mümessilinin bulunması kabul zarureti karşısında kaldık ve Rum<br />

Patrikhanesinin imtiyazatına müşabih imtiyazlar verdik.<br />

Son zamana kadar vergiler kiliseler vasıtasıyla tahsil edilirdi.<br />

Yani hükûmet, servetleri üzerine vergi vazetmekle beraber, vergilerin<br />

tahsilini her mıntıkada hususî reis-i ruhanîlere terk ederdi.<br />

Tabir-i diğerle meselâ beş yüz Protestandan mürekkep bir cemaatten<br />

bir kütle halinde vergi alınır ve bu vergilerin tevzi ve tahsili


258<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

hakkında bir söz söylenemezdi. Sermaye vergileri de aynı suretle<br />

toplanmak lazım gelirdi.<br />

Patrikhanelerin ve hilâfetin imtiyazatına tevfikan, hükûmet tedrisat<br />

usulünü ıslah edemezdi. Türkiye’de yerleşmiş olan her cemaat,<br />

ister resmen salâhiyet almış bulunsun, ister bulunmasın, kendi dini<br />

mekteplerine ve liselerine mâlikti, imparatorluk hududu dahilinde de<br />

her millet kendi lisanını ve dinini talim ederdi. Fakat bu mektepler<br />

ihanet projelerine hizmet ettiler. Ermeniler Türk hâkimiyeti altında,<br />

açıkça müstakil bir kraliyet lehinde çalışıyor, ecnebi anasırın fiili<br />

muavenetiyle hayallerini hiz-i fiile îsal için mütemadiyen entrikalarda<br />

bu lunuyorlardı.<br />

Bizimle dört yüz sene yaşamış olan yerli kavimler, günün birinde<br />

kendilerini gayr-i müstahlâs addederek Türklerin boyunduruğundan<br />

kurtulacakları günü düşünmeye başladılar. Mekteplerinde kendi<br />

lisanlarını ve dinlerini talim ettiler ve taht-ı hâkimiyetinde yaşadıktan<br />

hükûmeti yabancı saydılar.<br />

Diğer milletlerle aynı hal vaki oldu. Türkiye’de mektepler ve<br />

kiliseler tahrikatın ocağı idi. Gayrimüslim anasır, hatta imparatorluk<br />

hududu dahilindeki Müslüman Araplar, aynı maksatla mekteplerinde<br />

Türk lisanının talimini ihmal ettiler. Böyle bir vaziyete İngiltere,<br />

Fransa, Amerika veya her hangi bir milletin ne kadar zaman tahammül<br />

edebileceklerini sorarız.”<br />

20 Nisan 1924 kabul edilip Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun<br />

uygulanan anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunun 88. maddesi<br />

“Türkiye ahalisi din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle<br />

Türk ıtlak olunur. Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden<br />

Türkiye’de doğup da memleket dâhilinde ikamet ve sinni<br />

rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut vatandaşlık<br />

kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür”. 52 Bu anayasada<br />

herhangi bir ırk, din ve kültüre bakılarak Türk vatandaşlığı<br />

belirlenmemiştir. Buradaki Türk kavramı yalnızca Türk soyluları tanımlamak<br />

için de kullanılmamıştır. Çünkü anayasanın bu maddesi<br />

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesi kucaklayan bir yakla-<br />

52 Suna Kili-A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifaktan<br />

Günümüze). İstanbul 2000. s. 138 Bu kitap, Osmanlıcadan okunmuş metinlerde<br />

bir çok yanlışı olduğundan ihtiyatlı kullanılmalıdır.


şımdır.<br />

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 259<br />

Nitekim 1931 <strong>yılında</strong> <strong>Atatürk</strong>, Türk Milleti ve millîyet anlayışını<br />

şöyle ifade etmektedir: “Türk Milletinin teessüsünde müessir olduğu<br />

görülen tabii ve tarihi vakalar şunlardır:<br />

A) Siyasi varlıkta birlik<br />

B) Dil birliği<br />

C)Yurt birliği<br />

D) Irk ve Menşe birliği<br />

E) Tarihî karabet (Yakınlık)<br />

F) Ahlakî karabet.<br />

Türk milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartlar diğer milletlerde<br />

kamilen yok gibidir. Daha umumi bir tarif yapabilmek için<br />

diyelim ki bir cemiyete millet diyebilmek için bu şartlar kamilen<br />

veya kısmen bir arada bulunmak lazımdır. Bütün milletler tamamen<br />

aynı şartlar altında teşekkül etmemiş olduklarına göre Türk milletinde<br />

yaptığımız gibi diğer her millet ayrı olarak mütalaa edilmedikçe<br />

millîyet fikrini umumi ve fenni olarak tarif etmek güçtür. Çünkü<br />

tespit ettiğimiz şartlar insanları millet halinde teşekkülüne umumiyetle<br />

yardım etmişlerdir. Fakat bu tarz teşekkülden başka, adeta bu<br />

şartların tesirini kale aldırmayan millet teşekkülü de vardır. Mesela,<br />

İngilizler ile Amerikalılar aynı lisanı konuştukları halde ayrı ayrı<br />

milletlerdir, sonra İsviçre de lisanları menşeleri başka başka üç unsur<br />

vardır. Alman, Fransız, İtalyan bunlar İsviçreli namı altında bir<br />

millet itibar edilmektedir. Cemahir-i müttehide de beyaz ırkla kırmızı<br />

derili insanlar dirsek dirseğe yaşayan Amerikalıdırlar. Bugün<br />

asri milletler olan Fransızların, İngilizlerin muhtelif ırkların tesalübü<br />

neticesi olduğu malumdur...Bugün Türk Cumhuriyetini kurmuş olan<br />

Türk milletini mütalaa ederken bulduğumuz şartları tekrar gözden<br />

geçirelim:<br />

A) Siyasi varlığımızın haricinde başka ellerde başka siyasi zümrelerle<br />

isteyerek yada istemeyerek teşrik-i mukadderat etmiş bizimle<br />

dil, ırk, menşe birliğine malik ve hatta yakın uzak tarih ve ahlak<br />

yakınlığı görülen Türk cemaatleri vardır. Tarihin bin bir hadisesinin<br />

neticesi olan bu hal Türk milleti için elim bir hatıradır, fakat Türk<br />

milletinin tarihen ve ilmen teşekkülündeki asaleti, tesanüdü asla ha-


260<br />

leldar edemez.<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

B) Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimaî camiası içinde kendilerine<br />

Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık<br />

fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlanmız<br />

vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler-<br />

birkaç düşman aleti mürteci beyinsizden maada-hiçbir millet<br />

ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu<br />

millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe,<br />

ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. Ayrı ve kesretli cemiyetlere<br />

mâlik olduklarını iddia etmiş ve bu yüzden Türklerle birleşip bir<br />

millet teşkil etmemiş olan Araplar- hem de dinlerini kabul ettiğimiz<br />

halde- acaba bugünkü esaretlerinden memnun mudurlar?<br />

C) Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar mukadderat<br />

ve talilerini Türk millîyetine vicdani arzularıyla rabt ettikten<br />

sonra kendilerine yan gözle yabancı nazarıyla bakılmak Türk<br />

milletinin asil, medenî ahlakından beklenebilir mi? Bundan sonra<br />

müşterek millî fikrin ahlâkın hissin heyecanın hatıra ve ananelerin<br />

efradında meydan gelmesini ve kökleşmesini temin eden müşterek<br />

mazinin birlikte yapılmış tarihin, vicdanları ve zihinleri doğrudan<br />

doğruya birleştiren müşterek dilin milletlerin teşekkülünde en mühim<br />

âmiller olduğunu bir defa daha kaybettikten sonra millet hakkında<br />

ikinci derece unsurları kale almayarak mümkün olduğu kadar<br />

her millete uyabilecek bir tarifi bizde alalım:<br />

A) Zengin bir hatırat mirasına sahip bulunan;<br />

B) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte<br />

samimi olan;<br />

C) Ve sahip olunan mirasın muhafazasının beraber devamı hususunda<br />

iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda<br />

gelen cemiyete millet namı verilir...<br />

Tespit ettiğimiz tariften mülhem olarak diyebiliriz ki millîyet<br />

meselesi ferdî ve müşterek hürriyet meselesidir.” 53<br />

21 Haziran 1934 Tarihinde Çanakkale’de bazı Yahudilerin dövülmesi<br />

ve evlerinin yağmalanması ile başlayan olaylar 1500 kadar<br />

53 Ayşe Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ ün El Yazıları,<br />

Ankara 2000. s. 455-465.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 261<br />

Yahudi’nin İstanbul’a sığınmasına yol açtı. 25-26 Haziran’da bölgeye<br />

İran şahı Pehlevi ile gelen <strong>Atatürk</strong>, Deli Salamon adlı bir Yahudi’nin<br />

kendilerine halkın kendileri istemedikleri şikayeti üzerine kim istemiyor?<br />

Polisler mi memurlar mı ? diye sormuştu. Yahudi’nin buna<br />

verdiği cevap halk istemiyor olunca, <strong>Atatürk</strong> halk istemezse beni de<br />

kovar şeklinde cevap vermiştir. Bundan sonra <strong>Atatürk</strong> olayı inceleyerek<br />

ve yetkililere Yahudilerin korunması emrini vermiştir. 54<br />

Mustafa Kemal Paşa, Lazları, Kürtleri ve Çerkezleri Türk camiası<br />

gibi aynı ortak geçmişe, ahlâka, hukuka sahip bulunmaları ve<br />

Hıristiyan ve Musevileri’de mukadderat ve talihlerini Türk Milletine<br />

bağlamaları ile Türk Milleti kavramı içine yerleştirerek oldukça<br />

pragmatik, ırkçı olmayan, gayrimüslimleri dışlamayan, birleştirici<br />

bir millet tanımı yapmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’ya göre azınlık<br />

kavramı içine yalnızca Müslüman olmayanlar yani gayrimüslimler<br />

girmektedir. O’nun bu konudaki görüşleri yeni Türk devletinin azınlık,<br />

vatandaşlık ve millet siyasetinin esaslarını belirlemiştir. Yani<br />

Mustafa Kemal Paşa’nın millet anlayışı aynı coğrafyada yaşayan,<br />

ortak tarih ve menfaat birliğine sahip, dil ve kültür bütünlüğü içinde<br />

beraber yaşama arzusu taşıyan bireylerin, kanun önünde eşitliği<br />

esasına dayanmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın bu millet ve vatandaşlık<br />

anlayışı hem tarihî süreç, hem de Osmanlı Devlet tecrübesi ve<br />

herhalde en çokta reel-politiğin meydana getirdiği gerçekçi, çağdaş<br />

ve insanî bir yaklaşımdır. Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti<br />

Devleti kurulduktan sonra birleştirici unsur olarak din eksenli bir<br />

kimlik yerine yavaş yavaş millet eksenli bir kimlik ortaya koyacak<br />

ve bunu kitlelere mal edecektir. Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün vatandaş<br />

ve millet anlayışında önemli gördüğü diğer bir unsurda din devletlerinde<br />

görülen çok hukuklu sistemin ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü<br />

çok hukuklu devletlerde azınlıklar için ayrıcalıklar bulunduğu gibi,<br />

aynı zamanda sosyal, siyasi ve hukukî kısıtlamalar bulunmaktadır.<br />

Yani çok hukuklu sistemde kanun önünde eşitlik ilkesi yoktur.<br />

Halbuki demokrasin birinci şartı kanun önünde eşitliktir. Yapılan<br />

hukuk inkılapları sayesinde ülkede cins, ırk, inanç, sınıf ayrımı<br />

54 Avner Levi, “ 1934 Trakya Yahudileri Olayı: Alınamayan Ders”, Tarih ve<br />

Toplum Dergisi, Savı 151(Temmuz 1996), s. 11-14.


262<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

yapılmaksızın kanun önünde herkes eşitlenmiştir. 55 Bu da Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nde ayırımsız, eşit, saygın ve çağdaş bir vatandaşlık<br />

anlayışının inşa edilmeye çalışıldığını göstermektedir. Mustafa Kemal,<br />

Türk Milleti’ne mensup olmak için yalnız Türk soyundan gelmiş<br />

olmayı yeterli bulmamaktadır. Bu nedenle millet ve vatandaşlık<br />

anlayışını Ne Mutlu Türküm Diyene sözüyle çok güzel formüle etmiştir.<br />

Sonuç<br />

Millî Mücadele sonunda Cumhuriyet idaresini kuran Türkiye’nin<br />

bugün Birleşmiş Milletlerin öngördüğü hükümlerinin ruhuna bağlı<br />

düzenlemeleri daha 1920’lerden itibaren azınlıklara uygulanmaya<br />

başladığı unutulmamalıdır. Türkiye’de laik ve demokratik bir idarenin<br />

kurulması ile azınlıklar kanun önünde hiçbir ayrıma tabi tutulmadan,<br />

Türk vatandaşlarının sahip oldukları tüm hak ve özgürlüklerden<br />

eşit şekilde yararlanarak huzur ve refah içinde yaşamaktadırlar.<br />

Azınlıklar, kiliselerinde ve sinagoglarında özgürce ibadet etmekte,<br />

okullarında kendi dillerinde eğitim görmekte, yayın yapmakta, derneklerinde<br />

sosyal ve kültürel faaliyetlerini sürdürmektedirler. Günümüzde<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün hayranı olduğu Türk kimliği bazı çevreler tarafından<br />

yeniden tanımlanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda Türk<br />

kimliği yerine hiçbir alt kimliği dışlamadığı iddia edilen Türkiye<br />

Halkları kavramının bir diğer ifade şekli Türkiyeli! Türkiyelilik üst<br />

kimliği teklif edilmektedir. Alt kimlik, bireyin içinde doğduğu objektif<br />

olmayan bir kimlik olarak tanımlanmakta, üst kimlik ise devletin<br />

vatandaşına empoze ettiği bir anlamda, vatandaşlığı ifade eden<br />

bir kimlik olarak tanımlanmaya çalışılmaktadır. 56 Türkiyeli veya<br />

Türkiyelilik yaklaşımı Osmanlı Devletini kurtarmaya yönelik kullanılan<br />

başarısız olmuş din, dil, ırk ve mezhep farkı gözetmeyen Osmanlıcılık<br />

anlayışına benzemektedir. Bu şekilde gönüllü vatandaşlık<br />

55 G. Bozkurt, Azınlık İmtiyazları, s. 50.<br />

56 Bu konu hakkında bkz. Baskın Oran, Türkiye’ de Azınlıklar: Kavramlar,<br />

Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, İstanbul 2004; Ayrıca araştırmacı<br />

kitabın 43. sayfasında, 20. yüzyılın sonunda azınlıkları, genellikle millet<br />

adına konuşan belli bir etnik/ dinsel çoğunluğun yönetiminde asimile etmeye<br />

çalışan ulus-devletin demokratik olmadığını, alt kimlikleri reddettiğim ifade<br />

etmektedir.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 263<br />

olgusunun yerleşeceğini düşünenler Türkiyeli yaklaşımıyla aslında<br />

neo-Osmanlıcılığı önermektedirler. Millî devletlerin oluştuğu bir<br />

çağda Osmanlı Devleti’ne gönüllü vatandaşlar kazandırmayı hedefleyen<br />

bütünleştirici Osmanlıcılık yaklaşımının başarılı olamadığı bir<br />

tarihî deneyimden sonra, bu gün küreselleşme karşısında erozyona<br />

uğradığı düşünülen millîyetçilik düşüncesinin yerine daha az dışlayıcı<br />

neo-Osmanlıcılığın/ Türkiyeliliğin önerilmesinin ne kadar başarılı<br />

olacağı tartışılabilir. Belki de Avrupa Birliği bağlamında benzeri<br />

tarihi deneyimlerin tartışılması öğretici de olabilir.<br />

Bazı araştırmacılar ise, alt ve üst kimlik kavramına farklı yaklaşmaktadır.<br />

Bu yaklaşıma göre; bir devleti kuran, dili, kültürü ve<br />

düşünce sistemiyle onu temsil eden topluma standart toplum ve<br />

egemen toplum denilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türklük bir<br />

üst kimlik değil standart kültürdür. Çünkü devleti kuran ve nüfusun<br />

yüzde sekseninden fazlasını temsil etmektedir. Standart toplumdan<br />

farklı ve sayıca az olan unsurlarsa yan kültür alanını oluşturur. Ancak<br />

Türkiye’de egemen veya standart toplum olan Türklerin tarihi<br />

tecrübesi yan kültür unsurlarını öteki olarak değil, kuşatan, anlayan<br />

ve bütüncül bir özelliğe sahiptir. Bu görüş Avrupa ülkeleri ve ABD<br />

içinde geçerlidir. Hiç kimse bir Almanı Ben Almanım, bir Fransızı<br />

Ben Fransızım, bir İngilizi ben İngilizim demekten uzaklaştırmaz. 57<br />

ABD toplumu iki yüz elli etnik guruptan oluşmaktadır. Fakat bu<br />

devleti kuranlar beyaz Anglosakson-Protestan kökenli unsurlardır.<br />

Ötekiler bu standart toplum veya kültürde yaşamak durumundadır.<br />

Azınlık hakları içinde her etnik gurubun ayrı bir federe devlet dahi<br />

kurma hakkı yoktur. Böyle bir hakkın varlığını iddia etmek, demokrasi<br />

fikriyle de bağdaşmaz. Bir ülkede özel haklara sahip bazı bölgeler<br />

kurulacaksa, bunun gerekçesi o bölgede yaşayan etnik veya dini<br />

57 Mustafa Kemal Paşa, 1926 <strong>yılında</strong> tuttuğu notlarında milleti şöyle tanımlamaktadır:<br />

“ Millet, aynı toprak parçası üzerinde oturan, aynı kanunlara tabi,<br />

ahlak ve dil birliği halinde yaşayan insan topluluğuna denir. Fransız Milleti,<br />

Alman Milleti, İspanyol Milleti denir. Kullanırken çoğunlukla millet kelimesiyle<br />

kavim kelimesi karışır. Fakat şu farkla ki millet kelimesiyle siyasi<br />

kuruluş anlaşılır. Kavim peuple kelimesi ise her şeyden önce kök bağını ve<br />

ırkı hatırlatır.” (Sadi Borak, <strong>Atatürk</strong>’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev<br />

Demeç Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997, s.377.)


264<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

azınlığın bulunması değildir. Çünkü millî bir uzlaşma ile kurulmuş<br />

bir devletin yapısı, yine millî bir uzlaşma ile bozulabilir. Nitekim<br />

Dünya İnsan Hakları Konferansı, 1993 <strong>yılında</strong> yayınladığı Viyana<br />

bildirgesinde kendi kaderini tayin hakkının, eşit haklar ilkesine uygun<br />

olarak ırk, din ve renk ayırımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün<br />

insanları temsil eden bir hükûmete sahip egemen ve bağımsız bir<br />

devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini kısmen veya tamamen<br />

parçalayacak herhangi bir eylemin desteklenmesi veya bu eyleme<br />

yetki verilmesi anlamında yorumlanmayacağını açıklamıştır. Burada<br />

dünya üzerindeki altı binden fazla farklı dil konuşan toplulukların<br />

hepsinin kendi kaderini tayin hakkı kullanmalarının dünyayı yaşanılır<br />

bir yer yapıp yapmayacağını takdirlerinize bırakıyorum.<br />

Ne yazık ki Türk toplumu dilde, duyguda, kültür ve inanç sistemlerinde<br />

ortak bir paydada birleşerek ulus-devlet olgusunu tamamlayamadan<br />

bütün ulus devletler gibi küreselleşme olgusuyla karşı<br />

karşıya kalmıştır. Aslında Kemalist sistem kendini bulmayı veya<br />

kendine dönmeyi hedefleyen bir Türkleşme serüveni değil, aksine<br />

yitirilen Türk kimliğini yeniden inşa sürecidir. 58 Hiç şüphesiz uluslaşma<br />

sürecindeki gecikmede varisi olduğu Osmanlı Devleti’nde<br />

uygulanan çok kültürlü yapının da önemli bir payı vardır. Ancak bir<br />

süre için dezavantaj gibi görünen bu durum farklılıkları yüzyıllarca<br />

bir arada yaşatmayı başarmış Türk topluluğu için, küreselleşme karşısında<br />

tarihi tecrübesine dayanarak yeni avantajlara dönüştürülebilir.<br />

Gelinen bu süreçte Türk aydınları farklılıkları zenginlik sayan bir<br />

anlayış içinde yeni azınlıklar veya ötekiler yaratarak çatışma alanları<br />

oluşturma yerine devlet ve toplumun hafızasında yer etmiş birbirine<br />

güvensizlik ve şüpheciliğin ortadan kaldırılmasına çalışmalıdır.<br />

Ayrıca toplumdaki farklılıklar, renklilik ve kültürel zenginlik sayılarak<br />

Türk kimliği ile ahenkli bir denge ve işbirliği kurarak varlığını<br />

barışçı, modern ve demokratik bir şekilde devam ettirebilir. Bu<br />

konuda <strong>Atatürk</strong>, 24 Mart 1933 tarihinde verdiği demeçte; gelecekte<br />

sömürgecilik ve emperyalizmin yeryüzünde bir gün yok olacağını<br />

ve yerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen<br />

yeni bir ahenk ve işbirliği çağının hâkim olacağını söyleyerek dünya<br />

58 Orhan Türkdoğan, “ Son Azınlıklar Raporu Üzerine”, Türk Yurdu Dergisi,<br />

sayı 208(Aralık 2004), s.26-29.


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 265<br />

üzerindeki farklılık oluşturan unsurların ve görüşlerin öneminin kalmayacağına<br />

işaret etmektedir. 59 Umarız, aydınlarımız için Türkiye<br />

ve Türklere saldırının çok yaygın olduğu bir dönemde <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

azınlıklar konusuna nasıl baktığının yeniden hatırlatılması faydalı<br />

olacaktır.<br />

EK-I<br />

Lozan Antlaşması’nda azınlıkların durumunun ele alındığı maddeler<br />

şöyledir:<br />

Madde 37: Türkiye, 38.maddeden 44.maddeye kadar olan maddelerin<br />

kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve<br />

hiç bir kanunun, hiç bir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiç bir resmî işlemin<br />

bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiç<br />

bir kanun, hiç bir yönetmelik (tüzük) ve hiç bir resmî işlemin söz<br />

konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir.<br />

Madde 38: Türk Hükûmeti, Türkiye’de oturan herkesin, doğum,<br />

bir ulusal topluluktan olma (millîyet, nationalite), dil soy ya da<br />

din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam<br />

ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir.<br />

Türkiye’de oturan herkes, her inancın dinin ya da mezhebin<br />

kamu düzeni ve ahlâk kurallarıyla çatışmayan gereklerini ister açıkta<br />

isterse özel olarak serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır.<br />

Müslüman olmayan azınlıklar bütün Türk uyruklarına uygulanan<br />

ve Türk hükûmetince ulusal savunma amacıyla ya da kamu<br />

düzeninin korunması için ülkenin tümü ya da bir parçası üzerinde<br />

alınabilecek tedbirler saklı kalmak şartıyla dolaşım ve göç etme özgürlüklerinden<br />

tam olarak yararlanacaklardır.<br />

Madde 39: Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları<br />

Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık (medeni) haklarıyla<br />

siyasal haklardan yararlanacaklardır.<br />

Türkiye’de oturan herkes din ayrımı gözetilmeksizin kanun<br />

önünde eşit olacaktır. Din, inanç ya da mezhep ayrılığı hiç bir Türk<br />

59 Arı İnan, Düşünceleriyle <strong>Atatürk</strong>, Ankara 1999, s.58.


266<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

uyruğunun yurttaşlık haklarıyla (medeni haklarla) siyasal haklarından<br />

yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul<br />

edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında<br />

çalışma bakımından, bir engel sayılmayacaktır.<br />

Herhangi bir Türk uyruğunun gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde,<br />

din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında<br />

dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.<br />

Devletin resmî dili bulunmasına rağmen Türkçe’den başka bir<br />

dil konuşan Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü<br />

olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.<br />

Madde 40: Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları<br />

hem hukuk bakımından hem de uygulamada Türk uyruklarıyla<br />

aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden (garantilerden) yararlanacaklardır.<br />

Özellikle giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır<br />

kurumlarıyla dinsel ve sosyal kurumlar her türlü okullar ve buna<br />

benzer öğretim ve eğitim kurumlan kurmak, yönetmek ve denetlemek<br />

ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini<br />

serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır.<br />

Madde 41: Genel (kamusal) eğitim konusunda Türk hükûmeti,<br />

Müslüman olmayan uyrukların önemli bir oranda oturmakta oldukları<br />

il ve ilçelerde bu Türk uyruklarının çocuklarına ilkokullarda ana<br />

dilleriyle öğretimde bulunulmasını sağlamak bakımından uygun<br />

düşen kolaylıkları gösterecektir. Bu hüküm, Türk hükûmetinin söz<br />

konusu okullarda Türk dilinin öğrenimini zorunlu kılmasına engel<br />

olmayacaktır.<br />

Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyruklarının<br />

önemli bir oranda bulundukları il ve ilçelerde, söz konusu azınlıklar,<br />

devletler bütçesi, belediye bütçesi ya da öteki bütçelerce, eğitim,<br />

din ya da hayır işlerine genel gelirlerden sağlanabilecek paralardan<br />

yararlanmaya ve pay ayrılmasına hak gözetirliğe uygun ölçülerde<br />

katılacaklardır. Bu paralar, ilgili kurumların (etablissements et institutions)<br />

yetkili temsilcilerine teslim edilecektir.<br />

Madde 42: Türk Hükûmeti, Müslüman olmayan azınlıkların<br />

aile durumlarıyla (statüleriyle, aile hukukuyla) kişisel durumları<br />

(statüleri, kişi halleri) konusunda, bu sorunları, söz konusu azınlık-


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR 267<br />

ların gelenek ve görenekleri uyarınca çözümlenmesine elverecek<br />

bütün tedbirleri almayı kabul eder. Bu tedbirler, Türk hükûmetiyle<br />

ilgili azınlıkların her birinin eşit sayıda temsilcilerinden kurulu<br />

özel komisyonlarca düzenlenecektir. Anlaşmazlık çıkarsa Türk<br />

Hükûmeti’yle Milletler Cemiyeti Meclisi, Avrupalı hukukçular arasından<br />

birlikte seçecekleri bir üst-hakem atayacaklardır.<br />

Türk Hükûmeti, söz konusu azınlıklara ait kiliselere, havralara,<br />

mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlamayı<br />

yükümlenir. Bu azınlıkların Türkiye’deki vakıflarına din ve hayır işleri<br />

kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve Türk<br />

Hükûmeti, yeniden din ve hayır kurumlan kurulması için bu nitelikteki<br />

öteki özel kurumlara sağlanmış gerekli kolaylıklardan hiçbirini<br />

esirgemeyecektir.<br />

Madde 43: Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları,<br />

inançlarına ya da dinsel ayinlerine aykırı herhangi bir davranışta<br />

bulunmaya zorlanamayacakları gibi, hafta tatili günlerinde mahkemelerde<br />

hazır bulunmaları ya da kanunun öngördüğü herhangi bir<br />

işlemi yerine getirmemeleri yüzünden haklarını yitirmeyeceklerdir.<br />

Bununla birlikte bu hüküm, söz konusu Türk uyruklarını, kamu<br />

düzeninin korunması için, öteki uyruklarına yükletilen yükümler dışında<br />

tutar anlamına gelmeyecektir.<br />

Madde 44: Türkiye, bu kesimin bundan önceki maddelerindeki<br />

hükümlerin, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarıyla ilgili olduğu<br />

ölçüde, uluslararası nitelikte yükümler meydana getirmelerini<br />

ve Milletler Cemiyeti’nin güvencesi (garantisi) altına konulmalarını<br />

kabul eder. Bu hükümler, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin çoğunluğunca<br />

uygun bulunmadıkça, değiştirilemeyecektir. İngiliz imparatorluğu,<br />

Fransa, İtalya ve Japon hükûmetleri, Milletler Cemiyeti<br />

Meclisi’nin çoğunluğunca razı olunacak, herhangi bir değişikliği<br />

reddetmemeyi, işbu Antlaşma uyarınca kabul ederler.<br />

Türkiye, Milletler Cemiyeti Meclisi üyelerinden her birinin bu<br />

yükümlerden herhangi birine aykırı herhangi bir davranışı ya da<br />

böyle bir davranışta bulunmama tehlikesini meclise sunmaya yetkili<br />

olacağını ve meclisin duruma göre, uygun ve etkili sayacağı yolda<br />

davranabileceğini ve gerekli göreceği yönergeleri (talimatı) verebileceğini<br />

kabul eder.


268<br />

SÜLEYMAN BEYOĞLU<br />

Türkiye, bundan başka bu maddelere ilişkin olarak, hukuk bakımından<br />

ya da uygulamada, Türk Hükûmeti’yle imzacı öteki devletlerden<br />

herhangi biri ya da Milletler Cemiyeti Meclisi’ne üye herhangi<br />

bir başka devlet arasında görüş ayrılığı çıkarsa, bu anlaşmazlığın,<br />

Milletler Cemiyeti Misakı’nın 14. maddesi uyarınca uluslararası<br />

nitelikte sayılmasını kabul eder. Türk Hükûmeti, böyle bir anlaşmazlığın,<br />

öteki taraf isterse, Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’na<br />

götürülmesini kabul eder. Divanın karan kesin ve Milletler Cemiyeti<br />

Misakı’nın 13. maddesi uyarınca verilmiş bir karar gücünde ve değerinde<br />

olacaktır.<br />

Madde 45: Bu kesimdeki hükümlerle, Türkiye’nin Müslümanolmayan<br />

azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan’ca da, kendi<br />

ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN<br />

YENİDEN DÜZENLENMESİ<br />

Prof .Dr. Ali ARSLAN *<br />

Kendi medeniyeti çerçevesinde kurumlarını yenileyen Osmanlı<br />

Devleti, bütün alanlarda yaptığı gibi eğitim-öğretimin sistemini<br />

de Avrupaî tarzda düzenleme yoluna gitmişti. Bu çerçevede 1845<br />

<strong>yılında</strong>, Darülfünun’un adıyla bir üniversite kurulması kararlaştırılmıştı.<br />

Bu Darülfünun’da esas hedef meslekî eğitim değil; “ikmâl-i<br />

kemâlât-ı insâniye” yani mükemmel insan yetiştirmekti.<br />

1863-65 arasındaki ilk teşebbüs sadece konferanslar tarzında<br />

halkı çeşitli ilmî konularda bilgilendirme ile sınırlı kalmıştı. 1870-<br />

73 arasındaki ikinci Darülfünun’da; fiili özerklik verilen yönetim,<br />

fakültedeki dersler, öğrenci kayıt-kabul gibi bütün hususlar düşünülmesine<br />

rağmen, tatbikatı tam olarak gerçekleştirilememişti.<br />

Darülfünunun üçüncü olarak kuruluş teşebbüsü 1874-78 tarihleri<br />

arasında gerçekleştirilmiştir. Darülfünun-ı Sultanî’de Doktora<br />

programı uygulanmasına ve “Lisaniye” unvanına ile mezuniyet usulü<br />

tatbikine başlanmıştı. Ancak bu kurum da devam etmede başarısız<br />

olmuştu.<br />

Kesintisiz bir şekilde öğretime devam eden Darülfünun 1900’de<br />

kurulmuş, başlangıçta talebe sayısı sınırlı ve yönetimi merkeziyetçi<br />

anlayışta olmuştu. Gittikçe gelişme ve yenileşme gösteren Darülfünun<br />

özellikle II. Meşrutiyet döneminde gerçek bir üniversiteye dönüşmeye<br />

başladı. Bu dönemde özerk yönetimin en önemli kademesini<br />

oluşturan Fakülte Meclislerinin kurulması sağlanmıştı. Ayrıca bu<br />

dönemde öğrencilerin serbestçe örgütlenmesi ve pratik çalışmaların<br />

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi.


270<br />

ALİ ARSLAN<br />

yapılması bakımlarından ilerleme kaydetmiş, Alman ilim adamları<br />

ile de takviye edilmişti. Fakültelerin gerçek kimliklerini kazandığı<br />

bu dönemde ihtisaslaşma yönünde önemli gelişme sağlanarak bölüm<br />

ve kürsülerin oluşması yönünde ilerleme kat edilmişti. II. Meşrutiyet<br />

döneminde özellikle Edebiyat Fakültesi’nin çalışmaları sayesinde,<br />

1919’da, Darülfünun ilmî özerkliğinin yanında fiili idarî özerkliğini<br />

de kazanmıştı. Buna ilaveten Osmanlı yönetimince 1922’deki bir<br />

kararname ile Darülfünuna resmen idarî özerklik de verilmişti1 .<br />

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti siyasi, askeri, ekonomik<br />

problemlerle ugraşırken hakiki mürşidin ilim olduğu anlayışı ile hareket<br />

etmeyi planlarken yüksek öğretimi de ele almayı kararlaştırmıştı.<br />

Bu konuda iki yönlü bir politika izlenmiştir Birincisi, Osmanlı<br />

döneminde Avrupaî tarzda açılmış olan kurumların Cumhuriyet<br />

dönemine intibaklarını sağlamak; ikincisi ise ihtiyaç duyulan yeni<br />

müesseseleri kurmak şeklinde gerçekleşmiştir.<br />

I- İSTANBUL’DAKİ ESKİ YÜKSEK ÖĞRETİM<br />

KURUMLARININ YENİDEN DÜZENLENMESİ<br />

A- İSTANBUL DARÜLFÜNU’NUNDAN İSTANBUL<br />

ÜNİVERSİTESİ’NE<br />

Osmanlı dönemindeki 22 yıllık kısa ömründe, iç ve dış çalkantıları<br />

yaşayan, bazı yıllar öğretime ara verilen Darülfünun, Osmanlı<br />

Devleti’nin sonunda; Edebiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Fen<br />

Fakültesi, Tıp Fakültesi ile bu fakülteye bağlı olan Eczacı ve Dişçi<br />

mekteplerinden meydana geliyordu. 1924 <strong>yılında</strong> medreselerin kapatılması<br />

üzerine medreselerin yüksek düzeydeki kısmı İlahiyat Fakültesi<br />

olarak Darülfünuna ilhak edilmişti.<br />

Cumhuriyet döneminde bütün kurumlar yeniden düzenlenip<br />

Cumhuriyet ideali doğrultusunda çalışması sağlanırken İstanbul Darülfünunu<br />

da ele alınmıştı. İlk olarak yapılan icraat, darülfünunun<br />

bir türlü çözülemeyen mekan problemine el atılması olmuştu. Tıp<br />

Fakültesi hariç, diğer bütün fakülteler II. Meşrutiyet döneminden<br />

itibaren Bayezıd’teki Zeynep Hanım Konağı’nda mekan bakımın-<br />

1 Ali Arslan, Kısırdöngü/Türkiye’de Siyaset ve Üniversite, Truva Yayınları,<br />

İstanbul 2004, s. 1-90.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 271<br />

dan zor şartlar altında faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Darülfünun’un<br />

bina problemini çözmek isteyen Cumhuriyet hükûmeti İstanbul’un<br />

en önemli binalarından biri olan Osmanlı Harbiye Nezareti binasını<br />

Darülfünuna vermişti. Bugün İstanbul Üniversitesi’nin Rektörlüğü<br />

olan bu binanın üst katlarına Edebiyat ve Hukuk Fakülteleri yerleştirmişti.<br />

Eski Jandarma Komutanlığı binası Eczacılık ve Dişçilik<br />

yüksek okullarına tahsis edilirken, Zeynep Hanım Konağı’nda sadece<br />

Fen Fakültesi ile Yüksek Muallim Mektebi kalmıştı 2 . Böylece<br />

İstanbul Darülfünunu o dönem için mekan bakımından rahat bir ortama<br />

kavuşmuştu.<br />

1919 <strong>yılında</strong> verilen ilmî özerklik yanında son Osmanlı hükûmeti<br />

kararname ile idari özerklik vermesine rağmen Meclis tarafından düzenleme<br />

yapılmamıştı. Cumhuriyet döneminde bu eksikliği gidermek<br />

isteyen Darülfünun Divanı bir kanun teklifine son şeklini vererek<br />

Maarif Vekaleti’ne göndermişti. Hükûmet tarafından uygun görülen<br />

kanun teklifi TBMM tarafından da kabul edilerek yürürlüğe girmişti.<br />

21 Nisan 1924 tarihinde 394 sayılı kanunla İstanbul Darülfünuna<br />

idari ve mali özerklik tanınarak Darülfünun ve fakültelerinin mülhak<br />

bütçe ile yönetilmesi kararlaştırılmıştı 3 . İstanbul Darülfünunu’na<br />

özerklik veren kanun hazırlanırken bu yasanın ruhuna uygun olacak<br />

tarzda bir talimatnamenin hazırlanması çalışmaları da tamamlanmıştı.<br />

21 Nisan 1924 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından 52 maddelik<br />

bir talimatname kabul edilmişti. Bu talimatname özerklikle uyumlu<br />

bir nitelik taşımakta olup 1919 düzenlemesi ile çok büyük benzerlik<br />

taşımakta idi 4 .<br />

Yeni bir atılım dönemi olan Cumhuriyet devrinde istenilen seviyeye<br />

gelemediğinin farkında olan Darülfünun Divanı 14.04.1929<br />

tarihinde bir ıslahat projesi hazırlama kararı vermişti. Buradaki hedef<br />

laboratuar, enstitü ve seminer çalışmalarına öncelik vererek Avrupa’daki<br />

gelişmiş üniversiteler seviyesine ulaşmak için hazırlanan<br />

taslağa Darülfünun Divanı’nda 16.12.1929 tarihinde son şekil ve-<br />

2 Abdurrahman Siler, Türk Yüksek Öğretiminde Darülfünun (1863-1933), (Hacettepe<br />

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi),<br />

Ankara 1992, s. 195.<br />

3 Bu kanun için bakınız ; Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin<br />

Gelişimi, I, İstanbul 1950, s. 211-214.<br />

4 Ali Arslan, Darülfünun’dan Üniversiteye, s. 86 vd.


272<br />

ALİ ARSLAN<br />

rilmişti. Bu Islahat Projesi Darülfünun Emini Müderris Neşet Ömer<br />

tarafından Maarif Vekaleti’ne bizzat takdim edilmişti. Ancak, Maarif<br />

Vekaleti Darülfünunun hazırladığı Islahat Projesi’ni yeterli bulmadığına<br />

Mayıs 1930’da açıklamıştı. Maarif Vekaleti, daha geniş bir<br />

tarzda bu konunun bir yıl sonra ele alınacağını bildirmişti5 .<br />

Yüksek öğretimle ilgili daha ciddi adımlar atmak isteyen ve Avrupa’daki<br />

üniversitelerle yarışacak bir kurum meydana getirmek isteyen<br />

CHF, 14 Mayıs 1931 tarihinde sona eren kongresinde hazırladığı<br />

programında “Darülfünunun ıslah ve tensik edilerek lazım olan<br />

dereceye yükseltilmesi”ni kararlaştırmıştı. Bu karar doğrultusunda<br />

harekete gecen CHF Hükûmeti, İsviçre Hükûmeti nezdinde girişimde<br />

bulunarak bir mütehassısın göndermesini istemiş ve Cenevre<br />

Üniversitesi Pedagoji Profefesörü Albert Malche üniversite reformu<br />

için Türkiye’ye gelmişti. 1932 <strong>yılında</strong> Türkiye’ye gelen Malche<br />

18.01.1932’de Başbakan İnönü ile görüşerek çalışmalarına başlamıştı.<br />

Malche, 29 05 1932’de raporunu tamamlayarak Hükûmete<br />

sunmuştu. Darülfünunu “zayıf bir radımanla çalışan vasi bir teşekkül”<br />

olarak tarif eden Malche, “Darülfünun için ne iyi ne de fena”<br />

denilebileceğini belirtmişti. Malche göre, “makineyi sadeleştirmek,<br />

mesaisini teksif etmek, bu makineyi işletenlere en mükemmel usulleri<br />

tatbik imkanları vermek suretiyle, müteaddit kayıpların önüne<br />

geçilmesi” şarttı. Malche’ın raporunu inceleyen Hükûmet reform<br />

için harekete geçmişti6 .<br />

Malche’ın raporunu değerlendiren hükûmet Darülfünun’da yeni<br />

düzenlemeler yapılması gerektiğine kanaat getirmişi. Dürülfünun’un<br />

kapatılacağı yönündeki haberler de gündeme gelmeye başlamıştı. 8<br />

Ekim 1332 ‘de Darülfünunu ziyaret eden Maarif Vekili Reşit Galip<br />

bu haberleri tekzib etmiş ve meselenin elbirliği ile mevcudu kuvvetlendirmek<br />

olduğunu, kapatılmanın “doğru olacağını zannetmediğini”<br />

belirtmişti. O’na göre “Darülfünun’un memeleket ve inkılap<br />

ihtiyaçlarına daha iyi hizmet edebilecek şekilde takviye” edilmesi<br />

gerekmekteydi7 .<br />

Ancak, Hükûmet 15.V.1933 tarihli toplantısında Darülfünunun<br />

ilga edilerek yeni esaslar çerçevesinde yeni bir üniversitenin kurul-<br />

5 Ali Arslan, Darülfünun’dan Üniversite’ye, s. 263-270.<br />

6 Ali Arslan, Darülfünun’dan Üniversite’ye, s.289-314.<br />

7 Cumhuriyet, 9. X. 1932.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 273<br />

masını kararlaştırmıştı. Hükûmet “ yeni ve mütekamil esaslar üzerine<br />

kurulabilmesi için mevcut teşkilatın tamamen ilgası ve ondan sonra<br />

yenisini memleket ihtiyaçlarına göre vücuda getirilmesi için” Maarif<br />

Vekaletine malî ve idarî salahiyet veren kanun teklifi 18 V.1933 tarihinde<br />

TBMM’ye sevk edilmişti. TBMM 31.V. 1933 tarihli oturumda<br />

bu kanunu kabul ederek Darülfünun ve buna bağlı olan bütün kurumlar<br />

lagv etmişti. Ancak, bu kanuna göre Darülfünun 31 Temmuz<br />

1933’e kadar devam edecek ve 1 Ağustos’tan itibaren de Üniversite<br />

dönemi başlayacaktır8 .<br />

Üniversite döneminde fakülte, bölüm ve dersler itibariyle<br />

Darülfünun’dan farklı değildir. Yalnız, üniversite döneminde İlahiyat<br />

Fakültesi bir enstitüye dönüştürülmüş ve İnkılab Tarihi Enstitüsü<br />

kurularak mezun olmadan önce buradan sertifika alma şartı getirilmişti.<br />

1933’te özerk yönetime son verilerek merkezden yönetim<br />

usulüne geçilmişti. Avrupaî tarzda kurulan Darülfünun’un gösterdiği<br />

gelişim, Üniversite döneminde artarak devam etmiş ve daha sonra<br />

kurulan bütün üniversitelere öncülük etmiştir9 .<br />

B- MÜHENDİS MEKTEB-İ ALİSİ’DEN YÜKSEK<br />

MÜHENDİS MEKTEBİ’NE<br />

Askerî Mühendishane’nin binasının içerisinde 1884 <strong>yılında</strong><br />

Hendese-i Mülkiye adıyla kuruldu ve 1909’da Nafia Nezareti’ne<br />

bağlandı. 1915 <strong>yılında</strong> yeni bir nizamname ile Mühendis Mektebi<br />

adıyla teşkilatı tanzim edildi 10 . 1928 <strong>yılında</strong> adı Yüksek Mühendis<br />

Mektebi olarak değiştirilirken, Türkiye’de Darülfünûn’dan sonra tüzel<br />

kişiliğe sahib ikinci yüksek öğretim kurumu ünvanını aldı. Bunu<br />

takiben Yüksek Mühendis Mektebi Talimatnamesi 11 hazırlanarak<br />

yürürlüğe konmuş tüzel kişiliğe uygun yeni bir yönetim kurulmuştur.<br />

Bu müessese 1944 <strong>yılında</strong> İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dö-<br />

8 Ali Arslan, Darülfünun’dan Üniversiteye, İstanbul 1995, s. 327 vd.<br />

9 Ali Arslan, Darülfünun’dan Üniversiteye, İstanbul 1995, s. 483-510.<br />

10 1915 tarihli Mühendis Mektebi Teşkilat Nizamnamesi için bakınız; Düstur<br />

II. Tertib, VII. cilt, s. 624-626.<br />

11 12 Haziran 1929 tarihli Yüksek Mühendis Mektebi Nizamnamesi (YMMN)<br />

için bkz; Düstur, III. Tertib, C.10, s. 1873-1882.


274<br />

nüştürülecektir.<br />

ALİ ARSLAN<br />

1- Şahsiyet-i Hükmiye Verilmesi<br />

17 Mayıs 1928 tarihli 1275 sayılı kanun12 ile Mühendis<br />

Mektebi’nin adı Yüksek Mühendis Mektebi’ne çevrilerek şahsiyet-i<br />

hükmiye verilmiş ve mülhak bir bütçe ile idare edilmesi kararlaştırılmıştır.<br />

Bütçedeki fasıllar arasındaki nakil kanun ile, aynı faslın<br />

maddeleri arasındaki nakiller ise Nafıa Vekâleti’nin tasdikiyle yapılabilecektir.<br />

Mühendis Mektebi’nin işgal etmekte olduğu binaların tamamı<br />

ile, doğusundaki hazineye ait arsanın bedelsiz olarak Yüksek Mühendis<br />

Mektebi’ne devri kararlaştırıldı.<br />

Yüksek Mühendis Mektebi’nin maddî gelirleri aşağıdaki şekilde<br />

tanzim edimiştir:<br />

- Genel bütçeden verilen meblağ,<br />

- Meccanî olmayan öğrencilerden alınan ücretler,<br />

- Muhtelif şahıs ve müesseselerden yapılacak yardım ve bağışlar,<br />

- Gayrı menkul malların icarı ile menkul malların icar ve satışından<br />

elde edilecek gelirler,<br />

- Laboratuvar, tecrübehane ve matbaa gelirleri,<br />

- Müteferrik gelirler13 .<br />

Nafia Vekaleti’ne bağlı olan Yüksek Mühendis Mektebi emvâl-i<br />

menkule ve gayr-ı menkule tasarrufuna, bağışları kabule, daire mahkemelerde<br />

huzur ve murafaaya -istikraz ve benzeri nakit hariç- her<br />

nevi mukavele akdine ve sarfiyat yapmaya izinli mülhak bütçesi<br />

olan bir müessese idi14 .<br />

Yüksek Mühendis Mektebi’ne verilen şahsiyet-i hükmiye ile<br />

maddî olarak tanınan haklar Darülfünûn’dakinin bir benzeridir. Yüksek<br />

Mühendis Mektebi’nin kendisine ait olan bütçesindeki paraların<br />

12 1275 sayılı “Yüksek Mühendis Mektebi hakkında Kanun”u için bakınız; Düstur,<br />

III. Tertib, cilt 9, s. 879-880; R.G., 28 Mayıs 1928.<br />

13 Aynı kanun.<br />

14 YMMN, m. 5.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 275<br />

kullanımı Nafıa Vekâleti’nin kontrolü altındadır. Darülfünûn’da olduğu<br />

gibi fasıllar arasındaki nakli yapmak B.M.M.’deki fasıl içindeki<br />

maddeler arasında nakil yaparak paraların kullanımı Nafıa<br />

Vekâleti’nin iznine bağlı idi<br />

2- Yüksek Mühendis Mektebi’nin Amacı ve Şubeleri<br />

Yüksek Mühendis Mektebi, teknik meslek sahibi olacaklara lazım<br />

olan yüksek tahsili verecektir.<br />

Yüksek Mühendis Mektebi, üç ihtisas şubesinden oluşacaktır.<br />

1- Yol ve Demiryolu Mühendisliği Şubesi,<br />

2- Mimari ve İnşaat Şubesi (mebani ve şehircilik),<br />

3- Su İşleri Mühendisliği Şubesi.<br />

Bu esas şubeler haricinde mülhak olarak “Tali Ressam ve Tapoğrafya<br />

Şubesi” bulunacaktır15 .<br />

3- Tedris Meclisi<br />

Bu meclis bütün müderris ile mühendis muallimlerden oluşacaktır.<br />

Tedris Meclisi’nin “reisi” rektördür. Meclis, rektörün daveti<br />

veya dörtte bir üyenin yazılı talebi üzerine toplanacaktır. Müzakerelerin<br />

geçerli olabilmesi için azaların yarıdan fazlasının toplantıda<br />

hazır bulunması şarttır.<br />

Görevleri:<br />

- Mektebin tedrisat ve idaresine ait program ve talimatnameleri<br />

tanzim ve tadil etmek,<br />

- Dersleri sınıflara göre dağıtmak ve yeni ders koymak,<br />

- Heyet-i talimiye kadrosunu tanzim etmek,<br />

- Rektör adaylarıyla idare müdürünü seçmek,<br />

- Şube müdürlerini seçimle tesbit etmek,<br />

- İdare ve İstişare Meclislerine üye seçmek,<br />

- Yeni bütçeyi hazırlamak ve eski bütçenin yerli yerinde harcanmasını<br />

sağlamak,<br />

15 YMMN, m.1-2.


276<br />

ALİ ARSLAN<br />

- İstişare Meclisi’ne arzedilecek hususları tesbit etmek,<br />

- Öğretim üyelerinin seçim ve terfilerini yapmak, Tedris<br />

Meclisi’nin başlıca görevleridir.<br />

Rektör, Tedris Meclisi’nin kararlarını icra eder ve Vekâlete arzı<br />

lazım gelenleri sekiz gün içerisinde yerine getirir16 .<br />

Tedris Meclisi, sadece akademik değil, rektör dahil bütün yöneticileri<br />

de tesbit etmesi bakımından Yüksek Mühendis Mektebi’nin<br />

en yetkili organıdır. Tedris Meclisi, DF’daki Fakülte Meclislerinin<br />

Yüksekokul’a uyarlanmış şeklidir. Yüksekokul’da Fakültelerin olmaması<br />

dolayısıyla, bir üst kurul değil, Tedris Meclisi en yetkili organ<br />

haline gelmiştir.<br />

4- İdare Meclisi<br />

Rektör, İdare müdürü, şube reisleri ile her şubeden seçilecek<br />

birer azadan oluşacaktır. Rektör, İdare Meclisi’nin reisliğini, idare<br />

müdürü de kâtipliğini yapacaklardır.<br />

İdare Meclisi’nin Görevleri;<br />

- Mektebe ait emvalin idaresi,<br />

- Mektep hukukunun müdafaası emrinde selahiyet itası,<br />

- Bağışların kabul veya reddi,<br />

- Mektep bütçesinin hazırlanması,<br />

- Mali sene sonunda harcamaların incelenmesi,<br />

- Talebelerin vereceği ücretlerin tesbiti,<br />

- Talebelerin disiplin işlerinin tatbiki,<br />

- Memur kadrolarının tanzimi,<br />

- Yeni inşaatın yapılması veya eski binaların tamiratının yapılması,<br />

- Mezun olan öğrencilere diploma verilmesi,<br />

- İstişare Meclisi kararlarının tatbiki hakkında Tedris Meclisi’ne<br />

verilecek tekliflerin hazırlanması,<br />

- İstişare Meclisi’ne arzedilecek konuların tesbiti17 .<br />

16 YMMN, m. 13-20.<br />

17 YMMN, m. 21-25.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 277<br />

İdare Meclisi, DF Divanı’nın şekli olarak bir kopyası olmakla<br />

beraber, işlev olarak DF Divanı’ndan çok farklıdır. DF Divanı,<br />

Emin, Fakülte Reisleri ile her fakülteden seçilen iki üyeden oluşurdu<br />

ve DF’un idari ve akademik en yüksek kurulu idi. Yüksek Mühendis<br />

Mektibi’nde rektörün idari işlerdeki yardımcısı ile her şubeden seçilen<br />

birer üye İdare Meclisi’ne dahildir. İdare Meclisi, bir yönetim<br />

kurulu niteliğinde ve Tedris Meclisi’nin altında olan bir kuruluştur.<br />

Yüksek Mühendis Mektebi fakültelerden oluşmaması ve dolayısıyla<br />

Fakülte Meclisleri bulunmamasından DF Divanı gibi bir<br />

müesseseye ihtiyaç duyulmamaktadır. Bundan dolayı İdare Meclisi,<br />

Tedris Meclisi’nin altında çalışan bir icra organıdır.<br />

5- İstişare Meclisi<br />

Başkanı rektördür. Ayrıca onbir üyesi daha vardır. Üç üye, Tedris<br />

Meclisi tarafından Y.M. Mektebi dışından tesbit edilecek sekiz<br />

aday arasından Nafia Vekâleti tarafından tayin edilecektir. Diğer<br />

sekiz üyenin ikisi mektep haricinden, altısı müderris ve muallimler<br />

arasından olmak üzere Tedris Meclisi’nce seçilecektir.<br />

İstişare Meclisi, her öğretim yılı başında toplanarak Y.M.<br />

Mektebi’nin “terakkisi için rey-i istişari”sini beyan edecektir18 .<br />

İstişare Meclisi, DF’da olmayan yeni bir müessesedir. 1934’te<br />

İstanbul Üniversitesi’nde bütün üyeler fakültelerden olmak üzere dekana<br />

bağlı olarak kurulan istişari komiteler teşkil ettirilmiştir. Yalnız<br />

bu istişari komitelerin görevi, sadece yönetim alanında yöneticileri<br />

yardımcı olmaktır. YMM’deki İstişare Meclisi’nin görevi, Mühendis<br />

Mektebi’nin gelişmesini sağlayacak teklifler ortaya koymaktır.<br />

6- Rektör<br />

Rektör, müderris ve muallimlerin üye olduğu Tedris Meclisi<br />

tarafından, üç yıllığına müderrisler arasından seçilecektir. Tedris<br />

Meclisi iki rektör adayı seçerek Nafia Vekâleti’ne bildirir. Vekâlet<br />

de bunlardan birini rektör olarak tesbit ederek Cumhurbaşkanı’nın<br />

tasdikine sunardı.<br />

18 YMMN, m. 26-30.


278<br />

ALİ ARSLAN<br />

Rektör, Tedris Meclisi, İdare Meclisi ve Nafia Vekâleti’nin kararlarını<br />

yerine getirmek, YMM’ni temsil etmek, mektebin harcamalarını<br />

yapmak ve gelirlerini tahsil etmekle görevlidir.<br />

Rektöre idari işlerde yardımcı olmak ve rektör olmadığı zamanlarda<br />

idari alanda rektör namına görev yapmak üzere, İdare<br />

Meclisi’nin kararı ve Nafia Vekâleti’nin tasvibi ile bir idare müdürü<br />

tayin edilecektir19 .<br />

Rektör, seçim, tayin ve çalışma usulü bakımından DF’daki tarza<br />

uygundur. Rektör’e, bir idare müdürünün yardımcı olması DF’daki<br />

fakülte kâtipliği müesseseleriyle benzerlik göstermektedir. Ancak<br />

Umumi Kâtib’in Fakülte Reisi olmadığı zaman vekâlet etme hakkı<br />

yoktur. Ayrıca İdare Müdürü’nün Nafia Vekâleti’nin tasdikiyle tayin<br />

edilmesi de, yönetimde rektörü bir nevi denetim altına alma düşüncesinin<br />

bir ifadesi olsa gerektir.<br />

Burada, bir yüksekokul idarecisi için Rektör ünvanının ilk defa<br />

kullanıldığını tesbit ediyoruz. Öğretim üyelerine muallim ve müderris<br />

gibi ünvan verilirken, yöneticiye Avrupa’daki üniversitelerden<br />

örnek alınarak Rektör denilmesi, müessese yanında ünvanlarda da<br />

Avrupalılaşmaya bir yönelişin ifadesidir.<br />

7- Şube Reisi<br />

Her şube, Tedris Meclisi’nin seçip, Nafia Vekâleti’nin tayin ettiği<br />

bir reis tarafından yönetilirdi20 .<br />

Buradaki şube, fakülte karşılığı olmadığı için Şube Reisi bugünkü<br />

anlamda bir bölüm başkanıdır.<br />

8- Öğretim Üyelerinin Tayin ve Azli<br />

Öğretim üyeleri, Tedris Meclisi tarafından seçilecek ve Nafia<br />

Vekâleti’nce tayin edilecektir21 .<br />

Öğretim üyeleri kendilerine verilen görevleri yerine getirememesi,<br />

“adem-i muvaffakiyeti” veya öğretim üyeliği mesleğine aykırı<br />

19 YMMN, m. 31-34.<br />

20 YMMN, m. 11.<br />

21 YMMN, m. 8.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 279<br />

bir suçu işlemesi üzerine Tedris Meclisi’nce istifaya davet edilir, ilgili<br />

şahıs istifa etmezse, olay Nafia Vekâleti İnzibat Komisyonu’nca<br />

incelenerek nihai karar verilecektir22 .<br />

Öğretim üyelerinin tayininde Darülfünun (DF)’la aynı usul geçerli<br />

iken, YMM’de azil konusunda son karar Nafia Vekâleti’ne bırakılmıştır.<br />

DF’da ise azil hususunda son karar DF Divanı’na aittir.<br />

9- Öğrencilerin Örgütlenmesi ve Yönetime Katılması<br />

Öğrencilerin örgütlenmesi hususunda YMM Nizamnamesi’nde<br />

bir açıklık bulunmamaktadır. Ancak YMM öğrencilerinin hem okulları<br />

adına cemiyetler kurdukları, hem de bütün yüksek öğretim cemiyetlerinin<br />

toplanarak meydana getirdikleri Millî Türk Talebe<br />

Birliği’ne iştirak ettikleri bilinmektedir23 .Diğer yandan öğrenciler<br />

yönetime katılmamaktadır.<br />

10- Yüksek Mühendis Mektebi’nde Özerk Yönetime Son<br />

Verilmesi<br />

Darülfünûn döneminde Fen Fakültesi’ne bağlı olarak mühendis<br />

yetiştiren Elektro-Mekanik Mühendisliği, üniversiteye geçişte kapatılarak<br />

24 İstanbul Üniversitesi’ne kalan bütün âlât, edevât ve kitabları<br />

11 Nisan 1935 tarih ve 2687 numaralı kanun ile Yüksek Mühendis<br />

Mektebi’ne devr edilmişti 25 . Mühendislik alanında daha da<br />

güçlendirilmek amacıyla Yüksek Mühendis Mektebi’ne yapılan bu<br />

devrin arkasından, üniversitedeki yönetim anlayışına uygun bir şekilde,<br />

1928 <strong>yılında</strong> verilen özerk yapıya son verilmiştir. Türkiye’de<br />

yüksek öğretimde ikinci olarak özerk statüye kavuşmuş olan ve 18<br />

Mayıs 1935 tarihindeki 2718 sayılı kanunla yapılan yeni düzenleme<br />

ile Yüksek Mühendis Mektebi’nin bir müdürle idare olunması kararlaştırılmıştır.<br />

Buna göre Mekteb müdürü, Nafia vekilinin inhası<br />

üzerine müşterek kararname ile tayin edilecektir 26 . Böylece, özerk<br />

22 YMMN, m. 12<br />

23 Ali Arslan, a.g.e., s. 159-171.<br />

24 Ali Arslan, a.g.e., s. 185, 390, 492.<br />

25 Bu kanun için bakınız: Resmî Gazete, 18 Nisan 1935.<br />

26 2718 numaralı kanun için bakınız, RG, 25 Mayıs 1935.


280<br />

ALİ ARSLAN<br />

yönetimin en önemli göstergelerinden biri olan yüksek öğretim kurumunun<br />

yöneticisinin öğretim üyelerince seçimine son verilmiş<br />

oldu. Ancak kanunî olarak Yüksek Mühendis Mektebi’nin tüzelkişiliği<br />

devam ediyordu.<br />

Yüksek Mühendis Mektebi’ndeki yeni düzenlemelere uygun<br />

olarak 22 Mayıs 1935 tarihinde 2/2642 nolu kararname ile yeni bir<br />

Yüksek Mühendis Mektebi Nizâmnâmesi yürürlüğe kondu27 . Yüksek<br />

Mühendis Mektebi ortak derslerin yapıldığı hazırlık sınıfı ile<br />

1-Yol ve Demiryolu,<br />

2-Yapı İşleri ve Şehircilik,<br />

3-Su İşleri,<br />

4-Elektro-Mekanik İşleri ve<br />

5-Muhasebe İşleri şubelerinden oluşuyordu28 . Yeni nizâmnâmeye<br />

göre Yüksek Mühendis Mektebi’nin yönetimi şu şekilde düzenlenmiştir.<br />

Özerklik<br />

Mühendis Mektebi doğrudan Nafıa Vekâleti’nin idaresine verilmiş<br />

olmakla beraber, Yüksek Mühendis Mektebi, menkul ve gayrı<br />

menkul mallar tasarrufuna, bağışları kabule, daire ve mahkemelerde<br />

huzur ve murafaaya, ödünç alma ve her türlü bağışlar yapmaya<br />

ve harcamalarda bulunmaya izinlidir ve hükmî şahsiyeti vardır29 .<br />

Üniversite yönetimindeki rektör de hükûmet tarafından tayin edilmesine<br />

rağmen üniversite hükmî şahsiyete haiz değildi. Üniversite<br />

daha sıkı kayıtlar altına alınırken Yüksek Mühendis Mektebi’nde<br />

Üniversite’ye göre daha serbest bir anlayışın hâkim olduğunu görüyoruz<br />

27 1935 tarihli Yüksek Mühendis Mektebi Nizâmnâmesi (YMMN35) için bakınız,<br />

Düstûr, cilt XVI, 1935, s. 530-536; Resmî Gazete, 7 Haziran 1935.<br />

28 YMMN 35, m.1.<br />

29 YMMN 35, m. 3.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 281<br />

Müdür ve İdare Kurulu<br />

Müdür, mühendis olmak şartıyla Bayındırlık Vekâleti tarafından<br />

seçilir ve Cumhurbaşkanı tasdikiyle tayin olunurdu. Müdür,<br />

Mekteb’de ders ve hariçte başka bir vazife alamazdı. Müdür, mektebin<br />

en büyük amiri olup, mektebin genel idaresiyle bütün muamelelerin<br />

baş mesulü idi.<br />

Müdür, Bayındırlık Vekâleti’nce verilen emirlerin tedris ve idare<br />

kurullarınca alınan kararların icrasını temin edecektir. Müdüre tedris<br />

ve idarî işlerde yardım edecek iki yardımcı da yine Bayındırlık<br />

Vekâleti’nce tayin edilecekti30 . Müdür, iki muavin, muhasib, pansiyon<br />

âmiri ve mekteb doktorunun katılımıyla oluşan bir idare kurulu<br />

bulunacaktı31 .<br />

Üniversite yönetimindeki bütün yetkiler hükûmetçe tayin edilen<br />

Rektörde olduğu gibi, Yüksek Mühendis Mektebi’nde de bütün yetkiler<br />

aynı şekilde merkezden tayin edilen müdürün elinde idi.<br />

Müdürün tayin edilmesine, bunun da özerklikle pek bağdaşmamasına<br />

rağmen Yüksek Mühendis Mektebi müessese olarak hükmî<br />

şahsiyeti haiz bir şekilde hukukî varlığını sürdürüyordu. Ancak, bütün<br />

yüksek öğretim kurumlarını merkezden yönetmek fikrini kabul<br />

eden hükûmetin teklifi ile 26 Mayıs 1936’da kabul edilen kanunla32<br />

daha önce fiili olarak işlemez hale getirilen Yüksek Mühendis<br />

Mektebi’nin hükmî şahsiyetine de son verilmiştir. Böylece üniversitede<br />

olduğu gibi Yüksek Mühendis Mektebi’nde de Ankara’nın yeni<br />

yönetim anlayışına uygun olarak özerk yönetimi tamamen ortadan<br />

kaldırılmıştır.<br />

Tedris Kurulu<br />

Tedris Kurulu, bütün müderrislerle mühendis muallimlerinden<br />

meydana gelecekti. Öğretim işleriyle meşgul olacak, şube başkanlarıyla<br />

müderris, muallim ve yardımcılarının seçme ve terfilerini<br />

30 YMMN 35, m. 27-29.<br />

31 YMMN 35, m. 18.<br />

32 26 Mayıs 1936’da kabul edilen 2984 sayılı Konya Ovası Sulama İdaresiyle<br />

Yüksek Mühendis Mektebi ve Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün<br />

Muvâzene-i Umûmiye’ye alınması için Kanun’un meclis müzakeresi ve metni<br />

için bakınız; Hirsch, a.g.e., I, s. 522-526.


282<br />

ALİ ARSLAN<br />

kararlaştıracaktı. Talebelerin disiplin işlerine bakacak ve Danışma<br />

Kurulu’na atanacak üyeleri seçecekti33 .<br />

Tedris Kurulu, Darülfünûn döneminde idari ve akademik işlevi<br />

daha geniş olan fakülte meclislerinin aynı adla üniversiteye aktarılan<br />

ve öğretimle sorumlu olan fakülte meclislerinin bir kopyasıdır.<br />

İdarî işlerden mümkün olduğu kadar uzaklaştırılmış bir organdır.<br />

Yalnız Yüksek Mühendis Mektebi Tedris Kurulu’nun, Danışma<br />

Kurulu’nun üyelerini seçmesi üniversite fakülte meclislerine göre<br />

Tedris Kurulu’na tanınan bir farklılık ve üstünlüktür.<br />

Danışma Kurulu<br />

Başkanla beraber on altı kişiden oluşacaktır. Bunların beşi hariçten<br />

ve onu müderris ve muallimlerle bakanlık ileri gelenlerinden<br />

olmak üzere, Yüksek Mühendis Mektebi Tedris Kurulu’nca bir kat<br />

fazlası ile seçilen şahıslar arasından bakanlıkça tesbit edilecektir.<br />

Danışma Kurulu, mektebin proğramlarını tetkik ederek mütaleasını<br />

beyan ile, ilim ve fennin o günkü telakkilere göre mektep<br />

proğramına konulmasını sağlayacak, lüzûm göreceği hususlar hakkında<br />

da tavsiyelerde bulunacaktır. Mektebin, memleketin ihtiyaçlarıyla<br />

uygun olarak ilerlemesi hususunda yapılabileceklerini tesbit<br />

edecektir.<br />

Ancak, müdürün başkanlığında Bayındırlık Danışma Kurulu’nun<br />

bütün kararları “danışsaldır” 34 .<br />

Danışma kurulu, üniversitedeki İstişare Komitesi’ini karşılığı<br />

olan bir müesesedir. Yalnız, Danışma Kurulu’nda Bayındırlık<br />

Vekâleti’nden yetkililerin bulunması ve hariçten üyelerin atanması<br />

bakımından üniversitedeki istişari komitelerinden ayrılmaktadır.<br />

Bu özelliği dolayısıyla Danışma Kurulu, istişarî de olsa bir yüksek<br />

öğretim kurumu üzerinde bakanlık dışında ilk organ olarak kabul<br />

edilebilir.<br />

33 YMMN 35, m. 11-17.<br />

34 YMMN 35, m. 22-26.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 283<br />

Hocaların Tayin ve Azli<br />

Öğretim üyeleri Tedris Heyeti’nce seçilecek ve Bayındırlık<br />

Bakanlığı’nca tayin edilecektir. Öğretim üyeleri başarısızlığı veya<br />

kötü hareketlerde bulunmaları durumunda Tedris Kurulu kararı ile<br />

istifaya davet edilecekti. İlgili şahıs istifa etmediği takdirde son karar<br />

Bayındırlık Bakanlığı’nca verilecek ve yerine getirilecekti. 35 .<br />

Öğretim üyesinin görevden alınmasında son söz üniversitede olduğu<br />

gibi, Bakanlığa aittir. Ancak Yüksek Mühendis Mektebi Tedris<br />

Heyeti’nin hocayı görevden alması hususundaki yetkisi, üniversite<br />

fakülte meclislerinden daha geniştir. Öğretim üyelerinin görevden<br />

alınması kunusunda Tedris Heyeti’inin fonksiyonu, gerektiğinde son<br />

kararın bakanlığa ait olması dışında, Darülfünun fakülte meclislerinin<br />

çalışması usulüne daha yakındır.<br />

C- MEKTEB-İ MÜLKİYE’DEN SİYASAL BİLGİLER<br />

OKULU’NA<br />

1859’da temelleri atılan bu okul II. Meşrutiyet döneminde<br />

Mekteb-i Mülkiye adını almıştı. 10 Haziran 1935 tarihinde Siyasal<br />

Bilgiler Okulu adını almıştı. 1936’da Ankara’ya taşınmıştı. 23 Mart<br />

1950 tarihinde 5627 sayılı yasa ile bu okul Ankara Üniversitesi’ne<br />

bağlanmış ve bir fakülte haline getirilmiştir.<br />

D- SANAYİ-İ NEFİSE MEKTEBİ’NDEN GÜZEL SA-<br />

NATLAR AKADEMİSİ’NE<br />

1882’de Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane adıyla yüksek okul<br />

seviyesinde açılan bu okul 1917 tarihinde Sanayi-i Nefise Mektebi<br />

adını almıştı. 1923 <strong>yılında</strong> yapılan yönetmelik değişikliği sırasında<br />

Tezyinî Sanatlar Bölümü kurulmuştu. 1927 <strong>yılında</strong> Güzel Sanatlar<br />

Akademisi adını almıştı. 1936 <strong>yılında</strong> Türk Tezyini Sanatlar Şubesi<br />

kurulmuş ve Şark Tezyinat okulunun kaldırılması ile onun yerini<br />

almıştı.<br />

35 YMMN 35, m. 6, 10.


284<br />

ALİ ARSLAN<br />

E- TİCARET MEKTEB-İ ALİSİ’İNDAN YÜKSEK<br />

İKTİSAD VE TİCARET OKULU<br />

1883’te kurulan Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi’nin adı<br />

1908’de Ticaret Mekteb-i Alisi olarak değiştirilmişti. 1923’te İstanbul<br />

Ulum-ı Aliye-i Ticariye Mektebi olarak adlandırılmış ve Müderrislik<br />

(Prof), Mualimlik (Doç) ve Müderris Muavinliği (Yrd Doç)<br />

gibi akademik kavramlar yerleştirilmişti. 1932’de yeni düzenleme<br />

yapılarak okulun adı Yüksek İktisad ve Ticaret Mektebi’ne dönüşmüştü.<br />

9.7.1938’de Yüksek İktisad ve Ticaret Okulu adını almış ve<br />

İktisat Vekaleti’nden ayrılarak Maarif Vekaleti’ne bağlanmıştı.<br />

F- MİLLİ TİCARET-İ BAHRİYE KAPTAN VE ÇARKÇI<br />

MEKTEB-İ ALİSİ’NDEN YÜKSEK DENİZ TİCARET<br />

MEKTEBİ’NE<br />

1887’de Heybeliada’daki Bahriye Mektebi içinde yatılı olarak<br />

açılan Kaptan Mektebi, 1909’da Millî Ticaret-i Bahriye Kaptan ve<br />

Çarkçı Mekteb-i alisi adını almış ve 1913 <strong>yılında</strong> Maarif Nezaretinebağlanmıştı.<br />

1927 <strong>yılında</strong> Yüssek Deniz Ticaret Mektebi adını<br />

almış ve bugünkü Ortaköy’deki Feriye sarayı (anadolu Denizcilik<br />

Meslek Lisesi binası)’na taşınmıştı. 1928 <strong>yılında</strong> İktisat Vekaleti’ne<br />

bağlanmış ve adı Ali Deniz Ticaret Mektebi şekline dönmüştü. 1934<br />

<strong>yılında</strong> Yüksek Deniz Ticaret Mektebi adını almış ve öğretim süresi<br />

üç yıla çıkarılmıştı.<br />

G- DARÜLMUALLİMİN-İ ALİYE’DEN YÜKSEK<br />

ÖĞRETMEN OKULU’NA<br />

1891 tarihinde orta eğitim yapan okulların öğretmen ihtiyacını<br />

karşılamak için kurulan Darülmuallimîn-i Aliye Cumhuriyet döneminde<br />

7 Haziran 1925 <strong>yılında</strong> çıkarılan bir talimatname ile yeniden<br />

düzenlenmişti. Yüksek Muallim Mektebi adını alan bu okulun eğitim<br />

süresi dört yıl olacak, üç yılllık eğitimi brınşlırına göre Darülfünun<br />

ve Sanayi-i Nefise Mektebinde göreceklerdi. Bir yıl ise uygulama ve<br />

staj dönemi olacaktı.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 285<br />

II- ANKARA’DA YÜKSEK ÖĞRETİM KURUMLARININ<br />

AÇILMASI VE YAPILAN DÜZENLER<br />

A- ANKARA HUKUK MEKTEBİ<br />

1921’de Abdülkadir Kemali Bey, bir Hukuk Mektebi’nin<br />

Ankara’da kurulmasını teklif etmiş ancak gerçekleşmemişti. 1922’de<br />

Mustafa Kemal Paşa Hukuk Fakültesi’nin açılması gerektiğini belirtmişti.<br />

5 Kasım 1925’de kurulan Hukuk Fakültesi başta Ankara<br />

olmak üzere ülkenin diğer kısımlarında yüksek okul açılmasının ilk<br />

başlangıcı olmuştur. Ankara Hukuk Mektebi, İstanbul Darülfünûnu<br />

Hukuk Fakültesi’ne denk bir müessese olarak kurulmuştur36 . Yönetim<br />

olarak da, Darülfünûn Hukuk Fakültesi’nin büyük ölçüde örnek<br />

alındığını söylemek mümkündür.<br />

- Profesörler Meclisi<br />

Hukuk Mektebi’ndeki bütün profesörlerin katılmasıyla oluşurdu.<br />

Ayda bir mutad ve davet halinde fevkalâde olarak toplanırdı.<br />

Meclisin Vazifeleri:<br />

- Profesör muavinleri imtihanlarını icra eylemek,<br />

- Ders ihdas ve lağvına dair mütalea beyan etmek,<br />

- İmtihan ve derslere mübaşeret zamanlarını tayin eylemek,<br />

- Müfredat proğramlarını tetkik ve tesbit etmek,<br />

- Kayıt ve kabul olunan öğrencilerin vaziyetlerinin uygun olup<br />

olmadığını tetkik eylemektir.<br />

Bütün bu kararlar Adliye Vekâleti’nin tasdikiyle kesinlik kazanırdı37<br />

.<br />

- Reis ve Reis Vekili<br />

Profesörler Meclisi, her öğretim <strong>yılında</strong> içlerinden bir profesörü<br />

reis ve bir diğerini de reis vekili seçerdi. Reis olmadığı zamanlarda<br />

meclise reis vekili başkanlık ederdi.<br />

- Müdür<br />

Mektebin idaresi bir müdür tarafından gerçekleştirilirdi. Ayrıca<br />

36 Bu hususta bakınız; 11 Ekim 1925 tarihli Ankara Hukuk Mektebi Talimatnamesi<br />

(AHMT), (Hirsch, a.g.e., I, s. 543-546), m. 3, 4, 6, 13.<br />

37 AHMT, m. 8-9.


286<br />

ALİ ARSLAN<br />

müdüre yardımcı olmak üzere bir de müdir-i sânî bulunurdu. Profesörlerden<br />

birinin müdür olarak tayini mümkündü.<br />

Müdür, meclisin kararlarını ihtiyaç olanları Adliye Vekâleti’nden<br />

izin aldıktan sonra, diğerlerini ise re’sen uygulardı38 .<br />

Profesörler Meclisi, Darülfünûn döneminde de fakültelerdeki<br />

Müderrisler Meclisi (Meclis-i Müderrisîn) veya diğer adıyla fakülte<br />

meclislerinin hem ismen hem de işlev olarak bir kopyasıydı. Ancak<br />

Darülfünûn fakültelerinin de özerkliğe sahip olması dolayısıyla idarî<br />

yetkileri de olan ve bakanlık tarafından fazla kontrol edilmeyen bir<br />

müessese idi.<br />

Akademik işlerin seçilen fakülte reisi, idarî işlerin ise tayin<br />

edilen bir müdür tarafından yürütülmesi II. Meşrutiyet dönemi<br />

Darülfünûn’undaki fakültelerde uygulanan bir yapı idi. Ankara Hukuk<br />

Mektebi’nde de bu yönetim tarzı benimsenmişti.<br />

- Ankara Hukuk Fakültesi’nin Maarif Vekâleti’ne Bağlanması<br />

İstanbul Darülfünun’u Hukuk Fakültesi’nin benzeri şeklinde<br />

1925 <strong>yılında</strong> kurulan Ankara Hukuk Mektebi, 1940 <strong>yılında</strong> İstanbul<br />

Üniversitesi Hukuk Fakültesi örnek alınarak öğretim süresinin dört<br />

yıla çıkarılması ve Ankara Hukuk Fakültesi’nin Maarif Vekâleti’ne<br />

bağlanması kararlaştırılmıştı 39 . 30 Mayıs 1940’da TBMM tarafından<br />

kabul edilen kanun ile Ankara Hukuk Fakültesi gibi İstanbul Üniversitesi<br />

gibi Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştı 40 .<br />

B- GAZİ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ<br />

Konya’da 1926 <strong>yılında</strong> kurulan Muallim Mektebi 1927’de<br />

Ankara’ya taşınmıştı. 1927 yında okula bir de pedegoji bölümü eklenmişti.<br />

Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü olarak anılmaya<br />

başlayın okulun adı 1928 yılı bütçesiyle resmiyet kazanmıştı.<br />

Okula lise mezunları öğretmen okulunu çok başarılı şekilde bitirmiş<br />

ve iki yıl ilkokul öğretmenilği yapanların alınması kararlaştırılmıştı.<br />

38 AHMT, m. 10-11.<br />

39 C, 5.IV.1940.<br />

40 Musa Çadırcı- Azmi Süslü, Ankara Üniversitesi Gelişim Tarihi, Ankara<br />

1982, s. 117-119.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 287<br />

Okul iki yıl hazırlık üç yarıyıl da mesleki kısımlara ayrılmıştı. Öğretmen<br />

okulları mezunları hazırlık sınıflarına alınırken lise mezunları<br />

ise mesleki kısıma gireceklerdi. Okul; Eğitim, Sosyal Bilimler,<br />

Matematik ve Fen bölümlerinne ayrılmıştı. 1931 <strong>yılında</strong> okulun adı<br />

Gazi Orta Muallim ve Terbiye Entitüsü adını almış ve ortaokul öğretimeni<br />

ile ilköğretim müfettişi yetiştiren yüksek dereceli bir yatılı<br />

okul haline gelmişti. 1932 <strong>yılında</strong> hazırlık sınıfları ile birlikte öğretim<br />

süresi dört yıla çıkarılmıştı. 1934’de hazırlık sınıfları kaldırılarak<br />

lise mezunları ile altı yıllık öğretemen okulu mezunları seçme<br />

sınıvları ile doğrudan mesleki kısıma alınmaya başlanmıştı. Böylece<br />

okul lise üzeri iki yıllık bir kurum haline gelmişti.<br />

C- ANKARA YÜKSEK ZİRAAT ENSTİTÜSÜ<br />

Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü 10.6.1933 tarihinde 2291 sayılı<br />

kanun 41 ile kurulmuştur. Y. Ziraat Enstitüsü Ziraat, Tabii İlimler,<br />

Baytar ve Ziraat Sanatlar adlı dört fakülteden meydana geliyordu 42 .<br />

Böylece daha önce kapatılmış olan Halkalı Ziraat Âli Mektebi ile<br />

Baytar Âli Mektebleri Yüksek Ziraat Enstitüsü içerisinde birer fakülteye<br />

dönüşmüştü 43 . 1857’de İstanbul’da kurulan Orman Mektebi,<br />

1926 <strong>yılında</strong> Ankara’ya taşınmıştı. 18. 6. 1934 tarihinde kabul edilen<br />

2524 sayılı kanun ile, Yüksek Orman Mektebi bir fakülte olarak<br />

Yüksek Ziraat Enstitüsü’ne bağlanmış ve fakülte sayısı beşe çıkmıştı<br />

44 .<br />

1- Amacı<br />

Tabiî İlimler, Ziraat, Baytar (Veterinerlik), Ziraat Sanatları ve<br />

Orman alanlarında ders okutmak, ilmî ve fennî araştırmalar yapmak,<br />

rey ile fikirler vermek ve neşriyatta bulunmaktır 45 .<br />

41 Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Kanunu (AYZEK) metni için bakınız, Kerim<br />

Ömer Çağlar, Yüksek Ziraat Enstitüsü, Kanunlar, Kararnameler, Bütçe<br />

ve Talimatnameler, Ankara 1940, s. 15-26.<br />

42 AYZEK, m.1.<br />

43 AYZEK, m. 28.<br />

44 Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine<br />

Dair 2524 Sayılı Kanun için bakınız. Çağlar, a.g.e., s. 27-29.<br />

45 AYZEK, m. 2.


288<br />

ALİ ARSLAN<br />

2- Özerklik<br />

Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü (AYZE) “hükmî şahsiyet”i haizdir.<br />

Enstitü, bağışları ve vasiyetleri kabule selahiyetlidir. Enstitü,<br />

mülhak bütçe46 ile idare olunan bir amme müessesesidir. Enstitünün<br />

devlet malları ile, tedris ve idari mevzularda devlet memurları hukukuna<br />

maliktir.<br />

AYZE, Ziraat Vekâleti’nin mürâkabesi altındadır 47 . Ancak 26<br />

Mayıs 1936 tarihinde kabul edilen 2984 sayılı kanun ile Ankara<br />

Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün hükmî şahsiyeti kaldırılmıştır 48 .<br />

3- AYZE Yönetimi<br />

a- Rektör<br />

Rektör, bütün Enstitü’nün idarecisidir. İki yıl Ordinaryüs Profösörlük<br />

yapan öğretim üyeleri arasından seçilmesi şarttır49 .<br />

Seçim ve Tayini<br />

Rektör, Ordinaryüs Profesör, Profesör ve Doçentlerle beraber,<br />

şube şefleriyle asistanların kendi aralarından seçecekleri üçer temsiciden<br />

oluşan Enstitü İntihab Heyeti’nce seçileceklerdi50 .<br />

İki yıllığına seçilen Rektör’ün tayini, Enstitü Divanı tarafından<br />

Ziraat Vekâleti’ne bildirilerek hazırlanan kararnâmeyi<br />

Cumhurbaşkanı’nın da tasdiki üzerine gerçekleşecektir. Yeni Rektörün<br />

kabul ve tasdik edilmemesi üzerine Rektör seçimi aynı surette<br />

yenilenecektir51 . Rektörün seçiminde, Darülfünûn’da olduğu gibi<br />

46 Hükûmetin teklif ettiği kanun layihasında bu müessese “hükmî şahsiyeti<br />

haiz” olarak kurulacağı belirtilirken, Enstitünün mülhak, yani belli ölçülerde<br />

umumî bütçe kanununun dışında olan, bütçe ile idare olunması hususuna<br />

yer verilmemiştir. Ancak B.M.M. Ziraat Encümeni Enstitünün mülhak<br />

bütçeye sahib olması şeklinde değişiklik yapmıştır, AYZE kuruluş hakkında<br />

Hükûmetin teklifi ve Encümenin tadili için bakınız, Hirsch, a.g.e., I, s. 486.<br />

47 AYZEK, m.1.<br />

48 Konya Ovası Sulama İdaresi’yle Yüksek Mühendis Mektebi ve Ankara Yüksek<br />

Ziraat Enstitüsü’nün muvâzene-i umûmiyeye alınmasına değin 2984 nolu<br />

kanun için bakınız; Çağlar, a.g.e., s.31.<br />

49 AYZEK, m. 7.<br />

50 AYZEK, m.4.<br />

51 AYZEK, m. 5.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 289<br />

iki aday değil, tek aday seçilerek Ziraat Vekâleti’ne gönderilmektedir.<br />

Bu durum, Vekâletin seçimi yenileme dışında, seçilen Rektörü<br />

kabul etmeme şansını ortadan kaldırmaktadır. Böylece Enstitü<br />

Rektörülüğü’ne başka bir baskı olmadıktan sonra, mutlaka öğretim<br />

üyelerinden en çok oy alan şahsın tayinini zaruri hale getirmektedir.<br />

Şube şefleri ile asistanların kendi aralarından seçecekleri üçer<br />

temsilciyle rektör seçimine katılmaları Türkiye’de ilk defa Yüksek<br />

Ziraat Enstitüsü’nde uygulanmıştır. Doçentlerin topyekün rektörlük<br />

seçimlerine katılması da ilk defa gerçekleştirilmiştir.<br />

Rektörün Vazifeleri<br />

-Rektör, Enstitü’yü temsil ve onu idâre eder,<br />

-Bütçeyi hazırlar,<br />

-Fakülte meclislerinden başka bütün meclislere ve Divan’a başkanlık<br />

eder.<br />

-Enstitü’nün en yüksek karar organı olan Divan’ın aldığı kararları<br />

tatbike koyar 52 . Divan adına yazılan evrakları imzalar 53 .<br />

-Ayrıca, Enstitü’nün en yüksek karar mercii olan Divan54 ,<br />

Rektör’ün Divan’a sormaksızın yapabileceği işleri de kararlaştırır55 .<br />

Rektör’ün, Divan’ın bir temsilcisi olması, Rektör’ün Divan’a<br />

sormadan yapabileceği işleri Divan’ın tesbit etmesi dolayısıyla,<br />

Rektör Divan’ın emrindedir. Yüksek Ziraat Enstitüsü Rektörü,<br />

Darülfünûn eminine göre daha sınırlı yetkiye sahiptir.<br />

Divan’ın temsicisi olarak Rektör, Enstitü’deki bütün meclislere<br />

başkanlık etmesine karşılık fakülte meclisleri bunun dışında tutulmuştu.<br />

Darülfünûn döneminde, fakülte meclislerine başkanlık ederek,<br />

istediği kararları aldıran ve tartışmalara yol açan Darülfünûn<br />

emininin bu hareketleri AYZE Rektörü için kanunen mümkün değildir.<br />

Seçilmiş de olsa, Rektör’e böyle bir sınırlamanın getirilmiş<br />

olmasını, rektörlerin otoritesini sınırlayan ve kötüye kullanabilmeği<br />

frenleyen bir tedbir olarak değerlendirmek yerinde olur.<br />

52 AYZEK, m. 6.<br />

53 AYZEK, m. 11.<br />

54 AYZEK, m. 9.<br />

55 AYZEK, m. 12.


290<br />

b- Divan<br />

ALİ ARSLAN<br />

Enstitü’nün en yüksek karar mercii Divan’dır 56 . Divan Rektör,<br />

Profesör, Fakülte dekanları ile her fakülteden seçilen birer üyeden<br />

oluşmaktadır. 57<br />

Divan, Rektör’ün veya en az dört üyenin isteğiyle toplanacaktır.<br />

Kararlar en az yedi üyenin bulunması halinde ve ekseriyetle alınabilecektir.<br />

Divan, çalışma talimatnamesini kendisi yapmakta ve Rektör’ün<br />

Divan’a sormaksızın yapabileceği işleri kararlaştıracaktır58 .<br />

Divan, Enstitü ile Ziraat Vekâleti arasındaki irtibatı sağlayacak,<br />

ancak Divan adına yazılan evrakı Rektör imzalayacaktır59 .<br />

Enstitü Divanı’nda seçilmiş ve tasdik edilmiş bir rektör ve<br />

beş dekan üyelerdir. Beş de sadece seçilmiş üye vardır. Enstitü<br />

Divanı’nda seçilmelerine rağmen tasdik edilen üyelerin sayısı devamlı<br />

olarak fazladır. Oysa Darülfünûn Divanı’nda devamlı olarak<br />

seçilmiş üyeler, seçilmiş-tayin edilmiş üyelere göre fazladır.<br />

Çünkü Darülfünûn’da her fakülteden iki kişi Divan’a üye seçilirken<br />

YZE Divanı’nda her fakülteden birer kişi seçilmektedir. YZE<br />

Enstitüsü’nün yüksek organı olan Divan’da tayin edilmişlerin ağırlığı<br />

dolayısıyla hükûmetin etkisinin daha fazla hissedilmesine yol<br />

açacağı söylenebilir.<br />

YZE Divan’ının kendi çalışma talimatnamesini kendisinin<br />

yapması, Rektör’ün Divan’a sormaksızın yapabileceği işleri yine<br />

Divan’ın tesbit etmesi, Rektör’ü Divan’a tam bağımlı hale getirmekte,<br />

Rektör’e tamamen Divan’ın temsilcisi statüsünü vermektedir. Bu<br />

durum, Darülfünûn emininin vaziyetine göre, Rektör’ün daha sınırlandırılmış<br />

olduğunu göstermektedir. Çünkü Darülfünûn Emini her<br />

ne kadar Darülfünûn kararlarına bağlı ise de, onun talimatname ile<br />

belirlenmiş ve Divan’a danışmadan faaliyet yapabileceği bir alanı<br />

vardı. AYZE’ünde Rektör’ün yetkilerinin daha da sınırlandırıldığını<br />

görüyoruz.<br />

56 AYZEK, m. 9.<br />

57 AYZEK, m. 8.<br />

58 AYZEK, m. 12<br />

59 AYZEK, m. 14.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 291<br />

Divan’ın Vazifeleri<br />

- Ziraat Vekâleti’nin istişârî yardımcısı olan Divan, gerek cevaben<br />

ve gerekse kendiliğinden mütalaasını bildirecek60 .<br />

- Enstitü bütçesini tesbit edecek.<br />

- Ordinaryüs Profesör ve Profesörler ile Doçentleri seçecek.<br />

- İmtihan, tedris usulleri ve ders cedvelleri hakkında fakültelerin<br />

yaptıkları teklifleri inceleyecek.<br />

- Demirbaşları idare, icar ve isticar edecek.<br />

- Vekâletin tasvibiyle gayr-i menkul malların temlik ve temellükünü<br />

sağlayacak.<br />

- Bütçeye göre sarfı gerçekleştirecek.<br />

- Memur ve müstahdemlerin tayinini vekâletin tasdikiyle gerçekleştirecek<br />

ve gerekenlerin cezalarını verecek.<br />

- Kuruluş hükümlerini yerine getirecek61 .<br />

- Fakültelerin iç teşkilatı, çalışma tarzı, fakültelerde ders verme<br />

hakkının kararlaştırılması, Doktor ünvanının verilmesine ait işleri<br />

düzenleyen talimatnameyi hazırlayacaktır. Ancak bu talimatnamenin,<br />

Ziraat Vekâleti tarafından tamamlanarak tasdiki şarttır62 .<br />

4- Tedris Heyeti (Öğretim Kurulu)<br />

Tedris Heyeti’ne Enstitü’deki Ordinaryüs Profesör, Profesör ve<br />

Doçentler tabii üyedir.<br />

Rektör ve Divan, Enstitüye ait akademik işler için Tedris<br />

Heyeti’ne teklifte bulunabilirdi. Özellikle Rektör, Divan’ın bir kararını<br />

yapmakta tereddüt ederse bu konuyu Tedris Heyeti’ne götürürdü.<br />

Onbir üyenin yazılı isteği üzerine Rektör, Tedris Heyeti’ni<br />

toplantıya çağırmağa mecburdu.<br />

Divan ile Tedris Heyeti arasında anlaşmazlık olursa, Divan, Tedris<br />

Heyeti’nin kararını kendi görüşüyle birlikte Ziraat Vekâleti’ne<br />

bildirecek vekâlet de anlaşmazlıkta hakem olarak problemi çözecek-<br />

60 AYZEK, m. 10.<br />

61 AYZEK, m. 9.<br />

62 AYZEK, m. 16.


292<br />

ti 63 .<br />

ALİ ARSLAN<br />

Akademik konularda, Enstitüdeki en son sözü söyleyebilen kuruluş<br />

Tedris Heyeti’dir. İdarî olarak en güçlü organ olan Divan’ı ve<br />

onun emrinde olan Rektör’ü, akademik konularda yönlendirmek ve<br />

sınırlandırmak Tedris Heyeti tarafından gerçekleştirilirdi. En önemlisi<br />

de akademik konularda Tedris Heyeti’nin vereceği bir kararın<br />

aksini Divan tatbike koyamazdı. Ancak Ziraat Vekâleti’nin kararı<br />

Divan’ın görüşü doğrultusunda tecelli ederse, Divan’ın istediği yürürlüğe<br />

girebilirdi.<br />

Divan’ı ve rektörünü akademik olarak sınırlayan bir organ, gerek<br />

Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet dönemi üniversite tarihinde<br />

ilk defa ortaya çıkmıştır. Bu durum, idarecilerin akademik hayata<br />

tahakkümlerini engelleyici bir yapı olması bakımından son derece<br />

önemlidir.<br />

Bütün hocaların katılımını sağlayan böyle bir organın, sadece<br />

akademik mevzularda da olsa Enstitü içinde nihaî kararı vermesi,<br />

Tedris Heyeti’ni fiilî olarak Enstitü’nün en nüfûzlu müessesesi konumuna<br />

getirmektedir. Çünkü, Tedris Heyeti sadece Rektör’ün isteğiyle<br />

Divan’ın aldığı kararları istişare için kullandığı bir müessese<br />

değil, onbir öğretim üyesinin isteğiyle mecburî olarak toplanan bir<br />

kurumdur. Ayrıca Rektör’ün bütün öğretim üyelerinin katılımı ile<br />

seçildiği Divan’daki her fakülte için bir üyenin fakülte öğretim üyelerince<br />

belirlendiği dikkate alınırsa Tedris Heyeti’nin yeri daha iyi<br />

anlaşılır. Tedris Heyeti, Enstitü idaresini yönlendiren ve en azından<br />

kendisi aleyhine -vekâletin isteği hariç- bir karar vermesini sınırlayan<br />

bir genel meclis niteliğindedir.<br />

5- Enstitü Büyük Meclisi<br />

Bu meclis, Ordinaryüs Profesörlerden, Profesörlerden, Doçentlerden,<br />

Şube Şeflerinden, Asistanlardan, Muallimlerin yanında memurlar<br />

ile her fakülte talebesinin kendi aralarından seçeceği üçer<br />

temsilciden meydana gelecektir.<br />

Büyük Meclis, Rektör ve Divan tarafından toplantıya çağrılacaği<br />

gibi, profesör, doçent, şube şefleri ve asistanlardan toplam yirmi-<br />

63 AYZEK, m. 13.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 293<br />

beş kişinin yazılı isteği üzerine de toplantıya çağrılırdı 64 .<br />

Enstitü Büyük Meclisi’ne, kanunla hiç bir yaptırım gücünün<br />

verilmemesi dolayısıyla bu meclisin bir istişarî organ olarak düşünüldüğü<br />

anlaşılmaktadır. Ancak istişarî de olsa yardımcı öğretim<br />

elemanı sayılan muallim, şube şefleri ve asistanların üye olarak kabul<br />

edilmesi; memur ve öğrencilerden temsilcilerin de bulunması<br />

bakımından, bu organ Türkiye üniversite tarihinde ilk defa yerini<br />

almaktadır.<br />

Özellikle öğrencilerin her fakülteden seçtikleri üçer temsilcilerin,<br />

Büyük Meclis’te yer almaları öğrenci ile yönetim arasında diyalogun<br />

kurulması bakımından önemlidir. Türkiye’de öğrencilerin ilk<br />

defa yönetim biriminde yer almaları Enstitü Büyük Meclisi’ne üye<br />

kabul edilmeleri ile gerçekleşmiştir.<br />

6- Fakülte Yönetimi<br />

Fakülte Dekanı<br />

İki yıllığına Fakülte Meclisi tarafından seçilir. Dekan, fakültenin<br />

mümessili ve idare amiridir65 .<br />

Fakülte Dekanı iki yıllığına seçilmekte ve vekâlet tarafından tasdiki<br />

hakkında bir kayıt bulunmamaktadır. Darülfünûn’da fakülte reisi<br />

seçilmekte ve tasdik edilmekte olduğu dikkate alınırsa, bu hususta<br />

YZE fakülte dekanını belirlemekte daha serbest olduğu görülmektedir.<br />

Tatbik edilmese de böyle bir düşüncenin 1869 Darülfünûn-ı<br />

Osmani’de uygulanmak istendiğini biliyoruz. Ayrıca Fakülte Meclisi<br />

üyesi doçentlerin dekan seçimine katılmaları Türkiye’de ilk defa<br />

Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’nde yürürlüğe konmuştu.<br />

Fakülte Meclisi<br />

Fakülte Meclisi, Ordinaryüs Profesör, Profesör ve Doçentlerden<br />

oluşmaktadır 66 . Fakülte Meclisi’ne dekan başkanlık edecektir. Fakat<br />

hiçbir zaman Rektör Fakülte Meclisi’ne başkanlık yapamayacaktır 67 .<br />

64 AYZEK, m. 14.<br />

65 AYZEK, m. 15.<br />

66 AYZEK, gös. yer.<br />

67 AYZEK, m. 6.


294<br />

ALİ ARSLAN<br />

-Her fakülte, kendisine ait ders ve tatbikatın mükemmel ve birbirine<br />

uyumlu olmasını temin edecektir. Çözüm bulunamaması durumunda<br />

Divan vasıtası ile Zirâat Vekâleti’ne müracaat edilecektir.<br />

-Her fakülte kendisine bağlı kürsü ve enstitülerin tedrisata ait<br />

şikâyetlerini çözmeğe çalışacak ve icab ederse bunları Divan vasıtasıyla<br />

Zirâat Vekâleti’ne bildirecektir68 .<br />

AYZEK’ne göre Fakülte Meclisi daha ziyade akademik konularda<br />

vazifeli kılınmıştır. Darülfünûn’daki fakülte yönetimi Yüksek<br />

Ziraat Enstitüsü’ndeki fakülte yönetiminden daha güçlü idi. Ancak<br />

Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün bütün birimlerine başkanlık etme hakkına<br />

sahib olan Rektör’ün fakülte meclislerine başkanlık etme hakkı<br />

yoktu. Darülfünûn’da olduğu gibi Rektör’ün Fakülte Meclisi’ne<br />

başkanlık ederek kritik zamanlarda Fakülte Meclisi’ne baskı yapması<br />

ve fakültede oluşacak kararlara müdâhale etmesi engellenmiştir.<br />

Yüksek Ziraat Enstitüsü’ndeki fakülte yönetiminin yapısı<br />

Darülfünûn’daki fakülte idareleri kadar izah edilmemiştir. Yüksek<br />

Ziraat Enstitüsü’nde Divan’a ve Tedris Heyeti’ne daha fazla önem<br />

verilirken Fakülte yönetimine fazla açıklık getirilmemiş ve yönetim<br />

ağırlığı esas olarak Enstitü Divanı’na bırakılmıştır.<br />

Yüksek Ziraat Enstitüsü’ndeki Fakülte Meclisleri’ne bütün doçentlerin<br />

tabii üye olarak kabul edilmesi Türkiye’de ilk defa kanunlaştırılmış<br />

ve uygulanmıştır. Darülfünun’da doçentlerin muadili olan<br />

müderris muavinleri Fakülte Meclisleri’ne üye değildirler.<br />

7- Öğretim Üyelerinin Tayin ve Azli<br />

Öğretim Üyeleri, Doçent, Profesör ve Ordinaryüs Profesörden<br />

oluşuyordu. Doçentlerin tayini, fakülte meclisinin teklifi, Divan’ın<br />

uygun görmesi ve Zirat Vekâleti’nin tasdiki ile gerçekleşecektir. Belli<br />

bir süre içerisinde, Profesör olma liyakatını gösteremiyen Doçentler,<br />

Fakülte Meclisi’nin teklifi, Divan’ın kararı ile öğretim üyeliğinden<br />

çıkarılarak vekâlet emrine verilecektir69 .<br />

Doçentler, Fakülte Meclisi ve Divan’ın esbâb-ı mûcibeli teklifi<br />

ve vekâletin tasdiki ile Profesörlüğe tayin olunurdu. Ordinaryüs<br />

68 AYZEK, m. 17.<br />

69 AYZEK, m. 20.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 295<br />

Profesörlük tayini, Fakülte Meclisi’nin en az iki, kaideten üç adayı<br />

esbâb-ı mûcibeli olarak Divan’a teklifi, Divan’ın tensibi ve Vekâletin<br />

içlerinden birini seçerek tasdikiyle gerçekleşirdi70 . Enstitü dışından<br />

öğretim üyeliğine alınacakların girecekleri dereceye ait şartlara malik<br />

olmaları şarttı71 .<br />

Doçent, Profesör ve Ordinaryüs Profesörlerin inzibatî suçları<br />

için bir Haysiyet Divanı kurulacak ve Haysiyet Divanı’nın kararları<br />

vekâletin tasdikinden sonra yürürlüğe girecektir72 .<br />

Öğretim üyelerinin seçimi Enstitüce kararlaştırılırken, tayinde<br />

muhakkak Ziraat Vekâleti’nin tasdiki gerekmektedir. Bu özelliği ile<br />

Enstitü Darülfünûn ile aynı özelliği taşımaktadır.<br />

Görevden alınma hususunda Doçentlerin dışındakiler için bir<br />

açıklama mevcut değildir. Ancak diğer öğretim üyeleri için de tayin<br />

prosedürü dikkate alınırsa azlin de, Enstitü tarafından karar alınması<br />

ve vekâletçe tasdik edilmesi ile gerçekleşeceğini söyleyebiliriz.<br />

Öğretim üyelerinin seçimi ve azlinde rey sahibi Enstitü iken<br />

tasdik makamında vekâlet bulunmaktadır. Darülfünûn’da ilmî yetersizliği<br />

tesbit edilen bir öğretim üyesi, Fakülte Meclisi ve Divan’ın<br />

kararı ile görevden alınırdı. Bu hususta Darülfünûn kendi başına karar<br />

verme hakkına sahibti. Dolayısıyla da Darülfünûn, öğretim üyelerini<br />

ilmî yetersizlik dolayısıyla görevden almada Yüksek Ziraat<br />

Enstitüsü’nden daha geniş yetkiye sahipti.<br />

8- İlim Adamı Yetiştirme<br />

Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü, Ziraat, Baytar, Tabii İlimler,<br />

Ziraat Sanatları, daha sonra Orman dallarında doktora proğramı<br />

düzenlemiştir. Yüksek Ziraat Enstitüsü, Doktora Talimatnamesi<br />

9. 10. 1934 tarihinde yürürlüğe girmiştir73 . Ankara Yüksek Ziraat<br />

Enstitüsü’nde Doçent olmak isteyenler için de Habitilasyon yapmak<br />

mümkündü. Doktorası olan, belli nitelikte neşriyatı bulunan ve basılmamış<br />

bir eserini Fakülte Meclisi’ne sunanlara, yeterli görülürler-<br />

70 AYZEK, m. 20-22.<br />

71 AYZEK, m. 24.<br />

72 AYZEK, m. 23.<br />

73 AYZE talimatnâmesi için bakınız, Çağlar, a.g.e., s. 44-51, 53.


296<br />

se, Doçentlik ünvanı verilirdi 74 .<br />

ALİ ARSLAN<br />

Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’nde bir Asistanın, Başasistan<br />

ve Şube Şefliği’ne yükselerek Doçentliğe aday olabilmesi için mutlaka<br />

doktora sahibi olması gerekiyordu 75 .<br />

9- Ders İhdası<br />

Bu konuda tam bir açıklık olmamasına rağmen, ders ihdasının<br />

fakültenin teklifi, Divan’ın tetkiki ve vekâletin tasdiki ile olduğu<br />

söylenebilir76 .<br />

1933 Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Kanunu’nda, öğretime ara<br />

verilmesi, harçlar, talebenin örgütlenmesi, güvenliğin nasıl sağlanacağı<br />

hususlarında bilgi mevcut değildir.<br />

10- Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’nde Özerkliğe<br />

Son Verilmesi<br />

Büyük ölçüde Darülfünun model alınarak idarî yapısı oluşturulan<br />

AYZE’nin özerk yapısına 26. 5. 1936’da kabul edilen 2984 sayılı<br />

kanun ile son verilmiştir77 .<br />

1933’te Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulurken amacı, esas olarak<br />

ilmî ve fennî araştırmalar yapmak olarak tesbit edilmişti78 . Ancak<br />

1934’de üniversitenin amaçlarına millî kültürün yayılması, devlet<br />

ve millete hizmet edecek insan yetiştirilmesi79 maddelerinin<br />

de eklenmesinden sonra, 1939’da yürürlüğe konan YZE Talebe<br />

Talimatnamesi’nde de, meslek ve ilim adamı yetiştirmek yanında<br />

talebenin “millî bir seciye, salim hatt-ı hareket ve vazife sevgisi” ile<br />

yetiştirilmesi80 gibi konulara da vurgu yapılmıştır.<br />

74 AYZE Habitilasyon Talimatnamesi için bakınız, Çağlar, a.g.e., s. 38-43.<br />

75 AYZEK, m. 19.<br />

76 Fakültelerin desleri birbirleri ile uygun olmasını tanzime (AYZEK m. 17) ve<br />

Divan’ın ders cedvellerini “tetkike” selahiyattar olduğu dikkate alınırsa bu<br />

nihaî kararın Ziraat Vekâleti’ne ait olduğunu söyleyebiliriz.<br />

77 Bu kanunun meclis tartışmaları ve metni için bakınız; Hirsch, a.g.e., s. 522-<br />

526.<br />

78 YMMN 35, m. 2.<br />

79 YMMN 35, m. 1.<br />

80 AYZE Talebe Talimatnamesi (Çağlar, a.g.e., s. 123-136), m. 1-2.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 297<br />

Darülfünûn döneminde, öğrencilerin öğretim müessesesi dışında<br />

örgütlenmeleri serbest iken, üniversite içinde yönetimin gözetimi<br />

altında dernek kurabilme hakkına sahipti. Üniversitede uygulanmaya<br />

başlanan bu esasın, daha sonra Yüksek Ziraat Enstitüsü’nde<br />

de uygulanmaya başladığını görüyoruz. Yüksek Ziraat Enstitüsü<br />

öğrencilerinin Enstitü içerisinde kurabilecekleri dernek için dekan<br />

vasıtasıyla Rektör’den izin almaları gerekiyor. Enstitü öğrencileri<br />

üniversite öğrencileri gibi, bütün fakülteleri içine alabilecek bir Enstitü<br />

Talebe Birliği kurabilecekler, ancak Enstitü dışında herhangi bir<br />

yüksek öğretim öğrenci derneğiyle birlik kuramayacaklardı81 .<br />

Darülfünûn döneminde, Darülfünûn yönetiminin kararlarına itiraz<br />

edebilen öğrenciler üniversite döneminde bu haklarını kaybetmişlerdir.<br />

Buna parelel olarak AYZE talabelerinin de, gerek fert gerekse<br />

dernekleri adına Enstitü Rektörlüğü’nün “kararlarına her ne<br />

şekil ve suretle olursa olsun” itirazda bulunamayacaklardı82 . Eğer bu<br />

hal gerçekleşirse, ilgili öğrenciler Enstitü’den ihraç edileceklerdi83 .<br />

Ankara Üniversitesi kurulmasına rağmen bu kurumun dışında<br />

kalan AYZE 1948 <strong>yılında</strong> dağıtılmıştı.1948 <strong>yılında</strong> çıkarılan 5234<br />

sayılı yasa ile bu estitüye bağlı Veterner Fakültesi müstakil olarak,<br />

Tabibi ilimler Fakültesi ile Ziraat Sanatları Fakültesi tek bir fakülteye<br />

yani Ziraat Fakültesi haline dönüştürülerek Ankara Üniversitesi’ne<br />

bağlanmıştı. Orman Fakültesi ise İstanbul Üniversitesi’ne bağlanmıştı.<br />

D-ANKARA DİL VE TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ<br />

10 Haziran 1935’de kuruldu. 1946 <strong>yılında</strong> Ankara Üniversitesi’ne<br />

katılmıştı.<br />

E-ANKARA TIP FAKÜLTESİ<br />

1937 tarihinde kuruluş çalışmalarına başlanmış ancak 1945 <strong>yılında</strong><br />

kurulabilmişti. 1946 <strong>yılında</strong> Tıp Fakültesi Ankara Üniversitesi’ne<br />

katılmıştı.<br />

81 AYZE Talebe Talimatnamesi, m. 14.<br />

82 AYZE Talebe Talimatnamesi, m. 55/8.<br />

83 Aynı Talimatname, m. 62/11.


298<br />

ALİ ARSLAN<br />

SONUÇ<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminde yüksek öğretimdeki değişimde iki önemli<br />

özellik göze çarpmaktadır. Birisi, Osmanlı döneminden kalma eski<br />

yüksek öğretim kurumlarını yeniden düzenlemek; ikincisi, yeni başkentte<br />

yeni kurumlar oluşturmaktı.<br />

<strong>Atatürk</strong> dömeninde İstanbul’da yeni yüksek öğretim kurumu<br />

açılmamış ve sadece eski kurumlar yeni anlayışı göre yeniden düzenlenmiştir.<br />

Hatta, Orman, Ziraat ve Veteriner okullarında olduğu<br />

gibi faaliyet yeri Anadolu içlerinde olması gerektiğine karar verilen<br />

kurumlar Ankara’ya taşınmıştı. Harb Okulu da 1936’da Ankara’ya<br />

taşınmıştı.<br />

Ankara’nın ve Cumhuriyet döneminin ilk yüksek öğretim kurumu<br />

Hukuk Fakültesi olup, Cumhuriyet’in Osmanlı dönemine dayanmayan<br />

ilk üniversitesi olan Ankara Üniversitesi’nin temelini oluşturmuştur.<br />

Cumhuriyet döneminin ilk üniversitesi olarak Gazi Üniversitesi’ni<br />

takdim etmek doğru değildir. Ankara Üniversitesi’ni oluşturan<br />

fakülteler kurulurkenden üniversitenin ana birimi olan fakültelere<br />

denk olarak kurulmuşlardır. 1946’da Ankara Üniversitesi’ni<br />

oluşturan ilk fakültelerin tamamı Cumhuriyet döneminde açılmış<br />

kurumlardı. 1948 <strong>yılında</strong> Ankara Üniversite’sine katılan Ziraat ve<br />

Veterner Fakültelerinin temelleri Osmanlı dönemine dayansa bile<br />

bunlar Ankara Üniversitesi’ne sonradan katılmışlardır. Siyasal Bilgiler<br />

Okulu’nun da temelleri Osmanlı dönemine dayansa da bu okulun<br />

bir fakülte olarak Ankara Üniversitesi’ne katılması 1950 tarihidir.<br />

Bu açıdan Ankara’nın ve Cumhuriyet döneminin ilk üniversitesi<br />

Ankara Üniversitesi’dir.<br />

Ankara’da kurulan kurumlarını öğerek İstanbul’daki yüksek<br />

öğretim kurumlarını farklı bir katagoriye koymak yanlıştır. Çünkü,<br />

İstanbul’da bulunan yüksek öğretim kurumların tamamı Osmanlı<br />

döneminde Avrupa örnek alınarak kurulmuştur. İstanbul’daki kurumlar<br />

Cumhuriyet’le beraber yeniden elden geçirilmiş ve cumhuriyet<br />

ideallerine uygun hale getirilmişlerdi. Bu İstanbul kurumları<br />

Ankara’daki yüksek öğretim kurumlarını da etkilemiş hatta model<br />

oluşturmuştur.


ATATÜRK DÖNEMİNDE YÜKSEK ÖĞRETİMİN YENİDEN DÜZENLENMESİ 299<br />

Yönetim anlayışı olarak, <strong>Atatürk</strong> dönemi bütünlük içermemektedir.<br />

Bizzat Cumhuriyet yönetiminin yaptığı düzenlemelerle 1924-<br />

33 arası Darülfünun, yüksek okul ve enstitülerde özerk yönetim anlayışı<br />

hâkimdir. İstanbul Darülfünunu’da özerk yönetim uygulandığı<br />

dönemde diğer yüksek öğretim kurumları da aynı anlayışla yönetilmiştir.<br />

1933’te Darülfunun’dan Üniversite’ye geçerken uygulamaya<br />

konan merkezi yönetim anlayışı, hemen diğer yüksek öğretim kurumlarını<br />

da etkilemiş ve bu kurumlarda da özerk yönetim anlayışına<br />

son verilmiştir.


I. BAKÜ TÜRKOLOJİ KONGRESİ VE<br />

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK<br />

Prof. Dr. Celil GARİBOĞLU NAĞIYEV*<br />

XX. yüzyılın başlarında Türk dünyasında çok büyük tarihi olaylar<br />

yaşandı. Bu zaman Anadolu Türkleri artık çökmekte olan imperatorluk<br />

kuruluşundan çıkarak çağdaş yönlü bir Cumhuriyet kurdu.<br />

Bilindiği gibi Yeni Türkiye’nin böyle bir çağdaş devlet kurması<br />

hiç de kolay olmadı. O zaman Türk ordusunun Başkumandanı Gazi<br />

Mustafa Kemal’ın büyük başarıları ve kayretleri, aynı zamanda Anadolu<br />

Türklerinin kahramanlıkları sonucunda Türkiye şu büyük mücadeleyi<br />

kazandı ve bu Türk Dünyası tarihinde dünya çapında ileriye<br />

doğru atılmış çok önemli bir adım oldı.<br />

Uzak Sibirya’da, Doğu Türküstan’da, Orta Asya’da, Rusya’nın<br />

içerilerinde (Kazan’da, Kırım’da) ve Kafkaslar’da bulunan Türklerin<br />

de hayatında bu dönemde çok büyük olaylar baş vermekte idi.<br />

Bütün Türk Dünyasında hızlı bir gelişme görünmekde ve Millî uyanış,<br />

Rönesans yaşanmakta idi.<br />

Sibirya’dan, Çin’den başlayarak Avrupanın merkezine – Balkanlara<br />

kadar uzanan ve böyle büyük bir coğrafyada yerleşen Türkler<br />

zaman-zaman çok güclü baskılara maruz kalmalarına rağmen kendi<br />

millî kimliklerini, dilini, gelenek ve göreneklerini, örf ve adetlerini<br />

koruya bilmiş, hatta bazen daha da geliştirmişdir.<br />

Malum olduğu gibi, her bir milletin millî kimliği büyük <strong>Atatürk</strong>’ünde<br />

belirttiği gibi ilk önce onun dilinden geçiyor. Dünya Türklerini<br />

bin yıllar boyunca yaşatan faktörlerden biri de onların dili olmuştur.<br />

1931 <strong>yılında</strong> <strong>Atatürk</strong>’ün Afet İnan’a dikte etdiği bu sözler<br />

* Bakü Asya Üniversitesi Rektörü.


302<br />

CELİL GARİBOĞLU NAĞIYEV<br />

bu fikri tam olarak ifade ediyor: “Türk dili dünyada en güzel ve en<br />

zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini<br />

çok sever ve yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili Türk milleti<br />

için mukaddes bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz<br />

badireler içinde ahlakini, hatıralarini, menfaatlerini elhasil bugün<br />

kendi millîyetini, her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu<br />

görüyor” 1 . Bu sebepten de zaman-zaman dilimizi elimizden almağa<br />

can atmışlar. Ama Türkün kendisi gibi dili de çok büyük olduğu için<br />

bunu becerememişler. Bu bakımdan, dil faktörü kültür sınırından çıkarak,<br />

daha çok sosiel, siyasal karakter taşımağa başlamıştır.<br />

Bu, özellikle de XX. yüzyılın başlarında Türk dünyasında baş<br />

veren olaylarla ilgili daha aydın gözükmektedir. Bu dönemin ünlü<br />

Türk aydınları İ.Gaspıralının, Y.Akçura’nın, A.Huseyinzade’nin,<br />

Z.Gökalp’in, F.Köprülü’nün, B.Çobanzadenin v.b. büyük hizmetleri<br />

sonucunda Türkçülük ideolojisinin bir parçası gibi Türk dili ve Türk<br />

alfabesi sorunları da ortaya çıkmış oldu.<br />

Millî kültürümüzün gelişmesinde Türk alfabesi sorunu daha<br />

önemli yer tutmaktadır. Hala XIX yüzyılın ortalarında ünlü Azerbaycan<br />

yazarı M.F.Ahundzade’nin teşebbüsde bulunduğu Yazı Devrimi<br />

XX. yüzyılın başlarında bütün Türk dünyasında yeniden gündeme<br />

geldi. Arnold Toynbee’nin dediği gibi Türk toplumu içinde ilk önce<br />

Latin alfabesi alan Yakutlar olmuştur 2 . A.Toynbee bunun 1918 yılı<br />

başlarında, A.B.Erculasun 3 ise Yakutların kendilerinin de söyledikleri<br />

gibi 1917 <strong>yılında</strong> (Ekim Devriminde) baş verdigini gösteriyorlar.<br />

Sovyetler Birliği’ne dahil olan Türk milletlerinden Yakutlardan<br />

sonra 1922 <strong>yılında</strong> Azerbaycanlılar Latin Alfabesine geçmişler. Bu<br />

yılın Mayıs ayında Bakü’de “Yeni Türk Elifbası Komitesi” yaratılmış<br />

ve Yeni Türk Alfabesi’ni hazırlamıştır. 1922 <strong>yılında</strong> ise Türk<br />

1 Afet İnan, Milliyetin Temeli Olan Dil Birliği, <strong>Atatürk</strong>’e Saygı, TDK, 1969,<br />

s. 56<br />

2 Arnold J. Toynbee, The Adoption of the Latin in place of the Arabic Alphabet<br />

in Turkey and in the Turkish States members of the U.S.S.R. (1918-<br />

28), Survey of İnternational Affers, 1928, London: 1929, p. 224. (Bkz: Bilal<br />

N. Şimşir. Türk Yazı Devrimi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992,<br />

s.97<br />

3 Ahmet B. Erculasun, Bugünkü Türk Alfabeleri, Kültür Bakanlığı Yayınları,<br />

Cilt I, s. 55


I. BAKÜ TÜRKOLOJİ KONGRESİ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 303<br />

Dünyasında ilk kez olarak burada Latin alfabesi ile (Arap alfabesi<br />

ile karışık) “Yeni Yol” gazetesi yayınlanmştır.<br />

26 Şubat – 6 Mart 1926 tarihleri arasında ise Azerbaycan’ın<br />

başkenti Bakü’de I Türkoloji Kongresi geçirilmiştir. Bu kongrenin<br />

başlıca amaclarından biri de Türk Yazı Devrimini hayata geçirmek<br />

olmuştur. Genç Türkiye Cümhuriyetinin yazı devrimi meselesinde<br />

aktif gözükmemesi, <strong>Atatürk</strong>ün bu meseleye soğuk yanaşma görüntüsü<br />

vermesi şübhesiz ki birbaşa siyasal karakter taşıyordu. Bilal<br />

N.Şimşir bunula ilgili tam haklı olarak yazıyor: “Sovyet hükumeti,<br />

bir Türkoloji Kongresi toplanmasına karar verirken, Türkiye’de hazırlanmakta<br />

olan yazı devriminden önce Sovyet Türklerinin Latin<br />

yazısına geçişlerini sağlamak ve böylece Doğu halkları önünde prestij<br />

kazanmak; Türkolojinin merkezinin Sovyetler Birliği topraklarına<br />

kaydığını göstermek gibi siyasal amaçlar güdmüştür” 4 .<br />

Türk toplumlari içinde en büyük nüfuza malik olan Anadolu<br />

Türklerinin bu işde bir kadar gec kalmalarının bundan başka da bir<br />

çok sebepleri olmuştur ki bunların da gözüken (üzde olan) ve gözükmegen<br />

(altda olan) tarafları bulunmaktadır.<br />

Elde olan belgelerden de gözükdüğü gibi Türk Dünyasının Ulu<br />

Önderi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> “I Türkoloji Bakü Kongresi” öncesinde<br />

ve Kongrenin toplanma zamanı yazı devrimi meselesine açıkdan<br />

açığa hiç katılmamış, hatta bazan ona karşı çıkmıştır. 12 Eylül<br />

1922’de o zamanki İstanbul gazetecilerinden biri Hüseyin Cahit<br />

(Yalçın) <strong>Atatürk</strong>’den “Niçin Latin yazısını almıyoruz?” sorusuna<br />

...... 1919’da Latin alfabesine geçilmesinin kaçınılmaz olduğunu diyen<br />

<strong>Atatürk</strong>, “Daha zamanı gelmemiştir” diye ters bir cevap veriyor.<br />

Bununla ilgili Bilal N.Şimşir yazıyor: “Sonradan neden böyle bir<br />

ters yanıt verdiğini Falih Rıfkı Atay’a anlatır:<br />

– “Hüseyin Cahit bana zamansız bir iş yaptırmak istiyordu. Yazı<br />

inkılabının zamanı daha gelmemişti.” der. 5<br />

1923 <strong>yılında</strong> ünlü siyaset adamı olan K. Karabekir Paşa da “Latin<br />

harflerini kabul edemeyiz” demiş ve bununla ilgili yayımlanan<br />

demecinde bunu “felaket” adlantırarak böyle bir fikir söylemiştir:<br />

4 Bilal N.Şimşir, Türk Yazı Devrimi, s. 117<br />

5 İbid, s. 55


304<br />

CELİL GARİBOĞLU NAĞIYEV<br />

“Maatteessüf arzederim ki Azerbaycanlı arkadaşlarımız da bu felakete<br />

bugün düştü” 6 . Hatta, gelecekte dil “devrimini yapacak ve karar<br />

verecek kadrolar”dan biri “Başbakan İsmet Paşa Latin yazısının<br />

alınmasına uzun süre karşı olmuştur” 7 . Başbakan İsmet İnönü yazı<br />

devriminin o zaman nasıl zor bir iş olduğunu göz önüne alarak “Harf<br />

inkılabını yapmak, uzun, çetin, belki ömür boyunca bir mücadeleye<br />

karar vermek demekti” diye düşünyordu. Aynı zamanda o bu mesele<br />

“Karar verilmesi için en çok düşünülen konu idi” 8 diyordu. “Yazı<br />

Devrimi, <strong>Atatürk</strong> Devrimleri içinde karar verilmesi en çok düşünülen<br />

konu” diyen İnönü’ye göre “Kolay yazıp okumaya mühtaç ve<br />

alışkan nesillerin birden okuyamaz hale gelmelerinin hesapsız mahsurları<br />

ürkütücü idi” 9 .<br />

Bundan başka o devrin ünlü yazarı Halid Ziya Uşaklıgil “memleketin<br />

resmi ve ilmi hayatında latin harflerinin yeri yoktur” demiş<br />

ve hatta büyük Türkçü-Turançı Zeki Velidi Toğan da yazı devrimine<br />

karşı çikmıştır. Bu vesile ile ilgili o, “Türk Yurdu”nda “Latin harflerinin<br />

dilimize uygulanması imkansızdır ve zararlıdır. Latin harfleri<br />

kabul edilirse 4-5 aydan fazla ömrü olmaz” 10 demiştir. Aynı zamanda<br />

büyük şair Nanık Kemal ve Ebu Ziya da harfların degişikliğine tarafdar<br />

olmamışlar.<br />

Her halde, o dönemin birçok Türkçü-Turançı aydınları Latin<br />

alfabesine geçilmesinin eski millî kültür geleneklerine darbe vuracağına,<br />

milletin gelişmesine engel olacağına içten inanmış ve bu<br />

sebepten de bunu kabul etmemişler. Yenice yaranmış olan Türkiye<br />

Cumhuriyeti ne ekonomik, ne de manevi bakımdan hala böyle bir<br />

ciddi devrim yapmağa hazır değildi ve çok büyük siyasal sorunlar<br />

içinde yaşayan, bu sorunlardan dolayı “daha çizmelerinin tozunu silmeğe<br />

vakit bulamamış olan Başkumandan”, hemde Anadolu Türkle-<br />

6 “Latin harfini kabul edemeyiz”, Hâkimiyet-i Milliye, Ankara, 5 Mart, 1923,<br />

s. 2 (Bkz: Bilal N. Şimşir, Türk Yazı Devrimi, s.57-58)<br />

7 Metin Kale, Harf Devrimi, Erdem, Cumhuriyet, Özel Sayısı, I-II-III, Cilt 11,<br />

Sayı 31-32-33, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999, s. 822<br />

8 İsmet İnönü. Türk Harflarınını Yıldönümü, Ulus (Ankara) 9 Agustos, 1953<br />

(Bkz.: Fuat Süreyya Oral, Türk Basın Tarihi, 1919-1965 – Cumhuriyet dönemi,<br />

İkinci kitab, 1968, s. 91.<br />

9 İbid.<br />

10 İbid, s. 821.


I. BAKÜ TÜRKOLOJİ KONGRESİ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 305<br />

rinin Osmanlı kültürel ananelerine bağlı olduklarını nazara alarak bu<br />

yazı devrimi meselesini bir kadar ertelemek ve “Sovyet Türklerinin<br />

Latin yazısına geçişlerini” öne çekmek kararını vermiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong> I Türkoloji Bakü Kongresi’ne açıkdan açığa katılmasa<br />

da, her halde onu tam olarak dikkatdan kenarda da bırakmamıştır.<br />

Bunu Fazıl Agisin söylediği sözlerden de görebiliriz. Bu konu ile<br />

ilgili olarak O, Abdülbaki Gölpınarlı’nın hatırasını böyle anlatıyor:<br />

“1979’un başlarında Abdülbaki Gölpınarlı’nın Üsküdar’daki evindeyiz.<br />

Laf lafı açtı ve söz Bakü’de yapılan Türkoloji Kurultayına<br />

geldi. Gölpınarlı’nın bu hususta söylediği şeyler gayet ilgi çekiciydi.<br />

Gölpınarlı özetle şöyle dedi: “<strong>Atatürk</strong>, Köprülüyü Bakü’ye gönderirken<br />

Latin harflerini kasdederek “Emperyalistlerin harflerini kabul<br />

etmeyelim. Şu anda kullandığımız harfler üzerinde ısrar edelim”<br />

dedi. Bunu söylerken ben de ordaydım. Ama Köprülü Bakü’de Latin<br />

harflerinin kabul edilmesini savunur ve Arap alfabesinin bırakılması<br />

gerektiğini ifade eder. Köprülü, yurda döndükten sonra, <strong>Atatürk</strong><br />

Köprülü’yü bu tavrından dolayı tebrik etmiş ve ona imzalı bir portresini<br />

hediye etmiştir. Üstünden onca yıl geçmiş olmasına rağmen,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu hususta niçin böyle davrandığını hala anlaya bilmiş<br />

değilim.” 11 Zaten hatta büyük Türk Abdülbaki Gölpınarlı’nın da o<br />

zaman anlaya bilmediği mesele <strong>Atatürk</strong>’ün bu gizli ve derinde olan<br />

siyaseti idi.<br />

Hiç şübhesiz ki siyasal bakımdan daha uyak olan Fuat Köprülü<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün derinde olan siyasetini anlamaya bilmezdi. Aksi takdirde<br />

O, böyle serbest hareket yapamazdı. Ama buna bakmayarak o da<br />

Bakü’de kendisini <strong>Atatürk</strong>ün mevkiine uygunlaştırmıştır. Bunu Halid<br />

Seid’in bu Kongre ile ilgili yayınladıği hatıra kitabında da göre<br />

biliriz. Kongre öncesi olayları kaleme alan Halid Seid yazıyordu:<br />

“– Fuat bey, – dedim, – tabii yeni elıf-ba meselesinden dolayı<br />

teşrif etdiniz. Bu hususta Türkiye efkari-umumiyesile, siyasi dairelerinin<br />

fikirleri sizce malum olduğundan şüphe yoktur” 12 . Fuat<br />

11 Bkz.: Mustafa Toker, Türkistan’ın Latin alfabesine geçemesinde büyük rol<br />

oynayan Halid Seid Hocayev ve “Yeni elifba yollarında eski hatıra ve duygularım”<br />

adlı eseri, 1926 Bakü Türkoloji Kongresinin 70. yıl Dönümü Toplantısı,<br />

Ankara, 1999, s. 88<br />

12 Halid Seid, Yeni elifba yollarında eski hatıra ve duygularım, Simferopol,


306<br />

CELİL GARİBOĞLU NAĞIYEV<br />

Köprülü’nün cevabı o zamanki Türkiyenin durumunu açıkca ifade<br />

ediyor:<br />

“–Efendim, – dedi, Türkiye’nin bugünki vaziyeti hepimize malumdur;<br />

meğlubiyetle neticelenen ağır ve uzun muharibelerden çıkdık,<br />

iktisadi veziyetimiz bizi memnun ede bilecek bir halde degil,<br />

bilhassa büyük bir inkılab hayatı yaşayırız, zihnimiz henuz daha mühüm<br />

meseleler ile meşkuldur. Bununla beraber ilmi müessiselerimiz,<br />

Azerbaycan tarafından ortaya atılan yeni elifba meselesine de bigane<br />

degiller. Bu yakınlarda Maarif Nezareti tarafindan hususi bir komisyon<br />

teşkil edildi. Bu komisyon imla ve hürufatın tetkiki ile meşkul<br />

olur, henuz kat’i bir fikir ve karara gelmediler” 13 .<br />

Bundan sonra Halid Seid’in “Şu halde, kurultayda Anadolu<br />

Türkleri namına yeni elifbanını lehine veya aleyhine bir fikir vermeyeceksiniz?”<br />

sorusuna verdigi cevap da dikkat çekicidir. Fuat Köprülü<br />

diyor:<br />

“– Tabii değil mi? Ancak şurasını da arz edelim ki yeni elifbanın<br />

aleyhine rey vermek için elimizde bir esas yoktur, lehine rey vermek<br />

için de – maalesef – henuz hazırlığımız olmadığı gibi hükumet<br />

tarafından da bu hususda bir talimat yoktur” 14 . Sonra Fuat Köprülü<br />

fikrini devam etdirerek “...esas etibarı ile benim fikrim yeni elifbanın<br />

lehinedir” diyor ve bu işde mevcut olan zorluklar barede bahs ediyor<br />

ve fikrini bu sözlerle sonuclayir:<br />

“– Evet, – dedi, – o halde bütün çetinliklere, iktisadi ağırlıklara<br />

katlanarak yeni elifbaya geçmeye mecbur olacağız (bu tabii, menim<br />

öz fikrimdir. Hükumet dairelerinin bu hususda ne düşündüklerine<br />

aid bir şey deyemem). Çünkü esrimizdeki metbuat medeniyeti geniş<br />

saheler, çok mikdarda okucular isteyir. Bundan dolayı Şark Türkleri<br />

ile medeni münasibetlerimizi sağlamaya mecburuz, vakien hürufatın<br />

ayrı olması dilce olan münasibeti kesmez, ancak çocuklarımıza,<br />

gençlerimize ayrı ayrı hefleri öyretmeye mecbur olacağız, bu da bir<br />

çok vaktımızı boş yere sarf etmeye sebep olacak... Bugünkü tehnika<br />

da yeni elifbaya keçmeyi taleb edir. Arz etdiyim gibi buna bizim iktisadi<br />

şeraitimiz henuz müsaid degildir. Bu hüsusda çalışmakta olan<br />

1928, s. 91.<br />

13 İbid<br />

14 İbid


I. BAKÜ TÜRKOLOJİ KONGRESİ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 307<br />

komisyon lazım görerse, bizim de keçmemiz ehtimaldan uzak degildir;<br />

ancak henuz resmi, kati bir şey deyemem” 15 .<br />

Bu sözlerden de gözüküyor ki, Türkiye devletinin harf devrimi<br />

ile ilgili bir kaç planları var idi ve tabii ki bu işin başinda Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> dayanıyordu. <strong>Atatürk</strong>’ün daha öncelerden de bu mesele<br />

ile ilgili çabalar gösterdiği bir kaç belgelerden de gözükmektedir.<br />

Bunu, Prof.Dr. Zeynep Korkmaz’ın aşağıdaki sözlerinden de<br />

görmek mümküntür. Bununla ilgili o, yazıyor: “<strong>Atatürk</strong>’ün Türk<br />

toplumunda bir yazı inkılabı yapılması gereğini benimseyen görüşü<br />

oldukca eskidir; Cumhuriyetten önceki yıllara kadar uzanır. Daha II.<br />

Meşrutiyet öncesinde Selanik’te Bulgar doğu bilimcisi İvan Manolov<br />

ile yaptığı görüşmede, Arap yazısının Batı kültürüne girmemize<br />

engel olduğunu belirtmesi, Birinci Dünya Savaşı yıllarında ünlü Macar<br />

Türkoloğu Gyula Ne’meth’in, Türkische Grammatik adlı eserindeki<br />

transkripsiyon alfabesini Türk yazısı için fazla ayrıntılı bulması,<br />

1922 <strong>yılında</strong> Halide Edip (Adıvar)’in de bulunduğu bir toplantıda<br />

Latin harflerinin kabul edilebileceğinden söz etmesi, bu düşüncenin<br />

eskiliğine işaret eden tanıklardır.” 16<br />

Artık 1924-25 yıllarından itibaren Türkiyede birbaşa <strong>Atatürk</strong>ün<br />

başkanlığı altında kültür, dil ve alfabe inkılabına hazırlık işleri gidiyordu.<br />

Bu dönemde “kültür politikasının içinde “dil birliği”nin<br />

sağlanması için öteden beri savunulan Latin harflerinin kabülünün<br />

gerekliliği üzerinde düşünülmeye başlanmıştır.” 17 .<br />

1928 <strong>yılında</strong> Türkiye’de alfabe konusunda tartışmalar şiddetle<br />

devam etdiği zaman <strong>Atatürk</strong> bu mesele ile ilgili görüşlerini 9 gecesi<br />

Agustos’da Sarayburnu parkında açıklamış be bununla da yazı inkılabına<br />

kendi münasibetini böyle ifade etmiştir: “Bu millet utanmak<br />

için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış, tarihini<br />

iftiharla doldurmuş bir milletdir. Fakat milletin yüzde sekseni<br />

okuma yazma bilmiyorsa, bu hata bizde değildir. Türkün seciyesini<br />

anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlarındadır. Artık ma-<br />

15 İbid, 92<br />

16 Zeynep Korkmaz, “<strong>Atatürk</strong> ve yazı inkılabı üzerine”, Erdem, Cumhuriyet,<br />

Özel Sayısı, I-II-III, Cilt 11, Sayı 31-32-33, s. 175<br />

17 Ayşe Aktaş, <strong>Atatürk</strong> ve Harf Devrimi, Erdem, Cumhuriyet, Özel Sayısı, I-II-<br />

III, Cilt 11, Sayı 31-32-33, s. 708


308<br />

CELİL GARİBOĞLU NAĞIYEV<br />

zinin (geçmişin) hatalarını temizlemek zamanındayız. Hataları teshih<br />

edeceyiz (düzelteceyiz).” 18<br />

Bütün bunlar gösteriyor ki, ömrü boyunca çağdaşçılık, Türkçülük<br />

yolunda mecadele yapan ve Türk Dünyasının bugünkü hale gelib<br />

çıkmasında çok büyük hizmetleri olan Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> “I.<br />

Türkoloji Bakü Kongresi”ne de etinasız kala bilmezdi.<br />

1926 <strong>yılında</strong> Baküde gerçekleşen I. Türkoloji Kurultayı Türk<br />

halklarının kültürel hayatında çok önemli röl oynamıştır. Bütün Türk<br />

dünyasının ve dünyanın birçok ünlü Türkoloji uzmanlarının katıldığı<br />

bu Kurultay ortak Türk kültürünün, dilinin ve edebiyatının yaranması<br />

yolunda ileriye doğru atılmış büyük bir adım oldu.<br />

Bilindigi gibi, Doğu dünyasında ilk olarak 1918 yılınla Azerbaycanda<br />

Demokratik bir Cumhuriyet kuruldu ve onun ömrü çok<br />

kısa – 2 yıl oldu. Ama buna rağmen hem Azerbaycanda hemde diger<br />

Türk ülkelerinde çok büyük millî uyanma heyecanı yaşandı.<br />

Bir kadar sonra büyük Türk milletinin kahramanlığı ve Mustafa<br />

Kemal Paşa <strong>Atatürk</strong>ün çabaları sonucunda Doğuda daha bir bağımsız<br />

devlet – Türkiye Cümhuriyeti kuruldu ve bu dönemde Türk Dünyasında<br />

asıl bir millî canlanma, uyanış baş verdi. Bunun da sonucu<br />

olarak “I. Bakü Türkoloji Kurultayı” geçirildi.<br />

İ.Kaspıralı ve V.Radloffun şerefine düzenlenen bu Kurultaya A.<br />

Hüseyinzade, B.Çobanzade, A.E.Krımski, N.N.Poppe, V. V. Bartold,<br />

A. N. Samoyloviç, L. V. Şerba ve birçok ünlü türkoloklarla yanaşı<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> tarafından gönderilmiş Fuad Köprülüzade<br />

de katılmışlardır.<br />

Türk dili, kültürü ve medeniyetinin gelişmesi yolunda bağımsız<br />

Türkiye Cümhuriyetinin ve onun ilk kurucusu olan Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün büyük rolü ve hizmetleri olmuştur. Bu ilk önce<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün “I. Türkoloji Kurultayı” münasibetinde ve ona gizli katkılarında<br />

kendini göstermiştir. <strong>Atatürk</strong>ün şu kurultaya dolayı yolla<br />

katkı göstermesi göz önünde olsa da, bu meselenin derinden araştırılması<br />

lazımdır.<br />

18 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, Ankara, 1959, s. 253.


TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK<br />

EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ<br />

Prof. Dr. Mustafa KESKİN *<br />

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi, Müşir Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün eseri, Türk gençliğinin koruma ve savunmasına emanet<br />

ettiği yadigârıdır. Tarihî Türk devleti, nasıl tehdit ve tehlikelere uğramışsa,<br />

tarihî tecrübe ve müktesebatımızın pek değerli sonucu olan<br />

bugünkü devletimiz de, kimi süreksiz, kimi sürekli, içten ve dıştan<br />

kaynaklanan tehdit ve tehlikelerin hedefidir. Denilebilir ki Türkiye<br />

Cumhuriyeti, Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın övünçlerine, sevgilerine<br />

olduğu kadar, onlara yönelik nefret ve düşmanlıklara da varistir.<br />

Millî Mücadele’nin en sıkıntılı zamanlarında “Maarif Kongresi”ni<br />

toplayan Mustafa Kemal Paşa’ya göre Türk Milletinin ve onun<br />

“millî egemenlik esasına dayalı, kayıtsız-şartsız bağımsız yepyeni<br />

devleti”nin bir daha izmihlâlle karşılaşmaması, çağdaş milletlere paralel,<br />

çağdaş medeniyetin onurlu, verimli bir üyesi olması için, her<br />

şeyden öncelikli ve hepsinden önemlisi Türk millî eğitimidir.<br />

Türk eğitim-öğretiminin barış dönemi ile ilişkisi ve Türk öğretmenlerinde<br />

bulunması gerekli meslekî ve ahlakî değerler ışığında<br />

konumu ve stratejisi üzerinde durulacaktır. Her yerde ve her zaman<br />

eğitimsel gelişmenin, nitelikli insan yetiştirmenin barış dönemi ile<br />

yakın ilişkisinin olduğuna inanıyorum. Esasen toplumsal değişim ve<br />

gelişimin, ilgili toplumum eğitim düzeyiyle paralellik arz ettiğini de<br />

ilâve etmek lazımdır. Toplumsal değişimlerin ve gelişmenin birden<br />

bire değil de tedricen gerçekleştiğine bakılırsa, eğitim-öğretimin<br />

“millîlik” özelliğinin titizle korunmasının önemi daha da anlaşılır.<br />

Bildirimizde Osmanlı Devleti’ndeki duruma, gelişmiş ya da ile-<br />

∗ Erciyes Üniversitesi, Kayseri.


310<br />

MUSTAFA KESKİN<br />

ri ülkelerle yapılan karşılaştırmaların eksikliğine, nihayet Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve kararlı olarak mücadele ettiği ana düşmanlara<br />

da göndermede bulunulacaktır.<br />

Türk Milletine Yönelik Tehditleri cehalet, yoksulluk, bulaşıcı<br />

hastalıklar, Türk kimliğine, Türk geleneklerine, Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi’ne, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve demokrasisine, demokratik,<br />

laik, sosyal, hukuk devleti özelliğine düşman bütün izmler veya<br />

akımlar olarak özetlemek mümkündür. Türk millî eğitiminin amaç<br />

ve stratejisi, yetişecek olan Türk çocuklarını, belirtilen tehdit ve tehlikelere<br />

karşı uyanık ve zinde bulundurmakla beraber, onlara bilimin<br />

aydınlatıcı önderliğinde değişim ve gelişmenin varlık ve bekası için<br />

olduğundan çok gerekli olduğunu, eğitim-öğretimin bütün aşamalarında<br />

kafa ve gönüllerine işletmektir. Bütün bunların uygulamaya<br />

konması ve sürdürülmesi öğretmenlerin niteliği ile, kalitesi ile olduğu<br />

kadar sürdürülebilir, kalıcı bir barışla mümkündür. Bu sebeple<br />

Türkiye’nin iç ve dış politikasında, millî ülkü olarak “Yurtta Barış,<br />

Dünyada Barış” ı benimsemesi çok önemli ve o oranda isabetlidir.<br />

Eğitim ve öğretimin en önemli unsuru, şüphesiz öğretmendir.<br />

Öğretmen okuyan, yazan, kalemle yazmasını, insana bilmediğini<br />

öğreten, anlamadığını belleten kimsedir. Öyleyse öğretmenin devlet<br />

ve toplumun moral ve maddi ihtiyaç ve hedeflerini karşılayacak<br />

derecede bir donanımla yetiştirilmesi ve yetkili kılınması gerekir.<br />

Öğretmen, babanın dünyaya gelmesine aracı olduğu, insanın kabiliyetlerini<br />

keşfeden, bununla yetinmeyerek o kabiliyetleri işleyen, ona<br />

tenkitçi bir zihniyet, yüksek bir iş ahlakı, hem toplumu hem de insanlık<br />

için sürekli güzel işler üretmek disiplinini kazandırmak suretiyle,<br />

yüce bir makama yükselmesini sağlayan adam olmakla, hakkı<br />

baba hakkından önce gelen kimsedir.<br />

Öğretmen, başta öğrenciler olmak üzere, toplum tarafından örnek<br />

alınan, imrenilen, öğrencileri ve toplumu ile ahenkli bulunan,<br />

kendisiyle ve toplumuyla barışık, Türk milletinin yüksek millî değerlerinin<br />

temsilcisi ve güvencesi olan adamdır. Nihayet öğretmen<br />

hakikatin tanığı, aydınlık geleceğin müjdecisi, gelecekte olması<br />

muhtemel tehdit ve tehlikelerin uyarıcısı ve toplumsal değişim<br />

ve gelişimin öncüsüdür.<br />

Türk Devletine ve Türk milletine yönelik, örtülü ve açık, süresiz


TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN<br />

KONUMU VE STRATEJİSİ<br />

ve sürekli tehdit ve tehlikeler karşısında en önemli engeli oluşturan<br />

öğretmen bilgili, cesaretli, vakarlı, erdemli, adil ve merhametli<br />

olmalı, bütün düşünce akımlarını bilmeli, ama bunlardan hiçbirini,<br />

“<strong>Atatürk</strong> millîyetçiliği” hariç, muhataplarına empoze etmemelidir.<br />

Öğretmen bilgili olduğu takdirde güçlü ve kuvvetli olacağının bilincinde<br />

olmalıdır ki, bu bilinç ona sürekli vakar ve daima parıldayan<br />

bir fazilet kazandıracaktır. Cumhuriyetin emanet edildiği nesilleri<br />

eğitip terbiye etmek onun temel görevi olduğu içindir ki, devletimizin<br />

kurucusu, Gazi, Müşir Mustafa Kemal Paşa 1928’de “Millet<br />

Mektepleri” ni kurmuş ve “Başöğretmen” payesini almıştır.<br />

Öğretmen, içinden çıktığı topluma aittir. O, uluslararasında Türk<br />

milletinin ayırt edici özelliklerini temsil mevkiinde olduğu için,<br />

millîyetçi olmalı, dünya vatandaşı, kozmopolit yahut “küreselleşme”<br />

nin zebunu olmamalıdır. Türklüğümüzü muhafazada ve onunla<br />

övünmede itinalı olmalıyız. Çünkü dışımızdakilerin bize saygı<br />

göstermesini istiyorsak, bu saygıyı her şeyden önce biz kendimize<br />

göstermeliyiz. Kendisine saygısı, kimliği ile övünen, sürekli çalışıp<br />

üreten ve sınırsız özgüvene sahip olan toplumlardır ki, haysiyetli,<br />

şerefli, izzetli, alnı açık, başı diktir. Türk öğretmeni bu çerçevede bir<br />

toplumun inşacısı ve yaratıcısı olmalıdır.<br />

Yeni Türkiye Devleti, “dünyaya egemen, kudretli bir fikrin<br />

(millîyetçiliğin) Türkiye’deki tecellisi ve tahakkukudur” 1 . <strong>Atatürk</strong><br />

millîyetçiliğinin Türk milletinin ortak paydası olması, nesillerin<br />

gerçekten millî bir eğitimden geçirilmesi ve millî duygularla donatılmasıyla<br />

mümkün olabilir. Bu takdirde Türk milleti ve onun kudretli<br />

devleti yeniden bir izmihlale sürüklenmeyecek, hiçbir milletin<br />

ve devletin önünde eğilmeyecektir. “Çocuklarımız ve gençlerimiz<br />

yetiştirilirken, onlara özellikle millî varlığı ve hakkıyla, millî birlik<br />

ve beraberliğiyle çatışan ne kadar yabancı öge varsa, onlarla mücadele<br />

etme lüzumu ve millî düşünceyi tam bir özümsemeyle, her<br />

karşı düşünceye karşı şiddetle ve özveriyle savunma zarureti telkin<br />

edilmelidir. Yeni nesillerin bütün manevi dünyasına bu özelliklerin<br />

ve kabiliyetlerin aşılanması önemlidir” 2 .<br />

1 <strong>Atatürk</strong>, Söylev ve Demeçler, C. I, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara<br />

1981, s. 321.<br />

2 <strong>Atatürk</strong>, a.g.e., C. II, s. 17.<br />

311


312<br />

MUSTAFA KESKİN<br />

Öğretmenler, Türk milletine, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne<br />

ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman ne kadar akım varsa,<br />

bunlarla mücadele edebilecek bir donanıma sahip olmalı, kendisine<br />

emanet edilmiş kuşaklara, o akımlarla mücadele etme gereğini<br />

kafalarına ve gönüllerine nakşetmelidir. “Dünyanın uluslararası gidişatına<br />

göre böyle bir savaşın gerekli kılacağı manevi güçlerle donatılmamış<br />

olan fertlere ve bu özellikte fertlerden meydana gelmiş<br />

toplumlara hayat ve istiklal yoktur” 3 .<br />

Öğretmenler müesses nizamın yani anayasal düzenin güvencesidir.<br />

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik, demokratik, sosyal bir<br />

hukuk devleti olduğunun bilincinde ve inancındadır. Onlar yalnız<br />

zamanımızın değil, aynı zamanda geleceğimizin de planlayıcıları ve<br />

belirleyicileridir. Muzaffer orduların bile ancak ve ancak öğretmenlerin<br />

eseri olduğu unutulmamalıdır4 .<br />

Türkiye’de eğitimsel gelişmenin barış dönemiyle ilişkisine<br />

gelince: Herkesin bildiği gibi hangi ülke olursa olsun, eğitimsel<br />

gelişmenin, nitelikli ve kaliteli insan yetiştirmenin barış dönemiyle<br />

kuvvetli bir ilişkisi vardır. Esasen toplumsal değişim ve gelişimin<br />

eğitimin çağdaş niteliğiyle paralellik arz ettiğini de eklemek<br />

lazımdır. Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenlerinin odağında sürekli<br />

savaşların bulunduğunu gözden ırak tutmamak gerekir. Sürekli savaş,<br />

bunu yapan ülkenin maddi ve manevi güç kaynaklarının kurumasına,<br />

geleceğe dair ümitlerinin tükenmesine, nihayet ümitsizliğe<br />

düşmesine sebep olur. Yaşadığımız dünya, ümitsizlik dönemlerinin<br />

deyişiyle, “yalan” değildir. Bir “berzah”, yahut Türkçesiyle “mola<br />

yeri” olduğu doğru olmakla, bu dünyanın hakikatliği de ortadadır. Bu<br />

dünyanın ahvali elbette savaştan ve barıştan, bolluktan ve kıtlıktan,<br />

zevkten ve meşakkatten ibarettir. Onun içindir ki, barış döneminde<br />

savaşa hazırlıklı olmak, bolluk devirlerinde kıtlık için tasarrufta<br />

bulunmak, nihayet rahatlığı meslek edinmeyerek sürekli çalışmayı<br />

ve üretmeyi şiar edinmek lazımdır. Bu hakikatin farkında olan, doğumunun<br />

yüzyirmibeşinci yılını kutladığımız, Gazi Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong> “Bir tek şeye ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak. Çalışıldığı<br />

3 a.g.e., C. II, s. 231.<br />

4 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Fatih Kürsüsünde (IV. Kitap), Düzenleyen:<br />

Ömer Rıza Doğrul, İnkılap Kitabevi, 19. Baskı, İstanbul 1985, s. 280.


TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN<br />

KONUMU VE STRATEJİSİ<br />

takdirde mutluluk ve zenginlik peşinden gelecektir.” demekle ezeli<br />

ve ebedi hakikati doğrulamaktadır.<br />

Toplumsal değişimlerin ani değil de, tedricen gerçekleştiği görülmektedir.<br />

Bir toplumda “iyileşme”, “kötüleşme” ve “yeniden<br />

iyileşme” birbirine yakın süreçlerde mümkün olmaktadır. Eğitimsel<br />

gelişmenin barış dönemiyle ilişkisini ortaya koyabilmek için<br />

bazı konuların belirlenmesinde yarar vardır. Birincisi, Osmanlı<br />

Devleti’nin durumudur. Çünkü saltanatın kaldırılmasıyla ilgili yasada<br />

yeni Türkiye Devleti’nin “Misâk-ı Millî hudutları içinde Osmanlı<br />

Devleti’nin tek meşru vârisi” olduğu, “millî hükümranlığın<br />

milletin kendisine verildiği” vurgulanmaktadır5 . Dolayısıyla vârisi<br />

olunan Osmanlı Devleti’nin durumuna da değinmek lazımdır. İkincisi,<br />

“Batı medeniyeti” nin temsilcisi olan ülkelerle yapılan karşılaştırmanın<br />

eksikliği, üçüncüsü de Türkiye Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve<br />

kararlı biçimde savaş açtığı ana düşmanlardır.<br />

Osmanlı Devleti’nin sadece Türk millî tarihinin değil, insanlık<br />

tarihinin de mükemmel teşkilatlanma örneklerinden biri olduğu doğrudur.<br />

Bu mükemmeliyetin temelinde bilim adamlarının, düşünce<br />

insanlarının fikrî ve fillî katkı ve katılımlarının bulunmasıdır. Selçuklular<br />

zamanında Türkiye’de çağdaş biçimde programlanmış eğitim-öğretim<br />

kurumlarını devralan Anadolu Beylikleri ve bu arada<br />

Osmanlı Devleti XVI. yüzyılın sonlarına değin söz konusu kurumları<br />

daha da geliştirmişledir. XVI. yüzyılın ikinci yarısında eğitimöğretim<br />

programlarında âlet ilimleriyle müsbet ilimler çıkarılırken<br />

Avrupa’da “skolastik zihniyet” in, yani “ham softa kaba yobazlık” ın<br />

yerini tenkitçi zihniyet ve deneysel araştırmalar almaya başlamıştır.<br />

“İlim bütün isteklerinize yön versin. Akıllı ve hırslı olursanız ebedi<br />

dirlik ve düzenlikte bulunursunuz. Bu size Çalab’ın emri olur.” diyen<br />

Âşık Paşa’nın hayata geçirilmiş telkin ve tavsiyeleri unutulmuş,<br />

ilim bu ülkede takdir edilmeyince, iltifat görmeyince takdir ve iltifat<br />

gördüğü coğrafyalara göç etmiştir6 . “Doğu’nun ziyası sönmeye,<br />

5 Tertip-Düstur, s. 149, Prof. Dr. Mustafa KESKİN, “Türk İnkılabı ve Türkiye<br />

Cumhuriyeti Tarihi”, Ufuk Kitabevi, 2. Baskı, Kayseri 2001, s. 233.<br />

6 Âşık Paşa’nın ünlü eseri Garib-nâme, Prof. Dr. Kemal YAVUZ tarafından<br />

faksimilesi ile birlikte hazırlanmış, 4 cilt hâlinde, <strong>Atatürk</strong> Kültür, Dil ve Tarih<br />

Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu tarafından 2000 <strong>yılında</strong> İstanbul’da yayınlanmıştır.<br />

313


314<br />

MUSTAFA KESKİN<br />

aydınları fakirleşmeye başlamış, kıta Avrupasından kovulan “ham<br />

softa kaba yobazlık”, “ortaçağ karanlığı” Osmanlı ülkesinde yer<br />

edinmeye, eğitim-öğretim kurumları olan medreselerde ağını örmeye,<br />

bütün bir toplumu girdabına almaya başlamıştır.<br />

Belirtilen tarihlerden sonra Osmanlı eğitim-öğretim kurumlarından,<br />

bırakınız dünya çapında olmayı, ülke çapında bile toplumsal<br />

ihtiyaçlara karşılık verecek, dünyadaki değişimi izleyecek ve gelişmeye<br />

yön verecek, karşılaşılan sorunlara çözüm önerecek ve çare<br />

bulacak çapta insanlar bile yetişmez olmuştur. Osmanlı Devleti’nin,<br />

Osmanlı kültür ve medeniyetinin maddi ve manevi sukûtu eş zamanlı<br />

olmuştur. Osmanlı kaynaklarında “Memâlik-i Mahrûsa”, yani<br />

sınırları Allah tarafından korunmuş cihan padişahının ülkesi diye<br />

betimlenen topraklar her yönden yıkıcı saldırılara uğramıştır. Devrinin<br />

güçlüleri bu tarihlerden sonra düşmanlar tarafından yere serilmişlerdir.<br />

Sınırlar ötesi düşmanların işini kolaylaştıran, niyetlerini<br />

gerçekleştiren içerideki sukûtumuz olmuştur. Eğitim-öğretimde hedefsizliğin,<br />

yakın ve uzak geleceği görememenin sonucu son derece<br />

elem verici olmuştur. Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyıldan sonraki<br />

durumunu “Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” özdeyişi özetlemeye<br />

yeterlidir.<br />

İlim ve hikmeti klavuz edinmeyenlerin mürşid tutmayanların<br />

karşılaşacakları elbette kıyamettir, ölümdür. Ortalama olarak haftanın<br />

bir günü dış düşmanlarla, bir o kadar da iç ayaklanmalarla<br />

meşgul olan Osmanlı Devleti’nin kendini ihya etmesi mümkün değildir.<br />

Osmanlı Devleti XIX. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa devletler<br />

manzumesinde yer almak suretiyle barışa nail olmuş 7 , bu süre<br />

zarfında ülke genelinde gerçekleştirilen “okul” laşma sayesinde<br />

Türk milletinin ruh köklerine bağlı, aynı zamanda çağdaş medeniyetle<br />

barışık nesiller yetişmiştir. Mehmet Âkif ERSOY’un “Âsım’ın<br />

nesli” 8 olarak göklere çıkardığı bu nesiller, çoktandır yere serilmiş,<br />

sütü kanıyla birlikte emperyalizmanın ağzına verilmiş, Osmanlı<br />

Devleti’nin ve Türk insanının şeref ve haysiyetini kurtarmıştır. Millî<br />

Mücadele’de Türk milletinin ölümden sonra dirilişini gerçekleştir-<br />

7 Nihat ERİM, Devletler arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri (Osmanlı<br />

İmparatorluğu Antlaşmaları), C. I, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi<br />

Yayınları, Ankara 1953, s. 341-353.<br />

8 Safahat, VI. Kitap: Âsım, s. 424-427.


TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN<br />

KONUMU VE STRATEJİSİ<br />

miş, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, O’nunla beraber<br />

ebed-müddet devletimizin son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti<br />

Devleti’ni kurmuştur.<br />

Türkiye’nin çağdaşlaşma hamleleri ve Avrupa tarihi ve medeniyeti<br />

konularında yeterli ve sağlıklı bilgisi olmayanlar, sık sık<br />

Türkiye’yi Avrupa’nın “seri başı” ülkeleriyle karşılaştırıyorlar, onların<br />

ilerleyişinden ve Türkiye’nin geri kalmışlığından bahsetmekle<br />

kalmıyorlar, daha da ileri giderek, Cumhuriyet ilkelerinin yetersizliğini<br />

ve miadını doldurduğunu iddia ediyorlar. “İkinci Cumhuriyetçiler”<br />

diye kendilerini tanımlayanlar ne geçmiş maceramızı biliyorlar,<br />

ne de Türkiye’nin büyük rüyasını görüyorlar. Her şeyden önce şu<br />

gerçeğin altını çizmek gerekir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu<br />

tarihte böyle bir karşılaştırma yapmak akla, bilime, insaf ve<br />

adalete aykırıdır. Karşılaştırma ancak eşitler arasında yapılmalıdır.<br />

Batı medeniyetinin temsilcisi olan ülkelerle genç Türkiye arasında<br />

yüz ila yüzelli yıllık bir yola çıkış aralığı vardır. Cumhuriyet’in 10.<br />

<strong>yılında</strong> bile çok büyük işler yapıldığını, yapılan işlerin en büyüğünün<br />

ise “Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan<br />

Türkiye Cumhuriyeti” olduğunu, bizzat kurucusu olan Gazi Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> söylemektedir. “Bundaki başarıyı Türk milletinin ve<br />

onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârâne yürümesine<br />

borçluyuz. Yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok<br />

ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu<br />

dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine<br />

çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip<br />

kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne<br />

çıkaracağız...... Türk milletinin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını,<br />

fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini,<br />

millî birlik duygusunu kesintisiz ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek<br />

geliştirmek millî ülkümüzdür...” 9 diye de devam etmektedir.<br />

1923’te çağdaş medeniyet yoluna giren Türkiye, Batının “gelişmiş”<br />

leri ile olan mesafeyi 15-20 yıla kadar indirmiştir ki, bu her türlü<br />

takdirin üzerinde bir ilerleme ve gelişmedir. Şayet Türkiye belirli<br />

aralıklarla dışardan ve içerdeki işbirlikçileri marifetiyle budanma-<br />

9 <strong>Atatürk</strong>, 10. Yıl Nutku (29 Ekim 1933’te 10. Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle<br />

Ankara’da yapılan büyük törende söylenmiştir), <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve<br />

Demeçleri, C. II, s. 274-276.<br />

315


316<br />

MUSTAFA KESKİN<br />

mış olsaydı, inanıyorum ki, Türk milleti bu mesafeyi kapatmış olacaktı.<br />

Gerçekleştirilenleri asla küçümseyemeyiz, hafife alamayız.<br />

Türkiye’nin, bu zorlu coğrafyada ve baş döndürücü olayların meydana<br />

geldiği zamanda gerçekleştirdiklerini, başta eğitim-öğretim kurumlarındaki<br />

çocuklarımız olmak üzere, bütün topluma sıkça, ama<br />

bilimsel olarak anlatmak mecburiyetimiz olmalıdır. Bunu yapmak<br />

“Türk’e Türk propagandası yapmak” da değildir. Artılarımızı, eksilerimizi<br />

önce kendimize anlatmalıyız ki, çağdaşımız olan ve Türkiye<br />

üzerinde yakın ve uzak talepleri bulunan ülkelerin hamlelerini sonuçsuz<br />

bırakmış olalım.<br />

Türkiye, 1990’da dünya bilimsel sıralamasında 45. sırada iken,<br />

2004 yılı itibariyle 22. sıraya yükselmiştir. Bunu belirtmemizin sebebi,<br />

tedricî olarak bilimsel doyuma ulaşan Türkiye’nin kısa sürede<br />

kat ettiği mesafeyi göstermektir. Mana ve madde planında yıkıma<br />

uğramış bir vatanda, “yorgun ve bitab” düşmüş Türk milletinin dinlenmesi,<br />

kuvvetlenmesi, toparlanması, nihayet sınırları “Misâk-ı<br />

Millî” ile belirlenmiş vatan coğrafyasının mamur ve bayındır kılınması<br />

için yeni Türkiye Devleti’nin benimsediği millî ülkü, daha<br />

önce de belirtildiği gibi “Yurtta ve Dünyada Barış” olmuştur. Sürdürülebilir<br />

barışın bilincinde olan Türk milleti bunu acı deneylerden,<br />

uğradığı millî musibetlerden sonra öğrenmiş, Cumhuriyet’i lafzıyla<br />

ve ruhuyla benimsemiş, bu Cumhuriyet’i “Demokrasiye âşık Türk<br />

evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” etmiştir10 .<br />

Türk nesilleri, Cumhuriyet’le, onu taçlandıran demokrasisiyle<br />

hayatın sevincine ve zevkine erişmişlerdir. Bugün itibariyle 19<br />

milyon civarında çocuk ve gencini okutan Türkiye için yapılması<br />

gereken iş, kurucusunun gösterdiği aydınlık yolda yürüyüşüne devam<br />

etmek, dünyanın çağdaş standartlarına sahip olmak için gerekli<br />

değişim iradesini ortaya koyabilmektir. Türkiye, bu ülkenin aydınlanmasında,<br />

“Türk Rönesansı”nın yaratılmasında öncü rol oynayan<br />

üniversitelerinin sayısını mutlaka 100’ün üzerine çıkarmalı, mevcut<br />

üniversitelerini dünyadaki emsalleriyle rekabet edecek konuma yükseltmelidir.<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin en kavi düşmanları cehalet, yoksulluk<br />

10 1982 Anayasası, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği Yayını, Türk Tarih<br />

Kurumu Basımevi, Ankara 1982, s. 5.


TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN<br />

KONUMU VE STRATEJİSİ<br />

ve hastalıktır. Cehaleti karanlık ile karşılamak mümkündür. Hem<br />

kötülüklerin hem de geri kalmışlığın kaynağıdır. Bu kaynak kurutulmadıkça<br />

zenginliğin, mutluluğun, sağlık ve esenliğin elde edilmesi<br />

mümkün değildir. Kalkınma cehaleti alt etmekle başlar. Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin geçen sürede sağladığı en büyük başarı cehalete<br />

karşı açtığı sürekli savaş ve bu savaşta başarısıdır. Cumhuriyet’in<br />

“aydınlanma” projesi başarılı olmuş, ülke insanımızın büyük çoğunluğu<br />

okur yazar kılınmıştır. Son çeyrek yüzyılda karşılaşılan ve bilim<br />

çevrelerinde endişe doğuran konu, çocuklarımızın bilinçli olarak<br />

kitap okumaktan, düşünmekten, sorgulamaktan ve yazabilmekten<br />

uzaklaşmalarıdır. Yetişecek ola nesilleri yeniden düşünce ile, okuma<br />

ve yazmayla barışık yapmanın çare ve önlemlerini vakit kaybetmeksizin<br />

bulmamız gerekir. Son yıllarda, özellikle kız çocuklarımızın<br />

okullu yapılması için devlet vatandaş işbirliğinin ürünlerinin ortaya<br />

çıkması sevindiricidir. Esas olan, kanaatimizce eğitim ve öğretim<br />

faaliyetinin sürekli olması, bunun bir meşale gibi elden ele devredilmesi,<br />

nihayet Türk insanının eğitim ve terbiyesi için gerekli yatırımların<br />

artırılarak sürdürülmesidir. Gelişmişliğin göstergesi sürekli<br />

üretim ve pazarlamadır. Refah seviyesi yükselmiş Türkiye’nin sağlıklı<br />

nesiller yetiştirmesi, refah ve mutluluğunun güvencesi olacaktır.<br />

Devletin “İstiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin<br />

müsbet ilmin ışığında, <strong>Atatürk</strong> ilke ve inkılapları doğrultusunda ve<br />

devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı<br />

amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı,<br />

gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk,<br />

kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için<br />

gerekli tedbirleri alması” anayasal bir zorunluluktur 11 . Birey başına<br />

1000 doların üzerinde bir ihracat gerçekleştiren Türkiye, bu kalkınma<br />

ve ilerlemesinin ürünlerini devşirmeye başlamıştır. Elbette<br />

gerçekleştirilenleri yeterli görmek mümkün değildir. Ana ve çocuk<br />

sağlığı başta olmak üzere toplum sağlığının iyileştirilmesi sağlık ve<br />

sosyal yardımın bütün topluma yaygınlaştırılması, Türk insanının<br />

yaş ortalamasının yükselmesi, elbette cehaletin, yoksulluğun ve hastalığın<br />

yok edilmesiyle, bunlarla mücadelenin sürekli kılınmasıyla<br />

11 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Gençliğin Korunması İle İlgili 58. ve 59.<br />

Maddeleri, s. 40-41.<br />

317


318<br />

MUSTAFA KESKİN<br />

mümkün olacaktır. Sonuç olarak, Türk eğitim ve öğretiminin mevcut<br />

ve muhtemel tehdit ve tehlikeler karşısında konumunu güçlendirmek,<br />

onu zamanın değişimine uygun olarak ve millî ihtiyaçlara göre<br />

güncelleştirmek sürekli ilerlemenin olmazsa olmazıdır ve bunun barış<br />

içinde birlikte yaşamayla doğrudan ilişkisi olduğu düşüncesindeyim.<br />

Ülke içinde ve dışında, hem kendisiyle hem de başkalarıyla,<br />

barışık olmayan bir toplumun mana ve madde planında gelişmesi,<br />

çağdaş dünyayla rekabet etmesi, onurlu, haysiyetli bir yaşam sürdürmesi<br />

beklenmemelidir.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK<br />

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA<br />

ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET<br />

Prof. Dr. Abdulkadir YUVALI *<br />

Çağdaşlaşma sözlük manası olarak, çağın tutumuna, anlayışına,<br />

gereklerine uymak ve muasırlaşmak olarak tanımlanmaktadır.<br />

Buradan hareketle çağdaşlaşmayı, çağın gereklerine uyum sağlamak,<br />

geçmişte yaşamamak, maziden bugüne aktarılmış değerleri<br />

gerektiğinde yenilemek ve her şeyden önce bütün şartlarıyla yeni<br />

teknolojiye uyum sağlamaktır.<br />

Milletlerin hayatında, çağın teknolojik gereklerine uyum<br />

sağlamak, yeni teknolojileri benimsemek nisbeten kolaydır. Ancak<br />

toplumun ve dolayısıyla insanların yüzyıllardan beri gelip yerleşmiş,<br />

sosyalleşme süreci içerisinde özümsedikleri bir kısım sosyal değerler,<br />

benimsenmiş tutumların yerine yenilerini koymak yani zihniyetin<br />

değişimi hayatî önem taşımaktadır. Bu değişmeler olmadan çağdaş<br />

toplum biçimine geçilmesi mümkün olamamaktadır. Bu geçişi<br />

yapamayan milletler, çağın gerisinde kalır, çağı sürükleyen ve çağı<br />

temsil eden toplumların gölgesinde, kontrolünde kalır yani sömürge<br />

olmaktan kurtulamazlar. Bu yüzden toplumsal değerlerini çağın ihtiyacına<br />

göre ve çağın bilim ve teknolojisinden yararlanarak yaşanır<br />

konuma getirememiş olan toplumlar çağdaş değil, sadece modern<br />

toplum olarak tanımlanabilir. Modernleşme ile çağdaşlaşma taban<br />

tabana zıt olmasına rağmen zaman zaman aynı manada kullanılması<br />

doğru değildir. Zira dün ve bugün modernleşme sömürgeleşmeye<br />

yol açmış, çağdaşlaşma ise sömürgeciliğin her zaman panzehiri olmuştur.<br />

* Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.


320<br />

ABDULKADİR YUVALI<br />

Bu konuda <strong>Atatürk</strong>, “Millete gideceği yolu gösterirken dünyanın<br />

her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim,<br />

lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz…”<br />

Şu hâlde dünyadaki gelişme ve değişmelere açık,<br />

ama kendi değer hükümlerini çağdaki değişme ve gelişmelere açmak<br />

suretiyle toplumun değişen ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde düzenleme<br />

söz konusudur. Bunu gerçekleştiremeyenler başka toplumların<br />

gerçekleştirebildikleri değerlerini modernlik adı altında almak<br />

suretiyle zihinsel ve kültürel sömürgeciliğe davet çıkarmış olmaktadırlar.<br />

Günümüzde toplumu ve onun en büyük sosyal organizasyonu<br />

olan devlet bu yönde büyük tehdit altındadır. Toplumda ulusal bilinç,<br />

ulusal dayanışma, ulusal seciye, ulusal duygu ortadan kaldırılmaya<br />

çalışılmaktadır. Bunun yanında bazı çevreler, çok kültürlülük, etnik<br />

farklılığı modernleşmenin, değişmenin neticesi olduğunu, başta<br />

medya olmak üzere bu konuda her türlü aracı kullanmaktadır. Bu<br />

arada ne olduğu belirsiz, yeni dünya düzeni değerleri adına toplumu<br />

yeniden cemaatlere, uydurma tarikatlara bölmek her devirde vardı,<br />

ama bugün şiddetini artırmıştır. Onların ortak hedefi, Türk Devleti<br />

olup, devleti ayakta tutan bütün değerleri, kurumları işlemez konuma<br />

getirmektir.<br />

Türk toplumunun çağdaşlaşmasında, zemin olarak kendi ülkemizi,<br />

kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi<br />

ve ihtiyaçlarımızı konu olarak almalıyız. Türk aydını, belki bütün<br />

dünyayı iyi tanır da, diğer milletlerin değer hükümlerini iyi bilir de,<br />

lakin kendini bilme, tanıma ve öğrenme zahmetine katlanmaz. <strong>Atatürk</strong><br />

döneminden sonraki eğitim sistemimiz, beşeri bilim temelindeki<br />

ders kitapları ve programlarımız ile, günümüzde toplumsal eğitimin<br />

en güçlü aracı olan yazılı ve görsel medyanın bugünkü tutumu dikkate<br />

alınacak olursa Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün gösterdiği yol ve başlatmış<br />

olduğu çalışmalarla ne ölçüde uyumlu olduğunu dikkatlerinize sunmak<br />

istiyorum. İşte Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik tehdit ve tehlikenin<br />

burada saklı olduğu düşüncesindeyiz. Bu nedenle <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

düşünce ve icraatlarının yeniden gündeme getirilmesi, yorumlanması,<br />

topluma karşı sorumluluğu bulunan bütün kurum ve kuruluşların<br />

dikkatine sunulması gerektiğini ifade etmek istiyorum. Türkiye<br />

Cumhuriyeti Devleti’ne yönelik tehlike ve tehditlerin gözler önüne<br />

serilmesi yönündeki çalışmalar geciktirilmemelidir. Bu yöndeki en-


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER<br />

KARŞISINDA ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET<br />

dişelerimize örnek olarak <strong>Atatürk</strong> dönemindeki tarih ders kitapları<br />

ile sonraki dönemlerde okutulmuş olan ders kitaplarının karşılaştırılması,<br />

günümüzde yazılı veya görsel medya temsilcilerinin Türk<br />

toplumuna karşı bu konudaki sorumluluklarını tespit için yayınlarını<br />

bir gün veya bir aylık süre için incelemeye aldığımız zaman ortaya<br />

çıkacak tabloyu oluşturan çizginin ne hâlde olacağını gözleriniz<br />

önüne getiriniz. İşte tehlike ve tehditler bu çizgide saklı olup, bu<br />

tehlike her gün artan oranda devam etmektedir. Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

yolunda yürüdüğünü, fikirlerinin takipçisi olduğunu söylemenin<br />

alışkanlık hâline geldiği gözler önüne serilecektir. Bu gözlemi bütün<br />

kurum ve kuruluşlar için uyguladığımız takdirde Türkiye Cumhuriyeti<br />

Devleti’ne yönelik tehdit ve tehlikelerin hangi yol, hangi kılık<br />

ve biçimde ve de altın tepside sunulmuş olduğu görülecektir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ulus devlet düşüncesi yönündeki uygulamaları ile<br />

ulus devlet kavramını tarihî süreç içerisinde ele alacak olursak;<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün düşünce ve icraatlarının karakteristik özelliğinin genel<br />

manada çağdaşlaşma olduğunu yani ülkenin kurum ve kuruluşları ile<br />

kültürel değerlerini çağın ihtiyacına cevap verecek biçimde yeniden<br />

düzenlenmesi ve hizmete dönüştürülmesi hadisesi çağdaşlaşmadır.<br />

Ancak <strong>Atatürk</strong>, bununla da yetinmiyor söz konusu değerlerin çağın<br />

ötesinde ve çağa model olmasını istiyordu. Çağdaşlaşmada sınır ve<br />

zaman yoktur. Zira, içerisinde yaşadığımız dünya nasıl dönüyorsa<br />

ona paralel bir değişim süreci de beraber yaşanmaktadır. Oysa ki,<br />

ülkemizi tehdit eden tehlikeler arasında, çağdaşlaşmanın durağan<br />

konuma itilmesi, yerine başka toplumların çağdaş konuma getirmiş<br />

olduğu değerleri ve kurumları modernlik, modernleşme adına kabullenilme<br />

hadisesi öncelikli ve ilk sırayı almaktadır.<br />

Ulus devlet modelini tarihî seyri ve Batı dünyasında kuruluşu,<br />

gelişmesi yönüyle ele alacak olursak; Batı dünyasında, zengin bir<br />

antik devir, takiben imparatorluklar, feodalizm, krallıklar ve ulus<br />

devlet şeklinde bir değişim yaşandığı görülmektedir.<br />

Batı dünyasında, imparatorlukların yerini almış olan feodalizm<br />

hemen her bakımdan karanlık bir devir ve bu dönemi takiben rönesans<br />

ve reform hareketleri değişimin itici gücü olmuştur. Rönesans<br />

genel manası itibariyle “Yenilik, Yeniden Doğuş” olarak tanımlansa<br />

da her yenilik ve doğuş rönesans değildir. Batı dünyasındaki röne-<br />

321


322<br />

ABDULKADİR YUVALI<br />

sans, antik çağdaki bilim, sanat ve düşüncenin XVI. yüzyılda toplumun<br />

ihtiyacına cevap verecek biçimde yeniden hayata geçirilmesidir.<br />

Batı toplumu, rönesans ve reform ile “birey” ve “ulus” olmanın<br />

şuuruna varmış, takip eden “Aydınlık Çağ” ile ulus devlet süreci<br />

ayrı ayrı tarihlerde başlamıştır. Uygarlıkların ve dolayısıyla da<br />

ulusal kültürlerin doğma ve gelişmesinde siyasi erk yani devletin<br />

konumu tartışılamaz bir gerçektir. Bize göre, insanın temel hak ve<br />

hürriyetlerini teminat altına alan, hukukun üstünlüğü anlayışı ile insanın<br />

mutluluğunu ve gelişmesini sağlayan, özgürlüğe dayalı rasyonel<br />

devlet yönetimi ulusal değerlerin doğuşu ve gelişmesinde esas<br />

unsur olmuştur.<br />

Batı dünyasına üye ülkelerin ulus devlet olmasında bilim, fikir<br />

ve sanat adamları aydınlanma çağına öncülük etmişlerdir. Böylece<br />

toplumun çağdaş konuma ulaşmasında birleştirici, bütünleştirici, ve<br />

bilhassa yapıştırıcı harç olmuşlardır. Çağdaş medeniyetin temelini,<br />

her türlü dogmatik fikir ve düşünceyi bertaraf etmek suretiyle bilime<br />

gelişme imkanı veren rasyonel düşünce, bilim zihniyetinin pratik<br />

hayata uygulanması, insanoğluna tabiata hâkim olma ve ekonomik<br />

refahı sağlama imkanını vermiştir.<br />

Batıda ulus devlet olma yönünde ilk sırayı İngiltere, Fransa, İspanya,<br />

Almanya almış, diğer devletler de onları takip etmiştir. Zira<br />

söz konusu ülkeler, bölgesel kültürleri ve bunları temsil eden toplumları<br />

ulusal kültür etrafında bütünleştirmede aydınlanma çağının<br />

fikir ve sanat adamları birinci derecede rol oynamışlardır. Çünkü<br />

feodal yapıdan ulusal yapıya geçiş sürecinde yerel kültürel değerlerin,<br />

ulusal kimliğe dönüşme hadisesi vardır. Batılı ülkelerde ulusal<br />

kültür ve dolayısıyla ulus devletlerin doğuşunda, Fransız İhtilalinin<br />

etkisi yanında Voltaire, Jean Jaque Rousseuo, Victor Hugo, Montesque<br />

ve benzeri düşünürler toplumda birleştirici, bütünleştirici olma<br />

hususunda önemli rol üstlenmişlerdir. Günümüzde ulus devlet sürecini<br />

tamamlamış olan İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin<br />

ulus devlet süreci öncesinde birbirleriyle yüzlerce yıl (30 Yıl, 100<br />

Yıl Savaşları) mücadele etmiş, farklı kültürlerin temsilcileri olmaları<br />

yanında, ağız, lehçe ve hatta dil bakımından da aralarında ayrılıklar<br />

olduğu hâlde, aydınlanma çağı sonunda başlatılmış olan ulus olma


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER<br />

KARŞISINDA ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET<br />

(uluslaşma) konusunda başarılı olmuşlardır. Tarihî süreç içerisinde<br />

kültürel ve kimlik farklılıklarını çağdaşlaşma sürecinde ulus devlet<br />

yöntemiyle çözmüş olan bu ülkeler, günümüzde homojen bir yapıyı<br />

temsil eden Türk toplumunda ayrılık ve azınlıklar üretme çabalarını<br />

sürdürmüşlerdir. AB ilerleme raporu, Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün başlatmış<br />

olduğu çağdaşlaşma ve ulus devletin varlığına son vermeye yönelik<br />

bir tavırla adeta Roma İmparatorluğu’nun “Divide et imperium”<br />

siyasetinin ürününü hatırlatan sözde ilerleme raporu ise çağdaş bir<br />

toplum anlayışından çok sömürgeci bir düşüncenin eseri olduğu şüphesi<br />

uyandırmaktadır.<br />

Türk halkı, Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün öncülüğünde bir yandan emperyalizme<br />

karşı vermiş olduğu mücadele sonunda milletleşme (uluslaşma)<br />

sürecini başlatırken diğer yandan da XX. yüzyılda uluslaşma<br />

konusunda mazlum milletlere model olmuştur. Kısaca açıklayacak<br />

olursak; Türk kurtuluş hareketinin birinci amacı bağımsız, ulusal<br />

Türk Devleti’nin kurulması, ikinci amacı ise, devamlı gelişmeyi ve<br />

çağın gereklerine cevap verebilme olayı yani çağdaşlaşmadır. Türk<br />

çağdaşlaşması ve ulus devlet gerçeğini olumsuz yönde etkileyen<br />

faktörler arasında, bölgesindeki ve dünyadaki güç merkezleri önemli<br />

rol oynamaktadır.<br />

Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün, Cumhuriyetimiz için göstermiş olduğu hedef,<br />

bütün hayatı boyunca çağdaş medeniyet olmuştur. Çağdaşlaşmayı,<br />

Türk halkını her sahada uygar bir toplum durumuna getirmeyi<br />

amaçlayan topyekün bir değişme bir “oluş” olarak görmek gerekir.<br />

Bu “oluş” içinde yepyeni bir değişme yatmaktadır. İfade etmeye<br />

çalıştığımız bu çalışma, <strong>Atatürk</strong> tarafından asrîleşme, muasır medeniyet<br />

seviyesine erişme olarak kullanılmıştır. Bu sözleri batılılaşma<br />

olarak görmek yanlıştır. Çünkü <strong>Atatürk</strong> dönemi çağdaşlaşması Avrupa<br />

uygarlığını taklit olmadığını, yönelinen amacın gerçekte “muasır<br />

medeniyet” içinde kendi değerleri ve kurumları ile çağdaş uygarlık<br />

düzeyine varmış bir Türkiye olup, bunun en güçlü kaynağı bağımsızlık<br />

düşüncesidir. <strong>Atatürk</strong>çü düşüncenin temelinde yatan çağdaşlaşma<br />

hadisesi Batılılaşma hadisesinden tamamen farklıdır. Zira <strong>Atatürk</strong>,<br />

Osmanlı Devleti’nin körü körüne batılılaşma yani modernleşme sevdasının<br />

Devlet-i Âli’ye nelere mal olduğunu herkesten iyi biliyordu.<br />

Zira çağdaş toplumun oluşturulması, korunması ve geliştirilmesinde<br />

323


324<br />

ABDULKADİR YUVALI<br />

esas unsurun ne olduğunu <strong>Atatürk</strong>’ün “Dünyada her şey için, medeniyet<br />

için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir,<br />

fendir. İlim ve fenin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir.”<br />

veciz sözleriyle, Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik tehditlerin<br />

altındaki sebebi açıkça ifade etmiş olup, bu tehdit ve tehlikeler dün<br />

vardı, bugün mevcut, yarın olmaması için bugün gerekli hazırlıklar<br />

yapılmalıdır. <strong>Atatürk</strong> döneminde kurulmuş olan bütün kurumlar<br />

(eğitim, sanayi, ekonomi, savunma ve kültür) da itici güç, ulusallık<br />

olmuştur. <strong>Atatürk</strong> ile başlatılmış olan ulus devlet sürecinin kurum ve<br />

birimler arasındaki yapıştırıcı unsur, fikir ve sanat olmuştur. Osmanlı<br />

Devleti’nin bu konuda Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmış olduğu<br />

mirasın olumsuz olduğu bilinmektedir. Batı dünyasında uluslaşma<br />

süreci 200 yıl önceye kadar uzanırken Türkiye’de Cumhuriyet’le<br />

başlamış ve henüz 80 yıl olmuştur. Büyük <strong>Atatürk</strong>, Cumhuriyet döneminde<br />

ülkemizin ihtiyacı olan fikir, sanat ve bilim adamı açığını<br />

giderme yönünde eldeki bütün imkanları kullanmıştır. Bunlar arasında;<br />

Bolşevik İhtilalinin getirmiş olduğu baskı döneminde doğupbüyüdükleri<br />

topraklarda yaşama hakları kalmayınca ülkelerini terk<br />

etmiş olan Türk dünyası aydınları ilk sırayı almaktadır. Söz konusu<br />

bilim, fikir, sanat ve devlet adamlarını ülkemize kabul etmiş, Avrupa<br />

ülkelerine gidenleri davet etmiş ve onlar arasında birçokları Türkiyat<br />

Enstitüsü, Türk Dil ve Tarih Cemiyetleri ile Dil ve Tarih-Coğrafya<br />

Fakültesi’nde bilim adamı ve yönetici olarak görev almışlardır. Aynı<br />

şekilde Hitler’in zulmüne uğramış olan Yahudi bilim adamları da<br />

yine bu düşünceyle ülkemizdeki üniversitelerde görevlendirilmişlerdir.<br />

Bu uygulamalar Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün başlatmış olduğu uluslaşma<br />

hadisesi ile doğrudan ilgilidir.<br />

Türkiye’de ulus devlet ve çağdaşlaşma sürecini olumsuz yönde<br />

etkilemiş ve etkilemekte olan faktörler arasında “izmler” (Hümanizm,<br />

Sosyalizm, Faşizm, Komünizm, Globalizm vb.) yer almaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminde ulusal değerlere bakış ne ölçüde müsbet<br />

ise uluslararası izmlere karşı da ve bu konuda ciddi önlemler alınmıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ten sonra ise söz konusu izmlere karşı gerekli ulusal<br />

direnç gösterilmiş olduğu söylenemez. Zira, <strong>Atatürk</strong>’ten sonraki<br />

dönemlerde devlet, fikir ve sanat adamlarının ülkemizdeki değişme<br />

ve gelişmelere ulusal bakıştan çok ideolojik kalıpların penceresinden<br />

bakmış olmaları uluslaşma ve dolayısıyla da ulus devlet sürecini<br />

olumsuz yönde etkilemiştir.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER<br />

KARŞISINDA ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET<br />

Günümüzde ulus devletlerin varlığını koruma yönünde alınacak<br />

önlemlerin başında milletlerin ulusal değerlerini çağın ihtiyacına cevap<br />

verecek biçimde geliştirilmesinin gerekli olduğunu tekrar tekrar<br />

ifade etmek istiyorum. Oysa ki, izmlerin dayanağı olan doktrinler,<br />

dini, felsefî veya siyasi bir öğretideki dogmatik kavramların bütünüdür.<br />

Doktrinlerin temel yapısında, ortaya koyduğu kurallara karşı<br />

tutucu, fanatik bir bağlılık yanında, siyasi, ideoloji ve doktriner<br />

değişmez belli kuralları vardır. Şu hâlde izmler değişmez dogmalar<br />

olduğu hâlde <strong>Atatürk</strong>’ün gerçekleştirmiş olduğu milletleşme, çağdaşlaşma<br />

kendisini dogmalardan kurtarmıştır.<br />

Ulus devletin temel ilkeleri arasında yer alan Cumhuriyetçilik,<br />

Laiklik ve Millîyetçilik kavramları XXI. yüzyılda devletlerin hayatında<br />

değişmeyen değerler olarak yerlerini korumaktadır. Tarih boyunca<br />

kurulmuş olan Türk devletlerinin hemen hiçbirinde din ve ırk<br />

temelini esas alan bir yönetim anlayışı söz konusu olmamış, bu özellik<br />

laiklik anlayışımızın dayanmış olduğu tarihî temeldir.<br />

Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün gerçekleştirmiş olduğu ulus devlet veya çağdaşlaşma<br />

Batı taklitçiliği veya Avrupa özentisi ile taban tabana zıttır.<br />

Ülkemizin jeopolitik konumu yanında geçirmiş olduğu tarihî süreç de<br />

bugün yaşadıklarımızla doğrudan ilgilidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

dayanmış olduğu ilkeler, yani <strong>Atatürk</strong> ilkeleri tarihî Türk devletleri<br />

için ortak payda olan “Türk Devlet Geleneği”nin çağdaş manada<br />

yani çağımızın ihtiyacına cevap verecek biçimde yorum ve değerlendirilmesidir.<br />

Şu hâlde ülkemizin aydınlık geleceği, Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün Türk<br />

halkını içerisinde yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına cevap verecek onu<br />

çağın lideri olarak yani gelecek çağlara taşıyacak olan kültürel değerlerin<br />

çağdaşlaştırılarak yaşanır konuma getirilmesi ile doğrudan<br />

ilgilidir. Bu konuda modernlik ve çağdaşlaşma kavramları zaman<br />

zaman birbirine karıştırılmaktadır. Daha çok, kaynağı yabancı olan<br />

kültür ve değerlerin hatta kurum ve kuruluşların ülkemizde bir yenilik<br />

veya moda hâlinde yaşatılması modernlik ve modernleşme olarak<br />

tanımlanmıştır. Batı dünyasının Osmanlı Devleti’ne, 20. yüzyıl başlarında<br />

AB’nin de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne 21. yüzyılda sunmuş<br />

olduğu sözümona iyileştirme reçeteleri sürekli olarak modernleşmenin<br />

formülü olarak takdim edilmektedir. Osmanlı Devleti’ne<br />

325


326<br />

ABDULKADİR YUVALI<br />

sunulmuş olan reçetelerin biçilen sürede devleti nasıl parçaladığını<br />

yakından bilen Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün devrim ve ilkelerinin batılılaşma<br />

ve modernleşme ile tanımlanması doğru değildir. <strong>Atatürk</strong>, Batılı ülkelerin<br />

yüzlerce yıl önce yani XVI. yüzyılda başlatmış olduğu rönesans<br />

(çağdaşlaşma) reform bunları ve takip eden aydınlanma çağının<br />

Batı dünyasında uluslaşma, ulusal değerler ve ulus devlet temelinin<br />

atılmasında etkili olduğunu biliyordu. Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün “Türkiye<br />

Cumhuriyeti Devleti’nin temeli kültürdür.” veciz sözü ülkemizde,<br />

milletleşmenin temelini oluşturmuş ve ulus devlet olma sürecini başlatmıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ölümünden sonra ülkemiz ve dünya gündemini<br />

işgal etmiş olan humanizmden başlayıp globalizme uzanan “izmler”<br />

yani kendi kuralları ve hedefi doğrultusundan başka doğru kabul etmeyen<br />

bu radikal akımlar bugün de çağdaşlaşma ve ulus devlet gerçeğini<br />

tehdit etmektedir. Başta dünyadaki doğal kaynaklardan hatta<br />

üzerinde yaşadıkları toprağın zenginliklerinden en az faydalanan<br />

milletler olmak üzere ulus devlet gerçeğini hedef almış olan globalizm,<br />

kişileri etnik kimliklerle donatmak suretiyle ulusal yapıya<br />

zarar vermekte ve ulus devletleri tehdit etmektedir. Küreselleşmenin<br />

ideolojisi olan globalizmin hedefi, Türk toplumunu oluşturan bireyleri<br />

“yerel kültür temeli” ne dayalı etnik kimliklerle donatmak suretiyle<br />

yani mikro millîyetçiliği her türlü vasıtayla donatıp ulus devleti<br />

yıkma ve böylece sömürü yolundaki en büyük engeli kolayca aşmayı<br />

planlamıştır. İşte bu tehdit ve tehlikeye karşı çağdaşlaşma ve ulus<br />

devlet sürecinin devam ettirilmesi öncelikli olarak ülkemiz, takiben<br />

temsil ettiğimiz dünya ve nihayet insanlık için en güçlü teminat olduğu<br />

düşüncesindeyiz.<br />

Büyük <strong>Atatürk</strong>’ün dün başta Türkiye ve çağdaşlaşma yolundaki<br />

ülkeler için tehlike olarak belirtmiş olduğu “müstemlekecilik ve emperyalizmin<br />

yeryüzünden yok olacağını ve yerini milletler arasında<br />

renk, din, ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağının”<br />

doğacağını ifade ile bu konuda izlenecek yolu açıkça göstermiştir.<br />

Ancak Türkiye de dahil olmak üzere çağdaşlaşma ve ulus devlet<br />

olma süreci, içerisinde yaşadığımız yüzyılın bütün olumsuzluklarına<br />

rağmen devam ederken, emperyalizm ve sömürgecilik bu çağdaş<br />

ulusal değerleri her türlü vasıtalarla tehdit etmektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türkiye’de hayata geçirmiş olduğu ulus devlet ve


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER<br />

KARŞISINDA ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET<br />

çağdaşlaşma hareketi insanlık için de bir çıkış yolu olma özelliğini<br />

devam ettirmektedir. Günümüzde bu çağdaş değerlerin özünden<br />

uzaklaştırılması ve yeni bir “izm” yani globalizme ışık yakılmış olması<br />

Türkiye ve çağdaşlaşma yolundaki ülkelere yönelik bir tehlike<br />

olduğunu bir kere daha ifade etmek istiyorum. Bu çağdaş tehlikenin<br />

panzehiri, Tük halkının milletleşme ve ulus devlet olma yolunda<br />

başlatmış olduğu yürüyüşün XXI. yüzyıl için de aynı mazlum milletlere<br />

model olacağına inancımı ifade etmek istiyorum. Saygılarımla<br />

327


ROMANYA TÜRK TOPLUMUNUN<br />

MODERNLEŞMESİNDE<br />

ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN ETKİSİ<br />

Mustafa MEHMET*<br />

Yüce <strong>Atatürk</strong>’ün, dünya tarihinde, gerek kişiliği ve gerekse<br />

devrimleriyle, özel bir yeri olduğu, gün geçtikçe anlaşılmaktadır.<br />

Gerçekten <strong>Atatürk</strong>, askerî bir dâhi olduğu adar, büyük bir düşünür<br />

ve bir Devlet adamı da olarak kendisini dünyaya tanıtmıştır. Aslında,<br />

20. yüzyıl boyunca ortaya çıkan liderlere kıyasla, <strong>Atatürk</strong>, fikirleri<br />

ve eserleriyle mensubu olduğu Türk milleti kadar, diğer uluslar<br />

tarafından da yaşatılmaya devam eden liderlerden sayılmaktadır. Bu<br />

hususta, özellikle mazlum milletlere önderlik yapan birçok şahsiyetlerin<br />

dahi, <strong>Atatürk</strong>’ü örnek alarak yola çıktıkları bilinmektedir.<br />

Bu gibi nedenlerden dolayıdır ki, <strong>Atatürk</strong>’ün doğumunun 100.<br />

yıldönümü, dünyada olduğu gibi, Romanya’da da lâyıkıyla anılmış<br />

ve önemli merkezlerde Sempozyumlar düzenlenmiştir.<br />

Özellikle, Balkanlarda doğup yetişmiş olması itibariyle, Romanya<br />

Türk toplumu da dahil olmak üzere, Balkan Türkleri, <strong>Atatürk</strong>’ü<br />

kendilerinden biri olarak tanımakta ve O’nu da “Evlâd-ı Fâtihân”dan<br />

saymaktadırlar.<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminde, Romanya ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki<br />

ilişkiler geliştikçe, Romanya’nın Dobruca bölgesinde yaşama<br />

mücadelesi veren Türk toplumu da iki ülke arasında bir dostluk köprüsü<br />

rolünü oynamaya devam etmiştir diyebiliriz.<br />

Aslında, <strong>Atatürk</strong>, “Misak-ı Millî” prensibine sadık kalmakla beraber,<br />

onun hâricinde kalan Türkleri de hiçbir zaman unutmamıştır.<br />

* Emekli Türkolog, Bükreş, ROMANYA.


330<br />

MUSTAFA MEHMET<br />

Nitekim, dış Türklerden bahsederken, <strong>Atatürk</strong> “Onların bize yaklaşmalarını<br />

bekleyemeyiz. Bizim onlara, yaklaşmamız lazımdır” diyordu.<br />

İşte, buradan hareketle, <strong>Atatürk</strong>, özellikle Balkan politikasının<br />

anahatlarını çizerken, Belki de, Balkan Türklerinin de durumlarını<br />

dikkate almış, ve onların yaşadıkları devletler hakkındaki değerlendirmelerini<br />

de ona göre belirlemiştir, diyebiliriz.<br />

Nitekim, <strong>Atatürk</strong>, özellikle Romen ulusunu “kardeş millet” sayacak<br />

kadar övgüyle takdir etmiştir. Hattâ, <strong>Atatürk</strong>, tüm Balkan<br />

uluslarını dahi bir bütün olarak görüyordu. Zira, daha 1931 <strong>yılında</strong>,<br />

Balkan Paktı’nın temelleri atılmaya başlandığı bir sırada, <strong>Atatürk</strong>,<br />

Balkan Devletlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun, yavaş yavaş parçalanmasıyla<br />

meydana gelmiş olduklarını belirtirken, ” bu bakımdan,<br />

Balkan milletlerinin yüzyılları kapsayan ortak bir tarihleri vardır”<br />

gibi, son derece anlamlı ifadeler de kullanıyordu.<br />

Böyle geniş ufuklu görüşlerden hareketle, <strong>Atatürk</strong>: “Yurtta<br />

Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini dahi ortaya koyarken, her şeyden önce,<br />

Balkan ülkeleri arasındaki barışın devamının sağlanmasında başlanması<br />

gerektiğini düşünmüş olabilirdi.<br />

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğu takdirde, Büyük<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün, Balkan Türkleri arasında bir sembol haline gelmiş olmasının<br />

nedenlerini, bizler, daha iyi anlamış olabiliyoruz.<br />

Gerçekten, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gerek hayatı ve gerekse inkılapları, diğer Balkan Türkleri<br />

kadar, Romanya Türk toplumu tarafından da büyük bir ilgiyle islenmiş<br />

ve modernleşme sürecimde, birbirini takip eden devrimlerin<br />

birer birer uygulanmasında son derece gayretler sarfedilmiştir.<br />

Biz, bu vesile ile, kendisini büyük Türk milletinin bölünmez bir<br />

parçası sayan ve Dobruca bölgesinde, Karadeniz’in etrafını çevreleyen<br />

Türklük zincirinin küçük, fakat oldukça hassas bir halkasını<br />

teşkil eden Türk toplumunun, <strong>Atatürk</strong> ve devrimlerinin etkisiyle,<br />

modernleşme yolunda aldığı mesafelerden bazı örnekler vermeye<br />

çalışacağız. Fakat, bunun için, o dönemlerin olaylarını kaydederek,<br />

günümüze kadar saklayan vasıtaların başında, kuşkusuz, her şeyden<br />

önce, basın organları gelmekle, çeşitli gazete ve dergilere başvurmak<br />

zorunda kalmaktayız.


ROMANYA TÜRK TOPLUMUNUN MODERNLEŞMESİNDE<br />

ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN ETKİSİ<br />

Gerçekten özellikle İki Dünya Savaşı arasında, Romanya’da<br />

yayınlanan Türk basını gözden geçirildiği takdirde, <strong>Atatürk</strong> ve Devrimlerine<br />

son derece, önem verildiğini ve okuyucuları bilgilendirmeye<br />

özen gösterildiğini söyleyebiliriz. Hattâ, bu gibi olaylara, henüz<br />

Mustafa Kemal’in adı geçmese de, daha 1915 <strong>yılında</strong>n, yani Çanakkale<br />

Savaşlarından başlanmış olduğunu: “İngiliz filosu Çanakkale<br />

Civarında”, “Harbin Son Vaziyeti” veya “Çanakkale’den Kaçıyorlar”<br />

ve daha başka başlıklı makalelerden anlayabiliyoruz.<br />

Lakin, Mustafa Kemal’in, 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a<br />

ayak basmasıyla başlayan “Millî Kurtuluş Savaşı”na özel bir yer<br />

verildiği görülmektedir. Bu hususta: “Türkiye Haberleri”, “Anadolu<br />

Haberleri”, “En Son Haberler” ve daha başka başlıklar altında yayınlanan<br />

makaleler örnek sayılabilir.<br />

Aslında, “Millî Kurtuluş Savaşı”nın daha başlangıcında, bu<br />

ölüm-kalım mücadelesinin zaferle sonuçlanacağına inanılıyordu.<br />

Nitekim, Yunan ordularının Anadolu ortalarına doğru ilerlemekte<br />

oldukları bir sırada, Romen basınından yapılan bir alıntıda, böyle<br />

bir maceranın “Yunanlılara, felaketten başka bir şey getirmeyeceği”,<br />

daha o zamandan haber veriliyordu.<br />

Diğer taraftan, o dönemlerde, Avrupa’ya gidip gelen çeşitli<br />

Türk heyetlerinin Romanya’ya uğradıkları ve bu gibi vesilelerle,<br />

verdikleri beyanlar da gözden kaçmıyordu. Örneğin, Sevr Muahedesini<br />

imzalamak üzere, Paris’ e doğru yola çıkan Heyetin, Bükreş’te<br />

“Türk milletinin böyle bir barıştan memnun olmadığı” lâkin, karşı<br />

bir siyasetin, Osmanlı Devleti için vahim sonuçlar doğurabileceği<br />

göz önünde bulundurulmalı, Türk Hükûmetinin “böyle bir barışı imzalamayı<br />

uygun bulduğu” gibi açıklamalar, gazete sayfalarında yer<br />

alıyordu.<br />

Özellikle İnonü zaferlerinden sonra, Yunan ordusunda baş gösteren<br />

manevi bozukluklar ve Anadolu’da beliren zafer işaretleri de,<br />

gazete sayfalarında sevinç ve coşku ile karşılanıyordu.<br />

Aynı zamanda, Londra konferansında, Ankara Hükûmetini temsil<br />

eden Bekir Sami Bey’in büyük bir sempati kazandığı da gözden<br />

kaçmıyordu. Hattâ, Bekir Sami Bey’in: “Şarkî Avrupa’da, Fransız<br />

Nüfuzunun takviyesini macip olarak Türk-Polonya-Romanya ittifakının<br />

husûl bulmasını ez-dil ve can temenni ederim.” şeklinde ver-<br />

331


332<br />

MUSTAFA MEHMET<br />

miş olduğu bir mülâkat dahi son derece ilgiyle karşılanmıştır.<br />

Diğer taraftan, çeşitli Avrupa kaynaklarından haber alan Türk<br />

basınında da, Yunan ordularının çekilişiyle ilgili olarak, ayrıntılı makalelere<br />

yer verildiğini de görebiliyoruz. Hattâ, Kemalist ordular, artık,<br />

“vatanperver ve Türk istiklalini müdafaa edenlerden” sayılmaya<br />

başlanıyordu.<br />

Bu arada, bir taraftan, Türk-Bulgar veya Türk-Sovyetler arasında<br />

bazı yakınlaşmalardan bahsediliyor, diğer taraftarda, “Moskova’dan<br />

külliyetli miktarda para, cephane, levazımat-ı harbiyye ve askeriyye”<br />

geleceğine dair haberler de yayınlanıyordu.<br />

Romanya Türk basınında, özellikle, Lozan Konferansı da yakından<br />

takip edilmiştir. Bazen, ümitsizlikten ve iflâstan bahsedilirken,<br />

“Salâha Doğru mu, Silâha Doğru mu?” gibi başlıklar altında<br />

makaleler yayınlandığını da görmek mümkündü. Hattâ, Lozan Konferansının<br />

başarısızlıkla sonuçlanan ilk safhasından dönerken, İsmet<br />

Paşa’nın Romanya’ya uğramış olduğu ve o zamanki dışişleri bakanı<br />

Duka ile görüştüğü sırada, Romen Bakanının, İsmet Paşa’ya “Sulh<br />

lehine Hükûmet-i metbuaları nezdinde teşebbüsatta bulunmalarını<br />

temenni eylediği” anlaşılıyordu. Bu vesile ile, Türk Heyeti’nin Kral<br />

Sarayı’na da kabul edilerek, konuşmaların “Bir saat devam etmiş<br />

olduğu” şeklinde haberlere de yer veriliyordu.<br />

Daha sonraları, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan<br />

Barış Antlaşması: “Sulh” başlıklı bir makalede oldukça ayrıntılı olarak,<br />

okuyuculara duyurulmuştur.<br />

Romanya Türk basınında, “Türk Kurtuluş Savaşı” ne kadar<br />

heyecanla takip edilerek, topluma bilgi verilmiş ise, Cumhuriyetin<br />

ilanından sonra, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Yeni Türkiye’sinde,<br />

birbirinin ardından gerçekleştirilen Devrimler de o kadar ilgiyle karşılanmış<br />

ve onların etkisiyle, Romanya Türk toplumunun da, modernleşme<br />

yolunda gözle görülür mesafeler almasında elden gelen<br />

gayretler sarfedilmiştir, diyebiliriz.<br />

Şunu da belirtmek gerekir ki, o zamanlar, Romanya’da idari sistem<br />

“KRALİYET” olmakla beraber, Türkiye’de ilan edilen “CUM-<br />

HURİYET” sistemi büyük bir sempatiyle karşılanmış ve Türk-İslam<br />

tarihinde derin bir geçmişe sahip olan “Saltanat” ve “Hilâfet” gibi<br />

kutsal dereceye varacak kuruluşların dahi ortadan kaldırılmaları, se-


ROMANYA TÜRK TOPLUMUNUN MODERNLEŞMESİNDE<br />

ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN ETKİSİ<br />

vinç duyguları yaratmıştır.<br />

Bilindiği üzere, o dönemlerde, özellikle Romanya ‘ya sığınan<br />

ve “Firariler” olarak tanımlanan siyasi mültecilerin karşı propaganda<br />

yaptıkları da gözden kaçmıyordu. Onlara: “Memleketimizdeki,<br />

firariler ne alemde?, “Said Molla Nerede?”, “Rahat Durmayan Firariler”<br />

veya “Hey, Hain-i Vatan!” gibi makalelerle gereken cevaplar<br />

veriliyordu. Gerçekten, o dönemlerde, Romanya’dan gelip-geçen<br />

firarilerin arasında: Prens Sabahattin ve kardeşi Lütfullah, Sultan<br />

Abdülaziz’in damatlarından Mehmet Paşa, Said Molla (eski adliye<br />

müsteşarı), Sadık Bey, Vasfi Efendi, Mevlanazade Rif’at ve daha<br />

başka Osmanlı Devlet adamları bulunuyordu.<br />

Cumhuriyet’in ilanından sonra, Romanya’nın dört sancak müftüsünden<br />

oluşan bir heyetin Ankara’ya giderek, Gazi Paşa’nın huzurunda<br />

Cumhuriyeti tebrik etmiş olmaları da ayrı bir anlam taşımaktadır,<br />

diyebiliriz. Daha sonraları, Hilâfet makamının da lâğv<br />

edilmesiyle, bu hususla ilgili olarak verilen kararda “Hiçbir ma’zur-u<br />

Şer’i olmadığı” şeklinde yorumlar yapılıyor ve ötede beride, yeni<br />

bir Halife seçileceği gibi söylentilere ise: “Bu asırda Halifenin ve<br />

Hilâfetin manası kalmamıştır.” cevabı veriliyordu.<br />

Cumhuriyetin ilanından sonra, <strong>Atatürk</strong>’ün önderliğinde gerçekleştirilen<br />

devrimler Romanya’da geleneksel bir hayat sürdürmekte<br />

olan Türk-İslam toplumu arasında hayli problemler yaratmış olup,<br />

gazeteler gözden geçirildiği takdirde, yenilikçilerle muhafazakarların<br />

arasında oldukça derin mücadelelere sebebiyet vermiş olduğu<br />

anlaşılmaktadır.<br />

Nitekim, Şer’i mahkemelerin feshi (1924) tekke ve zaviyelerin<br />

kapatılması (1925) kıyafet reformu (19-25) kadın hakları ve özellikle,<br />

Alfabe Devrimi ve diğer reformlar (Takvim, alafranga saat, ölçüler<br />

vs.) bunlardan sayılırdı.<br />

Özellikle genç nesli temsil edan aydınların, sırası geldikçe, her<br />

devrimi inceleyerek, önemini açıklamaya, çalıştıkları ve uygulanmaya<br />

konulmasında gayret sarf ettikleri görülmektedir.<br />

Nitekim, okullarda Latin alfabesinin uygulanmasıyla halkın kültür<br />

seviyesinin yükseltilmesi amaçlanıyordu. Bu hususta, özellikle<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nden gelen veya getirilen, dil, tarih, edebiyat<br />

ve diğer okul kitaplarının da büyük bir katkısı olduğunu söyleyebili-<br />

333


334<br />

MUSTAFA MEHMET<br />

riz. Zira, onların vasıtasıyla, toplum hem yeni harflerle okuma-yazma<br />

öğreniyor, Hem de, Türk tarihini, Türk dilini Türk edebiyatını ve<br />

kültürünü ana kaynaktan tanıma fırsatını bulmuş’’ oluyordu.<br />

Burada özellikle, o dönemlerde Büyükelçi sıfatıyla, Türkiye<br />

Cumhuriyeti’ni temsil eden Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’nin de<br />

büyük katkısı olduğunu söyleyebiliriz. Zira, durmadan-yorulmadan,<br />

Dobruca’yı enine boyuna dolaşan Hamdullah Suphi, özellikle, 1935<br />

<strong>yılında</strong> Mecidiye Medresesini ziyaret ederek, Lâtin alfabeye geçilmesini<br />

ve Türkçe derslere daha çok önem verilmesini sağlamıştır.<br />

Hatta, bu ziyaret vesilesiyle, “Türk Birliği” (Pazarcık) gazetesinde,<br />

8 Mart 1935 tarihli bir makalede: <strong>Atatürk</strong>, Dobruca Türk Okullarıyla<br />

ilgileniyor başlığı görülmekte olup, gerek medresede ve gerekse<br />

diğer okullarda, <strong>Atatürk</strong> ilkeleri doğrultusunda, Laik ve modern eğitime<br />

uygun programlar düzenlenmesi savunuluyordu.<br />

Gerçekten, ondan sonra Medreseden, her yıl daha hazırlıklı ve<br />

yeni görüşlü genç bir aydın tabakasının yetişmeye başladığını görüyoruz.<br />

Bunları arasında, din görevlileri kadar, öğretmen, gazeteci,<br />

yazar, doktor, subay ve daha başka mesleklere de sarılanlar çoğalmıştır.<br />

Gerçi Romanya gibi, modernleşme yolunda hayli mesafe almış<br />

bir ülkede, bazı reformların, benimsenmesinde daha müsait şartların<br />

mevcut olduğu söylenebilirdi.<br />

Nitekim, Romanya Türk toplumu, zaten alafranga saatten ve<br />

modern ölçülerden haberdar bulunuyordu. Aynı zamanda, Avrupa<br />

kıyafetinde bir milletin arasında yaşıyor ve Romen okullarında Lâtin<br />

alfabesiyle eğitim görüyordu. Kanun karşısında, kadınların eşit haklara<br />

sahip olduklarının da farkında idi, diyebiliriz.<br />

Diğer taraftan, Romen Devleti’nin de, hoşgörü siyaseti, hemen<br />

her fırsatta belirtiliyordu. Nitekim, çeşitli devrimlerle ilgili olarak,<br />

bazı gazete sayfalarında, devlet: “Her zaman olduğu gibi, bu hususta<br />

da bizleri daima hür bırakmıştır.” şeklinde övücü makalelere yer<br />

veriliyordu.<br />

Hatta, Romanya’da yaşayan Türklerin, Balkan Devletleri arasında,<br />

“en büyük müsamaha ve himayeye mahzar olmuş bir ekalliyet”<br />

olduğu ve Roman devletinin “bizlere, ölçüsüz bir sempatik vatandaş<br />

nazarıyla, en büyük cemilekârlıkları ihsan eylemiş bir devlet”


ROMANYA TÜRK TOPLUMUNUN MODERNLEŞMESİNDE<br />

ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN ETKİSİ<br />

olduğu şeklinde beyanlara dahi rastlamak mümkündü. Ancak bilindiği<br />

üzere ve basın organlarında da görüldüğü gibi, <strong>Atatürk</strong> Devrimlerine<br />

karşı, Romanya Türk toplumu arasında geleneksel yaşamın<br />

muhafazasında direnen bazı grupların çıkardıkları güçlükler, çeşitli<br />

inkılapların benimsenmesine engel olmaya devam ediyorlardı. Nitekim,<br />

kadılık müessesesinin Roman mahkemelerine geçmesi, şapka<br />

gibi, pek tabiî sayılan bir meseleyi, halk nazarında korkunç bir şekle<br />

sokmaya çalışmak; fes, peçe veya çarşaf konuları ve daha başkaları<br />

bunlardan sayılırdı.<br />

Bunlara karşı mücadele verirken, yenilikçi aydınlar, fesin bir<br />

Yunan serpuşu olduğunu açıklamaya çalışıyor ve kadınlarımızın<br />

dünyayı kendi gözleriyle görmeleri gerektiğini savunuyorlardı.<br />

Hatta, bazı gazetelerde: “Bu gibi çirkin kıyafetlerin, Türkler<br />

hakkında yanlış fikirler beslemeye sevk ettiğini” veya “kıyafet meselesinin,<br />

medeni âlemdeki önemini anlamanın zamanı gelmiş olduğunu”<br />

belirten yorumlara dahi yer veriliyordu.<br />

Bir taraftan, kendini irticaya kaptırmamak, “Türk gencinin biricik<br />

emel ve mefküresi” olması gerektiği anlatılırken, diğer taraftan<br />

da, halkı aydınlatılarak, onu şaşırtmak amacıyla, köy köy dolaşan<br />

yobazlara yüz verilmemesi de yürekten arzu ediliyordu.<br />

Özellikle Latin harfleriyle ilgili devrimin, Romanya Türk toplumu<br />

arasında bazı sorunlar yaratmış olduğu söylenebilir.<br />

Bilindiği üzere, 3 Kasım 1928 tarihinde, Latin alfabesi hakkında<br />

alınan kara duyulur duyulmaz, II. Meşrutiyet döneminde önemli rol<br />

oynamış olan Makedonyalı Nikolaye Batzariye, aynı ayın sonlarında,<br />

yeni harflerle makaleler yayınlamaya başlamış ve zamanla bazı<br />

güçlüklerin aşılacağını belirtmiştir. Buna rağmen, komşu köylerin<br />

birisinde yeni harflerle eğitime geçilirken, diğer köyde Arap harfleriyle<br />

okuma-yazma devam ediyordu. Özellikle, basın hayatında da<br />

bazı güçlüklerle karşılaşıldığı bilinmektedir.<br />

Nitekim, 1935 yılı sonlarında dahi, “YILDIRIM” gazetesine gelen<br />

bir mektupta; “Gazeteniz, biz Müslümanlara lâyık olmadığı için<br />

Gagavuz milletine lâyıktı. Sebebi de, okumayı bilmiyoruz.” denildiğini<br />

görüyoruz.<br />

Kadın hakları konusunda da, Romanya’da bazı şartlar mevcut<br />

335


336<br />

MUSTAFA MEHMET<br />

olmakla beraber, kadınlarımızın, kendilerini geri kalmışlıktan çabuk<br />

kurtaramadıklarını söyleyebiliriz. Onları medeniyete kavuşturmak<br />

için, hayli mücadele verildiği, gazete sayfalarından anlaşılmaktadır.<br />

Bu hususta, özellikle, Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni yetişen kadınlardan,<br />

Âfet İnan, Sabiha Gökçen ve daha başkaları örnek gösterilerek,<br />

Romanya’da yaşayan Türk kadınlarının da eğitim ve öğretimlerine<br />

önem vermeleri ve topluma yararlı olmaları teşvik ediliyordu.<br />

Ancak böyle bir mücadele sonundadır ki, kadınlarımız, sahnelere<br />

dahi çıkarak, çeşitli piyeslerde yer almaya başlamışlardır.<br />

Diğer taraftan, birkaç kadınla evlenmeye “Harem” damgası vurulan<br />

Romanya’da da, Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi, “bir<br />

kadın ve bir erkek” yasasına uyulması ancak zamanla gerçekleşmiştir.<br />

Türk dilinin özleştirilmesiyle de ilgili olarak, çeşitli gazete ve<br />

dergilerde makaleler yayınlanarak, özellikle halkın anlayabileceği<br />

bir dile de yazılıp, çizilmeye özen gösterildiği anlaşılmaktadır. Hattâ,<br />

yeni üretilen kelimeleri kullanmak, bir nevi, “moda” hâline gelmiş<br />

olup, “halkın lisanı, hakkın lisanıdır” başlığı altında yayınlanan bir<br />

makalede, halktan ilham alarak, “Halkçı olmak, hakçı olmaktır” gibi<br />

hükümlere dahi yer verildiği görülmektedir.<br />

Soyadı kanununa gelince, bu hususta da artan bir merakla, özellikle<br />

gençler, kendilerine birer soyadı almışlar ise de, bunlar resmiyete<br />

geçmeyince, zamanla unutulmuş ve onları taşıyanlarla beraber<br />

göçüp gitmişlerdir.<br />

Buraya kadar vermeğe çalıştığımız örneklerden de anlaşılacağı<br />

gibi, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde gerçekleştirilen “<strong>Atatürk</strong> Devrimleri’<br />

Romanya Türk toplumu arasında son derece ilgiyle karşılanmış<br />

ve o dönemlerde yayınlanan Türkçe gazete ve dergiler geniş<br />

yer almıştır. Aynı zamanda, hemen her vesileyle, <strong>Atatürk</strong>’ün adı ve<br />

önderliği iftiharla belirtiliyordu.<br />

Aslında, <strong>Atatürk</strong>’ün Devrimcilik görüşü, dogmatik ideolojiden<br />

uzak olup, devamlılık arzediyordu. Nitekim, daha 1925 <strong>yılında</strong>,<br />

<strong>Atatürk</strong>, İnkılaplar hakkında, “Onlar ben toprak olduktan sonra da<br />

devam edecektir.” diyerek, devrimlerinin belli kalıplara sokulamayacağını<br />

açıkça ifade etmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün özellikle Balkanlardan “göç” olayını da tasvip etme-


ROMANYA TÜRK TOPLUMUNUN MODERNLEŞMESİNDE<br />

ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN ETKİSİ<br />

diği biliniyordu. Zira, O’na göre: “Türk’ün yaşadığı her yer Türkündür.”<br />

Ancak, bazı menfaatperestler, diğer Balkan ülkelerinde olduğu<br />

gibi, Romanya’nın Dobruca bölgesinde bulunan Türk toplumu arasında<br />

da propaganda yaparak, köylerin ve kasabaların boşalmasına<br />

sebep olmuşlardır.<br />

Öyle olmasaydı, elbet bugün, Balkanlar bambaşka bir manzara<br />

arzeder ve bizim de sesimiz daha gür çıkardı.<br />

Bütün bu gibi olaylara rağmen, Romanya’da yaşamaya devam<br />

eten Türk toplumu arasında, Yüce <strong>Atatürk</strong>’ün hayatı ve dünya görüşü,<br />

devrimleri ve diğer eserleri, çeşitli vesilelerle yayınlanan makalelerde<br />

yer almış ve Ata’ya ithaf edilen şiirlerde terennüm edilmiştir.<br />

Romanya Türk basınında, <strong>Atatürk</strong>, yalnız Türkiye’nin değil, bütün<br />

Türk dünyasının da önderi sayılıyordu. Bu hususta, özellikle İttihad<br />

ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından olup, Romanya’nın Dobruca<br />

bölgesine yerleşen Dr. İbrahim TEMO’nun: <strong>Atatürk</strong>’ü Niçin<br />

Severim.” Başlığı altında yayınladığı (1937-Mecidiye) bir eserinde<br />

büyük rolü olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Özellikle: Gazi’nin Vecizeleri, çeşitli gazete sayfalarında okuyuculara<br />

aktarılıyor ve onlardan çıkarılacak dersler üzerinde duruluyordu.<br />

Nitekim, <strong>Atatürk</strong>’ün: “Ne Mutlu Türküm Diyene” veya<br />

“Köylü Milletin Efendisidir” ve daha başka özlü sözleri bunlardan<br />

sayılabilir.<br />

Aynı zamanda “29 Ekim” ve diğer Millî Bayramlara da yakın<br />

ilgi gösteriliyor ve toplumun, böyle günleri daha iyi tanımasına özen<br />

gösteriliyordu.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün, 1938 yılının Kasım ayında ölüm haberi ise, bütün<br />

dünyada olduğu gibi, Romanya Türk toplumu arasında da derin<br />

üzüntü yaratmış ve onu da yasa boğmuştur. <strong>Atatürk</strong>’ün aramızdan<br />

ayırılmış olmasının, Türklük dünyası için büyük bir kayıp olduğu<br />

hakkında makaleler yayınlanmış ve çeşitli merkezlerde matem törenleri<br />

düzenlenmiştir.<br />

Roman, Türk-İslam toplumu Atasını ne kadar takdir ettiğini, bu<br />

büyük Devlet Adamının ölümü vesilesiyle de ispat etmiştir. Özellikle<br />

Ata’nın ölümüne ithaf edilen şiirlerden birinde şair, Tanrı’yı dahi<br />

sorguya çekecek kadar isyan ediyor ve Tanrı’ya hitap ederek, şiirine<br />

şöyle son veriyordu.<br />

337


338<br />

MUSTAFA MEHMET<br />

“Mademki, Tanrım, can almak istiyordun, bizleri alsaydın!<br />

Atam fani değildi, bari O’nu bıraksaydın!<br />

O’nu öldürmekle, kalbime sapladın bir Ah!<br />

Günah işledin, Tanrım, büyük bir günah!”<br />

Aslında, böyle bir isyan, belki de, Abdülhak Hamid’in Makber’ini<br />

dahi gerilerde bırakabilirdi.<br />

İşte, Romanya Türkü, Atasını böyle tanımış ve böyle tanıtmaya<br />

çalışmıştır.<br />

Ne yazıktır ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Romanya’yı da<br />

saran Komünist rejimi, Romanya’da bir Türk toplumunun bulunduğunu<br />

dahi unutturmaya çalışmış ve <strong>Atatürk</strong>’ün ne adı ve ne de eserleri<br />

hatırlatılmaz olmuştur.<br />

Özellikle uzun süren “Soğuk Savaş” yıllarında, Türkiye Cumhuriyeti<br />

ile devam edegelen bağlar kopma derecesine kadar getirilmiştir.<br />

Ancak 1989 Devriminden sonra, demokrasiye kavuşan Romanya<br />

Türk azınlığı da diğer azınlıklar gibi, bir taraftan, tarihe karışmadığını<br />

hissettirmeye çalışırken, diğer taraftan da, <strong>Atatürk</strong>’ü ve Devrimlerini<br />

yeniden hatırlamaya başlamış bulunmaktadır.<br />

Ne mutlu bizlere ki, Türkçe okul kitaplarında, <strong>Atatürk</strong>’e layık<br />

olduğu yeri verebiliyoruz ve çeşitli vesilelerle, etkinlikler düzenleyebiliyoruz.<br />

Hatta son yıllarda (1998 <strong>yılında</strong>) Romanya’nın başkenti<br />

Bükreş’in tam merkezinde, bir “<strong>Atatürk</strong> Meydanı” açtırarak, oraya<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Anıtını diktirmiş olmak, Romanya Türk toplumu için büyük<br />

bir iftihar vesilesi sayılmaktadır. Umarız ki, <strong>Atatürk</strong>, Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nde yaşayan Türk milletinin Atası olduğu kadar, Balkan<br />

Türklerinin de, hattâ, bütün Türk dünyasının da Atası sayılmaktadır.<br />

O’na karşı minnet duyguları, her fırsatta ifade etmek, “Ne mutlu<br />

Türküm” diyen herkesin üzerine düşen bir görev sayılsa gerektir.<br />

Bildirimin sonunda şunu da belirtmek isterim ki, <strong>Atatürk</strong> ile ilgili<br />

olarak, Romanya Türk basınında yayınlanan makaleleri bir araya<br />

toplayarak, genç kuşaklara da tanıtmanın zamanı gelmiş ve belki de,<br />

bu hususta geç kalınmıştır, diyebilirim.


ROMANYA TÜRK TOPLUMUNUN MODERNLEŞMESİNDE<br />

ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN ETKİSİ<br />

Kaynakça<br />

1. Gazeteler: Dobrogea (Dobruca) (1919-1924); YILDIRIM<br />

(1932-1938); Çardak (1930-1940); Deliorman (1937-1938); Hak-<br />

Söz (1929-1940)<br />

2. 1. Uluslararası Türkoloji Kongresi Bildirileri (Prizran:<br />

12-14 Aralık 1998), Ankara, 2001: 1. Prof. Yusuf HALAÇOĞLU:<br />

<strong>Atatürk</strong>, Türkiye Cumhuriyeti ve Balkanlar (s.29-38). 2. Yusuf<br />

HAMZAOĞLU: <strong>Atatürk</strong> ve Makedonya Türklüğü (s.89-106). 3.<br />

Mustafa Ali MEHMET: <strong>Atatürk</strong> ve İnkılaplarının Romanya Türk<br />

Basınındaki Yankıları (s.133-146).<br />

339


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ<br />

Doç. Dr. Yusuf SARINAY *<br />

Pontus meselesi Lozan Antlatşması ile beraber tarihe malolmasına<br />

rağmen, Yunanistan tarafından suni olarak tekrar yaratılmaya<br />

çalışılmaktadır. Bu çerçevede Yunanistan’da “Pontus soykırımı” iddiaları<br />

1985 <strong>yılında</strong>n itibaren giderek artmış, 1994 <strong>yılında</strong> <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Samsun’a çıktığı 19 Mayıs gününü sözde “Pontus soykırımı anma<br />

günü” olarak kabul eden bir yasa çıkarılmıştır. Ayrıca, Yunanistan<br />

yurt içi ve yurt dışında Pontus dernekleri kurdurarak, bu dernekler<br />

vasıtasıyla periyodik olarak uluslararası “Pontus Helenizmi Kongreleri”<br />

düzenlemektedir. Bu kongrelerde Türklerin 350 bin Pontusluya<br />

soykırım uyguladığı ve bunun da Mustafa Kemal Paşa liderliğinde<br />

verilen Türk Millî Mücadele döneminde (1919-1923) gerçekleştirildiği<br />

iddia edilmektedir. Yunanistan tarafından, özellikle Ermenilere<br />

uygulandığı iddia edilen sözde “soykırım” ile paralellikler kurularak,<br />

Türkiye’nin “Pontus soykırımı”nı tanıması ve tazminat ödemesi talep<br />

edilmekte ve Türkiye’nin bunu tanımadığı sürece AB’ye kabul<br />

edilmemesi için Avrupa ülkeleri nezdinde propaganda yapılmaktadır.<br />

Tebliğde; Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Pontus devleti kurmak<br />

amacıyla Rum-Yunan ikilisinin yürüttüğü faaliyetler ve Pontus çetelerinin<br />

bölgede Türklere yaptığı katliamlar ortaya konulduktan sonra,<br />

Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki Türk Millî Mücadele Hareketinin<br />

bölgedeki Pontusçuluk faaliyetlerine karşı takip ettiği siyasi ve<br />

askerî politika ele alınacaktır.<br />

PONTUS MESELESİ’NİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ<br />

Pontus veya Pont Euxim eski Yunanlıların Karadeniz’e verdikleri<br />

bir isimdir. Pontus adı genellikle Doğu Karadeniz sahilleri için<br />

* Devlet Arşivleri Genel Müdürü.


342<br />

YUSUF SARINAY<br />

kullanılmakla beraber, tarif ettiği alan zaman zaman değişiklik göstermiştir.<br />

Yeşilırmak, Kızılırmak ve Kelkit havzası Pontus sayıldığı<br />

gibi, bu alan daha da genişletilerek, Doğu’da Kafkasya’dan bütün<br />

Karadeniz kıyıları boyunca Sinop ötesine kadar yayılmıştır. 1<br />

Bu bölgede tarihi Pontus Krallığı M.Ö. 301’de Pers menşeli<br />

Mithridates Sülalesi tarafından kurulmuştur. Pont devleti olarak<br />

da bilinen bu devlet yaşadığı çağda (M.Ö. 301-63) doğuda Roma<br />

İmparatorluğu’nun rakibi olabilecek bir güce ermiştir. Daha sonra<br />

Doğu Karadeniz bölgesinde, Doğu Roma’nın, yani Bizans’ın zayıflaması<br />

ile Trabzon Devleti (1207-1461) kurulmuştur. Bizans Prensi<br />

Aleksi Komnen tarafından kurulan bu devlet ile önceki Pont Krallığı<br />

arasında herhangi bir ilişki mevcut değildir. 2<br />

Bölgenin yerli halkını da genellikle Kafkasya ve Anadolu’nun<br />

içlerinden gelenler oluşturmaktaydı. Bu sebeple eski çağlarda bölgede<br />

ırk bakımından mensubiyetlerinin tesbiti imkânsız bir takım<br />

kavimler yaşamıştır. 3 Bunların bir kısmının Gürcülerin soyundan<br />

geldikleri belirtilmektedir. 4 Goloğlu ise Fransız kaynaklarına dayanarak,<br />

daha Pontus Krallığı’nın kurulduğu dönemde bölgede<br />

oturmakta olan halkın üç bölüm olduğunu, bunların; İranlılar, kıyı<br />

şehirlerinde Yunanlılar ve bölgenin asıl yerli halkı olan Turanlılar<br />

olduğunu ileri sürmektedir. 5 Diğer taraftan bölgede Hıristiyanlığın<br />

yayılmasından önce Greeklerin ve Fenikelilerin kıyı şehirlerinde<br />

koloniler kurdukları bilinmektedir. Bölge halkı Roma hâkimiyetine<br />

girmesine paralel olarak Hıristiyanlaşmaya başlamıştır. Trabzon<br />

1 Nuri Yazıcı, Milli Mücadele’de Pontusçu Faaliyetler (1918-1922), Ankara<br />

1989, s. 15; Celal Bayar, Bende Yazdım, c. 8, İstanbul 1972, s. 2581, Pontus<br />

Meselesi, (Yayına Haz.: Yılmaz Kurt), Ankara 1995, s. 60.<br />

2 İstanbul’un Latinler tarafından işgali üzerine Bizanslı Prensler tarafından<br />

1207 <strong>yılında</strong> kurulan Trabzon Devleti ne bir başka devletin devamı oldu, ne<br />

de Bizans İmparatorluğu’nun mirasçısı olmak iddiası peşinde koştu. Mahmut<br />

Goloğlu, Anadolu’nun Milli Devleti Pontus, Ankara, 1973, s. 149.<br />

3 Yazıcı, a.g.e., s. 15-16.<br />

4 Stefanos Yerasimos, “Ponus Meselesi (1912-1923)”, Toplum ve Bilim,<br />

Sayı:43/44 Güz 1988 - Kış 1989, s. 34.<br />

5 Tarihi Pont devletinin ayyıldızlı bayrağı mevcuttur. Turan boyları da Alozanlar,<br />

Amazonlar, Beşirler, Busirler, Tibarenler, Tirallar, Halibler, Sanlar, Katagonlar,<br />

Marlar, Makronlar, Mosineklerden oluşmaktadır. Goloğlu, a.g.e., s.<br />

XVI, 78..


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 343<br />

Devleti döneminde buraya bir kısım Bizans soyundan gelen aileler<br />

de yerleşmiştir. 6 6 Bölgenin bu karışık sosyal yapısından dolayı<br />

Hıristiyanlığı kabul eden Ortodoksların tamamının Greek asıllı<br />

olduklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü bölgedeki Ortodoks<br />

halk Elenceye benzer bir dil konuşmakla beraber, yerel bir dialekt<br />

kullandıkları ve kendilerine özgü pek çok adetlerinin bulunduğu bilinmektedir.<br />

7 Bu sebeple bölgedeki Hıristiyan halkın 1071’de dahi<br />

İstanbul’la pek bağlantıları yoktu. 8<br />

XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’da yeni bir devir başlamıştır.<br />

Öncelikle Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya kadar geniş bir bölgeye<br />

yayılan Kıpçak Türkleri 1080 yıllarından itibaren Kafkasların güneyine<br />

geçerek, Azerbaycan, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgesinin<br />

kuzey kesimlerine inmişlerdir. Diğer taraftan Moğol baskısının<br />

önünden çekilen Türkmen grupları da bölgeye gelmeye başlamışlardır.<br />

Böylece daha Trabzon devleti yıkılmadan, bölge geniş ölçüde<br />

Türkleşmiştir. 9 Nihayet 1461 <strong>yılında</strong> bölgenin Osmanlılar tarafından<br />

fethini müteakip Bizans’ın son kalıntıları da ortadan kalkmıştır.<br />

Bundan sonra bölgeye yoğun bir Türk iskânı yapılmıştır. Hıristiyan<br />

unsurlara da geleneksel Osmanlı hoşgörüsü ve millet sistemi içinde<br />

dini, kültürel ye ekonomik alanda her türlü haklar tanınmıştır.<br />

Doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan Hıristiyan Ortodoks nüfus,<br />

19. yüzyılın başından itibaren Rum Ortodoks kilisesi ile gelişmekte<br />

olan Rum burjuvazisinin birlikte yürüttükleri faaliyetlerin etkisi altına<br />

girecek ve kökeni ne olursa olsun Anadolu’da yaşayan Türkçe<br />

veya Elence konuşan bütün Ortodoks Hıristiyanlar, Yunan toplumuna<br />

ait olma duygusunu benimsemeye başlayacaklardır. Bölgedeki<br />

Hıristiyan halk üzerinde Yunanlılık bilincinin yerleşmesi ve gelişmesinde<br />

Fatih Sultan Mehmet’in geniş yetkiler vererek canlandır-<br />

6 Yerasimos, a.g.m., s. 34<br />

7 Yunanca bu bölgede yerli dillerle Karışarak bugünkü, Yunanlıların dahi anlayamadığı<br />

özel bir dilin ortaya çıktığı Yunanlı dilbilimciler tarafından da kabul<br />

edilmektedir. “Dil Bilimi”, Dünya PontusHellenizml-2. Kongresi” (Yunanca)<br />

31 Temmuz, 7 Ağustos 1988, Selanik 1988, s. 217-218<br />

8 Anthony A. Bryer, “The Tourkokratia İn The Pontos, Some Problems And<br />

Preliminary Conelusions” Neo Hellenika, Texas 1970, s. 35.<br />

9 Geniş bilgi için bkz. Salim Cöhce, “Doğu Karadeniz Bölgesinin Türkleşmesinde<br />

Kıpçakların Rolü”, I. Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri,<br />

13-17 Ekim 1986, Samsun, 1988, s. 479-484.


344<br />

YUSUF SARINAY<br />

dığı İstanbul Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin büyük rolü olmuştur.<br />

10<br />

Doğu Karadeniz kıyılarında bir Pontus Rum devletinin kurulması<br />

fikrinin ortaya çıkmasında, Filik-i Eterya’nın kuruluşu ve<br />

Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması başlangıç yıllarını oluşturmaktadır.<br />

Zira Doğu Karadeniz Bölgesi Pontus adıyla Megali<br />

İdea’nın hedeflerinden biri olarak ortaya konulmuştur. 11 Nitekim<br />

bağımsız Yunanistan’ın kurulduğu 1830’dan sonra Doğu<br />

Karadeniz bölgesine olan ilgi artmıştır. 12 1870’den sonra da özellikle<br />

Yunanistan’dan gelen Rumların sayısı artmış, Atina’da yetişmiş siyasi<br />

kişiler Samsun’u merkez yaparak çalışmaya başlamışlardır. 13 Bu<br />

konuda Yerasimos, Samsun ve Trabzon gibi şehirlerdeki Rumların<br />

ticaret sayesinde oldukça zengin olduklarını, ekonomik gücün ister<br />

istemez siyasi istekleri harekete geçirdiğini belirtmekte ve 1870’de<br />

İstanbul’da yayınlanan Pontus’la ilgili bir kitaba dayanarak bölge<br />

Rumlarında millî Helen ideallerinin hayli kökleştiği görülür demektedir.<br />

14 Pontusçuluk konusunda siyasi bir hareketin mümkün olabileceği<br />

fikri de 1908 <strong>yılında</strong> II. Meşrutiyetin ilanından sonra açıkça<br />

ortaya atılmaya başlamıştır. 15<br />

Yunanistan’ın Megali İdea’yı gerçekleştirmek üzere, Etnik-i<br />

Eterya’dan Mavri Mira’ya kadar kurdurduğu birçok cemiyete paralel<br />

olarak Türkiye’de Pontus Cemiyetleri de kurulmaya başlanmıştır.<br />

Türkiye’de ilk Pontus “içtimagâhı” İnebolu’da halkın Manastır olarak<br />

adlandırdığı bir yerde Amerika Rum göçmenlerinden rahip Kleimatyos<br />

tarafından tesis edilmiştir. 16 Pontus Cemiyetinin temelinin<br />

de 1904 tarihinde Merzifon Amerikan Koleji’nde atıldığı, bu kolejin<br />

16 Şubat 1921’de aranması üzerine ele geçen belgelerden anlaşıl-<br />

10 Geniş bilgi İçin bkz. M. Süreyya Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İs-<br />

11<br />

tanbul 1980, s. 124-184.<br />

Geniş bilgi İçin bkz. Nurettin Tursan, Yunan Sorunu, 3. B., Ankara 1987, s.<br />

28 vd. Selahattln Salışık, Tarih Boyunca Türk-Yunan ilişkileri ve Etniki<br />

Eterya, İstanbul 1968, s. 149 vd.<br />

12 Bryer, a.g.m., s. 33.<br />

13 Bryer, a.g.m., s. 52.<br />

14 Yerasimos, a.g.m., s. 35.<br />

15 Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, İstanbul 1980, s. 94-95.<br />

16 Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, c. II (1920-1927), 13. B. İstanbul 1973, s. 626, Salı-<br />

şık, a.g.e., s. 44.


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 345<br />

mıştır. 17 Bundan sonra kolej bine yakın Rum gencini Pontusçuluk<br />

için yetiştirmiştir. 18 18 1908 <strong>yılında</strong> Samsun’da “Müdafaa-i Meşrute”<br />

daha sonra da “Mukaddes Anadolu Rum” cemiyetlerinin kurulması<br />

ile Pontus teşkilatı genişletilmiştir. 1909 <strong>yılında</strong> Trabzon Metropoliti<br />

vasıtasıyla Atina’daki Asya-i Suğra cemiyetinin emri altına giren19 Pontus Cemiyeti metropolit ve papazların öncülüğü ve çalışmaları<br />

sayesinde Batum’dan İnebolu’ya kadar Karadeniz bölgesinde şubeler<br />

açmış, ilk Pontus risalesi de 1910’da yayınlanmıştır. 20<br />

Pontus Cemiyeti’nin amacı, Trabzon, Ordu, Giresun, Samsun<br />

sahil vilayetleri ile, Kastamonu, Gümüşhane, Erzincan ve Sivas vilayetlerinin<br />

bir kısmını içine alan yerleri, yani Batum’dan İnebolu’ya<br />

kadar olan bölgede başkenti Samsun olmak üzere ileride Yunanistanla<br />

birleştirmek üzere eski Pont devletini tekrar dirilterek bağımsız<br />

bir “Pontus Cumhuriyeti” kurmaktı. 21 Bu amacı gerçekleştirmek<br />

isteyen Pontus Cemiyeti, bölgede kurduğu çetelerle faaliyetlerine<br />

başlamıştır, I. Dünya Savaşı’nda Rus ordularının Trabzon’u işgal<br />

etmeleri üzerine Pontusçuluk faaliyeti bir ivme kazanarak açıkça ortaya<br />

çıkmıştır. 22<br />

Rusların 1916’da Trabzon’u işgal etmeleri üzerine Vali Cemal<br />

Azmi Bey’den şehrin yönetimini devralan Metropolit Hrisantos,<br />

Rusların bölgeyi boşaltması üzerine onların bıraktıkları silahlarla<br />

17 Pontus Meselesi, s.152-167, Bayar, a.g.e., c. V, s. 1457 “Amerika Mektepleri”<br />

Hâkimiyet-I Milliye, 25 Mart 1921, s. 2.<br />

18 Ali Güler, İşgal Yıllarında Yunan Gizil Teşkilatları, Ankara 1988, s. 49.<br />

19 “Milli Mücadele Döneminde Yunanistan’ın Türkiye Üzerinde Faaliyetleri,<br />

Pontus Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 17 (Temmuz 1986), s. 60; Adı<br />

geçen cemiyetin Hrisantos’a gönderdiği 24 Mayıs 1909 ve 31 Mayıs 1919<br />

tarihli mektuplar için bkz. Pontus Meselesi, s. 95-97.<br />

20 Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, c. I, 3.B., İstanbul,<br />

1991, s. 91.<br />

21 Pontus Meselesi, s. 61, Bayar a.g.e., c. V. s. 1457. Dimitri Kitsikis, Yunan<br />

Propagandası, İstanbul 1963, s. 30.<br />

22 1916 <strong>yılında</strong> başlayan bu çetecilik faaliyetlerine Rusların yanısıra Samsun’daki<br />

Yunan Konsolosluğunun sekreteri Lazaros Melidle’de yardımcı olmaktadır.<br />

Yerasimos, a.g.m., s. 38-39; I. Dünya Savaşı’nda İlk çetecilik faaliyetleri<br />

Bafra civarında Nebyan dağlık bölgesinde başlamıştır. Pontus Meselesi, s.<br />

189, Refet Paşa TBMM’de yaptığı konuşmada Pontus eşkıyalığının I. Dünya<br />

Savaşı’nın II. veya III. <strong>yılında</strong> ortaya-çıktığını belirtmektedir. TBMM Gizli<br />

Celse Zabıtları, c. III, Ankara, 1985, s. 665.


346<br />

YUSUF SARINAY<br />

Rum çetelerini donatmıştır. 23 Bölgedeki Rumlardan yaklaşık olarak<br />

80 bini Rus ordusu ile birlikte Kafkasya’ya göç etmişti. 24<br />

Osmanlı devletinin Doğu Karadeniz bölgesindeki hâkimiyeti<br />

yeniden tesis etmesinden sonra Pontusçuluk faaliyetleri; Rusya, Yunanistan,<br />

Avrupa ve Amerika’da hızlanmış ve uluslararası bir boyut<br />

kazanmaya başlamıştır. Nitekim 5 Mayıs 1917’de Tiflis’te “Yunanistan<br />

Kafkaslar Kongresi” yapılmış, 1917 Ekim ayı ortalarında<br />

Atina’da Karadeniz kıyı şehirlerinde yaşayan Pontusluların temsilcilerinin<br />

katıldıkları, bölgedeki Rumları bağımsız bir devlet içinde<br />

birleştirmeyi amaçlayan önemli bir kongre yapılmıştır. 25 Yine Ekim<br />

1917’de Paris’te “Pontus Millî Merkezi” kurulmuş26 ABD’nde ise<br />

aynı amaçla özel bir komite teşkil edilmiştir. 27<br />

Diğer taraftan bu dönemde yapılan en önemli kongre 4 Şubat<br />

1918’de Giresun eski belediye başkanının oğlu Konstantin Konstantinides<br />

tarafından Marsilya’da yapılmıştır. 28 Temmuz 1918’de<br />

Pontus’un bağımsızlığının ve I. Dünya Savaşı’nda Kafkaslara giden<br />

Rumların tekrar eski vatanlarına dönme arzularının dile getirildiği<br />

bir başka Pontus Kongresi de Bakü’de toplanmıştır. 29 Nihayet 1918<br />

Ekim’inde Pontus Millî Merkezi Batum’da kurulmuştur. Sonuçta 30<br />

Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Türkiye dışındaki<br />

Pontus organizasyonu büyük oranda tamamlanmıştır.<br />

MONDROS MÜTAREKESİ VE PONTUSÇULUK<br />

FAALİYETLERİNİN ARTMASI<br />

a) Diplomatik Faaliyetler<br />

Mondros Mütarekesinden sonra, Pontus meselesi Paris Barış<br />

Konferansı’nın gündemine sokulduğundan bu konu ile ilgili diplomatik<br />

çabaların ağırlık merkezi Avrupa’ya kaymıştır. Avrupa’da<br />

23 Yerasimos, a.g.m., s. 4.<br />

24 Dünya Pontus Hellenizmi 2. Kongresi, s. 79.<br />

25 Dünya Pontus Helenizmi 2. Kongresi, s.16. Yerasimos, bağımsız Pontus<br />

devleti kurma fikri ilk kez Atina kongresinde ortaya atıldı demektedir. Yerasimos,<br />

a.g.m., s. 41.<br />

26 Yerasimos, a.g.m., s. 41.<br />

27 Dünya Pontus Hellenizmi 2. Kongresi, s. 61.<br />

28 a.g.e., s. 63-64.<br />

29 a.g.e., s. 16.


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 347<br />

Pontus konusundaki siyasi faaliyetleri ile dikkati çeken K. Konstantinides<br />

1918 Kasım sonlarında Marsilya’da ikinci bir kongre toplamıştır.<br />

Bu kongrede Pontus konusunda belirlenen talepler, Kongre<br />

başkanı sıfatıyla Konstantinides tarafından 2 Aralık 1919 tarihinde<br />

İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderilmiştir. Bu taleplerde; İtilaf<br />

devletlerinin 1.500.000 Ortodoks Pontuslu Rum’u himaye etmesi isteniyor<br />

ve Rus sınırından Sinop’un batısına kadar uzanan kıyı bölgesinde<br />

eski Trabzon devletinin ihya edilerek bir Pontus Cumhuriyeti<br />

kurulması talep ediliyordu. 30 Bu taleplere, o sırada İngiltere Dışişleri<br />

Bakanlığı’nda görevli olan Arnold Toynbee, “Bu muhtırada ileri<br />

sürülen istatistikler ve sınırlar hayal mahsulüdür. Pontus Rumları<br />

mandater bir devletin idaresinde bulunacak olan Ermeni devletine<br />

bağlanacak, böylece Pontus Rumlarını tatmin edici bir “millî yurt”<br />

sağlanmış olacak şeklinde not düşerek31 İngiltere’nin bu sıradaki politikasını<br />

ortaya koymaktadır.<br />

Gerçekten Paris Barış Konferansı’nın hazırlıklarının yapıldığı<br />

sıralarda İtilaf devletlerinin genel görüşü Giresun - Sivas - Mersin<br />

hattının doğusunda kalan toprakları Ermenistan’a vermek ve dolayısıyla<br />

Trabzon’u da denize çıkış kapısı olarak Ermenistan’a bırakmaktı.<br />

32 İşte böyle bir konjonktür içinde Venizelos 30 Aralık 1918’de<br />

Paris Barış Konferansı’na resmen verdiği ve Yunanistan’ın toprak<br />

isteklerini toplu olarak ifade eden muhtırası, şüphesiz Pontusçuları<br />

hayal kırıklığına uğratmıştır. Batı Anadolu üzerinde sınırsız emeller<br />

besleyen Venizelos, müttefiklere karşı daha inandırıcı olabilmek<br />

için Pontus konusunda fedakârlık göstermiş, Trabzon’u denize çıkış<br />

kapısı olarak Ermenilere bırakmayı kabul etmişti. 33 Batı Anadolu<br />

üzerindeki amaçlarına ulaşmak isteyen Venizelos tecrübeli diplomat<br />

kurnazlığı ile Kıbrıs, İstanbul ve Pontus üzerinde hak iddia etmekten<br />

şimdilik vazgeçmişti. 34 İleride üzerinde duracağımız gibi, bu durum<br />

30 Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz Belgeleri (T.Çev.:Cemal<br />

Köprülü), Ankara, 1971, s. 56-57, Mesut Çapa, Pontus Meselesi, Trabzon ve<br />

Giresun’da Milli Mücadele, Ankara 1993, s. 38.<br />

31 Jaeschke, a.g.e., s. 57<br />

32 Yerasimos, a.g.m., s. 48.<br />

33 Geniş bilgi için bkz. Kitsikis, a.g.e., s. 30-32, Murat Hatipoğlu, Türk Yunan<br />

ilişkilerinin 101 Yılı(1821-1921), Ankara 1988, s. 80-81.<br />

34 Ercüment Kuran, “Milli Mücadele Esnasında Pontus Rum Devleti Kurma Te-


348<br />

YUSUF SARINAY<br />

Venizelos’un giriştiği siyasi bir manevradan ibarettir.<br />

Venizelos’un Barış Konferansı’ndaki bu politikası Pontus faaliyetlerinde<br />

herhangi bir duraklama ve yavaşlamaya yol açmamış,<br />

aksine onu tepkiyle karşılayan diğer Pontus temsilcileri daha aktif<br />

bir politika takip etmeye başlamışlardır.<br />

Venizelos’un politikasına karşı girişilen bu protestolara paralel<br />

olarak, Konstantinides ile Oeconomou Paris Barış Konferansı’na<br />

verdikleri ortak muhtırada Kafkasya’dan Sinop’un batısına kadar<br />

uzanan topraklarda bağımsız bir Pontus Cumhuriyeti kurulmasını<br />

istemişlerdir. 35 Avrupa’daki Pontusçuluk faaliyetlerinin öncülüğünü<br />

Konstantinides yaparken, Türkiye içindeki faaliyetleri de Patrikhane<br />

ile birlikte Trabzon Metropoliti Hrisantos yürütüyordu. Nitekim<br />

Şubat 1919’da İstanbul’da Patrikhane tarafından düzenlenen Pontus<br />

Kongresi’nde, kendi kaderini tâyin, bağımsızlık ve daha sonra ise<br />

Pontusun Yunanistan’a ilhak edilmesi kararlaştırılmıştır. 36 Bu kongrede<br />

Paris Barış Konferansı’na Türkiye Rumlarının isteklerini sunmak<br />

üzere Patrik vekili Droteos başkanlığında bir heyet seçilmiş,<br />

Hrisantos’da bu heyete dahil edilmiştir. 37<br />

Hrisantos Paris’te Venizelos ile birkaç kez görüştükten sonra<br />

onun fikirlerine karşı çıkarak 2 Mayıs 1919’da Barış Konferansı’na<br />

Pontus’la ilgili muhtırasını vermiştir. Bu muhtırada; Trabzon’un tamamı,<br />

Sivas ve Kastamonu vilayetlerinin bir kısmı ile Amasya, Sinop<br />

ve Karahisar sancaklarını kapsayan Pontus bölgesinin 600 binden<br />

fazla Rum’u barındırdığı, bu sayıya Güney Rusya ve Kafkasya’ya<br />

göç etmiş olan 250 bin Rum’un da dahil edildiği zaman Pontus’daki<br />

Rum sayısının 850 bin olacağı, aynı bölgede farklı kökenlerden 836<br />

bin Müslümanın yaşadığı belirtilmektedir. Rusların Trabzon’u işgali<br />

öncesinde Vali Cemal Azmi Bey’in şehrin yönetimini kendisine teslim<br />

ettiğini, bu bölgede ancak 78 bin Ermeninin yaşadığını belirten<br />

Hrisantos, bu şartlar altında Pontus’un bağımsız bir devlet olması<br />

gerektiğini vurgulamaktadır. 38<br />

Paris Barış Konferansı nezdinde Doğu Karadeniz bölgesi için<br />

verilen nüfus istatistiklerinin farklı ve abartılarak verildiği dikkati<br />

şebbüsleri”, I. Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri, s. 79.<br />

35 Yerasimos, a.g.m., s. 49.<br />

36 Dünya Pontus Hellenizmi 2. Kongresi, s. 16.<br />

37 Bayar, a.g.e., c. V, s. 1459-1460.<br />

38 Metin için bkz. Pontus Meselesi, s. 107-110.


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 349<br />

çekmektedir. Bunun en önemli sebebi bölgede Rumların hiçbir yerde<br />

çoğunluğu teşkil edememeleridir. Gerçekten 1914 tarihli Osmanlı<br />

resmi istatistiklerine göre; Trabzon 39 Sivas ve Kastamonu vilayetlerinde<br />

3.263.396 Müslüman nüfusa karşılık 361.750 Rum yaşamaktaydı.<br />

40 Bölge genelinde yüzde 10 civarında Rum yaşamasına rağmen<br />

Barış Konferansı nezdinde iddialarını güçlendirmek amacıyla<br />

Patrikhane istatistiklerine dayanarak nüfuslarını abartan Pontuslu<br />

liderler, Rum nüfusu oldukça yüksek gösteriyorlardı. 41<br />

Hrisantos’un yukarıda bahsedilen muhtırası üzerinden çok<br />

geçmeden İtilaf devletleri (özellikle İngiltere) İzmir’e İtalyanların<br />

yerine Yunanlıları çıkarmaya karar verirler. Böylece İzmir ve Batı<br />

Anadolu üzerindeki emellerine ulaşan Venizelos, Pontus meselesine<br />

daha ciddi bir şekilde sahip çıkmaya başlamıştır. Diğer taraftan<br />

Atina’ya Pontus kökenli askerlerden oluşan bir birlik kurulması için<br />

emir vermiştir. 42<br />

Bu arada Patrikhane ve Yunan yüksek komiserliğinin aracılığı<br />

ile 6 Temmuz 1919’da Batum’da toplanan Pontus kongresinde önce<br />

Pontus’un bağımsız olması, daha sonra da Yunanistan’la birleşmesi<br />

kararı alınırken, Paris Barış Konferansı nezdinde yetkili temsilciler<br />

olarak, Hrisantos, Konstantinides ve Oeconomou’nun atanmasına<br />

karar verilmiştir. 43<br />

Bu sırada, Yunanistan, Anadolu’daki millî harekete karşı başarılı<br />

olabilmek için Rum-Ermeni işbirliğini sağlamaya çalışıyordu. Nitekim<br />

Venizelos daha sonra 5 Ekim 1920’de Lloyd George’a çektiği<br />

telgrafta da Rusya’nın güneyine yerleşenlerle birlikte 800 bin<br />

nüfusa sahip olan Pontuslu Rumların bağımsız bir devlet olmasını,<br />

bu devletin Ermenistan ve Gürcistan ile işbirliği yaparak İslam ve<br />

Rus emperyalizmine karşı kesin bir set oluşturacağını bildirir ve<br />

İngiltere’nin bu konuda siyasi ve maddi desteğini ister. 44<br />

39 1868 idari Teşkilatına göre Rize, Trabzon, Gümüşhane, Giresun, Ordu ve<br />

Samsun Trabzon Vilayetine bağlı bulunuyordu. Bu statü bazı değişikliklerle<br />

Milli Mücadele dönemine kadar devam etmiştir. Çapa, a.g.e., s. 1.<br />

40 Güler, a.g.e., s. 168.<br />

41 Jaeschke, a.g.e., s. 57.<br />

42 Yerasimos, a.g.m., s. 50.<br />

43 Yerasimos, a.g.m., s. 52.<br />

44 Metin için bkz. Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde <strong>Atatürk</strong> (1919-1938), c.


350<br />

YUSUF SARINAY<br />

Venizelos’un öncelikli amacı Anadolu’daki millî hareketi iki<br />

ateş arasında bırakarak, işgalleri kolaylaştırmak olduğu için, Pontus<br />

temsilcilerini Ermenilerle anlaşmaya zorlamaktaydı. Bu politika<br />

gereği nihai tahlilde bağımsızlıktan vazgeçmeyen Pontuslu liderler<br />

Ermenilerle bir konfederasyon kurabileceklerini açıklamışlardır. 45<br />

Batum’dan Tiflis ve Erivan’a geçen Hrisantos, Venizelos’un<br />

talimatı gereği Ermenilerle federasyon görüşmelerine katılmıştır.<br />

Hrisantos ve Katheniotis ile Ermeni temsilciler Hatissian ve Terminassian<br />

arasında cereyan eden görüşmelerde; Rumlar iki eşit federasyonun<br />

oluşturacağı bir konfederasyon kurulmasını isterken,<br />

Ermeniler, Rumların bir federe devlet olarak Ermenistan’a katılabileceğini<br />

savundukları için bu konuda anlaşma sağlanamamıştır. 46<br />

Ancak Hrisantos’un başlattığı bu görüşmeler Ocak l920’de Yunan-<br />

Ermeni Anlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu anlaşma ile müttefiklerin<br />

veya Yunanlıların bölgeye askerî yardım göndermesi kararlaştırılmıştır.<br />

47 Böylece 1918’de Cenevre’de “Türkiye’de Zulme Uğramış<br />

Milletler Birliğinin” kurulması ile başlayan Rum-Ermeni işbirliği 48<br />

Venizelos’un stratejisi gereği bir ittifakla sonuçlanıyordu. Çünkü,<br />

Venizelos, Anadolu’daki millî hareketi iki ateş arasında bırakarak<br />

güçlenmesini engellemek için Doğu’da Rum-Ermeni-Gürcü ittifakının<br />

güçlü bir set oluşturacağına inanıyordu. Bolşevizme ve Türk<br />

millîyetçilerine karşı büyük bir engel olarak görülen bu işbirliği müttefikler<br />

tarafından da tasvip edilmekte idi. 49 Sonuçta Anadolu’daki<br />

millî hareket batıdaki Yunan ordusuna karşı mücadele ederken, aynı<br />

zamanda Kuzey Doğuda Pontus-Ermeni komplosuyla karşı karşıya<br />

kalıyordu. 50<br />

Venizelos’un diplomatik alanda Pontus konusunu ağırdan alır<br />

gibi görünmesinin temelinde hazırlanmakta olan Sevr Anlaşmasının<br />

45<br />

2, Ankara, 1975, s. 339-340.<br />

Abdullah Saydam, “Kurtuluş Savaşı’nda Trabzon’a Yönelik Ermeni-Rum<br />

Tehdidi” AAMD, Sayı: 17 (Mart 1990), s. 428..<br />

46 aydam, a.g.m., s. 429.<br />

47 Selahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I, Ankara, 1973, s.<br />

172, Sertoğlu, a.g.m.; s. 5.<br />

48 Kitsikis, a.g.e., s. 268.<br />

49 Gavriil Avramidis, “Pontuslular ve Ermeniler” Thessaloniki, 4 Mayıs 1990.<br />

50 Sonyel, a.g.e., s. 172.


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 351<br />

netleşmesini beklemesi yatmaktadır. Nitekim 22 Haziran’da Lloyd<br />

George’un Venizelos’a Türkiye’ye Sevr’i askerî yoldan dayatma görevini<br />

vermesi üzerine Pontus meselesinin çetecilik ve askerî cephesi<br />

canlanacaktır. Yunanistan’da bir taraftan bölgedeki çeteleri güçlendirmeye<br />

çalışırken, diğer taraftan Doğu Karadeniz bölgesine askerî<br />

müdahale yaparak amacına ulaşmaya çalışacaktır.<br />

b) Çetecilik Faaliyetleri ve Askeri Müdahale Teşebbüsleri<br />

Mondros Mütarekesini takiben Türk ordusunun terhis edilmesine<br />

başlanmasına paralel olarak, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki<br />

Pontus çeteleri Türk köylerine karşı saldırıya geçerler. İlk saldırılar<br />

Kasım 1918’de Bafra civarında bulunan Nebyan bölgesinde başlamıştır.<br />

51 Daha sonra Samsun, Çarşamba, Vezirköprü, Terme, Amasya,<br />

Merzifon, Kavak, Ladik, Gümüşhacıköy, Havza, Tokat, Erbaa ve<br />

Sivas (Zara bölgesi) bölgelerine yayılmıştır. 52<br />

Özellikle 9 Mart 1919’da 200 kişilik bir İngiliz kuvvetinin<br />

Samsun’u 30 Mart’ta da Merzifon’u işgal etmesi, Pontusçu çetelerin<br />

saldırılarını artırmalarına yol açmıştır. 53 İngilizlerin Samsun’a çıktıkları<br />

zaman Rum çetelerine 10 bin silah dağıttıkları belirtilmektedir.<br />

54 7 Nisan 1919’da Samsunlu Rumlar Yunan Bağımsızlık Gününü<br />

kutlarlar. 55 Nisan ayının ikinci yarısında Metropolit Germanos liderliğinde<br />

Samsun Piskoposluğunda toplanan çete reisleri, Samsun,<br />

Bafra, Çarşamba, Ünye, Fatsa, Tokat, Niksar, Merzifon, Havza, Erbaa,<br />

Ladik, Amasya ve Vezirköprü bölgelerinde örgütlenmenin güçlendirilmesi<br />

için kararlar alırlar. 56 Pontus çetelerinin örgütlenmesine<br />

paralel olarak, İtilaf devletleri Türk ordusunun silahlarını toplamaya<br />

hız verirler. Bu arada Yunan Kızılhaç gemileriyle Karadeniz limalarına<br />

ilaç sandıkları içinde silah ve cephane taşınmıştır. 57<br />

İngilizler’in 21 Nisan 1919 tarihli notası üzerine 58 , Osmanlı<br />

51 Pontus Meselesi, s. 189-191.<br />

52 Geniş bilgi için bkz. Pontus Meselesi, s. 192-344.<br />

53 Jeashke, a.g.e., s. 103.<br />

54 Pontus Meselesi, s. 188.<br />

55 Nutuk, c. II, s. 627; Yazıcı, a.g.e., s. 43.<br />

56 Yerasimos, a.g.m., s. 44<br />

57 Kuran, a.g.m., s. 78; Saydam, a.g.m., s. 426<br />

58 Nota için bkz. Jeashke, a.g.e., s. 103-104.


352<br />

YUSUF SARINAY<br />

Hükûmeti tarafından 9. Ordu Müfettişliğine atanan Mustafa Kemal<br />

Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasından sonra, Sadrazamlığa<br />

gönderdiği 21 ve 22 Mayıs tarihli telgraflarda bölgedeki asayişsizliğin<br />

Samsun ve civarında bulunan 40 kadar Rum çetesinden kaynaklandığını,<br />

Müslümanların bu çetelerden korunmak için 13 çete<br />

oluşturduklarını, şayet Rumlar, Müslümanları rahatsız eden siyasi<br />

gayelerinden vazgeçerlerse Müslüman çetelerinin ortadan kalkacağını<br />

bildirerek bölgedeki Pontus çetelerine dikkat çekmiştir. 59<br />

Atina’daki Pontus birlikleri içinde yer alan Yunan Subayı Karaiskos<br />

Mart 1920’de Samsun’a gelerek çeteleri düzenli orduya benzer<br />

bir şekilde örgütlendirmeye girişmiştir. Böylece Karaiskos’un organizasyonu<br />

sayesinde Rusya’dan da gelen çetelerle toplam sayıları<br />

25 bin civarına ulaşan Pontus çeteleri 60 özellikle Samsun ve çevresinde<br />

Rum köylerinin bulunduğu bölgelere tamamen hâkim olarak<br />

Türk ordusunu arkadan vurmaya hazırlanıyorlardı. Bu sırada Topal<br />

Osman’ın hâkim olduğu Giresun hariç 61 61 diğer bölgelerde saldırılarını<br />

artıran Rum çeteleri, dışarıdan yapılacak bir müdahaleyi beklemeye<br />

başlamışlardı. Bu sırada bölgede Yunanlılar tarafından tesbit<br />

edilen meşhur 81 tane çete reisi bulunuyordu. 62<br />

İşte Yunanistan, Anadolu’daki millî hareketin en zayıf olduğu<br />

dönemde başta Samsun olmak üzere Doğu Karadeniz bölgesinde<br />

20 bin civarında donanımlı Pontus çeteleri ile Ankara Hükûmetine<br />

doğu istikametinden de taarruz ederek kesin sonuç almak istemiştir.<br />

63 Bu sırada Yunan Genelkurmayı Ankara’nın birkaç hafta içinde<br />

düşeceğini hesap ederek, Türk ordusunun Sivas veya Kayseri bölgesine<br />

çekilebileceği ihtimaline karşı, Pontus birliklerini Samsun’da<br />

karaya çıkaracakları 6-7 bin kişilik Yunan askerî ile takviye ederek,<br />

59 Telgraflar için bkz. “Mustafa Kemal’in Samsun’dan Gönderdiği iki Mühim<br />

Rapor” BTTD, Sayı: 14 (Kasım 1968), s. 6-8; <strong>Atatürk</strong>’le ilgili Arşiv Belgeleri,<br />

Ankara 1982, s..30-32.<br />

60 Türk İstiklal Harbi, c. V1, s. 144-145; Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi,<br />

Ankara, 1968, s.<br />

61 Çapa, a.g.e, s. 75-80.<br />

62 Çetelerin listesi için bkz. Hristos H. Marmaridis, “Pontus’ta Pontusçu Çete<br />

Grupları”, Dünya Pontus Hellenizmi 2. Kongresi, s. 133-134.<br />

63 Hasan Cicioğlu, “Milli Mücadele’de Pontus Katliamında Yunanistan’ın Etkisi”,<br />

Kıbrıs’ın Dünü Bugünü Uluslararası Sempozyumu (Gazi Magosa, 28<br />

Ekim -2 Kasım 1991), Ankara, 1993, s. 235.


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 353<br />

Samsun-Sivas yolunu kesmeyi ve bölgede Ankara hükûmetine isyan<br />

eden unsurlarla güç birliği yaparak millî hareketin imhasını hesaplamıştır.<br />

Samsun civarında yoğunlaşan Pontus çetelerinin, Yunanistan’ın<br />

bu savaş stratejisi doğrultusunda koordineli bir şekilde hareket ettikleri<br />

görülmektedir. Özellikle İç Anadolu istikametinde Orta Karadeniz<br />

bölgesinde bulunan geçit yolları üzerinde bulunan Ada, Örencik,<br />

Terzili, Düz, Koşaca, Çavşur, Ortaklar, Esenbey vb. köyleri topluca<br />

yakıp yıkarak katliam yaptıkları ve Tokat, Sivas hattına doğru sarktıkları<br />

dikkati çekmektedir. 64<br />

Yunan orduları Ankara istikametinde ilerlerken Yunanlı Subay<br />

Saviyannis İngiliz yetkililerine 1 Mart 1921’de yaptığı bir öneride,<br />

Türk ordusunun Sivas’a kadar kovalanması ve bu arada Yunan ordusunun<br />

Pontus’a çıkarak Rum nüfusunun bulunduğu yerlerde üslenmesi,<br />

daha sonra da Ermeniler’in yardımı ile Sivas ve Erzurum’un işgal<br />

edilmesini teklif edecektir. 65 Bu gelişmeler sırasında 16 Mart 1921<br />

tarihinde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan Moskova<br />

Anlaşması sonucu, Sovyetlerin Anadolu’ya silah yardımı yapmasının<br />

önlenmesi amacıyla, Saviyannis 7 Haziran 1921’de Türkiye’nin<br />

Karadeniz limanlarının ablukaya alınması için İngiltere’ye yeni bir<br />

teklifte bulunmuş, 9 Haziran’da Yunan Kruvazörü Kilkis, TBMM<br />

hükûmetinin Karadeniz’deki tek güvenli giriş limanı olan İnebolu’yu<br />

bombalamıştır. 66 19 Temmuz’da Samsun ve Giresun önünde dolaşmaya<br />

başlayan Yunan savaş gemileri 20 Temmuz’da Trabzon’u da<br />

topa tutmuşlardır. 67 Büyük taarruz öncesinde de Yunan savaş gemileri<br />

Samsun’u bombalayacaklardır. Batı Anadolu’daki Yunan ilerlemesine<br />

paralel olarak Doğu Karadeniz limanlarına yönelen saldırılar<br />

bölgedeki Rum çetelerini daha da cesaretlendirmiştir. Bu gelişmeler,<br />

üzerine endişeleri giderek artan TBMM hükûmeti, askerî ve idari<br />

açıdan radikal kararlar alarak Pontus çetelerini tamamen etkisiz hale<br />

getirme yoluna gitmiştir.<br />

64 Cicioğlu, a.g.m., s. 236.<br />

65 Yerasimos, a.g.e., s. 65.<br />

66 Sabahattin Özel, Milli Mücadele’de Trabzon, Ankara, 1991, s. 235.; Çapa,<br />

a.g.e., s. 51.<br />

67 Özel, a.g.e., s. 215.


354<br />

YUSUF SARINAY<br />

3) TBMM HÜKÜMETİ’NİN ALDIĞI TEDBİRLER VE-<br />

PONTUSÇULUĞUN SONU<br />

Mütareke döneminde, Doğu Karadeniz bölgesinde faaliyet<br />

gösteren Pontus çeteleri ile savaşacak yeterli kuvvet bulunmamaktaydı.<br />

Ordu terhis edilmiş, millî kuvvetler ise henüz teşekkül etmemişti.<br />

Bu arada, Batı Anadolu’da Yunan ilerlemesine paralel olarak,<br />

İtilaf devletleri ve Osmanlı hükûmetinin tahrik ve teşvikleri<br />

ile Anadolu’da çıkan iç isyanların yanı sıra, başta Samsun olmak<br />

üzere Doğu Karadeniz bölgesinde Pontus çetelerinin giderek ciddi<br />

bir tehdit arzetmesi üzerine, TBMM hükûmeti 1920 yılı başlarından<br />

itibaren Pontusçulara karşı ciddi tedbirler almaya başlamıştır. Özellikle<br />

merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu Pontus çetelerinin etkisiz<br />

hale getirilmesi için bütün gücünü harcamaya başladı. Fakat mevcut<br />

kuvvetlerle bölgede asayişin sağlanamayacağı ortaya çıkmıştı. 68 Bu<br />

sebeple Mustafa Kemal Paşa 24 Nisan 1920’de TBMM’nde yaptığı<br />

konuşmada Pontus meselesini çözmekle görevlendirilen kuvvetlerin<br />

büyük bir komuta altında birleştirilmesi gereğini vurgulamıştı. 69 Bu<br />

çerçevede düzenli ordunun kurulmasına paralel olarak, Pontusçuluk<br />

faaliyetlerini köklü bir şekilde halletmek amacıyla 9 Aralık 1920’de<br />

merkez ordusu kurularak komutanlığına Nurettin Paşa tayin edilmiştir.<br />

70 Mevcudu 10 bin civarında olan merkez ordusunun kurulması ile<br />

Pontus çetelerine karşı daha etkili bir şekilde mücadele yürütülmeye<br />

başlanmıştır. 71 Ancak geniş bir bölgeye dağılmış bulunan Pontus<br />

çetelerine karşı, sadece askerî tedbirlerle sonuç almak mümkün gözükmüyordu.<br />

Bu sebeple TBMM hükûmeti askerî tedbirlere paralel<br />

olarak, idarî ve adli tedbirler de alma yoluna gitmiştir.<br />

TBMM hükûmeti ilk iş olarak bir beyanname yayınlayarak yaşıtları<br />

silah altında bulunan Rumları da askere çağırmış, kan dökülmesine<br />

sebebiyet verilmemesi için dağlardaki çetelerin silahları ile<br />

birlikte teslim olmalarını istemiştir. 72 Benzer beyannameler daha<br />

sonraki dönemde de yayınlanmıştır. Mesela Samsun Mutasarrıfı<br />

68 Özel, a.g.e., s. 233; Çapa, a.g.e., s. 81.<br />

69 TBMM Zabıt Ceridesi, C. I, 3. B., Ankara, 1959, s. 9.<br />

70 Türk İstiklal Harbi, C. VI, s. 145; Nutuk, C. II, s. 629-630.<br />

71 Merkez Ordusunun kuvvet dağılımı için bkz. Türk İstiklal Harbi, C. VI,<br />

s.145-147; Yazıcı, a.g.e., s. 97-98.<br />

72 Beyanname metni için bkz. Pontus Meselesi, s. 389-390.


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 355<br />

1922 yılının ilk günlerinde Pontus çetelerine bir beyanname yayınlayarak,<br />

kandırılarak dağlara çekildiklerini, kendileri ile birlikte ailelerini<br />

de felakete sürüklediklerini vurgulayarak teslim olmalarını<br />

istemiştir. 73 Yukarıda belirtilen ilk beyannamede teslim olmaları ve<br />

silahlarını da teslim etmeleri için Pontus çetelerine tanınan bir haftalık<br />

sürenin dolmasından sonra, bölgede aramalara başlanmış, sadece<br />

Samsun ve Amasya bölgesinde 2 binden fazla silah ile bir milyon<br />

200 bin mermi toplanmıştır. 74 Gerek hükûmetin çağrısına uymayan,<br />

gerekse aramalar sırasında silahını teslim etmeyen Rumların çoğu<br />

dağlara kaçarak çetelere katılmışlardır. Nurettin Paşa bu iyi niyetli<br />

girişimlerden sonra artık askerî kuvvet kullanmaya mecbur kalındığını<br />

belirtmektedir. 75 Bölgede yapılan genel silah aramasının yanısıra,<br />

Pontus teşkilatının merkezleri olarak bilinen Samsun ve Trabzon<br />

metropolitlikleri ile daha önce de bahsedildiği gibi, Merzifon Amerikan<br />

Koleji’nde aramalar yapılmıştır. Bu aramalarda bulunan Pontus<br />

teşkilatı ile ilgili silah, bayrak, evrak ve ihtilal belgeleri vb. Pontus<br />

faaliyetlerinin boyutlarını ve ciddiyetini bütün çıplaklığı ile ortaya<br />

çıkarmıştır. 76<br />

Bölgedeki Pontus çetelerinin etkisiz hale getirilememesi ve Yunan<br />

ordusunun Samsun bölgesine çıkarılması yolunda geliştirilen<br />

savaş stratejisi karşısında, daha radikal tedbirler alma lüzumu doğmaya<br />

başlamıştır. Bu konuda alınabilecek en radikal çözüm bölgedeki<br />

eli silah tutan Rumların daha güvenli ve emin olan iç kısımlara<br />

nakledilmesi olmasına rağmen, TBMM hükûmeti başlangıçta böyle<br />

bir tedbire karşı çıkmıştır. Nitekim Mayıs 1921’de Yunan ordusunun<br />

Karadeniz sahillerine asker çıkarma ihtimalinin artması üzerine, sahil<br />

kesimlerinde yoğun olarak yaşayan Rumların düşmana dayanak<br />

teşkil etmesini önlemek amacıyla 29 Mayıs 1921 tarihli Dahiliye<br />

Vekaleti’nin sahildeki eli silah tutan Rumların iç bölgelere sevkedilmesi<br />

isteğini, TBMM Hükûmeti 5 Haziran 1921 tarihli toplantısında<br />

uygun görmemiştir. 77 Bunun üzerine tekrar hükûmete başvuran<br />

Dahiliye Vekaleti’nce; Karadeniz’de faaliyete geçen Yunan donan-<br />

73 Çapa, a.g.e. s. 83-84.<br />

74 Pontus Meselesi, s. 387.<br />

75 “Nurettin Paşa Pontusçuları Anlatıyor”, Yakın tarihimiz C. II., s. 226.<br />

76 Geniş bilgi için bkz. Pontus Meselesi, s. 369-385.<br />

77 HTVD, Sayı: 57 (Eylül 196, 6) Vesika: 1304; Özel, a.g.e., s. 235.


356<br />

YUSUF SARINAY<br />

masının Rumların yoğun olarak bulunduğu Samsun, Ordu, Giresun,<br />

Sinop gibi şehirlerimize saldırması halinde, Rumların hem katliâm<br />

yapmalarının, hem de düşmanın işgalini kolaylaştırılmalarının kuvvetle<br />

muhtemel olduğu belirtilmekte ve çare olarak Karadeniz dahilinde<br />

eli silah tutan Rumların 40 kilometre iç kısımlara nakillerinin<br />

Genelkurmay Başkanlığı ve Merkez ordusu kumandanlığınca zaruri<br />

görüldüğü vurgulanmaktadır. Ayrıca, Giresun ve Sinop Mutasarrıflıklarınca<br />

yapılan müracaatlarda da, Yunanlıların şehre saldırmaları<br />

veya topa tutmaları halinde ahalinin bir ferdinin bile kurtulmasına imkan<br />

bulunmadığı, bu sebeple halkın iç kısımlara çekilmesine müsaade<br />

edilmesinin istenildiği belirtilmekte ve bu sebeplerle 05.06.1921<br />

tarihli kararın tekrar gözden geçirilmesi istenilmektedir. 78<br />

Bu sırada Yunan donanmasının Karadeniz’de artan faaliyetleri<br />

ve 9 Haziran’da İnebolu’yu bombalaması, Sakarya Savaşı’nın yaklaşmakta<br />

olduğu bir dönemde bütün kuvvetlerini kaydırmaya başlayan<br />

TBMM hükûmetini iki ateş arasında kalma konusunda ciddi<br />

bir şekilde endişeye sevketmiştir. Gelişen olaylar ve Dahiliye<br />

Vekaleti’nin müracaatı üzerine 12 Haziran 1921 tarihinde toplanan<br />

TBMM hükûmeti, Yunan donanmasının Karadeniz’deki faaliyetleri<br />

sebebiyle, Samsun’a asker çıkarma ihtimalinin kuvvetlendiği kanaatine<br />

vararak, sahildeki 15 yaşından 50 yaşına kadar eli silah tutabilen<br />

Rumların iç kısımlara nakline karar vermiştir. 79 Bu kararın 16 Haziran<br />

1921 tarihinde Merkez Ordusu Kumandanlığına bildirilmesi ile<br />

uygulamaya başlanmıştır. 80 Nitekim Merkez Ordusu’nun ilgililere<br />

19 Haziran 1921 tarihinde yaptığı tebligatta, eli silah tutan Rumların<br />

Ergani-madeni, Malatya, Maraş, Gürün ve Darende’ye sevkedilecekleri,<br />

bunların sevki ve yerleştirilmeleri sırasında kanuna aykırı<br />

istenmeyen hareketleri ve ihmalleri görülen görevlilerin sorumlu tutulacağı,<br />

geride kalan kadınlarının dost ve düşmana karşı namus, can<br />

ve mallarının hükûmetçe güvence altına alındığı ilan olunmuştur. 81<br />

Ayrıca kadın ve çocukların nakledilmeyeceği, sevk olunan erkeklerin<br />

geride kalan taşınır veya taşınmaz mallarına zarar veren, onları<br />

78 Başbakanlık Cumhuriyet: Arşivi (030.18.1.) - 18-95-12<br />

79 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (030.18.1.1)-3.24.12 Karar no: 941.<br />

80 Pontus Meselesi, s. 405.<br />

81 Pontus Meselesi, s. 397.


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 357<br />

yasaklara aykırı bir şekilde satmaya ve bu mallardan faydalanmaya<br />

çalışanların ağır bir şekilde cezalandırılacakları da belirtilmiştir. 82<br />

Eli silah tutan Rumların bu ilk sevki sırasında, hükûmet, güvenliklerinin<br />

sağlanması için her türlü tedbiri almıştı. Buna rağmen,<br />

Nurettin Paşa ilk kafilelerin yol güzergâhındaki Rum köylerine saklanan<br />

bazı çetelerin saldırısına uğradığını belirterek, olaylardan Rum<br />

çetelerinin sorumlu olduğunu vurgulamaktadır. 83 Bu uygulama sırasında<br />

hükûmetin emrine karşı çıkan birçok Rum, aileleri ile birlikte<br />

dağlara çekilerek çetelere katılmışlar, birçok Rum da köylere saklanmıştır.<br />

Diğer taraftan yol güzergâhındaki Rum köylerinden, kafilelere<br />

saldırıların da olması üzerine yol güzergâhında bulunan Rum<br />

köylerinin bazılarının da yerlerinin değiştirilmesi yoluna gidilmiştir.<br />

Nitekim Dahiliye Vekaleti TBMM hükûmetine yaptığı 29 Haziran<br />

1921 tarihli müracaatta Rum nüfusunun yoğun olarak bulunduğu<br />

Samsun’un Nebyan ve Kocadağ taraflarında bir kuvvet çıkarma ihtimaline<br />

karşı çetelerin kuvvetlerimizi arkadan vurmaya hazırlandıkları<br />

belirtilmektedir. Eli silah tutan Rumların, iç kısımlarla bağlantıyı<br />

engelledikleri ve masum Müslüman ahaliyi katliama tabii tuttukları,<br />

özellikle Nebyan civarında 5 Türk köyünü tamamen imha ettikleri<br />

belirtilerek, bu havalideki Rumların Yunanistan ve Pontus teşkilatı<br />

tarafından bir program dahilinde hareket ettirildikleri vurgulanmaktadır.<br />

Sonuçta, Samsun sahil bölgesi, Bafra kazası, Nebyan ve<br />

Kocadağ mıntıkası dahilindeki Rum köylerinin iç kısımlara sevkini<br />

tamim eden Merkez Ordusu Kumandanlığının teklifinin bir karara<br />

bağlanması istenmektedir. 84 Dahiliye Vekaleti, TBMM Hükûmetine<br />

2 Temmuz 1921’de yaptığı müracaatta ise daha önce sevkleri teklif<br />

edilen Rumlarla aynı gaye için çalışan Amasya livasının Ladik ve<br />

Tavşan dağlarında, Tokat’ın Destek Boğazı, Yaylacık ve Haris dağlarında<br />

ve Yozgat’ın Akdağmadeni ovasındaki Pontus teşkilatının<br />

mevcudiyetinin anlaşıldığı belirtilmekte bu sebeple, yeni bir karar<br />

alınarak, daha önce alınan kararın bütün Karadeniz sahiline teşmil<br />

edilmesi ve Şark cephesi, Kastamonu ve Kocaeli Kumandanlıklarına<br />

82 Pontus Meselesi, s. 397-398.<br />

83 “Nurettin Paşa Pontusçuları Anlatıyor”, s. 226; Çapa, a.g.e., s. 83.<br />

84 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (030-18.1.)-3.28.3.-1012-95-15.


358<br />

YUSUF SARINAY<br />

da bu hususta yetki verilmesi istenmektedir. 85<br />

Dahiliye Vekaleti’nin bu müracaatlarını 2 Temmuz 1921 tarihli<br />

toplantısında değerlendiren TBMM hükûmeti, yukarıda sayılan bölgelerdeki<br />

Rumların askerî açıdan lüzum görüldüğü takdirde başka<br />

bölgelere nakledilmesi hususunda ordu kumandanlığının yetkili kılınmasına<br />

karar vermiştir. 86<br />

Uluslararası hukuk açısından savaş halindeki bir devlette, ordunun<br />

arkadan vurulması, casusluğun önlenmesi, katliamların ve isyanın<br />

ortadan kaldırılması ve sahillerin korunması gibi sebeplerle,<br />

askerî açıdan gerekli görülen bazı köyler her türlü güvenlik ve ihtiyaçları<br />

sağlanarak iç bölgelere nakledilmişlerdir. Boşaltılan köyler<br />

tamamen Rum çetelerinin üslendikleri, güvenliğin sağlanamadığı<br />

köylerdir. Topluca boşaltma ve iç kısımlara sevk etme yoluna gidilmemiştir.<br />

Zaten çok geçmeden TBMM Hükûmetinin 2 Temmuz<br />

1921 tarihli kararının uygulanması durdurulmuştur. 87 Nitekim Bafra<br />

civarında Kızılırmak havzasında yaşayan birçok Rum köyü boşaltılmamıştır.<br />

Bu köylerde yaşayan tahminen 10 bin Rum kadın ve<br />

çocuğun da iç kısımlara nakledilmesi için, İstanbul’daki Yunanistan<br />

Komiserliği İngiltere mümessili vasıtasıyla TBMM Hükûmetine müracaatta<br />

bulunulmuştur. Bu müracaat üzerine 23 Kasım 1921 tarihinde<br />

toplanan TBMM Hükûmeti, burada yaşayan Rumların güvenlik<br />

ve istirahatleri hükûmetçe sağlandığından başka bölgelere nakledilmesine<br />

gerek olmadığına karar vermiştir. 88 Yunanistan bu müracaatı<br />

ile savaş ortamı içinde Türk Hükûmetinin tehcir uygulamasını haklı<br />

bulduğunu göstermiştir. Diğer taraftan TBMM Hükûmeti çeşitli bölgelere<br />

sevkedilen Rumlar içinde muhtaç durumda bulunanların her<br />

türlü ihtiyaçlarını karşılamak üzere, TBMM Hükûmeti kararıyla 5<br />

bin lira ayırmıştır. 89 Bu para Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekaleti<br />

tarafından tahsisat talep edilen bölgelere gönderilmiştir. 90 Ayrıca<br />

TBMM’nin 8 Ağustos 1921 tarihli gizli oturumunda Rumların tehciri<br />

ile ilgili konu tartışılırken, Mustafa Kemal Paşa, amaçlarının Rum<br />

85 85 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (030-18.1)-3-28.3.1012-95-15.<br />

86 86 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (030.18.D-3.28.3-1012.<br />

87 87 TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. II, Ankara 1985, s. 282.<br />

88 88 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, (030-18-01)-04-37.14-1203.<br />

89 89 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, (030-18-1-1).4-38-5-1214.<br />

90 90 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, (030-18-1).4-38-5-1214-94-8.


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 359<br />

çetelerinin silahlarını toplamak olduğunu, ancak bu amaca ulaşmak<br />

için öldürme ve vurma gibi yöntemlere karşı olduğunu kesin bir dille<br />

vurgulayarak, bu konudaki hassasiyetini dile getirmiştir. 91 Diğer<br />

taraftan Rum çetelerine karşı Amasya (1000 silah) ve Tokat (500<br />

silah) şehirlerinin silah isteklerini de İcra Vekilleri Heyeti kabul etmemiştir.<br />

92<br />

TBMM Hükûmeti, gerek çatışmalarda gerekse aramalarda yakalanan<br />

Rum çete üyelerini, doğrudan cezalandırma yoluna gitmeyerek,<br />

Pontus isyanını bastırmada hukuka bağlı kalmaya büyük özen<br />

göstermiştir. 93 Bu çete üyeleri dönemin olağanüstü mahkemeleri<br />

olan İstiklal Mahkemelerinde yargılamıştır. Bilindiği gibi Hıyanet-i<br />

Vataniye Kanunu’na dayanarak Eylül 1920’de’ kurulan İstiklal Mahkemelerinin<br />

faaliyetleri 17 Şubat 1921’de durdurulmuştu. Fakat bütün<br />

Anadolu’da olağanüstü şartlar devam etmekte olduğu gibi, Pontusçu<br />

çete faaliyetleri de büyük boyutlara ulaşmış; soygun, firar ve<br />

ayaklanma gibi olaylar giderek artmıştı. İşte bu şartları dikkate alan<br />

TBMM Hükûmeti, 30 Nisan 1921 tarihinde aldığı 822 sayılı karar<br />

ile, faaliyetlerine son verilen Sivas İstiklal Mahkemesinin münhasıran<br />

Pontus suçlularının davası ile ilgilenmek üzere Amasya ve<br />

Samsun havalisinde tekrar faaliyete geçmesine karar vermiştir. 94 Bu<br />

karar üzerine 17 Ağustos 1921’de çalışmalarına başlayan Amasya<br />

İstiklal Mahkemesi95 10 Ekim 1921 tarihine kadar Pontus meselesinden<br />

dolayı 3’ü Müslüman 174’ü Rum olmak üzere toplam 177 kişiye<br />

ölüm cezası vererek idam etmiştir. Aralarında Trabzon Metropoliti<br />

Hrisantos, Giresun Metropoliti Lavrentios ve Konstantinides de bulunan<br />

74 kişi gıyaben idama mahkûm edilmiş, 10 kişi kürek, 2 kişi<br />

de hapis cezasına çarptırılmıştır. 96<br />

Pontus çetelerine karşı alınan askerî ve idari tedbirler ile bazılarının<br />

İstiklal Mahkemelerinde ölüm cezasına çarptırılması üzerine,<br />

Patrikhane Cemiyet-i Akvam’a idamların durdurulması için başvu-<br />

91 TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. II, s. 195.<br />

92 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, (030-18-1)-05-28-11-1835.<br />

93 Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Ankara 1975, s. 172.<br />

94 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, (030-18.1.1)-3-18-10-822.<br />

95 Bu mahkeme devamlı Amasya’da çalıştığı için Amasya İstiklal Mahkemesi<br />

olarak bilinmektedir. Aybars, a.g.e, s. 172.<br />

96 Aybars, a.g.e., s. 173-174.


360<br />

YUSUF SARINAY<br />

rurken, Pontus teşkilatları ve Yunanistan itilaf devletleri temsilcilerine<br />

devamlı olarak protesto, rapor ve şikayetnameler göndererek Pontuslulara<br />

mezalim yapıldığı propagandasının Avrupa ve Amerika’ya<br />

kadar yayılmasını sağlamışlardır. Sonuçta bu propagandaların etkisi<br />

altında kalan İtilaf devletleri temsilcileri de TBMM hükûmeti nezdinde<br />

girişimlerde bulunmuşlardır. 97<br />

TBMM Hükûmeti tarafından İtilaf devletlerine verilen cevaplarda;<br />

İstanbul Patrikhanesi’nin uzun zamandan beri Karadeniz<br />

kıyılarında merkezi Samsun olmak üzere bir Rum devleti kurmak<br />

için çalışan Yunanistan ile birlikle hareket ettiğinin ve birlikte Doğu<br />

Karadeniz bölgesinde birçok gizli dernek kurduklarının belgelerle<br />

sabit olduğu belirtilmekte ve Pontus çetelerinin bölgede yaptıkları<br />

katliamlar ile bu çetelerden ele geçirilen silahlardan bahsedilmektedir.<br />

Sonuçta bütün bu komplo ve olayları önlemek için bazı askerî<br />

ve idari tedbirler alındığı, bu tedbirlerin uygulanması esnasında masum<br />

halka zarar vermemek için hassas davranıldığı vurgulanarak,<br />

sahil halkından olup da silahlandırılmış olanlar ve Rum çetelerine<br />

yataklık eden köyler halkının iç kısımlara gönderildiği, kadınlardan<br />

ise, sadece gizli Pontus cemiyetleri ile ilgisi sabit olanların sevke<br />

tabii tutuldukları, askerî takip sırasında kesinlikle katliam olmadığı,<br />

sadece askere ve güvenlik güçlerine silah çekerek dağlara çıkanların<br />

takip olunduğu belirtilmekte ve bu tür hareketlerde bulunanlar<br />

arasında Müslüman ve Hıristiyan farkı gözetilmeksizin aynı muamelenin<br />

yapıldığı vurgulanmaktadır. 98 Kısaca hiçbir dış baskı ve<br />

müdahaleye aldırmayan TBMM Hükûmeti, Pontus çetelerine karşı<br />

kararlı bir şekilde mücadeleye devam etmiş ve 1923 yılının ilk aylarında<br />

Pontus çetelerinin isyanını tamamen bastırmıştır. Bu olaylar<br />

sırasında Pontus çeteleri tarafından 1817 Türk öldürülmüş, 3.723 ev<br />

yakılmış, 1.800 civarında soygun ve gasp olayı gerçekleştirilmiştir. 99<br />

Buna karşılık bu mücadele sırasında 11.118 Rum çete üyesi öldürülmüştür.<br />

100 Sonuçta Millî Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasına paralel<br />

olarak imzalanan Lozan Barış Anlaşması ile bölgedeki Rumlar<br />

97 Bu müracaatlar ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcileri tarafından yapılmıştır.<br />

Bkz. Pontus Meselesi, s. 411-415.<br />

98 Pontus Meselesi, s. 415-419.<br />

99 Pontus Meselesi, s. X, Yerasimos, a.g.m., s. 68.<br />

100 Türk İstiklal Harbi, C. Vl, s. 150-151.


ATATÜRK VE PONTUS MESELESİ 361<br />

mübadele ile Yunanistan’a göç ettirilmişlerdir. Böylece Yunanistan<br />

ve Patrikhane tarafından sahnelenen Pontus meselesi bazı trajik sahnelerle<br />

birlikte tarihe malolurken, Yunanistan’ın Megali İdea hayallerine<br />

kapılarak içinde yaşadıkları devlete isyan eden bölge Rumlarının<br />

bir kısmı Yunan hayallerinin kurbanı olmuşlardır.<br />

SONUÇ<br />

Pontus meselesi Lozan Antlaşması ile beraber tarihe malolmasına<br />

rağmen, Yunanistan tarafından suni olarak tekrar yaratılmaya çalışılmaktadır.<br />

Bu çerçevede Yunanistan da sözde “Pontus Soykırımı”<br />

iddiaları 1985 <strong>yılında</strong>n itibaren giderek artmıştır.<br />

Yunanistan yurt içi ve yurt dışında 176 adet Pontus derneği<br />

kurdurmuştur. Bu derneklerin koordineli bir şekilde çalışmalarını<br />

sağlamak amacıyla federasyon oluşturdukları dikkati çekmektedir.<br />

Yunanistan’da bu dernek ve federasyonlar vasıtasıyla periyodik olarak<br />

ülke içinde ve dışında uluslararası “Pontus Helenizmi Kongreleri”<br />

düzenlenmektedir. Bu kongrelere Türklerin 350 bin Pontusluya<br />

soykırım uyguladığı iddia edilmektedir. Bu iddialarda soykırımın iki<br />

aşamada gerçekleştirildiği belirtilmektedir. Bu iddialara göre soykırımın<br />

birincisi 1916-1918 yılları arasında, yani I. Dünya Savaşı sırasında,<br />

ikincisi ise Mustafa Kemal Paşa’nın liderliği döneminde, yani<br />

1919-1923 yılları arasındadır. Bu dönemlerde Türkiye’de yaşayan<br />

700 bin Pontuslu’dan 350 bininin katliam ve sürgün metodlarıyla<br />

yok edildikleri iddia edilmekte ve sadece 180 bininin Yunanistan’a<br />

dönebildiği belirtilmektedir. 101 Özellikle, Ermenilere uygulandığı iddia<br />

edilen “soykırım” ile paralellikler kurularak Türkiye’nin soykırımı<br />

tanıması ve tazminat ödemesi talep edilmekte ve Türkiye’nin<br />

Pontus soykırımını tanımadığı sürece AB’ne kabul edilmemesi için<br />

Yunanistan içinde ve Avrupa ülkeleri nezdinde propaganda yapılmaktadır.<br />

Ayrıca konu ile ilgili olarak Yunanistan içinde Avrupa Parlamentosu<br />

merkezinde, İngiltere, Almanya ve Moskova’da çeşitli<br />

sergiler düzenlemektedirler.<br />

Halbuki Mütareke döneminde Doğu Karadeniz bölgesin-<br />

101 Mihalis Haralambidis, Kostas Fotiadis, Pontuslular, Selanik, 1987, s. 20-38;<br />

“Pontus Elenizmi Anıldı”, Kathimerini, 17 Mayıs 1994.


362<br />

YUSUF SARINAY<br />

de toplam 250 bin - 260 bin civarında Rum yaşamaktaydı. Justin<br />

McCarthy’e göre de bu rakam 260.313’dür. 102 Dolayısı ile 350 bin<br />

Rum’un yaşamadığı bir bölgede, 350 bin kişinin soykırıma uğradığını<br />

iddia etmek hayal mahsûlünden başka birşey değildir. Kaldı ki<br />

mübadele ile Yunanistan’a ulaşan bölge Rumlarının sayısının 180<br />

bin olduğu bizzat Yunanlılar tarafından da doğrulanmaktadır. Bu rakama<br />

Yunanistan dışında ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelere<br />

göç edenleri de ekleyecek olursak toplam sayı 210 bin civarına<br />

ulaşmaktadır. 103 Yaklaşık 250-260 bin insandan 210 bini Yunanistan<br />

ve diğer ülkelere göç ettiğine göre kaç kişinin öldüğü veya kaybolduğu<br />

kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Yerasimos, Yunan<br />

kaynaklarına dayanarak Trabzon, Sivas ve Kastamonu vilayetlerinde<br />

yaklaşık 450 bin kişinin yaşadığını belirtmekte ve bunlardan<br />

86 bin kadarının I. Dünya Savaşı sırasında Rusya’ya göç ettiğini ve<br />

322.500 kişinin de nüfus mübadelesi sırasında Yunanistan’a ulaştığını<br />

vurgulamaktadır. 104 Yerasimos’un oldukça yüksek gösterdiği<br />

rakama Yunanistan dışındaki ülkelere de göç edenleri ilave edersek<br />

350 bin kişinin öldürüldüğü iddiasının nereden kaynaklandığını anlamak<br />

güçleşmektedir.<br />

Bütün bu tarihi ve ilmi gerçeklere rağmen, Türkiye ile gerginlik<br />

ve sürtüşmeyi millî politikası haline getiren Yunanistan, 19 Mayıs gününü<br />

sözde “Pontus Soykırımını Anma Günü” olarak kabul eden bir<br />

yasa çıkarmıştır. 24 Şubat 1994 tarihinde Yunan Parlamentosu’nda<br />

oybirliği ile kabul edilen bu yasa 7 Mart 1994 tarihinde Yunanistan<br />

Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Kıbrıs<br />

Rum Yönetimi Temsilciler Meclisi de aynı yönde bir karar almıştır.<br />

Yunanistan bu genel politikası çerçevesinde, tarihi gerçekleri<br />

gözardı ederek, Ermeni sorununun yanısıra yeni bir argüman olarak<br />

Pontus soykırımı iddialarını da Türkiye’ye karşı kullanmaya çalışmaktadır.<br />

102 Justin McCarthy, Muslims and Minorites The Population of Ottoman Anatolia<br />

and The End of the Empire, New York 1983; McCarthy mübadele İle<br />

bölgeden Yunanistan’a giden Rumların sayısını 182.192 olarak vermekte ve<br />

1928 nüfus sayımında belirtildiklerini söylemektedir, s. 131.<br />

103 Hamit Pehlivanlı “Tarihi Perspektifi İçinde Pontus Olayı: Yakın Tarihimize ve<br />

Günümüze Etkileri”, I. Giresun Sempozyumu 18-19 Haziran 1994, (Yayınlanmamış<br />

Bildiri)<br />

104 Yerasimos, a.g.m., s. 68.


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN<br />

İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE ORDU-MİLLET<br />

DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

Dr. Zekeriya TÜRKMEN *<br />

Giriş<br />

Büyük önderler köklü bir geçmişe sahip olan milletlerin bağrından<br />

çıkarlar. Tarihe yön veren dâhî önderlerin, diğer insanlardan<br />

ayırt edilen üstün özellikleri vardır. Bir kişinin yükselmesinde<br />

yalnızca bu üstün özelliklerin bulunması yeterli olmadığından, bu<br />

özelliklerin kişisel amaçlar için değil, insanlığın gelişmesi uğrunda<br />

kullanılması önemlidir. Bir askerî deha olarak <strong>Atatürk</strong>, hiçbir zaman<br />

savaşı araç olarak görmemiştir. Onun, düşünce ve davranışlarının temelinde,<br />

insanların daha iyi şartlara kavuşarak barış içinde yaşaması<br />

ideali vardır.<br />

O, eşsiz önderliği ile tarih sayfalarından silinmeye mahkûm<br />

edilmek istenen Türk milletini, askerî ve siyasi dehasıyla, acımasız<br />

bir istilanın pençesinden çekip kurtarmış; eşsiz sağduyu ve öngörü<br />

ile, insan onuruna en yakışan yönetim olan Cumhuriyet idaresini<br />

kurmuştur. ileri görüşlülüğü tartışılmaz olan <strong>Atatürk</strong>’ün bu kişisel<br />

özelliği, aynı zamanda onun şaşırtıcı bir sezgi gücü ile de desteklenmektedir.<br />

Geniş bir tarih bilgisine ve tarih bilincine sahip olan<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün dikkati çekecek ve üzerinde önemle durulacak belirgin<br />

bir özelliği, geleceğe yönelik öngörüleridir.<br />

Türk milletinin bağrından çıkan Türk ordusunun, ebedi başko-<br />

* Gnkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı, TSK <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> ve Eğitim Merkezi.


364<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

mutanı <strong>Atatürk</strong>, askerî dehası ile öne çıktığı Çanakkale’de kazandığı<br />

başarılarla kendini kabul ettirmiştir. O, Mütareke’den Türk İstiklal<br />

Savaşına uzanan süreçte, Türk milletinin yoktan var ederek kurduğu<br />

ve “millî ordu” adını verdiği kahraman ordusuyla, “misâk-ı millî”<br />

sınırları içinde “millî devleti”ni kurdu. Millî devletin kuruluş sürecinde,<br />

büyük önderin yol göstericiliğinde ordu-millet anlayışıyla bütün<br />

zorluklar aşıldı. <strong>Atatürk</strong>, askerî stratejide top yekûn harp uygulaması<br />

olarak adlandırılan savaş stratejisini, Türk İstiklal Harbindeki<br />

uygulamalarıyla gerçekleştirmiştir.<br />

A. BİR ASKERî DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ<br />

GÖRÜŞLÜLÜĞÜ<br />

Önder, herkesin hareketsizlik içinde, ne yapacağını bilmediği<br />

anda en uygun zamanda, en akılcı ve gerçekçi çareyi bularak süratle<br />

hareket eden insandır. 1 Önderlik, bir çok bilim alanının konusuna<br />

girmekle birlikte, akıl, zeka, cesaret, ikna yeteneği, kitleleri harekete<br />

geçirme enerjisi, hırs, sevgi, duyarlılık, dürüstlük, kararlılık, irade,<br />

dayanıklılık, etkili dış görünüş, tevazu, dikkat, kavrayış konusunda<br />

olgunluğu gerektiren karizmatik bir kişiliktir. Önderin ortaya çıkmasında<br />

yetenek ve maharetlerinin yanı sıra aldığı eğitim, meşruiyete<br />

verdiği önem, teşkilatçılık konusundaki başarısı, fikir ve düşünceleriyle<br />

çalışma disiplini de etkilidir. 2 Bir askerî deha olarak <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

yetişmesinde dört etkenin önemli rolü vardır. Bunlar, yetiştiği kültür<br />

çevresi ve yetiştiği dönemdeki siyasi-askerî ortam; gördüğü eğitim,<br />

katıldığı muharebeler ve muharebelerde elde ettiği deney birikimi;<br />

kişisel özelliklerinin askerliğe ve olaylara uyumluluğu. 3 Nusret<br />

Baycan’a göre deha, sağlam bir vücut ortamında, büyük bir yoğunlaştırıcı<br />

güç ile çalışan, belirli bir hedefe doğru sarsılmaz bir cesaretle<br />

ilerleyen, birleştirici bir beyin yeteneğidir. 4<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün önderlik özelliklerinden en belirgin olanı askerî yö-<br />

1 Bekir Tünay, “<strong>Atatürk</strong> ve Liderlik”, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Dergisi,<br />

c.1, sayı: 2, Mart 1985, s. 560.<br />

2 Suat İlhan, “<strong>Atatürk</strong> ve Önderlik”, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong><br />

Merkezi Bşk.lığı Yay., Ankara 1992, s. 1111-1115.<br />

3 Suat İlhan, “ <strong>Atatürk</strong> ve Askerlik”, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, s. 945.<br />

4 Nusret Baycan, <strong>Atatürk</strong> ve Askerlik Sanatı, Gnkur.ATASE Bşk.lığı Yay.,<br />

Ankara 1985, s. 58.


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE<br />

ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

nüdür. Bir yabancı araştırmacı onun askerî dehasını incelerken beş<br />

temel nitelikten bahseder. Bunlar; kişisel cesaret; başkalarının hareketini<br />

seziş yeteneği; sabır, yani kendi hareketlerinin en etkili olabileceği<br />

zamanı kavrayış, kendi amacını saklı tutarak, başka yönlerde<br />

inandırıcı biçimde “yanıltma, aldatma” hareketleri yapabilme yeteneği;<br />

hasım kuvvetlerin nispi gücünü, objektif bir görüşle ve doğru<br />

olarak değerlendirebilme yeteneği yani “gerçekçilik”. Kısacası bir<br />

askerî deha olarak <strong>Atatürk</strong>, güçlü, inançlı, kesin kararlı bir kişiliğe<br />

sahiptir. 5<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yetiştiği ortama bakıldığında, Osmanlı Devleti’nin<br />

sınır kesimini oluşturan bir yerde doğmuş; yurdunu ve ocağını kaybetme<br />

tehdidi altında bulunan bir bölgede eğitimini tamamlamıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, askerlik mesleğine yönelik olarak sistemli ve kesintisiz bir<br />

eğitim görmüştür. Yetiştiği kültür çevresi imparatorluğun en hareketli<br />

bölgelerinden birini oluşturuyordu. Anadolu’dan Balkanlara göç<br />

etmiş Türklerin, o coğrafyada gerçekleştirdikleri kültürün yanında<br />

sınırlı da olsa Batı kültürü <strong>Atatürk</strong>’ün yetiştiği dönemde etkisini<br />

göstermekte idi. <strong>Atatürk</strong>’ün Selanik Askerî Rüştiyesi’nde başlayıp<br />

Manastır Askerî İdadisi ve ardından İstanbul’da Harbiye Mektebi ve<br />

Erkan-ı Harbiye Mektebinde devam eden eğitim hayatında dönemin<br />

en seçkin eğiticilerinden dersler almıştır. Özellikle onun yetişmesinde,<br />

kişiliğinin şekillenmesinde önderlik yeteneğinin pekişmesinde<br />

askerî okullardaki öğretmenlerinin etkisi hiçbir zaman inkâr edilemez.<br />

6<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yetiştiği kültür çevresi, siyasi ortam ve gördüğü eğitimin<br />

yanı sıra, onun askerî yönünün oluşmasında bir diğer önemli<br />

etken ise, katıldığı muharebelerin sonunda kazandığı deney ve birikimdir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, askerî harekatın bütün çeşitlerini bizzat muharebe<br />

alanlarında yaşayarak tecrübe etmiştir. <strong>Atatürk</strong>’ün Gnkur. ATASE<br />

ve Dent. Bşk.lığı tarafından yayımlanan not defterlerinden özellikle<br />

Harbiye Mektebi ve Erkân-ı Harbiye Mektebinde iken yazdıklarında<br />

5 Nusret Baycan, Aynı eser, s. 60. (Bu özellikler, ABD.li profesör Richard D.<br />

Robinson’un çalışmasından alıntıdır.)<br />

6 <strong>Atatürk</strong>’ü yetiştiren öğretmenleri hakkında bilgi için bk., Cemil Sönmez,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Yetişmesi ve Öğretmenleri, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Bşk.lığı<br />

Yay., Ankara 2005.<br />

365


366<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

uluslararası ilişkiler ve o dönem dünyasındaki askerî gelişmelerle ilgili<br />

bilgileri ve yorumları da yer almaktadır. 7 O Harp Akademisinde<br />

öğrenci iken, Osmanlı Devleti’nin kendi iç sorunları yanında, uluslararası<br />

alanda meydana gelen gelişmeleri de yakından takip etti.<br />

Harp Akademisine ait özel not defterlerinde Rus-Japon Savaşı’na<br />

dair bilgileri, Balkanlarda millîyetçilik hareketlerinden kaynaklanan<br />

sorunları, dünyadaki silahlanma yarışına dair gelişmeleri kısa notlar<br />

halinde kaydettiği görülür. Özellikle askerliğe dair yazdıkları o dönemin<br />

askerlik anlayışını gözler önüne seren bilgileri içermektedir.<br />

Bu yazılanlara bakıldığında, Mustafa Kemal’in daha genç subaylık<br />

yıllarından itibaren hem ülke içi, hem de ülke dışı konularla yakından<br />

ilgilendiği görülür. Özellikle genç subaylık yıllarında çeviri ve telif<br />

olarak yayımladığı eserler askerlik konusunu ilgilendiriyordu. O,<br />

“Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” 8 , “Takımın Muharebe Talimi” 9 ,<br />

”Bölüğün Muharebe Talimi” 10 , “Tabiye Tatbikat Seyahati” 11 , “Cumalı<br />

Ordugâhı” 12 , “Tabiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Tahririne<br />

Dair Nesayih” 13 adlı eserleri yayımlayarak dönemin askerî yayınlarına<br />

önemli katkılarda bulundu.<br />

1905 <strong>yılında</strong> Harp Akademisinden mezun olduktan sonra Şam’a<br />

tayin edilen Mustafa Kemal, oradaki kurmaylık stajı esnasında kurduğu<br />

“Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” ile ülkenin kötü kaderini değiştirmeye<br />

and içerek hareket geçmiştir. Bu görevi esnasında zaman<br />

zaman izinli olarak Selanik’e gelir ve 1907 <strong>yılında</strong> cemiyetin bir şubesini<br />

Selanik’te açar. Selanik’te cemiyetle ilgili toplantıları Askerî<br />

7 Bilgi için bk., Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, <strong>Atatürk</strong>’ün Not Defterleri, (Yay. Hz.,<br />

Zekeriya Türkmen, vd.leri), c. I-V, Ankara 2005.<br />

8 Söz konusu eser, Gnkur. ATASE Bşk.lığınca yayımlanmıştır. Bk., Mustafa<br />

Kemal, Subay ve Komutan ile Konuşmalar, Ankara 1995.<br />

9 Bu eser Gnkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayımlanmıştır. Mustafa Kemal,<br />

Takımın Muharebe Eğitimi, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yay., Ankara 1995.<br />

10 Adı geçen eser, Gnkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayımlanmıştır. Bk., Mustafa<br />

Kemal, Bölüğün Muharebe Eğitimi, Ankara 1995.<br />

11 Söz konusu eser, Gnkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayımlanmıştır. Bk.,<br />

Mustafa Kemal, Taktik Tatbikat Gezisi, Ankara 1995.<br />

12 Adı geçen eser, Gnkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayımlanmıştır. Bk., Mustafa<br />

Kemal, Cumalı Ordugâhı, Ankara 1995.<br />

13 Bu eser şu ad altında yayımlanmıştır. Mustafa Kemal, Taktik Meselesinin<br />

Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler, Gnkur. ATASE Bşk.lığı<br />

Yay., Ankara 1995.


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE<br />

ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

Rüştiyeden hocası Hakkı Baha (Pars) Bey’in evinde yaparlar. Bir<br />

defasında da “asıl mesele, yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan<br />

bir Türk devleti çıkarmaktır” 14 diyerek Hasta Adam olarak telakki<br />

edilen Osmanlı Devleti ile ilgili ilk teşhisini koymuştur. 15 Mustafa<br />

Kemal bu toplantılarda askerî okuldan arkadaşlarını da yönlendirmeye<br />

çalışmıştır. 16<br />

Mustafa Kemal’in 1907 <strong>yılında</strong>, Selanik’te iken Bulgar asıllı<br />

Türkologlardan İvan Melikof’a söyledikleri ise son derece dikkat<br />

çekicidir. Henüz II. Meşrutiyetin ilanından bir yıl önce söylenen bu<br />

sözler, onun daha genç subaylık döneminde büyük düşündüğünün<br />

göstergesidir. Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, Melikof’a şunları<br />

söyler: “Gün gelecek, şimdi hepinizin hayal sandığı reformları<br />

ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet, bana inanacaktır.<br />

Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Şarktan<br />

benliğimizi sıyırarak Batı Medeniyetine aktarmalıyız. Kadın ve<br />

erkek üzerindeki farklar silinerek yeni bir sosyal düzen kurmalıyız.<br />

Garp Medeniyetine girmemizi kolaylaştıran Latin kökünden bir alfabe<br />

seçmeli, kılık ve kıyafetle de Batılılara benzemeliyiz. Emin olu-<br />

14 F.Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1969, s. 47.<br />

15 Bekir Tünay, “<strong>Atatürk</strong> ve Liderlik”, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong><br />

Merkezi Bşk.lığı Yay., Ankara 1992, s. 1176-1177.<br />

16 Mustafa Kemal, köhneleşmiş olan Osmanlı idaresini yıkıp vatanı kurtarmak,<br />

yeni bir idare sistemini hayata geçirmek için arkadaşlarını göreve davet eder.<br />

Manastır Askerî İdadisi’nden sınıf arkadaşı Ömer Naci Bey ona şu karşılığı<br />

verir: “Mustafa Kemal arkandayız, seni takip edeceğiz. ölümler, cellatlar,<br />

işkenceler bile bizi azmimizden çeviremeyecektir. hürriyet verilmez,<br />

ancak alınır.” Bu toplantıda tekrar sözü alan Mustafa Kemal, “biz kuracağımız<br />

teşkilat ile bir gün mutlaka ve mutlaka başarılı olacağız. Vatan<br />

ve milleti kurtaracağız.” demişti. Nitekim Mustafa Kemal, yıllar önce söylediği<br />

bu sözleri yürekten söylemiş olmalı ki, yıllar sonra Türk vatanını ve<br />

Türk milletini her türlü sömürge ve işgalden o kurtarmıştır. Bk., Esin Dayı,<br />

“Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’te Cumhuriyet Fikri ve Gerçekleştirilme Safhaları”,<br />

<strong>Atatürk</strong> Ünv. İnk Tar. Enst. <strong>Atatürk</strong> Dergisi, Sy: III/1, Erzurum 2000, s. 13-<br />

14. Nusret Baycan, Aynı eser, s. 60. Ömer Naci Bey ile <strong>Atatürk</strong> arasındaki<br />

dostluk daha sonraki yıllarda da devam edecektir. Ömer Naci Bey, 1916’da<br />

Irak Cephesindeki harekatta iken hastalanıp genç yaşta hayatını kaybetmiştir.<br />

Çok sevdiği bir arkadaşını kaybeden Mustafa Kemal Paşa, 1916 <strong>yılında</strong> Doğu<br />

Cephesinde görev yaparken hatıralarının son sayfasına Ziya Gökalp’in “Ömer<br />

Naci” şiirini de el yazısıyla yazmıştır. Bk., Şükrü Tezer, <strong>Atatürk</strong>’ün Hatıra<br />

Defteri, Ankara 1972, s. 210-211.<br />

367


368<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

nuz ki, bir gün hedeflere ulaşacağız.” 17<br />

Nitekim o, bu fikirlerini söyledikten tam 12 yıl sonra Büyük<br />

Nutku’nda da belirttiği gibi bunları safha safha uygulamaya koyacaktı.<br />

Mustafa Kemal Paşa, Birinci Dünya Savaşı sonunda cumhuriyetçi<br />

fikirleri ile tanınan bir kişi idi. Hatta Samsun’a çıkmadan önce<br />

dönemin sadrazamı Damat Ferit, “Mustafa Kemal cumhuriyetçidir”<br />

diyerek ordu müfettişi olarak görevlendirilmesine karşı çıkmıştır.<br />

Ancak, “mevcut kumandanların en liyakatlisi olduğundan, Çanakkale’deki<br />

başarıları bilindiğinden, müfettişlik görevini layıkıyla yapabileceği”<br />

belirtilerek Osmanlı Genelkurmayı tarafından müfettiş<br />

olarak görevlendirilmesi yolundaki çalışmalar aksatılmadan yürütülmüştür.<br />

18 <strong>Atatürk</strong>’ün çok uzun yıllar yaverliğini yapmış olan Cevat<br />

Abbas Gürer de onun kararlılığı hakkında şunları söylemektedir:<br />

“Hadiselerin müspet ve menfi hareketlerine her zaman nüfuz eden<br />

koca dahi; her işinde hâkim olarak karar verir ve tedbir alırdı. Yirmi<br />

dört yıllık yakınlığımızda bu fıtratın en büyük kabiliyet ve enerji sahibi<br />

<strong>Atatürk</strong>’ü; hep aynı kuvvet ve kudrette gördüm.” 19<br />

Bir askerî deha olarak <strong>Atatürk</strong>, “Ben askerliğin her şeyden çok<br />

sanatkârlığını severim” der. Komutanlık, bir askerî sevk ve idare sanatıdır.<br />

Komutan; bilgisiyle, ileri görüşlülüğüyle, cesaretiyle, iradesiyle,<br />

adaletiyle, tutum ve davranışlarıyla birliğine sahip çıkan; onları<br />

en zor anlarda dahi peşinden sürükleyerek bu sanatını icra eden<br />

kişidir. Büyük Önder’in ifadesiyle komutan; “komuta ettiği birliğin,<br />

barışta ve savaşta hem eğiticisi, hem yöneticisi, hem de gözeticisidir.<br />

Komutan birliğin beyni ve itici gücüdür.” Kurtuluş Savaşına<br />

yön veren lider kadro düşünce yapıları ve uygulamaları bakımından<br />

incelenirse, <strong>Atatürk</strong> pek çok açıdan diğerlerinden ayırt edilir. 20<br />

17 Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle <strong>Atatürk</strong>, İstanbul 1986, s. 22.<br />

18 Gotthard Jaeschke, Sadrazam Damat Ferid’in, Mustafa Kemal Paşa’yı dönemin<br />

padişahı Vahdettin’e cumhuriyetçi olduğunu söyleyip şikayette bulunduğunu<br />

belirtir. Vahdettin ise mevcut komutanların içinde liyakatli biri olduğunu<br />

ve Mustafa Kemal’i yakından tanıdığını belirtmiştir. Bk., “Türkiye Cumhuriyetinin<br />

Kurucusu <strong>Atatürk</strong>”, Türk Tarih Kongresi Bildiriler, Ankara 1967, s.<br />

556; Hamza Eroğlu, <strong>Atatürk</strong> ve Cumhuriyet, Ankara 1998, s. 30.<br />

19 Cevat Abbas Gürer, Ebedi Şef Kurtarıcı <strong>Atatürk</strong>’ün Zengin Tarihinden<br />

Birkaç Yaprak, İstanbul 1939, s. 12.<br />

20 Kurtuluş Savaşı’nda görev almış tümen ve daha üst kademe birlik komutanlığı<br />

yapmış 90 askerî şahsiyet incelendiğinde, bunlardan 7 kişi <strong>Atatürk</strong>’le ayni<br />

kıdemde, 29’u <strong>Atatürk</strong>’ten kıdemsiz, 54’ü ise kıdemlidir. Bu rakamlar dikkate<br />

alındığında komutanların % 60’ının <strong>Atatürk</strong>’ten kıdemli olduğu ortaya çıkar.


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE 369<br />

ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bir askerî deha olarak özellikle, Suriye’de ve<br />

Arnavutluk’ta eşkıya takibi sırasında gösterdiği gayretleri, 31 Mart<br />

Olayı sırasında büyük bir ordunun Selanik’ten İstanbul’a sevki esnasında<br />

bir kurmay subay olarak uygulamaları, başkente ve yönetime<br />

karşı ültimatom tarzında bizzat kendisinin kaleme aldığı beyannamelerdeki<br />

kararlı tutumu21 , Trablusgarp Savaşı’nda kıyı savunması,<br />

çölde muharebe ve dağınık Arap kabilelerini bir arada toplayıp<br />

İtalyanlara karşı örgütlemedeki gayretleri, İkinci Balkan Savaşı’nda<br />

Bolayır çıkarması ve ileri harekatındaki rolü ilk kurmaylık dönemi<br />

askerî başarıları arasında yer alır. Sofya’da askerî ataşe iken devlet<br />

merkezine gönderdiği siyasi ve askerî içerikli raporlar ise, genç bir<br />

kurmay subay olarak Mustafa Kemal’in uluslararası ilişkiler konusundaki<br />

duyarlılığını ve devlet merkezini bu konuda nasıl uyardığını<br />

göstermekte idi. 22 Çanakkale muharebelerinde gösterdiği kararlı<br />

tutumu ve inisiyatifi ise onun dünyaca tanınan bir askerî deha<br />

olduğunun göstergesidir. Nitekim, 19 ncu Tümen Komutanı iken,<br />

Çanakkale’de düşmanın amacını ve asıl çıkarma bölgelerini, harekatın<br />

başlamasından önce tam bir doğrulukla değerlendirmesi, gerekli<br />

düzen ve önlemleri önermesine karşılık, üst komutanlıkça (Liman<br />

von Sanders) dikkate alınmaması, harbin uzamasına ve çok sayıda<br />

insan kaybına23 ; ayrıca Harp Tarihinde Makedonya Cephesi diye bir<br />

cephenin açılmasına neden olmuştur. Bitlis ve Muş’un dağlık bölgesinde<br />

kışın soğuk iklimi altında gösterdiği metanet, dayanıklılık<br />

ve başarı, Suriye-Filistin cephesindeki kızgın çöllerde de devam etmiştir.<br />

Kurtuluş Savaşı’na uzanan süreçte Mustafa Kemal’in askerî<br />

dehası, soğuk iklimlerde, kızgın çöllerde Filistin’den Balkanlara,<br />

Çanakkale’den Bitlis-Muş’a uzanan coğrafyada kazanılan tecrübe-<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün kurmaylık ve üstün başarı kıdemleri ile bunların bir kısmını geçse<br />

dahi ortada bir gerçek vardır: O da, herkes tarafından tartışmasız olarak üstün<br />

bir askerî önder olarak kabul edilmiş olmasıdır. Bu konuda bilgi için bk.,<br />

Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yay., Türk İstiklal Harbine Katılan Tümen ve Daha<br />

Üst Düzey Komutanların Biyografileri, Ankara 1989.<br />

21 Mustafa Kemal’in Hareket Ordusundaki faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi<br />

için bk., Zekeriya Türkmen, Hareket Ordusu ve Kurmay Yüzbaşı Mustafa<br />

Kemal, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yay., Ankara 1999.<br />

22 Ayrıntılı bilgi için bk., Ahmet Tetik, “Sofya Askerî Ataşesi Mustafa Kemal’in<br />

Askerî ve Siyasi Değerlendirmeleri”, Doğumunun <strong>125.</strong> Yılında Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 15-18 Mayıs 2006,<br />

Ankara 2006.<br />

23 Nusret Baycan, Aynı eser, s. 61.


370<br />

lerle gelişmiştir.<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

Özellikle, genç subaylık yıllarında Suriye’de ve Balkanlar’da<br />

uyguladığı gayr-ı nizami harp taktikleri ile bölge halkını yakından<br />

tanıma fırsatı bulmuştur. Onun bu muharebelerdeki uygulamaları,<br />

Kuva-yı Millîye dönemi Yunanlılara karşı yürütülecek askerî harekata<br />

yön verecek dersleri çıkarmasını sağlamıştır. <strong>Atatürk</strong>’ün Kurtuluş<br />

Savaşı başlangıcında uyguladığı oyalama taktik ve muharebeleri<br />

Sakarya Savaşı’na kadar sürmüştür. Sakarya Savaşı’ndaki savunma<br />

daha sonra yerini stratejik taarruza terk etmiş ve 26 Ağustos 1922’de<br />

başlayan Büyük Taarruz Takip harekatı ile başarıya ulaşılmıştır. Burada<br />

önderin zamanlama konusunda, halkın hazır bulunuşluk düzeyinin<br />

olgunlaştırılması konusundaki dehası son derece önemlidir.<br />

Aslında <strong>Atatürk</strong> ile önderlik arasında ilişkiyi kurmaya çalışanların<br />

göz ardı ettikleri konu, zamanlama meselesidir. O halde önder, yalnız<br />

süratle hareket eden değil; yeri geldiğinde sabırlı davranan ve<br />

sonunda akıllıca hareket eden insandır. 24<br />

Katıldığı muharebelerde gösterdiği yararlıklarla bir askerî deha<br />

olarak komutanlık niteliklerini geliştiren <strong>Atatürk</strong>, ileri görüşlü, inisiyatif<br />

ve sorumluluk sahibi, cesaretli, disiplinli, otoriter ve barıştan<br />

yana bir önderdir. O daha genç subaylık yıllarından itibaren ordunun<br />

politikadan ayrı tutulmasını savunmuş ve bu fikrindeki kararlılığını<br />

üyesi olduğu İttihat ve Terakki Cemiyetinin 1910 <strong>yılında</strong>ki<br />

kongresinde de dile getirmiştir. Bu ısrar ve tekliflerinin İttihat ve<br />

Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinde rahatsızlık yaratması dahi onu<br />

caydırmamıştır. Çünkü siyasetin ordunun disiplin, dayanışma ve<br />

askerî niteliğini olumsuz etkilediğini, askerî okulların eğitim düzeyini<br />

düşürdüğünü bizzat yaşayarak görmüştür. 25 Nitekim Balkan Harbi<br />

bozgununda yaşanan olumsuzluklar onun bu görüşündeki haklılığını<br />

gözler önüne seren örneklerle doludur.<br />

Çanakkale Savaşı’nda aslında ihtiyat birlik komutanı iken düşmanın<br />

ilerleyişi karşısında gösterdiği kararlılık ve ileri görüşlülük,<br />

Gelibolu yarımadasının hâkim noktası olan Kocaçimen Tepe’nin<br />

24 Ergun Özbudun, “Siyasi Lider Olarak <strong>Atatürk</strong>”, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, <strong>Atatürk</strong><br />

<strong>Araştırma</strong> Merkezi Yayını, s. 1127.<br />

25 Behiç Erkin, <strong>Atatürk</strong>’ün Selanik’teki Askerlik Hayatına Ait Hatıralar,<br />

Ankara 1956, s. 600-601.


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE<br />

ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

düşman eline geçmesine engel olmuştur. Eğer Mustafa Kemal’in ileri<br />

görüşlülüğü olmasaydı, düşman hâkim noktayı ele geçirerek Türk<br />

ordusunun maneviyatını kıracak ve bir süre sonra da boğazı aşıp<br />

geçebilecekti. Nitekim Mustafa Kemal, burada inisiyatifi ele alıp<br />

mermisi bittiğinden dolayı geri çekilen Türk askerîne, “size ben taarruzu<br />

değil, ölmeyi emrediyorum” şeklindeki süngü hücumu emrini<br />

vererek, zafere uzanan yolu açmış ve daha sonra haklı olarak ifade<br />

ettiği gibi, “işte zaferi kazandığımız an, bu an” olmuştur.<br />

Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa’nın Filistin Cephesinde<br />

7’nci Ordu Komutanı iken 20 Eylül 1917 tarihinde Başkomutanlık<br />

makamına sunduğu uzunca raporda, Suriye ve Irak Cephesindeki<br />

askerî durum, düşmanın niyeti, Türk kuvvetlerinin genel<br />

durumu ve kuvvetlerin kullanılması ile ilgili değerlendirmeler yer<br />

alıyordu. Mustafa Kemal bu değerlendirmelerinde son derece haklıydı.<br />

Çünkü, Almanların sevk ve idaresindeki bir ordunun başarı kazanmasının<br />

son derece zorluğu ortadaydı. Müttefikimiz olan Almanların,<br />

Arapları Türkler aleyhine kışkırtmalarını, Almanların bütün<br />

Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi kendi müstemlekeleri haline getirmek<br />

istemeleri yönündeki düşüncelerini bu raporunda anlatmıştır. 26 Mustafa<br />

Kemal Paşa, bu yazısında ayrıca cephe komutanlığının kendisine<br />

verilmesini de teklif edecekti. Şayet Almanlara olan bu güvenin<br />

devam etmesi durumunda mukadder yenilginin yakın olacağını da<br />

ifade edecektir.<br />

B. AtAtürk’ÜN ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA<br />

VERDİĞİ ÖNEM<br />

1. Ordu-Millet Dayanışması ve Kurtuluş Savaşı’na Uzanan<br />

Süreçte Önderin Dehası<br />

Türkler, Birinci Dünya Savaşı’na yorgun, bitkin, ekonomik ve<br />

malî yönden sıkıntı ve bunalımlar içerisinde, mânevî bakımdan ise<br />

yıpranmış, takatsiz ve huzursuz bir vaziyette girmişti. Bu büyük savaş,<br />

Türklerin ordu-millet dayanışması içinde hareketlerini anlatan<br />

hikayelerle doludur. Savaşın ilk yıllarında Türkler, bütün yük ve<br />

26 Gnkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı Arşivi, <strong>Atatürk</strong> Özel Arşivi; Kls: 33, Ds:<br />

12-16A, F: 19-38:48. Ayrıca belgenin fotokopisi ve çevirisi için bk., Nusret<br />

Baycan, Aynı eser, s. 123-141.<br />

371


372<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

külfetleri memnuniyetle taşıdıkları gibi, mal mülklerini Türk ordusu<br />

için harcadılar ve canlarından çok sevdiği genç evlatlarını cepheye<br />

gönderirken hiçbir yerde bir yakınma ve feryatta bulunmadılar. 27<br />

Öte yandan savaşın üçüncü ve dördüncü yıllarında istek ve heyecan<br />

azaldığı gibi, mağlubiyetler birbirini izlemeye başladı 28 . Savaş bitinceye<br />

kadar ülke arazisinin büyük bir kısmının tahrip olunacağı<br />

ve halkın feci yolsuzluklarla karşı karşıya kalacağı endişesi herkes<br />

üzerinde korkunç bir tesir bırakmasına rağmen, Türkler yılmadan<br />

canlarından çok sevdikleri ülkeleri için çarpışan ordularına her türlü<br />

desteği vermeye devam ettiler. Ülkelerini istila etmek isteyenlere<br />

karşı Çanakkale’de büyük bir zafer kazanan Türkler, ilerleyen yıllarda<br />

Hicaz-Yemen, Suriye-Filistin, Irak, Kafkas, Romanya ve Galiçya<br />

cephelerindeki yenilgilerin artması üzerine geri çekilmeye başladılar<br />

ve 1918 <strong>yılında</strong> devletin ölüm fermanı niteliğinde olan Mondros<br />

Ateşkes Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldılar.<br />

Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Erkân-ı Harbiye-i Umumiye<br />

Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) İstanbul’a davet ettiği ordu<br />

komutanları arasında Mirliva rütbesinde Mustafa Kemal Paşa da<br />

bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a geldikten sonra boş<br />

durmamış ülkenin kurtuluşu için siyasi ve askerî alanlarda kurtuluş<br />

çareleri aramaya koyulmuştur. Nitekim tarihe “Üçler Misâkı” adıyla<br />

geçen, aslında Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde gerçekleştirilen<br />

bir dizi toplantıların ardından ordu müfettişliklerinin kurulması<br />

gündeme gelmiştir. Bu toplantılarda öncelikle kurulacak olan ordu<br />

müfettişlikleri ile ordunun denetim altına alınması, mümkün olduğunca<br />

bol miktarda silah ve cephanenin -mütareke hükümlerine aykırı<br />

olarak- Anadolu’daki depolarda toplatılarak İtilaf Devletleri’ne<br />

teslim edilmemesi, İstanbul İngiliz esareti altında bulunduğundan,<br />

buradan verilecek emirlerin icra edilmeyip, Anadolu’da millî bir<br />

idare vücuda getirilmesi, kuva-yı millîye teşkiliyle düşmana karşı<br />

taarruzlarda bulunulması kararlaştırıldı. Üçler misâkındaki kararların<br />

Türk İstiklal Savaşı’ndaki gelişmelere bakılırsa, bizzat Mustafa<br />

Kemal Paşa’nın askerî dehası ile birer birer uygulamaya konulduğu<br />

27 Tal’at Paşa’nın Hatıraları, s. 42.<br />

28 Erkân-ı Harp Binbaşısı Mehmet Emin, “Harb-i Umumide Osmanlı Cepheleri<br />

Vekayii”, Mecmua-i Askerîye, Sy: 39-40, İstanbul Mayıs-Haziran 1338.


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE<br />

ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

anlaşılmaktadır. 29<br />

Nisan 1919’da ordu müfettişliklerinin kuruluşu tamamlandı ve<br />

30 Nisan 1919 tarihini takip eden dönemde resmî işlemlerin tamamlanmasının<br />

ardından müfettişler görevlerine başladılar. Yapılan bu<br />

yeni düzenlemeye göre bütün askerî ve mülkî birimler, ordu müfettişliklerine<br />

bağlandı. Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta; “19 Mayıs<br />

1919’da Samsun’a çıktığım zaman Türk milletinin asaletinden doğan<br />

ve benim vicdanımı dolduran bir kuvvet vardı. İşte ben o kuvvete<br />

güvenerek işe başladım” diyerek İstiklal mücadelesine atıldığını belirtiyordu.<br />

Hükûmet tarafından kendisine verilen müfettişlik talimatına<br />

aykırı olarak hareket eden Mustafa Kemal Paşa, işgallere karşı<br />

halkı bilinçlendirmeye önem verdi. Kuva-yı Millîye’nin yönlendirilmesi<br />

için çabalarını artırdı. Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktıktan<br />

sonra başlattığı Kurtuluş Mücadelesi’nin amacını, Nutuk’da<br />

şöyle açıklıyordu: “Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir<br />

millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak, tam bağımsızlığı temin<br />

etmekle mümkündür.” 30 Bu maksatla başlatılan hareketin adı, Millî<br />

Mücadele idi. Millî Mücadele, Türk Milletinin bağrından çıkan millî<br />

ordu ile yapılacaktı. Öte yandan millî devletin ilkeleri, Misak-ı Millî<br />

kararları ile belirlenecekti. Bir sonraki aşamada, millî meclisin yani<br />

TBMM’nin açılışı ile yeni devletin temelleri atılmış oldu. Mustafa<br />

Kemal’e göre, “Türk’ün ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına<br />

saldıranlar kimler olursa olsun, onlara milletçe silahlı olarak karşı<br />

çıkmak ve onlarla savaşmak gerekiyordu.” 31 Mustafa Kemal Paşa,<br />

askerî dehasını, ifade ettiği bu amaçlar etrafından yoğunlaştırdı. Nitekim<br />

Onun ordu müfettişliği dönemindeki bu kararlı tutumu çok<br />

sevdiği askerlik mesleğinden ayrılmasına uzanan sürecin de başlangıcı<br />

oldu.<br />

Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta belirttiği gibi, “Türk Milleti’ne<br />

güvenerek atıldığı bu mücadeleyi” 7/8 Temmuz 1919 tarihinde askerlikten<br />

istifa edip halkının arasına yani “sine-i millete dönerek”<br />

29 Bu konuda bilgi için bk., Zekeriya Türkmen, Yeni Devletin Şafağında Mustafa<br />

Kemal (Ekim 1918- Ocak1920), Ankara 2003.<br />

30 Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, c. I, Ankara 1987, s. 13.<br />

31 Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, c. I, s. 14.<br />

373


374<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

millî önderleri olarak devam ettirdi. 32 Mustafa Kemal Paşa’nın ordu<br />

müfettişliğinden ayrılmasından bir kaç gün evvel Anadolu’da bulunan<br />

kolordu komutanları -ki, bunlar içerisinde özellikle Kâzım Karabekir<br />

ve Ali Fuat Paşalar-, şayet ordu müfettişliğinden uzaklaştırılsa<br />

bile, eskisinden daha fazla emirlerine uyacaklarına dair söz vermişlerdi.<br />

Ordu müfettişliğinden ayrıldıktan sonra, tekrar Anadolu’nun<br />

en kıdemli komutanı sıfatı ile öteden beri doğal lideri olduğu kuva-yı<br />

millîye hareketinin artık resmen önderliğini üstlendi. 33<br />

Mütareke Dönemi’nde düşman işgal ve faaliyetlerine karşı mahalli<br />

olarak başlatılan kuva-yı millîye hareketi, bütün memleket sathına<br />

yayılmış olmakla birlikte, gayr-ı nizami kuvvetler olması yüzünden<br />

umulan başarıyı sağlayamadı. Nitekim, Sivas Kongresinden<br />

sonra Eylül 1919 ortalarından itibaren Anadolu’da mevcut bulunan<br />

Osmanlı ordusu birlikleri Temsil Hey’eti ve Mustafa Kemal Paşa’nın<br />

emrinde toplanmaya başladı. Anadolu’daki bu askerî teşkilâtlanma,<br />

İtilaf Devletleri’nin İstanbul’daki baskı ve tazyikinin giderek artmasına<br />

sebep oldu. Bu baskı ve tazyikler karşısında bir şeyler yapamayan<br />

İstanbul hükûmetine karşılık, kuva-yı millîye hareketi de meşrû<br />

zemine oturtulmaya çalışılıyordu. Anadolu’da malî yönden büyük<br />

sıkıntılar yaşanmasına rağmen, Sivas Kongresinden önce kuva-yı<br />

millîyeye gerekli olan para halktan toplanan yardım ve bağışlarla34 ,<br />

kısmen de çeşitli yollarla İstanbul hükûmetinden sağlanmakta idi35 .<br />

Nitekim, millî mücadelenin maddî ve malî külfetinin büyük bir kısmını<br />

bir süre “nakdî ve aynî teberru” adıyla, ondan sonra da “vergi”<br />

ve “tekâlif-i harbiye” olarak tamamen halk üstlenmişti. 36<br />

Temsil Hey’eti tarafından, 9 Aralık 1919 tarihinde bütün kolordu<br />

ve birlik komutanlarına gönderilen yazıda, yapılacak olan sefer-<br />

32 Zekeriya Türkmen, Aynı eser, s.124-134.<br />

33 Zekeriya Türkmen, Aynı eser, s. 135-140.<br />

34 Mesela Erzurum Kongresi sırasında da halktan malî destek sağlanması yoluna<br />

gidilmiştir. Bk. Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara<br />

1946, s. 137-138; aynı malî sıkıntının Sivas Kongresinde de yaşandığı anlaşılmaktadır.<br />

Bk. Vehbi Cem Aşkın, Sivas Kongresi, İstanbul 1964, s. 98-101.<br />

35 Toktamış Ateş, “Milli Mücadelenin Malî Kaynakları”, c.V, Tanzimattan<br />

Cumhuriyeti Türkiye Ansiklopedisi (TCTA)., s. 1196-1197.<br />

36 Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı Malî Kaynakları, c.I, İstanbul<br />

1988, s. 198-200.


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE<br />

ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

berlik planı açıklanmakta idi. Bu plana göre, Rumeli ve Anadolu’da<br />

bulunan bütün kolordu ve birlikler seferber duruma getirilecekti.<br />

Bulgarlarla da tarafsızlık sağlanacaktı 37 . Temsil Hey’etince kolordulara<br />

gönderilen bu ayrıntılı raporda, Anadolu’da artık adı konulmamış<br />

olsa da, -Kuva-yı Millîye’yi yönlendirip idare etmekte<br />

olan- bir devletin ve buna bağlı Genelkurmay’ın şimdiden varlığını<br />

hissettirdiği anlaşılmakta idi. Çünkü, başlatılması planlanan bu<br />

harekâtın başkomutanlığını Mustafa Kemal Paşa üstlenmekte ve teşkilatlanma<br />

da buna göre yapılmakta idi. Öte yandan bu raporda; “...<br />

harekâtı millîyenin başladığı ve harekât-ı millîyenin hiç bir devlete<br />

ibrâz-ı husûmet emelinde” olmadığı ifade edildikten sonra, “zulmen<br />

hayatına kast edilen Türk milletinin istiklal ve kurtuluşu için” bu<br />

hareketin başlatıldığı açıklanıyordu. Mustafa Kemal Paşa “Heyet-i<br />

Temsiliye’nin Millî Mücadele Plânı”nı 9 Ocak 1920’de kolordulara<br />

göndermiştir. 38 Genelge incelendiğinde kolorduların görev bölgeleri<br />

ve komuta kademesi belirtildikten sonra millî ordu teşkilâtının<br />

ilk çekirdeğinin ortaya çıkarıldığı görülür. 39 16 Mart 1920 tarihinde<br />

İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinden sonra 40 , askerî yönden<br />

emir ve komutayı Temsil Heyeti Başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal<br />

Paşa üstlendi. Mustafa Kemal Paşa’nın 17 Mart 1920 tarihli direkti-<br />

37 HTVD., Sy: 20, vesika nr: 519.<br />

38 Türk İstiklal Harbi Batı Cephesi, Genkur. ATASE Bşk.lığı Yayını, c.II,<br />

2’inci Kısım, 1945, s: 137-143.<br />

39 Kolordu ve bazı sivil kuruluşlara “Milli Ordu Teşkilâtı Plânı” ismiyle<br />

gönderilen genelgede ordu kıt’alarının milli kuvvetleri kendi emrine alıp,<br />

harekâtı yönetip uygulamasının sevk ve idarede başarılı olunmak için gerekli<br />

olduğu açıklanmış ve Kuva-yı Milliye’nin askerî birlikler içinde nasıl<br />

teşkilâtlandırılması gerektiği belirtilmiştir. Örnek vermek gerekirse, her bucak<br />

merkezi bir bölük, her ilçe merkezi (il veya liva merkezleri dahil) bir tabur<br />

teşkil edecektir. Ayrıca, cami ve öğretmenleri olan her köy ve mahallelerin<br />

birer piyade takımı oluşturması, köy öğretmenleri ile imam ve müezzinlerin<br />

komutanlık yapması istenmektedir. Bk., Genkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı<br />

Arşivi; Klasör 325, Dosya 15, Fihrist 115. Zaman zaman M.Kemal Paşa tarafından<br />

verilen emirler ile bazı vilayetlerin mal sandıkları ve duyûn-ı umumiye<br />

idareleri gelirlerine el konularak malî kriz giderilmek isteniyordu. Nitekim,<br />

18 Mart 1920’de Şile, Kartal ve Gebze kaymakamlarına gönderilen bir telgrafta,<br />

Osmanlı bankası ile duyûn-ı umumiye ve reji idarelerinin bütün paralarına<br />

el konulması isteniyordu. Bk., Genkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı Arşivi:<br />

1-105, Kls: 259, Ds: 19, F: 56.<br />

40 HTVD., Sy: 22, (1957), vesika nr: 553, 562, 563, 573, 574, 575.<br />

375


376<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

fi doğrultusunda düzenlemeler yapılarak, her yerde yeniden teşkilat<br />

kurulmaya başlandı böylece, bir an önce yeni devletin temellerinin<br />

resmen atılmasına yönelik tedbirlerin alınmasına girişilmiş oldu.<br />

2. Mustafa Kemal Paşa Önderliğinde Ordunun Yeniden Teşkilatlanması<br />

ve Ordu-Millet Dayanışması (TBMM’den Büyük<br />

Taarruza Uzanan Süreç)<br />

TBMM’nin açılmasıyla birlikte öncelikle hükûmetin askerî kanadı<br />

yeniden yapılandırıldı. Ordu bundan böyle artık Anadolu merkezli<br />

olarak teşkilatlandırıldı. Bir müddet sonra Erkân-ı Harbiye-i<br />

Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Bşk.lığı), cephe komutanlarına<br />

gönderdiği 21 Ağustos 1920 tarihli telgrafında gönüllü teşkilatının<br />

tümüyle lağvedildiğini ifade etmekte idi41 . Nitekim Erkân-ı Harbiye-i<br />

Umumiye Riyaseti, bütün kolorduların bu konuda gerekeni yapması<br />

icap ettiğini dile getirmekte idi42 . Gerçi bu sırada bir takım karşı<br />

çıkışlar olmuşsa da43 , millî kuvvetlerin tamamı düzenli orduya katılmışlardı.<br />

Bu aşamada millî kuvvetlerin bazılarının ise düzenli ordu<br />

birliklerine bağlandıkları gibi, tabur veya alay itibar edilerek numara<br />

dahi almışlardı44 .<br />

Diğer taraftan, M.Kemal Paşa 29 Mayıs 1920’de Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi gizli celsesinde yaptığı bir konuşmasında, halkın<br />

ordu olarak toplanıp sevkinin mümkün olmadığını, ancak milletin<br />

katkı ve desteği ile düzenli ordunun görevini yerine getirmesinin<br />

kolaylaşacağını belirtmiştir45 . Kuva-yı millîye mütareke döneminin<br />

şartlarına göre teşkil edilmiş, geçiş dönemi olarak bilinen bu devrin<br />

özelliklerine uygun bir yapılanmadır46 . Bundan dolayı yeni dönemde<br />

yerini düzenli orduya bırakmalıdır. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye<br />

Vekâletinin kararlı tutumu sonucu, 1920 yılı Kasım ayından itibaren<br />

gayrı muntazam ordu fikri tamamen yıkılmış, yerini düzenli ordu<br />

fikri almış oldu47 . Böylece 1921 yılına girerken Anadolu’da düzenli<br />

41 HTVD., Sy: 52, Aynı vesika.<br />

42 Genkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı Arşivi: 1-1, Kls: 572, Ds: 22-57, F: 49;<br />

Kls: 778, Ds: (6) 19, F: 2-1.<br />

43 HTVD., Sy: 73, (1970), vesika nr: 1574.<br />

44 HTVD., Sy: 52, vesika nr: 1191-1202.<br />

45 TBMM. GCZ., c.I, s. 71.<br />

46 Genkur.ATASE ve Dent. Bşk.lığı Arşivi: 1-1, Kls: 308, Ds: (27-C)-14, F: 4.<br />

47 Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, c.II, s. 504.


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE<br />

ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

orduya alternatif olabilecek hiç bir kuvvet kalmamıştı 48 .<br />

Düzenli ordunun teşkili ve ilk zaferlerin kazanılmasından sonra<br />

halkın orduya olan güveni giderek arttı. Büyük sıkıntı ve yokluğa rağmen<br />

Türkler, bütün varını yoğunu orduları için seferber ettiler. Ancak,<br />

Kütahya-Eskişehir muharebelerinde alınan yenilgi TBMM’de<br />

büyük tartışmalara neden oldu. Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa<br />

bütün sorumluluğu üzerlerine alarak orduyu Sakarya nehrinin doğusuna<br />

geri çektiler. Bu durum, TBMM’de meclisin Kayseri’ye nakledilmesi<br />

konusunu gündeme getirdi. 49 Bunun üzerine TBMM’de 4<br />

Ağustos 1921’de verilen bir önerge ile başkomutanlık kanun tasarısı<br />

görüşülmeye başlandı. Öteden beri Kurtuluş mücadelesinin doğal<br />

önderi olarak Mustafa Kemal Paşa’ya mecliste yapılan gizli oylamanın<br />

ardından 13 red oyuna karşılık 169 kabul oyu ile üç aylığına<br />

“Başkomutanlık” görev ve yetkileri verildi. 50<br />

Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlık görevine atanmasından<br />

sonra askerî dehasını bir kez daha göstererek, ordu-millet dayanışmasıyla<br />

bir milleti zafere ulaştıracak yolu açmış oldu. Mustafa Kemal<br />

Paşa, başkomutan sıfatı ile 5 Ağustos 1921 tarihinde “Orduya<br />

ve Millete” yayımladığı beyannamede, kendisine verilen bu şerefli<br />

görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışacağını belirttikten sonra,<br />

neden ve niçin harp edildiğini açıkladığı gibi, ikna edici bir üslupla<br />

Türklerin tekrar ordu-millet bütünleşmesi içinde düşmana karşı mücadele<br />

etmeleri gereğini hatırlattı. 51 Mustafa Kemal Paşa’nın bu hatırlatması<br />

üzerine halk adeta galeyana gelmişçesine orduya katılmak<br />

için askerlik şubelerine müracaat etmeye başlamıştır. Bu onun askerî<br />

dehasının halka yansıması şeklindeydi. Bir gazete o günlere dair bir<br />

haberi sütunlarına şu şekilde yansıtmakta idi: “...Anadolu’da herkes<br />

48 HTVD., Sy: 73, (1970), vesika nr: 1574.<br />

49 TBMM’de yaşanan bu tartışmalar hakkında ayrıntılı bilgi için bk., TBMM<br />

GCZ., c. II, s. 116-224.<br />

50 Hâkimiyet-i Milliye, nr: 256, 6 Ağustos 1337/1921; ayrıca bk., TBMM<br />

GCZ., c. II, s. 164-185. Başkomutanlık meselesi 31 Ekim’de birinci kez, 4<br />

Şubat 1922’de ikinci kez (TBMM GCZ., c. II), 5 Mayıs 1922’de üçüncü kez<br />

(TBMM GCZ., c. III, s. 313.) uzatılması gündeme gelmiştir.<br />

51 Hâkimiyet-i Milliye, nr: 257, 7 Ağustos 1337/1921; İkdam nr: 8767, 10<br />

Ağustos 1337/1921; <strong>Atatürk</strong>’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV,<br />

(Yay. Hz. Nimet Arsan), Ankara 1964, s. 392-393.<br />

377


378<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

vazife başına koşmuştur. Bu defa düşmanı mağlup etmek için bir ay<br />

evvelkine nispetle 3-4 kat fazla bir azm-i kaviy mevcuttur. Bu azim<br />

ile hareket eden bir milletin muzaffer olmamasına ihtimal yoktur.” 52<br />

Özellikle Sakarya Savaşı’ndan önce Başkomutan Mustafa Kemal<br />

Paşa’nın onayı ile 7-8 Ağustos 1921’de yayımlanan “Tekalif-i<br />

Millîye Emirleri” (Millî Yükümlülükler) ile halkın ayni ve nakdi<br />

olarak orduya yardım etmesi hükme bağlandı. 53 1’den 10’a kadar<br />

ardı sıra yayımlanan “Tekalif-i Millîye Emirleri” ile halkın elinde<br />

bulunan her türlü mal ve eşyanın % 40’ı ordu adına -bedeli zaferden<br />

sonra ödenmek şartıyla- el konuldu. 54 Halk bu çağrıya gönülden<br />

destek verdi. Ordu-milletlerin en eskisi olan Türkler, orduları için<br />

her türlü yardıma olumlu cevap verdiler. 55 Ordu-millet dayanışması<br />

Sakarya Meydan Muharebesinin Türklerin zaferiyle sonuçlanmasına<br />

neden oldu. Bu muharebe Türk İstiklal Harbinin bir dönüm noktası<br />

olmuş, Türk ordusu, Mustafa Kemal Paşa’nın başkomutanlığı sayesinde<br />

inisiyatifi ele geçirmiştir. Böylece Mustafa Kemal Paşa, silahlı<br />

gücü belli bir düzeye çıkarıncaya kadar, üstün düşman karşısında<br />

savunma muharebeleri vererek onu yormuş ve yıpratmış ve kesin<br />

sonuç alacak bir güce ulaştıktan sonra da taarruzla onu yok etmiştir.<br />

Öte yandan, Tekalif-i Millîye Emirleri ile halktan alınanların bedelleri<br />

1924 <strong>yılında</strong>n 1926 yılına kadar olan sürede ödenmiştir. 56<br />

52 Vakit nr: 1320, 11 Ağustos 1337/1921.<br />

53 Tekalif-i Milliye Emirleri hakkında daha ayrıntılı bir çalışma için bk., Serpil<br />

Sürmeli, Milli Mücadele’de Takâlif-i Milliye Emirleri, Ankara 1998. s.<br />

61 vdd., Ayrıca bk., Mehmet Kayıran “Tekâlif- i Milliye Emirleri”, <strong>Atatürk</strong><br />

<strong>Araştırma</strong> Merkezi Dergisi, Cilt: V, Temmuz 1989, Sy:15., s.642-665.<br />

54 Serpil Sürmeli, Aynı eser, s. 60-139.<br />

55 Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışından sonra hükûmet, 1<br />

Mayıs 1920 - 31 Ekim 1920 tarihlerini kapsayan 6 aylık dönem için geçici<br />

bir bütçe hazırladı. Bu bütçe uygulama süresinin bitimine üç ay kala 28 Şubat<br />

1921 tarihinde kabul edildi. Bu bütçeye göre, giderler 63.018.354 lira, gelirler<br />

de 51.388.626 lira olarak tesbit edildi. Arada 11.629.732 liralık bir açık bulunmaktadır.<br />

Bu da gelirlerin giderlere oranla % 18.4 eksik olduğunu gösterir.<br />

Türk halkının orduya olan ayni ve nakdi yardımı bütçenin yükünü oldukça<br />

hafifletmiştir. Bu bütçede yapılan harcamalara bakılırsa 1920 yılı bütçesinin<br />

% 53’ünün askerî harcamalar yani savunma için kullanıldığı görülecektir.Alptekin<br />

Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı’nın Mali Kaynakları, İstanbul 1988,<br />

c.I, s.295-308, c. II, s. 386-405.<br />

56 Kurtuluş Savaşı döneminde “Tekalif-i Milliye Emirleri” ile yapılan iç borç-


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE<br />

ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

Sakarya Zaferi, Türk halkının bağrından çıkan ordusuna olan<br />

güvenini daha da artırmıştır. Bundan böyle, ordu için silah ve malzeme<br />

alımında, orduya araç-gereç bağışında Anadolu şehirleri birbiriyle<br />

adeta yarıştılar. Sakarya Savaşı öncesinde muhalefetin karşı<br />

çıkmasına rağmen, kamuoyundaki tepkileri bir yana bırakıp büyük<br />

bir kararlılıkla hareket eden Mustafa Kemal Paşa, orduyu Sakarya<br />

Nehrinin doğusuna çekmiş, “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa<br />

vardır. O satıh bütün vatandır...” savunma ilkesi ile aslında İkinci<br />

Dünya Savaşı’nda gündeme gelecek olan “Stratejik Savunma”yı o<br />

sırada uygulamıştır. 57 Bu savaşta Türk ordusu 100 km. genişlikte yer<br />

yer 10-20 km derinlikte bir stratejik savunma savaşı yaparak dünya<br />

tarihinde bir ilk uygulamayı başlatmıştır. O, Kurtuluş Savaşı’nın<br />

geçireceği aşamaları çok önceden görmüş ve Sakarya’da bir ölüm<br />

kalım muharebesi vererek zafere giden yolu açmıştı.<br />

Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra ordu millet dayanışması<br />

ve halkın orduya olan yardımları giderek arttı. Büyük Taarruz<br />

Zaferi ise Türklerin ordu-millet dayanışmasıyla zafere ulaştıkları bir<br />

tarihi dönüm noktası oldu. Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’da<br />

uyguladığı düşmanı yanıltma taktik ve stratejisi ile bazı komutanların<br />

karşı çıkmalarına rağmen, “kesin sonucu bu güçle almaya mecburuz”<br />

diyerek büyük bir kararlılıkla planını uygulamıştır. Yunanlılara<br />

karşı uyguladığı taktik örtü ve aldatma harekatıyla cephede<br />

onları yanıltmış ve beklenmeyen bir zamanda yaptığı taarruzla zafere<br />

ulaşmıştır. 58 Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Taarruz’dan sonra<br />

Batı Cephesi Komutanlığına, orduya yayınlanmak üzere verdiği<br />

lanma 3 Nisan 1924 tarihinde çıkartılan “Mahsup Kanunu” ile 1926 yılı<br />

sonlarına kadar ödenmiştir.<br />

57 Nusret Baycan, Aynı eser, s. 62.<br />

58 Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz hazırlıkları sırasında Ankara’da karargahta<br />

bulunanlara büyük bir kararlılıkla şunları söyler: “Taarruz haberini<br />

alınca hesap ediniz, on beşinci gün İzmir’deyiz.” Paşa, İzmir’den dönüşünde<br />

bu konuşmasına şahit olan kişilerden ikisini karşısında görünce, “Bir gün<br />

yanılmışım” diyerek Büyük Taarruz öncesi konuşmasına atıf yapmıştır. Bk.,<br />

Selahaddin Demirkan, Bir Milletin Yarattığı Lider Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>,<br />

İstanbul 1972, s. 31. Nitekim <strong>Atatürk</strong>, “Yolunda yürüyen bir insanın<br />

yalnız ufku görmesi kafi değildir. Ufkun ötesini de görmesi lazımdır.” der.<br />

Ufkun ötesini ise, ancak tarih bilincine sahip sezgi gücü yüksek ileri görüşlü<br />

insanlar görebilir. Bk., Demirkan, Aynı eser, s. 205.<br />

379


380<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

genelgenin başında, orduya “Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları!”<br />

diye hitap etmesi, ordu-millet bütünlüğünü ve ordunun milletin<br />

iradesini temsil ettiği anlayışını bize gösterir. Genelgede ordunun<br />

büyük ve asil Türk milletinin özverisine lâyık olduğunu belirtilerek,<br />

Türk ulusunun sahip olduğu ordusuyla geleceğinden güven duyduğu<br />

da vurgulanmıştır. 59 Bu zaferle Türk devletinin kuruluşuna uzanan<br />

yol da açılmış oldu. Aslında Birinci Dünya Savaşı’nda ortaya çıkarılan<br />

topyekûn savaş düşüncesinden hareketle bunun ilk uygulaması<br />

olan milletçe mücadele Türk İstiklal Harbinde gündeme gelmiştir.<br />

Mustafa Kemal Paşa topyekûn savaş anlayışına uygun olarak askerî,<br />

ekonomik, siyasal ve sosyo-psikolojik alanda bütün kuvvetleri bir<br />

araya getirerek mücadeleye atıldı.<br />

Sonuç<br />

Öncelikle bir askerî deha olarak kendini muharebe meydanlarında<br />

kanıtlayan <strong>Atatürk</strong>, Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştirdikleri<br />

ile de bir dönüştürücü önder olduğunu göstermiştir. 60 <strong>Atatürk</strong>’e<br />

göre ordu-milletle bir bütün oluşturur ve “ordu, millî iradenin emrinde<br />

ve hizmetindedir.” Diğer taraftan, “ordu, harice karşı devletin<br />

varlığını temin ve gerektiğinde dahilde büyük asayişsizlikleri bertaraf<br />

edecek bir güçtür.” 61<br />

<strong>Atatürk</strong>, Türk ordusunu, Türk birlik ve beraberliğinin bir simgesi<br />

olarak görmüştür. Çünkü, düşüncesi, inancı, siyasi görüşü ne olursa<br />

olsun bütün vatandaşlar orduda kutsal görevi yapmak üzere bir araya<br />

gelirler ve eşit işleme tabi tutulurlar. <strong>Atatürk</strong> işte bundan dolayı orduyu<br />

milleti kaynaştıran bir kurum olarak görmüş ve haklı olarak da<br />

“Ordumuz Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin<br />

çelikleşmiş bir ifadesidir.” “Ordumuz, Türk topraklarının<br />

ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için harcamakta olduğumuz<br />

59 Türk İstiklal Harbi Batı Cephesi, Büyük Taarruz, 6’ncı Kısım, 2’nci Kitap,<br />

s.283.<br />

60 Ali Güler, “Dönüştürücü (Transformational) Liderlik Kavramı ve Dönüştürücü<br />

Lider Olarak <strong>Atatürk</strong>”, <strong>Atatürk</strong> Haftası Armağanı Dergisi, 10 Kasım<br />

2000, Ankara 2000, s. 24-25.<br />

61 Afet İnan, Medeni Bilgiler, Ankara 1969, s. 116.


BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE<br />

ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM<br />

sistemli çalışmaların, yenilmesi imkansız güvencesidir” 62 sözleriyle<br />

bunu açıklamıştır.<br />

Sistemli bir askerî eğitim gören <strong>Atatürk</strong>, bütün rütbelerini muharebe<br />

meydanlarında almış, kazandığı askerî başarılarla Birinci Dünya<br />

Harbinin akışını değiştirmiş, Türk İstiklal Harbi ile bağımsız millî<br />

devletimizin kurulmasına öncülük etmiş ve bu mücadelesiyle bütün<br />

mazlum milletlere ilham kaynağı olmuş bir önderdir. O her şeyden<br />

önce ileri görüşlü, inisiyatif ve sorumluluk sahibi, cesur, disiplinli ve<br />

otoriter bir askerî deha idi. Ömrünün büyük bir bölümü savaş meydanlarında<br />

geçen ve “bir milletin hayatı tehlikeye girmedikçe harp<br />

meşru değildir, bir cinayettir” diyen harp sanatının bu eşsiz önderi,<br />

uygulamalarıyla dünya barışının sağlanmasından yana olduğunu da<br />

göstermiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün askerî dehasının bir göstergesi de Amerikalı General<br />

Mc Arthur’la 28 Eylül 1932 tarihinde yaptığı görüşmede söyledikleridir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Mc Arthur’a; Versay Antlaşmasının İkinci Dünya Harbinin<br />

tohumlarını attığını, Almanya’nın bütün Avrupa’yı ele geçirecek<br />

bir orduyu kısa sürede kurabileceğini ve harbin 1940-45 yılları<br />

arasında olabileceğini, bu harpte Amerikanın tarafsız kalamayacağını,<br />

Avrupa’da çıkacak harbin başlıca galibinin ne İngiltere, ne Fransa<br />

ve ne de Almanya değil, sadece Sovyet Rusya olacağını söylemiş ve<br />

olaylar aynen böyle gelişmiştir. 63<br />

“Askerlik Sanatı”nda topyekûn harp prensibi <strong>Atatürk</strong>’ün dehasıyla<br />

Sakarya Savaşı’nda uygulanmıştır. Topyekûn harp konusunda<br />

ilk eser, 1935 <strong>yılında</strong> Alman generali Ludendorf tarafından<br />

yazılmış ve yayımlanmıştır. Ludendorf, topyekün harp konusunu<br />

açıklarken şu ifadeyi kullanır: “ (topyekün harp konusunda)...Anlatmak<br />

istediğim şeylerin göz kamaştırıcı uygulaması Türk Millî<br />

Mücadelesi’ndedir.” 64 Ludendorf, bu sözü ve topyekün harp hakkındaki<br />

düşüncelerini <strong>Atatürk</strong>’ün uygulamasından 13 yıl sonra söylemiştir.<br />

Aslında diğer ulusların II. Dünya Savaşı döneminde uygulamaya<br />

koydukları topyekün harbin ilk uygulayıcısı Kurtuluş Savaşı<br />

62 <strong>Atatürk</strong>çülük, c. I, s. 194.<br />

63 Nusret Baycan, Aynı eser, s. 62.<br />

64 Cihat Akçakayalıoğlu, <strong>Atatürk</strong>: Komutan, Devrimci ve Devlet Adamı<br />

Yönleriyle, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yay., Ankara 1980, s. 363.<br />

381


382<br />

ZEKERİYA TÜRKMEN<br />

dönemindeki örnekleri ile Mustafa Kemal Paşa olmuştur.<br />

Eski ABD Genelkurmay Başkanlarından Amiral W. Crowe, 1988<br />

<strong>yılında</strong> Time dergisinde yayımlanan demecinde; <strong>Atatürk</strong>’ü yüzyılın<br />

en büyük askerî dehası olduğunu belirtirken şunları ilave etmiştir:<br />

“Savaşın tozu dumanı ardında, belirgin olmayan çok şey vardır.<br />

Ben, Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün hayranıyım. Muazzam kaynaklar ve üretim<br />

yeteneği ile desteklenen generallerin kazanması olağandır. Ancak,<br />

çok az kaynağa sahip olmasına karşılık <strong>Atatürk</strong>, hem Türkiye’nin<br />

kontrolünü padişahlardan söküp almış ve hem de Yunanlıları memleketinden<br />

atmıştır. Yüzyılın en büyük askerî dehası <strong>Atatürk</strong>’tür.” 65<br />

Albert Sarruat, <strong>Atatürk</strong> için; “Askerî kahramanlıkla siyasi dehayı tek<br />

bir kişilikte birleştiren önderdir” der.<br />

Nitekim O’nun “Birinci Dünya Savaşı’nın nasıl sonuçlanacağını<br />

daha harbin başında belirtmesi, Birinci Dünya Savaşı sonunda<br />

İngilizlerin siyasi ve askerî bakımdan Türkiye’ye uygulayacağı siyaseti<br />

önceden ilgili makamlara duyurması, ayni müttefiklerin savaş<br />

sonrası mirasın paylaşılmasında anlaşmazlığa düşecekleri hususunu<br />

belirtmesi. Türk Milletini sömürgecilere karşı örgütleyerek, ordu-millet<br />

anlayışıyla bir araya getirip işgalcilere karşı başarılı olacağına<br />

inandırması ve bu inancını büyük bir zaferle taçlandırması.<br />

İkinci Dünya Savaşı’nın hangi tarihte başlayacağını ve sonucunu<br />

Amerikan generali Mc Arthur’a söylemesi” ile adeta insan üstü bir<br />

yeteneğe sahip olduğunu göstermiştir.<br />

65 Suat İlhan, “<strong>Atatürk</strong> ve Askerlik”, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce, s.943.’den naklen<br />

Time, 26 Aralık 1988. (ABD Gnkur. Bşk. Amiral Crowe ile röportaj).


Laiklik<br />

LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ<br />

UYGULAMALAR<br />

Prof. Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI*<br />

Ülkemizde yapılmış olan çalışmalarda laiklik, ana hatlarıyla ya<br />

din işleriyle devlet işlerinin ayrılması; ya devletin ülkede maruf ve<br />

müesses dinlere karşı tarafsızlığı, herhangi bir din ve mezhebin iç<br />

düzenine, ibadet, ahkâm ve erkânına müdahale etmemesi; 1 yahut da<br />

devletin bütün vatandaşların din akîdelerine izin vermesi, fakat hiçbir<br />

dini diğer dinlere tercih etmemesi ve her dine karşı aynı muameleyi<br />

yapması, din ve inanç alanını kişilerin özel işi telâkki ettiği için<br />

dini yasaklamadığı gibi hiçbir dine hiçbir şekilde yardım etmemesi<br />

ve dinlere karşı tarafsız kalması 2 olarak tanımlanmaktadır.<br />

Bu tanımlamalar ise bize laikliğin esasında ne olduğunu değil,<br />

olsa olsa kapsam ve sınırları hakkında bir fikir vermektedir. Sanıyorum<br />

bu durum, dilimize ödünç aldığımız “laiklik” kelimesinin, aslî<br />

vatanında ne ifade ettiği ve nasıl bir macerâ yaşadığının yeterince<br />

tahlîl edilmeyişinden kaynaklanmakta; dolayısıyla zaman zaman<br />

birtakım yanlış anlama ve değerlendirmelerde bulunulmaktadır.<br />

Bildiğimiz gibi laiklik, Avrupadaki devletlerin kilise ile giriştikleri<br />

uzun ve kanlı mücadelelerden sonra ortaya çıkmıştır. Ülkemizdeki<br />

laikliği tam yerine oturtabilmek için, çok özet yollu da olsa laikliğin<br />

Avrupa tarihindeki serüvenini hatırlamakta yarar vardır. Çünkü<br />

bir ülkenin tarihî, coğrafî, siyasi ve sosyal şartları ile ülkedeki<br />

yaygın ve müesses dinin özellikleri, o ülkeye özgü laiklik anlayı-<br />

* Muğla Üniversitesi Kurucu Rektörü T.C. Anayasa, Başlangıç Bölümü.<br />

1 Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul 1962, 14<br />

2 S. M. Arsal, “Teokratik Devlet ve Laik Devlet”. Tanzimat I, İstanbul 1940, 83


384<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

şının oluşumunu ciddî biçimde etkiler.<br />

St.Paul, M.S. 60 <strong>yılında</strong> Hıristiyanlığı yaymak için Roma’ya<br />

geldiğinde imparatorlar, Jül Sezar’dan itibaren Mısır’dan alınan<br />

“tanrı-imparator” (Dominus et Deus) unvanı ile devleti ve sayısız<br />

tanrıyı kendi kişiliklerinde toplamışlardı. Bu çok tanrılı ve herkesin<br />

başkasının tanrısına karışmaması yolundaki anlayış, bir bakıma<br />

dini hoşgörünün yaygınlaşmasını da sağlıyordu. Ancak bu hoşgörü,<br />

“tanrı-imparator” inanışına ve diğer tanrılara karşı çıkılmaması halinde<br />

geçerli idi. Oysa hıristiyanlar bu anlayışa karşı çıkıyor ve tek<br />

imparatorluğun bütün insanlığı kucaklayan Tanrı’nın imparatorluğu<br />

(Civitas Dei) olduğuna inanıyorlardı. Onun içindir ki, hıristiyanlar,<br />

Roma’da, M.S. 312 <strong>yılında</strong> İmparator Konstantin’in “Milano Hoşgörü<br />

Fermanı” ilanına kadar şiddetli bir devlet terörü içinde yaşamak<br />

zorunda kaldılar.<br />

Bu zorluklar, Hıristiyanlıkta, inananların sağlam ve örgütlü bir<br />

güç haline gelmesine zemin hazırladı ve sonuçta kilise teşkilâtı vücud<br />

buldu. Kilise (église / church / kirche), hıristiyanların oluşturduğu<br />

ve kendi içinde kuralları son derece belirgin bir hiyerarşik yapıya<br />

sahip birliğe verilen isimdir. Bu anlamda kilise, Hıristiyanlığın<br />

her şeyidir. Siyâsî, hukukî ve sosyolojik varlık olarak kilise, dini bir<br />

teşkilat olarak da kişinin doğumundan ölümüne kadarki hayatında<br />

vaftiz, afaroz, evlilik, boşanma, kürtaj ve benzeri hususlarda kesin,<br />

belirleyici ve bağlayıcı rol oynamıştır. Daha doğuşunun ilk asırlarında<br />

kilise babalarınca ortaya atılan ve 1442 <strong>yılında</strong>ki Floransa konsilinde<br />

“dogma” olarak benimsenen “ Kilise dışında kurtuluş yoktur<br />

“ (extra ecclesiam nulla salus) sözü ile kilise dışında dine inanış<br />

kavramının bulunmadığı ifade edilmiştir. 3<br />

Yukarıda da işaret edildiği üzere, dünyayı “Tanrı’nın İmparatorluğu”<br />

(Civitas Dei), kendisini de bu ilâhî hükümranlığın yeryüzündeki<br />

mümessili olarak gören Kilise, adına bir de Grekçeden aldığı<br />

“katholikos” (katolik= evrensel) sıfatını da ekledi.<br />

Sayılarının artması sonucu siyasi güçleri de artan kilise ve dolayısıyla<br />

Hıristiyanlık, İmparator Konstantin tarafından resmen tanındı<br />

ve M.S. 381 <strong>yılında</strong> “devlet dini” olarak kabul edildi. Daha<br />

sonraları Hıristiyanlık, herbiri “din” olarak adlandırılan ve herbiri-<br />

3 Hulusi Yazıcıoğlu, Bir Din Politikası: Lâiklik, İst, 1993, 42.


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 385<br />

nin müstakil kilisesi bulunan üç ana mezhebe bölündü: Katolik, Ortodoks,<br />

Protestan.<br />

Yeryüzünde ilâhî hükümranlığı temsil eden kilise, bu anlayıştan<br />

hareketle bir de yönetici sınıfa sâhip oldu: Ruhban sınıfı (clericatus).<br />

“Kleros” (Ruhban) Grekçede miras kalan bir tarlanın ifraz edilen bir<br />

parçasına verilen isimden türetilmiştir ve Tanrı’nın kendisine hizmet<br />

etmeleri için cemâat, yani hıristiyanlar arasından bir sınıfı seçtiğini<br />

anlatan bir terimdir. Batı dillerinde, Fransızcada clerge, İngilizcede<br />

clergy, Almancada klerus şeklinde ifade edilen ruhban sınıfı dışında<br />

kalan hıristiyanlara ise, Grekçede “kendi üstündekilerin otoritesine<br />

tâbi halk” anlamına gelen “laos=laikos” dendi. 4 Latincede laicus;<br />

Fransızcada laique veya laic; İngilizcede lay ; Almancada Laie şeklinde<br />

kullanılan laik kelimesi dilimize Fransızcadan gelmiştir. Laik<br />

kelimesi, dilimizde anlam kaymasına uğratılarak tamamen hatalı bir<br />

şekilde “sadece ruhban olmayan” ve dolayısıyla “dinle ve din kurumu<br />

ile ilgisi bulunmayan kişi” şeklinde takdim edilmektedir. Oysa<br />

Almanca Creifelds Hukuk Sözlüğü’nde laik, Katolik Kilisesinin<br />

mecellesi olan Codex iuris canonici’nin 87. vd. kanonlarına göre,<br />

“Geçerli bir vaftizle vaftiz edilerek bütün hak ve yükümlülükleriyle<br />

hıristiyan olan kişi” diye tanımlanmaktadır. 5 Buna göre laik kişi, Hıristiyanlıkta<br />

dinsiz ya da dinle ilgisiz değil, sadece kilise görevlisi<br />

olmayan ve fakat tam anlamıyla hıristiyan olan bir mü’min<br />

kişidir. 6<br />

Gerçi Hıristiyanlık, “İmparator’un şeylerini İmparator’a, ve<br />

Tanrı’nın şeylerini Tanrı’ya ödeyin” 7 emrinden mülhem, “dünyevî<br />

(regnum) ve “ruhânî” (sacerdotium) olmak üzere iki yönlüdür ve<br />

ayrıca Tanrı, Hıristiyanlığı korumak ve savunmak için biri dünyevî<br />

öteki ruhanî iki kılıç vermiştir. 8 ve bunların ikisini de papaya vermiş,<br />

papa dünyevî olanını imparatora vermiştir, ama diğer taraftan<br />

4 S.Sinanoğlu, “Lâyık Kelimesinin Etynomu ve Anlamları”, Laiklik I, İstanbul<br />

1954, 1<br />

5 Dr. Carl Creifeld, Rechtwörterbuch, s, 646’dan H. Yazıcıoğlu, a.g.e., 47-48.<br />

6 Nur Vergin, “Din ve Devlet İlişkileri : Düşüncenin “Bitmeyen Senfoni’si”,<br />

Türkiye Günlüğü, . 29 (Temmuz-Ağustos, 1994), 15; S. Sinanoğlu, “Lâyik<br />

Kelimesinin Etynomu ve Anlamları”, Laiklik I, İstanbul 1954, 2.<br />

7 Matta İncili, 22/ 21.<br />

8 Luka İncili, 22/ 38


386<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

da “Hiç kimse iki efendiye birden kulluk edemez” 9 şeklindeki inanış,<br />

her iki iktidarın yetki sınırlarının belirlenmesini zorlaştırmış ve böylece<br />

kilise ile devletler arasında Orta Çağın ikinci yarısında cereyan<br />

eden tartışmaların konusunu teşkil etmiştir.<br />

Kilisenin ortaya attığı bu “iki kılıç öğretisi” sonucu papalar<br />

Tanrı’nın yeryüzündeki vekili (Vicarius Dei) sıfatıyla kralları ve derebeylerini<br />

bile afaroz edecek kadar ileri gitmişlerdir. O kadar ki,<br />

Batı dünyasında iktidarın kaynağı olarak ilâhî iradeyi öne süren ve<br />

kendisini de bu ilâhî hükümranlığın yeryüzündeki mümessili sayan<br />

kilise, kralları ve derebeylerini bile afaroz edecek kadar ileri gitmiş<br />

ve hattâ kilisenin egemenliğine karşı çıkanları engizisyona tâbi tutmuştur.<br />

Onüçüncü yüzyılın ortalarına doğru (1231) Kilise tarafından<br />

düzenli bir teşkilât haline sokulan Engizisyon’un din adına utanç<br />

dolu uygulamaları, Almanya’da 1517’de başlayan reformasyon hareketiyle<br />

ortadan kaldırılmış; ama azalarak da olsa Fransa’da 1772,<br />

İspanya’da 1834, İtalya’da 1859 yılına kadar devam etmiştir. 10<br />

Avrupa’da sanayinin gelişmesi sonucu doğan burjuva sınıfının<br />

siyasi gücü de ele geçirmek için hem feodalite ve kiliseyle hem de<br />

monarşilerle mücadeleleri sonunda, 1789 Fransız İhtilâli ile birlikte<br />

bu kıtada önemli değişim yaşanmış ve neticede monarşi, kilise<br />

ve ruhban sınıfı ağır bir yenilgiye uğratılmıştır. Özellikle Fransa’da<br />

Hıristiyanlığın ve kilisenin izlerinin silinmesi için birçok köklü tedbire<br />

başvuruldu. Fransız ihtilâlcileri için artık bir tek din vardı. O da<br />

katoliklik veya protestanlık değil, “akıl dîni” (la culte de la raison)<br />

idi. Onun için hedef, katolikliğin kaldırılarak yerine bu “akıl dîni”ni<br />

yerleştirmek ve resmen kabul ettirmekti. Hattâ bu yeni dînin on beş<br />

maddelik ilmihali, 1793’te Millî İhtilâl Meclisi tarafından kanunlaştırıldı.<br />

11 Ancak kralcılar, cumhuriyetçiler ile kilise arasındaki tartışmalar<br />

ve mücadele, bütün bir on dokuzuncu yüzyıl boyunca devam<br />

etti ve nihayet 9 Aralık 1905 tarihli “Kiliselerle Devletin Ayrılması”<br />

(La sèperation des eglises et de l’etat) kanunuyla laiklik hukukî<br />

ve siyasi bir kavrama dönüştürüldü. Artık bu kanunun öngördüğü<br />

9 Matta İncili, 6/ 24.<br />

10 H.Yazıcıoğlu, a.g.e., 93-94.<br />

11 Pierre Gaxotte, Fransız İhtilâli Tarihi, çev. Samih Tiryakioğlu, İst. 1962,<br />

123-131 ; 268-271 275 vd.


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 387<br />

laik rejim ile devlet, dünyevî gücü yani siyasi egemenliği; kilise de<br />

ruhanî gücü temsil edecek ve kendi bünyelerinde hür ve serbest olacaklardı.<br />

Yine bu “Kiliselerle Devletin Ayrılması” kanununa göre<br />

Cumhuriyet vicdan ve ibadet özgürlüğünü sağlayacak; hiçbir dini<br />

tanımayacak ve ona ücret ve ödenek ayırmayacaktır. 12 Kaba bir yaklaşımla<br />

kilise ile dünya işleri birbirinden ayrılacaktır.<br />

Esasen bu gelişme, kendi ilâhiyatında “dünyevî” ve “ruhanî”<br />

ayırımı bulunan Hıristiyanlığın, başka bir ifade ile dünyevî egemenliği<br />

de Tanrı adına elinde tutmak isteyen kilisenin tarihi boyunca giriştiği<br />

faaliyetler hatırlanacak olursa, makul ve beklenen bir sonuç<br />

olarak görünür. Buna göre, biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, laik<br />

rejim ile, dünyevî gücü temsil eden devletin de, ruhânî gücü temsil<br />

eden kilisenin de kendi bünyelerinde tam anlamıyla hür ve serbest<br />

olmaları öngörülüyordu. Ancak gelişmenin Fransa’da bu çerçevede<br />

kaldığını söyleyebilmek mümkün değildir. Pozitivist anlayışın etkisinde<br />

kalan III. Cumhuriyet, kilise ve ruhban sınıfına karşı girişilmiş<br />

olan tutumu doğrudan din düşmanlığına kadar uzanan bir biçimde<br />

dini, ferdin, toplumun ve devletin bütün faaliyet alanlarından uzaklaştırmak<br />

şeklinde anladı ve uyguladı. Hattâ III. Cumhuriyetin ünlü<br />

bakanı J. Ferry, din konusunda tarafsızlığın vaad edildiğini, ama felsefe<br />

ve siyaset konusunda böyle bir söz vermediklerini ifade ile13 III.<br />

Cumhuriyetin laiklik (laicité) yerine dayatmacı militan bir anlayış<br />

olan laisizm (laicisme=laikçilik) anlayışını egemen kılmaya çalıştı.<br />

Bu yaklaşımın dayanağı pozitivist görüştür. Bu görüşün, kendi<br />

ifadesiyle “bu yeni ve pozitif dinin Papa’sı, pozitivizmin kurucusu<br />

August Comte’tur. Onu takiben Durkheim, Marx, Weber, E.Renan<br />

tarafından nüanslarla paylaşılan bu görüşe göre, artık bir Tanrı’ya<br />

ihtiyaç yoktur. Modernleşme ile birlikte din devrini ve ömrünü tamamlayacak<br />

ve ortadan kalkacaktır. Gerçi toplumun kendini devam<br />

ettirebilmesi ve gelişebilmesi için, toplumda manevî bir gücü temsil<br />

edebilmesi mümkün değildir ve bundan dolayı yeni bir din gereklidir.<br />

Bu Tanrısız yeni dinin adı da “insanlık dîni” veya “beşeriyet dîni”<br />

dir. Bu dinin credo’su, âmentüsü, beşere ve beşerin aklına ve ebedî<br />

12 Kanunun diğer maddeleri hk. bk. H. Yazıcıoğlu, a.g.e., 148-149.<br />

13 N. Vergin, a.g.m., Türkiye Günlüğü, 14.


388<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

tekâmülüne îman etmektir; 14 çünkü insan aklının üstünde aşkın güç<br />

(transcendent) yoktur. Oysa pozitif hukukun kuralları çerçevesinde<br />

laiklik, doğrudan egemenliğin kaynağı ile ilgili bir kavramdır15 ve<br />

“bir toplumun siyasal örgütlenmesinin ifadesi Devlet’in temel unsuru<br />

olan iktidarın / Devlet kudretinin / egemenliğin kaynağının beşerî<br />

irade olmasıdır.” 16<br />

Bu anlayış sonucu devlet için laiklik, dinlerin yerini alacak yeni<br />

bir dogmalar sistemi, siyasi ve ideolojik bir dayatma aracı, vatandaşlar<br />

için kabulü zorunlu yeni bir îman olamaz, olmamalıdır da. Kesin<br />

olan taraf şudur ki, laiklik dini ortadan kaldırmaz, bilâkis herhangi<br />

bir dine inanan kişinin, dindarın inanış ve ibadet özgürlüğünü devlet<br />

gücünün teminatı altında yaşaması ilkesini getirir. Laik devletin<br />

resmî bir dini bulunmadığı gibi, benimsediği laiklik anlayışı gereği,<br />

ülke içinde yurttaşların vicdan, din ve ibadet özgürlüğünü sağlama<br />

ve koruma sorumluluğu vardır; çünkü “egemenliğin kaynağının<br />

beşerî irade olmasının zorunlu bir sonucu, kanun önünde eşitliktir...<br />

Kanun önünde eşitlik, her şeyden önce din ve vicdan hürriyetini zorunlu<br />

kılmaktadır.” 17<br />

Neticede Avrupa tarihinde din ve devlet ilişkileri, yani laik sistemle<br />

ilgili faaliyetler; (1) Kilise ve Devlet’in birbirinden tamamen<br />

ayrılması; (2) Devlet’in ya bir devlet dinini benimseyerek onun dışındaki<br />

dinlerin yasaklanması (Vatikan örneği); (3) ya bir devlet dini<br />

benimsenmiş olmakla beraber onun yanında diğer bazı dinlerin de<br />

tanınması veya bir devlet dini benimsememekle beraber bazı dinlerin<br />

tanınması (İskandinav ülkeleri, İngiltere, İspanya, Latin Amerika<br />

örnekleri gibi); (4) ya da hiçbir dinin ne devlet dini olarak benimsenmesi<br />

ne de tanınması (Fransa örneği) şeklinde sonuçlanmıştır<br />

Görülüyor ki “laiklik, bir yasa maddesi ve siyasi kararla bir<br />

defada bütün çağlar için çözülmüş olan bir konu olmayıp gündelik<br />

hayatın karmaşıklığı ve çeşitliliği içinde ortaya çıkan küçük küçük,<br />

fakat önemli oranda sınırları belirlenmeye ve çizilmeye çalışılan<br />

14 Bülent Daver, Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik, Ankara 1955, 5.<br />

15 Toktamış Ateş, Laiklik-Dünyada ve Türkiye’de, Ankara 1994, 33.<br />

16 Zeki Hafizoğulları, “Lâiklik”, Erdem, VII/ 20 (Ocak 1991), 364, 354.<br />

17 Z. Hafızoğulları, a.g.m., Erdem, 363-364.


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 389<br />

sosyo- kültürel bir olay olarak ele alınmaktadır.” 18<br />

Netice itibariyle laiklik, ortak bir tanımla ve egemenliğin kaynağının<br />

beşerî irade oluşundan hareketle, dini ve dünyevî otoritelerin<br />

birbirinden tamamen ayrılmasını; devletin ülkede mevcut maruf ve<br />

müesses dinleri tanımasını ; bunlara ve mensuplarına karşı tamamen<br />

tarafsız olmasını ; kamu düzenine, genel âdâb ve erkânâ aykırı olmamak<br />

kaydıyla her dine mensup kişilerin kendi dinlerini serbestçe<br />

öğrenmelerini, yaymalarını, ibadet ve ahkâmını yerine getirmelerini,<br />

böylece din ve vicdan hürriyetinin sağlanmasını, buna karşılık ülkedeki<br />

maruf ve müesses dinlerin, bu dinlerin teşkilâtlarının, inanış<br />

ve yaşayış biçimlerinin de hiçbir şekilde devlet ve dünya işlerine,<br />

siyasete karışmamalarını ve karıştırılmamalarını; teokratik devlet<br />

eğilimlerine yer verilmemesini gerektiren bir kuraldır.<br />

İslamiyette Laik Uygulamalar<br />

Türk milletinin mensup olduğu İslam’da ise, teşkilâtlanmış ve<br />

egemenlik iddiasında olan bir kilise ve dolayısıyla ruhban, bir din<br />

adamları sınıfı mevcut değildir. Bunun anlamı şudur: İslam’da Hıristiyanlıktaki<br />

gibi “ruhânî–dünyevî” şeklinde paylaşılacak bir otorite,<br />

bir egemenlik kavgasına yer yoktur. Başka bir deyişle İslam, bir<br />

“ruhban”, yani Allah adına O’nun gücünü ve iktidarını paylaşacak<br />

bir sınıfı kabul etmediği için, iktidarın yani siyasi egemenliğin “din”<br />

adına paylaşılması da söz konusu değildir. Bir kere yine dilimize<br />

ödünç aldığımız bir kelime olan “teokrasi”, bir hukuk, ilâhiyat ve<br />

siyaset terimi olarak, devlet iktidarının ruhbanın yetkisinde olduğu,<br />

yani Devlet’in karar ve yönetim birimlerinde Tanrı adına iş gören<br />

ruhban sınıfının egemen olduğu ve Devlet kurumlarının kilise dogmalarına,<br />

din kurallarına göre düzenlendiği bir siyasi rejimdir.<br />

Bu arada şu hususu da açıkça belirtmek gerekir ki, hangi din<br />

olursa olsun içinde bütünüyle laiklik ilkesini bulmak pek mümkün<br />

değildir. Başka bir ifadeyle laikliğin özünü ve kaynağını bir dinin<br />

içinde aramak ve bulmak oldukça güçtür. Galiba bir dinin, özellikle<br />

İslam gibi doğrudan insan hayatıyla diğer dinlere göre çok fazla<br />

18 Ahmet Arslan, “ İslam, Laiklik ve Çağdaşlaşma” Türkiye Günlüğü, 29<br />

(Temmuz-Ağustos 1994), 130.


390<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

ilgili olan 19 ve bünyesinde evrensel ilkelere çok fazla yer veren bir<br />

dinin, başkalarına ve diğer dinlere ve mensuplarına karşı son derece<br />

hoşgörülü olması veya insanları inanıp-inanmama, yapıp-yapmama<br />

vb. konularda zorlamaması, inanma ve amel etme hususlarını onların<br />

hür iradelerine bırakmış olması, laiklik ilkesiyle karıştırılmaktadır. 20<br />

Maamafih şu hususu da kuvvetle vurgulamak gerekir ki, eğer laiklik<br />

teokrasiye yani Tanrıyı iktidarın ve egemenliğin meşru kaynağı<br />

olarak gören ve Tanrı adına iş gördüğü inancıyla bunu paylaşmaya<br />

yanaşmayan bir ruhban sınıfına karşı millî iradenin mümessilliğini<br />

üstleniyorsa, ki öyledir ve öyle olmalıdır, o halde İslam, dünya dinleri<br />

arasında laik zihniyete en yakın olan bir dindir.<br />

Çünkü laikliğin temel unsurlarından biri olan din ve vicdan özgürlüğü,<br />

Kur’ân-ı Kerîm’in ısrarla üzerinde durduğu bir olgudur. Bir<br />

kere dîne inanmak doğrudan kişisel bir seçim meselesidir : “Dileyen<br />

inansın, dileyen inkâr etsin’’ (18. Kehf, 29) ; “Dinde zorlama yoktur...”<br />

(2. Bakara, 256) ; “Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların<br />

hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”<br />

(10. Yûnus, 99); “Sizin dîniniz size, benim dînim banadır.”<br />

(109. Kâfirûn, 6). Örnek olarak verilen bu birkaç âyet bile, Kur’ân-ı<br />

Kerîm’in inanmayı bir vicdan konusu kılmak suretiyle laikliğe giden<br />

yolda önemli bir ilke belirlemiş olduğunu gösterir.<br />

Laikliğin bir diğer unsuru da, toplumun ve kişilerin yönetiminde,<br />

değişmezliğine inanılan katı kurallara ve dogmalara göre değil,<br />

zamanın ihtiyaçlarına, hayatın gerçeklerine cevap bulacak akıl ve<br />

bilim yolunun kullanılmasıdır.<br />

Bu noktada İslam, denebilir ki, evrensel dinler arasında en köklü<br />

ve en güçlü olanıdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, insanı ısrarla her hususta<br />

aklını kullanmaya, evrenin sırlarını çözmeye, olayları ve olguları<br />

sormaya, sorgulamaya ve düşünmeye çağırır.<br />

Bilgisizlik, kör bir gelenekçilik, ataları körü körüne taklîd, aklı<br />

ve mantığı kullanmamak, sorup- soruşturmamak, sebep-sonuç ilişkisi<br />

kurmaksızın hemen kabul etmek ve en önemlisi araştırmamak,<br />

düşünmemek ve ibret almamak Kur’ân’ın şiddetle reddettiği, kar-<br />

19 Krş.: Fazlur Rahman, İslam, İst, 1981, 206.<br />

20 Krş.: Yümmi Sezen, Türk Toplumunda Laiklik Anlayışı, İst, 1993, 15.


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 391<br />

şı çıktığı ve mutlaka mücadele edilmesi gereken kötü davranış ve<br />

alışkanlıklar olarak gösterilir. Kur’ân’da bu hususların her biri hakkında<br />

yüzlerce âyet bulunmaktadır. Esasen Kur’ân’ın yorumlanması<br />

ve yaşanılan dönemin ihtiyaçlarına cevap bulunması demek olan<br />

“içtihad”ın kaynağı akıldır, bilimdir.<br />

Nitekim İslam’a tarihî gerçekliği içinde yaklaşacak olursak,<br />

onun insan hayatını, dünyayı ve toplumun işleyişini düzenlemek<br />

için bir takım hukuk ilkeleri getirmiş olmasına rağmen, bu ilkelerin<br />

kamu yararı (maslahat) doğrultusunda daima yorumlanabilir ve değişebilir<br />

oldukları açıkça görülecektir. 21<br />

Kesin olan husus şudur ki, Kur’ân’da siyasi egemenlik bütünüyle<br />

insana verilmiş ve bu egemenlik hakkını nasıl kullanacağı<br />

açıkça bildirilmiştir. Buna rağmen Emevîler ve sonraki idareciler,<br />

Haricîlerin dördüncü halîfe Ali b. Ebî Tâlib’e karşı isyanlarında sloganlaştırdıkları<br />

“el–hukmu illâ-lillah” (Hüküm ancak Allah’ındır)<br />

iddiasıyla yola çıkarak kendi anlayış ve yorumlarını Allah’ın iradesi<br />

saymaya başladılar. Böylece Kur’ân’da 610–632 yılları arasındaki<br />

Mekke ve Medine toplumunun ihtiyaçlarına ve o günün âdetlerine<br />

göre belirlenmiş birtakım muâmelat, yani dünya işlerine ait düzenlemeler<br />

ile Hz. Peygamber’in Sünneti, yani o günün şartları içindeki<br />

uygulamaları ve hattâ sahâbe tarafından yapılmış yorumlardan oluşan<br />

bir tarihî kültür malzemesi, kutsallaştırılarak dokunulmazlık<br />

zırhına büründürüldü ve inanç alanına sokuldu. Bu ise, o dönemlerin<br />

yöneticilerinin dîni kullanarak kendi saltanatlarını sağlama almalarının<br />

yolunu açtı. Çünkü “Hâkimiyet Allah’ındır” iddiası ile insanları<br />

yönetmeye kalkmak, o yöneticiyi sorgulama dışında bırakmak<br />

ve gerektiğinde değiştirilmek endişesinden kurtarmak demekti. Bu<br />

tamamen Kur’ân’ın mesajına zıt bir anlayıştır. Çünkü Allah, egemenlik<br />

yetkisini tek tek insana vermiş ve ondan bu yetkisini adâlet<br />

ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde kullanmasını istemiştir. Ayrıca<br />

değişmezlik ve dokunulmazlık vasfı kazandırılan muâmelat, hakkında<br />

nass, yani âyet ve hadîs bulunanlar da dahil tamamı ictihâdî’dir,<br />

21 Bu hususlardaki muhtelif örnekler için bk. Ethem Ruhi Fığlalı, Din ve Lâiklik<br />

Üstüne Düşünceler, Muğla: Muğla Ü. Yay., 2001; aynı yazar, “Din ve Devlet<br />

İlişkileri”, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Dergisi, XIII/ 38 (Temmuz 1997),<br />

590-602.


392<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

yani yoruma bağlıdır. Bu konuda yapılacak yorumlarda, o hükmün<br />

anlamı ve maslahat (kamu yararı)’ına göre hareket edilmesi temel<br />

amaçtır. Çünkü Kuran’da muâmelâtla ilgili düzenlemelerde, hükmün<br />

illet (cause) ve hikmet (wisdom)’leri üzerinde geniş bir şekilde<br />

durulmuştur. Onun için bunlarla ilgili hususlarda, içinde bulunulan<br />

şartlara, ihtiyaçlara ve kamu yararına göre gerekli düzenleme ve<br />

uygulamalarda bulunma yetki ve sorumluluğu devlete aittir. Kısaca<br />

egemenlik, devlete vücud veren insana, millete aittir. Esasen Hz.<br />

Peygamber dahil hiç bir peygamberin Allah’ın yerine iş yapma ve<br />

vekili olma yetkisinin bulunmadığı açıkça bildirilmiş ve insanlara<br />

da, Peygamberlere de hükmettikleri zaman adâletle hükmetmelerini<br />

istemiş olan (4. Nisâ, 58; 38. Sâd, 26) bir dinde, elbette bu yetki<br />

ve sorumluluklarını, yani egemenliği nasıl kullanmaları gerektiğinin<br />

yolları da apaçık gösterilmiştir.<br />

Öte yandan egemenliği metafizik hâkimiyete dönüştürmek, onu<br />

kullananları sorgulama dışında bırakmak ve böylece topluma hesap<br />

vermek ve halk tarafından gerektiğinde değiştirilmek endişesinden<br />

kurtarmak demektir. Yöneticilerin ve din simsarlarının işine gelen<br />

bu anlayış, Kur’ân-ı Kerîm’in mesajına zıt bir anlayıştır. 22<br />

Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerîm, insanların karşılaştıkları sorunlarını,<br />

akıllarını ve hür iradelerini kullanarak içinde bulundukları<br />

şartlara göre kendi tercihleri yönünde, ama kesinlikle adâlet, ferdî ve<br />

ictimâî sorumluluk (takvâ) ile hikmet (wisdom) çerçevesinde çözmelerini<br />

istemiştir.<br />

Böyle olduğu içindir ki, müslüman toplumlar, baştan itibaren<br />

din ve devlet işlerini düzenleme yolunda hilâfetten saltanata meşrutiyetten<br />

cumhuriyete kadar birçok hukukî ve siyasi sistem şeklini<br />

uygulamıştır.<br />

Osmanlı Döneminde Laik Uygulamalar<br />

Osmanlı Devleti daha kuruluşundan itibaren İslam’ın temel ilkesi<br />

olan “adâlet” fikrini esas alarak kamu yararını (maslahat) dinin<br />

22 Krş. Ahmet Akbulut, “İslamî Bilginin Dünü, Bugünü ve Yarını” (Panel),<br />

BAG, Ocak 1996, 2; İlhami Güler, Allah’ın Ahlâkîliği Sorunu, Ankara 2002<br />

(3.Bs.).


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 393<br />

önünde tutmuş ve din-devlet ilişkisini “adâlet” fikri üzerine kurmuş<br />

ve bunu “kanun” yoluyla gerçekleştirmiştir.<br />

Daha Osman Gazi’den itibaren başlayan “örf” ile hükmetme<br />

yaklaşımı, 23 Fâtih Sultan Mehmet ve Kanunî Sultan Süleyman’ın ve<br />

diğerlerinin kanunnâmeleri, Kur’ân-ı Kerîm’in zaten çok az düzenlediği<br />

siyasal-toplumsal hayatın boşluklarını ya da ortaya çıkan ihtiyaçları<br />

karşılayan beşerî düzenlemelerdir. Aslında Emevîler zamanında<br />

başlayan ve Osmanlıda zenginleşen “kanun” ve “kanunnâme”<br />

adlı düzenlemeler, devletin kanun koyma yetkisinden kaynaklanan<br />

“dünyevî” bir yasama faaliyeti idi. 24 Elbette bunlar şerîat değildir;<br />

“maslahat” ve “örf’ gibi ilkelerden hareketle, devleti temsil edenler<br />

tarafından devrin şartlarına cevap veren insan iradesinin eseri<br />

kanun hukukudur. Elbette bu hukukun, teorik olarak şerîata aykırı<br />

düşmemesi beklenir. Ancak pratik olarak zaman zaman nass’ın önüne<br />

geçtiği de bilinmektedir. Bu durumda bile yapılan nass’ın reddi<br />

ve inkârı değil, İslam’ın temel ilkeleri çerçevesinde değişen şartlara<br />

uygun kural ihdasıdır, norm geliştirmedir. Esasen Halife Ebû Bekir<br />

ve Ömer’in uygulamaları hatırlanacak olursa, bu uygulamanın ne<br />

denli doğal ve Kur’ân’ın mesajına uygun olduğu görülür. Kaldı ki,<br />

İslam hukukçuları, yöneticiye, “örf ve âdetlerde mevcut bulunduğu<br />

ve amme menfaat ve maslahatının gerektirdiği hallerde kanun ve nizam<br />

koyma” yetkisini tanımışlardır.<br />

Öte yandan Osmanlıda adliye hizmetleri şer’î ve örfî olarak ikiye<br />

ayrılmış ve her iki grup dâvâya bakan kadıların atanmaları da<br />

Sultan tarafından yapılmıştır. Aslında daha Selçuklularda başlayan<br />

bu kurumlaşma, Osmanlıda din hizmetlerini yürüten “ulemâ” veya<br />

“ilmiye” denen bir sınıfın doğmasına sebep oldu. Bu sınıf, adâlet,<br />

eğitim, dini ibâdet ve dînî hizmetler alanında görevli ve yetkili idi.<br />

En üst noktada ise Şeyhülİslam bulunuyordu. Ancak Şeyhülİslam<br />

da dâhil bu sınıfı oluşturan kadılar, müderrisler, müftüler, imamlar<br />

ve müezzinler ve diğer ilgililerin tamamı, Hıristiyan Batı’daki Kilise<br />

gibi özerk değil, tamamen sîyâsî iktidarın kontrolünde bir kamu<br />

görevlisidirler. 25<br />

23 7. A’râf 199.<br />

24 Tâhâ Akyol, Medîne’den Lozan’a, İst 1996, 39-40.<br />

25 Osmanlıdaki dini-siyasi yapılanma hk. bk. Davut Dursun, Yönetim-Din İlişkileri<br />

Açısından Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İstanbul 1992.


394<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

Bu yapısı ve bu kurumlarıyla Osmanlı Devleti, kesinlikle<br />

“teokratîk” bir devlet değildir. Eğer teokrasiden, başında Tanrı veya<br />

yarı-Tanrı olduğuna inanılan bir insanın bulunduğu bir din adamları<br />

veya rahipler teşkilâtı tarafından yönetilen ve devletin temel siyasi,<br />

idarî, hukukî yasalar veya düzenlemelerinin din kaynaklı olduğuna<br />

inanılan bir yönetim biçimi anlaşılıyorsa, Osmanlı Devleti’nin bir<br />

teokrasi olmadığı açıktır. Çünkü Osmanlı yönetim sınıfının böyle<br />

bir niteliği bulunmadığı gibi, Osmanlı’nın siyasi, idarî ve hukukî<br />

yasa ve düzenlemeleri de, özü itibariyle dinden kaynaklandığı kabul<br />

edilen yasa ve düzenlemeler değildir. Eğer yarı-teokrasiden din<br />

adamlarının yönetimde görev aldıkları, yasaların ve düzenlemelerin<br />

dine uygun olduğu, dinin siyasal yönetime belli bir meşruiyet<br />

sağladığı bir yönetim şekli kastediliyorsa, bu anlamda da onun bir<br />

yarı-teokrasi olduğu bile söylenemez. Ancak onun din ile devlet ve<br />

siyaset işlerinin kesin hatlarla bir birinden ayrılmış oldukları “laik”<br />

devlet türünde bir devlet olmadığı da açıktır. Bu durumda Osmanlı<br />

Devleti’nin, özellikle On dokuzuncu yüzyıldaki gelişmelerden sonraki<br />

sistemine, “dindar bir meşrutî rejim” denebilir. 26<br />

Gerçi Yavuz Sultan Selim’in 1517’de halifelik unvan ve kurumunu<br />

İstanbul’a taşımış olması, devletin daha dini bir vasıf kazandığı<br />

şeklinde bir kanaat uyandırıyorsa da o dönemlerde Osmanlı için<br />

ne halifelik ne de hilâfet kurumu önemli idi. Ne zaman ki Devlet,<br />

askerî, ekonomik ve fikrî yönden zayıflamaya yüz tuttu, o zaman bu<br />

kurumlardan, boş yere medet umulmaya başlandı.<br />

Esasen daha Kanunî zamanında Kadızâdeliler hareketi ile hangi<br />

boyutlarda olduğu açıkça görülen taassup, dinin yüzünü karartmış ve<br />

dinamizmini yok etmişti. Evrenin sırlarını çözmeyi, her türlü olumlu<br />

yeniliğe kapı açmayı, araştırma, öğrenme ve bilmeyi her müslüman<br />

üzerine “farz” derecesinde zorunlu kılan bir din, hak etmediği halde,<br />

yobazlığa ve geriliğe âlet ediliyor; kurulan rasathanelerin bile şerîata<br />

aykırılığı ileri sürülebiliyordu. “Gavûr icadı” yaftası yapıştırılan her<br />

yenilik, kâfirlikle eşdeğer kılınıyordu.<br />

Ama bu din istismarcılığına göz yumulamazdı. Aksi halde Osmanlı<br />

Devleti kendi çöküşünü hızlandırmış olurdu. Onun için askerî,<br />

26 Halil Cin-Ahmet Akgündüz, Türk-İslam Hukuk Tarihi I, İstanbul 1990,<br />

184.


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 395<br />

siyasi, idarî ve hukukî alanda birtakım yenilik teşebbüslerinde bulunmalı<br />

idi. İşte Tanzimat döneminde, dini kurumların yanında eğitim<br />

ve hukuk alanlarında şerîat dışı yabancı kaynaklardan gelen laik kurumlar<br />

ve uygulamalar da ortaya çıkmıştır. Böylece özellikle kamu<br />

hukuku alanında, “şer’î maslahatı ilgilendirmediği ve mü’minlerin<br />

emîri nasıl irade ederse öyle hareket etmek gerektiği” şeklinde,<br />

şerîat esaslarına dayanmayan, bugünkü deyimiyle laik nitelikte<br />

olan kurallar yürürlüğe konabilmiştir. 27 Nitekim Osmanlı tarihinin<br />

dâhi hukukçusu Cevdet Paşa, “hukukun şahsîliği’‘ esasının çok dinli,<br />

çok ırklı ve çok kültürlü Osmanlı Devletine yetmediğini görür<br />

ve İslam hukukunda “şerîat”ın ilgi alanı dışında kalan ve Devlete<br />

yasa ve yargı yetkisi veren geniş bir alanın bulunduğu gerçeğinden<br />

hareketle Osmanlı’da yargının laikleşmesi anlamına gelen Nizamiye<br />

Mahkemelerini kurar. 28 Aslında Celâleddin Devvânî’nin meşhur<br />

“Divân-ı Def’i Mezâlim” adlı risâlesine dayanan bu faaliyetin temelinde,<br />

gelişen ve değişen toplum olayları ve ihtiyaçları karşısında<br />

“hukuk istiklali ve ülke bütünlüğü ve bağımsızlığı” düşüncesi yatar.<br />

Esasen İslam hukukundaki meşhur “câizde devletin tasarruf yetkisi”<br />

ilkesi ve “ictihad” kolaylığı, dinde “diyânî” (dini) ve “kazâî”<br />

(hukukî) ayrımına yol açmış ve böylece İslam tarihinde ve Osmanlıda<br />

gördüğümüz zengin bir birikim oluşmuştur. Şimdi önemli olan<br />

bu zengin birikimi kutsallaştırmadan değerlendirmek ve o tecrübeyi<br />

üretime dönüştürmekti. İşte Osmanlı’da Mecelle de, Hukuk-u Aile<br />

Kararnâmesi de yaşanan dönemin toplumsal ve ekonomik gereklerini<br />

karşılamak üzere atılmış ileri adımlardır.<br />

Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bütün bu olumlu faaliyetler,<br />

tam anlamıyla bir laikleşmenin varlığını göstermez; çünkü devlet yapısında<br />

iki ayrı kaynağa dayalı kurumlar mevcuttu ve bunlar da za-<br />

27 Osmanlı’da siyaset, idare, hukuk alanında girişilmiş ictihâdî faaliyetler hakkında<br />

pek çok ciddî çalışma vardır. Önemlilerden birkaçı şunlardır: Halil Cin,<br />

İslam ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Konya 1988 ; Halil Cin-A. Akgündüz,<br />

Türk-İslam Hukuk Tarihi; Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda<br />

Ahkâmın Değişmesi, İst. 1994 ; Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu,<br />

Toplum ve Ekonomi, İst. 1993; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam<br />

Hukuku, 3 Cilt, İst. 1996; aynı yazar, İslam Hukukunda İctihad. Ank., trz.;<br />

Fuat Köprülü, İslam ve Türk Hukuk Tarihi <strong>Araştırma</strong>ları ve Vakıf Müessesesi,<br />

İst 1983.<br />

28 Tâhâ Akyol, aynı eser, 37 vd.


396<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

man zaman aralarında çekişiyorlardı. Bir yanda yeni açılan okullar,<br />

öte yanda medreseler varlıklarını koruyor; Nizamiye Mahkemeleri<br />

yanında Şer’îye Mahkemeleri de adâlet dağıtıyordu. Bu ise ikilikti.<br />

Tanzimat düşünürleri, “Batı ve Doğu, doğal haklar doktrini ile şerîat,<br />

halk ile sultan, modern devlet ile teokrasi ve otokrasi arasında kesin<br />

bir tercih yapmaktansa bir telif yapmayı düşünmüşler; bu tercihte<br />

ölçü olarak da dinsel an’anelerin etkisi altında sübjektif görüşler ileri<br />

sürmüşlerdir”. 29<br />

Nitekim ne 1876 ne de 1908 Anayasaları, laik devlet fikrine<br />

açıktır. Her ikisinde de sultanda halifelik vasfı toplanıyor ve İslam<br />

dininin devlet dini olduğu kabul ediliyordu.<br />

Maamafih Tanzimat’tan itibaren Osmanlı’da yargı, eğitim ve<br />

idare alanında girişilmiş olan bu faaliyetler, Cumhuriyet Türkiye’sinde<br />

atılacak adımları da ciddî anlamda kolaylaştırmış, hattâ hazır hâle<br />

sokmuştur.<br />

Cumhuriyet Döneminde Laiklik<br />

Cumhuriyet Türkiyesi’nde, özellikle <strong>Atatürk</strong> sonrası dönemlerde<br />

laiklikle ilgili atılan adımların, On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı<br />

tarihinde girişilmiş bulunan Batılılaşma faaliyetlerine hâkim olan<br />

zihniyetin mümessillerden bir kısmının tartışmalı bir tabir olmasına<br />

rağmen “Fransız Aydınlanması” şeklinde şöhret bulmuş “pozitivist”<br />

bir anlayıştan etkilendiğinde tereddüt bulunmamaktadır. O kadar<br />

ki, Avrupalı pozitivist aydının savunduğu dinin modası geçmiş bir<br />

kurum olduğu ve bilimin gelişmesi ile birlikte insanın ve toplumun<br />

hayatından çekileceği veya en azından zayıflayacağı şeklindeki görüşlerden<br />

etkilenmiş olduklarını söylemek makuldür. Maamafih bu<br />

hususlarda hazır bir reçetenin varlığından ve onun aynen uygulamaya<br />

sokulduğundan söz edebilmek de o kadar kolay değildir. Daha<br />

İstiklâl Savaşı’ndan itibaren ortaya konan icraat, yeni Türk Devletinde<br />

din-devlet ilişkisinin seyri ve laikliğin gelişimi hakkında farklı<br />

bir tablo ile karşılaşmamıza sebep olur.<br />

23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi’nin 1921’de<br />

yaptığı ilk “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu”nun 20. Maddesinde din ve<br />

şerîata özel bir yer verilmiş ve Büyük Millet Meclisi’nin görevleri<br />

29 Niyazi Berkes, Teokrasi ve Laiklik, İst, 1984, 96.


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 397<br />

arasında “ahkâm-ı şer‘iyyenin tenfîzi” (şerîat hükümlerinin uygulanması)<br />

yer almış ve Meclis’in yapacağı kanun, tüzük ve yönetmeliklerde<br />

zamanın ihtiyaçlarına en uygun “ahkâm-ı fıkhıyye”nin esas<br />

tutulması gerektiği açıklanmıştır.<br />

Yine Büyük Millet Meclisi Hükûmeti zamanında 29 Ekim 1923’te<br />

yapılan ve Cumhuriyeti resmîleştiren 364 numaralı Anayasa’da da<br />

resmen bir devlet dini kabul edilmiş ve ikinci maddesinde Osmanlının<br />

1876 ve 1908 Anayasa’larındaki gibi “Türkiye Devleti’nin dini,<br />

Dîn-i İslam’dır” denmiştir.<br />

Nihayet tam anlamıyla Cumhuriyet döneminin ilk Anayasa’sı<br />

olarak kabul edilen 20 Nisan 1924 tarihli Anayasa’mızda dindevlet<br />

ilişkisi ve laiklik ile ilgili olarak sadece dört madde vardı. Bu<br />

Anayasa’nın 2. Maddesinde yine “Türkiye Devleti’nin dini, Dîn-i<br />

İslamdır” hükmü tekrar ediliyor; 26. Maddesinde yine “ahkâm-ı<br />

şer‘iyye’nin tenfîzi” görevi Büyük Millet Meclisi’nin vazifeleri arasında<br />

sayılıyor; 70. Maddesinde fikir ve vicdan hürriyeti getiriliyor<br />

ve 75. Maddesinde ise, “Hiçbir kimse mensub olduğu din, mezheb,<br />

tarikat ve felsefî ictihattan dolayı muaheze edilemez. Asâyiş, adâb-ı<br />

muaşeret-i umumiyye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü<br />

âyinler serbesttir” hükmüne yer veriliyordu.<br />

İşin ilgi çekici yanı, bu Anayasa’nın kabulünden önce <strong>Atatürk</strong>, 1<br />

Mart 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nin 2. Dönem ilk toplantısını<br />

açarken şunları söylüyordu:<br />

“İntisâb ile mutmain ve mes’ud bulunduğumuz Diyânet-i İslamiyeyi,<br />

asırlardan beri müteâmil olduğu gibi bir siyaset vasıtası<br />

mevkiinden tenzîh ve ilâ etmek elzem olduğu hakikatını<br />

müşahede ediyoruz. Mukaddes ve lâhutî olan vicdaniyatımızı,<br />

muğlak ve mütelevvin olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara<br />

tecellî sahnesi olan siyasetten ve siyasetin bütün uzviyâtından<br />

bir an evvel ve kat’iyyen kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî<br />

saadetin emrettiğî bir zarurettir. Ancak bu suretle, Diyânet-i İslamiyenin<br />

yüksekliği tecellî eder.”<br />

Bu maksadın tahakkuku için bazı adımlar atılmalı idi. Nitekim 3<br />

Mart 1924 tarihinde arka arkaya teklîf olunan üç kanunla, “Şer’iye<br />

ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletleri” ilga edilerek<br />

“...cumhuriyetin makarrında bir Diyanet İşleri Reisliği makamı tesis


398<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

edilmiş” (Kanun No:429)\ öğretim birliği için “Tevhîd-i Tedrisât Kanunu”<br />

(Kanun No:430) ve nihayet “Hilâfetin İlgasına ve Hanedân-ı<br />

Osmânînin Türkiye Cumhuriyeti Memâliki Haricine Çıkarılmasına<br />

Dair Kanun (Kanun No: 431) kabul edilmişti.<br />

Bu kanunlar yan yana getirildiğinde, dinin siyasete âlet edilmemesini<br />

ve onun lâyık olduğu önemle ele alınarak müspet bir anlayışla<br />

okunmasını amaçladığı söylenebilir. Esasen yukarıda ifade edilen<br />

1924 Anayasasında gündeme getirilen din, ibâdet, fikir ve vicdan<br />

hürriyeti kavramları, inkılâbın titizlikle üzerinde durduğunu söylediği<br />

“efkâr ve îtikad-ı dîniyeye hürmetkâr” olmanın30 sınırlarını<br />

çizmemize de bir işarettir. Nitekim <strong>Atatürk</strong> bu hususları, kendi ifadeleriyle<br />

şöyle belirler:<br />

“Dîn, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta<br />

serbesttir. Biz, dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre muhalif<br />

değiliz...” 31<br />

“Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç bir<br />

kimse, hiç bir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhep kabulüne<br />

icbâr edebilir. Din ve mezhep, hiç bir zaman politika âleti olarak<br />

kullanılamaz” 32<br />

“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus<br />

siyasi bir fikre mâlik olmak, intihap ettiği bir dînin icaplarını<br />

yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine mâliktir. Kimsenin<br />

fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti, mutlak<br />

ve taarruz edilmez. Ferdin tabii haklarının en mühimlerinden<br />

tanınmalıdır... Türkiye Cumhuriyetinde her reşid dinini intihabda<br />

hür olduğu gibi, bu dinin merasimi de serbesttir, yani âyin<br />

hürriyeti masundur. Tabiatiyle âyinler, asayiş ve umumî adaba<br />

mugayir olamaz; siyasi nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mâzide<br />

çok görülmüş olan bu gibi hallere, artık Türkiye Cumhuriyeti<br />

asla tahammül edemez.” 33<br />

30 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri. III, (2. Baskı), 78.<br />

31 Sadi Borak, <strong>Atatürk</strong> ve Din, İst 1962, 82. Bu hususlarda ayrıca bk. : Ahmet<br />

Gürtaş, <strong>Atatürk</strong> ve Din Eğitimi, Ankara 1982 ; E.Ruhi Fığlalı, <strong>Atatürk</strong> ve<br />

Din, Ankara 1981, 1988.<br />

32 Kılıç Ali, <strong>Atatürk</strong>’ün Hususiyetleri, Ankara 1930, 57.<br />

33 M. Afet İnan, M. Kemal <strong>Atatürk</strong>’ten Yazdıklarım, İst 1971, 85-86.


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 399<br />

“Türkiye Cumhuriyeti’nde, herkes Allah’a, istediği gibi ibadet<br />

eder. Hiç kimseye dini fîkirlerinden dolayı bir şey yapılamaz...” 34<br />

“Herşeyden evvel şunu en basit bir dini hakikat olarak bilelim<br />

ki, bizim dinimizde özel bir sınıf yoktur. Ruhbâniyeti reddeden<br />

bu din, inhisarı kabul etmez...” 35<br />

9 Nisan 1928’de kabul edilen ve Anayasa’nın 2. maddesindeki<br />

“Türkiye Devleti’nin dini, Din-î İslamdır” hükmünün kaldırılmasından<br />

sonraki durumda, değişiklik teklifinde “din ile devletin ayrılma<br />

prensibi, devlet ve hükûmetin dinsizliği tervici manasını tazammun<br />

etmemelidir. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinlerin,<br />

devleti idare edenlerle edecekler elinde bir âlet olmaktan kurtuluş<br />

teminatıdır. (...) Bu sebepledir ki, beşeriyetin manevî saadetlerini<br />

deruhde eden din, ağyâr eli değmeyen vicdanlarda bülend mevkiini<br />

ihraz ederek Allah ile ferd arasında mukaddes bir temas vasıtası<br />

haline girmiş bulunacaktır...” 36 şeklinde ifade edilen anlayışa göre<br />

hareket edilmiştir.<br />

Nitekim Türkiye’de devlet, ülkede bilinen yaygın dinleri tanımaktadır.<br />

Ancak bunların, antlaşmalardan doğan yükümlülükler<br />

hariç, müesseseleşmesine, yani cemaatlara bırakılarak kamusallık<br />

kazanmalarına izin vermemektedir. Fertler, kamu düzenine aykırı<br />

olmadığı sürece “ferdî-toplumsal bir kurum” olarak dinlerinin emirlerini<br />

serbestçe icrâ edebilmektedirler. Din hizmetleri, dinin eğitim,<br />

öğretim ve benzeri işleri, bir kamu hizmeti olarak devlet eliyle yürütülmektedir.<br />

Din ve vicdan hürriyeti, Anayasa’ya göre, temel hak ve<br />

hürriyetler arasında sayılmıştır.<br />

Esasen kamu düzenine ve kanunlara uygun biçimde bir dine<br />

inanma veya inanmama ve onun gereklerini yerine getirme hakkı,<br />

din hürriyetinin en temel şartıdır. Laik devletin temel haklar kataloğunda<br />

yer verdiği din hürriyeti ise iki unsurdan ibarettir. Vicdan<br />

hürriyeti ve bunu tamamlayan ibâdet (âyin) hürriyeti.<br />

1. Vicdan Hürriyeti: Her ferdin bir dine inanmak veya inanmamak<br />

hususunda sahip olduğu hürriyettir.<br />

2. İbâdet Hürriyeti: Bu hürriyet vicdan hürriyetinin tabiî bir<br />

34 Aynı eser, 98.<br />

35 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri. II, 144.<br />

36 Zabıt Cerîdesi, Devre : III. s. 3’den Çetin Özek, Türkiye’de Lâiklik, İst<br />

1962, 40.


400<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

neticesi olup, dinini ve kanaatini bir takım merasimlerle açıklamak<br />

veya açıklamamak hususunda ferdin sahip bulunduğu hakkı gösterir.<br />

Din hürriyeti, insanlığın uğrunda asırlar boyunca mücadele ettiği<br />

ve tarifsiz zulüm ve kıyımlardan sonra nihayet laik devletle birlikte<br />

gerçekleştirdiği temel bir hak olmuştur.<br />

Din hürriyeti, insanlık için vazgeçilemeyecek tabiî hakların başında<br />

gelir. Bununla beraber, Türk İnkılâbı, hurafelere ve bâtıl itikatlara<br />

dayanan, asırlarca dar kalıplar içinde bunalmış bir ortaçağ<br />

toplumundan, hayata bakan, hakikati arayan, ışığa koşan modern<br />

bir Türk toplumu yaratabilmek için, din hürriyetine bazı noktalarda<br />

sınırlamalar getirmek zorunda kalmıştır. Bu mecburiyeti derinden<br />

hissetmiştir. Bunu inkâr edemeyiz, etmemeliyiz. Fakat şurası<br />

da ayrıca muhakkaktır ki, eğer bu sınırlamalar getirilmemiş olsaydı<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün deyişiyle, “eğer bir takım zararlı, köhnemiş telakkîlerin,<br />

çağdaş devlet içerisinde yaşamasına imkân verilmiş olsaydı, akla,<br />

hakikata, ilme, tecrübeye, hürriyete dayanan yeni bir Türk devlet ve<br />

toplum sistemi” kurmak ve yaşatmak imkânsız olurdu. Türkiye’de<br />

din hürriyetinin sınırlarını çizen inkılap kanunları, her şeyden evvel<br />

bu hayatî zarurete dayanır.<br />

İşaret edilmesi lazım gelen diğer bir önemli husus da şudur. Inkılap<br />

kanunlarımızın hemen hiç birisi inanmaya ve inanmamaya,<br />

ibadet etmeye veya etmemeye, kısacası din hürriyetinin aslına, cevherine,<br />

özüne dokunan yasaklar getirmemiştir. Bu itibarla bazı din<br />

düşmanı memleketlerde takip olunan din aleyhdarı, din düşmanı bir<br />

politikaya ve dini kökünden kazımak isteyen kaba, materyalist bir<br />

akıma <strong>Atatürk</strong> İnkılâbı asla yer vermemiştir. <strong>Atatürk</strong>’e göre laiklik,<br />

ilmî olmaktır. Dini, devlet işlerine, siyasete karıştırmamaktır. Dinin<br />

birtakım siyasetçiler veya softalar ve din simsarları elinde bir çıkar<br />

aracı olmasına kesinlikle engel olmaktır. Kimseyi inançlarından<br />

dolayı kınamamaktır. Kimseyi inanmaya ve ibadete zorlamamaktır.<br />

“Umumî âdâb ve ahlâka mugâyir” olmamak şartıyla, kimsenin<br />

ibâdetini engellememek ve yasaklamamaktır. Nitekim <strong>Atatürk</strong> der<br />

ki:<br />

“Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle<br />

mücadele kapısını açtığı için hakikî dindarlığın gelişmesi<br />

imkânını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 401<br />

isteyenler, terakkinin ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden<br />

perde kalkmamış şark kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse<br />

olamaz”. 37<br />

Cumhuriyet döneminde laiklik adına en önemli adım 1937’de<br />

atıldı. Bu yılda yapılan bir değişiklik ile Anayasa’ya “laiklik” bir<br />

ilke olarak yerleştirildi. Böylece daha On dokuzuncu yüzyılda<br />

Osmanlı’da başlayan din işlerinin sadece ibâdetler ve din hizmetlerinin<br />

yerine getirilmesi için bürokratik bir kuruma dönüştürülmesi faaliyeti,<br />

bu defa din ile devleti birbirinden ayırmak, ama devletin vesayet<br />

ve kontrolunda tutmak, siyasetten kesin uzaklaştırmak amacı<br />

gerçekleştirilmiş oluyordu. Bir anlamda bu Batı siyaset felsefesînde<br />

gördüğümüz Machiavelli, Hobbes ve J.J. Rousseau tarafından ortaya<br />

atılan dinden amacına ve hedefine uygun olarak istifadeyi son tahlilde<br />

halk iradesine veya bu iradenin ifadesi olan devlete sağlamlık<br />

ve istikrar kazandırmak olan bir “halk dîni” modeli idi. 38 Bu yolda<br />

atılan adımlar, gerçekten devletin din ile ilgili tasarruflarının hangi<br />

boyutlarda ele alınmakta olduğunu gösterir. 1928 yılı Haziran’ında<br />

Fuad Köprülü başkanlığında kurulan bir komisyon amacını, “dinin<br />

çağdaş Türk demokrasisinde muhtaç olduğu hayatiyet ve ilerlemeyi<br />

gerçekleştirmek için” bilimsel esaslar üzerinde yeniden düzenlenmesi<br />

olarak tanımlar. Komisyonun sunduğu öneriler arasında ibadet<br />

şeklinin ve dilinin düzenlenmesi gibi hususlar vardır. 39 Bunlardan<br />

sadece ezan, Demokrat Parti’nin iktidara gelişine kadar Türkçe okunur;<br />

diğerleri hiç tatbik imkânı bulamaz.<br />

Öyle görünüyor ki Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, aydınların<br />

birçoğu tarafından dîne karşı gösterilen bu olumsuz veya dîne karşı<br />

tutumun kaynağında, çok yüzeysel ve haksız olarak İslamiyeti geriliğin<br />

sebebi ve dolayısıyla ilkel, modası geçmiş, akıl dışı, katı ve<br />

çağdışı siyasi, içtimaî, ahlâkî, hukukî her türlü kurum, kural ve değerlerin<br />

tek sorumlusu olarak görmenin rolü ve etkisi yatmaktadır.<br />

Onların kafalarındaki fikir, Batılılaşma ya da çağdaşlaşmayı gerçekleştirebilmek<br />

için yapılması gereken şey, dînin bütün bu alanlardaki<br />

37 Sadri Borak, <strong>Atatürk</strong> ve Din, İst, 1962, 82.<br />

38 A. Arslan, “Türk Laikliği ve Geleceği Üzerine Bazı Düşünceler”, Liberal<br />

Düşünce, I/1 (Kış 1966), 67.<br />

39 A. Arslan, a.g.m., 67


402<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

gücünün kırılması ve varlığının asgarîye indirilmesi olmalıdır, şeklindeki<br />

modası geçmiş görüşlerdir.<br />

İşte pozitivist anlayışla girişilen bu nevî yanlış işler, ibâdet dilinin<br />

Türkçeleştirilmesi, ibâdetlerin müzik eşliğinde yapılması,<br />

câmilere sıralar konması gibi teklifler, din eğitim ve kültürünün yetersizliği<br />

ve benzeri olumsuz tutumlar, toplumun çok büyük bir kesiminde<br />

kimliklerine açık bir saldırı olarak görüldü. Başka bir ifade<br />

ile faydacı İngiliz ve ahlâkçı Alman aydınlanma düşüncesi ile değil,<br />

pozitivist “Fransız Aydınlanma” sının “laisizm” (laikçilik) anlayışı<br />

ile toplumu ve fertleri ya din ya çağdaşlaşma tercihi karşısında bırakan<br />

bu aşırı ve bir bakıma laikçilik fanatizmi, elbette bir tepkiyi de<br />

doğuracaktı.<br />

Çok Partili Dönem<br />

Özellikle 1930’lardan itibaren yeraltına itilen din ve dini hayat<br />

sorunları, 1945’ten bu yana yeniden konuşulmaya ve tartışılmaya<br />

başlandı. Dönemin hükûmeti olan Cumhuriyet Halk Partisi, doğrudan<br />

Meclis’te konuşulmaya başlanan halkın din ihtiyacının karşılanması<br />

için, sayıları pek az ve yetersiz durumdaki Kur’ân kurslarına<br />

yeni bir şekil vererek on ay süreli “İmam-Hatip Kursları”nı açmıştır.<br />

1946’da çok partili demokratik hayata geçişle birlikte açılan bu<br />

İmam-Hatip Kursları’nın yetersizliği sıkça gündeme getirilmeye<br />

başlanmıştır. Yeni kurulan Demokrat Parti (DP), bu durumu seçim<br />

meydanlarında dile getirmeye başlamış ve halka birtakım vaadlerde<br />

bulunmuştur. Bunun üzerine Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 1949<br />

<strong>yılında</strong> Ankara Üniversitesi bünyesinde İlâhiyat Fakültesi’ni kurmuştur.<br />

Aynı tarihte Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’ân Kursu<br />

sayısı 122; çeşitli il merkezlerindeki İmam-Hatip Kursu sayısı da<br />

10’dur, ki bunlar 1950’den sonra kaldırılmıştır.<br />

DP’nin iktidara gelişinden sonra sayıları hızla artan Kuran<br />

Kursları, 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri<br />

Hakkında Kanun’la Başkanlık bünyesinde hukukî statüye kavuşturulmuştur.<br />

16 Kasım 1990 tarih ve 20697 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan<br />

“Diyanet İşleri Başkanlığı Kuran Kursları Yönetmeliği”ne<br />

göre yönetilen bu kurslarda Kur’ân okuması, ibadetler için gerekli<br />

süre, âyet ve dualar öğretilmektedir. Her ne kadar Millî Eğitim


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 403<br />

Bakanlığı’nın denetim yetkisi, yönetmelik gereği saklı ise de, ders<br />

müfredatı Diyanet İşleri Başkanlığı’nca belirlenen bu kurslarda,<br />

günde yaklaşık 5 saat üzerinden haftada 18 saat Kuran-ı Kerîm, 1<br />

saat itikat, 3 saat ibâdet, 1 saat Siyer, 1 saat da Ahlâk dersi okutulmaktadır.<br />

01 Ocak 2005 tarihi itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığına<br />

bağlı 4.221 Kuran Kursunda 137.394 kız ve 17.891 erkek olmak<br />

üzere 155.285 öğrenci bulunmaktadır.<br />

1951-1952 öğretim <strong>yılında</strong> kültürlü din görevlisine duyulan<br />

ciddî ihtiyaç dikkate alınarak Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde,<br />

birinci devresi 4, ikinci devresi 3 yıl olmak üzere toplam yedi yıllık<br />

bir meslek okulu şeklinde yedi büyük ilde İmam-Hatip okulu açıldı.<br />

1971-1972 öğretim <strong>yılında</strong>n itibaren, yapılaşmada ve müfredatta<br />

köklü bir değişiklik yapılarak İmam-Hatip okulları, ilköğretimin<br />

ikinci kademesine (ortaokul) dayalı dört yıllık meslek lisesi (İmam-<br />

Hatip Lisesi) haline getirildi. Böylece yedi yıllık İmam-Hatip okullarının<br />

birinci devresi kapanmış ve aynı zamanda imamlık ve hatiplik<br />

mesleği en az lise düzeyinde bir öğrenime bağlanmış oldu. Ancak<br />

1974-1975 öğretim <strong>yılında</strong>n itibaren Ecevit-Erbakan koalisyonu zamanında,<br />

İmam-Hatip Liselerinin bünyesinde, diğer ortaokullarda<br />

bulunmayan meslek dersleri takviyeli (Kur’ân-ı Kerîm, Arapça, Din<br />

Dersi) üç yıllık ortaokullar kuruldu. Böylece İmam-Hatip Liseleri,<br />

kendi bünyelerindeki meslek dersleri takviyeli ortaokullara dayalı,<br />

bir bakıma ilkokula dayalı (3+4=7) yıllık bir kuruluşa yeniden dönüştürülmüş<br />

oldu. 8 yıllık kesintisiz temel eğitimin kabulü ile birlikte<br />

orta kısımları, genel ilköğretim bünyesine alındı. 2004-2005<br />

Öğretim yılı itibariyle 7 Anadolu İmam-Hatip Lisesinde 14.655 kız<br />

ve 8.633 erkek olmak üzere 23.288; 445 İmam-Hatip Lisesinde de<br />

29.837 kız ve 43.726 erkek olmak üzere 73.563 (Örgün Eğitim toplamı:<br />

23.288+73.563= 96.851); Açıköğretim Lisesi İlâhiyat Programında<br />

ise 2.957 kız ve 3.980 erkek olmak üzere 6.937 (Genel Toplam:<br />

96.851+6.937= 103.788) öğrenci öğrenim görmektedir. 40<br />

Ayrıca 1949’da açılan İlâhiyat Fakültesi yanında ilki 1959 tarihinde<br />

İstanbul’da açılan ve 1982 yılma gelindiğinde sayıları yediye<br />

ulaşan Yüksek İslam Enstitüleri, “orta ve muâdili okullarımızla öğ-<br />

40 Milli Eğitim İstatistikleri 2004-2005, T.C.Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara<br />

2005, s.119.


404<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

retmen okullarımıza yeter derecede ehliyetli Din Dersleri öğretmeni<br />

yetiştirmek...” amacıyla kuruldu. 20 Temmuz 1982 tarihinde bulundukları<br />

illerin üniversiteleri bünyesinde İlâhiyat Fakülteleri haline<br />

dönüştürülen ve bugün sayıları 20 olan bu kurumlarda 6.126 öğrenci<br />

okumaktadır. Ayrıca Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi<br />

İlâhiyat Önlisans programında kayıtlı öğrenci sayısı, 2005-2006 yılı<br />

itibariyle 40.402’dir. Ankara Üniversitesi bünyesinde açılmış bulunan<br />

Lisans tamamlama programının da 500 kontenjanı vardır.<br />

Çok partili demokratik hayata geçildikten sonra toplumun taleplerine<br />

bir cevap olmak üzere Devlet tarafından girişilen bu faaliyetler,<br />

Cumhuriyet döneminde girişilmiş olan İslam’ın devlet eliyle ve<br />

devlet kontrolünde yeniden düzenlenmesi, yorumlanması ve çağdaş<br />

Türk Cumhuriyetine zararlı olabilecek dini veya dini görüntülü hareketlerin<br />

önlenmesi olarak düşünülebilir. Ancak bu resmî kurumlardan<br />

mezun olarak devlet teşkilatının içinde yer alan ve sayıları<br />

yüz binleri aşan bir din görevlileri, öğrenci ve öğretmen kadrosu<br />

yanında ülkede boy gösteren dini görüntülü sağlıksız oluşumlar,<br />

din ve devlet ilişkilerinin yeniden gündeme getirilmesine, laiklik ile<br />

ilgili uygulamaların yeniden tartışılmasına zemin hazırladı. Üstelik<br />

1960’lı yıllardan sonra, 1967’de ilk tohumları atılan ve hemen hemen<br />

hepsi de Necmettin Erbakan ve/veya arkadaşları tarafından kurulan,<br />

ama dini istismar ettikleri için Anayasa’yı ve Siyâsî Partiler<br />

Kanunu’nu ihlâl suçuyla Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan<br />

Mîllî Nizam Partisi (26 Ocak 1970-20 Mayıs 1971), Millî Selâmet<br />

Partisi (11Ekim 1972-12 Eylül 1980), Refah Partisi (19 Temmuz<br />

1983-16 Ocak 1998) ve nihayet Fazilet Partisi (17 Aralık 1997- 22<br />

Haziran 2001)’nin açık oldukları dönemlerde sergiledikleri olumsuz<br />

tutumlar, ülkede laikliğin tehlikede olduğu yolunda birtakım endişelerin<br />

ve tereddütlerin doğmasına sebep oldu. Bugün de gerek Saadet<br />

Partisi (20 Temmuz 2001- -)’nin gerek iktidardaki Adâlet ve<br />

Kalkınma Partisi (14 Ağustos 2001- -)’nin bazı tutum ve davranışları<br />

da, zaman zaman, ülkede yine birtakım endişeleri ve “takıyye”<br />

iddialarını doğrular bir görüntü vermektedir. Bu hususta da dün de<br />

bugün de Diyanet İşleri Başkanlığı ve din öğretimi yapan kurumlar<br />

ve buralardan mezun olanlar, hemen suçlu muamelesine tâbi tutuldu<br />

ve konumları tartışılmaya başlandı. Gerçi din eğitimi veren kurum<br />

mensuplarının ne kadarının İslam’ı referans olarak kullanan siyasi


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 405<br />

partileri veya kesimleri destekledikleri ya da “şerîat yönetimi” talebinde<br />

bulundukları bilinmemekle beraber, bu insanların tamamının<br />

laiklik karşıtı bir tutum içinde görülmeleri ve gösterilmeleri de pek<br />

haklı olmasa gerektir. Ayrıca bu tavır, ciddî birtakım huzursuzluklara<br />

da yol açabilecekmiş gibi görünmektedir.<br />

Kaldı ki ülkemizin tarihî ve sosyal şartları, ondan daha da önemlisi<br />

ülkemiz müslümanlarının çoğunluğunun mensup olduğu İslam<br />

anlayışı, dînin cemâatlara bırakılmasına izin vermeyecek bir yapıda<br />

olduğu içindir ki, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın daha 1924’te bir<br />

kamu kurumu olarak devlet yapısı içinde yer almasına karar verilmiştir.<br />

Kezâ din eğitim ve öğretimi yapan kurumların da Tevhîd-i<br />

Tedrisat Kanunu gereği Millî Eğitim Bakanlığı’nın gözetim ve denetiminde<br />

hizmet vermesi öngörülmüştür ve uygulama da bu sistem<br />

içinde yürütülmektedir. Bu gün din öğretimi yapan ortaöğretim kurumlarının<br />

sıkıntısı, büyük ölçüde, Millî Eğitim sistemimizin bütünlüğü<br />

içinde yapılandırılamamış olmasından kaynaklanmaktadır.<br />

Bu gelişmeler üzerine 1982 Anayasası’nda laiklik ile ilgili düzenlemelerin<br />

çerçevesi genişletilmiştir. Esasen Türkiye’de devletin<br />

laikliği, baştan itibaren dinin devlet hayatında siyasi bir fonksiyon<br />

ifa etmesine kesin olarak son verme şeklinde belirmiştir. Belki bir<br />

kısım uygulayıcı veya aydınlar tarafından, daha önce de ifade edildiği<br />

üzere, Fransız pozitivist “laisizm”i şeklinde de anlaşılmıştır. Buna<br />

mukabil devlet, inkılapların icab ettirdiği fevkalâde bir kamu düzeni<br />

tedbiri olarak din işlerini bir kamu hizmeti saymaya devam etmiştir.<br />

Buna göre ülkemizde uygulanan laiklik, Zeki Hafızoğulları’nın çok<br />

isabetli bir yaklaşımla değerlendirdiği üzere, “yaygın dîni tanıyan<br />

hukuk düzeni”dir. Anayasamızda laikliğin devletin bir niteliği olarak<br />

görüldüğü (Madde. 2), egemenliğin millete ait olduğu (Madde. 6),<br />

herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, din,<br />

mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde<br />

eşit olduğu (Madde. 10) belirtildikten başka, Din ve Vicdan Hürriyeti<br />

başlıklı 24. Madde de:<br />

“Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.<br />

“14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,<br />

dini âyin ve törenler serbesttir.<br />

“Kimse, ibadete, dini âyin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve<br />

kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, dini inanç ve kanaatlerin-


406<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

den dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.<br />

“Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi<br />

altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim<br />

kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır, Bunun<br />

dışındaki din eğilim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine,<br />

küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.<br />

“Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukukî temel<br />

düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi<br />

veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle<br />

olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan<br />

şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” denmiştir.<br />

Ayrıca din hizmetini bir kamu hizmeti saydığı içindir ki, Diyanet<br />

İşleri Başkanlığına genel idare içinde yer vermiş ve bu kurumun “laiklik<br />

ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında<br />

kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek,<br />

özel kanununda gösterilen görevleri” yerine getireceğini belirtmiştir<br />

(Madde. 136).<br />

Elbette bu durumu Fransız laiklik uygulaması ile kıyaslamak<br />

mümkün değildir. Ancak Türk kanun koyucusunu laiklik konusunda<br />

bu şekilde bir çözüme götüren, buna zorlayan etken, dinin devlet<br />

hayatına müdahale edebilme imkânına son vermek arzusudur. Tam<br />

bir laiklik prensibi karşısında müdâfaa edilemeyecek olan bu çözüm<br />

tarzı, Türkiye’nin sosyal şartları ve din adına oluşturulan gelenekler<br />

nazarı itibare alındığı takdirde, bir zaruret olarak kabul edilecektir;<br />

zira Türkiye, dini siyasete karıştıran devlet sisteminin ve siyasilerin<br />

ıstıraplarını her milletten çok çekmiştir. Bir daha çekmek istememektedir.<br />

Esasen Şîîlik dışında İslam’ın îtikadî ve idarî yapısı, din işlerinin<br />

cemaatler eliyle yürütülmesine müsait değildir; çünkü İslam’da<br />

Hıristiyanlıktaki gibi bir kilise teşkilâtı ve din adamları sınıfı mevcut<br />

değildir, olamaz da. Her fert, Allah karşısında aynı hak ve aynı yetkilere<br />

sahiptir. “Din görevlilerinin”, din hizmetlerini yürütme ve halkı<br />

din bilgileri açısından aydınlatmanın dışında, din adına bağlayıcı<br />

ve emredici hiçbir yetkileri yoktur. Bu bakımdan Türkiye’de Fransa’daki<br />

gibi, tam ayrılık sistemine gidilmesi, din ve devlet hayatında<br />

telâfisi imkânsız bir kaos yaratmaktan başka bir sonuç doğurmaz ve<br />

üstelik inkılaplarla kurulmuş nizamı altüst eder. Türkiye’nin ise, bu<br />

sürat ve hareket çağında kaybedecek bir dakikası yoktur. Mustafa


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 407<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün deyişi ile “Türkiye’de sosyal şartlar yeterli bir<br />

olgunluğa ulaşıncaya, din hakkındaki bilgi her türlü hurafelerden,<br />

bâtıl itikatlardan uzak, saf bir sezişe, insan gönlünü dolduran ince bir<br />

anlayışa varıncaya kadar” olağanüstü bir kamu düzeni tedbiri olarak<br />

devlet din işlerini düzenleyecektir. Esasen her ülkenin laikliği, o milletin<br />

sosyal, kültürel ve tarihî şartlarına göre farklı şekilde yapılanır;<br />

yani tek tip bir laiklik yoktur.<br />

Burada bir hususa açıklık getirmekte yarar vardır. Devlet ve din,<br />

karşılıklı birbirlerine karışmayacak ve saygılı olacaklardır ve devlet,<br />

kesinlikle din esaslarına dayandırılmayacaktır; ama devletin de laik<br />

hukuk ve laik ahlâk anlayışını koruma zorunluluğunun yanında vatandaşlarının<br />

da her türlü hak ve hürriyetlerini teminat altına alma<br />

ve onların tarihî, sosyal ve kültürel birikim ve değerlerine saygılı<br />

ve hoşgörülü olma ve hattâ bu ihtiyaçlarına cevap verme zorunluluğu<br />

da vardır. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti, baştan itibaren tarihî,<br />

siyasi, sosyal ve kültürel şartları açısından, kendine özgü bir laik<br />

sistemi benimsemiştir. Bu açıdan <strong>Atatürk</strong>’ün laikliği ilmîlik; dini<br />

devlet işlerine ve siyasete karıştırmamak; dinin bir takım siyasetçiler<br />

veya softalar elinde bir çıkar aracı olmasına kesinlikle engel olmak;<br />

kimseyi inançlarından dolayı kınamamak, kimseyi ibâdete zorlamamak,<br />

“umumî âdâb ve ahlâka mugâyir” olmamak şartıyla kimsenin<br />

ibâdetini engellememek ve yasaklamamak; ama her ferdi de din ve<br />

diyâneti açısından eğitmek ve öğretmek şeklinde tarif edilebilir.<br />

Esasen devlet olarak ülkemizin tarihî, sosyal ve kültürel şartları<br />

açısından bir hususa daha dikkat edilmelidir. Bilindiği gibi <strong>Atatürk</strong><br />

Millîyetçiliği, derin ve köklü bir tarih şuuruna, kültür birliğine,<br />

güçlü gelenek ve göreneklere dayanır. Bu durumda Türk tarihini,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün çizdiği hedefler içinde, olayları, destanları, yükseliş ve<br />

alçalış dönemlerindeki seyri ile tanımak, hissetmek ve benimsemek,<br />

ancak Türk Milletinden olmakla ve onun hamâsî ve manevî<br />

dünyasını anlayıp yaşamakla mümkün olur. Söz gelişi, ‘‘Gâzî” ve<br />

“Şehîd” gibi iki önemli İslamî kavramın mâhiyetini bilmeyen kimseye,<br />

bu kavramlardaki yüce anlamı hissettirmek ve en önemlisi, bu<br />

milletin <strong>Atatürk</strong>’e neden gönülden ve resmen “Gâzî” ünvanını verdiğini<br />

anlatabilmek ve duyurabilmek mümkün değildîr. Aynı şekilde<br />

Türk insanına tarih, edebiyat, âdâb-ı muâşeret, gelenek ve görenek<br />

ve benzeri bilgilerin lâyık-ı vechile verilebilmesi için de İslam dini<br />

hakkında yeterli bilgilerin öğretilmesi gerekir. Şöyle ki, İslamiyeti


408<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

belli ölçüde bilmeyen birinin Yunus Emre’yi, Hacı Bektaş Veli’yi,<br />

Mevlânâ’yı, Bâkî’yi, Itrî’yi, Dede Efendi’yi, Yahya Kemal’i, Mehmet<br />

Akif’i, Kaygusuz Abdal’ı ve hattâ Aşık Veysel’i ve benzerlerini<br />

kavrayabilmesi ve iç dünyalarını, tarihimiz, kültürümüz ve millî bütünlüğümüz<br />

için taşıdıkları emsalsiz değeri tanıyabilmesi ve kavrayabilmesi;<br />

dolayısıyla Türk milleti ve kültürüne güçlü bir “aidiyet”<br />

duygusu ile bağlanabilmesi mümkün değildir. Durum, asırlar boyu<br />

İslam kültürü ile yoğurulmuş töreler ve geleneklerimiz için de aynıdır.<br />

Bu durumda devletin, yasama organlarının milletin paylaştığı<br />

değerleri, çağdaş bir anlayış ve yorumla kullanması, dinin devlete<br />

müdahalesi, ya da laikliğin terk edilmesi anlamına gelmez, gelmemelidir;<br />

çünkü endüstrileşmiş toplumlarda, soyut toplumlarda toplumsal<br />

bütünlük ve kaynaşma, yerini ferdin yalnızlığına bırakmış;<br />

bu durum da sosyalleşme hâdisesini zaafa uğratır hale gelmiştir. İşte<br />

bu durumda dinler ve dini değerler, sosyalleşmeye daha çok katkıda<br />

bulunmak üzere hayata dâhil olmaktadırlar.<br />

Kaldı ki hangi toplumda olursa olsun, her fert içinde yaşadığı<br />

toplumun aynasıdır. Dili, dini, gelenek ve görenekleriyle toplumunun<br />

özelliklerini yansıtır. Dine karşı ne kadar kayıtsız, hattâ karşı<br />

olursa olsun, din bir kültür unsuru olarak ferde sinmiş ve onunla<br />

bünyeleşmiştir. Fert, doğumundan ölümüne kadar, farkında olsunolmasın,<br />

günlük hayatında şu ya da bu şekilde dinle ilgilidir veya en<br />

azından uzağında değildir. Bu durum da, özellikle ülkemiz açısından,<br />

laikliğin uygulanmasında mutlaka göz önünde bulundurulması<br />

gereken hususlardandır.<br />

Maamafih çok partili siyasi hayata geçildikten ve Türk halkı<br />

demokrasiyi gerçek anlamında benimseyip sâhiplendikten sonra,<br />

Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde uygulanan “laisizm”<br />

eğilimli katı laiklik anlayışının, kendine has şartları içinde gelişerek<br />

daha yumuşak, daha makul Batı laikliğini tanımaya başladığı da<br />

söylenebilir. 41<br />

Öte yandan 2000’li yıllara doğru Müslümanlık, Hıristiyanlık ve<br />

Musevîlik gibi dinlerin bir yükselişe geçtiği ve bu sürenin devam<br />

41 Bu husustaki gelişmeler, doğurduğu ve doğurabileceği problemlerle ilgili iyi<br />

bir değerlendirme için bk. A. Arslan, a.g.m., Liberal Düşünce, 68-76; Nur<br />

Vergin, a.g.m., Türkiye Günlüğü, 12-19


LAİKLİK VE TÜRK LAİKLİĞİNDEKİ UYGULAMALAR 409<br />

edeceği hususu, artık bir vâkıa olarak söyleniyor, yazılıyor. 42<br />

Dinlerdeki bu hareketlilik, İslam gibi bünyesinde bir ruhban sınıfına<br />

yer vermeyen, inanan kişiyi aklını kullanarak her türlü olumlu<br />

dini, ilmî, ahlâkî ve estetik tecrübe karşısında özgür ve açık tutmuş<br />

bir dinde elbette çok daha gürültülü, keyfîliğe sapabilecek kadar disiplinsiz<br />

olabilir ve bundan dolayı da ürkütücü görünebilir.<br />

Bu durum karşısında telaşa kapılmamak ve din görünümü altında<br />

kamuya teklif edilen sağlıksız görüş ve davranışları ilmî açıdan<br />

iyice değerlendirerek geniş kütlelere doğru dîni ve doğru laikliği en<br />

kapsamlı biçimde iletmek gerekir.<br />

Öyle görünüyor ki din hakkındaki doğru bilgiler kadar laikliğin<br />

de “din karşıtlığı” veya “din-dışılık” olmayıp onun “insan varlığının<br />

en önemli boyutunu teşkil eden farklı duygu, düşünce ve inanç dünyalarının<br />

bütün mükemmelliği ve zenginliği ile ortaya çıkabilmesi ve<br />

gelişebilmesi için var olduğu veya varlığa getirildiği” 43 gerçeği geniş<br />

aydın ve halk kütlelerine anlatılabildiği ölçüde alaylı ve yetersiz sözde<br />

din bilgininin telkin ettiği katı muhafazakârlığın, köktendinciliğin<br />

ya da şu veya bu “efendi”nin yahut da ideolojik ve özellikle siyasi<br />

İslamcının etkisiyle başı dönmüş ve neticede hoyrat, sembolsüz,<br />

sert, duygusuz, estetikten uzak, kaba, asık suratlı ve militan bir din<br />

anlayışına, kısaca “ithal” müslümanlığa mahkûm edilmiş insanımız,<br />

rahat nefes alabilir ve dini siyasete ve çıkarlarına âlet edenleri bizzat<br />

kendisi yargılama gücü ve iradesine kavuşabilir.<br />

Sonuç olarak şu hususu önemle belirtmeliyiz ki, <strong>Atatürk</strong> düşüncesinin<br />

temel direklerinden biri, belki de ilki laikliktir. Çünkü eğer<br />

<strong>Atatürk</strong>çülük akılcılık, hür düşünce, körü körüne inanıp bağlanmadan<br />

doğruyu ve gerçeği aramak, bulmak, bilinçli bir biçimde “kendi<br />

olabilmek” ve istismara mahkûm edilmeden korkusuzca inanmak<br />

ve ibâdet edebilmek, insan onuruna yaraşır demokratik ve özgür bir<br />

hayata sahip olmak demekse, bu anlayışın gerçek kılınabileceği tek<br />

yol laikliktir.<br />

Bu açıdan laiklik, sâdece din ve devlet arasındaki ilişkileri düzenleyen<br />

bir kural ya da başka bir deyişle din ve dünya işlerinin<br />

42 Msl. bk. A. Nuri Yurdusev, “Dinin Yükselişi Karşısında Sol Ne Yapacak?”<br />

Yeni Yüzyıl, 12.12.1996, 20.<br />

43 A.Arslan, a.g.m., Türkiye Günlüğü, 134.


410<br />

ETHEM RUHİ FIĞLALI<br />

ayrılması değildir. O artık hukuk düzenine girmiş “pozitif” bir kavramdır<br />

ve “Devlet”in şeklini belirleyen bir sıfattır. Siyaset felsefesi<br />

açısından da doğrudan “iktidar” olgusunun ya da başka bir ifade ile<br />

“egemenlik” kavramının ve kaynağının adıdır. İnsan hak ve hürriyetleri<br />

ile çoğulcu parlamenter sisteme dayalı demokrasinin, olmazsa<br />

olmaz temel taşıdır. Onun için Türkiye, hiçbir zaman, Cumhuriyet’in<br />

bu temel ve öz değerinden, yani laiklik anlayış ve ilkesinden tâviz<br />

vermemeli; vazgeçmemelidir.


ÇİNDE ATATÜRK<br />

Prof. Dr. Rukiye HACI<br />

Sayın başkan, değerli konuklar<br />

<strong>Atatürk</strong> Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığı ve<br />

<strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Başkanlığı tarafından düzenlenen<br />

“Doğumunun <strong>125.</strong> Yılında Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> Uluslararası<br />

Sempozyomu”na Çin’in bir temsilcisi olarak ilk kez davet edildiğim<br />

için kıvanç duyuyorum.Bu fırsattan yararlanarak Çin’de yaşayan<br />

kardeşlerimizin kucak dolu selamlarını sizlere iletmek istiyorum.<br />

Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ankara Büyükelçisi Song Aiguo, kısa<br />

süre önce Hürriyet gazetesinde kendisiyle yapılan bir söyleşide, şöyle<br />

demişti: “Halen ‘Şu Çılgın Türkler’ romanını okuyorum. Türkleri<br />

ne kadar güzel anlatıyor. Kurtuluş Savaşı kolay kazanılmadı. Kahraman<br />

Türk halkının başında Mustafa Kemal gibi bir deha olmasaydı,<br />

Kurtuluş Savaşı bu şekilde kazanılamazdı bence. Biz <strong>Atatürk</strong> demeyiz,<br />

Kemal deriz o büyük dahiye.Mustafa Kemal, ezilen milletler<br />

için örnek bir kahramandır. Çin de 1920’lerde bir arayış içindeydi.<br />

Biz de Kemalizm gibi bir devrim yapalım diyorduk, olmadı. Büyük<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün eskiden beri Çin’de özel bir yeri vardır, onun adı söylenince<br />

akan sular durur.”<br />

Geçenlerde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 80’nci yıldönümüne<br />

armağan olarak Çince ve Uygurca’ya çevirilen, Can<br />

Dündar’ın “ Sarı Zeybek” adlı kitabının yayımlanması Çin’de büyük<br />

bir yankı uyandırdığı için okuyucular beni mektup, faks, e-posta ve<br />

telefonla sık sık arayıp, <strong>Atatürk</strong>’ün çoktan beri Çinliler tarafından<br />

tanınan ulu bir şahıs, milleti ve memleketi için canını feda eden cesur<br />

bir kahraman olduğunu anlatan çeşitli belgelerden söz ettiler ve<br />

<strong>Atatürk</strong> hakkında bol bol kitap çevirmemi istediler. Çin’de bu ka-


412<br />

RUKİYE HACI<br />

dar sevilen ve saygı gösterilen <strong>Atatürk</strong>’ü, Çin’e daha da tanıtmak<br />

için elimden geleni yapacağıma söz verdim. İçimden, elime geçen<br />

malzemelerden yararlanıp, “Çin’de <strong>Atatürk</strong>” başlıklı adında bir yazı<br />

yazmak geldi. Dolayısıyla Çin yazarlarının <strong>Atatürk</strong> hakkında yazdıkları<br />

hakkında sizlere kısaca bilgi vermek istiyorum.<br />

Çin Komünist Partisi’nin kurulduğu ilk günlerde, ünlü dahilerden<br />

biri olan Sen Hı Sin 1922’de yazdığı “Türkiye Cumhuriyet Halk<br />

Partisi’nin Başarısı’ ve Gao Cün’ün yazdığı “Türkiye Cumhuriyeti<br />

Ordusu’nun Uluslararası Değeri” adındaki iki makalede, Türklerin<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün liderliğinde elde ettikleri başarılar kutlanıp,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ten “Ulu ve cesur general” şeklinde üstün niteliklerle<br />

söz edilmişti. Bu makalelerde Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Türkiye ve<br />

yakın doğudaki 10 milyonlarca müslümanın hayatını kurtarmakla<br />

kalmayıp, bütün dünyadaki ezilen milletler için iyi bir örnek yarattığı<br />

için, “Biz ona içten saygı gösteriyoruz, onu örnek kabul edip<br />

emperyalistlern zulmünü yerle bir edeceğiz” denmişti. Bunun yanında<br />

<strong>Atatürk</strong>, emperyalistler tarafından “Doğu Asya’nın Hastaları”<br />

diye alay edilen Çin’deki milletleri ayağa kalkarak, “Doğudaki Yiğit<br />

Adam” haline getirip, emperyalizmin Çinliler üzerindeki zulmünü<br />

yok etmeye çağırdı” deniyordu.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, mahvolan bir devletten, darbeler yemiş<br />

bir ordudan, halsiz umutsuz bir milletten, yeni Türkiye’yi yaratan;<br />

ruhi gücün her silahtan daha güçlü olduğunu kendi gerçekleriyle<br />

kanıtlayan, eşsiz bir siyaset adamı ve büyük bir komutandır.<br />

O Türkiye’deki yenilenmeyi herhengi bir devletten daha çabuk ve<br />

daha derin biçimde başarıyla yürüterek, millete kendi geleceğinin<br />

temelini attıran cesur bir devrimcidir. Batı dünyasındaki edebi ve<br />

sanatsal gelişmeyi, reformları, bilimsel ve felsefi isyanı, Fransız<br />

Devrimini ve Sanayi Devrimi’ni kendi ülkesinde tek başına yürüterek<br />

tamamlayan, ulu kahraman olmakla kalmayıp, tüm insanlar için<br />

bir şeref sembolüdür. Bir milletin toprağı, kendisinin yiğit, vicdanlı<br />

evlatlarının kanıyla boyanmayınca güçlenemez, temizlenmez, millete<br />

de bereket getiremez. Böyle bir milletin otoritesi ve gücü de<br />

olamaz. Tarihte Mustafa Kemal’in kurduğu kahraman Türk Ordusu<br />

gibi, sömürücü güçlere şiddetli darbe indiren başka bir cesur ordu<br />

olmamıştı. O zamanlar, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün kurduğu Türkiye


ÇİNDE ATATÜRK 413<br />

Cumhuriyeti’nin toplumsal gelişme durumuyla yakından ilgilenen<br />

uzmanlar ve bilim adamları, “Doğu Dergisi” gibi bilimsel yayınlara<br />

ardı ardına Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve dini yapısını, tarihini<br />

ve uygarlığını araştıran makaleler yazarak, Çin halkına Türkiye’nin<br />

sosyal gelişmesi hakkında bilgi verdiler.<br />

Çinlilerin <strong>Atatürk</strong> ve <strong>Atatürk</strong> Türkiyesi hakkında derinliğine<br />

yürüttüğü incelemeler, ancak Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan<br />

sonra başladı. Türkiye’deki devrimlerin başarısı, Çinli bilim adamlarında<br />

Türkiye hakkında rasyonalist bir düşünce uyandırdı. 1922<br />

de yayınlanan “Yeni Türkiye” adlı kitap, bunun güzel bir örneğidir.<br />

Yazar Lu Kı Şö, kitabında Türkiye tarihini; Türkiye’nin kudret bulma<br />

tarihi, Türkiye’nin zevale yüz tutan tarihi ve Türkiye’nin yeniden<br />

gelişme tarihi diye üç bölüme ayırarak, <strong>Atatürk</strong>’ü tanıtmıştı. Bu kitabın<br />

ikinci baskısı 1933’te yayınlanmış. Kitabında Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün devrim ve reformlarına büyük değer veren yazar, Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün devrimci ve refomcu ruhundan yola çıkarak<br />

Türkiye ile Çin’i kıyaslayarak şu sonuca varmıştı: “Çin ile Türkiye<br />

‘Hasta Adam’ diye tanınan iki büyük devlettir. Birbirlerine benzeyen<br />

tarafları çok olduğu için birbirlerini destekliyorlar. Günümüzde<br />

Türkiye’nin hastalığı iyileşti, ülke yerden kalktı. Çin’nin hastalığı<br />

günden güne ağırlaşmaktadır. Şimdi bizim onların cesur adımlarla<br />

gelişmekte olduğunu görünce sevinmemiz mi yoksa üzgün halde<br />

oturmamız mı gerekir? Bizde eskiden kalma bir atasözü var: Su boyunda<br />

oturup balıkları seyredeceğine eve gidip balık ağı örmen daha<br />

iyi. O nedenle bizim de üzgün üzgün oturmadan, ayağa kalkıp balık<br />

ağı örmemiz gerekir.”<br />

Bundan önce, yani 1923’te Lu Kı Şö “Doğu Memleketlerinin<br />

Devlet Hukukunu Yeniden Diriltmesinden Bir Örnek” başlıklı bir<br />

makalesinde “Çin’de devlet hukukunu yeniden diriltmek istiyorsan<br />

Mustafa Kemal’ın yolundan gitmen gerekir” diye yazmıştı.<br />

Lu Kı Şö’nin “Yeni Türkiye” adındaki kitabı Çin’de Türkiye<br />

ve <strong>Atatürk</strong>’ü inceliyenler için ilk kitap olup şimdiye kadar değerini<br />

kaybetmemiştir. 1928’de Çin Cung Şin tarafından yazılan “Türkiye<br />

Tarihi”, 1933’te Çıng Mung tarafindan yazılan “Kemal”, 1935’te<br />

Çao Cing Yüen tarafından yazılan “Türkiye Tarihi”, 1942’de Biyen<br />

Li Ting tarafından yazılan “Yeni Türkiye’nin Devlet Kuruluşu Tari-


414<br />

RUKİYE HACI<br />

hi” adındaki kitaplarda da <strong>Atatürk</strong>’ün siyasi ve sosyal çağdaşlaşma<br />

alanlarındaki reformları ayrıntılı olarak gösteriliyor.<br />

Atatük devrimi ve reformu konusunda Çinli araştırmacılar bazı<br />

yanlış görüşlerde de bulunmuştu. Tarihi gerçekler ve olayların iç yüzünün<br />

ayrıntılı açıklanmadığı durumlarda bazı ilgili kitap ve yazılarda<br />

<strong>Atatürk</strong>çülük dogmatik şekilde eleştirildi. Kuzey-Batı Üniversitesi<br />

Ortadoğu İnceleme Ofisi’nin Başkanı Prof. Fen Şu Ci 1994’te<br />

yazdığı “Bilim Adamlarının Eski ve Tarihi Bilimsel Görüşleri” adlı<br />

eserinde millî burjuvazinin, sömürge ve yarı sömürge ülkelerin devrimlerinde<br />

oynadığı rol hakkındaki makalesi 1960’larda eleştirildikten<br />

sonra Fen, aradan 20 yıl geçtikten sonra “Şimdiki Dünya” adlı<br />

inceleme dergisinin yıllık toplantısına “Kemal ve Kemalizm” adlı<br />

bir makale göndererek, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün devrimlerini ve<br />

Türkiye’deki reformu detaylı olarak anlatmıştır. Bu makale 1981’de<br />

“Tarih İnceleme” dergisinde yayınlanmış, 1982’de de “Dünya Tarih<br />

Bilimsel Makaleler Külliyatı”na alınmıştır.<br />

1980’li yıllarında başlayan dışa açılma reformu yürütüldükten<br />

sonra Çin’de, Türkiye ve <strong>Atatürk</strong>’ün incelenmesi daha da gelişerek<br />

bir çok makale ve eser ardı ardına yayımlanmaya başladı ve çeşitli<br />

çeviri kitaplar da görülmeye başladı.<br />

Örneğin Çin Dı Çing’nin yazdığı “Çin’ in Siyasi Çağdaşlığı”<br />

adlı kitapta Türkiye’nin siyasi alandaki çağdaşlaşma sorunu ele alınmıştı.<br />

Sao Şe Ye’nin 2001’de yazdığı “Eski Hastalığa Verilen Şifalı<br />

İlaç: Türkiye’nin Mustafa Kemal Reformu” adındaki kitapta, reform<br />

deneyimleri ve önemi etraflıca aktarılmıştır.<br />

Bundan başka, Şuy Cı Lung’un da aralarında olduğu üç yazar<br />

tarafından kaleme alınan “Yabancı Ülkelerdeki 100 Askeri Bilim<br />

Adamı” adındaki kitapta Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> “En devrimci ruha<br />

sahip general” diye tanıtılmıştı.<br />

1997’de Çin Halk Yayınevi tarafından yayınlanan 6 ciltlik “Dünya<br />

Genel Tarihi” adındaki kitabın “Günümüz” bölümünde, <strong>Atatürk</strong><br />

devrimlerinin şu anda ve sonraki çağlarda Güneydoğu Asya, Batı<br />

Asya, Kuzey Afrika ve bazı sömürge ve yarı sömürge memleketlerin<br />

Kurtuluş Savaşı’na olan derin etkisi açıklanmıştı.<br />

Tanınmış Uygur yazar Zordun Sabır “Anayurt” adındaki kitabında<br />

Çin’ in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde Komindan sömürgecilerine<br />

karşı 12 kasım 1944’te patlak veren Üç Vilayet Devrimi’nde,


ÇİNDE ATATÜRK 415<br />

Şiho savaşına komuta edenler arasında hiçbir Uygur komutanın olmadığını<br />

duyan Üç Vilavet Geçici Hükûmet Başkanı’nın, “Keşke<br />

aramızda Mustafa Kemal gibi bir kahraman olsaydı” sözünü bir diyalog<br />

olarak vermiş.<br />

1980’de “Sincan” gazetesinde Mustafa Kemal’in ünlü “Gelişmezsek<br />

mahvolacağız” sözünü konu edinen makale ve 2000’de Sincan<br />

Maarif Gazetesi’nde yayınlanan “20. Yüzyılın 6 Büyük Refomcusu<br />

“konulu uzun bir makalede Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> “Türkiye’yi<br />

çağdaş medeniyete taşıyan, devletin atası “ diye tanıtılmış, 2004’te<br />

“Edebi Çeviriler Dergisi”, “Günümüz Türkiye’sinin kurucusu Mustafa<br />

Kemal” adındaki makaleyi Çince’den Uygurca’ya çevirerek yayımlamış.<br />

Mustafa Kemal devrimleri hüküm sürmeye ve başarıya ulaşmaya<br />

başladığı zaman, Çin Komünist Partisi ile Komindan Partisi, onun<br />

tecrübelerini Çin’e uygulamıştı. Ama o zaman Mustafa Kemal gibi<br />

bir şahıs Çin’de yetişmemiş ve de Çin’de burjuva diktatörlüğüyle<br />

kapitalist rejim daha oluşmamıştı. Öyle olmasına rağmen o dönemlerde<br />

Mustafa Kemal hakkında birkaç kitap yayımlanmıştı. Mustafa<br />

Kemal’ın Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla sonuçlandırdığı 1923’ten<br />

sonra tam 83 yıl geçti. Bu 83 yılda Çin Komünist Partisi’nin Türkiye<br />

Devrimi ve Mustafa Kemal’e ilişkin düşüncelerinde değişiklik oldu.<br />

Çin Komünist Partisi’nin önceki liderleri arasında Türkiye Devrimi<br />

ve Mustafa Kemal’i değişik değerlendirenler vardı. Hatta 60’lı<br />

yıllarda Mustafa Kemal hakkında yazılar kaleme alan Çin bilim<br />

adamları eleştirilmişti.Ancak 1980’li yıllardan itibaren, Türkiye’yi<br />

ve Mustafa Kemal’i inceliyenler çoğalmaya başladı. Çin-Türkiye<br />

diplomasisinde de bazı değişiklikler görülmeye başladı. Bu konuda<br />

başkan Mao, 1940’larda “1927’deki Çin’nin birinci büyük devrimi<br />

başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra, Çin burjuvazisinin bazı mensupları<br />

Kemalizm’i ateşli bir şekilde savunmamışlar mıydı? Ama<br />

Çin’in Mustafa Kemal’i nerede? Ve Çin’in burjuva diktatörlüğüyle<br />

kapitalist toplumu nerede?” demişti. Çin’in büyük siyaset adamı Can<br />

Ze Min, Nisan 2000’de Türkiye’yi ziyaret ettiğinde, şerefine düzenlenen<br />

törende “Türk milleti, çalışkan kahraman bir millet. Birinci<br />

Dünya Savaşı’ndan sonra Türk halkı, millî kahraman, general Mustafa<br />

Kemal’in liderliğinde ulusal devrimi gerçekleştirerek, kuvvetli


416<br />

RUKİYE HACI<br />

emperyalizme karşı egemenliği ele geçirip, Türkiye Cumhuriyeti’ni<br />

kurdu. Bu devrim, Türkiye’nin düzenini değiştirmekle kalmayıp,<br />

dünyadaki ezilen, köle edilmiş halkların bağımsızlığı ve kurtuluşunu<br />

elde etmesine büyük bir ilham verdi. Biz şunu memnuniyetle görebildik<br />

ki, Türkler çalışkandır, kendi elleriyle kendi devletini kurma<br />

sırasında gözle görülür başarılar elde ettiler. Türkiye devrimi gelişti,<br />

ekonomisi çabuk ilerledi, halkının yaşam seviyesi günden güne yükseldi,<br />

Türkiye uluslararasında dikkat çeken devlet haline geldi “ diye<br />

konuştu.<br />

1982’de eski Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Hu Yao Ban<br />

Türk muhabirlerle görüştüğünde, “Bu yüzyılın başında sizin memleketinizden<br />

bir ulvi dahi, Mustafa Kemal çıktı, bizim memleketimizden<br />

ise bir ulvi dahi, Sun Yat Sen çıktı” demişti.<br />

1994’te proleter devrimci, Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun Başkomutanı<br />

General Yang Çing Vey tarafından yazılan “100 Yabancı<br />

Askeri Bilim Adamı” adlı kitapta Mustafa Kemal’in büyük devrimci<br />

katkıları özetlenerek, “Büyük devrimci ruhlu general” diye tanıtılmı,<br />

onun yaşamı boyunca sürdürdüğü arasındaki devrimci faaliyetleri<br />

anlatılmıştı.<br />

1988 de Sincan Sosyal Bilimler Akademisi Orta Asya İnceleme<br />

Bürosu’nun araştırmacısı Bayan Han Lin, “Mustafa Kemal Reformunun<br />

Tecrübeleri” adlı bir makale yazarak, Mustafa Kemal ve<br />

onun siyaset, hukuk, ekonomi, din, kültür ve eğitim gibi alanlarda<br />

yürüttüğü reformlara yüksek değer vermiş ve Çin’in reform alanında<br />

onun tecrübelerinden örnek alması ve faydalanması gerektiği önerisinde<br />

bulunmuştu.<br />

Yazar Le Yi internette yayınlanan 22 Ekim 2004 tarihli “Güney<br />

Çin’de Hafta Sonu” gazetesinin “Uygarlık “ sayfasında yayımlanan<br />

“Geleneğin her şeyin üstünde tutulması görüşü kabul edilemez” başlıklı<br />

makalesinde, yeni bir görüş ortaya konarak “Geleneğe karşı<br />

davranma yeni geleneğin varlığıdır” denmiştir:<br />

Gelenekler değişmezse, uygarlık da gelişemez. Bize göre geleneğe<br />

saygı göstermek ve öğrenmek, bilgi edinmenin gereğidir. Ama<br />

“geleneği değiştirmek mümkün değildir, yenilemek doğru değildir,<br />

onu geliştirmek de olamaz” demek cahilliktir. Türkiye’de Mustafa<br />

Kemal’in katkıları övülerek, kendisine Türkiye’nin atası anlamına


ÇİNDE ATATÜRK 417<br />

gelen isim verildi. Çünkü, onun 20’nci yüzyılın 20’li yıllarında ortaya<br />

koyduğu pek çok reform Türkiye’de büyük değişiklikler meydana<br />

getirdi. Kendisinin kesin iradesini göstermek için, Türklerin<br />

geleneksel sarığı giymesini reddetti. Bunu kabul edemeyen Türklerin<br />

çoğu “Bu geleneğimize ihanettir” diye şiddetle tepki gösterdiler,<br />

hatta bazı yerlerde buna karşı kanlı olaylar da meydana gelmişti. Ayniyle<br />

Çing Sülalesinin son devrindeki Çinlilerin uzun saç örgüsünü<br />

kesmek de geleneğe karşı hareket diye tanımlanmış, kanlı olaylara<br />

yaşanmış, kan su gibi akmıştı.<br />

Şing Mo Çing tarafından 15 ağustos 1922’de yazılan “Şimdiki<br />

Zamanın Ünlü Şahısları Arasında Dokuzuncu Şahıs Mustafa Kemal”<br />

adındaki kitap, 11 bölüm halinde Mustafa Kemal’i ayrıntılı<br />

olarak ele alır.<br />

1891’de 10 yaşını dolduran Mustafa Kemal askerî ilkokulda<br />

öğrenim görmeye başladığında arkadaşlarına “Askeri üniformayı<br />

giydiğimde vücudumun güç ve kuvvetle dolduğunu ve kendimde<br />

sanki ulvi bir gövde bulunduğumu hissettim” demesinden Mustafa<br />

Kemal’ın ne kadar iradeli, cesur bir adam olduğunu görebiliriz.<br />

Mustafa Kemal uzakları görebilen bir devrimcidir. Mustafa<br />

Kemal’in 1910’da Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî denetleme<br />

heyetinin içinde Paris’e giderken tren sınırdan geçer geçmez başındaki<br />

fesi atıp şapka giydiğini gören arkadaşı, “Bizim Osmanlı Türklerinden<br />

olduğumuzu bilmeleri gerekir”diye kızmıştır. Tren Balkan<br />

topraklarında bir istasyona geldiği zaman bir çocuğun“Kahrolsun<br />

Türkler”dediğini duyunca o öfkelenen arkadaşı hemen fesini atıp<br />

şapka gidiğini tahlil eden yazar, Mustafa Kemal’in uzakları görebilen<br />

gerçek bir refomcu olduğunu anlatarak 1922’de 6 asırdır devam<br />

eden Osman Sultanlı rejimini yıkmak amacıyla Ekim 1923’de tekrar<br />

islah etme projesini kabul ederek Türkiye’yi Cumhuriyet devleti<br />

ilan ettiğini, Mustafa Kemal’in tüm oyları alarak ilk cumhurbaşkanı<br />

olduğunu, 1924’de 1300 yıla yakın devam eden halife rejimini<br />

yok ederek Osmanlı hanedanını Türkiye’den yolladığını, böylelikle<br />

Mustafa Kemal’in İslam dünyasında dinin devlete karışmadığı ilk<br />

cumhuriyeti kurarak İslam ülkelerinin çağdaşlaşmasına yol gösterdiğini<br />

anlatıyor.<br />

Bundan başka Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, eğitim alanında pek çok


418<br />

RUKİYE HACI<br />

reform yapmasından dolayı Türkiye’nin maarif ve uygarlık işleri<br />

hızla gelişti. <strong>Atatürk</strong>, 1936’da Ankara Üniversitesi’ni kurarken, Dil<br />

Tarih Coğrafya Fakültesi’yle ilk adımı atmıştı. Önceliği de Tarih,<br />

Türkoloji, Sinoloji kürsülerinin kurulmasına vermişti.<br />

Batı dünyası, çeşitli sömürü amaçlarıyla, toplumların tarihini,<br />

inançlarını, dillerini, sosyolojilerini, değerlerinin tümünü, asırlardan<br />

tahrip etmiştir. Bu gerçeği bilen <strong>Atatürk</strong>, Türklerin en eski komşusunun<br />

dilinin öğretimini öncelikle istemiş, Türk – Çin dostluğunun ve<br />

kardeşliğinin gerçekleştirilmesini arzulamıştı. Çin sanatının en güzel<br />

seramik vazolarının binlercesini Topkapı koleksiyonlarında bulabiliriz.<br />

Günümüz dünyasında, Batı ile Doğu arasındaki kültürler savaşının<br />

son bulması da Çin-Türk dostluğuna muhtaçtır.<br />

14 Mayıs 2000’de Uygur Türklerinden Hasancan Yasin tarafından<br />

yazılan “20’nci yüzyıldaki 6 Büyük Reformcu”adındaki<br />

kitabın“Mustafa Kemal (1881-1938) Türkiye’yi Uygarlığa Götüren<br />

Devlet Atası”denilen bölümünde Mustafa Kemal’ın Türk toplumları<br />

arasında yüksek otoriteye sahip millî kahraman olduğu, feodal, geri<br />

kalmış Türkiye’yi uygarlığa doğru yönettiği için meclisin ona “<strong>Atatürk</strong><br />

”yani “Devletin Atası ”ünvanını verdiği anlatılıyor.<br />

Uygur Türklerinden Yusufcan Eli İslami’nin Kasım 2000’de<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün doğumunun 120’nci yılına armağan olarak yazdığı<br />

“Mustafa Kemal”adındaki kitapta Mustafa Kemal’in özgeçmişinden<br />

başlayıp şimdiki Türkiye’nin gelişmesine kadar olan katkıları detaylı<br />

olarak anlatılırken okuyuculardan gelen mektuplarda da <strong>Atatürk</strong>’ü<br />

Uygurlara tanıttığı vurgulanıyor.<br />

Son olarak sizlere, “Dünyada En Tanınmış 4 Liderden Biri: <strong>Atatürk</strong>”<br />

adlı kitabın liselerde okutulmakta olduğu Çin’de <strong>Atatürk</strong>’e<br />

verilen önem, gösterilen saygı ve sevgiyle ilgili bazı müjdeler de<br />

iletmek istiyorum. “<strong>Atatürk</strong>’ü Seviyoruz” adlı 10 bölümlük kitap,<br />

çok yakında Çince ve Uygurca olarak yayınlanacak. Bunun yanında<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Kurtuluş Savaşı’nı ve sonrasını anlattığı dev eseri “Nutuk”<br />

da gene iki dilde, Çince ve Uygurca olmak üzere çevrilecek.<br />

Değerli konuklar, bundan sonra ulu <strong>Atatürk</strong>’ü 1 milyar 300 milyon<br />

nüfusa sahip olan Çinlilere tanıtmak için elimden geleni yapacağım.<br />

Mustafa Kemal biz Çinlilerin çok yakından tanımamıza, öğren-


ÇİNDE ATATÜRK 419<br />

memize değer ulu bir dahidir. Bundan önce öğrenmiştik bundan sonra<br />

da evlattan evlada öğreneceğiz, öğreteceğiz. Bundan sonra Çin ile<br />

Türkiye arasındaki dostluğu daha da geliştirmek için karşılıklı sempozyomlar<br />

düzenlememiz, karşılıklı kitaplar yazmamız ve çevirmemiz<br />

gerekir. Tarihten beri süregelen kardeşliğimizi devam ettirelim<br />

ve <strong>Atatürk</strong> bu kardeşliğin sürmesinde büyük bir yol gösterici olmaya<br />

devam etsin.


ATATÜRK’ÜN ASYA SİYASETİ ÜZERİNE<br />

BAZI YENİ DÜŞÜNCELER<br />

Prof. Dr. Seyfullah ÇEVİK *<br />

Kurtuluş Savaşı’nın 1919-1920 tarihleri arasındaki ilk döneminde<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün başlıca amacı, Anadolu hareketinin birliği ile siyasi<br />

ve askerî teşkilatlanmasını sağlamaktı. Bu çerçevede toplanan Erzurum<br />

ve Sivas kongreleri, hareketin siyasi yapısını oluşturmak amacını<br />

güdüyordu. Kurtuluş Savaşı’nın hedeflerini çizen Misak-ı Millî<br />

de böylece oluşmaktaydı. İçe yönelik böylesine bir hareket halinde<br />

olunurken dışa karşı da kazanılan askerî başarılara paralelolarak bir<br />

dış politika oluşturulmaktaydı. Bu bağlamda Doğu cephesinde Ermenilere<br />

karşı askerî zafer elde edilip 2 Aralık 1920’ de Gümrü Barış<br />

Antlaşması yapılırken güneyde Fransa yenilgiye uğratılmış ve 20<br />

Ekim 1920’de Ankara Antlaşması imzalanmıştır. İtalya Anadolu’dan<br />

çekilmek zorunda kalırken, Batı cephesinde I. İnönü, II. İnönü ve<br />

Sakarya zaferlerinden sonra Anadolu’nun askerî gücü giderek ortaya<br />

çıkmıştı. 9 Eylül 1922’deki zaferle ise Kurtuluş Savaşı’nın askerî<br />

aşaması tamamlanmış oluyordu.<br />

Bu zaferler kazanıldıkça Anadolu’nun diplomatik durumu da<br />

güçlenmekteydi. Nitekim müttefik devletlerin I. İnönü zaferinin hemen<br />

ardından 21 Şubat 1921’de Londra’ da bir konferans düzenlemeleri<br />

ve buna Anadolu temsilcilerini de davet etmeleri, Anadolu<br />

hareketinin diplomatik başarısının önemli göstergesiydi. Anadolu<br />

hareketi askerî bakımdan başarılar gösterdikçe ve siyası alanda<br />

mesafe aldıkça, Sovyet rejimi ile olan ilişkisi de kişiliğini bulmaya<br />

başlamıştı. Sovyetler, Anadolu hareketinin özelliğini anladıkça iliş-<br />

* Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Rektör Vekili.


422<br />

SEYFULLAH ÇEVİK<br />

kilerin karşılıklı çıkara dayalı çerçevesi ve sınırı daha da belirginleşmiştir.<br />

16 Mart 1921’ deki Türkiye -Sovyet Dostluk Antlaşması<br />

bu çerçeveyi çizen bir belge olmuştur. Bu anlaşma ile Rusya, yeni<br />

Türk Devleti’nin millî sınırlarını tanımış, aynı zamanda Rusya ile<br />

olan kuzey ve doğu sınırları kesin hatlarıyla belirlenmiştir. Diğer bir<br />

ifade ile bu anlaşma, Türkiye ve Rusya arasında dayanışma, dostluk<br />

ve işbirliği dönemi başlatmıştı. <strong>Atatürk</strong> bu dönemde bazı doğu ülkeleriyle<br />

imzaladığı antlaşmalarla Anadolu’nun dış alandaki gücünü<br />

pekiştirmiş ve böylece Anadolu hareketi büyük ölçüde yalnızlıktan<br />

kurtulmuş oluyordu. 20 Kasım 1922’ de İsviçre’nin Lozan kentinde<br />

toplanan barış konferansında Türkiye’nin uzun bir diplomatik savaş<br />

vermesinin ve Misak-ı Millî’nin çerçevesini büyük ölçüde gerçekleştirebilmesinin<br />

sebeplerini, <strong>Atatürk</strong>’ün daha Millî Mücadele esnasında<br />

özellikle komşu ülkelerle yakın diplomatik ilişkiler kurmasında,<br />

antlaşmalar yapmasında ve dış alandaki gücünü artırmasında<br />

aramak lazımdır. Gerçi Lozan Antlaşmasında Musul meselesinin çözümü<br />

ileri bir tarihe ertelenmesine ve Batı Trakya’nın Yunanistan’da<br />

kalmasına engel olunamamasına rağmen zor şartlar altında bir diplomatik<br />

savaş verildiği düşünülecek olursa Lozan Antlaşması’nın<br />

önemli bir başarı sayılması gerektiği görülecektir.<br />

Kurtuluş Savaşı’ndan 1930’a kadar olan dönemde Türkiye diplomatik<br />

açıdan uluslararası alandaki bütün gelişmelerle ilgilenmekte<br />

ve dış siyasetteki temel prensibini ortaya koymaktaydı. <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

ifadesi ile bu temel prensip: “Hariciyede dürüst ve açık olan siyasetimiz<br />

sulh fikrine müstenittir. Beynelmilel herhangi bir meselemizi<br />

sulh vasıtasıyla halletmeyi aramak bizim menfaat ve zihniyetimize<br />

uyan bir yoldur...” şeklinde idi. 1 Bu temel prensip çerçevesinde<br />

Lozan’dan kalan bazı pürüzlerin ve konuların çözümüyle uğraşılmaya<br />

çalışmıştır. Bu konuların başlıcasın İngiltere ile olan Musul,<br />

Fransa ile olan borçlar ve Suriye sınırı, Yunanistan ile ahali mübadelesi<br />

ve kapitülasyonlara ilişkin bazı hususlar teşkil etmiştir. Bu<br />

konular arasında Musul dışında olanların genellikle Türkiye’nin istediği<br />

biçimde çözümlendiğini söylemek mümkündür. Bu dönemde<br />

Lozan’dan kalma önemli pürüzler halledilirken takip edilmeye çalışılan<br />

politikanın en önemli özelliği önce sınır olan ülkelerle antlaş-<br />

1 Akil Aksan, <strong>Atatürk</strong> Der ki, Ankara 1981, s. 120.


ATATÜRK’ÜN ASYA SİYASETİ ÜZERİNE BAZI YENİ DÜŞÜNCELER<br />

malar yapmak ve hatta onlarla paktlar kurmak yolunda önemli adımlar<br />

atılmış olmasıdır. Bu bağlamda 1929’ dan itibaren ortaya atılan<br />

Balkan Birliği, idari çeşitli organizasyonlarla uygulamaya konulmaya<br />

başlanmıştır. Bu birlik ortaya konulmaya çalışılırken, <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Balkanlara yönelik 1931 <strong>yılında</strong>ki bir yorumu son derece ilginçtir.<br />

O bu yorumunda: “İşte siz muhterem Balkan milletleri mümesilleri,<br />

mazinin karışık his ve hesaplarının üstüne çıkarak derin kardeşlik<br />

esasları kuracak ve geniş birlik ufukları açacaksınız, ’ ihmalolunmuş<br />

ve unutulmuş büyük hakikatlari ortaya koyacaksınız. Balkan milletleri,<br />

içtimai ve siyasi ne çehre arzederse etsinler, onların Orta Asya<br />

‘dan gelmiş aynı kandan, yakın soylardan müşterek cedleri olduğunu<br />

unutmamak lazımdır... Görüyorsunuz ki Balkan milletleri yakın<br />

maziden ziyade, uzak ve derin mazinin kırılmaz çelik halkalarıyla<br />

birbirine pekala bağlanabilirler...” 2 diyordu. Bu yorumun bugün<br />

dahi ne kadar isabetli olduğunu söylememiz icap etmektedir. Bundan<br />

sonra Balkanlar’daki Alman ve İtalyan baskısının giderek artması,<br />

hatta Arnavutluk’un İtalya’nın kontrolü altına girmesi, Balkanlar’da<br />

Türkiye’nin önderliğini yaptığı statükocu devletler, daha önce aralarında<br />

yaptıkları ikili antlaşmaları birleştirerek 4’lü bir pakt imzaladılar<br />

(1934). Bu antlaşma ile Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve<br />

Romanya devletleri, sınırlarını karşılıklı olarak garanti ediyorlar,<br />

birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan devletiyle siyasi harekette<br />

bulunmamayı taahhüt ediyorlardı. Antlaşma protokolünde<br />

Türkiye’nin eğer bir Rus-Romen çatışması çıkarsa, Romanya’ya<br />

yardım etmeyeceğini Sovyetlere bildirmiş olması, Rusya ile oldukça<br />

dengeli bir siyaset takip etmenin sonucu olmalıdır.<br />

Türkiye, batı sınır bölgesi olan Balkanlarda böylesine bir siyaset<br />

takip ederken doğu sınır bölgesinde ve hatta sınır bölgesinin uzağındaki<br />

ülkelerle de antlaşmalar yapmaktan, paktlar kurmaktan geri<br />

kalmıyordu. Bu sırada İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ve Asya’da bazı<br />

hedeflere yöneldiğini belirtmesi, Türkiye’yi bir yandan İngiltere ile<br />

işbirliği yapmak ve hatta bazı Orta Doğu ve Asya devletleri ile savunma<br />

tedbirleri almak zorunda bırakmıştır. Bu bağlamda İtalya’nın<br />

bölgedeki yayılma emellerine karşı 2 Ekim 1935’te Cenevre’de Türkiye,<br />

Irak ve Afganistan arasında üçlü bir antlaşma parafe edilmişti.<br />

2 Aksan, age, s. 122.<br />

423


424<br />

SEYFULLAH ÇEVİK<br />

Daha sonra Irak’ın da katılmasıyla 8 Temmuz 1937’de İran’da Sadabad<br />

paktı imzalandı. Bu antlaşmanın en temel maddelerini, ülkelerin<br />

birbirlerinin içişlerine karışmaması, ortak çıkarları ilgilendiren<br />

konularda birbirlerine karşı saldırıda bulunmamaları ve sınırlarına<br />

saygı duymaları teşkil etmekteydi.<br />

Türkiye’nin hem Ortadoğu hem de Asya siyaseti çerçevesinde<br />

Irak, İran ve Afganistan ile bir pakt kurması, bugünün küreselleşme<br />

sürecinde dünyanın en hareketli bölgelerindeki ülkelerle o dönemlerde<br />

paktlar kurmasının ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir.<br />

Bu ülkeler arasında coğrafi bakımdan Asya’nın tam ortasında bulunup<br />

Türkistan bölgesini ve Çin’i kontrol etmek için önemli bir sıçrama<br />

tahtası noktasında olan Afganistan üzerinde özellikle durmak<br />

icap etmektedir. 1921-1928 yılları arasında Türkiye ile Afganistan<br />

arasında giderek artan bir dostluk ve işbirliği ilişkisi başlamıştı. Bunun<br />

sonucunda 25 Mayıs i 928’ de Türk-Afgan Dostluk Anlaşması<br />

imzalanmış ve böylece iki ülke arasında siyası ve kültürel bakımdan<br />

yakınlaşmalar baş göstermişti. Bu yakınlaşmada <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Anadolu’da dış güçlere karşı verdiği mücadelenin Afgan yönetimince<br />

İngilizlere karşı tam bağımsızlık arayışına bir örnek teşkil etmesinin<br />

rolünü de hesaba katmak lazımdır. Bugün Afganistan’da bulunan<br />

ve orada bir idare tesis etmek isteyen güçleri de bu anlamda değerlendirmek<br />

gerekir. 3<br />

<strong>Atatürk</strong> dönemindc Türkiye’nin Asya üzerindeki en belirgin<br />

politikasını Azerbaycan’a karşı takip edilen siyasetle örneklemek<br />

mümkündür. Millî Mücadele’nin ilk yıllarında Azerbaycan’a karşı<br />

takip edilen politikayı Mustafa Kemal Paşa’nın Bakü’deki temsilcimiz<br />

Memduh Şevket ile Tiflis temsilcimiz Kazım Beylere ulaştırmalarını<br />

istediği gizli direktifte görmek mümkündür. O, bu direktifin<br />

bir yerinde aynen: “... Rusya müslümanları ve alelumum İslam<br />

kavimleri hakkında nokta-i nazarımız bunların muhtariyetlerinin<br />

genişlemesine ve Hilafet makamına olan manevi bağlılıkların takviyesine<br />

çalışılacaktır.<br />

Rusya’nın bu husustaki hassasiyeti malum olduğundan gayet<br />

3 <strong>Atatürk</strong> dönemi Türk dış politikası hakkında genel olarak bk. Mehmet Gönlübol<br />

-Ömer Kürkçüoğlu, “<strong>Atatürk</strong> Dönemi Türk Dış Politikasına Bir Bakış”,<br />

<strong>Atatürk</strong>çü Düşünce El Kitabı, Ankara 1995, s. 351-373.


ATATÜRK’ÜN ASYA SİYASETİ ÜZERİNE BAZI YENİ DÜŞÜNCELER<br />

ihtiyatkarane hareket edilecek ve her jirsatta bundan maksat İslamcılık<br />

ve Turancılık gibi eğilimler olmayıp, sırf Türk ve İslam kavimlerini<br />

dahi hür ve şimdiki medeniyetten istifadeye kadir bir hale getirmek<br />

olduğu beyan olunacaktır...” demekteydi. Aynı direktitin bir<br />

başka yerinde: “Azerbaycan ‘ın tamamen ve cidden müstakil bir<br />

devlet haline gelmesine taraflarız ve bunun temini için Rusları gücendirmemek<br />

ve kuşkulandırmamak şartıyla teşebbüsat-ı lazımede<br />

bulunulacaktır” ifadesini kullanmaktaydı. 4 Bir diğer ifadesinde ise:<br />

“Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakıyorum... Bugün, günün<br />

ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark milletlerinin de<br />

uyanışını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetlerine kavuşacak olan<br />

çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye<br />

ve refaha müteveccih vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere<br />

ve bütün manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini<br />

bekleyen istiklale kavuşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm<br />

yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk,<br />

din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hâkim<br />

olacaktır” sözlerini sarfetmekteydi. 5<br />

Bu sözlerle <strong>Atatürk</strong> daha o zamanda Türkiye’nin Türk halkları<br />

ve kavimleri ile ilgili Asya siyasetini ortaya koyarken mevcut güç<br />

dengelerinin gözetilmesi ve hatta onlarla beraber hareket edilmesinin<br />

önemine ve gerekliliğine inandığını göstermektedir. Bunun yanında<br />

siyasi olarak günün şartlarında açıkça söylenmesinde sakınca<br />

gördüğü Doğu ve Asya ülkeleri için oldukça genel ifadeler kullandığı<br />

dikkate çekmektedir. Bu politikanın bugün de geçerli olduğunu ve<br />

eğer Türkiye’nin aynı kültür ve tarihe sahip Asya’daki Türk devlet<br />

ve halkları üzerinde bir ekonomik ve siyasi ilişkisi olacaksa, bunun<br />

büyük güçlere rağmen gerçekleştirilmesinin pek mümkün olamayacağını<br />

belirtmek lazımdır. Diğer bir ifade ile Türkiye’nin bu coğrafyada<br />

Rusya da dahil olmak üzere büyük güçlerle işbirliği halinde<br />

Merkezi Asya’da daha aktif bir rol alabileceği aşikar gözükmektedir.<br />

Ancak böyle bir politika takip edilirken bir an bile beklemeksizin<br />

4 <strong>Atatürk</strong>’ün Şark cephesi kumandanhğına hitaben gönderdiği bu direktitin [aksinIilesi<br />

ve transkripsiyonlu metni için bk. <strong>Atatürk</strong>’ün Milli Dış Politikası<br />

(Milli Mücadele Dönemi Ait 100 Belge) 1919-1923, I, Ankara 1992, s. 190-<br />

206.<br />

5 Akil Aksan, age, s. 133.<br />

425


426<br />

SEYFULLAH ÇEVİK<br />

eğitim ve kültür alanlarındaki iş birliğine hız verilmeli, toplumların<br />

aynı tarih ve kültüre sahip olduklarının şuuruna ermesi yolunda<br />

mesafeler katedilemdi, sonra ışın ekonomik ve siyasi boyutlarının<br />

oluşumunun safhaları beklenmelidir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Millî Mücadele’nin daha ilk yıllarında Merkezi Asya’daki<br />

Türk halkları üzerinde gayet gerçekçi ve uzak görüşlü bir<br />

politika takip etmesinin gerekliliğine inanırken, Türk halklarının da<br />

Asya’nın en batı uç noktasını vatan ittihaz etmiş olan kardeşlerinin<br />

Millî Mücadelesine kayıtsız kalmadıkları dikkati çekmektedir. Bu<br />

bağlamda o dönemde Türkistan halklarının gayet şuurlu bir şekilde<br />

yardım kampanyaları başlattıkları ve pek çok hanımın bu kampanyaya<br />

kollarındaki bilezikleri bağışladıkları dikkati çekmektedir. Bu<br />

zamanda Türk halklarının kahır ekseriyeti Rusya’nın idaresi altına<br />

girdiği için, yardımların Rusya vasıtasıyla Batı Türklerinin ana vatanı<br />

olan Anadolu’ya veya Küçük Asya’ya ulaştığı görülmektedir.<br />

Türkistan halkalarının Anadolu’daki Millî Mücadele’nin başarıya<br />

ulaşması için sadece altın v.s. vererek duyarlı olmadıkları, bu duyarlılıkların<br />

bazı edebi metinlere de yansıdığı açık bir şekilde görülmektedir.<br />

Nitekim 1921 <strong>yılında</strong> ünlü Kazak şairi Mağcan, Alıstaki<br />

Bauruma (Uzaktaki Kardeşime) adlı oldukça uzun olan şiirinde gerek<br />

Doğu, gerekse Batı Türklerinin birbirinden ayrı düşmekle çok<br />

büyük sıkıntı çektiklerini işlernekte ve sanki orada verilen Millî<br />

Mücadele’yi an be an yüreklerinde hissettiklerini ve kardeşleriyle<br />

hep beraber olduklarını vurgulamaktadır. 6 Hemen hemen her kıtası<br />

duygu dolu ifadeleri içeren söz konusu Kazakça şiirinin birkaç kıtasını<br />

burada verecek olursak:<br />

6 Bu şiirin tam metni için bknz. Mağcan Cumabayev, Şığarmalar (Eserler), I,<br />

Almatı 1989, s. 72-73.


ATATÜRK’ÜN ASYA SİYASETİ ÜZERİNE BAZI YENİ DÜŞÜNCELER<br />

Uzakta ağır azap çeken kardeşim Alısta aur azap şekken baurum<br />

Solup laleler gibi kuruyan kardeşim Kuargan beyşeşektey kepken baurum<br />

Bunalıp bir sürü düşman ortasında Kamağan kalın jaudın ortasında<br />

Göl gibi göz yaşı döken kardeşim Köl kılıp közdın jasın tökken baurum<br />

***<br />

Kardeşim sen o yanda ben bu yanda Baurum! Sen o cakta men bu cakta<br />

Kaygıdan kan yutuyoruz bizim adımıza Kaygıdan kan cutamız bizdin atka<br />

Layık mı kulolup durmak gel gidelim Layık ba, kul bop turu v kel tekeyik<br />

Altay’a ata mirası altın tahta Altayga ata miras altın takka<br />

Şiirdeki ifadelerin ne kadar duygu dolu ifadeler olduğunu yukarıdaki<br />

satırlardan açık bir şekilde anlamak mümkündür.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Asya’ya ve Türk halkalarına yönelik bu politikası,<br />

O’nun ölümünden sonra Anadolu’nun ünlü halk ozanı Aşık Veysel’in<br />

<strong>Atatürk</strong>’e yazmış olduğu ağıtta da ses bulmuştur. Veysel bu ağıtın bir<br />

kıtasında:<br />

Tren hattı tayyareler<br />

Türkler giydi hep karalar<br />

Semerkand’ı Buharalar<br />

İşitti her yan akladı<br />

ifadesini kullanırken, Asya’daki Türk halklarının <strong>Atatürk</strong> ve<br />

Anadolu’daki Türklerle gönül bağlarının mükemmelliğini belirtmek<br />

istemiştir.<br />

427


EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM<br />

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK<br />

Prof. Dr. Bayram KODAMAN *<br />

A-Giriş<br />

Evrensellik denince bütün insanlığı, bütün halkları, bütün ülkeleri<br />

ilgilendiren ve kapsayan kavram akla gelmektedir1 . Bu bakımdan<br />

evrensellik, herkesin, bütün insanların kabul ve iştirak edebileceği<br />

ortak anlayışın, ortak bir fikrin, ortak bir buluşma ve uzlaşma<br />

zemininin adıdır. Bu anlamda herkes tarafından kabul edilebilir olan<br />

ilmi, dini, ahlaki, siyasi, iktisadi, içtimai gibi müşterek değerler, evrensel<br />

değerler olarak nitelendirilebilir. Bu evrensel değerler, ilmi,<br />

tarihi, ilahi, içtimai kökenli olduğu için zaman ve mekana göre değişmeyen<br />

ve değişebilen özelliklere sahiptir. Farklılık, çeşitlilik ve<br />

zıtlık arz etse de insanlığın, kültürlerin, medeniyetlerin bu evrensel<br />

değerler üzerinde inşa edildiği de tarihi bir gerçektir.<br />

Ancak bu evrenselliğin çıkış noktası evrensel olmayabilir. Başlangıçta<br />

belirli bir gruba, topluma, kavime veya millete ait olarak<br />

ortaya çıkan değerler, zamanla tarihi süreç içinde dünyaya yayıldığında,<br />

herkes tarafından hüsnü kabul gördüğünde evrensel bir karakter<br />

kazanmaktadır.<br />

B- Tarihi Süreçte Evrensellik<br />

Bilindiği üzere tarihte hâkim kavimler kendi kültürlerini ve medeniyetlerinin<br />

evrensel olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Bunların<br />

başında Grek, Roma ve Hıristiyanlığın sentezi olan Batı Medeniyeti<br />

* Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölüm Başkanı.<br />

1 Petit Robert Dictionnaire (Fransızca Lügat), “Üniversel”, Paris, 1968.


430<br />

BAYRAM KODAMAN<br />

ile Arap-İran- Türk-İslam sentezi olan Osmanlı Medeniyeti gelmektedir.<br />

Osmanlı Sistemi: Sanayi inkılâbından önce, yani tarım ve hayvancılığın<br />

hâkim olduğu ve dinin de ideoloji görevi yaptığı dönemde<br />

Osmanlı, kendi devletini evrensel dünya devleti ve medeniyetini de<br />

evrensel dünya medeniyeti olarak görmekteydi. Bunun sonucudur<br />

ki, yeni bir dünya (nizam-ı âlem) kurma iddiasında bulunmuştur.<br />

Osmanlı Devleti, bu iddiasını gerçekleştirebilecek güce ve organizasyona<br />

sahip, müesseseleşmiş bir “devlet-i ebed müddet” idi. Kısaca<br />

Osmanlı soylu, muhteşem ve büyük bir medeniyet yaratmıştı.<br />

Ancak XVI. Yüzyılda, Osmanlı toplumu “mükemmeliyet” noktasına<br />

erişildiği şeklinde bir zihniyete kapıldı. Bu anlayış kısa zamanda<br />

statükoculuğa ve gelenekçiliğe dönüştü. Bu anlamda mükemmeliyet<br />

duygusu Osmanlıya dinamiklerini kaybettirdi ve çöküşüne zemin<br />

hazırladı.<br />

Her sistem gibi Osmanlı sistemi de, gücünü ve evrenselliğini başarısından<br />

alıyordu. Ancak, mükemmeliyet duygusu onu, XVII.yüzyıldan<br />

itibaren ufuksuzluğa, hedefsizliğe ve arkasından başarısızlığa<br />

mahkum edecektir. Neticede soyluluğu, muhteşemliği ve büyüklüğü<br />

kaybolmaya başlayacaktı.. Yeni bir ütopya yaratamaz ve mevcudu<br />

muhafaza etmekten başka bir şey düşünemez, yapamaz duruma düştü.<br />

Bu süreç, XIX. yüzyıl ortalarına kadar devam etti. II. Mahmut<br />

dönemiyle birlikte yeni bir alternatif üretemeyeceği telaşına kapılınca,<br />

mevcudu muhafazadan da kısmen vazgeçerek, evrensellik<br />

iddiasında bulunan Avrupa’nın sistemini ve medeniyetini alternatif<br />

olarak görmeye ve ondan kısmen iktibaslar yapmaya başladı. Bu<br />

tutum, Osmanlı’nın kendi sisteminin başarısızlığı; Avrupa sisteminin<br />

de başarısının teyidi anlamına geliyordu. XIX.yüzyılın sonu ve<br />

XX.yüzyılın başında, evrensellik iddiasından da tamamen vazgeçilerek,<br />

sadece Osmanlı devletini kurtarma telaşına düşüldü.Bunun için<br />

üç yeni model öne sürüldü2 : Müslümanlar için İslamcı, Türkler için<br />

Türkçü, bütün Osmanlı fertleri için de Batıcı model. Zihinleri meşgul<br />

eden ve umut gibi görünen bu üç model, iç ve dış siyasi olayların<br />

2 Faruk Öztürk, “Cumhuriyet ve Ütopya”, Modern Türkiye ‘de Siyasi Düşünce<br />

III, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul 2002, s.490.


EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 431<br />

baskısıyla farklı hedeflere yöneltildiğinden Osmanlı’yı kurtarmada<br />

yetersiz kaldı.<br />

Batının evrensel sistemine gelince: Batı ortaçağdan çıkarken<br />

Hümanizma, Rönesans ve Reform hareketleriyle Ortaçağa alternatif<br />

kendi sisteminin temellerini atmayı başarmıştır. Batı, bu evrensel<br />

sistemin merkezine önce ferdi ve aklı koymakla, bilim, sanayi<br />

ve makine çağına da adım atmış, sürekliliğin ve değişmenin yolunu<br />

açmıştır. Zira akıl ve ilim, değişen toplumda yeni alternatifler teklif<br />

etme özelliğine sahipti. Artık Avrupa sisteminin aktörleri tüccar-ticaret,<br />

iş adamı-sanayi-fabrika-üretim, ilim adamı-üniversite-enstitü<br />

gibi yeni kişiler, kurum ve kuruluşlardı idi. Buna karşılık Osmanlı<br />

yeni aktörler yaratamamış, ülema-medrese (ilmiye sınıfı) kapıkulu<br />

paşaları-kışla (seyfiye sınıfı), memur-bürokrasi (kalemiye sınıfı)<br />

sarmalında kalmıştır.<br />

Batı, bu yeni aktörlerin ürettikleri cazip-müessir fikirlerle, teknolojiyle<br />

ve ticari mallarla tabiata, diğer ülkelere ve diğer toplumlara<br />

saldırıya geçmiş ve hâkim olmuştur. Sonuçta kendi değerlerini<br />

ve sisteminin evrenselliğini gönüllü veya mecburi bir tarzda kabul<br />

ettirmiştir.<br />

C-Mustafa Kemal ve Evrensellik<br />

Mustafa Kemal dahi özelliğine sahip hem asker hem paşa,<br />

hem devlet adamı, hem politikacı, hem de entelektüeldir. Ayrıca<br />

Osmanlı’yı Türk toplumunu, Avrupa’yı ve İslam alemini bilen, tanıyan<br />

bir kişidir. Bu vasıflarıyla birlikte, aynı zamanda başarılı asker,<br />

başarılı devlet adamı ve başarılı bir politikacı olarak karizmatik bir<br />

kahraman ve liderdir.<br />

Bu özelliklere sahip Mustafa Kemal, farklı bir evrensellik, farklı<br />

bir nizam-ı âlem (dünya düzeni) anlayışında ve iddiasında bulunan<br />

tarihe damgasını vurmuş cihan şumül bir medeniyetin ve devletin<br />

(Devlet-i Aliyye) içinden gelmiştir. Bu itibarla zihnen ve fikren Osmanlının<br />

evrensellik anlayışına yabancı değildir. Bunun yanında Osmanlı<br />

yenileşme hareketlerinin öncüsü ve itici unsuru durumunda<br />

olan askerî okullarda (Harbiye-Kurmay Mektebi) ve orduda, yeni bir<br />

evrensellik iddiasında bulunan Batı düşüncesi ve medeniyeti ile temasa<br />

geçmiş ve onu tanıma fırsatı bulmuştur. Dolayısıyla evrensel-


432<br />

BAYRAM KODAMAN<br />

lik iddiasında bulunan iki farklı medeniyetin-sistemin birinin çöküş,<br />

diğerinin yükseliş sebeplerini ve tezahürlerini iyi tahlil etmiş, olumlu<br />

ve olumsuz yanlarının bizzat görme imkanına sahip olmuştur. Millî<br />

mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde de, 1917 Ekim İhtilali<br />

ile Rusya’da iktidara gelen, hem Osmanlı hem de mevcut Batı<br />

sisteminden anlayışından tamamen farklı ve evrensellik iddiasında<br />

olan komünist sistemi; 1922’de İtalya’da 1933’te Almanya’da iktidarı<br />

ele geçiren, kapitalist sistemin değişik bir türevi olan, ancak<br />

kısmen de olsa çok farklı bir evrensellik iddiasıyla uluslararası sahneye<br />

çıkan faşist rejimleri de tanıma ve inceleme imkanı bulmuştur.<br />

Görüldüğü üzere Mustafa Kemal dört evrensellik iddiasında<br />

bulunan sistemlerle karşı karşıya kalmıştır. Ancak, Millî Mücadele<br />

ile Türk milletinin istiklalini temin eden bir kişi olarak, milleti reddeden<br />

ve millet yerine işçi sınıfını esas alan komünist sistemi; Osmanlı<br />

İmparatorluğu yerine millî bir devlet kuran kişi olarak, Roma<br />

İmparatorluğu’nu ihya etmeye kalkışan İtalyan faşizmini; altı asır<br />

pek çok milleti bünyesinde barındıran Osmanlı hoşgörüsüne sahip<br />

bir kişi olarak da Almanya’nın ırkçılığını kabul etmesi mümkün değildi.<br />

Geriye İngiltere’nin, Fransa’nın ve ABD’nin temsil ettiği emperyalist<br />

liberal sistem kalıyordu ki, emperyalizme karşı savaşan bir<br />

kişi olarak da bu sistemin emperyalist anlayışını benimsemesi akla<br />

uygun değildi. O halde ne yapmalı idi?<br />

D-Hesabını Evde Değil Çarşıda Yapan Mustafa Kemal<br />

Her şeyden önce Mustafa Kemal şu hususu iyi teşhis etmiştir:<br />

Faşizmin altında İtalyan milletini, ırkçılığın altında Alman milletini,<br />

komünizm altında Rus milletini ve liberal kapitalizmin altında<br />

ise İngiliz, Fransız ve Amerikan milletini görmüştür. Bu teşhisiyle<br />

Mustafa Kemal evrensellik iddiasında bulunan her sistemin öncelikle<br />

milletten hareket ettiği ve milletten evrenselliğe uzandığını fark<br />

etmiştir. Bu durum, onu millet kavramının evrensel bir değer olduğunu<br />

göstererek, işe milletten, millî devletten hareketle evrenselliği<br />

yakalamaya sevk etmiştir. Yeniçağ’dan itibaren Avrupa’da milletlerin<br />

teşekkül etmesi ve XIX. yüzyılın millî devletler çağı olması<br />

tarihen bu oluşumu teyid de ediyordu. Nitekim Türk tarihinde de<br />

örneği vardır. Her ne kadar 1517’den sonra ümmetçiliğe yönelmiş


EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 433<br />

ise de Osmanlı devletinin ve sisteminin çekirdeğinin tamamen Türk<br />

olan Osmanlı Beyliği olduğu ve bu beylikten hareketle evrenselliğe<br />

ulaştığı biliniyordu.<br />

Buna göre Mustafa Kemal hesabını evrensel değer haline gelen<br />

millet, millî devlet, millîyetçilik üzerine yaptı. Bu üç kavram, liberalizmin<br />

milletlerin hür ve eşit olmasını öngören fikrinin uzantısı idi.<br />

Ancak o, Türkiye’yi Batı medeniyeti içinde vahşi kapitalizm ve totaliter<br />

komünizmi yaratan liberalizmi; ayrıca totaliter faşizmi yaratan<br />

vahşi kapitalizmin ferdi köle, milleti sürü gibi gören olumsuz yönlerinden<br />

uzak tutmak istiyordu. O, ideal düzeni Osmanlı gibi mazide<br />

ve mevcut ideolojilerde değil, gelecekte aradı. Bunun için toptancılıktan<br />

uzak; ancak seçici-pragmatik bir yaklaşımı benimsemiştir.<br />

Bu seçici ve pragmatik metotla, liberalizmin evrensel değer haline<br />

getirdiği hürriyet, fert, rasyonalizm, millet, millîyetçilik, laiklik,<br />

demokrasi ve sosyalizmin, halkçılık ve devletçilik kavramlarını<br />

almıştır. Hedef Türk insanını hür ve rasyonel, milletini müstakil<br />

kılmaktı. Çünkü kendini gerçekleştiremeyen Türk insanı ve Türk<br />

milleti başkalarının sultası altında ve başkalarının fikriyle yaşamaya<br />

mecburdu. Mustafa Kemal kendini gerçekleştirmiş, kendi şahsiyetini<br />

ve millî kimliğini bulmuş hür, laik ve millîyetçi bir toplumla cemaatçi,<br />

ümmetçi, statükocu yapıyı kırmak istiyordu. Çünkü zemini<br />

olumsuz yabancı ve yerli engellerden temizlemeden yani orijinal bir<br />

toplum mimarisi ve yeni orijinal bir toplum yapısı inşa etmek mümkün<br />

olamazdı.<br />

Yeni binanın inşa edilebilmesi için Mustafa Kemal Misak-ı Millî<br />

ile arsanın hudutlarını (millî sınırları) tespit etti. Sonra zemini yabancı<br />

unsurlardan (Rumlar, Ermeniler, Araplar, İngilizler. Fransızlardan)<br />

temizledi. Bunu yaparken arsa (vatan) üzerindeki nüfusun<br />

%80-85’inin Türk ve Türk’e yakın olmasına özellikle dikkat etmişti.<br />

Çünkü zemin üzerindeki evrensel değer haline gelmiş olan milleti ve<br />

millî devleti inşa edecekti. Nitekim, 1923’te Lozan Antlaşması’yla<br />

ülkenin tapusunu aldı ve 29 Ekim 1923’te cumhuriyetle birlikte Türk<br />

milletine devretti. Artık mülk padişaha ait değildi. Bu tavrı ve icraatı<br />

evrensel anlayışın neticesidir.<br />

Mustafa Kemal artık Osmanlıyı (dedesini) terk etmiş, fakat Osmanlının<br />

Türk olan çocuklarına-torunlarına yani Türk milletine aşık


434<br />

BAYRAM KODAMAN<br />

olmuş, onlara sahip çıkmış ve onlarla yaşamaya karar vermiştir. Hiç<br />

bir şey artık eskisi gibi değildi ve olmaması da gerekirdi. Şimdi sıra<br />

yeni bir düzen kurmaya gelmişti. Devlet, vatan, millet, istiklal mevcuttu.<br />

Ama bunlara, yeni bir kimlik kazandırmak lazımdı.<br />

Yeni bir kimlik kazandırmak için Mustafa Kemal Millî Mücadele’<br />

deki metodunu kullandı. Bu metot “hesabı evde değil çarşıda<br />

yapmaktı” 3 . Çünkü evdeki hesap çarşıya uymayabilirdi. Bu bakımdan<br />

iç ve dış piyasaya bakarak neyin geçerli neyin geçersiz, neyin<br />

sağlam neyin çürük olduğunu bilmesi gerekirdi. Zira geçerli ve sağlam<br />

olan alınmalı, geçersiz ve çürük olan saf dışı bırakılmalıydı.<br />

Çarşı toplumdu, kültürdü ve çağdaş medeniyetti.<br />

Mustafa Kemal’e göre toplum çarşısını ve kültür çarşısını<br />

millîleştirmeden, yabancı unsurlardan temizlemeden çağdaş medeniyet<br />

çarşısına ulaşılamazdı4 . Millî Mücadele ile toplum çarşısını yabancılardan<br />

temizledi. Sıra kültür çarşısını, yabancı unsurlardan ve<br />

çürük yerli mallardan temizleyerek, millîleştirmeye gelmişti. Bunun,<br />

millî eğitim ve öğretimle olabileceğini gördü. Çünkü kültür çarşısının<br />

kirlenmesi eğitimle olmuş yine eğitimle temizlenmesi şarttı.<br />

Bu hedefe varmak için 1924’te Tevhid-i Tedrisat (eğitim-öğretim<br />

birliği) Kanununu çıkardı. Zira Osmanlı döneminde medreseler,<br />

yeni Tanzimat okulları, yabancı okullar (Rum-Ermeni-Yahudi-<br />

Arap vs.) farklı eğitim yapıyor, farklı insan tipi yetiştiriyorlardı. Bu<br />

duruma Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile son verilerek, millî eğitime<br />

geçildi. Ancak millî eğitim, millî dil ile yani Türkçe ile olmalıydı.<br />

Türkçemiz de Arapçanın, Farsçanın, İngilizce ve Fransızcanın istilasına<br />

uğramıştı. 1931’de Türk Dil Kurumu’nun teşkili ve “vatandaş<br />

Türkçe konuş” sloganıyla dilde millîleşmeye gidildi. Türk Tarih<br />

Kurumu’nun teşkili ile de millî tarihimiz ortaya çıkarılmıştır.<br />

Mustafa Kemal yaptığı bu inkılaplarla Türk milletinin önüne<br />

Türk kültürünü, Türk dilini, Türk tarihini, Türk dünyasını koydu.<br />

Zira o, Türk milletinin varlığıyla ve hedefleriyle meşguldü. Dünyadan<br />

tecrit olmuş olan Türkleri değişmenin ve modernleşmenin<br />

simgesi haline getirme ve böylece Türk dünyasında ve İslam dün-<br />

3 Peyami Safa, Türk İnkilâbına Bakışlar, Inkılap Yayınevi, İstanbul, s.174.<br />

4 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bayram Kodaman, Cumhuriyetin Tarihi<br />

-Fikri Temelleri ve <strong>Atatürk</strong>, Isparta, 2001.


EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 435<br />

yasında bir model yaratma peşinde idi5 . O bir taraftan da inkılaplarıyla<br />

Türkiye’yi Avrupa ile bütünleştirmeye değil, Avrupa ile Türk<br />

dünyası arasında bir denge kurmaya çalışıyordu. Bu dengeyi Avrupa<br />

ile uyuşarak, anlaşarak değil, millî evrenselliğe giden bir proje ile<br />

çağdaş medeniyeti yakalayarak kurmak istemiştir.<br />

Sonuç olarak, Mustafa Kemal’in hedefi orijinal bir evrensel<br />

düzen yaratmaktan ziyade, millî kalarak mevcut evrensel değerleri<br />

benimseyerek, Türkiye’yi çağdaş medeniyete dahil etmek ve Türk<br />

milletine ufuk ve şahsiyet kazandırmaktı. Mustafa Kemal’de şayet<br />

bir evrensellik aranacaksa Türk Dünyasına, İslam dünyasına ve<br />

mağdur-mazlum milletlere örnek tam bağımsız modern, laik ve millî<br />

bir devlet ve toplum modelinde aranmalıdır. Bu model, Avrupa’dan<br />

kaçıp, Asya’ya çekilen bir Türk milletini değil, Asya’da Avrupa’nın<br />

da dahil olduğu çağdaş medeniyeti ve evrenseli yakalamayı öngörür.<br />

Ancak Mustafa Kemal’den sonra model, bırakalım başkalarına<br />

örnek olmayı, Türkiye’ de bile devam ettirilememiştir. Zira Türkiye<br />

1939’den itibaren Avrupa’nın, ABD’nin, İMF’nin, Dünya Bankasının,<br />

Dünya Ticaret Örgütünün kapısına bağlanarak, örnek olmaktan<br />

çıkarılmıştır.<br />

5 Orhan KoIoğlu, Cumhuriyetin İlk On beş Yılı (1923-1938), İstanbul, 1999,<br />

s.377.


436<br />

BAYRAM KODAMAN<br />

Kaynakça<br />

1-<strong>Atatürk</strong> Devrimleri I. Milletlerarası Sempozyomu Bildirileri,<br />

10-14 Aralık 1973, İstanbul Üniversitesi <strong>Atatürk</strong> Devrimleri<br />

<strong>Araştırma</strong> Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1975.<br />

2-Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, İstanbul, 1969.<br />

3-Eroğlu, Hamza, <strong>Atatürk</strong>çülük, Ankara, 1981.<br />

4-Kodaman, Bayram, Cumhuriyetin Tarihi-Fikri Temelleri ve<br />

<strong>Atatürk</strong>, Süleyman Demirel Üniversitesi Yay., Isparta, 2001.<br />

5-Koloğlu, Orhan, Cumhuriyetin İlk On beş Yılı (1923-1938),<br />

İstanbul, 1999.<br />

6-Öztürk, Faruk, “Cumhuriyet ve Ütopya”, Modern Türkiye’de<br />

Siyasi Düşünce III, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul 2002,<br />

s.490.<br />

7-Bildiriler ve Tartışmalar (Türkiye İş Bankası Uluslararası<br />

<strong>Atatürk</strong> Sempozyumu, 17-22 Mayıs 1981), Ankara, 1984.<br />

8-Safa, Peyami, Türk İnkılâbına Bakışlar, İnkılap Yayınevi,<br />

(İkinci Baskı), İstanbul, ts.<br />

9-Steinhaus, Kurt, <strong>Atatürk</strong> Devrimi Sosyolojisi, (Çev. M. Akkaş),<br />

İstanbul, 1995.<br />

10-Timur, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara, 1997.


BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN<br />

“TÜRK TARİHİ VE ÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE<br />

UYGULAMALARI<br />

Prof. Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ*<br />

Genel olarak bir insanın “ne” olduğuna atıfta bulunan “kimlik”<br />

kavramı, kişinin kendisine ve başkasına yakıştırdığı çeşitli anlamlara<br />

da işaret eder 1 . Millî Kimlik dendiğinde ise, genel bir ifade ile,<br />

ferdin mensubu bulunduğu milletinden aldığı karakter özellikleri ile<br />

tanımlanması akla gelir. Bu durumda millî kimliği kavrayabilmek<br />

için “millet” kavramını bilmemiz gerekecektir. Çeşitli tanımları yapılmakla<br />

birlikte milleti, ortak bir geçmişi bulunan, ortak değerlere<br />

sahip ve gelecekte de birlikte yaşama arzusu gösteren yani ülkü<br />

birliği olan insan toplulukları şeklinde tanımlayabiliriz. <strong>Atatürk</strong><br />

millet kavramını şu ifadelerle açıklamaktadır; “Zengin bir hatıra<br />

mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda müşterek arzu<br />

ve muvâfakatta samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına<br />

beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden<br />

meydana gelen cemiyete millet namı verilir” 2 . <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

de vurguladığı üzere, milletin tanımında “zengin bir hatıra mirasına<br />

sahip bulunmak” “ortak bir geçmişe yani tarihe sahip olmak” gibi<br />

vazgeçilmez bir şart bulunmaktadır. Bir başka ifade ile bir milletin<br />

inşasında, tarih fevkalâde önemlidir. O halde, tarihsiz veya tarih şuuru<br />

olmayan bir fertte ise millî kimlik duygusundan bahsedilemez.<br />

* Konya Selçuk Üniversitesi-Eğitim Fakültesi, Tarih Eğitimi Anabilim Dalı<br />

Başkanı<br />

1 Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, “Kimlik (Sosyal Kimlik)” maddesi, Risale<br />

yay., İstanbul 1991, C.2, s.303- 304.<br />

2 A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El Yazıları, Ankara<br />

1969, s.23-24.


438<br />

NURİ KÖSTÜKLÜ<br />

Dolayısıyla, hem fert, hem de millet hayatında önemli bir sosyal<br />

disiplin olarak kabul edilen tarih disiplinine devletler, eğitim programları<br />

içinde hep önem veregelmişlerdir. Bu yüzden tarihin nasıl<br />

öğretileceği veya ondan en verimli şekilde nasıl faydalanılabileceği<br />

hususunda yeni kural ve ilkeler bağımsız bir disiplin olarak geliştirilmektedir.<br />

Bugün gelişmiş batı ülkelerinde mesela İngiltere’de “tarih<br />

öğretimi” son 20 yılda sürekli gelişme gösteren bir disiplin olarak<br />

karşımıza çıkmaktadır.<br />

Millî kimlik kavramına bu şekilde kısaca temas ettikten sonra<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türk tarihi ve öğretimi hakkındaki söz ve uygulamalarını<br />

anlayabilmek için yakınçağ Türk tarihindeki belli başlı gelişmeleri<br />

kısaca hatırlamamız faydalı olacaktır.<br />

Bilindiği üzere yakın Türk tarihi özellikle 19.yy. başlarından<br />

itibaren çeşitli siyasi çalkantılar ve köklü değişim hareketlerinin<br />

yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemin karakteristiğine bakacak olursak<br />

2 temel özelliğin dikkat çektiğini görürüz. Bunlardan birincisi;<br />

Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında eski gücünü kaybetmesi ile<br />

Batı’nın O’nu paylaşma arzusu ve bu doğrultudaki politika ve uygulamaları.<br />

Batı’dan yönelen tazyikler. Bu tazyikler 1815’te Şark Meselesi<br />

adıyla şifrelendiğinde, nihai hedef Osmanlı’nın paylaşılması<br />

ve Anadolu’da Türk siyasi hâkimiyetinin kırılması olarak belirlenmişti.<br />

İkincisi ise; Batı’nın gücü ve baskısı karşısında yetersizliğini<br />

fark eden Osmanlı Devleti’nin, var olabilmek için kendini yenileme<br />

ve çağa ayak uydurma iradesi ve buna bağlı olarak birtakım müessese<br />

veya fikirleri geliştirme gayreti ve arayışı içinde bulunmasıdır.<br />

Batı’nın Osmanlı’ya daha doğrusu Türklere yönelik baskıları yalnızca<br />

maddi alanda olmayıp, kültür alanında da yoğunlaşmıştı.<br />

Özellikle Türk’ün varolma veya yokolma sınırına getirildiği<br />

20.yy. ilk çeyreğinde Türk insanını, tarihini, coğrafyasını ve kültürünü<br />

tahrip etmek üzere birçok asılsız iddialar, iftiralar ortaya atılmıştır.<br />

Bunlar, Türklerin sarı ırka mensup olduğu ve Avrupalılara göre<br />

ikinci sınıf insan sayılması gerektiği ve Türklerin medenî kabiliyet<br />

ve istidattan mahrum olduğu iddialarıdır. Batılı tarihçi ve politikacılar<br />

sarı ırka mensup olan bu ikinci sınıf insanların kabiliyetsiz,<br />

anlayışsız, uyumsuz, tehlikeli olduklarını, hiçbir medeni eserlerinin<br />

bulunmadığını, kendilerini düzenleyecek ve yenileyecek kapasitele-


BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN “TÜRK TARİHİ VE<br />

ÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI<br />

rinin olmadığını, siyasi karışıklıklarla Avrupa’nın huzurunu kaçırdıklarını,<br />

dolayısıyla Avrupa’dan ve Anadolu’dan kovulmalarının<br />

hatta yeryüzünden kaldırılmalarının gerektiğini öne sürmüşlerdir3 .<br />

Bütün bu siyasi, askerî ve kültürel baskılarla Türkiye’nin kolu<br />

kanadı budanmaya başlandı. Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri de<br />

Türkiye’nin Mondros’a getirilişini önleyemedi. Osmanlı münevverinin<br />

ülke bütünlüğü için düşündüğü Osmanlıcılık ve İslamcılık da<br />

maalesef çare olmadı. Bir taraftan Şark Meselesi çerçevesinde Batı<br />

emperyalizminin Türkiye’ye baskısı, öbür taraftan Fransız inkılabıyla<br />

daha ziyade Avrupa dışında ve sömürüye hedef olan coğrafyada<br />

yayılan ve yayılması teşvik edilen milliyetçilik akımı karşısında<br />

Osmanlı’nın çözülüşü önlenemedi. Osmanlı’yı oluşturan milletlerden<br />

Yunan “ben Yunanım”, Bulgar “ben Bulgarım”, Sırp “ben<br />

Sırpım”, Arnavut “ben Arnavutum”, Arap “ben Arabım” demeye<br />

başladı. 93 Harbi ve Balkan Harbi sonunda Türkler büyük ölçüde<br />

Balkanlardan sürüldü. I. Dünya savaşında da Müslüman Arap dünyası<br />

Osmanlı’dan ayrılmanın hesabı içine girdi. Bütün bu gelişmeleri<br />

<strong>Atatürk</strong> 20 Mart 1923’te Konya Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada<br />

şöyle analiz ediyordu; “ Bizim milletimiz, millîyetinden tegafül<br />

edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki<br />

akvam-ı muhtelife millî akidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin<br />

kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı<br />

ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile kovulunca anladık.<br />

Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir, tezlil ettiler. Anladık ki<br />

kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet<br />

göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize<br />

bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekatımızla<br />

gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin<br />

şikârıdır” 4 . <strong>Atatürk</strong>’ün bu tespitlerinde de gayet açık olarak<br />

anlaşılacağı üzere Osmanlıcılık fikrinin bir hayal olduğu görülmüş<br />

ve bin yıl önce Anadolu’ya gelişte olduğu gibi yine aslî unsur olan<br />

Türk unsuru, onun gücü maddî ve manevî değerleri üzerinde durmak<br />

ve buna göre, mütevazi de olsa yeni bir yurt tutmak mecburi-<br />

3 Azmi Süslü, “<strong>Atatürk</strong> ve Tarih”, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce El Kitabı, <strong>Atatürk</strong><br />

<strong>Araştırma</strong> Merkezi yay., Ankara, 1995, s.244- 245.<br />

4 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri I-III, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi yay., An-<br />

kara 1997, C.II, s.147.<br />

439


440<br />

NURİ KÖSTÜKLÜ<br />

yeti doğmuştur. Böylece yeni bir tarih ve şuuru ortaya konulmuştur.<br />

Kökleri daha gerilere gitmekle birlikte Ziya Gökalp’in Türkçülük<br />

fikri bu millî tarih görüşünün dayanağı olmuştur5 . Tabii ki, Mustafa<br />

Kemal’in öğrencilik yıllarından itibaren okuyageldiği ve bugün<br />

çoğu Anıtkabir müzesinde bulunan ve üzerine notlar düştüğü tarih<br />

ve kültür kitapları da O’nda bir tarih kültürünün oluşmasını sağladı.<br />

Balkan Savaşlarıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin tasfiye süreci<br />

hızlanıp, Mondros’la Anadolu bile Türklere çok görüldüğünde,<br />

Mustafa Kemal’in önderliğinde tamamen millî güçlere dayalı olarak<br />

bir Millî Hareket başlamış, ve bu mücadelenin her aşamasında ileride<br />

kurulacak olan Türk devletinin millî nitelikli olacağının mesajları<br />

verilegelmiştir. Çünkü, Osmanlıcılık veya ümmetçilik gibi anlayışlar<br />

artık iflas etmişti. Millî Mücadele tarihimizin temel kavramlarına<br />

bakacak olursak; Misak-ı Millî, kuva-yı millîye, heyet-i millîye,<br />

irade-i millîye, tekâlif-i millîye vb. hepsinde millilik damgasını görürüz.<br />

Burada millete dayalı, gücünü milletten alan bir hareket söz konusudur.<br />

Bu millet ise 23 Nisan 1920’de açılacak olan Meclise nakşedilen<br />

“Büyük Millet” olup, adı Türk milletidir. Kurulan devletin<br />

adı da tarihte Göktürklerden sonra ikinci Türk adını taşıyan Türkiye<br />

Cumhuriyeti’dir. İşte Türkiye Cumhuriyet‘i böyle bir tarihi süreç sonucu,<br />

millî, üniter, demokratik ve laik bir devlet olarak doğdu.<br />

Cumhuriyetimizin kurucusu <strong>Atatürk</strong>, temelinin Türk kültürü olduğunu<br />

sürekli vurguladığı 6 yeni Türk devletinde her şeyden önce<br />

millî kimliğin inşasına önem verdi. Çünkü uluslararası, hukukta da<br />

“devlet”i meydana getiren 4 temel unsur; 1- millet, 2- ülke, 3- siyasi<br />

hâkimiyet, 4- siyasi teşkilatlanma, arasında milletin ayrı bir yeri bulunmaktadır<br />

7 . Millet şuurunun teşekkülü ise daha önce de vurguladığımız<br />

üzere, tarih ve öğretiminden geçmekteydi.<br />

5 Bayram Kodaman, “<strong>Atatürk</strong> ve Tarih”, <strong>Atatürk</strong> ve Kültür, Hacettepe Üniv.<br />

Yay., Ankara 1982, s.5.<br />

6 Burada <strong>Atatürk</strong>’ün şu sözlerini hatırlamalıyız; “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli<br />

kültürdür” (Utkan Kocatürk, <strong>Atatürk</strong>’ün Fikir ve Düşünceleri, <strong>Atatürk</strong><br />

<strong>Araştırma</strong> Merkezi yay., Ankara 1999, s.134), “Cumhuriyetimizin dayanağı<br />

Türk milletidir. Bu milletin fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o<br />

millete dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur” (A.S.D, I-III, Ankara<br />

1997, C.III s.118)<br />

7 Devlet kavramının analizi için bkz., Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği,<br />

Ankara 1981, s.25- 27.


BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN “TÜRK TARİHİ VE<br />

ÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI<br />

<strong>Atatürk</strong> öncelikle, Türk tarihine ve Türk kültürüne yönelik<br />

mesnetsiz iddia ve iftiralara karşı, bilim zemininde gerçeklerle cevap<br />

vermek gerektiği noktasından hareket etmiştir. Bilindiği üzere<br />

Batı emperyalizmi tarafından yöneltilen bu iddialar şu iki noktada<br />

toplanmaktaydı; 1- Türkler sarı ırka mensuptur, Avrupalılara göre<br />

ikinci sınıftır ve medenî değillerdir, 2- Türkler Anadolu’ya sonradan<br />

gelmiştir, geldikleri yere dönmelidirler 8 . <strong>Atatürk</strong>, bu iddiaları çürütecek<br />

yönde ilmî araştırmalar yapılması için kesin direktifler verdi<br />

ve yapılacak araştırmaları destekledi. <strong>Atatürk</strong>’ün bu yöndeki fikir ve<br />

çalışmaları onun Türk Tarih Tezi’nin temelini oluşturacaktır. Ancak<br />

biz burada çok geniş ve derin bir konu olan <strong>Atatürk</strong>’ün tarih tezine<br />

ayrıntılı olarak girmeyip, tebliğimizin başlığında da sınırladığımız<br />

üzere, O’nun millî kimliği inşa yönünde tarih ve öğretimine verdiği<br />

önem ve uygulamaları üzerinde duracağız. Yukarıdaki iddialar<br />

ve Osmanlı’dan devralınan tarih eğitimi karşısında, Cumhuriyetin<br />

temel nitelikleri de göz önüne alınarak, <strong>Atatürk</strong>, eski tarih eğitim<br />

ve öğretimi yerine, millî tarih ve çağdaş öğretim metodlarının esas<br />

alınmasını düşünüyordu. Tabii ki millî tarih anlayışı çerçevesinde<br />

Batı’dan kaynaklanan yukarıda bahsedilen iftiralara da cevap verilmiş<br />

olacaktı.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türk tarihi ve öğretimi hakkındaki fikir ve uygulamalarını<br />

analiz ettiğimizde; her şeyden önce tarih öğretimiyle “kendine<br />

güven duygusunun” inşa edilmesinin ve ancak bu şekilde millî<br />

kimliğin teşekkülünün mümkün olabileceğine işaret ettiğini görüyoruz.<br />

Çünkü, 19.yy. başlarından itibaren gerek askerî gerekse teknoloji<br />

ve diğer alanlarda Batının üstünlüğünün ortaya çıkması ve buna<br />

bağlı olarak alınan yenilgiler ve sürekli geri çekilmeler Türklerin<br />

psikolojisini olumsuz yönde etkilemiş ve daha sonra <strong>Atatürk</strong>’ün de<br />

Nutuk’ta söylediği gibi, “biz adam olmayız” şeklinde bir sosyal aşağılık<br />

duygusuna itmişti. Tarih eğitiminden beklenen öncelikle Türkün<br />

hak etmediği bu psikolojiden kurtulması kendini tanıması ve<br />

kendine güven duygusunun kazanılmasıydı. <strong>Atatürk</strong>’ün her fırsatta<br />

öncelikle Türk milletini bu yöne sevk ve teşvik ettiğini görüyoruz.<br />

Bazı örnekler vermek istiyoruz;<br />

“Türk milleti tarihinle övün; çünkü, senin ecdadın medeniyetler<br />

8 Mehmet Saray, <strong>Atatürk</strong> ve Türk Dünyası, TTK yay., Ankara 1995, s.55<br />

441


442<br />

NURİ KÖSTÜKLÜ<br />

kuran, devletler ve imparatorluklar yaratan bir mevcudiyettir” 9 .<br />

“Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır”<br />

“Milletimizin büyük kabiliyetleri tarihen ve mantıken sabittir” 10<br />

“Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz,<br />

çalışkanız, yüksek maksatlar uğrunda ölmesini biliriz” 11 .<br />

“Türk milleti güzel her şeyi, her medeni şeyi sever, takdir eder.<br />

Fakat muhakkaktır ki her şeyin üstünde tapındığı bir şey varsa, o da<br />

kahramanlıktır”<br />

“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için<br />

kendinde kuvvet bulacaktır” 12 .<br />

“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere<br />

de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve<br />

cihana bildirmek bizler için bir borçtur” 13 .<br />

“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî<br />

vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin<br />

yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” 14 .<br />

“Türk çocuklarında kabiliyet her milletinkinden üstündür. Türk<br />

kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, büsbütün<br />

Türk çocukları kendileri için lazım gelen hamle kaynağını o<br />

tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık fikrini<br />

kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan<br />

adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler<br />

ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmiyeceklerdir.” 15<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün söylev ve demeçlerini taradığımızda bu çerçevede<br />

daha pek çok sözüne rastlarız. Ama bütün bu sözlerini ve “kendine<br />

güven” yolundaki mesajlarını yoğunlaştırılmış bir dozda o meşhur<br />

“ne mutlu Türküm diyene” vecizesiyle dile getirmiştir.<br />

Millî kimliğin teşekkülünde çok önemli olan “kendine güven<br />

duygusu” nun ancak ilmi metodlar çerçevesinde verilebilecek bir ta-<br />

9 Afetinan, <strong>Atatürk</strong>’ten Hatıralar, Ankara 1950, s.55.<br />

10 Azmi Süslü, a.g.m., s.246<br />

11 N.A. Banoğlu, “Makbule Atadan Anlatıyor Nükte Fıkra ve Çizgilerle <strong>Atatürk</strong>,<br />

III. Kitap, İstanbul 1955, s.79<br />

12 A. Afetinan, <strong>Atatürk</strong> Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1959, s.297.<br />

13 A. Afetinan, <strong>Atatürk</strong> Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.297<br />

14 Hâkimiyet-i Milliye, 30 Ekim 1933. (Onuncu Yıl Nutku).<br />

15 Şemsettin Günaltay, Birinci Birleşim İkinci Oturumunda Yaptığı Konuşma:<br />

Olağanüstü Türk Dil Kurultayı 1951, Türk Dil Kurumu yay., Ankara<br />

1954, s.33.


BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN “TÜRK TARİHİ VE 443<br />

ÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI<br />

rih öğretimiyle mümkün olabileceği bilinen bir gerçektir. Bu çerçevede<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yaklaşımına baktığımızda iki önemli özelliğin dikkat<br />

çektiğini görüyoruz. Birincisi; Türk tarihinin mümkün olduğu<br />

kadar derinlere, geçmişe dayandırılması, ikincisi; kökü çok derinlerde<br />

olan Türk tarihinin günümüze kadar bir devamlılık ve süreklilik<br />

içinde seyrettiği, tezleridir. <strong>Atatürk</strong>’ün Türk tarihiyle ilgili görüş<br />

ve uygulamalarında bu anlayışın hâkim olduğunu görüyoruz. İleriki<br />

ilmî araştırmaların da ispatlayacağı, gerçekliğini ortaya koyacağı<br />

bu tezler aynı zamanda yukarıda bahsettiğimiz bazı Batılıların Türk<br />

tarihine ve kültürüne yönelik iftiralarını çürüteceği gibi, bir ferdin<br />

veya daha geniş anlamda bir milletin tarih öğretiminden beklediği<br />

amaçları gerçekleştirecek niteliktedir.<br />

Türk tarihinin çok derinlere dayandığı, başlangıcının çok eski<br />

olduğuna dair <strong>Atatürk</strong>’ün yaklaşımını ortaya koyan söz ve uygulamalarından<br />

bazı örnekler vermek istiyoruz;<br />

“Türk milleti, tarihinle övün… Sen, Anadolu denilen bu yurda<br />

sonradan gelme değil, ilk yerleşip medeniyet kuranların çocuklarısın.<br />

Fakat geleceğine güvenebilmek için, bugün çalışman lazımdır;<br />

çünkü yalnız tarih övüncü bir meziyet sayılmaz” 16 .<br />

“Bu memleket dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir<br />

müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu<br />

sahne 7 bin senelik, en aşağı bir Türk beşiğidir” 17 .<br />

“Efendiler, bu dünya-yı beşeriyette en az yüz milyonun üzerinde<br />

nüfustan çalışan bir büyük Türk milleti vardır ve bu milletin dünyadaki<br />

genişliği nispetinde tarih sahasında bir derinliği vardır… En<br />

bariz ve en kati en maddi tarihi delillere dayanarak beyan edebiliriz<br />

ki, Türkler 15 asır evvel Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil<br />

etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetine tecelligâh olmuş birer<br />

unsurdur.” 18<br />

Görüleceği üzere, <strong>Atatürk</strong> bu gibi ve daha pek çok sözlerinde<br />

Türk tarihinin çok eskilerden başladığı, milattan önceki devirlere kadar<br />

uzandığı hususuna işaret etmiştir. Hatay’ın Lozan’da Anavatan<br />

dışında kaldığı ve bir Hatay davası başladığı sıralarda <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Hatay’ı “kırk asırlık Türk yurdu” 19 olarak nitelendirmesi, M.Ö. iki.<br />

16 Afetinan, <strong>Atatürk</strong>’ten Hatıralar, s.55-56.<br />

17 Utkan Kocatürk, <strong>Atatürk</strong>’ün Fikir ve Düşünceleri, s.200<br />

18 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri I-III, C.I, s.288<br />

19 İsmail Habip Sevuk, <strong>Atatürk</strong> İçin (Ölümünden Sonra Hatıralar ve Haya-


444<br />

NURİ KÖSTÜKLÜ<br />

binli yıllarda Anadolu’da Türk varlığına işaret etmesi bakımından<br />

dikkat çekicidir. Gerçi bu ifadeleri o günlerin dış politikası çerçevesinde<br />

siyasi ifadeler olarak değerlendirenler olsa bile, günümüzde<br />

bazı eskiçağ uzmanları M.Ö. 2. binli yıllarda Hatay ve çevresinde<br />

varlığı bilinen Hurrilerin Türk kavmi olduğuna dair görüşler ileri<br />

sürmektedirler. 20<br />

Türk tarihinin çok eskilere dayandığına dair bu görüşler, uygulamaya<br />

da yansımıştı. <strong>Atatürk</strong>’ün talimatıyla 1933’te kurulan Sümerbank<br />

ve 1935’te kurulan Etibank’a <strong>Atatürk</strong> tarafından bu isimlerin<br />

verilmesi şüphesiz, Türk tarihinin ta Sümerlere, Hititlere kadar<br />

uzandığı felsefesinin pratiğe aksetmesinden başka bir şey değildi.<br />

Çünkü <strong>Atatürk</strong>’e göre, “Anadolu’nun ilk yerli halkı olan Hititler,<br />

Ortaasya’dan gelmiş olan Türklerdir, dolayısıyla Anadolu’nun da<br />

ilk sahipleri Türklerdir.” 21 Sümerler ve Hititlerin menşei hakkındaki<br />

görüşler ilgili bilim çevrelerinde tartışılmakla birlikte burada mühim<br />

olan husus, Sümerler’in “kim” olduğundan ziyade, <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Türk tarihinin mümkün olduğu kadar derinlere uzatma yaklaşımıdır.<br />

Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluşunun M.Ö. 209 Mete Han’dan<br />

başlatılması 22 , yine <strong>Atatürk</strong> döneminde basılan kağıt paralarda<br />

Ergenekon’dan çıkışı simgeleyen “Kurt başı” motifinin yer alması,<br />

aynı motifin bir millî kuruluş olarak kurulan Petrol Ofisi’ne amblem<br />

olarak seçilmesi, Türk tarihinin çok eskilere dayandığı gerçeğinin<br />

uygulamada tezahürleri olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türk tarihine bakışında ikinci metodolojik özellik;<br />

kökü derinlerde olan Türk tarihinin ve tarihte kurulan Türk devletlerinin<br />

birbirinin devamı olarak süreklilik gösterdiği görüşüdür.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Reis-i Cumhur olarak; “Bizim milletimiz derin bir<br />

maziye sahiptir. Bu düşünce bizi elbette altı yedi yüzyıllık Osmanlı<br />

Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin<br />

her birine müsavi olan Türk devletlerine kavuşturur” 23 derken, Tür-<br />

tındayken Yazılanlar), İstanbul 1939, s.27<br />

20 Ekrem Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, Selçuk Üniv. Yay., Konya 1989, s.22-<br />

23<br />

21 Azmi Süslü, a.g.m., s. 254<br />

22 28 Haziran 2000 tarihinde “Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluşunun 2209. yılı<br />

Kara Kuvvetlerinde törenlerle kutlandı.” (bkz., 29 Haziran 2000 tarihli gazeteler)<br />

23 Aydın Taneri, “Fikir Adamı <strong>Atatürk</strong> ve Cumhuriyet”, Tercüman Gazetesi, 10


BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN “TÜRK TARİHİ VE 445<br />

ÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI<br />

kiye Cumhuriyeti’nin; Hunlar- Göktürkler- Karahanlılar- Selçuklular-<br />

Osmanlılar çizgisinde Türk devletlerinin bir devamı olduğu<br />

vurgusunu yapmaktadır. Zaten “devlet”i oluşturan temel unsurlar<br />

noktasından baktığımızda, bilinen Türk tarihinden Türkiye Cumhuriyeti<br />

çizgisinde kurulan devletlerde millet olarak aynı, ülke olarak<br />

ise birbirine giren halkalar şeklinde batıya doğru kayan coğrafyayı<br />

görürüz. Burada değişen hanedan veya rejim ile buna bağlı olarak<br />

siyasi teşkilatlanmadır. Bu yüzden <strong>Atatürk</strong>, tarihte kurulan Türk<br />

devletlerini, “birbirinin devamı veya vârisi” şeklinde algılamıştır.<br />

Meselâ, Osmanlı Devletinden bahsederken, “Selçuklu Devleti yıkıntısı<br />

üzerinde teşekkül eden Osmanlı devleti” 24 olarak ifade etmiştir.<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan’da Osmanlı’dan kalan borçları ödemeyi<br />

taahhüt etmesi ve daha sonra ödemesi de aynı felsefenin sonucu<br />

idi. Rahmetli Hocam Aydın Taneri’nin ifadesine göre, “Mustafa<br />

Kemal Paşa 9 Eylül 1922’yi takip eden günlerde, İzmir’e girerken<br />

otomobilinde Fors olarak 16 yıldızlı bayrak dalgalanıyordu” 25 . Bu<br />

bayrak bugün Anıtkabir müzesinde olup, bayrağın altında yukarıdaki<br />

açıklayıcı ifadeler yazılıdır. Henüz daha Cumhuriyet kurulmadan<br />

TBMM hükûmeti sırasında yeni kurulacak Türk devletinin tarihteki<br />

diğer Türk devletlerinin devamı olacağı mesajını veren bu uygulama<br />

1937’de çıkartılan bir kanunla T.C. Cumhurbaşkanlığı Forsu olarak<br />

resmiyet kazanmıştır26 .<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bütün bu fikir ve uygulamaları, Türk tarihinin bir bütün<br />

olarak, tarihteki Türk devletlerinin halef-selef veya bir zincirin<br />

halkaları şeklinde algılanması gerektiğinin delilleri olarak karşımıza<br />

çıkmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türk tarihine bakışında metod olarak 1- Türk tarihinin<br />

derinliği 2- Devamlılığı anlayışı bir hipotez olarak kalmamış,<br />

ilmî araştırmalarla Türk tarihi ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu<br />

mânâda, Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen 1 yıl sonra 1924’te İs-<br />

Kasım 1983.<br />

24 Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, (Bugünkü dille yayına hazırlayan: Zeynep Korkmaz)<br />

<strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi yay., Ankara 2000, s.298<br />

25 Aydın Taneri, Harezmşahlar, Ankara 1993, s.2.<br />

26 Cumhurbaşkanlığı Forsu Kanunu 1937’de çıkmasına rağmen 1934’te İran Şahının<br />

Türkiye’yi ziyareti sırasında fotoğraflarda T.C. Cumhurbaşkanlığı arabasında<br />

16 yıldızlı Forsun bulunduğu görülmektedir.


446<br />

NURİ KÖSTÜKLÜ<br />

tanbul Darülfünunu’na bağlı olarak Türkiyat Enstitüsü’nün kurulması<br />

oldukça anlamlıdır. Takip eden yıllarda 1931’de Türk Tarihini<br />

Tetkik Cemiyeti’nin kurulması (1935’te Türk Tarih Kurumu adını<br />

almıştır), 1932’de I. Türk Tarih Kongresi’nin toplanması, 1935’te<br />

DTCF’nin kuruluşu, 1937’de 2. Türk Tarih Kongresi’nin yapılması<br />

vb. faaliyetler Türk tarihinin ilmî zemin üzerinde araştırılıp ortaya<br />

çıkarılması için yapılan önemli icraatlardır. Bir taraftan da okullar<br />

için yeni tarih kitaplarının yazdırılması işini <strong>Atatürk</strong> bizzat takip ediyordu.<br />

Çünkü, millî kimliği inşa etmeye yönelik doğru bir tarih öğretimi<br />

için, bilime dayalı doğru verilere ihtiyaç vardır. Bunun için de<br />

Türk tarihinin temel kaynaklarına, bilimsel bir metodla ulaşabilmek<br />

ve değerlendirebilmek gerekir. <strong>Atatürk</strong> bu konudaki hassasiyetini şu<br />

ifadeleriyle dile getiriyor:<br />

“Herhangi bir tarihi elinize aldığınız zaman, onun gerçeğe uygun<br />

olup olmadığına güven duymak için dayandığı kaynak ve belgeleri<br />

araştırılır. Bizim şimdiye kadar doğru bir tarih-i milliye mâlik olamayışımızın<br />

sebebi, tarihlerimizin hakiki kârilerin (okuyucuların)<br />

vesikalara istinat etmekten ziyade, ya bir takım meddahların veya bir<br />

takım hod-gâmların (kendini beğenmişlerin) hakikat ve mantıktan<br />

ârî (uzak) sözlerinden başka memba bulamamaları bedbahtlığıdır” 27 .<br />

“Tarih yazmak için tutulan yolun mantıkî ve bilhassa ilmî olması<br />

şarttır” 28 .<br />

“Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana<br />

sâdık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet<br />

alır” 29 .<br />

Metod konusunda son derece hassas davranan <strong>Atatürk</strong>, bu eksikliği<br />

gidermek için 1932- 1938 yıllarında yayınlanmış olan ve bugün<br />

bile el kitabı olarak kullanılan birçok metod kitabını getirtmiş ve<br />

tercüme ettirmiştir. Bunlar; Gustave Le Bon, Tarih Felsefesinin İlmî<br />

Esasları, çev. Haydar Rıfat, İstanbul 1932; Gabriel Hanotaux, Tarih<br />

ve Müverrihler, çev. Ahmet Refik, İstanbul 1932; E. Bernheim, Tarih<br />

İlmine Giriş Tarih Metodu ve Felsefesi, çev. M. Şükrü Akaya, İstanbul<br />

1936; Ch.V.Langlois- Ch.Seignobos, Tarih Tetkiklerine Giriş,<br />

27 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri I-III, C.III, s. 99.<br />

28 Ekrem Akurgal, “Tarih İlmi ve <strong>Atatürk</strong>”, Belleten, Temmuz 1956, sayı:80,<br />

s.283.<br />

29 A. Afetinan, <strong>Atatürk</strong> Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.269


BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN “TÜRK TARİHİ VE<br />

ÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI<br />

çev. Galip Ataç, İstanbul 1937; G. Monod, Tarihte Usul, çev. Kazım<br />

Şinasi Dersan, İstanbul 193830 .<br />

Tarih ve öğretimi alanındaki bu çalışmalar, <strong>Atatürk</strong>’ün bu konudaki<br />

görüş ve uygulamalarının ilmî bir zemine dayandığını gösteriyor.<br />

Sonuç olarak; <strong>Atatürk</strong>’e göre Tarih öğretiminin amaçlarının başında,<br />

Türk çocuğunun öncelikle kendini tanıması, güven kazanması<br />

ve geleceğe de güvenle bakmasını gerçekleştirmek hedeflendiği<br />

görülmektedir. Bu ve tarih öğretiminden beklenen diğer amaçları<br />

gerçekleştirebilmek için ise öncelikle, Türk tarihinin; 1- Çok eskilere<br />

dayandığı, 2- Türk tarihinin süreklilik ve devamlılık arzettiği<br />

anlayışı zemininde ele alınmasının mesajları verilmektedir. Tabii ki,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bilime dayalı öğretim anlayışından hareketle günümüz<br />

Tarih öğretiminde kullanılması gereken metod ve teknikler ile bilgi<br />

teknolojisinin de tarih öğretiminde muhakkak yer alması gerektiğini<br />

burada ifade etmeliyiz. <strong>Atatürk</strong>, tarih ve öğretimi hususunda, diğer<br />

alanlarda olduğu gibi, akılcılık, millilik ve ilmilîk yolunu seçmiştir.<br />

Cumhuriyetimize ve Misak-ı Millîye yönelik bir tehdit olarak “kimlik”<br />

üzerine tartışmaların yoğunlaştığı şu günlerde, her zamankinden<br />

daha fazla, <strong>Atatürk</strong>’ün görüşleri çerçevesinde “millî kimlik”i inşa<br />

etme yönünde Tarih öğretimine önem vermemiz gerektiği kanaatindeyim.<br />

30 Azmi Süslü, a.g.m., s.258.<br />

447


SOFYA ASKERÎ ATAŞESİ MUSTAFA KEMAL’İN<br />

ASKERÎ VE SİYASÎ DEĞERLENDİRMELERİ<br />

Dr. Ahmet TETİK<br />

Balkan savaşlarının sonunda 29 Eylül 1913 tarihinde Osmanlı<br />

Devleti ile Bulgaristan arasında İstanbul Barış Anlaşması imzalanır.<br />

Yıllar sonra, 1918 yılı ortalarında, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Balkan<br />

Harbiyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar. “Balkan Harbi,<br />

Türk ordusunun katıldığı bir harp değildir. Bu bambaşka bir şeydi,<br />

bir bozgundu. Fakat Türk ordusunun bozgunu değildi. Hayır hiç değil,<br />

bu, Türkiye’deki eskinin yıkılması, Türk ordusunun başındaki<br />

bilgisiz kumanda heyetinin geri çekilmesiydi. Balkan kuvvetleri,<br />

bu harbin sonuçlarını, o dönemde Türkiye’ye hâkim olan şahısların<br />

bilgisizliğine borçludur. Denilebilir ki bu harp de Türkiye için bir<br />

sürprizdi. Ordu, birleşebilmek ve bir plana göre toplanabilmek için<br />

yeterli zaman bulamamıştı. Öncü birlikleriyle düşman hücumları<br />

karşılanmıştı.” 1<br />

Anlaşmadan sonra Sofya elçiliğine Ali Fethi Okyar atanır.<br />

27 Ekim 1913 tarihinde Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Sofya Askerî<br />

Ataşeliği’ne tayin edilir. Yaklaşık bir ay sonra 20 Kasım 1913’te<br />

<strong>Atatürk</strong>, Sofya’ya gelir. 2<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Sofya’ya tayin edilişinde çeşitli sebepler rol oynamıştır.<br />

Bunların arasında “İttihat ve Terakki yönetiminin sorumsuz<br />

liderleriyle arasındaki soğukluk (ordunun politika ile ilişkisine ve<br />

Alman askerî heyetlerinin Osmanlı ordusundaki nüfuzuna karşı çık-<br />

1 Ayşe Afet İnan, M.Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün Karlsbad Hatıraları, TTK. Yay.,<br />

Ank. 1983, s.57<br />

2 Utkan Kocatürk, Kaynakçalı <strong>Atatürk</strong> Günlüğü, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi<br />

Yay. Ank. 1999, s.25.


450<br />

AHMET TETİK<br />

ması) önemlidir. 3 Enver Paşa ise muhtemel bir harpte, stratejik durumu<br />

icabı, Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti’yle aynı cephede olmasını<br />

arzular. Balkan Harbi’nden sonra, Bulgarları Türklerin safında savaşa<br />

sokabilecek dirayeti ancak Mustafa Kemal’in sağlayabileceği<br />

inancı atanmasında etkili olur. 4<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Sofya’da bulunduğu sürece, Bulgaristan<br />

ve diğer Balkan ülkelerinin ordularının eğitimi, silahlanmaları,<br />

askerî – siyasi durumları ile yetenek ve niteliklerini tanımanın yanısıra,<br />

mevcut askerî problemlerin çözülmesi konularında önemli<br />

faaliyetlerde bulunur. 5 Bulgaristan’da Filibe, Pilevne, Tırnova,<br />

Gabrova, Şumnu, Varna, Kızanlık, Köstendil, Niğbolu, Vidin’i dolaşır.<br />

6 Zaten çok kısa bir zaman sonra, Sofya’nın siyasi ve kültürel<br />

hayatının vazgeçilmez simalarından birisi olarak, özellikle Bulgar<br />

komutanlarla yakın ilişkiler kurar. Bulgar millî meclisindeki Türk<br />

milletvekilleriyle kurduğu dostluklarla Bulgar siyasi hayatını çok<br />

yakından takip eder. 7<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Sofya’da onbeş ay kadar görev yapar.<br />

“1913-1915 Yılları arasında Bulgaristan’da Ataşemiliter görevinde<br />

bulunması, O’nu başkent Sofya ve yurt içinde toplumsal, politik ve<br />

kültürel çevrelerle temas ettirmiştir.” 8<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Sofya’da askerî ataşe olarak görevinin sorumluluklarını<br />

yerine getirirken gösterdiği faaliyetler ve kişisel portresi üzerinde<br />

eski Bulgar başkomutanlarından, general N. Jekov’un değerlendirmesi<br />

dikkat çekicidir. “1914 Yılı” sonbaharıydı. Bulgaristan<br />

1’nci Dünya Savaşı’nda, Almanların yanında yer almak üzere iken<br />

Osmanlı Devleti ile askerî bir görüşme yapmak istiyordu. Bu anlaş-<br />

3 İlber Ortaylı, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün Bulgaristan’daki Yılları, IX.<br />

Türk Tarih Kongresi, c.III, TTK Yay. Ank. 1989, s.2041.<br />

4 Altan Deliorman, Mustafa Kemal Balkanlarda, Türkiye Yay., İst. 1959, s.6.<br />

5 Belgelerle Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> ve Türk-Bulgar İlişkileri, 1913 – 1938,<br />

Devlet Arşivleri Gn.Md.Yay., Ank. 2002, s.XVII – XIX<br />

6 Utkan Kocatürk, a.g.e. s.25.<br />

7 İlber Ortaylı, a.g.e. s. 2041 – 2042; Stefan Velikov, “Kemal <strong>Atatürk</strong> ve Türk-<br />

Bulgar İlişkileri, IX. Türk Tarih Kongresi, c.III, TTK Yay., Ank. 1989, s.<br />

1955.<br />

8 İbrahim T. Tatarlı, “<strong>Atatürk</strong> ve Reformlarının Bulgaristan’da Değerlendirilmesi<br />

Üstüne”, IX. Türk Tarih Kongresi, C.III.TTK. Yay., Ank. 1989, s.1962.


SOFYA ASKERÎ ATAŞESİ MUSTAFA KEMAL’İN ASKERÎ VE SİYASÎ DEĞERLENDİRMELERİ 451<br />

manın hazırlıkları için Bulgar genelkurmayında çalışırken, bir gün<br />

Mustafa Kemal adında genç bir Türk subayı geldi. Kendisinin Sofya<br />

ataşemiliteri olarak görevlendirildiğini söyledi. O, binbaşı, ben ise<br />

albaydım. Fransızcası mükemmeldi. Bir diplomat gibi konuşuyordu.<br />

Yüksek kültür sahibi, centilmen bir Türk’tü, O’nunla ahbap olduk.<br />

Sofya’da birlikte gezmeye başladık. Tarihî ve politik konularda<br />

konuştuk. Daha o zamanlarda, Türkiye’de yapacağı devrimleri<br />

düşünüyordu. Sonunda duruma hâkim oldu ve muradına erdi, yeni<br />

Türkiye’yi kurdu.” 9<br />

General Jekov’un anlattıklarına ilave olarak, Bulgar Harbiye<br />

nazırı Boyaciyev de “Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün, 1914 <strong>yılında</strong><br />

Yunanistan’a karşı, Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında bir<br />

askerî anlaşma yapma çalışmalarını yürüttüğünü, Bulgar genelkurmayından<br />

subaylarla anlaşma metni üzerinde çalıştığını ifade etmektedir.<br />

10<br />

1914 Yılı ocak ayı başlarında, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Sofya’nın<br />

yanısıra Bükreş, Belgrad ve Çetine (Karadağ) Askerî Ataşeliklerini<br />

yürütmekle görevlendirilir. 11 Bu durum, O’nun sorumluluk alanını<br />

oldukça genişletir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, dünyada, Balkanlarda<br />

ve Osmanlı Devleti’ndeki gelişmeleri takip eder, 12 geleceğe<br />

dönük değerlendirmeler yapar.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün, askerî ataşe olarak Sofya’dan, harbiye<br />

nezareti ile genelkurmay başkanlığına gönderdiği çeşitli konulara<br />

dair değerlendirmelerini içeren raporları Gnkur. Ataşe ve Dent. Başkanlığı<br />

Arşivinde bulunmaktadır. <strong>Atatürk</strong>’ün bizzat kendi elyazısıyla<br />

kaleme aldığı Mustafa Kemal imzalı 174 belge bulunmaktadır. 13<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün Sofya’dan gönderdiği raporları içerikleri<br />

itibariyle iki genel başlık altında toplamak mümkündür:<br />

9 Tarihte Türk Bulgar İlişkileri, Gnkur. ATASE ve Dent.Bşk.lığı Yay., Ank.<br />

2004, s.85.<br />

10 Belgelerle Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> ve Türk – Bulgar İlişkileri, s. 222-224.<br />

11 ATASE Arşivi, ATAZB Koleksiyonu Kutu:34, Gömlek:83, Belge:83-4.<br />

12 Fethi Okyar’ın Anıları, İş Bankası Kültür Yay., Ank. 1997, s.17.<br />

13 ATASE Arşivi, BDH, Kls. 1660/Kls:337.


452<br />

1. Askerî konular<br />

2. Stratejik değerlendirmeler<br />

AHMET TETİK<br />

1. Askerî Konular<br />

Genel olarak Bulgar ordusu hakkındaki bilgileri içermektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, silahlanmadan konuşlanmaya, seferberlik hazırlıklarına kadar<br />

çok geniş bir alanda elde ettiği istihbarat bilgilerini değerlendirmeler<br />

yaparak harbiye nezaretine ve genelkurmay başkanlığına<br />

bildirmiştir.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Bulgar ordusuyla ilgili olarak çok ayrıntılı<br />

bilgiler elde eder. Bulgar birliklerine atanan komutanlar, birliklerin<br />

yer değiştirmeleri, silah alımları, çeşitli sınıflara ait yeniden<br />

yapılanma çalışmaları, bütçedeki askerî harcamalara ilişkin bilgiler,<br />

değerlendirmeler bu raporlarda yer alır.<br />

24 Ocak 1914 tarihli raporda Bulgar ordusunda önemli mevkilere<br />

yapılan atamalar bildirilir.<br />

31 Ocak 1914 tarihli raporda ise <strong>Atatürk</strong>, 1914 – 1916 yılları arasında<br />

Bulgaristan tarafından alımı yapılacak top, tüfek ve mühimmat<br />

ile istihkâm ve levazım malzemelerinin listesini “güvenilir bir<br />

kaynaktan aldığı bilgiye göre” açıklamaktadır. 14<br />

Balkan Harbi’nde, Bulgarlar tarafından ele geçirilen, Türk ordusuna<br />

ait silah, cephane ve diğer malzemelerle ilgili olarak, 5 Şubat<br />

1914 tarihli raporda Bulgar genelkurmayındaki bir subaydan elde<br />

ettiği bilgiler, savaş kayıplarının boyutlarını göstermektedir. 15<br />

Bulgar ordusunun teknik araç gereç donanımı hakkında Bulgar<br />

ordusunun hava gücü ile motorlu taşıma araçlarıyla ilgili olarak da<br />

bilgiler vermektedir. 16<br />

Bulgar ordusundaki yeniden yapılanmanın mali portresini ise,<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Bulgaristan’ın 1914 yılı bütçesini analiz<br />

ederek ortaya çıkarmaktadır. 17<br />

14 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.26 ; Barış Faaliyetleri Koleksiyonu,<br />

Kls.337, D.2370, F.4-18, 4-19.<br />

15 ATASE Arşivi, BFK, Kls.337, D.2370, F.4-6.<br />

16 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.12/13.<br />

17 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.11-27, F.11-5


SOFYA ASKERÎ ATAŞESİ MUSTAFA KEMAL’İN ASKERÎ VE SİYASÎ DEĞERLENDİRMELERİ 453<br />

Bulgar ordusunun yeniden yapılanma çalışmaları konusunda<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> detaylı bir rapor gönderir. Piyade, süvari,<br />

topçu sınıflarına dair ayrıntılı bilgiler verdikten sonra, Bulgar ordusunca<br />

20 yıllık bir sürede gerçekleştirilmesi düşünülen planla ilgili<br />

değerlendirmelerini sıralar: “Bulgar ordusunu, yeni Bulgaristan’ın<br />

arzuladığı gayelere uygun bir yetkinlik seviyesine yükseltmek için,<br />

Bulgar genelkurmayınca, 20 yıllık bir süre içerisinde uygulamak ve<br />

tamamlamak üzere genel bir proje düşünülmektedir. Bu süre, uygulamanın<br />

gerçekleştirilmesi açısından – her yıl artacak nüfus, mali<br />

durumu etkileyecek gelişmeler ve diğer hususları gözönüne alınarak<br />

– dönemlere bölünmüştür. Birinci uygulama dönemi 5 yıldır. Bu<br />

dönem sonunda Bulgar Hükûmeti, yeni kuruluşta 400.000 kişilik bir<br />

hareketli kuvvet ile 120.000 kişilik bir ikinci hat ordusunu her yönden<br />

harbe hazırlamış olacaktır.” 18<br />

Birinci Dünya Harbi öncesinde, Bulgar ordusunun hızla silahlanmasını<br />

da <strong>Atatürk</strong> şu sözlerle aktarır: “Bulgar üst düzey askerî<br />

yetkilileri pek büyük bir ciddiyet ve derin intikam hisleriyle ordularını<br />

yeniden hazırlamaktadırlar.” 19 Yine <strong>Atatürk</strong>’ün verdiği bilgilere<br />

göre; “Bulgar ordusunda, yaşları veya yetersizlikleri sebebiyle işe<br />

yaramadıkları anlaşılan çok sayıda büyük ve küçük rütbeli subay ordudan<br />

çıkarılmış ve her fırsattan istifadeyle çıkarılmaktadır. Ordu<br />

yüksek komutasını gençleştirmek fikri Bulgaristan’da esas kabul<br />

edilmiştir.” 20<br />

Bulgar ordusunun, savaş öncesindeki silahlanma faaliyetleri için<br />

ihtiyaç duyduğu mali destek için, borçlanma yoluna gidilir. Rusya ve<br />

Fransa; Bulgaristan’ın bu isteğine olumlu bir yaklaşım göstermeyince,<br />

Almanya devreye girer. Yaklaşık 500 milyon franklık borçlanmanın,<br />

300 milyon frankı hemen, kalanı da iki yıl içinde alınacaktır. 21<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, bu bilgiyi genelkurmay başkanlığına 31<br />

Mayıs 1914 tarihli raporda veriyor. Savaşın iki ay sonra başladığı<br />

düşünülürse, Bulgaristan’ın yer alacağı tarafı göstermesi bakımından<br />

önemlidir. 22<br />

18 ATASE Arşivi, BFK, Kls.337, D.2370, F.2-1.<br />

19 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.1.<br />

20 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.3 / ATASE Arşivi, BDH, Kls.337,<br />

D.2370, F.4-8.<br />

21 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.28.<br />

22 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.28-1.


454<br />

AHMET TETİK<br />

Bütün bunlar, Bulgarların savaşa var güçleriyle hazırlandıklarının<br />

göstergesidir. Askerî Ataşe olarak Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, harbiye<br />

nezareti ile genelkurmay başkanlığını ayrıntılı verilerle bilgilendirme<br />

işlerini çok üstün bir biçimde yerine getirmiştir.<br />

2. Stratejik Konular<br />

Strateji, gelecek tehlikeleri görme ve tam zamanında çare bulma<br />

imkânı verecek inceleme – araştırma yöntemidir. Stratejiyi kavramak,<br />

kullanmak ve başarılı olmak tarihte ender şahsiyetlere nasip<br />

olmuştur. Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> bu şahsiyetlerden birisidir. 23<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün, Sofya’dan gönderdiği raporlardaki<br />

stratejik değerlendirmeler, 33 yaşında genç kurmay binbaşının geleceğe<br />

dönük ufkunu göstermesi açısından çok önemlidir. Olayların<br />

analizinde geniş ve derin görüşlerini yansıtırken, adeta geleceğin<br />

olabilirliğini ortaya koymaktadır. Bu raporlarda uluslararası arenadaki<br />

oyuncuların, Balkanlardaki oyunlarını görür ve buna göre tedbirler<br />

alınmasını ister.<br />

Sofya’daki askerî ataşelik dönemi boyunca, Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>, Balkanlardaki siyasi gelişmeleri değerlendirirken, yaklaşmakta<br />

olan dünya harbinin de gelişini sezer. Stratejik istihbaratın<br />

çok özel örnekleri bu raporlarda açıkça görülmektedir. Bu kapsamda,<br />

planlanan faaliyetler, genel durum, halkın eğilimleri, ekonomi,<br />

ulaşım, askerî kuruluşlar, ordu, seferî kuruluş, askerî tesisler, ikmal,<br />

yönetimdeki kilit noktalarda bulunanlarla ilgili bilgiler gibi24 birçok<br />

konu, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> tarafından İstanbul’daki genelkurmay<br />

karargâhına bildirilmiştir.<br />

Balkanlardaki devletlerin ve özellikle Bulgaristan’daki hassas<br />

noktaların, alanların yanısıra, Bulgarların savaşmasını mümkün kılan<br />

her türlü imkân ve kabiliyet hakkında geniş bilgi sahibi olmak<br />

için, <strong>Atatürk</strong>, sıkıntılara rağmen bütün vasıtaları kullanır.<br />

Bulgaristan Genelkurmay başkanı General Fiçef’le bir mülaka-<br />

23 <strong>Atatürk</strong> ve Strateji, Harp Akademileri K.lığı Yüksek Askeri Bil.Ens.Yay.,<br />

S.1, İst. 1976, s.3.<br />

24 Sherman Kent, Stratejik İstihbarat, Endüstri Basın ve Yayınevi, İzm. 1968,<br />

s.20-27.


SOFYA ASKERÎ ATAŞESİ MUSTAFA KEMAL’İN ASKERÎ VE SİYASÎ DEĞERLENDİRMELERİ 455<br />

tından sonraki 6 Aralık 1913 tarihli raporunda, Balkan Savaşı’nın<br />

arka planında yaşananları anlatır. General Fiçef, Osmanlı genelkurmayının<br />

savaş sırasında uyguladığı günlük bütün harp planlarını ve<br />

taktik hesaplarını tamamen öğrendiğini söyler. Kaynak Alman subayları,<br />

özellikle de Golç Paşa’dır. Berlin’deki Bulgar askerî ataşesi<br />

de günü gününe haberdar edilir. Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Feneral<br />

Fiçef’in söylediklerini şöyle değerlendirir. “Gerçekten de General<br />

Fiçef’in yaptığı açıklamalar ve gösterdiği belgelerle seferberliğimiz,<br />

harp harekâtı planımız ve genelkurmayımızın psikolojik ve fikrî durumu<br />

hakkındaki bilgisinin gerçekliğini kabul etmek gerekiyor. Ancak<br />

sözkonusu bilginin elde edilmesindeki tek kaynak cidden Alman<br />

subayları ve Alman mevkileri ise bu hususun gelecek için dikkat<br />

edilmesi gereken bir mesele olarak önemle değerlendirilmesi lazım<br />

geleceği düşüncesinde olduğumu arz ederim.” 25<br />

Muhtemel bir savaşta Bulgaristan’ı müttefik olarak görmek isteyen<br />

İttihat ve Terakki yönetimi, bunu gerçekleştirmek için çok çaba<br />

sarfeder. Sofya Askerî Ataşesi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ten bu yönde<br />

girişimlerde bulunmasını ister. <strong>Atatürk</strong>, 25 Şubat 1914 tarihli raporunda,<br />

Bulgaristan’ın içinde bulunduğu durumu şu sözlerle açıklar: 26<br />

“Bulgaristan 2-5 sene sonra, ilk fırsattan istifade ederek II. Balkan<br />

Harbi yenilgisinin acısını çıkarmaya karar vermiş olduğundan dolayı,<br />

ülke içerisinde yalnız orduda değil, hükûmetin her idarî kademesinde,<br />

milletin her ferdinde dikkat çekici ve tabii ki takdire layık bir<br />

faaliyet, bir hazırlık gözlenmektedir.”<br />

Balkan Harbi sonrasında çizilen sınırlar, Bulgarlar tarafından<br />

istenmeyerek kabul edilir. Sırbistan ve Yunanistan’ın Bulgarların<br />

aleyhine, topraklarının genişlemesine itirazları vardır. 27 Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün tespiti şöyle: “Bulgarlar için bir millî emel olan<br />

Makedonya’ya tamamen sahip olmamak ve ordularının en zayıf ve<br />

müsait olmayan bir durumunda, Romanyalıların Sofya’ya kadar ilerleyerek<br />

Bulgaristan’ın en verimli parçasını kendi topraklarına katmaları,<br />

Bulgar milleti, ordusu ve hükûmeti için unutulmaz bir yara<br />

meydana getirmiş bulunuyor.<br />

25 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.40-28, F.1.<br />

26 ATASE Arşivi, BFK, Kls.337, D.2370, F.6, 6-11;BDH, Kls.1660, D.18-19,<br />

F.8-5.<br />

27 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.8.


456<br />

AHMET TETİK<br />

Bulgarlar bu yarayı ancak Makedonya’nın, Sırpların ve Yunanlıların<br />

eline geçen kısmını tekrar ele geçirmek, Romanyalıların aldıkları<br />

yerleri geri almak, kendisini yenilgiye uğratmış olanlara bir<br />

intikam darbesi indirmek suretiyle tedavi edebileceklerini düşünüyorlar.”<br />

28<br />

Bulgarların bu düşüncelerini, <strong>Atatürk</strong> mevcut şartlara göre hayali<br />

olarak değerlendirir. Bulgar ordusu, aynı anda Romanya, Sırbistan<br />

ve Yunanistan ordularıyla savaşacak güçte değildir. 29 Osmanlı yönetiminin<br />

müttefik olma arzusunu da Bulgarlar, Makedonya’ya ait<br />

amaçlarını gerçekleştirmek için kendi çıkarlarına kullanmanın peşindedirler.<br />

“Bulgar siyasi liderlerine göre, Osmanlılarla ittifak çok<br />

kolayca yapılabilecektir.” 30<br />

Bulgaristan’ın yayılmacı zihniyetini göstermesi açısından, Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>, 1 Haziran 1914 tarihli raporunda Bulgar ordusundaki<br />

alaylara verilen isimlere dikkati çekiyor. “14 Mayıs 1914 tarihli<br />

kral emriyle, 10 ncu Tümen, Adalar Denizi Tümeni adını alıyor.<br />

Bu tümeni oluşturan alaylardan 37 nci Alaya “Pirin alayı” ; 38 nci<br />

Alaya “Edirne alayı” ; 39 ncu Alaya “Selanik Alayı” ; 40 ncı Alaya<br />

da “Adalar Denizi Alayı” adı veriliyor.” 31<br />

Balkanlardaki siyasi gelişmeleri çok yakından takip eden Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>, Sırbistan ile Karadağ’ın, birleşmelerinin mümkün<br />

olduğunu, her iki ülke kamuoyunun böyle bir birleşmeye taraftar<br />

bulunduğunu söyler. 32<br />

Bulgaristan ile Sırbistan arasındaki siyasi ilişkiler konusunda da<br />

<strong>Atatürk</strong> şu analizi yaparak gelecekteki görüntüyü çizer. “Sırbistan<br />

tarafından bugün takip edilen politika, bir izleme politikasından başka<br />

bir şey değildir. Yalnız gözden uzak tutulmaması gereken önemli<br />

bir taraf varsa o da Bulgaristan’ın şimdiki hükûmetinin Avusturya’ya<br />

göz kırpması, Sırbistan’ın da Rusya ekseninden kesinlikle uzaklaşmak<br />

niyetinde bulunmamasıdır.” 33<br />

28 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9.<br />

29 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9, 9-1.<br />

30 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9-1.<br />

31 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.29.<br />

32 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9-4.<br />

33 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9-3.


SOFYA ASKERÎ ATAŞESİ MUSTAFA KEMAL’İN ASKERÎ VE SİYASÎ DEĞERLENDİRMELERİ 457<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> savaşın seyri ile ilgili olarak da şu öngörüde<br />

bulunur: “Avusturya ile Sırbistan arasında bu gece veya yarın<br />

harp ilan olunursa, Bulgarların ilk anda tarafsız görünecekleri anlaşılıyor.<br />

Harp genelleşirse, fırsata göre istifadeye hazır olacaklardır.<br />

Avusturyalılar, Sırpları çiğnedikten sonra, “Selanik’e kadar inmek”<br />

şeklindeki çok eski emellerini elde etmeye kalkışırlarsa, Bulgarlara<br />

Makedonya’dan bir hisse vaad ederek, onları Romenlere musallat<br />

edeceklerini tahmin ediyorum.” 34<br />

25 Temmuz 1914 tarihinde yazdığı raporda ise, İtalyanların 10<br />

günden beri kısmen seferberlik yaptıklarını, Arnavutluk’un işgali<br />

konusunda Avusturya ile anlaşmış olduklarını fazlasıyla tahmin ettiğini<br />

bildirmektedir. 35<br />

5 Ekim 1914 tarihli bir raporda ise Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, özel<br />

bir kaynağın Rusya hakkında verdiği bilgileri bildirerek uyarılarda<br />

bulunuyor. “Odesa’da 60.000 piyade kuvveti var. Günde 5.000’den<br />

fazla asker Galiçya’ya gönderiliyor Kafkasya’dan Odesa’ya birlikler<br />

sevk ediliyor.” 36<br />

Başkomutanlık Kurmay Başkanı Yb. İsmail Hakkı’ya yazdığı<br />

6 Kasım 1914 tarihli gizli ve özel mektupta, Osmanlı Devleti’nin<br />

savaşa girişi hakkında Bulgar Harbiye Nazarı General Fiçef’le yaptığı<br />

konuşmayla ilgili bilgileri kaydeder. General Fiçef’in sözlerinin,<br />

“Türkiye’nin cihan harbine katılması zamanın Almanya Hükûmeti<br />

tarafından takdir ve tayin edilecektir.” cümlesiyle özetlenebileceğini<br />

söylemektedir. Ayrıca, “Bence, bütün harekâtımızda Bulgaristan’ı<br />

hareket etmiş görmedikçe, ona karşı ihtiyat tedbirlerinin alınmasında<br />

müsamaha göstermek uygun değildir. Başlanılan bu büyük işten,<br />

Osmanlı milletinin yüzünün gülerek çıkması, ordumuzun Balkan<br />

harbinde yüzüne sürülen namus lekelerinin silineceği kutlu zamanın<br />

geleceği ümidiyle...” diye sözlerini bitirir. 37<br />

Osmanlı Devleti’nin Almanya safında savaşa bilfiil katılmasından<br />

sonra, Salih Bozok’a yazdığı mektupta, öngörü sahibi bir liderin<br />

geleceği değerlendirişi açıkça görülür. “Dünyada olup bitenler<br />

konusundaki düşüncelerimi soruyorsun. Bu konudaki görüşlerimi<br />

34 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.11-27, F.37-1.<br />

35 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.39-1.<br />

36 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.50.<br />

37 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.40, F.32.


458<br />

AHMET TETİK<br />

yalnız sende kalmak koşulu ile aşağıda olduğu gibi sana yazıyorum.<br />

Biz amacımızı saptamadan seferberlik ilan ettik. Bu çok tehlikelidir.<br />

Çünkü başımızı bir yana mı, yoksa birçok yana mı vuracağız, bilinmiyor...<br />

Almanların durumu konusundaki askerî görüşe gelince; ben,<br />

Almanların bu savaşı kazanacaklarına kesinlikle inanmıyorum.” 38<br />

Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmelerinden<br />

sonra (2-6 Kasım 1914) Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, ülkenin<br />

sürüklendiği mevcut şartlarda, Sofya’da kalmak istemez. Faal bir<br />

görevde bulunmak arzusundadır. Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya<br />

yazdığı mektupta; “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha<br />

mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde,<br />

ateş hatlarında bulunurken, ben, Sofya’da ataşemiliterlik yapamam!<br />

Eğer, birinci sınıf subay olmak liyakatinden mahrumsam,<br />

kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz” 39 Aralık 1914’te yazılan<br />

bu mektuptan sonra, Kemal <strong>Atatürk</strong> Harbiye Nezaretinin 18 ocak<br />

1915 günlü teklifi ve 20 Ocak 1915 tarihli onayla Sofya askerî ataşeliğinden,<br />

3 ncü Kolordu da yeniden teşkil edilen 19 ncu Tümen<br />

komutanlığına atanır. 40<br />

25 Ocak 1915’te İstanbul’a gelen Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, başkomutan<br />

vekili Enver Paşa’yla görüşür. 2 Şubatta Tekirdağ’a geçer<br />

ve 19 ncu Tümeni kurma çalışmalarına başlar. 41<br />

Genç Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal, Sofya’da üstlenmiş<br />

olduğu askerî ataşelik görevinin gereklerini yerine getirirken yazmış<br />

olduğu raporlar, çok kısa bir süre sonra, Türk milletinin “makus<br />

talihi”ni yenecek bir liderin de varlığını bize göstermektedir. Sonraki<br />

dönemlerdeki faaliyetleri incelenirken, O’nun bu dönemdeki fikrî,<br />

askerî yetkinliği de göz önüne alınmalıdır.<br />

Olmazları başaran bir lider olarak Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

“Nutuk”ta ortaya koyduğu özgüven, yukarıda verilen bilgilerde görüldüğü<br />

şekilde daha çok genç yaştaki Sofya askerî ataşeliği sırasındaki<br />

raporlarında da açıkça yansımaktadır.<br />

38 Sadi Borak, a.g.e., s.34.<br />

39 Çankaya, a.g.e. s.82.<br />

40 BOA, İ.HB. 1333. Ra./3.<br />

41 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.34; ATASE Arşivi ATAZB, K.34, G.83, B.83-4.


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE<br />

I<br />

Dr. Bilâl N. ŞİMŞİR*<br />

Yurtta Barış Dünyada Barış Bağlamında<br />

<strong>Atatürk</strong> Ve Yabancı Devlet Adamları<br />

24 Ekim 1919: <strong>Atatürk</strong> diyor ki:<br />

“Milletimiz bugüne kadar çok metaibe ve çok haksızlığa maruz<br />

kalmıştır. Binaenaleyh devamlı bir sulhü ezcan-ü dil temenni eder.<br />

Ancak tehlikenin boğaza sarıldığı yerde mücadele kendinden<br />

doğuyor. İzmir’de mücadeleyi kim açtı?...Canına kıyılan bir millet<br />

her şeyi göze alır.” 1<br />

18 Kasım 1921: <strong>Atatürk</strong>, Ankara’daki Azerbaycan Elçisi İbrahim<br />

Abilof’un söylevine verdiği karşılıkta diyor ki:<br />

“Anadolu bu müdafaasiyle yalnız kendi hayatına ait vazifeyi ifa<br />

etmiyor, belki bütün Şarka müteveccih hücumlara bir set çekiyor.<br />

Efendiler, bu hücumlar elbette kırılacaktır. Bütün bu tasallutlar mutlaka<br />

nihayet bulacaktır. İşte ancak o zaman garpte, bütün cihanda<br />

hakiki sükün, hakiki refah ve insaniyet hüküm sürecektir.” 2<br />

27 Aralık 1921: Gandi Başkanlığında toplanan Hindistan Ulusal<br />

Kongresi, Sakarya zaferinden dolayı Mustafa Kemal Paşa’yı kutlamak<br />

için şu kararı aldı:<br />

* E. Büyükelçi, tarihçi-yazar<br />

1 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, III, 2. baskı Ankara: 1961, s.11<br />

2 Hâkimiyeti Milliye, 20.11.1921; Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet<br />

Başkanları I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993, s. 411, No. 512


460<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

“Kongre, Mustafa Kemal Paşa’yı ve Türkleri büyük başarılarından<br />

dolayı kutlar, Hind halkının sevgilerini kendilerine sunar,<br />

Türkiye’nin bağımsızlığının korunması konusunda yardımlarını sürdüreceğini<br />

belirtir.” 3<br />

7 Temmuz 1922: <strong>Atatürk</strong>, İran Elçisinin Ankara’ya gelişi dolayısıyla<br />

yaptığı konuşmada şöyle diyor:<br />

“ Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına<br />

olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi.<br />

Türkiye azim ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği,<br />

bütün mazlum milletlerin, bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete<br />

getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletlerinin<br />

beraber yürüyeceğinden emindir. Türkiye şimdiye kadar mevcut<br />

olan tarih kitaplarının icabatını değil, tarihin hakiki icabatını takip<br />

edecektir... Biz yeni bir tarih yapacağız.” 4<br />

15 Mart 1923: <strong>Atatürk</strong>, Adana çiftçileriyle konuşmasında, savaş<br />

ve barış hakkındaki kanaatini şöyle anlattı:<br />

“Behemehal şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı<br />

değilim. Harp zaruri ve hayati olmalıdır. Hakiki kanaatim<br />

şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım.<br />

Öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz.<br />

Lâkin, hayat-ı millet tehlikeye maruz kalmayınca harp bir cinayettir.<br />

İnşallah iyi ve şerefli bir sulh yapacağız. Sulhun imzasiyle önümüzde<br />

bir çalışma devri açılacak...” 5<br />

2 Kasım 1923: Afganistan Büyükelçisi Sultan Ahmet Han, Afgan<br />

Kralı Amanullah Han ve Afgan Devleti adına Türkiye Cumhuriyeti<br />

ilanını ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ilk defa Cumhurbaşkanı<br />

seçilmesini kutluyor. Kutlarken “Sema-i İslamda Türk’ün birinci<br />

defa doğan şu Cumhuriyet yıldızı yeryüzünde bütün İslam milletlerini<br />

feyizli ve ümitbahş ziyalarıyla ışıklandıracağına imanımız vardır”<br />

diyor. 6<br />

3 R. K. Sinha, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi (1919-11928), Milliyet<br />

Yayınları, İstanbul, 1972, s. 115<br />

4 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, II, 2. baskı, Ankara, 1959, s. 40<br />

5 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri II, 2. baskı, s. 124<br />

6 T.C. Dışişler Bakanlığı Arşivi (DBA)- Cumhuriyetin İlânı; Bilâl N. Şimşir,<br />

Atarürk ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt I, Türk Tarih Kurmu Yayınları,


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 461<br />

Mart 1933: <strong>Atatürk</strong> diyor ki:<br />

“Şark’tan şimdi doğacak olan güneşe bakınız.<br />

Bugün, günün ağırdığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Şark<br />

milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklâl ve hürriyetine<br />

kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu,<br />

şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır. Bu milletler<br />

bütün güçlüklerine ve bütün mânilere rağmen muzaffer olacaklar<br />

ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır.<br />

Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine<br />

milletlerarasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni<br />

bir ahenk ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.” 7<br />

8 Temmuz 1937: İran Şehinşahı Rıza Pehlevi, Sadabad<br />

Paktı’nın imzalanması dolayısıyla, <strong>Atatürk</strong>’e şu telgrafı gönderdi:<br />

“Şark antlaşmasını tespit ve tebyin eden dört dost mem8leket arasında münakit Sadabad Misakı’nın imzalanması münasebetile,<br />

siz Ekselansa, en hararetli tebriklerimi bildirmekle bahtiyarız.<br />

Bundan sonra çözülmez bir bağla birleşmiş olan memleketlerimiz,<br />

bu hadise yolu ile samimi ve verimli işbirliklerini sulhun hizmetine<br />

koyabileceklerdir. Siz Ekselansın saadeti ve Türk milletinin refahı<br />

hakkında en samimi temennilerimizi ifade için bu fırsattan istifade<br />

ediyoruz.” 9<br />

8 Temmuz 1937: Irak Kralı Gaziyülevvel, Sadabad Paktı’nın<br />

imzalanması dolayısıyla, <strong>Atatürk</strong>’e şu telgrafı gönderdi:<br />

“Şark antlaşmasını tespit ve tebyin eden dört kardeş ve dost<br />

memleket arasında münakit Sadabad Misakı’nın imzalanması münasebetile,<br />

siz Ekselansa en hararetli tebriklerimi bildirmekle bahtiyarız.<br />

Bundan sonra çözülmez bir bağla birleşmiş olan memleketlerimiz,<br />

bu hadise yolu ile samimi ve verimli işbirliklerini sulhun<br />

Ankara: 1993, s.13, No. 13<br />

7 Karal, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler..., s. 17; Bilâl N. Şimşir, “<strong>Atatürk</strong> ve Üçüncü<br />

Dünya Ülkeleri”, VIII. Türk Tarih Kongresi III. Ciltten ayrıbasım, Ankara:<br />

1983, s.1925-1926<br />

8 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları Cilt II, Türk Tarih<br />

Kurumu Yayınları, Ankara, 2001, 281, No. 349<br />

9 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları Cilt II, Türk Tarih<br />

Kurumu Yayınları, Ankara, 2001, s. 547, No. 679


462<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

hizmetine koyabileceklerdir. Siz Ekselansın saadeti ve Türk milletinin<br />

refahı hakkında en samimi temennilerimizi ifade için bu fırsattan<br />

istifade ediyoruz. “ 10<br />

9 Temmuz 1937: Afganistan Kralı Mohammed Zahir Han, Sadabad<br />

Paktı’nın imzalanması üzerine, <strong>Atatürk</strong>’e şu telgrafı gönderdi:<br />

“ Dört kardeş ve dost memleketlerimiz arasında imzalanan Sadabad<br />

misaki münasebetile siz Ekselansa en hararetli tebriklerimi<br />

arza müsaraat ediyorum. Sadabad misakının bizim dört memleketimizin<br />

tesanüt ve kardeşliği ve sulhun muhafazası için en müessir bir<br />

âmil olacağına kaniim. Bu fırsattan istifade ederek Ekselansın şahsi<br />

saadeti ve Türkiye’nin refah ve istikbali için en samimi temennilerimiz<br />

arz ederim.” 11<br />

II<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Ölümü Dolayısıyla<br />

Yabancı Devlet Adamlarının Söylediklerinden<br />

Örnekler<br />

10 Kasım 1938: Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Suat Davaz,<br />

Ankara’ya şunları telledi:<br />

“Bu sabah bir taraftan ajansların ve diğer taraftan radyoların<br />

verdiği alîm haber, her Türk’ün kalbini dondurduğu ve durdurduğu<br />

gibi bizim de kalplerimizi parçaladı. Yegâne tesellimiz O’nun<br />

lâyemut oluşudur...<br />

Bu ziyaı elimi haber alan Reisicumhur Mösyö Albert Lebrun,<br />

askerî maiyetinden Kolonel Chaudessolle’ü göndererek...<strong>Atatürk</strong>’ün<br />

elim ufulü dolayısıyla...Türk Milletinin matemine iştirak etmiştir.<br />

Reisicumhur bu elim ziyaın Fransa için de bir matem teşkil ettiğini<br />

ifade etmiştir...Dahiliye Nazırı Albert Saro’nun akşam gazetesine<br />

vaki beyanatında, <strong>Atatürk</strong>’ün üfûlünun Türkiye için azîm bir ziyâ<br />

olduğu gibi Fransa ve sulh için de sonsuz acı bir ziyâ teşkil ettiğini<br />

bildirerek alenen ve resmen taziyede bulunmaktadır. Maruzdur.” 12<br />

10 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları Cilt II, Türk Tarih<br />

Kurumu Yayınları, Ankara, 2001, 281, No. 349<br />

11 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları Cilt I, Türk Tarih<br />

Kurumu Yayınları, Ankara, 1993, s. 99, No. 132<br />

12 T.C. Paris Büyükelçiliği Arşivi (PBA)-K. 180/A-1 & Bilâl N. Şimşir,


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 463<br />

10 Kasım 1938: Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi Hamdi Arpağ<br />

Ankara’ya şunları telledi:<br />

“<strong>Atatürk</strong>’ün irtihali burada duyulur duyulmaz elyevm Berlin’de<br />

bulunmayan Führer ve Hariciye Nazırının telefonla vaki emirleri<br />

üzerine Devlet Nazırı Dr. Maysner, Führer namına, ve Hariciye<br />

Kâtibi Umumisi Baron Vayseger Hariciye Nazırı namına Büyükelçiliği<br />

bizzat gelerek taziyede bulunmuş ve sade Türkiye’nin değil bütün<br />

Avrupa’nın ve bu meyanda Türkiye’ye karşı dostluk hisleri ile<br />

mütehassis olan Almanya’nın büyük bir şahsı kaybetmiş olduğunu<br />

ilave eylemişlerdir...” 13<br />

10 Kasım 1938: Fransa Cumhurbaşkanı M. Albert Lebrun,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ölümü dolayısıyla, TBMM Başkanı ve Türkiye Cumhurbaşkanı<br />

Vekili Abdülhalik Renda’ya şu telgrafı gönderdi:<br />

“Hayatını yurdunu yeniden şerefle diriltmeye hasretmiş olan<br />

hararetli yurtseverin ve Büyük Devlet Adamı’nın göçtüğü şu anda,<br />

derin bir heyecanla Türkiye’nin matemine katılırım. O’nun, akıllı<br />

ve barışçı metodlarla gerçekleştirilen eseri, milletler tarihinde seçkin<br />

bir yer tutacaktır. Türk Milletine samimi dostlukla bağlı bulunan<br />

Fransız Milleti, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün uğradığı kaybı, elim<br />

bir sempatiyle duymaktadır.” 14<br />

10 Kasım 1938: Türkiye’nin Varşova Büyükelçisi Ferit Tek<br />

Ankara’ya şunları bildirdi:<br />

“ (Polonya) Hariciye Nazırı, Polonya Hükûmeti’nin <strong>Atatürk</strong>’ü<br />

büyük bir Devlet adamı olmak üzere selamlayacağını ifade etti.<br />

Cenaze merasiminde Polonya Sefiri, Fevkalâde murahhas olarak<br />

Reisicumhuru temsil emrini almıştır. Vakit müsait ise orduyu temsil<br />

için dahi bir General kendisine iltihak edecektir. Biri Reisicumhur,<br />

diğeri ordu namına iki çelenk vazolunacaktır. Resmi tedfin günü<br />

Polonya’da bütün Devlet müessesatı ve Belediye matem bayrağı çekeceklerdir.<br />

Merasim günün iş’arı mercudur.” 15<br />

10 Kasım 1938: Türkiye’nin Bürkreş Elçisi Hamdullah Suphi<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Hastalığı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara: 1989, s. 98<br />

13 Bilâl N.Şimşir, Atatrürk ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt I, Türk Tarih<br />

Kurumu Yayınları, Ankara, 1993, s. 173, No. 244<br />

14 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong>’ün Hastalığı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Anka-<br />

ra: 1989, s. 113<br />

15 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt III, TTK, An-<br />

kara, 2001, s. 487, No. 586


464<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

Tanrıöver Ankara’ya şunları telledi:<br />

“Reisicumhurun vefatı haberi burada çok derin teessür uyandırmıştır.<br />

Telgrafın buraya gelmesinden hemen sonra Baş Mabeynci<br />

Kral namına ve Hariciye Nazırı Hükûmet namına Elçiliğie<br />

gelerek taziyelerini bildirmişler, Baş Mabeynci Türk milletinin uğradığı<br />

kayıptan duyduğu çok derin ve samimi teessürü Türk milleti ve<br />

hükûmetinin bilmesini Kralın bilhassa arzu ettiğini, Hariciye Nazırı<br />

da Romanya hükûmeti namına, cihan tarihinde o kadar büyük ve<br />

asil rol oynamış bir simanın kaybı ile kendilerinin çok kıymetli bir<br />

dost kaybettiklerini acı bir surette duyduklarını beyan eylemişlerdir.<br />

Resmi dairelerde bayraklar matem alâmeti olarak yarıya indirilmiştir.<br />

Gazeteler hususi nüshalar çıkararak halkı haberdar eylediler ve<br />

yarın da merhumun eserini tanıtmak üzere fevkalâde nüshalar çıkaracaklar.<br />

Elçilikte açıklmış olan defter-i mahsusa Hükûmet erkânı,<br />

ecnebi sefirler, sabık Nazırlar, maruf birçok zevat imza etmekte, taziyelerini<br />

bizzat ifade etmektedirler.” 16<br />

10 Kasım 1938: Romanya eski Dışişleri Bakanı N. Titulesco,<br />

Türkiye Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras’a şu telgrafı çekti<br />

(çeviri):<br />

“Büyük, şanlı ve bilge Cumhurbaşkanı <strong>Atatürk</strong>’ün ölümüne<br />

pek üzüldüm. En içten başsağlığı dileklerimi kabul buyurmanızı ve<br />

Hükûmetinize sunmanızı rica ederim. Öyle büyük bir Şefi yakından<br />

tanımış olmayı ve Balkan Paktı dolayısyla onunla birlikte yan yana<br />

çalışmış olmayı kendim için her zaman nadir bir ayrıcalık sayacağım.<br />

Bu acı anda içten dostluk duygularıma lütfen inanmanızı özellikle<br />

rica ederim.” 17<br />

10 Kasım 1938: Yunanistan Başbakanı Metaxas, Türkiye Başbakanı<br />

Celal Bayar’a şu telgrafı çekti (çeviri):<br />

“Yunan Hükûmeti, Yunan halkı ve ben, dost ve müttefik Türkiye’yi<br />

pek derinden sarsan millî matemi, en büyük acıyla paylaşıyoruz. Bu<br />

yaslı anda bütün Yunanistan, kendisine karşı pek büyük bir sempati<br />

beslediği asil dost milletin yanındadır. Seçkin Şef, kahraman asker<br />

ve Türkiye’nin aydın yaratıcısının hatırasına saygı besleyen Yunanistan,<br />

Cumhurbaşkanı Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün, Türk-Yunan Antantı’nın<br />

16 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt IV, TTK, Ankra,<br />

2001, s. 73, No. 93<br />

17 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt IV, s. 73, No.<br />

92


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 465<br />

baş mimarı ve Türk ve Yunan milletlerini barışçı işbirliği ülküsü<br />

etrafında birleştiren sarsılmaz dostluk bağlarının da kurucusu olduğunu<br />

hiçbir zaman unutmayacaktır. Yunanistan, güçlü eseriyle<br />

Türk milletinin kaderini çizmiş olan Büyük Ölü’nün duygulandırıcı<br />

hâtırasını sadakatle yaşatacaktır.” 18<br />

11 Kasım 1938: Fransa İçişleri Bakanı Albert Sarraut, Paris-<br />

Soir gazetesinde “<strong>Atatürk</strong>” başlıklı bir yazı yayınladı. Daha önce<br />

Büyükelçi olarak Türkiye’de bulunmuş ve <strong>Atatürk</strong>’ü yakından tanımış<br />

olan Sarraut şunları yazdı:<br />

“Başkan <strong>Atatürk</strong>’ün ölümü, o güzelim Türkiye için muazzam bir<br />

kayıptır; O’nun kahramanlığı ve dehasıdır ki, Türkiye’yi bağımsızlığa<br />

kavuşturmuş ve kalkınma yoluna koymuştur. O’nun ölümü Fransa<br />

için de bir kayıptır; çünkü <strong>Atatürk</strong>, Fransa’nın sadık ve içten bir<br />

dostuydu. Bu ölüm, barış davası bakımından da bir kayıptır, çünkü<br />

O, Devlet Başkanı olarak, yüksek bir vicdanla, yorulmadan barışı<br />

korumak için çaba harcıyordu...” 19<br />

11 Kasım 1938: Hatay Devleti Reisi Tayfur Sökmen, Türkiye<br />

Cumhurbaşkanı Vekili Abdülhalik Renda’ya şu başsağlığı telgrafını<br />

gönderdi:<br />

“Türk âleminin ve bütün Şark’ın Ulu Atasının ebedi ziyaı Hatay’ı<br />

sonsuz teessürlere gark etmiştir. Büyük Önderin, rejimini ve aydınlattığı<br />

izleri takip edecek olan Türk milletinin ve Türk varlığının izleri<br />

üzerinde, bütün varlığımızla yürüyeceğimizi ağlayarak arz ederim.” 20<br />

11 Kasım 1938: Türkiye’nin Londra Maslahatgüzarı Kadri Rizan<br />

Ankara’ya şunları telledi:<br />

“Büyük felaket haberini resmen bildirmek üzere dün akşam<br />

Hariciye Nezaretine gittim. Nazır Meclis’te meşgul olduğu cihetle<br />

Müsteşar ile görüştüm. Son derece müteellim ve müteessir olduklarını,<br />

kederimize bütün kalpleri ile iştirak ettiklerini bizi de mütehassis<br />

edecek bir lisan ile ifade etti. Türkiye’nin büyük bir şef, cihanın<br />

18 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt IV, s. 469, No.<br />

548<br />

19 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong>’ün Hastalığı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara:<br />

1989, s. 132<br />

20 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt II, Türk Tarih<br />

Kurumu Yayınları, Ankara, s. 193, No. 218


466<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

harikulade beynelmilel bir sima, İngiltere’nin büyük bir dost gaip<br />

ettiklerini söyledi.” 21<br />

11 Kasım 1938: Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Enis Akaygen<br />

Ankara’ya şunları telledi:<br />

“Reisicumhurmuz <strong>Atatürk</strong>’ün ebedi ufulü daolayısile Saray-ı<br />

Şehinşahi ve Hükûmet bir ay resmi matem ilan etmiştir. Şehinşah<br />

Hazretleri tedfin merasiminin sonuna kadar İran’da askerî ve resmi<br />

diğer emakin üzerine ve ecnebi memleketlerdeki İran mümessilliklerinde<br />

bayrağın yarıya çekilmesini emir buyurmuştur. Bu irade-i<br />

Şehinşahi bugün bütün gazetelerde ilan edilmiştir.” 22<br />

11 Kasım 1938: Sovyetler Birliği Merkez İcra Komitesi Reisi<br />

Kalinin, Türkiye Cumhurbaşkanı Vekili Abdülhalik Renda’ya şu<br />

telgrafı çekti (çeviri):<br />

“Dost Cumhuriyetin, ismi büyük Türk milletinin istiklal ve refahı<br />

için olan kahramanca mücadelesinin bütün devresini sembolize<br />

eden yüksek Başkan Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün vefatı haberlerinden pek<br />

ziyade müteheyyicim. Bu acı vesileyle samimi taziyelerimi kabul<br />

buyurunuz.” 23<br />

11 Kasım 1938: Sovyet Dışişleri Bakanı Litvinov, Türkiye Dışişleri<br />

Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras’a şu telgrafı çekti (çeviri):<br />

“Türkiye istiklalinin ve barış davasının yorulmaz mücadelecisi<br />

ve Türk-Sovyet dostluğunun bânisi yüksek devlet adamı Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ölümü haberlerinden pek ziyade mütessir ve müteheyyiç<br />

olarak samimi ve candan taziyelerimi arza müsaraat eylerim.” 24<br />

12 Kasım 1938: Türkiye’nin Kahire Elçisi Şevki Alhan şunları<br />

telledi:<br />

“ <strong>Atatürk</strong>’ün vefatı kendisini saygı ile seven bütün Mısır’da büyük<br />

acı uyandırdı. Matbuat, yazılarında O’nun yarattığı ölmez eser-<br />

21 T.C. Londra Büyükelçiliği Arşivi (LBA)- Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong>’ün Hata-<br />

lığı, T.T.K., Ankara, s. 180<br />

22 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt II, s. 555, No.<br />

695<br />

23 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt IV, s.186, s.<br />

No. 236<br />

24 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt IV, s.186, No.<br />

336, not.2


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 467<br />

lerden bahsederek milletimize derin taziyelerini sunuyorlar.* Sureti<br />

mahsusada İskenderiye’den gelen Başmabeynci, Majeste Kralın,<br />

Meclis Reisi parlemanın taziyelerini, Hariciye Nazırı ile müsteşarı<br />

ayrı ayrı gelerek hükûmetin teessürlerini tebli ettiler. Diğer taraftan<br />

Kral ailesine mensup prens ve prensesler ile pekçok dost Mısırlılar<br />

acılarını bildirmek üzere âcizlerşni ziyaret ettiler. Hükûmetin karaile<br />

cenaze merasiminin sonuna kadar Parleman ve resmi devair bayraklarının<br />

yarıya indirileceği maruzdur.” 25<br />

* Bir örnek: 11 Kasım 1938 günlü El Ahram gazetesi şunları<br />

yazmıştı:<br />

“Mustafa Kemal öldü. O, Türk milletinin atası ve son asırların<br />

yetiştirdiği en büyük adam. Türkiye’yi kulluktan kurtaran, istilacılara<br />

karşı saldırı ateşini yakan, savaş meydanlarında ona başbuğluk<br />

edip kurtuluş sahiline çıkaran adam öldü...Tarih onun adını ebedileştirecektir...Bütün<br />

Şark âlemi, Türk milletine en derin taziyelerini<br />

sunar. Dün ölümünü öğrendiğimiz <strong>Atatürk</strong>’ün, dünyanın en büyük<br />

adamı olduğunu tarihin kaydetmesi hiç de uzak değildir...” (Ayın Tarihi,<br />

II. Teşrin 1938 No. 60 Mükerrer, sç 194)<br />

13 Kasım 1938: Türkiye’nin Sofya Elçisi Şevki Berker<br />

Ankara’ya şunları bildirdi:<br />

“Başvekil, <strong>Atatürk</strong>’ün cenaze merasiminde bulunmak üzere Kral<br />

namına Saray Nazırı General Panof’u, Hükûmet namına General<br />

Daskalof’u ve ordu namına da Sofya garnizonu kumandanı General<br />

Bukakşi ve 72 nefer, 5 zabit ve 6 zabit vekilinden mürekkep bir kıtayı<br />

asker, ye göndermeye karar verdiklerini söyledi...Kral’ın <strong>Atatürk</strong>’e<br />

karşı beslediği yüksek takdir hislerile merhumu müşarileyhin vaktiyle<br />

Ataşemiliter olarak Bulgar ordusu ile temasını ve Bulgaristan’a<br />

karşı gösterdiği dostluk hislerini ve Harbi Umumide Türkiye-Bulgaristan<br />

ordularının silah arkadaşlığını nazarı itibara alarak bu merasime<br />

hakiki bir dostluk tezahürü ile iştirak etmek arzusunu izhar ettiğini<br />

ve bunu da ilk defa olmak üzere bize karşı yaptığını söyledi.” 26<br />

25 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt III, s. 303, No.<br />

493<br />

26 Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları Cilt I, s. 566, No.<br />

723


468<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

III<br />

<strong>Atatürk</strong> Hakkında Yabancı Devlet Adamlarının<br />

Anıtkabir Defterine Yazdıklarından Örnekler<br />

31 Mayıs 1965: Hindistan Cumhurbaşkanı Zakir Hüseyin<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Anıtkabir defterine şunları yazmıştır:<br />

“Dünyanın en büyük ve asil ölülerinden birinin huzurunda insan<br />

huşu ve hayranlık içinde durur.<br />

Kendi halkının Atası olan Kemal <strong>Atatürk</strong>, hürriyetlerine kavuşmak<br />

ve bu hürriyet üzerine dayanan güzel bir hayat kurmak amacı<br />

ile gayret sarfeden bütün milletler için ilham kaynağı olmuştur.<br />

Büyük adamın hâtırasını selâmlarım.” 27<br />

9 Haziran 1965: Cezayir Cumhurbaşkanı Tayyib Bulharef<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Anıtkabir defterine şunları yazmıştır:<br />

“Vatanına ve insanlığa hürriyet örneğini veren <strong>Atatürk</strong>’e Tayyib<br />

Bulharef’ten saygılar. Tanrı ruhunu şad etsin.” 28<br />

20 Temmuz 1966: Sovyetler Birliği Başbakanı A. Kossigin<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Anıtkabir defterine şunları yazmıştır:<br />

“Mümtaz bir asker, büyük bir devlet adamı, milletinin öğretmeni<br />

ve önderi olan <strong>Atatürk</strong> adı, Sovyetler Birliği’nde bilinmekte ve derin<br />

saygı görmektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong> Sovyetler Birliği ile barış politikasını tahakkuk ettirmiş<br />

ve iki memleket arasında siyasi ve iktisadi işbirliğinin gelişmesine<br />

vesile olmuştur.<br />

İki devlet ve millet arasındaki ilişkiler <strong>Atatürk</strong> devrinde parlak<br />

sayfalar kazanmıştır.<br />

Hatırasına hürmeten” 29<br />

1967: Etyopya İmparatoru Haile Selassie <strong>Atatürk</strong>’ün Anıtkabir<br />

defterine şunları yazmıştır:<br />

“Türk halkının hizmetkârı olan ve kendisini memleketinin hizmetine<br />

vakfetmiş olan Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün son istirahatgâhını ziyaret<br />

27 Dünya Devlet ve Hükûmet Başkanları <strong>Atatürk</strong> için Yazdılar, Anıt Yayıne-<br />

vi, Ankara: 1973<br />

28 Ibid.<br />

29 Ibid.


ettik.<br />

ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 469<br />

O’nun kendi memleketine yaptığı millî hizmet bütün dünya için<br />

güzel bir örnek olmuştur.” 30<br />

15 Eylül 1967: Ürdün Kralı Hüseyin Bin Tallal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Anıtkabir defterine şunları yazmıştır:<br />

“Dünyanın en büyük kahramanlarından biri burada yatmaktadır.<br />

Bu şahsiyet hiç kimseyle kıyaslanamaz, çünkü O, çeşitli özellikleriyle<br />

en büyüktü, O yepyeni bir Türkiye kurmuştur, denilebilir. Çünkü,<br />

en nazik döneminde bulunuyordu. O, ideallerini nasıl gerçekleştireceğini<br />

ve yolunu nasıl çizeceğini biliyordu. O, gelecek kahramanlar<br />

için bir modeldi. O, savaştaki kahramanlığı sayesinde düşmanı ülkesinden<br />

kovdu ve ülkesinin bağımsızlığını ve özgürlüğünü kazandı.<br />

O, barıştaki kahramanlığı ile yeni ve müreffeh bir ülke kurdu.<br />

Yani ülkesinin itibarını yükseltti. Hak Teala onun yerini cennet<br />

etsin.” 31<br />

20 Mart 1968: Bulgaristan Başbakanı Todor Jivkov <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Anıtkabir defterine şunları yazmıştır:<br />

“Bulgar halkı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ü saygıyla anar. O’nun ifade etmiş olduğu ‘Türkiye ve Bulgaristan<br />

dost olmalıdır’ sözlerine bizde çok büyük değer verilir.<br />

İki komşu devletin ilişkileri, ileride iki milletin refahı dostluk ve<br />

geniş işbirliği ruhu içinde, Balkanların ve bütün dünya sulhu için<br />

gelişeceğine güvenle bakmalıyız.” 32<br />

29 Mart 1968: Yugoslavya Başbakanı Mika Spiljak <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Anıtkabir defterine şunları yazmıştır:<br />

“Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok değerli<br />

bir askerî ve unutulmaz bir lideridir. Dünyada ve Türk Milletinde<br />

bıraktığı iz çok derindir. Kendi milletine ve dünyaya en iyi bir örnektir.<br />

Türk milletinin O’na olan inancı ve O’nun izinde gitmesi daima<br />

takdirle anılır.” 33<br />

30 Nisan 1970: Pakistan Cumhurbaşkanı General Yahya Han<br />

30 Ibid.<br />

31 Ibid.<br />

32 Ibid.<br />

33 Ibid.


470<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Anıtkabir defterine şunları yazmıştır:<br />

“Bizler Pakistan’da Türkiye’nin büyük lideri <strong>Atatürk</strong>’e en büyük<br />

saygıyı beslemekteyiz. Gerçekten, bizler kendisini, Türk halkı tarafından<br />

benimsendiği kadar bizim ülkemizin de lideri olarak kabul<br />

etmekteyiz.” 34<br />

18 Ekim 1971: İngiltere Kraliçesi Ellisabeth II, <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Anıtkabir defterine şunu yazmıştır.<br />

“Savaşta ve barışta kahraman, Türk milletinin Ata’sına hürmetlerimi<br />

sunarım.” 35<br />

1 Nisan 1972: Sovyetler Birliği Prezidyum Başkanı N. Podgorny,<br />

Anıtkabir Defteri’ne <strong>Atatürk</strong> hakkında şunları yazmıştır:<br />

“Kendisini Türkiye Cumhuriyeti’nin seçkin bir devlet adamı ve<br />

askeri; memleketimizin büyük dostu olarak sayan biz Sovyetler yeni<br />

Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün hatırası önünde<br />

saygıyla eğiliriz:” 36<br />

Türkiye 17 Yılda 40 Dostluk Antlaşması Yaptı<br />

(1921-1937)<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminde Türkiye’nin yabancı ülkelerle ilişkilerinde<br />

göze çarpan bir yenilik şu olmuştur: Türkiye, herhangi bir ülke ile<br />

resmi ilişki kurarken, önce o ülkeyle masaya oturup bir dostluk antlaşması<br />

yapma yolunu benimsemiştir. Osmanlı diplomasisinde böyle<br />

bir uygulama veya gelenek yoktu ve hiç olmamıştı. Bu, tamamen<br />

<strong>Atatürk</strong> dönemime özgü bir uygulama idi.<br />

Osmanlı Devleti, sanki dünya ile sürekli kavgalıymış gibi gösteriliyor<br />

ve öyle görülüyordu. Gerçi Osmanlı hükûmeti zaman zaman<br />

(ve örneğin Kırım Savaşı’nda olduğu gibi bazı) yabancı ülkelerle<br />

ittifaklar yapıyordu ama kısa süren böyle dostluklar ve ittifaklar da<br />

sanki arıziymiş, geçiciymiş gibi görülüyordu.<br />

Yeni Türkiye ise bütün ülkelerle barışık olduğunu dünyaya gösterdi.<br />

<strong>Atatürk</strong> Türkiyesi’nin yabancı devletlerle dostluk anlaşmaları<br />

34 Ibid.<br />

35 Ibid.<br />

36 Ibid.


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 471<br />

imzalayarak resmi ilişki kurma biçimindeki diplomasi pratiği daha<br />

İstiklâl Savaşı içinde, 1921 <strong>yılında</strong> başladı. Ankara Hükûmeti, 1 Mart<br />

1921’de Afganistan’la, 16 Mart 1921’de Sovyet Rusya ile ve 2 Ocak<br />

1922’de Ukrayna ile dostluk antlaşmaları imzaladı. Türkiye 1923<br />

yılının 23 Temmuz günü, yani Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından<br />

bir gün önce Polonya ile bir dostluk antlaşması imzalamıştır.<br />

Bunu, aynı yılın 10 Aralık günü Arnavutluk’la, 18 Aralık günü de<br />

Macaristan’la yapılan dostluk antlaşmaları izlemiştir. Ertesi yıl 8 ülkeyle,<br />

1925 <strong>yılında</strong> da 5 ülkeyle dostluk antlaşmaları imzalanmıştır.<br />

Bu yöntem daha sonraki yıllarda da sürüp gitmiştir. Türkiye, 1921-<br />

1937 yılları arasında 16 yılda tam 40 dostluk antlaşması imzalamıştır.<br />

Dostluk antlaşmaları yapılırken, devletler arasında herhangi bir<br />

ayrım gözetilmemiştir. Uzak-yakın, büyük-küçük, önemli-önemsiz<br />

dünyanın bütün bağımsız devletleriyle benzer antlaşmalar yapılması<br />

amaçlanmıştır. <strong>Atatürk</strong>’ün sağlığında yeryüzündeki bütün bağımsız<br />

devletlerin sayısı da topu topu 50 kadardı.


472<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

<strong>Atatürk</strong> Zamanında Türkiye’nin Dostluk Antlaşmaları<br />

İmzaladığı Devletlerin Listesi 37<br />

(Devletlerin alfabetik sırasıyla)<br />

Devletler Antlaşma tarihi İmzalandığı yer<br />

1. Afganistan 1 Mart 1921 Moskova<br />

2. Afganistan 25 Mayıs 1928 Ankara<br />

3. Almanya 3 Mart 1924 Ankara<br />

4. ABD 17 Şubat 1927 Ankara<br />

5. Arjantin 29 Haziran 1926 Roma<br />

6. Arnavutluk 10 Aralık 1923 Ankara<br />

7. Avusturya 28 Ocak 1923 İstanbul<br />

8. Brezilya 8 Eylül 1927 Roma<br />

9. Bulgaristan 18 Ekim 1925 Ankara<br />

10. Çekoslovakya 11 Ekim 1924 Ankara<br />

11. Çin 4 Nisan 1934 Ankara<br />

12. Danimarka 26 Ocak 1925 Ankara<br />

13. Estonya 1 Aralık 1924 Varşova<br />

14. Finlandiya 9 Aralık 1924 Varşova<br />

15. Fransa 30 Mayıs 1926 Ankara<br />

16. Fransa 3 Şubat 1930 Paris<br />

17. Hollanda 16 Ağustos 1924 Ankara<br />

18. İngiltere 5 Haziran 1926 Ankara<br />

19. İran 22 Nisan 1926 Tahran<br />

20. İran 5 Kasım 1932 Ankara<br />

21. İspanya 27 Eylül 1924 Ankara<br />

(Nota değişimiyle)<br />

37 A. Gündüz Ökçün-Ahmet R. Ökçün, Türk Antlaşmaları Rehberi (1920-<br />

1973), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara: 1974; İsmail Soysal,<br />

Tarihçeleri ve Açıklamalarıyla Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları<br />

I. Cilt (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, TTK Basımevi, Ankara:<br />

1983


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 473<br />

22. İsveç 31 Mayıs 1924 Ankara<br />

23. İsviçre 19 Eylül 1925 Cenevre<br />

24. Letonya 3 Ocak 1925 Varşova<br />

25. Litvanya 17 Eylül 1930 Moskova<br />

26. Macaristan 18 Aralık 1923 İstanbul<br />

27. Meksika 25 Mayıs 1927 Roma<br />

28. Mısır 7 Nisan 1937 Ankara<br />

29. Norveç 2 Mayıs 1925 Moskova<br />

30. Polonya 23 Temmuz1923 Lozan<br />

31. Romanya 17 Ekim 1933 Ankara<br />

32. Sovyet Rusya 16 Mart 1921 Moskova<br />

33. SSCB 17 Aralık1925 Paris<br />

34. Suudi Arabistan 3 Ağustos 1929 Mekke<br />

35. Şili 30 Ocak 1926 Roma<br />

36. Ukrayna 22 Ocak 1922 Ankara<br />

37. Uruguay 4 Ocak 1929 Roma<br />

38. Yugoslavya 28 Ekim 1925 Ankara<br />

39. Yugoslavya 27 Kasım 1933 Belgrad<br />

40. Yunanistan 30 Ekim 1930 Ankara<br />

<strong>Atatürk</strong> Zamanında Türkiye’nin Dostluk Antlaşmaları<br />

İmzaladığı Devletlerin Listesi (Kronolojik sırayla)<br />

Devletler Antlaşma tarihi İmzalandığı yer<br />

1. Afganistan 1 Mart 1921 Moskova<br />

2. Sovyet Rusya 16 Mart 1921 Moskova<br />

3. Ukrayna 22 Ocak 1922 Ankara<br />

4. Polonya 23 Temmuz 1923 Lozan<br />

5. Arnavutluk 10 Aralık 1923 Ankara<br />

6. Macaristan 18 Aralık 1923 İstanbul<br />

7. Avusturya 28 Ocak 1923 İstanbul


474<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

8. Almanya 3 Mart 1924 Ankara<br />

9. İsveç 31 Mayıs 1924 Ankara<br />

10. Hollanda 16 Ağustos 1924 Ankara<br />

11. İspanya 28 Eylül 1924 Ankara<br />

12. Çekoslovakya 11 Ekim 1924 Ankara<br />

13. Estonya 1 Aralık 1924 Varşova<br />

14. Finlandiya 9 Aralık 1924 Varşova<br />

15. Letonya 3 Ocak 1925 Varşova<br />

16. Danimarka 26 Ocak 1925 Ankara<br />

17. Norveç 2 Mayıs 1925 Moskova<br />

18. İsviçre 19 Eylül 1925 Cenevre<br />

19. Bulgaristan 18 Ekim 1925 Ankara<br />

20. Yugoslavya 28 Ekim 1925 Ankara<br />

21. SSCB 17 Aralık1925 Paris<br />

22. Şili 30 Ocak 1926 Roma<br />

23. İran 22 Nisan 1926 Tahran<br />

24. Fransa 30 Mayıs 1926 Ankara<br />

25. İngiltere 5 Haziran 1926 Ankara<br />

26. Arjantin 29 Haziran 1926 Roma<br />

27. ABD 17 Şubat 1927 Ankara<br />

28. Meksika 25 Mayıs 1927 Roma<br />

29. Brezilya 8 Eylül 1927 Roma<br />

30. Afganistan 25 Mayıs 1928 Ankara<br />

31. Uruguay 4 Ocak 1929 Roma<br />

32. Suudi Arabistan 3 Ağustos 1929 Mekke<br />

33. Fransa 3 Şubat 1930 Paris<br />

(Nota değişimiyle)<br />

34. Litvanya 17 Eylül 1930 Moskova<br />

35. Yunanistan 30 Ekim 1930 Ankara<br />

36. İran 5 Kasım 1932 Ankara<br />

37. Romanya 17 Ekim 1933 Ankara


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 475<br />

38. Yugoslavya 27 Kasım 1933 Belgrad<br />

39. Çin 4 Nisan 1934 Ankara<br />

40. Mısır 7 Nisan 1937 Ankara<br />

17 yılda dört kıtaya yayılan 40 dostluk anlaşması. <strong>Atatürk</strong> Türkiyesi,<br />

dört kıtaya dostluk elini uzatmıştı; doğusu, batısı, güneyi,<br />

kuzeyi ile yer küresine bir bütün olarak barış ve dostluk perspektifiyle<br />

bakıyordu.. Bu, <strong>Atatürk</strong>’ün dünyaya küresel veya global bakışı<br />

idi. Devlet kurucusu <strong>Atatürk</strong>, kurduğu devletin dış ilişkilerini<br />

bütünüyle barış ve dostluk temeline oturtmak istemiştir. Dünya ile<br />

barışık olduğunu somut biçimde göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti,<br />

bütün dünya milletleri ile dostluk bağları oluşturmayı amaçlamıştır.<br />

Yani Türkiye Cumhuriyeti, dış dünyaya “dar-ül harb” veya “savaş<br />

meydanı” olarak bakmıyor, barış meydanı, dostluk meydanı olarak<br />

bakıyordu. Tabir caizse “Dar-ül sulh” olarak bakıyordu ve dostluk<br />

antlaşmaları yaparak bunu dünyaya gösteriyordu, göstermişti. Ve<br />

imzalanan dostluk anlaşmaları, ilke olarak, gelip geçici değil, “ebedi<br />

dostluk” ilişkileri öngörüyordu.<br />

Evet <strong>Atatürk</strong> zamanında 40 dostluk antlaşması yapılmıştı. Fakat<br />

o dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin yabancı ülkelerle kurmuş olduğu<br />

sıcak ilişkiler sadece bu 40 antlaşmayla sınırlı kalmamıştı. “Dostluk<br />

anlaşması” etiketi taşımayan çeşitli ahdi belgelerle de yabancı<br />

devletlerle iyi ilişkiler kurulup pekiştirilmişti. İyi komşuluk anlaşmaları,<br />

adli yardımlaşma anlaşmaları, çeşitli modüs vivendi’ler vs..<br />

Bazı dostluk anlaşmaları çok uzun ve çetin müzakereler sonunda<br />

imzalanabilmişti. Örneğin Ekim 1925’te Ankara’da imzalanan<br />

Türkiye-Bulgaristan Dostluk Anlaşması böyle bir anlaşmaydı. Bunun<br />

ve eklerinin müzakeresi çok çetin geçmiş ve iki yıl sürmüştü.<br />

Bazı devletlerle dostluk antlaşması imzalamadan önce aradaki bir<br />

dizi sorunu sabırla çözmek gerekmişti. Bu da yıllar almıştı. Yunanistan<br />

ile dostluk anlaşması ancak Cumhuriyetin onuncu <strong>yılında</strong> imzalanabilmişti...


476<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

<strong>Atatürk</strong>, Tam 115 Yabancı Devlet Başkanıyla İlişki Kurdu<br />

Evet, <strong>Atatürk</strong> zamanında Türkiye, dört kıtada 19 yeni diplomatik<br />

temsilcilik açtı ve yabancı ülkelerle 40 dostluk antlaşması yaptı.<br />

Ama <strong>Atatürk</strong> bu kadarla yetinmedi. Yabancı Devlet Başkanlarıyla<br />

ilişkiler kurdu. O’nun zamanında yeryüzünde ne kadar yabancı cumhurbaşkanı,<br />

Kral veya İmparator var idiyse onların istisnasız hepsiyle<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ilişkileri, yazışmaları, telgraflaşmaları, mesajları olmuştur.<br />

Bu belgeleri, Türk Tarih Kurumu yayınları arasında çıkmış<br />

olan <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet Başkanları adlı dört ciltlik eserimde<br />

topladım. Bu dört ciltte toplam 2662 belge, 637 fotoğraf ve belge<br />

fotokopisi yer almaktadır. Merak edenler o kitaplara bir göz atabilir;<br />

araştırmacılar bu alanda yeni yeni araştırmalarla yeni belgeler de ortaya<br />

çıkarabilirler. Burada bir liste vermekle yetiniyoruz.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ü İlişki Kurduğu Yabancı Devlet Başkanları Listesi 38<br />

(Devletlerin alfabe sırasına göre)<br />

Devletler Devlet Başkanları<br />

1. Afganistan Amanullah Han, Mehmet Nadir Han, Mehmet<br />

Zahir Şah<br />

2. Almanya Friedrich Ebert, Walter Simon, Hindenburg,<br />

Hitler<br />

3. ABD Calvin Coolidge, Herber Hover, Frankin D.<br />

Roosevelt<br />

4. Arjantin Agustin P. Justo, Roberto M. Ortiz<br />

5. Arnavutluk Cumhurbaşkanı Ahmet Zogu (Sonra Kral<br />

Zog I).<br />

6. Avusturya Dr. Michael Heinisch, Walter Miklas<br />

7. Azerbaycan (Kollektif devlet başkanlığı, İçtimai Şura)<br />

38 <strong>Atatürk</strong> ile listedeki yabancı Devlet Başkanları arasındaki ilişkişklerin ve yazışmaların<br />

ayrıntıları için bkz.: Bilâl N. Şimşir, <strong>Atatürk</strong> ve Yabancı Devlet<br />

Başkanları, Cilt I: Afganistan-Çin, TTK Yayını, Ankara: 1993; Cilt II: Danimarka-İran,<br />

TTK, Ankara: 2001; Cilt III: İspanya-Polonya, TTK, Ankara:<br />

2001 ve Cilt IV: Romanya-Yunanistan, TTK, Ankara: 2001.


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 477<br />

8. Belçika Albert I, Leopold III<br />

9. Brezilya Washington Luis Pereira de Sousa, Getulio<br />

D. Vergas<br />

10. Bulgaristan Boris III<br />

11. Çekoslovakya Thomas G. Masaryk, Dr. Edvart Benes, Jan<br />

Syrovy<br />

12. Çin Chiang Chung Cheng, Lin Sen<br />

13. Daninarka Christian X<br />

14. Dominik Cum. Horacio Vaskes<br />

15. Estonya Jean Tonison, Konstantin Päts<br />

16. Finlandiya Lauri Kristian Rolander, Pehr Evind<br />

Svinhufvud<br />

17. Fransa Alexandre Millerand, Gaston Dumergue,<br />

Paul Doumer,<br />

Albert Lebrun<br />

18. Guatemala Lazaro Chacon, George Ubico<br />

19. Gürcistan (Kollekgtif Başkanlık, Komite)<br />

20. Habeşistan Zeouditou, Negus Tafari / Haile Sellasie<br />

21. Haiti Cum. Louisd Borno<br />

22. Hatay Devleti Tayfur Sökmen<br />

23. Hicaz, Necid Abdülaziz Ibn. Suud<br />

(Suudi Arab.)<br />

24. Hollanda Wilhelmina<br />

25. Irak Faysal I, Gazi I<br />

26. İngiltere George V, Edward VIII, George VI<br />

27. İran Ahmed Han Kaçar, Rıza Şah Pehlevi<br />

28. İspanya General Primo de Rivera, Alfonso XIII, Alcala<br />

Zamora, Torres, Martinez Barri, Mamnuel<br />

Azana y Diaz, General Franco<br />

29. İsveç Gustav V<br />

30. İsviçre Chuard, Musy, Schuthles, Motta, Haab,<br />

Minger, Meyer, Baumann


478<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

31. İtalya Vittorio Emanuele<br />

32. Japonya Yoshito, Hirohito<br />

33. Küba Carlos Mendieta y Montefur<br />

34. Letonya Gustavs Zemglas, Albert Kviesis, Karlis<br />

Ulmanis<br />

35. Liechtenstein François I<br />

36. Litvanya Antanas Smetona<br />

37. Lüksemburg Charlotte<br />

38. Macaristan Nicolas Horthy de Nagybanya<br />

39. Meksika Plutarco Elias Calles, Emilio Portes Gil,<br />

Pascual Ortiz Rubio, AlbertoK. Rodriguez,<br />

Lazaro Cardenas<br />

40. Mısır Fuad I, Faruk I<br />

41. Nikaragua Juan Bautista Sacassa<br />

42. Norveç Haakon VII<br />

43. Polonya Stanislaw Wojciechowski, Ignace Moscicki<br />

44. Romanya Ferdinand I, Mihai I, Carol II<br />

45. Salvador Pio Romero Bosque, Maxmiliano Hernandez<br />

martinez<br />

46. SSCB Vladimir İliç Lenin, Mihail İvanoviç Kalinin,<br />

Neriman Neriman Nerimanov<br />

47. Suriye Haşem Attasi<br />

48. Şili Carlos Obenes del Campo, Arturo Alessandri<br />

49. Ukrayna Petrovski, Rakovski<br />

50. Uruguay Juan Campsisteguy, Gabriel Terra, Alfredo<br />

Baldomir<br />

51. Ürdün Abdullah<br />

52. Vatikan Benoit XV<br />

53. Venezuela Juan Vicente Gomez<br />

54. Yemen İmam Yahya


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 479<br />

55. Yugoslavya Alexandre I, Pierre II (ve Naib Prens Paul)<br />

56. Yunanistan Paul Coundouriotis, Theodore Pangalos,<br />

Alexandre Zaimis, George II.<br />

Toplam: Bağımsız ve yarı bağımsız 56 devlet ve 115 devlet<br />

başkanı.<br />

<strong>Atatürk</strong> zamanında, yeryüzünde bağımsız ve yarı bağımsız devletlerin<br />

sayısı bu kadardı. Bu devletlerin başında bulunmuş kralların,<br />

cumhurbaşkanlarının, imparatorların toplam sayısı da115 olmuştur.<br />

56 devletin arasında, sonradan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlert<br />

Birliği’ne (SSCB) katılarak bağımsızlıklarını kaybetmiş olan 6 devlet<br />

de vardır: Azerbaycan, Estonya, Gürcistan, Letonya, Litvanya<br />

ve Ukrayna. Bu devlet çıkınca bağımsız ve yarı bağımsız devletlerin<br />

sayısı 50’ye düşmektedir. Bu 50 kalemlik listede henüz tam bağımnsız<br />

olmayan Ürdün, Suriye ile Lichtenstrein Prensliği, Lüksembnurg<br />

Grand Düşeliği ve Vatikan da yer almaktadır. Bunlar da<br />

çıkarılırsa, tam bağımsız devletlerin sayısı 45’e düşer.<br />

<strong>Atatürk</strong>, ayrım gözetmeksizin bütün yabancı devlet başkanlarıyla<br />

dostça ilişkiler kurmayı, bütün devletlerle dostluk antlaşmaları<br />

yapmayı, Türkiye’nin dış ilişkilerini dostluk temeline ortutmayı<br />

amaçlamış ve bunu başarmıştır. Bu <strong>Atatürk</strong>’ün dünyaya küresel yaklaşımı,<br />

bakışı idi.<br />

Bu bağlamda <strong>Atatürk</strong>, Türkiye’nin de yer aldığı bölgeye özel bir<br />

önemle eğildi.<br />

<strong>Atatürk</strong> Döneminde Balkanlar ve Ortadoğu<br />

Barış ve İşbirliği Bölgelerine Dönüştürüldü<br />

(1)<br />

BALKAN PAKTI (1934)<br />

<strong>Atatürk</strong>, Cumhuriyetin ilk yıllarında dikkatini öncelikle komşu<br />

ülkelere çevirdi. Türkiye, Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkilerini<br />

zaten özenle sürdürüyordu; batıdaki komşularıyla Balkan Paktı’nı,


480<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

doğudaki komşularıyla da Saadabad Paktı’nı imzalayacak ve içinde<br />

bulunduğu bölgeyi bir barış ve dostluk bölgesine dönüştürecekti.<br />

Önce Balkanlar’daki gelişmelere kısaca göz atalım.<br />

Balkanlar, bizim coğrafyamızdır. Türkiye topraklarının bir bölümü<br />

Balkan Yarımadası’nda, Trakya’dadır. Bu açıdan Türkiye, bir<br />

Balkan ülkesi sayılır. Tarihimiz Balkanlarlarla ortaktır. Tarihten miras,<br />

Balkanlar’da önemli miktarda Türk azınlıkları vardır. Bu soydaş<br />

kitleler Türkiye’yi Anavatan bilir, gözlerini Türkiye’ye çevirmişlerdir<br />

ve zaman zaman Türkiye’nin Balkan komşularıyla ilişkilerini<br />

etkilerler. Balkanlar, İstanbul’un ve Anadolu’nun savunma kalkanı<br />

gibidir. İmparatorluk döneminde de öyleydi, Cumhuriyet döneminde<br />

de. Çünkü Türkiye’ye tehditler çoğu zaman Batı’dan geliyordu<br />

ve Balkanlarda savaşlar, işgaller, isyanlar, kavgalar, bunalımlar hiç<br />

eksik olmamıştı. Şair Abdülhak Hâmid’in ifadesiyle, “Balkanların<br />

tarihi al kanlarla yazılmıştı.” Oysa yeni Türkiye, “Yurtta barış, dünyada<br />

barış” ilkesini içtenlikle benimsemişti. Kendi bölgesinde de<br />

barış istiyordu.<br />

Türkiye, daha 1926 <strong>yılında</strong> tüm Balkan Devletleri arasındaki sınırların<br />

veya statu quo’nun karşılıklı olarak güvence altına alınması<br />

amacıyla girişimlerde bulundu. Balkanlarda, 1925 tarihli Locarno<br />

Antlaşmasına benzer bir toplu güvenlik sistemi kurulmasını arzusunu<br />

dile getirdi. Ancak bu girişimden olumlu bir sonuç çıkmadı,<br />

ortam henüz hazır değildi.<br />

1930’larda Faşist İtalya’dan ve Almanya’dan Türkiye’ye karşı<br />

tehdit ihtimali belirince Balkanlar, <strong>Atatürk</strong>’ün barışçı dış politikasında<br />

öncelikli bir yer aldı. <strong>Atatürk</strong>’ün öncülüğünde Balkanlarda bir<br />

ortak güvenlik sistemi oluşturulması yönünde diplomatik hazırlıklara<br />

girişildi.<br />

5 Ekim 1930’da Yunanistan, Türkiye, Bulgaristan, Yugoslavya,<br />

Romanya ve Arnavutluk’un resmi olmayan temsilcileri arasında ilk<br />

Balkan Konferansı toplandı. Ekonomik, teknik, kültürel işbirliği<br />

konularının ele alındığı bu konferansların ikincisi Ekim 1931’de<br />

İstanbul’da, üçüncüsü 1932 Ekimi’nde Bükreş’te, sonuncusu da<br />

1933 Kasımı’nda Selânik’te yapıldı. Fakat toplantılar resmi temsilcilerden<br />

oluşmadığı için somut sonuçlar vermedi.<br />

Resmi olarak ise, önce Türkiye ile Balkan Devletleri arasında


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 481<br />

ikili düzeyde ilişkiler geliştildi.. Türkiye, her Balkan ülkesiyle teker<br />

teker masaya oturup aradaki sorunları çözmeye yöneldi ve bir dizi<br />

ikili anlaşma imzaladı. Arada ciddi bir anlaşmazlık konusu ve bir<br />

engel kalmayınca her Balkan ülkesiyle dostluk antlaşmaları yapıldı.<br />

1923’te Türkiye-Arnavutluk Dostluk Antlaşması imzalanmıştı.<br />

1925’te Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşması ve İkamet Sözleşmesi;<br />

aynı yıl Türkiye-Yugoslavya Barış ve Dostluk Antlaşması;<br />

1930’da Türkiye-Yunanistan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma<br />

ve Hakemlik Antlaşması ve 1933’te Türkiye-Romanya Dostluk,<br />

Saldırmazlık, Hakemlik ve Uzlaşma Antlaşması imzalandı. <strong>Atatürk</strong><br />

zamanında Türkiye ile Balkan ülkeleri arasında aşağıdaki listede<br />

gösterilen 40 kadar anlaşma imzalandı:<br />

ATATÜRK ZAMANINDA<br />

TÜRKİYE İLE BALKAN ÜLKELERİ ARASINDA<br />

İMZALANAN ANLAŞMALAR<br />

(1923-1938) 39<br />

1923: Türkiye-Yunanistan Ahali Mübadelesine Dair Anlaşma,<br />

1923: Türkiye-Yunanistan Sivil Tutukluların ve Savaş Esirlerinin<br />

Mübadelesine Dair Anlaşma,<br />

1923: Lozan Barış Antlaşması ve ekleri<br />

1923: Türkiye-Arnavutluk Dostluk Antlaşması,<br />

1923: Türkiye-Arnavutluk Tâbiiyet Anlaşması ve İkamet (Oturma)<br />

Sözleşmesi<br />

1925: Türkiye -Bulgaristan Dostluk Antlaşması ve İkamet (Oturma)<br />

Sözleşmesi<br />

1925: Türkiye-Yugoslavya Barış ve Dostluk Antlaşması,<br />

1927: Türkiye-Arnavutluk Konsolosluk Sözleşmesi,<br />

1927: Türkiye-Bulgaristan Ticarî Modüs Vivendi<br />

1928: Türkiye-Bulgaristan Ticaret ve Sayrisefain (Deniz Ulaştırma)<br />

Anlaşması,<br />

39 Ökçün & Ökçün, op.cit., Soysal, op.cit.


482<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

1928: Türkiye-Romanya Ticari Modüs Vivendi,<br />

1929: Türkiye - Bulgaristan Tarafsızlık, Uzlaşma, Adli Çözüm<br />

ve Hakemlik Antlaşması,<br />

1929: Türkiye-Romanya İkamet, Ticaret ve Seyrisefain (Deniz<br />

Ulaştırması) Anlaşması,<br />

1930: Türkiye-Bulgaristan Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması,<br />

1930: Türkiye-Yunanistan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakemlik<br />

Antlaşması,<br />

1930: Türkiye-Yunanistan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması,<br />

1930: Türk-Yunan Bahri Kuvvetlerin Tahdidi Protokolü (30<br />

Ekim 1930 Tarihli<br />

Dosltuk, Bitaraflık, Uzlaşma ve Hakem Muahedenamesine Ek).<br />

1933: Türkiye-Yunanistan Samimi Antlaşma Paktı,<br />

1933: Türkiye-Romanya Dostluk, Saldırmazlık, Hakemlik ve<br />

Uzlaşma Antlaşması,<br />

1933: Türkiye-Romanya Ticaret Sözleşmesi,<br />

1933: Türkiye-Yugoslavya Dostluk, Saldırmazlık, Adlî Yardımlaşma,<br />

Hakemlik ve Uzlaşma Antlaşması,<br />

1933: Türkiye-Yugoslavya Mütekabil Mutalebatın Tasfiyesine<br />

Müteallik İtilafname,<br />

1933: Türkiye-Bulgaristan Baytarî (Veteriner) Sözleşmesi,<br />

1933: Türkiye-Bulgaristan Ödeme (Tediyeleri Tanzim eden)<br />

Anlaşması,<br />

1934: Balkan Paktı<br />

1934: Türkiye-Yugoslavya Ticaret Anlaşması,<br />

1934: Türkiye-Yunanistan Kliring Anlaşması,<br />

1934: Meriç Nehrinin İki Sahilinde Su Tesisatının Düzenlenmesine<br />

Dair Türkiye-Yunanistan İtilafnamesi,<br />

1935: Türkiye-Yunanistan Kliring Anlaşması,<br />

1935: Türkiye-Romanya Ticaret ve Kliring Sözleşmesi<br />

1935 Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan PTT İdareleri<br />

arasında Posta ve Telekomünikasyon Alanında Birlikte Çalışma


İçin Özel Uzlaşma,<br />

ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 483<br />

1936: Türkiye, Çekoslovakya, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan<br />

PTT Servisleri Arasında İşbirliği için Özel Düzenleme,<br />

1936: Dobruca Türklerinin göçüyle ilgili Türkiye- Romanya<br />

Anlaşması,<br />

1936: Türkiye-Yugoslavya İkamet Sözleşmesi,<br />

1936: Türkiye-Yugoslavya Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması,<br />

1937: Türkiye-Yunanistan Kaçakçılığın Men ve Takibi Mukavelenamesi<br />

(Sözleşmesi)<br />

1938: Balkan Paktı Devletleri ile Bulgaristan arasında Anlaşma,<br />

1938: Türkiye-Yunanistan Arasında 1935 Kliring Anlaşmasına<br />

Ek Protokol,<br />

1938: Türk- Yunan Antlaşması,<br />

1938: Türkiye-Romanya Ticaret ve Tediye (Ödeme) Anlaşması,<br />

Bu antlaşmalar arasında özellikle Türk-Yunan Dosltuk Anlaşmasının<br />

tarihi bir yeri vardır. Bu antlaşma, <strong>Atatürk</strong> ile Yunan<br />

Başbakanı Elefteros Venizelos’un ileri görüşlü politikalarının bir<br />

sonucu olarak yapılmış olan bu dostluk antlaşması,Türkiye adına<br />

Başbakan İsmet (İnönü) ile Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü<br />

(Aras); Yunanistan adına Başbakan E.K. Venizelos ve Dışişleri Bakanı<br />

A. Michalakopulos tarafından Ankara’da imzalandı. Dostluk<br />

antlaşmasıyla, yüz yıldan beri kanlı savaşlarla geçmiş olan Türk-<br />

Yunan ilişkileri tarihinde ilk defa bir dostluk dönemi başlatıldı.<br />

Yunanistan’la ilişkilerde bir dönüm noktasına gelindi. Daha sekiz<br />

yıl öncesine kadar birbirleriyle kıyasıya savaşmış olan Türkiye ve<br />

Yunanistan, 1923 Lozan Antlaşması’ndan beri bir dizi çetin sorunu<br />

çözmüşler ve Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nden doğan tüm<br />

sorunları da kesinlikle çözümlemek için bir sözleşme yapmışlardı.<br />

Böylece Türk-Yunan dostluğunun temeli atılmış oldu.<br />

Üç yıl sonra, 14 Eylül 1933 günü Ankara’da, Türkiye-Yunanistan<br />

İçten Anlaşma Paktı imzalandı. Bu antlaşmanın 1. maddesiyle,<br />

iki devlet ortak sınırlarınının dokunulmazlığını karşılıklı olarak güvence<br />

altına aldılar. Türk-Yunan sınırının değişmezliği kabul edildi.<br />

Başka bir devlet bu sınırı değiştirmeye kalkarsa Türkiye ve Yunanistan<br />

buna birlikte karşı koyacaklardı. Yani Türkiye ile Yunanistan,


484<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

ittifaka yakın birişbirliği içine girmiş oldular. “İçten Antlaşma” ile<br />

Balkan Paktı’nın temeli olşuturuldu.<br />

Ancak Balkan Paktı için sadece Türk-Yunan ilişkilerini iyi düzeye<br />

çıkarmak yetmiyordu. Türkiye’nin, ikili düzeyde teker teker<br />

her Balkan ülkesiyle dostluk ilişkileri kurmuş olması da kollektif bir<br />

ittifak kurmak için kâfi değildi. Öteki Balkan ülkelerinin de birbirleriyle<br />

olan ilişkilerini düzeltmeleri gerekiyordu. Türkiye bu alanda da<br />

inisiyatif aldı. Balkan ülkelerini birbirlerine yaklaştırmak için uğraştı.<br />

Çok taraflı diplomatik girişimlerde bulundu.<br />

Fakat altı Balkan ülkesini bir ittifak çatısı altında toplamak<br />

mümkün olmadı. Bulgaristan’ın, hem Romanya, hem Yunanistan ve<br />

hem de Yugoslavya ile ciddi sorunları vardı. Sofya Hükûmeti, bazı<br />

Bulgar topraklarının komşuları tarafından gasbedilmiş olduğunu<br />

düşünüyordu: Romanya’dan Güney Dobruca, Yugaslavya’dan Makedonya<br />

sınırlarında Bulgaristan lehine düzeltmeler yapılmasını istiyordu.<br />

Bulgaristan, Batı Trakya’dan Ege Denizi’ne çıkan bir koridor<br />

istiyordu, Yunanistan’dan Karaağaç (Aleksandropolis) Limanını<br />

istiyordu. Yani Bulgaristan Balkanlar’daki sınırların değitirilmesini<br />

istiyordu; diplomasi literatüründe sıkça kullanılmış bir ifadeyle Bulgaristan,<br />

“revizyonist” bir politika izliyordu; “statu quo’cu bir politka<br />

güden öteki Balkan ülkelerine ters düşüyordu.<br />

Arnavutluk da benzer bir tutum içindeydi; Yugoslavya ve<br />

Yunanistan’ın bazı Arnavut topraklarını işgal etmiş olduklarını düşünüyor<br />

ve bu komşularıyla var olan sınırları içine sindiremiyordu.<br />

Azınlıklar konusunda da hem Bulgaristan’ın hem de Aranvuluk’ın<br />

komşularıyla sorunları vardı. Oysa Balkan Paktı, hem mevcut sınırları<br />

korumak, hem de status quo’yu savunmak amacı güdüyordu.<br />

Dolayısıyla Bulgaristan gibi Arnavutluk da bu pakta katılmadılar.<br />

Paktın hazırlanması sırasında, gerek imzacı devletlerin kendi aralarında,<br />

gerek onlarla Bulgaristan arasında geniş ve çetin görüşme,<br />

danışma ve tartışmalar yaşandı.<br />

Balkan Paktı hazırlıklarının son aşamasında Sovyetler Birliriği<br />

ile de anlaşmazlık çıktı. Pakta katılacak devletler birbirlerinin<br />

sınırlarını karşılıklı olarak güvence altına alacaklardı, o zamanki<br />

ifadeyle “tekeffül edeceklerdi.”. Ruslar pirelendiler. Besarabya konusunu<br />

ortaya atıp Balkan Paktı’nın kurulmasına cephe aldılar. Sov-


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 485<br />

yet Hükûmetini yatıştırma ve ikna etmek işini de Türkiye üstlendi.<br />

Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında da geniş ve çetin görüşme,<br />

danışma ve tartışmalar yaşandı. 1925 tarihli Türk-Sovyet Saldırmazlık<br />

Antlaşmasına ek 1929 Protokolü uyarınca Türkiye, böyle bir<br />

paktı imzalayabilmek için Sovyetlerin onayını sağlamak durumundaydı.<br />

Sovyetleri ikna etmek ciddi bir sorun oldu. Sonunda Balkan<br />

Paktı’nın kimi hükümleri, Sovyet Hükûmetinin isteği doğrultusunda<br />

değiştirildi ve Türkiye, Pakta bir çekince koymak durumunda kaldı.<br />

Balkan Paktı, 9 Şubat 1934 günü Atina’da Türkiye, Yunanistan,<br />

Yugoslavya ve Romanya arasında imzalandı. Bulgaristan ve Arnavutluk<br />

buna katılmadılar. Ancak Pakt, onlara da açık tutuldu. (Md. 3)<br />

Paktın 1. Maddesiyle, 4 devlet kendilerinin tüm Balkan sınırlarının<br />

güvenliğini, karşılıklı olarak, güvence altına alıyordu. Yani<br />

bu bir bölgesel savunma ittifakı, bölgesel bir yardımlaşma paktı idi.<br />

Saldırı olursa yardımlaşmayı öngörüyordu. Ek Protokjolün 2. Maddesi<br />

buna şöyle bir açıklık getirmişti: “Paktın amacı Balkan sınırlarını,<br />

bir Balkan Devletince girişilecek bir saldırıya karşı güvence<br />

altına almaktır.” Balkan sınırlarını tanımayan Balkan Devleti Bulgaristsan<br />

idi. Dolayısıyla Pakt, imzacı Devletlerin Balkan sınırlarının<br />

Bulgaristan’ın olası bir saldırısına karşı savunma amacı güdüyordu,<br />

ama bir saldırı amacı gütmüyordu. Bu konuda Bulgaristan’a<br />

ve Arnavutluk’a güvence veriliyordu. (Ek Protokol Md. 7).<br />

Balkan Paktı’nın esas metni sadece 3 maddeden oluşuyordu ve<br />

tam olarak şudur:


486<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

BALKAN ANLAŞMA YASASI<br />

(BALKAN PAKTI) 40<br />

Atina, 9 Şubat 1934<br />

(Sadeleştirilmiş metin)<br />

“Balkanlarda barışın güçlendirilmesine katkıda bulunmak isteğinde<br />

olan;<br />

Briand-Kellog Yasasının ve Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nun<br />

onunla ilgili kararlarının temelindeki anlaşma ve uzlaşma düşününe<br />

sahip bulunan;<br />

Daha önceki ahdi bağıtsal (ahdi) yükümlere saygılılı olmaya ve<br />

Balkanlarda bugün kurulu toprak düzeninin sürdürülmesini güvence<br />

altına almaya kesinlikle kararlı olan,<br />

Türkiye Cumhurbaşkanı, Yugoslavya Yüce Kralı, Yunanistan<br />

Cumhurbaşkanı ve Romanya Yüce Kralı bir Balkan Anlaşma Yasası<br />

yapmayı kararlaştırmış ve bu amaçla, yetkili temsilcileri olarak;<br />

Türkiye Cumhurbaşkanı:<br />

Dışişleri Bakanı Sayın Tevfik Rüştü’yü;<br />

Yugoslavya Yüce Kralı:<br />

Dışişleri Bakanı Sayın Bogolioub Jevtitch’i;<br />

Yunanistan Cumhurbaşkanı:<br />

Dışişleri Bakanı Sayın Demètre Maximos’u;<br />

Romanya Yüce Kralı:<br />

Dışişleri Bakanı Sayın Nicolas Titulescu’yu atamışlardır.<br />

Bu yetkili Temsilciler, yöntemine uygun olduğu görülen yetki<br />

belgelerini verildikten sonra, aşağıdaki hükümleri kararlaştırmıştır:<br />

Madde 1 – Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya kendilerinin<br />

tüm Balkan sınırlarının güvenliğini, karşılıklı olarak, güvence<br />

altına alırlar.<br />

40 İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları I. Cilt (1920-1945), TTK,<br />

Ankara, 1983, s.454-455


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 487<br />

Madde 2- Yüksek Taraflar, bu anlaşmada gösterilmiş olan çıkarlarını<br />

bozabilecek olasılıklar karşısında alınacak önlemler konusunda<br />

aralarında görüşmeler yapmayı yükümlenirler. Onlar, bu paktı<br />

imzalamamış olan herhangi bir başka Balkan ülkesine karşı, birbirine<br />

önceden haber vermeksizin, hiçbir siyasal eylemde bulunmamayı<br />

ve öteki Bağıtlı (Âkid) Tarafların izni olmaksızın, herhangi bir başka<br />

Balkan ülkesine karşı siyasal hiçbir yüküm üstlenmemeyi yükümlenirler.<br />

Madde 3- Bu anlaşma tüm Bağıtlı Devletlerce imzalanır imzalanmaz<br />

yürürlüğe girecek ve olanaklı en kısa zamanda onaylanacaktır.<br />

Anlaşma, katılma isteği Bağıtlı Taraflarca olumlu biçimde<br />

incelenmek üzere, her Balkan ülkesine açık bulunacak ve bu katılma<br />

imzacı öbür devletlerin onamalarını bildirmeleri üzerine geçerli<br />

olacaktır.<br />

Bu hükümlere olan inançla, adları geçen yetkili temsilciler işbu<br />

Paktı imzalamamışlardır.<br />

Atina’da, 9 Şubat 1934 günü dört örnek olarak düzenlenmiş ve<br />

her Bağıtlı Yüksek Tarafa bunlardan biri sunulmuştur.<br />

Dr. Tevfik Rüştü<br />

D. Maximos<br />

N. Titulescu<br />

B. Jevtich<br />

Pakta, yine 9 Şubat 1934 tarihli 5 belge eklenmişti: (1) Ek Protokol,<br />

(2) Türkiye Dışişleri Bakanının SSCB Dışişleri Komiserine<br />

Sunduğu Demeç, (3) Üç Dışişleri Bakanının Demeci, (4) I Sayılı<br />

İmza Protokolü ve (5) II Sayılı İmza Protokolü.<br />

Ek Protokol, Pakta açıklık getiriyordu.Protokolün birkaç paragrafını<br />

aktaralım. Şöyle ki:<br />

“2. Balkan Anlaşma Paktı hiçbir devlete karşı yöneltilmiş değildir.<br />

Amacı Balkan sınırlarını bir Balkan Devletince girişilecek herhangi<br />

bir saldırıya karşı güvence altına almaktır.<br />

3. Bununla birlikte, eğer Bağıtlı Yüksek Taraflardan Biri Balkanlı<br />

olmayan herhangi bir devletin saldırısına uğrarsa ve bir Başkan<br />

Devleti bu saldırıya o anda ya da daha sonradan katılırsa, Balkan<br />

Anlaşma Paktının hükümleri bu Balkan Devletine karşı tümüyle uy-


488<br />

gulanacaktır.<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

8. Bağıtlı Yüksek Taraflar için Balkanlarda bugünkü ülkesel düzen<br />

kesin niteliktedir...”<br />

(2) Türkiye Dışişleri Bakanının SSCB Dışişleri Komiserine<br />

Sunduğu demeç aynen şuydu:<br />

“Türkiye’nin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne karşı<br />

yöneltilmiş herhangi bir eyleme, hiçbir zaman, katılmak durumuna<br />

girmeyi kabul etmeyeceğini, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti adına<br />

açıklamaktan onur duyarım.<br />

Atina, 9 Şubat 1934<br />

Tevfik Rüştyü (Aras)<br />

Bu demeç Balkan Anlaşma Paktının ayrılmaz parçasıdır.”<br />

Yunanistan da Balkan Paktı’nın onay belgesine şu gizli çekinceyi<br />

eklemiştir:<br />

“Balkan Paktı’nın amacı yalnızca Balkan Devletlerinden gelecek<br />

bir saldırıyı karşılamaktır. Yunanistan, Paktın bir gereği olarak,<br />

hiçbir durumda, Büyük Devletlerden birine karşı savaş etmez.”<br />

Türkiye, Balkan Paktı’nın imzalanmasından dört ay sonra, 5 Haziran<br />

1934 günü Cenevre’de Yugoslavya (ve Romanya) ile bir gizli<br />

Askeri Sözleşme imzaladı. Zamanında gizli tutulan bu üç maddelik<br />

Sözleşmede şu hükümler yer aldı:<br />

“Madde 1. İmzacı iki devletten biri, herhangi koşullar altında<br />

olursa olsun, bir başka Balkan Devleti’nin yalnız başına ya da Başkanlı<br />

olan ya da olmayan bir devletle birlikte saldırısına uğrarsa,<br />

öteki Bağıtlı Yüksek Taraf kendisini de saldırıya uğramış sayacak<br />

ve kendisiyle ortak sınırı bulunan saldırıcı Başkan Devletine ya da<br />

Devletlerine karşı silahlı elyleme geçecektir.<br />

Madde 2. Bağıtlı Yüksek Taraflardan biri, 1. Maddede öngörülen<br />

yükümlülüklerinin yerine getirilmesi sırasında Balkanlı olmayan<br />

bir devletin bir savaş eylemiyle karşılaşırsa, öteki Bağıtlı Yüksek Taraf<br />

da bu saldırıya karşı savaşa girecektir.”<br />

Balkan Paktı’nın imzalanmasından sonra Paktın mekanizması<br />

da kuruldu. Buna göre, 4 Bakandan oluşan bir Bakanlar Konseyi,<br />

ayrıca bir ekonomik konsey oluşturuldu. Pakt üyesi Türkiye, Romanya,<br />

Yugoslavya ve Yunanistan, Avrupa’daki siyasi gelişmeler


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 489<br />

karşısında genellikle ortak bir tutum izlemeye başladılar. Örneğin,<br />

İtalya 1935’te Habeşistan’a saldırınca, Milletler Cemiyeti kararları<br />

uyarınca, İtalya’ya karşı yaptırım uygulamalarına birlikte katıldılar.<br />

1936 Montreux Konferansında, Boğazlar rejimi değiştirilirken Pakt<br />

Devletleri Türkiye’nin görüşünü desteklediler...<br />

(2)<br />

SAADABAD PAKTI<br />

(1937)<br />

Türkiye’nin öncülüğüyle 1934 <strong>yılında</strong> Balkan Paktı’nın imzalanmasıyla<br />

Türkiye’nin batısında bir güvenlik sistemi kuruldu. Ondan<br />

sonra Türkiye, dikkatini doğuya çevirdi. Yine Türkiye’nin öncülüğüyle<br />

adım adım Saadabad Paktı’nın oluşturulmasına gidildi.<br />

Saadabat Paktı’nın fikir babası <strong>Atatürk</strong>, bunu gün yüzüne çıkaran<br />

ise Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’tır. Pakt, güvenlik ihtiyacından<br />

kaynaklanmıştır. Özellikle faşist İtalya’nın izlediği saldırgan<br />

politika Türkiye’yi yeni güvenlik arayışlarına itmiştir.<br />

Afganistan’la Türkiye arasında ta 1921 <strong>yılında</strong>n beri dostluk ve<br />

ittifak ilişkileri vardı ve bu ilişkiler yıldan yıla gelişiyordu.<br />

İran ile Türkiye arasındaki sınır anlaşmazlığı 1932 <strong>yılında</strong> giderildi,<br />

ortak sınırda bazı düzeltmeler yapıldı ve iki ülke, Dostluk<br />

Antlaşması ile Güvenlik, Tarafsızlık, Saldırmazlık ve Ekonomik İşbirliği<br />

Antlaşması imzaladılar. 1934’te İran Şahı Türkiye’yi ziyaret<br />

etti ve Türkiye-İran dostluk ilişkileri ileri bir düzeye ulaştı.<br />

1933 <strong>yılında</strong> Londra’da saldırının tanımı (tecavüzün tarifi) konusunda<br />

uzun bir anlaşma hazırlanmıştı. Türkiye, İran ve Afganistan,<br />

3 Temmuz 1933 günü bu anlaşmayı birlikte imzaladılar.<br />

İran ile Afganistan arasında çok uzun zamandır sürüp giden ve<br />

adeta kangren olmuş bir sınır anlaşmazlığı vardı. Bu anlaşmazlığın<br />

ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu çetin sorunun giderilmesi işi,<br />

hem İran’ın, hem Afganistan’ın güvenilir dostu olan Türkiye’nin hakemliğine<br />

havale edildi. Ataürk, bu iş için Fahrettin Altay Paşa’yı<br />

görevlendirdi. Fahrettin Paşa, yerinde yaptığı uzun bir çalışmayla ve


490<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

her iki tarafı hoşnut edecek biçimde Afganistan-İran sınırını adeta<br />

yeniden çizip raporunu sundu. 1935 başında her iki ülke düzeltilen<br />

sınırı memnunlukla ve teşekkürle kabul ettiler. Tarihten gelen sınır<br />

anlaşmazlığı sorunu giderilmiş oldu.<br />

Türkiye, faşist İtalya’nın Balkanlar’da ve Asya’da yayılma emelleri<br />

beslediğinden ciddi kuşku duyuyordu. Gelişmeler, Türkiye’nin<br />

kuşku ve kaygılarını doğruladı. İtalya, 1935’te Habeşistan’a saldırdı<br />

(1939’da da Arnavutluk’u işgal edecekti). İtalya’nın Habeşistan’a<br />

saldırısı üzerine, Türkiye, İran ve Irak, 2 Ekim 1935 tarihinde<br />

Cenevre’de bir saldırmazlık paktı parafe ettiler. Bu paktın imzalanması,<br />

İran ile Irak arasındaki sınır anlaşmazlığının (Şattelarab sorunu)<br />

yumuşatılmasına bırakıldı.<br />

İtalyan emperyalizmi karşısında Doğu Akdeniz’de ve Orta<br />

Doğu’da güvenliğin tehlikeye girdiğine inanan Türkiye, zaten ikili<br />

anlaşmalarla dostluk ilikileri içinde bulunduğu İran, Irak ve<br />

Afganistan’la toplu bir dayanışma antlaşması yapmakta yarar görüyordu.<br />

Bunun için İran ve Irak’la Cenevre’de parafe etmiş olduğu<br />

Saldırmazlık Paktı’na Afganistan’ın da katılmasını sağladı. Afganistan<br />

Dışişleri Bakanı Feyz Muhammed Han, Ocak 1936’da<br />

Ankara’yı ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında Afganistan’ın da Türkiye-İran-Irak<br />

Paktına katıldığı açıklandı.<br />

Nisan 1937’de Irak Dışişleri Bakanı Naci El Asil Ankara’yı ziyaret<br />

etti. Haziran 1937’de Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü<br />

Aras bu ziyareti iade etti. Bu ziyaretler sırasında Paktın son hazırlıkları<br />

yapıldı ve Irak ile İran arasındaki sınır anlaşmazlığının yumuşatılması<br />

sağlandı. Aras’ın Bağdat ziyareti sonunda yayınlanan resmi<br />

bildiride, Türkiye-Irak ilişkilerinin “pürüzsüz” olduğu belirtildi. Diğer<br />

komşu ve kardeş ülkelerle de öyle olduğu açıklandı. Diplomatik<br />

dille şöyle ifade edildi: “...karşılıklı bir anlaşma ruhunun teessüsüne<br />

ve husuile kendi komşuları olan kardeş miletlerin siyasetinde daimi<br />

bir muhaleset (barış) ruhunun hâkim olmasına ve bu yolda kendi<br />

aralarında karşılıklı yardımın inkişafına matuf siyasetlerinin birbirine<br />

tamamen mutabık olduğuna kanaat etmişlerdir.”<br />

İrak ve Türkiye Dışişleri Bakanlarının karşılıklı ziyaretleri sonunda<br />

İran ile Irak arasındaki sınır anlaşmazlığı yumuşatmıştı. Tevfik<br />

Rüştü Aras, dörtlü paktı imzalamak üzere, Irak Dışişleri Bakanı


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 491<br />

ile birlikte Bağdat’tan Tahran’a geçti. Böyle bir paktın imzalanacağı<br />

hakkında Sovyetler Birliği’ne ve İngiltere’ye de önceden bilgi verilmişti.<br />

Tevfik Rüştü Aras’ın Bağdat ziyaretini değerlendiren Great Britain<br />

and East adlı İngiliz dergisi, artık “Şark paktının kurulması için<br />

ortada hiçbir engel kalmadığını” belirttikten sonra, “Türk heyetinin<br />

Bağdat ziyareti, Türkiye’nin Şark milletlerine nasıl önderlik ettiğini<br />

gösteren bir misaldir” diyordu. 41<br />

Pakt Nasıl Yapıldı?<br />

Atatük döneminin Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras, yıllar<br />

sonra, Saadabad Paktı’nın nasıl yapıldığını şöyle anlatıyor:<br />

“Garpta Balkanlar, Şarkta İran, Afgan ve Arap milletleri arasında<br />

bir ahenk aramak ve bunlarla ayrı ayrı ve hep birlikte iyi komşuluk<br />

nizamı kurmanın çarelerini araştırmak, harici siyasette güttüğümüz<br />

planın icaplarındandı.<br />

Her şeyden evvel bu milletler ile aramızdaki işleri düzelttik. Milletler<br />

Cemiyeti’ne girmiş olmak sayesinde birçok devletlerle; seyahatler<br />

ve ziyaretler gibi nümayişlere ve tefsirlere kapı açan vasıtalara<br />

müracaata mecbur kalmadan, temas etme imkânını kazandık...<br />

Afgan devletiyle daha 1921 senesinde bir ittifak muahedesiyle<br />

bağlanmış bulunuyorduk. Afgan Kralı’nın memleketimizi ziyareti bu<br />

muahedenin iki tarafın menfaatlerine daha uygun hale getirilmesine<br />

vesile olmuştu. Bu dostluğun temeli iki millet arasında atılmış olduğu<br />

içindir ki dost memlekette zuhura gelen hanedan değişikliğinden<br />

iki devlet münasebetleri asla zarar görmedi; hatta zamanla arttı,<br />

eksilmedi. Bu hususta bizim iyi niyetimiz kadar Afgan idaresini ellerine<br />

alan yüksek kabiliyetlerini ve iyi duygularını sırası düşmüşken<br />

sitayişle yâdeylerim.<br />

İran’la münasebetlerimiz ise; millî hareketimizin başlangıcında,<br />

kendisi henüz Harbiye Veziri iken, Ebedi Şefimize bir dostluk<br />

mesajıle yâverini göndermiş olan sabık İran Şehinşahı Pehlevi’nin<br />

Başvekâlete gelmesi üzerine çok iyileşmişti. 1931 senesi sonunda<br />

41 “Şark Paktı”, Great Britain and East, 24.6.1937 & Ayın Tarihi, Ağustos<br />

1937, No. 44, s. 78


492<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

Tahran’a yaptığım bir ziyaret esnasında aramızda tek mesele olarak<br />

duran hudut ihtilâfı da kardeşçe tasfiye edilince, her şey tamanile<br />

yoluna girmiş bulunuyordu.<br />

Irak’la olan münasebetlerimize gelince: Türkiye, İngiltere ve<br />

Irak arasında yapılan bir türlü üçlü muahede bu münasebetleri tanzim<br />

etmişti.”<br />

Aras devam ediyor:<br />

“İşaret ettiğim bu dört devlet arasında bir anlaşma vücuda getirerek<br />

sulhümüzü bu bölgede teşkşlâtlandırmak için İran’la Afgan<br />

ve İran’la Irak arasındaki hudut ihtilâfını halletmek lazımdı. Fakat<br />

iş bundan ibaret değildi. Bu mıntakada bir bölge anlaşmasına varabilmek<br />

için sade iştirak edeceklerim temayülleri kâfi gelemezdi.<br />

Bu mıntakaya komşu olan iki büyük devletin yapılacak işten haberi<br />

olması icap ediyordu...<br />

Realist Türkiye harici siyaseti, bu hakikatleri görmezlikten gelemezdi.<br />

Bunun için bu iki büyük devletle aramızdaki münasebetlerin<br />

emniyetli bir dostluk derecesine eritirilmesi de bu hususta muvaffakiyeti<br />

temin edecek esaslı şartlardandı.<br />

Sovtetler Rusyası ile münasebetlerimiz en ileri dostluk derecesini<br />

çoktan bulmuştu. İngiltere ile de, sulh muahedesi yapılırken halli<br />

geri bırakılmış olan büyük ihtilâfımızı (Musul sorunu) yukarıda işaret<br />

ettiğim üçlü muahede easlarında halletmek suretile iyi bir dostluk<br />

devresi açmıştık.<br />

İran’ın da Miletler Cemiyeti’ne girmesini fırsat bilerek, İran ve<br />

Irak Hariciye Vezirleriyle misak (pakt) meselesini görüştük. Bu misak,<br />

dört Orta Şark memlekti arasında sık sık görüşmeyi ve buluşmayı<br />

temin edecek ve ileride civarımızdaki diğer Şark memleketlerini<br />

de aramızda almayı mümkün kılacaktı.<br />

Esasta mutabık laldı. Böyle bir vesikanın İran ve Irak Hariciye<br />

Vezirleri arasında müzakere edilerek hazırlanmasını kararlaştırdık.<br />

Irak Hariciye Nazırı bu müzakerelerde müttefiki İngiltere ile daima<br />

müşaverelerde bulunuyordu. İran Hariciye Veziri Ekselans Kâzimi<br />

de müzakere safhalarını bana bildiriyordu. Ben de Sovyetler Hariciye<br />

Komiseri dostum Mösyö Litvinof’la müşverede bulunduktan sonra<br />

mütaleamı İran Hariciye Vezirine ifade ediyordum. Aynı zamanda


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 493<br />

Afgan Hükûmeti’ne de, hem İran, hem Türkiye Hariciyesi tarafından<br />

müzakere safahatı hakkında muntazam surette malûmat veriliyordu.<br />

Bu usulde çalışmakla bir hayli müddet sonra proje ihzar edildi<br />

(hazırlandı). Ama iş bununla da yine bitmiş olmuyordu. Garbi<br />

Asya’nın esaslı olan iki müttefikimiz; hudut ihtilâfının hallini,<br />

Türkiye’nin seçeceği bir zatın hakemliğine bıraktılar. Orgeneral<br />

Fahrettin Altay bu meselede büyük hizmet etti ve alâkalı iki devletin<br />

de memnunluluğunu temin edecek bir hüküm verdi. İran ve Irak hudut<br />

ihtilâfının hallini ise bu iki dost devletin başşehirlerini ziyaretim<br />

esnasında her üç devletin mümessilleri bir arada çalışmak suretiyle<br />

başarabildik...” 42<br />

Saadabat Paktının İmzalanması<br />

Saadabat Paktı, 9 Temmuz 1937 günü öğleden sonra, Türkiye,<br />

İran, Irak ve Afganistan Dışişleri Bakanları tarafından imzalandı.<br />

Tahran’da, İran Şahı’nın Şimran semtindeki Saadabad Sarayı’nda<br />

imzalandığı için, bu pakta “Saadabad Paktı” veya “Saadabad Misakı”<br />

adı verildi. Pakt, imzalandığı günlerde, ”Dörtlü Şark Antlaşması”,<br />

“Doğu Antantı”, “Yakın Şark Paktı”, “Asya Paktı” gibi adlarla<br />

anılmış ise de “Saadabad Paktı” adıyla tarihe geçti.<br />

Saadabad Paktıyla taraflar, birbirlerinin içişlerine karışmamayı,<br />

sınırlarının dokunulmazlığına saygı göstermeyi, uluslararası anlaşmazlıklarda<br />

birbirlerine danışmayı, birbirlerine karşı saldırı hareketinde<br />

bulunmamayı taahhüt ettiler. Nelerin “saldırı hareketi” (taarruz<br />

harekâtı) sayılacağını antlaşmada bir bir saydılar. Paktın yedinci<br />

maddesi silâhlı çetelerle ilgiliydi ve şöyle kaleme alınmıştı:<br />

“Bağıtlı Yüksek Taraflardan her biri, kendi sınırları içinde öteki<br />

Bağıtlı Tarafların kurumlarını yıkmak, güven ve düzenliğini sarsmak<br />

ya da Hükûmet rejimini bozmak amacıyle ilahlı çeteler, birlikler ya<br />

da örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini emgellemeyi yükümlenir.”<br />

Bu pakt, Türkiye’nin Afganistan ve İran’la ile çoktan beri devam<br />

eden dostluğunu daha da güçlendirdi ve pekiştirdi. Irak’ın da pakta<br />

42 Tevfik Rüştü Aras, Görüşlerim, Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul: 1945, s. 130-<br />

132


494<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

katılmasıyla, dört ülkenin bir araya gelip elele vermelerini sağladı.<br />

Saadabad Paktı’nın imzalanması dolayısıyla İran Şahı,<br />

<strong>Atatürk</strong>’e gönderdiği kutlama mesajında, “Bundan sonra çözülmez<br />

bir bağla birleşmiş olan memleketlerimiz, samimi ve verimli işbirliklerini<br />

barışın hizmetine koyabileceklerdir” dedi.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Paktın imzası dolayısıyla İran Şahına, Irak Kralına ve<br />

Afgan Kralına gönderdiği kutlama telgraflarında şunları söyledi (sadeleştirildi):<br />

İran Şahına: “Memleketlerimizin, barış idealinde ortak bir eseri<br />

olan bu misakın hepimiz için ve dünya barışı için kudsi olmasını<br />

dilerim.”<br />

Irak Kralına: “Birbirlerine kardeşlik ve dostluk bağlarıyla bağlı<br />

dört devletin dünya barışı yolunda verimli bir işbirliğini sağlayacak<br />

olan bu paktı memleketlerimiz için çok hayırlı bir eser telakki ederim.”<br />

Afgan Kralına: “Dört kardeş memleket arasında mevcut en sıkı<br />

dostluk bağlarını bir kat daha teyit ederek dünya barışının esaslı<br />

desteklerinden birini oluşturan bu önemli eserin, milletlerimizin barışseverliği<br />

sayesinde meydana gelmiş olması hepimiz için övünülecek<br />

bir olaydır.” 43<br />

Saadabat Paktı’nın gerçekleştirilmesi için çok çalışmış ve sonunda<br />

Türkiye adına bu paktı imzalamış olan Dışişleri Bakanı Tevfik<br />

Rüştü Aras, bu konuda şunları söylüyor:<br />

“Saadabad Sarayı’nda cereyan eden ve Şark için yeni bir devrin<br />

başlangıcını teşkil eyleyen mes’ut hâdise hakkında mütevaziyane<br />

birkaç söz söyleyeceğim...Cihanın bu kısmında biz kardeşliğe inandık.<br />

Şimdi biz asırlarca süren geçimsizliği ve bu mıntakaları o kadar<br />

uzun zamandan beri harap eden ve kökleşmiş addedilebilecek olan<br />

kinlerin yerine karşılıklı muhabbet hislerini ikame ediyoruz. Kollarımızı,<br />

bütün dostluğumuzla bütün milletlere açıyoruz. Bunu yalnız<br />

onlarla mesut bir şekilde mevcut iyi münasebetleri idame için değil,<br />

fakat aynı zamanda her milletin nefine (yararına) olarak mezkür<br />

münasebatı daha fazla inkişaf ettirmek için yapıyoruz. Biz öyle<br />

milletlere mensubuz ki, tarihleri en şanlı zaferlerle olduğu kadar en<br />

43 Ayın Tarihi, Ağustos 1937, No. 44, s. 68-70


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 495<br />

bedbaht mağlubiyetlerle de doludur. Bu hususlarda diğer herhangi<br />

bir millete gıpta edeceğimiz hiçbir şey yoktur. Bizim milletlerimizin<br />

asırlarca mahrum kalmış oldukları bir şey varsa o da, en parlak medeniyetlerin<br />

beşiği olan bu kıt’ada sevmek ve sevilmek idi. Şunu beyan<br />

etmek isterim: Biz, cihanşümül bir muhabbet siyaseti istiyoruz...<br />

Biz, Milletler Cemiyeti azasından bir bitaraflar grubu teşkil ediyoruz...Sulh<br />

idealine samimiyetle bağlıyız. Çocuklarımızı sükûn içinde<br />

yetiştirmek ve tarlalarımızı da emniyet içinde sürmek istiyoruz...Biz<br />

sulh davasının samimi ve sadık hadimleriyiz. Biz beynelmilel sulhu<br />

korumak için bizzat kendi vasıtlarımızla çalışıyoruz. Biz memleketimizin<br />

selâmet ve menfaatini sulhta buluyoruz...Çocuklara öğretmek<br />

lazımdırt ki, bir mezarlıkta eğlenceli bayram olmaz ve harabeler<br />

üzerine de bir saadet köşkü kurulamaz...” 44<br />

Olumlu Yankılar<br />

Sadabat Paktı’nın imzalanması, yurt içinde ve yurt dışında iyi<br />

karşılandı. Yerli ve yabancı basında geniş ve olumlu yankılar yarattı.<br />

Ankara’da çıkan Ulus gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay,<br />

paktın imzalanmasını “1937 yılının en mesut hadisesi” olduğunu<br />

söylüyor, bunun “derin bir inkılap” anlamıma geldiğini belirtiyor ve<br />

“Şark paktı, karşılıklı barış ve emniyet taahhüdü nizamını Akdeniz<br />

kıyılarından Asya içlerine kadar genişletmektedir” diyordu.<br />

Akşam gazetesinde Necmettin Sadak, Saadabat Paktını “Yakın<br />

Şark’ta sulhu kuvvetlendiren yeni bir âmil” olarak görüyor ve şöyle<br />

diyordu:<br />

“Muahede esas itibariyle bir dostluk misakıdır. Dört komşu devlet<br />

birbirlerinin dahili işlerine asla karışmamayı ve kendi sınırları<br />

içinde silahlı çetelere, tahrikatçı cemiyet ve teşekküllere müsaade<br />

etmemek suretiyle hudutlarda sükün ve emniyetle beraber asayişi<br />

de temin etmiş olacaklardır. Şarkın bu kısmında böyle bir emniyetin<br />

faydaları küçük görülemez...<br />

Türkiye, bu suretle, Balkanlardan başlayarak Yakın Şark’ta,<br />

adım adım tesisini kendisine gaye bildiği ‘sulh mıntakaları’nı ta-<br />

44 Ibid., s. 75-76


496 BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

hakkuk ettirmiş bulunuyor.” 45<br />

Komşumuz Irak, İran ve Afganistan’ın <strong>Atatürk</strong> zamanındaki barış<br />

ve huzur içindeki durumlarını bugünkü durumlarıyla karşılaştırınca<br />

insanın içine derin bir hüzün çöküyor. Ve <strong>Atatürk</strong>’ü özlüyoruz.<br />

ATATÜRK ZAMANINDA<br />

TÜRKİYE İLE AFGANİSTAN, IRAK VE İRAN<br />

ARASINDA YAPILAN ANLAŞMALAR<br />

(1921-1938) 46<br />

1921: Türkiye-Afganistan (İttifak) Antlaşması<br />

1926: Ticaret Anlaşması Yapılıncaya Kadar Türkiye ve İran<br />

Ürünlerine En Çok Kayırılan Millet Kaydının Uygulanmasına İlişkin<br />

Nota Değişimi<br />

1926: Türkiye-İran Dostluk ve Güvenlik (Saldırmazlık) Antlaşması<br />

1926: Türkiye-İran Dostluk ve Güvenlik Antlaşmasına Ekli Protokol<br />

1926: Türkiye ile İngiltere ve Irak Arasında Sınır ve İyi Komşuluk<br />

(Musul) Antlaşması<br />

1928: Türkiye-Afganistan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması<br />

1928: Afgan Ordusunun Düzenlenmesi İçin Bir Türk Askeri Heyetinin<br />

(Afganistan’a) Gönderilmesine İlişkin Türkiye-Afganistan<br />

Anlaşması ve Ekleri<br />

1928: Türkiye-İran Dostluk ve Güvenlik (Saldırmazlık) Antlaşmasına<br />

Ek Protokol<br />

1929: Türkiye-İran Sınırının Yeniden Tespiti Hakkında Nota<br />

Değişimi<br />

1929: Türkiye-İran Sınırının Güvenliği Hakkında Anlaşma<br />

45 Necmettin Sadak, “Dörtlü Şark Andlaşması”, Akşam, 6.7.1937’den Ayın Tarihi,<br />

Ağustos 1937, No. 44, s. 77-78.<br />

46 A. Gündüz Ökçün-Ahmet R. Ökçün, Türk Antlaşmaları Rehberi, Ankara:<br />

1974;


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 497<br />

1932: Türkiye ile Irak Arasında Suçluların İadesi Anlaşması<br />

1932: Türkiye ile Irak Arasında İkamet Anlaşması<br />

1932: Türkiye ile Irak Arasında Ticaret Anlaşması<br />

1932: Türkiye ile Irak Arasında Petrole İlişkin Nota Değişimi<br />

1932: Türkiye ile İran Arasında Suçluların İadesi Hakkında Modüs<br />

Vivendi.<br />

1932: Türkiye ile İran Arasında Uzlaşma, Adli Düzenleme ve<br />

Hakemlik Anlaşması<br />

1932: Türkiye ile İran Arasında Güvenlik, Tarafsızlık, Saldırmazlık<br />

ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması<br />

1932: Türkiye-İran Dostluk Antlaşması<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında Suçluların İadesi Anlaşması<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında Adli Yardımlaşma Anlaşması<br />

1937: Türkiye ile İran Arasındaki Sınır Hattının Düzeltilmesine<br />

İlişkin Anlaşma<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında Sınır Bölgelerinin Güvenliği ve<br />

Bölgelerde Çıkan Olayların ve Anlaşmazlıkların Giderilmesine İlişkin<br />

Anlaşma<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında Hudutta Kurulacak Türk ve İran<br />

Gümrüklerinin Çalışmalarını Düzenleyen Anlaşma<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında İkamet Anlaşması<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında Ticaret ve Deniz Ulaşım Anlaşması<br />

ve Ek Protokol<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında Hava Ulaşım Anlaşması<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında Trabzon-Tebriz-Tahran Yolu ile<br />

ve Aksi Yönde Eşya ve Yolcu Taşınması ve Transitini Kolaylaşitırmak<br />

ve Fazlalaştırmak için Anlaşma<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında Telgraf ve Telefon Hatlarının<br />

Kurulmasına İlişkin Anlaşma<br />

1937: Türkiye ile İran Arasında Veteriner Anlaşması<br />

1937: Türkiye ile Afganistan Arasında İmzalanan 1928 Tarihli<br />

Dostluk ve İşbirliği Antlaşmasının Uzatılmasına İlişkin Protokol<br />

1937: Türkiye ile İngiltere ve Irak Arasında 1926’da İmzala-


498<br />

nan Sınır ve İyi Komşuluk Antlaşmasının İkinci Faslı Hükümlerinin<br />

Uzatılmasına İlişkin Türkiye ile Irak Arasında Nota Değişimi<br />

1937: Türkiye, İran, Irak ve Afganistan Arasında Saldırmazlık<br />

Antlaşması (Saadabad Paktı)<br />

1938: Türkiye-Irak Veteriner Sözleşmesi<br />

TÜRKİYE, AFGANİSTAN, IRAK VE İRAN ARASINDA<br />

SAKDIRMAZLIK PAKTI (SAADABAD PAKTI)<br />

Saadabad Sarayı, Tahran, 8 Temmuz 1937<br />

(Metin) 47<br />

Türkiye Cumhurbaşkanı Afganistan Yüce Kralı, Irak Yüce Kralı<br />

ve İran Yüce Şahinşahı,<br />

Ellerinde olan tüm olanaklarla, aralarındaki dostlukve içtenlikle<br />

anlaşma ilişkilerinin sürdürülmesine katkıda bulunmak isteğiyle,<br />

Milletler Cemiyeti Yasası çerçevesinde ek güvenceler ortaya<br />

koyarak, Yakın Doğu’da barış ve güvenliği sağlamak ve Savaştan<br />

Vazgeçilmesi Andlaşmasıyla uyum içindeki, öbür andlaşmalardan<br />

doğan yükümlülüklerinin bilinci içinde olarak;<br />

Bu andlaşmayı yapmaya karar vermişler ve bu amaçla;<br />

Türkiye Cumhurbaşkanı:<br />

Dışişleri Bakanı Sayın Dr. Tevfik Rüştü Aras’ı;<br />

Afganistan Yüce Kralı:<br />

Dışişleri Bakanı Sayın Faiz Mohammed Han’ı;<br />

Irak Yüce Kralı:<br />

Dışişleri Bakanı Sayın Dr. Naji El-Asıl’ı;<br />

İran Yüce Şehinşahı:<br />

Dışişleri Bakanı Sayın Enayetullah Samiy’i yetkili Temsilcileri<br />

olarak atamışlardır.<br />

Adı geçen yetkili temsilciler, yöntemine uygun olduğu görülen<br />

yetki belgeleri verildikten sonra, aşağıdaki hükümleri karalaştırmış-<br />

47 Soysal, op. cit. s. 584-587<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR


lardır.<br />

ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 499<br />

Madde 1. Bağıtlı (Âkid) Yüksek Taraflar birbirlerinin içişlerine<br />

karışmaktan kesinlikle kaçınma siyaseti izlemeyi yükümlenirler.<br />

Madde 2. Bağıtlı Yüksek Taraflar, ortak sınırların dokunulmazlığına<br />

saygılı olmayı yükümlenirler.<br />

Madde 3. Bağıtlı Yüksek Taraflar ortak çıkarlarını ilgilendiren<br />

uluslararası nitelikteki her türlü uyuşmazlıklarda, birbirleriyle danışmalarda<br />

bulunmak konusunda anlaşmışlardır.<br />

Madde 4. Bağıtlı Yüksek Taraflardan her biri, hiç bir durumda,<br />

gerek yalnız olarak, gerek bir ya da birkaç Devletle birlikte, içlerinden<br />

herhangi birine karşı hiçbir saldırı eylemine başvurmamağı<br />

yükümlenir.<br />

Şunlar saldırı eylemi saylır:<br />

1- Savaş ilanı;<br />

2- Savaş ilan edilmeksizin de olsa, bir Devletin Silahlı Kuvvetlerince<br />

öteki bir devlet topraklarının istilâsı;<br />

3- Bir devletin kara, deniz ve hava kuvvetlerince, savaş ilan<br />

edilmeksizin de olsa, öteki devletin topraklarına, gemilerine ve<br />

uçaklarına saldırı;<br />

4- Saldırıya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak yardım ya<br />

da kolaylık;<br />

Şunlar saldırı eylemi sayılmaz:<br />

1- Meşru savunma hakkını kullanma, başka deyişle, yukarıda<br />

tanımlanan biçimde bir saldırı eylemine karşı koyma;<br />

2- Milletler Cemiyeti Yasasının 16. Maddesinin uygulanmasından<br />

doğan bir hareket;<br />

3- Milletler Cemiyeti Genel Kurulu ya da Konseyince alınan bir<br />

karar uyarınca ya da Milletler Cemiyeti Yasasının 15. Maddesinin<br />

7. Fıkrasının uygulanması yoluyla yapılan bir hareket; yeter ki, bu<br />

sonuncu durumda, söz konusu hareket ilk saldırıya geçen bir devlete<br />

karşı yapılmış olsun;<br />

4- Bağıtlı Yüksek Taraflar dışında bir devlet tarafından saldırıya,<br />

istilâya ya da, Paris’te 27 Ağustos 1928 günü imzalanmış bulunan<br />

Savaştan Vazgeçilmesi Andlaşmasına aykırı olarak, kendisine


500<br />

BİLÂL N. ŞİMŞİR<br />

savaş açılan bir bir devlete yardım.<br />

Madde 5. Bağıtlı Yüksek Taraflardan biri, bu Andlaşmanın 4.<br />

Maddesi bozulduğu ya da bozulmak üzere olduğu kanısına varırsa,<br />

sorunu gecikmeksizin Milletler Cemiyeti Konseyine sunacaktır.<br />

İşbu hüküm, sözkonusu Bağıtlı Yüksek Tarafın, o koşullarda,<br />

gerekli göreceği tüm önlemleri almak hakkını zedelemez.<br />

Madde 6. Eğer Bağıtlı Yüksek Taraflardan biri, bir üçüncü devlete<br />

karşı saldırıya geçerse, öteki Bağıtlı Yüksek Taraf, bir ön bildiride<br />

bulunmaksızın, işbu andlaşmaya, saldırıcıyla ilgili olarak, son<br />

verebilecektir.<br />

Madde 7. Bağıtlı Yüksek Taraflardan her biri, kendi sınırları<br />

içinde öteki Bağıtlı Tarafların kurumlarını yıkmak, güven ve düzenliğini<br />

sarsmak ya da Hükûmet rejimini bozmak amacıyle silahlı çeteler,<br />

birlikler ya da örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini<br />

engellemeyi yükümlenir.<br />

Madde 8. Bağıtlı Yüksek Taraflar, kendi aralarında çıkabilecek,<br />

nitelik ve kaynağı ne olursa olsun, tüm uyuşmazlıkların çözülmesi<br />

olanağının ancak barışçı yollardan aranması gerektiğini 27 Ağustos<br />

1928 günlü Savaştan Vazgeçilmesi Andlaşmasıyla zaten kabul etmiş<br />

olduklarından, o hükmü doğrulayarak, bu konuda kendi aralarında<br />

ortaya konulmuş ya da konulacak yöntemlere başvuracaklarını açıklarlar.<br />

Madde 9. İşbu Andlaşmanın hiçbir Maddesi, Milletler Cemiyeti<br />

Yasası uyarınca, Bağıtlı Yüksek Taraflardan her birince üstlenilen<br />

yükümleri, her ne konuda olursa olsun, kısıtlar nitelikte sayılamaz.<br />

Madde 10. Fransızca ve 4 örnek olarak yazılan ve birer örneği<br />

Bağıtlı Yüksek Taraflarca alınmış olduğu doğrulanan işbu andlaşma<br />

5 yıl için yapılmıştır.<br />

Bu sürenin sonunda Bağıtlı Yüksek Taraflardan birinin ona son<br />

verildiği 6 ay önceden bildirilmedikçe, Andlaşma, bütünüyle yeniden<br />

5 yıl için uzatılmış sayılacak ve ondan sonra da Bağıtlı Taraflardan<br />

biri ya da bir kaçınca 6 ay öncesinden ona son verilinceye dek,<br />

beşer yıllık dönemler için, yürürlükte kalacaktır. Bağıtlı taraflardan<br />

birisiyle bozulan Andlaşma öbürleriyle yürürlükte kalır.<br />

İşbu Andlaşma Bağıtlı Yüksek Tarafların her birisince kendi


ATATÜRK’ÜN KÜRESEL YÖNÜ ÜZERİNE 501<br />

Anayasası uyarınca onaylanacaktır. Andlaşmayı Milletler Cemiyetinde<br />

kütüğe yazdıracak olan Genel Sekreterden, onun Cemiyetin<br />

öteki üyelerine bunu bildirmesi rica edilecektir.<br />

Onay belgeleri Bağıtlı Yüksek Tarafların her brimince İran<br />

Hükûmetine sunulacaktır.<br />

Onay Belgeleri iki Bağıtlı Tarafça sunulur sunulmaz işbu<br />

Andlaşma o iki taraf arasında yürürlüğe girecektir. Üçüncü ve<br />

dördüncü Bağıtlı Taraflarca da onay belgeleri sunulduğu zaman<br />

Andlaşma bu üçüncü ve dördüncü için de geçerli olacaktır.<br />

Onay belgelerinin her sunuluşunda İran Hükûmetince durum,<br />

gecikmeksizin, işbu Andlaşmanın imzalayıcılarına bildirilecektir.<br />

Tahran’da, Sa-Âbad Sarayında, 8 Temmuz 1937 günü imzalanmıştır.<br />

Dr. RÜŞTÜ ARAS<br />

FAİZ<br />

NAJİ-AL-ASIL<br />

SAMİY


ATATÜRK’S LEGACY FOR<br />

TURKEY AND THE WORLD<br />

Prof. Dr. Stanford J. SHAW*<br />

At the end of the First World War, Turkey was completely<br />

devastated, more than any other country that had been involved in<br />

that war.<br />

Half of its people had died during the decade of wars that had<br />

just come to an end. Some died from massacre carried out by bandits,<br />

invading foreign armies, and nationalistic revolts, but most died<br />

from famine and disease.<br />

The infrastructure of the state had been destroyed. Roads and<br />

railroads were broken up. Harbors and docks were destroyed.<br />

İstanbul, Edirne and the other big cities were partially destroyed.<br />

Many of the smaller cities had been entirely destroyed by foreign<br />

armies and bandits, most of all by the French army that had occupied<br />

southeastern Turkey, by the Russian and Armenian armies that had<br />

occupied the east, and by the Greek army that had occupied western<br />

Turkey.<br />

Foreign powers were occupying the country and the victorious<br />

powers were meeting in Paris, largely for the purpose of denying<br />

to the Turks, alone of the peoples of the Ottoman empire, their<br />

opportunity to form a state by and for themselves.<br />

One of the greatest contributions that Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong><br />

made was not merely to defeat these efforts, to save the land of the<br />

Turks for the Turks, but also to bring the people of Turkey together<br />

* Professor of Modern Ottoman History, Bilkent University Professor Emeritus<br />

of Turkish History, University of California Los Angeles Honorary Member,<br />

Türkiye Bilimler Akademisi Honorary Member.


504<br />

STANFORD J. SHAW<br />

in a tremendous movement which repaired all this damage and<br />

created a vibrant, modern and prosperous state which has developed<br />

continuously for almost a century since that time. The world knows<br />

all the reforms that <strong>Atatürk</strong> introduced in Turkey to achieve this end,<br />

and there is no point of repeating them here.<br />

It is not enough, however, simply to commemorate, honor and<br />

remember Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> and the services he accomplished,<br />

not only for Turkey but also for the world. We must also honor and<br />

respect and remember and accept and follow the many principles<br />

he used to achieve these ends. The specifıc measures he introduced<br />

naturally have changed in the course of time and as the problems<br />

which required them have changed, but the principles that he followed<br />

remain eternal guides for what should be done to meet the changing<br />

conditions and problems that have developed since his time.<br />

Of course many of the maxims that he left to the Turkish people<br />

in both spoken and written words, are remembered and most of these<br />

were followed while he was President of Turkey and in the years<br />

since his death. The most important of these is the noble phrase<br />

‘peace at home, peace in the world.’ If only other nations would<br />

follow Turkey in accepting these words the entire world would be<br />

much better off today.<br />

But he also left many principles and examples, not in what he<br />

said but in what he did, the actions he took in response to the many<br />

problems he faced, first in winning the Turkish War of National<br />

Liberation, and secondly reviving the Turkish nation as he built the<br />

Turkish Republic.<br />

In honoring him this afternoon I propose to present some of these<br />

principles or maxims to you along with the conclusions that one can<br />

well derive from them as examples that should be followed by the<br />

Turkish people with the same reverence and the same dedication as<br />

they have accepted what he did.<br />

I have derived these examples out of two studies that I have made<br />

during the last decade, a study of the Turkish War for Independence,<br />

which I feel should be called the Turkish War of National Liberation,<br />

which was published under the title ‘From Empire to Republic’ by<br />

the Türk Tarih Kurumu in 2000, and a study on which I am now<br />

working regarding the Ottoman Empire during the First World War,


ATATÜRK’S LEGACY FOR TURKEY AND THE WORLD 505<br />

which the Türk Tarih Kurumu also will be publishing during the next<br />

few years.<br />

Most people, in and out of Turkey, do not realize that in many<br />

ways one of the most important principles that he left was to<br />

inspire people all over the world who were conquered or exploited<br />

or oppressed by imperialism and colonialism, as the Turks were<br />

exploited in the Ottoman Empire as well as during the Entente<br />

occupation that followed World War I, to rise up to achieve freedom<br />

from such exploitation by creating their own independent states in<br />

a whole series of wars of national liberation which in imitation<br />

of the Turkish success took place during the twentieth century and<br />

continue to take place today in the twenty first century.<br />

Let me make this clear, there can be no doubt that the Turkish<br />

people, under the inspired leadership of <strong>Atatürk</strong>, set the example<br />

and provided the inspiration which made possible the many wars of<br />

national liberation that followed the creation of the Turkish Republic.<br />

The Turks set the example, the world has followed.<br />

That was one of <strong>Atatürk</strong>’s most important contributions to the<br />

Turkish people and to the world. But now let us concentrate on the<br />

other principles that he left for the Turkish people in addition to this,<br />

both in words and deeds.<br />

1) The first principle is ‘be proud of yourselves and your people.<br />

Remember the greatness of your own heritage, and don’t diminish<br />

it when you compare it with others.. Don’t say that European<br />

civilization is better than Turkish civilization and should be copied<br />

without change. Accept that Turkish civilization made important<br />

contributions to the world, so cherish it and maintain it. Certainly<br />

adapt it to meet changing circumstances, but do not alter its essential<br />

character’<br />

2) Out of this comes the second principle. Don’t slavishly<br />

follow the advice of foreigners or seek their approval for what you<br />

do because you think they represent sonıething superior to your<br />

own heritage. Decide what is best for the Turkish people and the<br />

Turkish nation, and then follow the best course to achieve these<br />

goals. Identify what problems exist and use your own resources<br />

and intelligence to achieve these goals. After the first World War I,


506<br />

STANFORD J. SHAW<br />

many Turks, including many who were close to <strong>Atatürk</strong>, and many<br />

foreigners who were friends of Turkey, said that Turkey had to<br />

accept the foreign occupation and control and even institutions in<br />

order to enable Turks to attain what they called the higher standards<br />

of European civilization’. They told <strong>Atatürk</strong> and many others that<br />

the only way to do this was to accept a foreign mandate, the way<br />

Syria and Lebanon were put under the mandate of France after World<br />

War I and Iraq and Palestine were put under the mandate of Great<br />

Britain. Halide Edib Adıvar herself appealed both to <strong>Atatürk</strong> and to<br />

the Senate of the United States for Turkey to put under a mandate<br />

by the United States as the only way to save itself from extinction<br />

and to make it a modern state. Ahmed Emin Yalman and others<br />

wanted a British mandate even though Britain had done terrible<br />

things to the Turks during and after the First World War. But <strong>Atatürk</strong><br />

rejected ali this advice because he understood that such help could<br />

only be achieved by accepting a new form of foreign control very<br />

much like the Capitulations, which would substantially have limited<br />

the independence that the Turks had fought so hard to achieve. He<br />

understood that complete independence could only be achieved by<br />

one’s own efforts without the direction or control of any other nation<br />

regardless how beneficent such a nation or nations appeared to be.<br />

This does not mean that he was not willing to accept foreign help.<br />

He did get a great deal of foreign help during the Turkish War of<br />

National Liberation; but he understood that such help was offered<br />

and given, not because the givers liked Turks and wanted to help<br />

them, but only because such a role benefited the givers. He did accept<br />

help only when he found that the benefit to the Turks was as great<br />

as the benefit to the givers, and he made sure that the foreign desires<br />

to control and dominate and exploit that went with such help did not<br />

endanger Turkish sovereignty or the independence that Turkey had<br />

just achieved. During the First World War, the Turks received a great<br />

deal of military assistance from their German and Austrian allies, but<br />

because they assumed that the help was given because their allies<br />

liked the Turks, they did not notice how the alliance enhanced the<br />

Germans and Austrians own ambitions for economic controls in<br />

Turkey, for all practical purposes the restoration of the Capitulations.<br />

The Turks also did not see how the alliance enabled the Germans


ATATÜRK’S LEGACY FOR TURKEY AND THE WORLD 507<br />

and Austrians to develop their economic and military interests in<br />

the Caucasus and Iran for the purpose of establishing German rather<br />

than Ottoman control there if they won the war. Germany actually<br />

allied with Georgia and made treaties with the Bolsheviks in Russia<br />

after the war specifically for the purpose of preventing the Turks of<br />

Azerbaycan from becoming independent so they could control their<br />

own natural resources. Because the leaders of the Ottoman Empire<br />

did not understand why Germany and Austria were helping it, they let<br />

Germany and Austria dominate them, treat even Turkish soldiers and<br />

officers as subordinates and not colleagues, and prepare the way for<br />

Germany to take over important parts of the Ottoman Empire when<br />

the war came to an end. It was only because the Central Powers lost<br />

the war that this did not happen. <strong>Atatürk</strong> did not make such a mistake<br />

during the Turkish War of National Liberation. He knew that the<br />

important military assistance the Turks were getting from Italy and<br />

France was given because those countries resented the effort by their<br />

ally Great Britain to use the occupation for its economic advantage<br />

and to deny them much of the spoils of war in the Ottoman Empire<br />

that had been promised to them. <strong>Atatürk</strong> did indeed accept the help<br />

that they offered because he needed it to drive out the invaders, but<br />

he made very sure that they did not get economic concessions in the<br />

new Turkey or anything else that they hoped to get in return.<br />

He knew also that the far less important military help that the<br />

Turks received from the Bolsheviks after the Bolshevik Revolution<br />

did not come because the Bolsheviks wanted to help the Turks<br />

preserve their independence, just the opposite. He knew they did<br />

it in the hope that Communism would take over the Turkish War<br />

of National Liberation and make it into a Communist revolution by<br />

replacing <strong>Atatürk</strong> with either Enver Paşa, who fled to Russia after<br />

the war, or Mustafa Subhi, leader of the Turkish Communist Party<br />

in Russia. He did accept the small amount of military help but made<br />

very sure that they were not able to replace him or make the Turkish<br />

Revolution into a Communist effort to dominate the entire area that<br />

the Ottoman empire had ruled before the war.<br />

3) The third principle that <strong>Atatürk</strong> left is ‘don’t try to go beyond<br />

your power to achieve what you want, limit your ambitions to what


508<br />

STANFORD J. SHAW<br />

you have the ability to do, or you might lose everything. Understand<br />

the extent of your ability and power and then mold your goals to<br />

what can be achieved within the limits of your power.’ Mustafa Kemal<br />

set out goals in the Turkish National Pact. Those goals included<br />

driving foreigners out of lands where the majority of people living<br />

were Turks and bringing these people together in what became the<br />

Turkish Republic. But after he had driven the French and the Armenians<br />

out of eastern Turkey, the British, Italians, French and Greeks<br />

out of western Turkey, Istanbul, and eastern Thrace, he stopped. He<br />

did not try to regain other territories that had been considered as<br />

goals in the Turkish National Pact, in particular Western Thrace and<br />

the area of Musul and Kerkük, which at that time was considered to<br />

be either eastern Turkey or the southern Caucasus, but not northern<br />

Iraq. He did this because he knew that at that point his army had been<br />

exhausted by the Büyük Taarruz which had driven the Greek army<br />

out of Anatolia and limited the British to Istanbul and the territory<br />

around the Straits. He knew that if he tried to use the army any more<br />

to go any further. it might have been defeated and everything that<br />

had been won so far would have been lost. And also because while<br />

those areas had many Turks living in them, there also were many<br />

people who were not Turks and their inclusion would have prevented<br />

the establishment of what he wanted to be a homogeneous Turkish<br />

and Muslim state..<br />

4) The fourth principle that <strong>Atatürk</strong> left is to make changes that<br />

are needed only according to conditions that exist at the time, not to<br />

change just for the sake of change, or to leave things as they were<br />

just because they were that way in former times. So it was that during<br />

the Turkish War of National Liberation, <strong>Atatürk</strong> declared that<br />

its goal was to rescue the Sultanate and Caliphate, the old Ottoman<br />

government, from its captivity in the hands of the occupying Entente<br />

armies. He gave no indication that he intended to abolish the Ottoman<br />

state and replacing it with a Republic. This is why he was able<br />

to get so many supporters from among those who revered the Ottoman<br />

and Muslim heritage and wanted to continue the tradition of<br />

the Caliphate. But after the Great Offensive, when all the occupying<br />

powers were driven out of Turkey and a peace congress was called<br />

at Lausanne to revise the Treaty of Sevres, the British and French


ATATÜRK’S LEGACY FOR TURKEY AND THE WORLD 509<br />

governments insisted that only the Sultan’s Istanbul government could<br />

represent the Turks, and that the Ankara government, which had<br />

won the war, could come only as subordinate to the delegates sent<br />

from Istanbul. This drove <strong>Atatürk</strong> to take a step that he had not intended<br />

previously. He was forced to show that Ankara had the right<br />

to represent the Turkish people since it alone had won the victory<br />

for them. Since Britain and France had invited the Istanbul government<br />

alone to Lausanne, this could be done only by abolishing the<br />

Sultanate, and with it the entire state and administrative structure<br />

that went with it, thus making it essential that a Turkish Republic be<br />

established in its place.<br />

5) The fifth principal is a natural corollary of the fourth. <strong>Atatürk</strong><br />

introduced these and many other reforms during and after the<br />

War for Independence to solve problems that existed at that time. He<br />

abandoned the old Ottoman ways because Turkey after 1923 needed<br />

to repair what had been destroyed during the wars and to develop<br />

new ways of doing things so that it could play an important role in<br />

the modern world. He did not imitate the past when he introduced<br />

new things. And so he left this lesson, that Turkey in the twenty first<br />

century should most certainly accept the principles left by <strong>Atatürk</strong>,<br />

but it should make whatever changes are needed at the present time<br />

to solve present problems, not just to imitate the solutions that <strong>Atatürk</strong><br />

found to meet the problems that existed almost a century ago<br />

when he was president. If Mustafa Kemal was Prime Minister of<br />

Turkey today, he would not carry out the same policies he did in the<br />

1920’s because the problems that he was solving then were not the<br />

problems that he faced today. New problems require new solutions,<br />

inspired by the pragmatic and progressive approaches which were<br />

characteristic of the outstanding leadership provided to Turkey and<br />

the Turks by Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN<br />

TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE<br />

YÖNELİK TEHDİTLER<br />

Dr. Ali GÜLER *<br />

I. GİRİŞ<br />

Bilindiği gibi; tehdit algılamaları başta olmak üzere, ülkelerin<br />

askeri, politik, ekonomik ve sosyal değerleri millî güvenlik değerlendirmelerine<br />

esas teşkil etmektedir. Bütün bu değerler, küresel,<br />

bölgesel ve ulusal anlamda hayati derecede önem taşımaktadır. Günümüzdeki<br />

bazı gelişmeler incelendiği zaman, küresel bazı güçlerin<br />

(ABD, AB gibi) güvenlik algılamalarının, gelişmekte olan ülkelerin<br />

algılamaları ile aynı olmadığı, çoğu zaman da iki algılama arasında<br />

gelişmekte olan ülkeler aleyhine bir çatışmanın veya zafiyetin yaşandığı<br />

görülmektedir.<br />

Gelişmekte olan ülkelerin “güvenlik politikalarının, büyük ölçüde<br />

ithal malı tehdit algılamalarına dayandığını görmekteyiz. Bu tür<br />

yaklaşımların, ulusal çıkarlar ile çoğu kez ters düşmesine karşılık,<br />

uygulama zorunluluğu, bu ülkelere zarar verebilmektedir. Yaşadığımız<br />

çağda gelişmekte olan ülkeler, askerî yaptırımlardan çok politik,<br />

ekonomik ve sosyal yaptırımların tehdidi altında bulunmaktadır. Küresel<br />

ekonomik manipülasyonlar, ekonomik hassasiyetlerin istismarı,<br />

ülke içi etnik hassasiyetleri istismarı ve bu konuların siyasi dayatmalara<br />

dönüşmesi, bu ülkeler için en önemli tehdit algılamalarını<br />

oluşturmaktadır...” 1<br />

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, <strong>Atatürk</strong>’ün önderliğinde gerçek-<br />

* (E) Dr. Öğ. Alb., aliguler@lycos.com<br />

1 Y. Büyükanıt, SAREM Uluslararası Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik<br />

Sempozyumu (29-30 Mayıs 2003) “Açış Konuşması Metni”, s. 8.


512<br />

ALİ GÜLER<br />

leştirilen bir millî kurtuluş savaşı sonrasında, belli temel esaslar üzerinde<br />

kurulmuştur. “Merkezî-Millî (Üniter) Devlet”, “Tam Bağımsız<br />

Devlet”, “Millî Egemenliğe Dayalı (Demokratik-Laik) Devlet” özellikleri,<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarıdır. Bazı başka özelliklerle<br />

anayasalarımıza da yansıyan bu esaslar, <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce<br />

Sisteminin de özünü oluşturan temel değerlerdir. Şu halde, Türkiye<br />

Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini oluşturan <strong>Atatürk</strong>çü Düşünce<br />

Sistemi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaşatma ve yarınlara<br />

taşıma bilincini de ifade etmektedir.<br />

II. MERKEZÎ-MİLLİ (ÜNİTER) DEVLET<br />

Kamu Hukuku’na göre bir devlet ikisi kurucu, ikisi de hazırlayıcı<br />

dört unsur ile kurulmaktadır. Bunların birincisi toprak unsuru<br />

yani “ülke”dir. Bu sınırları belirlenmiş bir coğrafyadır. “Coğrafya”<br />

kanınızla sulanırsa, kültür değerlerinizle damgalanırsa “vatan”laşır.<br />

İkinci kurucu unsur, insan unsurudur. Bu da “millet’tir. Bu iki kurucu<br />

unsuru tamamlayanlar ise siyasi teşkilatlanma yani “hükûmet” ve<br />

“egemenlik” (iç ve dış) unsurlarıdır.<br />

Çağımızın devleti, modern devlet, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa,<br />

millî (üniter) devlettir. Diğer bir deyimle, günümüzde devletin<br />

insan unsuru millet adını alan topluluktur. Türkiye Cumhuriyeti,<br />

yerine kurulduğu Osmanlı Devleti gibi, çok milletli bir imparatorluk<br />

değildir. İnsan unsuru Türk Milleti’ne dayanan, tam anlamıyla millî<br />

bir devlettir. 2 Türk çoğunluğu topraklarını hedefleyen Misak-ı Millî<br />

sınırları üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu temel özelliği,<br />

Lozan Antlaşması’nda da milletlerarası hukuk bakımından da tescil<br />

edilmiştir. 3<br />

<strong>Atatürk</strong>çü Düşünce Sisteminin temel esaslarından biri olan millî<br />

devlet anlayışı, Fransız İhtilali’nden sonra gelişen evrensel-çağdaş<br />

değerlerden biri olduğu gibi, Millîyetçilik ilkesinin de tabii bir sonucudur.<br />

2 E. Özbudun, “<strong>Atatürk</strong> ve Devlet Hayatı”, <strong>Atatürk</strong> İlkeleri Ve İnkılap Tarihi,<br />

<strong>Atatürk</strong>çülük (<strong>Atatürk</strong>çü Düşünce Sistemi), YÖK. Yayınları, Ankara,<br />

1987, s. 35.<br />

3 A. Güler, Sevr’den Kopenhag’a Parçalanan Türkiye, Ankara, 2000, s. 9<br />

vd.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE<br />

YÖNELİK TEHDİTLER<br />

Merkezî-Millî Devlet özelliği, hem ülkenin, hem de milletin bölünmezliğini,<br />

birliğini ifade eder. Türkçe’nin resmî, devlet, eğitim<br />

ve yayın dili olması; hukukun tekliği; merkezi idare, kültürel ve siyasal<br />

bütünlük bunu tamamlar. Mevcut anayasamızın 3., 42. ve 66.<br />

Maddesi millî devlet olma esasını; 126 ve 127. Maddeler de Türkiye<br />

Cumhuriyeti Devleti’nin siyasi-coğrafı düzeninin merkezî devlet olduğu<br />

esasını getirmiştir.<br />

Bilindiği gibi, büyük bir kurtuluş mücadelesi sonrasında kurulan<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak uluslararası<br />

camiada tanınması Lozan Antlaşması ile olmuştur. Lozan’da oluşturulan<br />

hukuki-siyasi statüye göre Türkiye, sadece “Gayrimüslim<br />

azınlık” kavramı ile ifadesini bulan Rum, Ermeni ve Yahudileri<br />

“azınlık” olarak tanımıştır. Bunun dışında Türkiye Cumhuriyeti’ni<br />

kuran herkes devletin asli unsuru, “Türk Milleti”nin önemli bir parçasıdır.<br />

Hem devletin anayasal sistemi içinde, hem de devleti kuran<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yazı ve konuşmalarında açıkça belirtildiği gibi, “Türk<br />

Milleti” kavramı, sübjektif unsurlara dayanan, günümüzde Amerikan<br />

sosyolojisinin de kabul ettiği “etnik grup” tanımı ile aynı olan<br />

bir derinlikte ele alınmıştır. Yani Türk milleti, ortak tarih içinde yaratılan<br />

aynı kültürü paylaşan insan topluluğudur. Bu anlamda bakıldığı<br />

zaman, farklı menşelerden gelse ve farklı alt grup isimleri ile<br />

anılsa bile Türkiye’de yaşayan unsurlar ayrı ayrı “milletler” değil;<br />

Türk milletinin birer parçasıdırlar.<br />

Devletin insan unsurunu, milletin kimliğini tanımlaması bakımından<br />

66. Madde önemlidir: Türk Devletine vatandaşlık bağıyla<br />

bağlı olan herkes Türk’tür.<br />

Görüldüğü gibi Anayasa, insan unsurunu, milletin kimliğini<br />

“Türk” olarak tanımlamıştır ve bu tanımı yaparken de “vatandaşlık<br />

bağını” esas almıştır. Bazı bölücüler tarafından iddia edildiği<br />

gibi “ırk” veya “kan” bağını esas almamaktadır. Yani Anayasa’daki<br />

“Türk” kavramı bir “ırkı” değil, “vatandaşı” ifade etmektedir. Kaldı<br />

ki, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hem <strong>Atatürk</strong>’ün konuşmaları,<br />

hem de devletin yazılı belgeleri incelendiği zaman görülmektedir<br />

ki, “Türk” ve “Türklük” kavramı “kültürel” bir kavramdır, “ırka”<br />

veya “kana dayalı” bir kavaram değildir. Yani aynı kültürü paylaşan<br />

insanların tamamı “Türk” olarak, aynı “millet” olarak tanımlanmıştır.<br />

513


514<br />

ALİ GÜLER<br />

Bu sosyolojik yaklaşım, Anayasa’da da hukuki ifadesini bulmuştur.<br />

Nitekim, <strong>Atatürk</strong> 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Fakültesi’ni<br />

açarken yaptığı konuşmada, millî devletin insan unsuru için “öngörülen<br />

bağ”ı şu şekilde açıklamıştır: “Bugünkü devletimizin şekli,<br />

asırlardan beri gelen eski şekilleri bertaraf eden en gelişmiş tarz<br />

olmuştur. Milletin, varlığını devam ettirmek için fertleri arasında<br />

düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini<br />

değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağlılık yerine, TÜRK MİL-<br />

LİYETİ bağıyla fertlerini toplamıştır” 4<br />

Anayasa’nın 3. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti, ülkesi<br />

ve milletliyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir” ifadesindeki<br />

“Dili Türkçe’dir” sözleri devletin “resmi dilinin Türkçe olduğunu”<br />

belirlemektedir. Çünkü, 3. maddenin madde başlığı, “III. Devletin<br />

bütünlüğü, resmi dili, millî marşı ve başkenti” şeklindedir. Bilindiği<br />

gibi, Anayasa Hukuku’na göre, madde başlıkları da anayasanın lafzı<br />

ve ruhu içindedir.<br />

42. Madde ise eğitim ve öğretim dilini belirlemektedir:<br />

“Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk<br />

vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”<br />

Sosyoloji biliminin verilerine göre “ortak dil” bir milletin “ortak<br />

kültürü”nü oluşturan en önemli değerdir. Çünkü, hem kültür unsurları<br />

arasındaki iletişim ve etkileşim; hem de kültür değerlerinin bir<br />

sonraki kuşağa aktarılması dil ile olur. Dil aynı zamanda “millî kimliğin”<br />

en önemli göstergesidir. Ortak diliniz varsa, ortak kimliğiniz<br />

vardır. Tarihte dilini kaybeden milletler, bir süre sonra kültürlerini,<br />

sonuçta da millî kimliklerini kaybetmişlerdir.<br />

Türklüğün tarihi incelendiği zaman; Türk milletinin büyük badireler<br />

atlatmasına, Türkçe’nin zaman zaman dar boğazlara girmiş<br />

olmasına rağmen her şeyinin dili sayesinde yaşadığı görülmektedir<br />

ki, <strong>Atatürk</strong> de çeşitli konuşmalarında bunu vurgulamıştır. Mesela şu<br />

sözleri bu bakımdan önemlidir:<br />

“Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en<br />

zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için, her Türk dilini<br />

4 M. K. <strong>Atatürk</strong>, <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., Ankara, 1960, s.<br />

237.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE<br />

YÖNELİK TEHDİTLER<br />

sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti<br />

için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler<br />

içinde ahlâkının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin,<br />

kısacası bugün kendi millîyetini yapan her şeyin dili sayesinde<br />

muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir,<br />

zihnidir...”<br />

Yine <strong>Atatürk</strong>, Medeni Bilgiler isimli eserde Türk milletini oluşturan<br />

tabii ve tarihi olguları sıralarken “dil birliğini” temel bir unsur<br />

olarak saymıştır. Türkçe, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1300’den<br />

beri “resmi dili”; Cumhuriyetin başlangıcından beri de “eğitim-öğretim”,<br />

“medya (yazılı-sözlü)” dilidir.<br />

Hatta <strong>Atatürk</strong> “Türk Milleti” kavramını oluşturan ana esasın<br />

“Türkçe konuşmak” olduğunu ifade etmektedir. <strong>Atatürk</strong>, 17 Şubat<br />

1931’de Adana Türk Ocağı’nda yaptığı önemli bir konuşmada bununla<br />

ilgili olarak şunları söylemiştir:<br />

“Türk demek, dil demektir. Millîyetin çok açık vasıflarından biri<br />

dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve behemehal<br />

Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk toplumuna<br />

mensup olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. Halbuki<br />

Adana’da Türkçe konuşmayan 20 binden fazla vatandaş vardır. Eğer<br />

Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse, gençler ve siyasi, içtimai<br />

bütün Türk kuruluşları bu durum karşısında duygusuz kalırlarsa en<br />

aşağı yüzyıldan beri devam ede gelen bu durum daha yüzlerce yıl<br />

devam edebilir. Bunun neticesi ne olur? Herhangi bir felaket günümüzde<br />

bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek<br />

aleyhimizde hareket edebilirler” 5<br />

Görüldüğü gibi, <strong>Atatürk</strong> “Türkçe konuşmayı” “Türk milletinden<br />

olmak”ın adeta bir ön koşulu olarak ifade etmektedir ve farklı bir<br />

dilde konuşan vatandaşların var olduğunu (Arapça konuşanları kastetmektedir),<br />

buna göz yumulmaması gerektiğini belirtmektedir. Bu<br />

konuşma ile <strong>Atatürk</strong> aynı zamanda, adeta günümüzdeki gelişmeleri<br />

kestirerek; bu durumun başka devletler tarafından bölücülük noktasında<br />

kullanılabileceğini açıkça söylemektedir.<br />

5 Bu gezi ve konuşma hakkında bakınız: M. Önder, <strong>Atatürk</strong>’ün Yurt Gezileri,<br />

Ankara, 1998, s. 7-8. T. Toros, <strong>Atatürk</strong>’ün Adana Seyahatleri, Adana, 1939,<br />

s. 30. Cumhuriyet Gazetesi, 19 Şubat, 1931.<br />

515


516<br />

ALİ GÜLER<br />

AB, “kültürel haklar” bağlamında her etnik grubun (Türkiye için<br />

bu sayı 47 (?) olarak veriliyor) ana dilinde yayın (özel ve resmi televizyonlarda)<br />

ve eğitim hakkının tanınmasını talep etmektedir. Bu talebin<br />

gerçekleştirilmesi çok kısa sürede, olmayan yeni etnik gruplar,<br />

yeni azınlıklar yaratacak ve yukarıda değindiğimiz ve <strong>Atatürk</strong>’ün de<br />

açıkça belirttiği “Türk milletinin bölünmesi” kültürel anlamda gerçekleşmiş<br />

olacaktır.<br />

2002 İlerleme Raporu’nda, “Dernek Kurma, Barışçı Toplantı<br />

Hakkı, Sivil Toplum” başlığı altında “Eksiklikler ve Beklentiler”<br />

sayılırken ifade edilen, “Resmi yazışmalarda Türkçe dışında dil kullanılmamaktadır”<br />

eleştirisinden açıkça anlaşılmaktadır ki; önümüzdeki<br />

yıllarda, yani bu sürecin sonucunda Türkçe’nin resmi devlet dili<br />

olmasından vazgeçmemiz talebi ile karşılaşacağız.<br />

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, merkezî-millî devlettir. Burada<br />

merkezîlik özelliğinin vurgulanmasının nedeni, federal devletin de<br />

millî devlet olabileceği gerçeğidir. Bilindiği gibi, bir çok federal<br />

devlet millî devlet olabilmektedir. ABD, İsviçre modern millî devletlerdir,<br />

ancak siyasi yapıları federal yapımdır. Bu yönü ile millî<br />

devlet yapısı, imparatorluk devlet yapısını ve ümmetçi devlet yapısını<br />

reddetmektedir. 6<br />

III. TAM BAĞIMSIZ DEVLET<br />

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti gibi siyasal ve ekonomik<br />

bakımdan yarı bağımlı bir devletin enkazı üzerinde kurulmuş<br />

ve yükselmiştir. Bu nedenle tam bağımsızlık, <strong>Atatürk</strong>’ün baştan beri<br />

üzerinde en çok durduğu bir temel esas olarak hayata geçirilmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün tam bağımsızlık konusundaki en veciz sözleri, Nutuk’un<br />

hafızalarımıza işlemiş olan şu satırlarında yer almaktadır:<br />

‘‘Esas, Türk milletinin haysiyetli bir millet olarak yaşamasıdır.<br />

Bu esas ancak tam bağımsızlıkla temin olunabilir. Ne kadar zengin<br />

ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet medeni<br />

insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye<br />

layık olamaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğu ve kollayıcılığını<br />

6 Z. Hafızoğulları, Laiklik, İnanç, Düşünce ve İfade Hürriyeti, Ankara, 1997,<br />

s. 155.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE<br />

YÖNELİK TEHDİTLER<br />

kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, aciz ve beceriksizliği<br />

itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu duruma düşmemiş<br />

olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla<br />

ihtimal verilemez. Halbuki Türk’ün haysiyeti ve izzet-i nefsi ve kabiliyeti<br />

çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa<br />

mahvolsun evladır! Binaenaleyh, ya istiklal ya ölüm!'' 7<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre bağımsızlık, biçimsel ve sözde bir bağımsızlık<br />

değil, her alanda tam ve gerçek bir bağımsızlıktır. Nitekim, Haziran<br />

1921’de Fransız temsilcisi Franklin Bouillon’a şunları söylemiştir:<br />

“Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli,<br />

askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik<br />

demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan<br />

yoksunluk, millet ve memleketin, gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından<br />

yoksunluğu demektir.” 8<br />

<strong>Atatürk</strong> bağımsızlık konusunda özellikle mali bağımsızlıkla, dikkat<br />

çekmiş ve bunun önemini vurgulamıştır. 1 Mart 1922’de Büyük<br />

Millet Meclisi’nin üçüncü toplantı yılını açarken bu konuda şunları<br />

söylemiştir: “Bugünkü savaşmalarımızın gayesi tam bağımsızlıktır.<br />

Bağımsızlığın bütünlüğü ise ancak mali bağımsızlıkla mümkündür.<br />

Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca, o devletin bütün<br />

hayat kollarında bağımsızlık felce uğramıştır. Çünkü her devlet organı<br />

ancak maliye kuvveti ile yaşar. Mali bağımsızlığın korunması<br />

için ilk şart, bütçenin ekonomik bünye ile orantılı ve denk olmasıdır.<br />

Dolayısıyla, devlet bünyesini yaşatmak için dışarıya başvurmaksızın<br />

memleketin gelir kaynaklarıyla idareyi temin çare ve tedbirini bulmak<br />

lazım ve mümkündür” 9<br />

Şüphesizdir ki, <strong>Atatürk</strong>’ün tam bağımsızlık anlayışı, yabancı<br />

düşmanlığı veya dış ilişkilerde yalnızcılık politikası anlamına gelmez.<br />

Daha Sivas Kongresi kararlarından başlayarak diğer milletlerle<br />

bilimsel, ekonomik ve teknolojik ilişki ve işbirliğini dikkate alan<br />

<strong>Atatürk</strong>, bu konuda şunları söylemektedir: “Türkiye’nin istiklali her<br />

sahada kamilen tasdik olunmak şartıyla kapılarımız bütün yaban-<br />

7 E. Özbudun, “<strong>Atatürk</strong> ve Devlet Hayatı”, s. 38.<br />

8 E. Özbudun, “<strong>Atatürk</strong> ve Devlet Hayatı”, s. 39.<br />

9 M. K. <strong>Atatürk</strong>, <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, C: I., Ankara, 1959, s. 228-<br />

229.<br />

517


518<br />

ALİ GÜLER<br />

cılara genişçe açık kalacaktır.” “Biz yabancılara karşı herhangi<br />

hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimi ilişkilerde bulunmak<br />

arzusundayız. Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır...<br />

Maksadımız yeniden yakınlaşmak, bizi başka milletlere bağlayan<br />

bağları arttırmaktır. Memleketler çeşitlidir, fakat medeniyet birdir<br />

ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegane medeniyete katılması<br />

lazımdır” 10<br />

IV. MİLLİ EGEMENLİĞE DAYALI (DEMOKRATİK-LAİK)<br />

DEVLET<br />

<strong>Atatürk</strong>çü Düşünce Sisteminin temellerini oluşturan üçüncü ana<br />

ilke, millî egemenliktir. Millî egemenlik, devlet içinde en üstün buyurma<br />

kudreti olan egemenliğin, millete ait olduğunu ifade eder. Bu<br />

anlamda millî egemenlik, kişi ve zümre egemenliği ile, yani monarşik,<br />

oligarşik veya dini (teokratik) yönetim biçimleri ile kesinlikle<br />

bağdaşmaz. 11<br />

Tıpkı tam bağımsızlık ilkesi gibi millî egemenlik de, <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Millî Mücadelenin ilk günlerinden beri açıkça ortaya koyduğu, ısrarla<br />

vurguladığı bir ilkedir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde,<br />

irade-i millîye olarak ifade edilen bu ilke; 28 Aralık 1919’da Heyet-i<br />

Temsiliye’nin Ankara’ya gelişinden bir gün sonra <strong>Atatürk</strong> tarafından<br />

şu şekilde ortaya konulmuştur: “Bir millet, varlığı ve hakları için<br />

bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alâkadar olmazsa,<br />

bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin<br />

etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz... Bu sebeple<br />

teşkilatımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin egemen<br />

olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız<br />

bir egemenlik tanırlar: Millî egemenlik...” 12<br />

<strong>Atatürk</strong>, Millî Mücadelenin başlangıcından, kendisinin hayata<br />

veda ettiği ana kadar, her fırsatta millî egemenliği Türk toplumuna<br />

benimsetmeye çalışmış, her zaman kişisel yönetimin sakıncalarıyla<br />

millî egemenliğin üstünlüklerini çarpıcı şekilde karşılaştırmıştır.<br />

10 M. K. <strong>Atatürk</strong>, <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev Ve Demeçleri, C: III., Ankara, 1961, s.<br />

48-9, 65, 67-68.<br />

11 E. Özbudun, “<strong>Atatürk</strong> ve Devlet Hayatı”, s. 40-41.<br />

12 M. K. <strong>Atatürk</strong>, <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., Ankara, 1960, s. 11.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE<br />

YÖNELİK TEHDİTLER<br />

Çağdaş bir topluma ve çağdaş bir devlete yakışan yönetim şeklinin,<br />

millî egemenlik esasına dayanan sistem olduğunu çok iyi bilen <strong>Atatürk</strong>;<br />

TBMM’nin açılması, Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin<br />

ilanı, Halifeliğin kaldırılması ve diğer bazı temel yapısal değişim ve<br />

dönüşüm hareketleri (inkılaplar) ile hep millî egemenliği yerleştirme<br />

gayreti içinde olmuştur.<br />

<strong>Atatürk</strong>çü Düşünce Sisteminde millî egemenlik esası, demokratik-laik<br />

devleti gerçekleştirme amacının temel bir parçası olarak<br />

değerlendirilmiştir. Bu esas aynı zamanda Cumhuriyetçilik,<br />

Millîyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerini de besleyen önemli bir<br />

ilkedir.<br />

Egemenliğin kaynağı olarak millet iradesi yani hukuki anlamda<br />

beşeri irade kabul edildiği ve bunun sonucu olarak millî egemenlik<br />

hayata geçirildiği zaman, laik devlet düzeninin oluşturulması için ilk<br />

adım da atılmış olmaktadır. Çünkü, iktidarın kaynağı ilahidir dendiğinde,<br />

bundan teokratik/skolastik düşünce sistemleri, dolayısıyla<br />

teokratik hukuk/devlet/toplum yapıları; iktidarın kaynağı beşeridir<br />

dendiğinde, bundan, ilahinin karşıtı laik düşünce sistemleri, dolayısıyla<br />

laik hukuk/devlet/toplum yapıları çıkmaktadır.<br />

Millî irade veya millî egemenlik düşüncesinin sonucu olarak,<br />

laik toplum/hukuk/devlet düzenine geçişte, bir yandan teokratik<br />

toplum/hukuk/devlet düzenine ait ümmet fikri yerini millet fikrine<br />

bırakırken, öte yandan kul/tebaa fikri, yerini insan/vatandaş fikrine<br />

bırakmıştır. Böylece, bugün hararetle savunulan ve uluslararası sözleşmelerle<br />

korunması, geliştirilmesi devlete temel bir yükümlülük<br />

olarak yüklenen insan hakları düşüncesinin temelleri bu düşüncelerle<br />

atılmış olmaktadır. Günümüzde, gerçekten, insan hakları ancak<br />

laik-demokratik bir toplum/hukuk/devlet düzeninde söz konusu olabilmektedir.<br />

13<br />

V. SONUÇ<br />

Bazı küresel aktörlerin politikaları analiz edildiğinde Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin; millî güvenlik unsurlarını da oluşturan bu temel<br />

13 Z. Hafızoğulları, Laiklik, İnanç, Düşünce Ve İfade Hürriyeti, s. 34 vd.<br />

519


520<br />

ALİ GÜLER<br />

esaslarının bozulması veya değiştirilmesi tehdidi ile karşı karşıya<br />

kaldığı görülmektedir. Yani Türkiye, Merkezî-Millî (Üniter) Devlet,<br />

Tam Bağımsız Devlet, Millî Egemenliğe Dayalı (Demokratik-Laik)<br />

Devlet özellikleri ile tehdit altındadır.<br />

Türkiye’nin bir medeniyet ve çağdaşlaşma tercihi olduğu sık<br />

sık ifade edilen Avrupa Birliği üyeliğini de bu çerçeve içinde değerlendirmek<br />

gerekir. Karşılıklı bir müzakere sürecini ifade eden<br />

Türkiye-AB ilişkilerinde Türkiye bakımından önem taşıyan konu,<br />

müzakerelerin iki egemen güç arasında ve eşit şartlarda cereyan edip<br />

etmediğidir. Bu bağlamda önem taşıyan bir diğer konu da Türkiye’ye<br />

önerilen şartların ve bu şartları yerine getirmek için Türkiye’nin atacağı<br />

adımların, Türkiye’nin millî güvenlik çıkarları bakımından ne<br />

sonuçlar doğuracağıdır. İstenilenler Türkiye Cumhuriyeti’nin temel<br />

esasları ile ne derecede örtüşmektedir? Atılan ve atılacak adımlar,<br />

yapılan düzenlemeler temel esasları güçlendirecek midir? Zayıflatacak<br />

mıdır? Bu soruların cevaplandırılabilmesi şüphesizdir ki;<br />

AB’nin şartları ve Türkiye’den beklentilerinin neler olduğunun analizine<br />

bağlıdır.<br />

AB’nin Türkiye’den beklentilerinin esaslarını göstermesi bakımından<br />

Hollandalı Hıristiyan Demokrat Grup üyesi Parlamenter<br />

Arie M. Oostlander tarafından hazırlanan yıllık Türkiye Raporu<br />

(2003 İlerleme Raporu) taslağında yer alan ve Türkiye Cumhuriyeti<br />

Devleti’nin “temel esasları’nı sorgulayan bir bölüm önemlidir. Bu<br />

rapor taslağı Hollandalı Parlamenter tarafından 12 Mart 2003 tarihinde<br />

AB Dışişleri, İnsan Hakları, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası<br />

Komitesi’ne sunulmuştur. Komitede rapora ilişkin ilk görüşmeler<br />

25 Mart 2003’de başlamıştır. Tüm değişiklik önerilerinin 9<br />

Nisan 2003 tarihine kadar tamamlanmış ve Rapor’un 29 Nisan’da<br />

son kez gözden geçirildikten sonra biraz “yumuşatılarak” 5 Kasım<br />

2003’te yayınlanmıştır. Taslak Rapor’da şunlar söyleniyor:<br />

“Kemalist fikirlere dayanan bir devletin, Avrupa Birliği’nin kabul<br />

ettiği ve desteklediği siyasi değerleri benimseyerek, Birliğe üye<br />

olabilmesi uzun soluklu bir iştir. Türkiye öncelikli olarak bir devlet<br />

reformu gerçekleştirmesi gerektiğine ikna olmalıdır. Kemalizm<br />

Türk devletinin bütünlüğü doğrultusunda Türk kültürünün homojenliği,<br />

silahlı kuvvetlerin gücü ve dine karşı çok sert bir tutum olarak


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE<br />

YÖNELİK TEHDİTLER<br />

kendini göstermektedir. Bu yaklaşım AB üyeliği önünde de bir engel<br />

olarak görülmektedir.<br />

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin son on beş yılda devlet üzerindeki<br />

gücü bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek ağırlıktadır. Millî Güvenlik<br />

Kurulu askerlerin siyasi gücünü temsil etmektedir. Bu yapının<br />

ortadan kaldırılması gerekli olmakla birlikte, bu konuda bir direnç<br />

olacağı da bilinmektedir. Savunma bütçesi ile devletin bütçesinin<br />

ayrı oluşu önemli bir sorundur. Genel bütçenin bir kalemi olması<br />

gereken savunma bütçesi Meclis tarafından kontrol edilmelidir. Askeri<br />

temsilcilerin YÖK ve RTÜK gibi kurumlarda yer almasına son<br />

verilmelidir.<br />

Türkiye ‘de yükselen kökten dincilik ve ayrılıkçılıktan duyulan<br />

korku nedeniyle dine karşı katı bir tutum söz konusudur. Hükûmet bu<br />

tutumu yumuşatmak, antidemokratik reaksiyonlara sebep olan sert<br />

seküler uygulamaları bırakmalıdır.”<br />

Görüldüğü gibi; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin (araştırmanın<br />

başında genel olarak ortaya konulan) merkezi-millî (üniter), tam bağımsız,<br />

ve millî egemenliğe (demokratik, laik) dayalı temel esaslarının,<br />

AB üyeliği için engel olduğu söylenmektedir. Hiçbir tarihi,<br />

sosyal ve kültürel değer dikkate alınmadan millî devlet anlayışı,<br />

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devlet içindeki yeri ve nihayet laik devlet<br />

yapısı sorgulanmaktadır. Türkiye’nin uzun yıllar mücadele etmek<br />

zorunda bırakıldığı etnik ve dinsel terör hiç dikkate alınmadan “Türkiye<br />

‘de yükselen kökten dincilik ve ayrılıkçılıktan duyulan korku”<br />

(?) dan bahsedilmektedir. Bu noktada sorulması gereken soru şudur:<br />

“AB acaba; Türkiye’nin federal, yarı bağımlı, nispeten demokrasiye<br />

dayalı bir İslam Cumhuriyeti olmasını mı istemektedir?”<br />

521


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR<br />

IMPACT ON THE MUSLIM WORLD<br />

M. Naeem Qureshi*<br />

<strong>Atatürk</strong>’s crowning achievement was the creation of a sovereign<br />

unitary nation-state out of the devastation and confusion caused by<br />

the World War I. 1 His success looks even more astounding because<br />

he accomplished his objective despite enormous difficulties within<br />

one decade. By the time he died in November 1938, the country had<br />

been transformed from a multi-ethnic traditional dispensation into<br />

a tidy ‘state of the people’ through Kemalism—Turkey’s pragmatic<br />

approach to secular modernization. In the present paper, I propose<br />

to examine the broad contours of <strong>Atatürk</strong>’s reforms and trace their<br />

impact on the Muslim world.<br />

Reform was not new to Turkey. The enthusiasts of the Turkish<br />

‘Historical Thesis’ would though like to stretch its roots back to a<br />

much earlier period, 2 a more plausible starting point seems to be<br />

the tanzimat period (1839-76) with its moorings in the fifteenth<br />

and sixteenth centuries. 3 Usually, external factors are highlighted to<br />

explain the modernization of the Ottoman state 4 but Kemal Karpat<br />

* Formerly of Quaid-i-Azam University, Islamabad<br />

1 M. Naeem Qureshi, ‘The Kemalist Model of State and Ayub Khan’s Reforms<br />

in Pakistan’ in <strong>Atatürk</strong> 4. Uluslararasi Kongresi, ii (Ankara, 2001), 1089-<br />

99.<br />

2 The hypothesis is that when the Turks of the old migrated from their homelands<br />

in Central Asia to the regions in the east, south and west, they brought civilization<br />

to those settlements. See Ercumend Kuran, ‘The Reforms of <strong>Atatürk</strong>’, in<br />

Sencer Tongue (ed.), The Reforms of <strong>Atatürk</strong> (Istanbul, n.d.), 9.<br />

3 Halil İnalcik, ‘<strong>Atatürk</strong> and the Modernisation of Turkey’, in Azmi Süslü (ed.),<br />

A Handbook of Kemalist Thought (Ankara, 2001), 152 ff.<br />

4 See, for instance, Mim Kemal Oke, ‘Turkish Decision for Secularization and


524<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

finds ‘internal’ stimuli more important than the ‘outside’ influences. 5<br />

Out of this intricate mesh emerged patterns of social stratification<br />

that led to ideas eventually symbolized in the writings of intellectuals<br />

like Namik Kemal, Tevfik Fikret, Ahmet Mithat, Halit Ziya, and<br />

others. They gave a new meaning to the concept of the vatan<br />

(fatherland) that helped to create a new form of identity and a new<br />

political culture. 6 These ideas later seeped into the writings of Ziya<br />

Gökalp and, as with the thinkers of the tanzimat and the meşrutiyet<br />

eras, provided the intellectual stimulus to nationalist revolution,<br />

especially in ‘de-Arabising’ Islam in Turkey. 7 Likewise, Mustafa<br />

Kemal is believed to have been inspired by Abdullah Cevdet in his<br />

drive towards westernization, by Celal Nuri Heri in his reform of the<br />

alphabet, and by Hakki Kiliçoglu in reform of women’s rights. 8 In<br />

addition, there was the impact of a sense of history which Mustafa<br />

Kemal developed from his appraisal of the works of both the Turkish<br />

and foreign historians and philosophers. 9 Enver Ziya Karal counts at<br />

least four European thinkers whose works interested Mustafa Kemal<br />

the most: Jean-Jacques Rousseau, Emile Durkheim, Auguste Mignet<br />

and, more particularly, August Compte. 10 Kemal’s collaborators,<br />

particularly among the military officers, also evinced strong<br />

ideological and intellectual tendencies with secular-nationalist and<br />

etatist preferences. 11<br />

Whatever the intellectual-philosophical basis of Kemalism<br />

the Question of Muslim Unity’, in Rashid Ahmad (Jullundhri) and Muhammad<br />

Afzal Qarshi (eds.), Islam in South Asia (Lahore, 1995), 315.<br />

5 Kemal H. Karpat, ‘The Transformation of the Ottoman State, 1789-1908’, in<br />

id., Studies on Ottoman Social and Political History (Leiden, 2002), 27-<br />

74. Also see Ali Kazancigil and Ergun Ozbudun, ‘Introduction’, id., (eds.),<br />

<strong>Atatürk</strong>: Founder of a Modern State (London, 1981), 2-3.<br />

6 Karpat, ‘The Transformation of the Ottoman State, 1789-1908’, 48-54; and<br />

Kenneth Cragg, Counsels in Contemporary Islam (Edinburgh, 1965), 145.<br />

7 Kuran, ‘The Reforms of <strong>Atatürk</strong>’, 11-12.<br />

8 Ibid., 12.<br />

9 He described histpry as the ‘defining science’. See Azmi Siislii, ‘ <strong>Atatürk</strong> and<br />

History’, in id. (ed.), A Handbook of Kemalist Thought, esp. 169-76.<br />

10 Enver Ziya Karal, ‘The Principles of Kemalism’, in Kazancigil and Ozbudun,<br />

(eds.), <strong>Atatürk</strong>, 13-14.<br />

11 S. N. Eisenstadt, ‘The Kemalist Regime and Modernization: Some Comparative<br />

and Analytical Remarks’, in Jacob M. Landau (ed.), <strong>Atatürk</strong> and the<br />

Modernization of Turkey (Boulder & Leiden, 1984), 14.


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM WORLD 525<br />

(<strong>Atatürk</strong>çülük), evidently it grew out of Mustafa Kemal’s<br />

declarations and actions and was not the result of any philosophicaldogmatic<br />

system. Indeed, İsmet Giritli considers Kemalism as ‘a<br />

flexible amalgam of secularism, realism, empirical rationalism, and<br />

nationalism’ as against the ‘rigid ideologies’ such as Marxism and<br />

National Socialism. 12 Its objective was geared to ensuring that the<br />

Turkish society changed structurally towards a modern, civilized<br />

society. 13 However, the Kemalist inkilap did not advocate a sudden<br />

and total break with the Ottoman past; rather its aim was to radicalize<br />

the culmination of that process which had been taking place for over a<br />

century. 14 The fundamentals of Kemalism (announced in a manifesto<br />

in April 1931) lay stress on six principles: (i) republicanism, which<br />

incorporated the concept of national sovereignty that Kemal had<br />

absorbed from his younger days; (ii) nationalism, which was aroused<br />

partly by the writings on the subject but mostly by the tribulations<br />

of the state and found a renewed expression in Turkey’s redefined<br />

boundaries as a sociological-psychological concept disavowing<br />

discrimination of race or religion; (in) populism, which centred on<br />

the ‘people’ as a source of democratic rights and favoured liberal<br />

political democracy in the sense of the people being in the ultimate<br />

control of the state; (iv) etatism, which visualized state participation<br />

in vital sectors of a mixed economy aiming at definite and measurable<br />

targets and results through a comprehensive and systematic strategy;<br />

(v) laicism/laiklik, which meant freedom of mind along with<br />

separation of religion from the state without subscribing to atheism;<br />

and, lastly, (vi) revolutionism, which underscored the other five<br />

principles. 15 These edicts were fully guaranteed in the republican<br />

12 İsmet Giritli, ‘Kemalism as an Ideology of Modernization’, in Landau (ed.),<br />

<strong>Atatürk</strong> and the Modernization of Turkey, 251; and id., ‘The Superiority<br />

of the Kemalist Ideology over Dogmatic Ideologies’, in Siislii (ed.), A Handbook<br />

of Kemalist Thought, 126.<br />

13 Sulhi Donmezer, ‘<strong>Atatürk</strong>’s Revolution and Social Change’, in ibid., 6.<br />

14 Ali Kazancigil and Ergun Ozbudun, ‘Introduction’, id., (eds.), <strong>Atatürk</strong>, 2-3;<br />

Ali Kazancigil, ‘The Ottoman-Turkish state and Kemalism’, ibid., 37 ff; and<br />

Paul Dumont, ‘The Origins of Kemalist Ideology’, in Landau (ed.), <strong>Atatürk</strong><br />

and the Modernization of Turkey, 35.<br />

15 See Enver Ziya Karal, ‘The Principles of Kemalism’, in Kazancigil and<br />

Ozbudun, (eds.), <strong>Atatürk</strong>, esp. 16-23; and several contributions on Kemalism


526<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

constitution and formed the essence of the Turkish revolution.<br />

Mustafa Kemal had started implementing his reforms the moment<br />

he felt he was in a position to do so. At every step the opposition<br />

put up a stiff resistance but was either brushed aside or cowed or<br />

simply won over. Employing prestige and charisma that he had come<br />

to acquire since his bold stand against the Allies, Mustafa Kemal<br />

moved resolutely and took a series of calculated but bold steps to<br />

overhaul the entire state structure. Technically, the first step in that<br />

direction was the law of November 1922 that separated the ‘church’<br />

and the state. And though the Mama never swallowed the decision<br />

the law was not at all inconsistent with the age-old Ottoman practice<br />

of indulging in ‘extra-SerT procedures. 16 The logical next step that<br />

confirmed this disconnection was the abolition of the caliphate in<br />

March 1924. To cut down the power of the ‘ecclesiastics’ (comprising<br />

both the ulama and the sufis) comprehensively, he nudged the Grand<br />

National Assembly into passing the Law of Educational Unity that<br />

closed down the medrese and opened the doors for the teaching of<br />

western curricula in schools. Next to go were the ministry of Şeriat<br />

and the office of the Şeyhul-Islam, as also the şeriat courts. These<br />

laws were meant to prevent the misuse of religion as a political tool<br />

and the 1924 constitution saw to it that the freedom of thought and<br />

action were fully guaranteeing. 17 In September 1925, the derviş<br />

orders, intertwined with sufism, were abolished and visits to the<br />

tekkes forbidden. Then in phased strokes religion was made a matter<br />

of individual conscience: first, by striking out from the constitution<br />

by Sulhi Donmezer, Hamza Eroglu, Turhan Feyzioglu, Yiicel Ozkaya, Mustafa<br />

Aysan, Ethem Ruhi Figlali, İsmet Giritli, Ergun Ozbudun, Halil Inalcik, Azmi<br />

Siislii, Zeynep Korkmaz, Yahya Akyuz, Bekir Tiinay, Emel Dogramaci, Ilker<br />

Alp, Mehmet Gonlubol and Omer Ktirkctioglu, in Siislii (ed.), A Handbook<br />

of Kemalist Thought, passim.<br />

16 Serif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought: A Study in the<br />

Modernization of Turkish Political Ideas (Syracuse, 2000), 103.<br />

17 See clauses 70, 75 and 80 in the light of MustAfa Kemal’s pronouncement that:<br />

‘Religion is a matter of conscience. Everyone is at liberty to act in accordance<br />

with their conscience. We respect religion. We are not opposed to thought and<br />

reflection...’ quoted in Ethem Ruhi Figlali, ‘<strong>Atatürk</strong>, Religion and Laicism’, in<br />

Süslü (ed.), A Handbook of Kemalist Thought, esp. 115-16, citing Sadi<br />

Borak, <strong>Atatürk</strong> ve Din (Istanbul, 1962), 57.


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM WORLD 527<br />

the clause that proclaimed Islam as the state religion (April 1925)<br />

and then by removing it altogether (April 1928). Finally, the Turkish<br />

state was described as secular and sovereignty was vested in the<br />

name of the people (February 1937). But this did not imply a shift<br />

towards atheism; it was only an attempt to keep religion and the state<br />

apart as the religious orders had continued to show open defiance. 18<br />

The social reforms, on the other hand, were intended to break the<br />

age-old taboos and make Turkey ‘an integral part of the Western<br />

civilization’. 19 The veil and the red fez were banned and all civil<br />

servants were asked to wear western clothes and hats. In 1926, the<br />

Swiss Civil Code was adapted to Turkish needs to preclude unilateral<br />

divorces and check polygamy. The Islamic calendar gave way to<br />

the Gregorian calendar. 20 The same year, the Perso-Arabic script<br />

was abandoned in favour of the Latin script. 21 Other legal reforms<br />

included the adoption of a penal code modelled on Italian laws and<br />

a business code was copied from Germany. 22 In 1932, the azan was<br />

rendered into Turkish and in 1934 the law of surnames was passed.<br />

A year later, Friday ceased to be a holiday and the weekend shifted<br />

to Saturday-Sunday. 23 And though state grants and waqfa were<br />

still utilized for the upkeep of religious infrastructure Turkey was<br />

thoroughly westernised, which epitomized in the declaration that<br />

Turks were Westerners (1934). The men who controlled Turkey’s<br />

destiny were committed nationalists and yet they chose to fashion the<br />

Turkish society in the European cultural matrix. More importantly,<br />

the reforms incorporated not just the West’s worldview but also its<br />

18 A series of events, such as the Seyh Sait rebellion, the Menemen incident and<br />

the opposition’s role generally, had prompted the action against them. See<br />

ibid., 117-18.<br />

19 M. R. Feroze, Islam and Secularism in Post-Kemalist Turkey (Islamabad,<br />

1976), 86.<br />

20 Ibid., 87. On secularism also see Alisabeth Ozdalga, The Veiling Issue, Officials<br />

Secularism and Popular Islam in Modern Turkey (Richmond, 1998),<br />

esp., 17-31.<br />

21 Ibid., 88.<br />

22 Vamik D. Volkan and Norman Itzkowitz, The Immortal <strong>Atatürk</strong> (Chicago,<br />

1984), 258.<br />

23 Feroze, Islam and Secularism in Post-Kemalist Turkey, 90-1.


528<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

symbols and values. 24 All this points to Mustafa Kemal’s absolute<br />

realism and excellent sense of timing. 25<br />

Several trends are discernible in Mustafa Kemal’s movement<br />

for reform. First, he never attacked Islam directly; his tirades were<br />

reserved for the ‘ecclesiastics’ whose power he was able eventually<br />

to smash. 26 In fact, at times he would stand up to argue his case<br />

in sermons at Friday prayers and invariably surprised his audience<br />

with his ‘astounding knowledge of the Qur’an’. 27 The idea behind<br />

Kemal’s experiments was not to Turkify Islam for the sake of<br />

Turkish nationalism but rather to initiate religious enlightenment and<br />

freedom. 28 The break with the traditional conception of a politicoreligious<br />

state, suggests Fazlur Rahman, was not a secular but a<br />

‘quasi-secular’ measure because Islam continued to be the term of<br />

reference in Turkey. 29 As such, it would be wrong to conclude, as<br />

some do, that Mustafa Kemal had practically ‘carried his Turkism<br />

into irreligion’. 30 Secondly, his approach was practical rather than<br />

doctrinaire and was born of Turkey’s practical needs. For instance,<br />

the state control was not the outcome of any socialist or fascist theory<br />

24 Inalcik, ‘<strong>Atatürk</strong> and the Modernisation of Turkey’, 154.<br />

25 Jacob M. Landau, ‘<strong>Atatürk</strong>’s Achievement: Some Considerations’, in id. (ed.),<br />

<strong>Atatürk</strong> and the Modernization of Turkey, xi.<br />

26 ‘Religion is a necessary institution’, he said in 1930. ‘There is no possibility<br />

for a nation to carry on without religion. There is one point, though, and that<br />

is the tie between Allah and slave. The religious intervention of the fanatical<br />

Islamists should not be allowed. Those who procure material benefits from<br />

religion are detestable. Thus, we are against the situation and we do not allow<br />

it...’ See Figlali, ‘<strong>Atatürk</strong>, Religion and Laicism’, esp. 112-13, citing Kiliç Ali,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Hususiyetleri (Ankara, 1930), 116.<br />

27 Detlev H. Khalid, ‘A Study of <strong>Atatürk</strong>’s Laicism in the Light of Muslim<br />

History’, in Tongue (ed.), TheReforms of <strong>Atatürk</strong>, 61; and Figlali,<br />

‘<strong>Atatürk</strong>, Religion and Laicism’, 109-10. Dunkwart Rustow provides<br />

evidence of ‘strongly religious tinge’ in the early stages of the Kemalist<br />

movement. See his ‘Politics and Islam in Turkey, 1920-1955’, in Richard N.<br />

Frye (ed.), Islam and the West (The Hague, 1957), 71-3.<br />

28 Niyazi Berkes, The Development of Secularism in Turkey (Montreal, 1964),<br />

484.<br />

29 See F. Rahman, ‘Internal Religious Developments in the Present Century<br />

Islam’, Journal of World History, 2/1 (1954), 876.<br />

30 Keneeth Cragg definitely believes that he did. See his Counsels in Contem-<br />

porary Islam, 147.


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM WORLD 529<br />

but simply a product of modernism. Thirdly, it is argued, his reforms<br />

were brought about not just by force but also by means of persuasion.<br />

Invariably, the legislation would follow an elaborate exercise in<br />

winning public support. Fourthly, he arrived at a decision through<br />

a process of trial and error and if he felt that his edicts had been<br />

outstretched, as in 1935 over the language reform, he would call a<br />

halt and advise moderation. Lastly, his reforms were not a continuous<br />

revolutionary movement but the result of the rapidly changing times<br />

between 1923 and 1930. The subsequent period was spent mostly<br />

in perfecting the system through a positivist-radical approach,<br />

especially in economic and cultural matters. 31 Mustafa Kemal’s<br />

reforms succeeded largely because they were sound intrinsically and<br />

had the stamp of his popularity that rested on his defence of the<br />

Turkish soil ‘inch-by-inch’. 32 Besides, the government over which<br />

he presided was strong, efficient and popular. And, whatever the<br />

purists in revolutionary theory might say the reforms did bring about<br />

a fundamental and lasting change in Turkey. 33<br />

The impact of the Kemalist revolution beyond republican<br />

Turkey must be measured cautiously because the ‘Muslim world’ in<br />

the 1920s and 1930s was a misnomer for the ramshackle collection<br />

of communities and countries that had survived the western<br />

imperial spoliation. The Arabs, for instance, had chosen to break<br />

free from the Ottoman connection but ended up under the British<br />

and French tutelage. Thus Palestine, Transjordan and Iraq went<br />

to the British as mandated territories in addition to its control of<br />

Egypt while Lebanon and Syria were assigned to the French on top<br />

of its suzerainty over Algeria, Morocco and Tunisia. Later, most of<br />

Palestine was handed over to the Jews as blood money for their illtreatment<br />

at the hands of Christian Europe, creating perpetual rifts<br />

among the Arabs and the Zionists. Only the Hashamite Hedjaz had<br />

been left ‘independent’ soon to be replaced by the ultra-conservative<br />

31 Kuran, ‘The Reforms of <strong>Atatürk</strong>’, 10-11; and T. B. Miller, ‘Turkey’, in M.<br />

Ayoob, The Politics ofIslamic Reassertion (London, 1981), 81-94.<br />

32 Kuran, ‘The Reforms of <strong>Atatürk</strong>’, 10-11; and T. B. Miller, ‘Turkey’, in M.<br />

Ayoob, The Politics ofIslamic Reassertion (London, 1981), 81-94.<br />

33 Diana Spearman & M. Nairn Turfan, ‘The Turkish Language Reform’, History<br />

Today (1979), 29/2, 89.


530<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

Nejdis. The Gulf ‘states’ did not count whereas the Central Asia,<br />

having been devoured by Soviet Russia, had virtually moved out of<br />

the Islamic orbit. In the Far East, the Indonesians were having a taste<br />

of the Dutch imperialism while Malaya was a British colony. India,<br />

too, was under the British and though its Muslims had supported<br />

the Turks with the massive Khilafat movement (1918-24) times had<br />

changed. Only the intellectuals and idealists among the Indians now<br />

supported Mustafa Kemal and his reforms. The pan-Islamists had<br />

become largely wary of the Turkish nationalists for discarding the<br />

caliphate. Technically, therefore, only the neighbouring Iran and<br />

Afghanistan were the two ‘independent’ Muslim countries where<br />

reform, particularly the Kemalist version, found an appreciative nod<br />

from the ruling elite. Elsewhere the reaction was mixed.<br />

The most ardent devotee of Mustafa Kemal was King Amanullah<br />

Khan of Afghanistan who had won his independence recently<br />

following the Third Afghan War with the British. Fired by an intense<br />

passion for nationalism bias, the young ruler was intent on imitating<br />

Mustafa Kemal in every way. He had inherited this enthusiasm<br />

for modernization partly from his mother who had liberal outlook<br />

and partly from the example of Turkey. 34 With the rise of Mustafa<br />

Kemal and his nationalists the Turco-Aghan relations took a more<br />

meaningful turn and the Turks promised to help Afghans develop<br />

educationally and militarily. Amanullah’s reforms span two unequal<br />

periods: 1919-27 and 1928-29. During the preliminary phase, his<br />

drive for modernization comprised different strands for which<br />

he hired Egyptian, Turkish, and Indian experts in such areas as<br />

education, communications, health, economy and administration.<br />

Accordingly, he built state-sponsored schools for boys and girls, sent<br />

students abroad for training, and redesigned curricula for securing<br />

better and enlightened talent. 35 The emancipation of women was<br />

Amanullah’s passion and he encouraged young girls to get education<br />

and discard the veil (purdah) 36- He also helped Queen Sorayya, who<br />

34 In a picture taken around 1905, his father, Amir Habibullah Khan, is seen<br />

flanked by his wives, all inwestern clothes. See Leon B. Poullada, Reform and<br />

Rebellion in Afghanistan, 1919-1929 (Ithaca, 1973), 37.<br />

35 Ibid., 239 ff.<br />

36 Roland Wild, Amanullah: Ex-King of Afghanistan (London, 1932), 68; and


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM WORLD 531<br />

had an enlightened upbringing in Asia Minor, to launch exclusive<br />

journals for the enlightenment of women and encouraged the press<br />

generally. 37 As for the public works, Amanullah regulated the health<br />

services and improved hygiene and sanitation. He also developed<br />

communications by building roads and expanding telephone and<br />

telegraph systems. To improve legal-administrative set-up he tried<br />

to inculcate efficiency and eradicate corruption. 38 In economy he<br />

regulated and strengthened trade and commerce which were the<br />

mainstay of the Afghan financial system. Otherwise, there was<br />

no industrial base and little headway was made in that direction.<br />

The widespread corruption was the major impediment to any<br />

improvement. The one particular sphere that received priority was<br />

the reorganization of the army and this was done entirely along<br />

Turkish and German models. Even in uniform the Afghans imitated<br />

some of the items worn by Turkish soldiers such as the astrakhan cap<br />

and cavalry boots. 39 This, however, does not mean that Amanullah<br />

had been able to change Afghanistan overnight or that it had become<br />

modernized and forward looking. Far from that Afghanistan was<br />

still a medieval state and a very conservative society. And though<br />

the reforms were coherent and integrated only the upper crust was<br />

modernized; deep down it was still tribal and traditional.<br />

The second phase of Amanullah’s reforms (1927-9) was more<br />

drastic and more controversial than the first one and came in the<br />

wake of his seven-month long grand tour of India, Europe and the<br />

Middle East. The idea was to have a first-hand knowledge of the<br />

civilizations abroad, especially in Europe. Even before embarking<br />

on his tour, he had ordered from Europe the latest in fashion that he<br />

and his ladies would wear during their European odyssey. 40 Between<br />

December 1927 and July 1928, he visited no less than a dozen<br />

countries where the king, the queen, and their small party were<br />

given a right royal reception that turned Afghanistan into ‘a three-<br />

37<br />

Abdul Ghani, A Brief Political History of Afghanistan, (ed.), Abdul Jaleel<br />

Najfi (Lahore, 1989), 666-9.<br />

Gregorian, The Emergence of Modern Afghanistan, 240-4.<br />

38 Ibid., 244-52.<br />

39 Ibid., 252-4; and Abdul Ghani, A Brief Political History of Afghanistan, 676.<br />

40 Ibid., 671.


532<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

ring circus’. 41 Amanullah was showered with honours and praises.<br />

At Oxford, he was even awarded a doctorate honoris causa and<br />

was made an honorary member of the Royal Geographical Society.<br />

The climax of his tour, however, was his ‘pilgrimage’ to Mustafa<br />

Kemal’s secular Turkey and a visit to Reza Shah’s westernized<br />

Iran. According to Dr Abdul Ghani, who knew the Afghan king<br />

well, Amanullah had ‘a special chamber in his heart [for Mustafa<br />

Kemal], and looked upon him as a model hero. It was his ambition<br />

to be like him, and to succeed like him’. 42 On his arrival in Ankara<br />

on 20 May 1928, Amanullah was received with unusual cordiality.<br />

At the railway station, Mustafa Kemal kissed him on both cheeks<br />

and escorted him to the venue of the talks where they discussed<br />

for over an hour how best they could bind their people in cultural<br />

reforms. 43 In the evening, the Turkish president arranged a grand<br />

banquet at the Palace Hotel where he showered praise on his guest’s<br />

fierce spirit of independence. He also spoke of the historic bonds of<br />

friendly relations between the two countries and the common goals<br />

that they had sworn to follow. 44 Amanullah, in his speech, expressed<br />

admiration for Mustafa Kemal’s work and referred to the Turks as<br />

his elder brothers and guides. 45 Amanullah remained in Ankara for a<br />

week where his knowledge of Turkish language helped him to bond<br />

easily with the Turks. Apart from other activities, he watched the<br />

proceedings of the assembly while it adopted the bill substituting<br />

Europeanized Arab numerals for old Arabic ciphers. 46 From Ankara,<br />

Amanullah was taken to Istanbul where he attended a grand military<br />

41 Louis Dupree, Afghanistan, 3 rd edn. (Princeton, 1980), 450.<br />

42 Abdul Ghani, A Brief Political History of Afghanistan, 673.<br />

43 Civil & Military Gazette (Lahore), 24 May 1928.<br />

44 Pioneer (Lucknow), 24 May 1928; and Gregorian, The Emergence of<br />

Modern Afghanistan, 256-8.Mustafa Kemal’s favourite metaphors that he<br />

used at the reception were: ‘The sun which is dawning on the high horizon of<br />

the future is the talisman of the nations who have suffered for centuries. This<br />

talisman’s never again being [sic] enveloped in dark clouds is dependent upon<br />

the scrupulous solicitude and self sacrifice of those nations and their leaders’.<br />

See Volkan and Itzkowitz, The Immortal <strong>Atatürk</strong>, citing Utkan Kocatürk,<br />

<strong>Atatürk</strong> ve Türk devrimi Kronolojisi (Ankara, 1973), 323.<br />

45 Gregorian, The Emergence of Modern Afghanistan, 256-8.<br />

46 Civil & Military Gazette, 24 May 1928.


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM WORLD 533<br />

parade and sailed on board the steamer Izmir to Batum. But the<br />

most important event was the signing of a pact of friendship and<br />

cooperation between Turkey and Afghanistan whereby each pledged<br />

to grant the other the most-favoured-nation status. Apparently, there<br />

were no military clauses but Turkey undertook to send to Afghanistan<br />

military, legal and scientific experts. Additionally, the status of the<br />

Turkish legation at Kabul was raised to that of an embassy and<br />

Hikmet Bey was nominated as the first Turkish ambassador. 47 On 6<br />

June, Amanullah was sent off from Turkey with costly presents and<br />

rare courtesy. 48 This was in sharp contrast to his visit earlier to King<br />

Fuad in Egypt (26 December 1927-5 January 1928) that had ended<br />

in a fiasco or later to Reza Shah in Iran (6-20 June 1928) that had<br />

aroused the jealousy of his host and the wrath of the mujtahids for<br />

not veiling his queen in Meshed. 49<br />

Was Amanullah imitating Czar Peter the Great of Russia who<br />

had gone to Europe to learn the secrets of modernization first hand?<br />

From his declarations it is seems his intentions were similar. In his<br />

very first speech on returning home, he stated effusively: “I visited<br />

Europe not for pleasure, recreation or the purpose of machinery, but<br />

in order that I might explore the real road to progress.... Whatever I<br />

learned will shortly be laid before the nation. It will then rest with<br />

the nation to judge which was my object—the betterment of my<br />

country and nation or the personal interests of Amanullah and Queen<br />

Souraya”. 50 Apparently, his red carpet receptions by the European<br />

royalty had gone to his head and made him loose his sense of<br />

proportion. He thought he could successfully replicate the European<br />

model of development in his own country. 51 But when he realized<br />

47 Pioneer, 30 May and 3 June 1928.<br />

48 Civil & Military Gazette, 25 May 1928. In Istanbul, Amanullah also visited<br />

the Topkapi Palace which housed the sacred relics of the Prophet but when he<br />

expressed his desire to step inside the chamber he was politely told that the<br />

custodian’s key would not open the hall. See Rhea Talley Stewart, Fire in<br />

Afghanistan, 1914-1929: Faith, Hope and the British Empire (New York,<br />

1973), 365-6.<br />

49 See Stewart, Fire in Afghanistan, 327-8 and 366-8; and Roland Wild,<br />

Amanullah: Ex-King ofAfghanistan (London, 1932), 100-3.<br />

50 Quoted in Stewart, Fire in Afghanistan, 369.<br />

51 Wild, Amanullah, 99-100, 107 and 119-21. Also see Gregorian, The


534<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

the enormity of his task he was filled with ‘a sense of pessimism<br />

and near failure’. 52 Yet he decided to confront the traditionalists<br />

and those he thought would obstruct the reforms. In July 1928, the<br />

queen and the king took initiative against the veil and the turban and<br />

appealed to the Afghans to discard them as they interfered with their<br />

progress. 53 Then, in August, he convened the ‘Loya Jirga’ of some<br />

one thousand notables from all parts of the country, forced on them<br />

western dress and laid bare his programme of rapid socio-economic<br />

transformation, including amendments to the constitution. 54 Even<br />

this limited programme meant considerable change in the nature and<br />

powers of the executive and the legislature within the monarchical<br />

system. Mustafa Kemal had advised Amanullah to reform the army<br />

before enforcing modernization. The advice was well taken but<br />

having lost the British subsidy upon independence, he had no money<br />

to do that. 55 To raise that kind of money he would have to impose<br />

new taxes which meant placing himself in a catch-22 situation. The<br />

Afghan economy was unable to sustain the reforms. Being a landlocked<br />

country, Afghanistan was hugely dependent on transit trade<br />

that was at the mercy of the British who controlled the Khyber Pass<br />

and other routes to India. The dream of railways floated by some<br />

French and German companies would take him nowhere because<br />

the terrain was difficult and the coffers empty. So Amanullah was<br />

back to square one. The few Afghan notables agreed to copy the<br />

ways of the king and the queen but the large majority, particularly<br />

the traditionalists, would not support the innovations. The other<br />

contentious issues were the education of the girls, the limit imposed<br />

on marriageable age of men and women and the ban on polygamy.<br />

The clash was inevitable. 56<br />

While Europe honoured the Afghan king, the conservative<br />

Emergence of Modern Afghanistan, 259.<br />

52 Gregorian, The Emergence of Modern Afghanistan, 258.<br />

53 Stewart, Fire in Afghanistan, 375-80.<br />

54 Gregorian, The Emergence of Modern Afghanistan, 259.<br />

55 See Rob Hager, “State, Tribes and Empire in Afghan Inter-Polity Relations”,<br />

in Tapper (ed.), The Conflict of Tribes and State in Iran and Afghanistan,<br />

105.<br />

56 Gregorian, The Emergence of Modern Afghanistan, 260.


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM WORLD 535<br />

elements at home got ready to oppose him. Mysterious hands<br />

distributed Queen Sorayya’s pictures in European dress and<br />

unveiled at receptions. 57 Already incensed at the loss of their power<br />

in educational and legal spheres, the mullas, to whom Amanullah’s<br />

reforms were an anathema, were spoiling for a showdown. They issued<br />

a proclamation that the king was a kafir who was leading their country<br />

away from Islam. 58 Amanullah had failed to heed warnings sounded<br />

by several rebellions, the most serious of which had been the Khost<br />

uprising of 1924, and continued with his programme of unpopular<br />

reform while neglecting his army. The drift was accentuated by his<br />

European tour and a very serious revolt broke out in the Shinwari<br />

area. It quickly spread to other tribes. 59 His fall and abdication in<br />

1929, however, was not a Pashtun doing. It was spearheaded by a<br />

Tajik warlord who captured power as Amir Habibullah II before he,<br />

too, was ousted by tribal forces led by Nadir Khan. 60 The episode is<br />

symptomatic of the deeper malaise which is outside the scope of the<br />

present paper. But one must refer to Leon Poullada’s contention that<br />

social reforms were not really the cause of the conflagration as they<br />

had grudgingly found acceptance. In his opinion, ‘the rebellion was<br />

primarily political in nature and was merely an aggravated recurrence<br />

of tribal separatism’. 61 In other words, what lay at the bottom of the<br />

trouble was the fear on the part of the tribal leaders that Amanullah’s<br />

attempts to create a strong central government would effectively<br />

curtail their power and privileges. And they aligned themselves<br />

readily with the mullas, who they thought were good propagandists. 62<br />

Amanullah tried to treat Afghanistan as the state that he attempted<br />

to create rather than the tribal entity that it was. 63 Anyway, the one<br />

power that could have saved Amanullah was the British and they had<br />

57 Dupree, Afghanistan, 450.<br />

58 Stewart, Fire in Afghanistan, 390-1.<br />

59 Ludwig W. Adamec, Historical and Political Who’s Who of Afghanistan<br />

(Austria, 1975), 118.<br />

60 See Richard Tapper’s introduction to his edited work, The Conflict of Tribes<br />

and State in Iran andAfghanistan (London & Canberra, 1983), esp. 36-7.<br />

61 Poullada, Reform and Rebellion in Afghanistan, 144-52.<br />

62 Ibid., 152-9.<br />

63 Tapper’s introduction in his The Conflict of Tribes and State in Iran and<br />

Afghanistan, 37.


536<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

no wish to bail him out. Perhaps they had realized that by rolling out<br />

a red carpet for him they had backed the wrong horse and must make<br />

amends. 64 A rumour was then current that the British were behind<br />

the rebellion and that Lawrence of Arabia, who was then serving the<br />

Royal Air Force in Miranshah near Peshawar under the pseudonym<br />

of aircraftsman T. E. Shaw, was organizing it. 65 Starting with a<br />

Fleet Street rag, the story was said to have been encouraged by the<br />

Turkish and Russian embassies and the French mission. Officially,<br />

the whole thing was denied and the explanation appears to be quite<br />

satisfactory for Lawrence had taken ‘asylum’ in India to recuperate<br />

from the disturbed state of his mental health. In any case, the British<br />

government thought it fit to whisk him away to England. 66 But<br />

Amanullah never forgot the supposed British complicity and chose<br />

to live in exile not in India or Britain but in Italy and Switzerland.<br />

He visited Ankara in February 1930 and then Istanbul in July 1933<br />

when <strong>Atatürk</strong> received him at the Dolmabahce Palace and finally in<br />

1938 to attend the Turkish leader’s funeral. Amanullah died in April<br />

1960 and his body was brought home for burial with due honours in<br />

Jalalabad at the side of his deceased father. 67<br />

The other fervent enthusiast of Mustafa Kemal’s modernizing<br />

programme was Reza Shah Pahlavi of Iran. The tall well-built<br />

soldier had come to power through a coup d’etat in 1921 when the<br />

country badly needed a strong central authority to put down anarchy<br />

and possible disintegration. First, he became the prime minister and<br />

later supplanted the Qajar dynasty to claim the throne. The majlis<br />

accepted the change reluctantly as there was a broad support for the<br />

new shah among notable ulama, businessmen, feudals and others.<br />

But soon Reza Shah threw overboard his constitutional role and by<br />

1928 turned his dictatorship into an autocracy with no check on his<br />

arbitrary powers. ‘All power corrupts and absolute power corrupts<br />

absolutely’, goes the dictum of Lord Acton and it was especially<br />

64 Wild, Amanullah, 119-21.<br />

65 Phillip Knightly and Colin Simpson, The Secret Lives of Lawrence of Arabia<br />

(London, 1969), 197-9, 232-7.<br />

66 Ibid., 197-9 and 232-7.<br />

67 Adamec, Historical and Political Who’s Who of Afghanistan, 118-9; and<br />

Andrew Mango, <strong>Atatürk</strong> (London, 1999), 488.


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM WORLD 537<br />

true of Reza Shah. Homa Katouzian, in her study of the change from<br />

the Qajars to the Pahlavis, makes a nuanced point by dwelling on<br />

the Shah’s gradual transformation from dictatorial but constitutional<br />

rule to autocratic and irresponsible reign as compared to <strong>Atatürk</strong>’s<br />

monoparty but constitutional system that facilitated the latter’s claim<br />

to legitimacy. Here, she thinks, lies the cause of Reza Shah’s ultimate<br />

failure and Mustafa Kemal’s success. 68<br />

Reza Shah’s accelerated pseudo-modernism was the result<br />

of stark realism sharpened by an intense passion for nationalism.<br />

It had no ideological inspiration or intellectual content though one<br />

finds advocates of westernization among such men as Taqizada,<br />

Kazemzade-Iranshahr, Amir Alam and Muhammad Saad, bulk of<br />

whom came from religious background. 69 There was also some<br />

affinity of ideas between Mustafa Kemal and Reza Shah whose<br />

official visit to Turkey in June 1934 was an indication of the esteem<br />

in which he held the Turkish leader and his reform programme. 70<br />

The rapprochement with Turkey had also a lurking desire to<br />

counterbalance the opposing pressures of Britain and Russia. 71<br />

Reza Shah’s reforms had already run a twelve-years course and<br />

now he had come to try to learn from Turkey’s experience and to<br />

gain an ally. 72 Quite conscious that he was a model for the Iranian,<br />

Mustafa Kemal took great pains to dazzle his guest with the success<br />

of his endeavours in Turkey. He was welcomed at the Black Sea<br />

port of Trabzon and taken to Samun and thence to Ankara where<br />

Mustafa Kemal received him at the railway station. In spite of<br />

being dissimilar physically and mentally both clicked instantly for<br />

they had the same ideals and commitments. In the evening a gala<br />

dinner was given in Reza Shah’s honour at Chankaya where an<br />

opera, especially composed for the occasion, was performed for<br />

68 Homa Katouzian, State and Society in Iran: The Eclipse of the Qajars and<br />

the Emergence of the Pahlavis (London, 2000), 314.<br />

69 S. M. A. Sayeed, Iran: Before and After Khomeini (Karachi, 1999), 87-8.<br />

70 Salim Neysari, ‘A Comparison of the Activities Related to the Language and<br />

Writing Reforms in Turkey and Iran During the Time of <strong>Atatürk</strong> and Reza Shah’,<br />

in Tongue (ed.), The Reforms of <strong>Atatürk</strong>, 45-6.<br />

71 General Hassan Arfa, Under Five Shahs (London, 1964), 243-4.<br />

72 Ibid., 246.


538<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

him. During the next few days (16-20 June), the Shah attended a<br />

military review and witnessed the proceedings of the assembly<br />

that passed the law on compulsory surnames for all Turks that also<br />

gave Mustafa Kemal his title of <strong>Atatürk</strong>. 73 From Ankara the Shah<br />

was taken to other parts of the country, including Istanbul where he<br />

was housed at the Dolmabahce Palace, shown military manoeuvres<br />

and then entertained to a sensuous Eastern Nights featuring curvy<br />

belly dancers. 74 Reza Shah was hoping for a military alliance with<br />

Turkey but that did not materialize. However, the relations between<br />

the two countries did improve considerably. Reza Shah was greatly<br />

impressed by what he saw in Turkey and returned home with new<br />

ideas. 75<br />

Reza Shah’s three-fold reform programme was centred on the<br />

cult of nationalism, statism and secularism. He thought that rapid<br />

westernization and development would bring him legitimacy, break<br />

the hold of religion and reduce his vulnerability to imperialist<br />

designs. 76 As a prelude to modernization, Reza Shah extended the<br />

bureaucracy and created a strong the army, winning for it respect of<br />

the people. Thus armed, he took on the ulama to break their hold in<br />

legal and administrative domain by redefining their jurisdiction. The<br />

focal point was educational reform under which he not only tightened<br />

control of the religious seminaries but also established new statesponsored<br />

free modern schools for boys and girls. In higher education,<br />

he concentrated on disciplines like law and politics and sent students<br />

for advanced training abroad. He created the University of Tehran by<br />

amalgamating the existing colleges. Side by side, attention was paid<br />

to trade, industry and agriculture. Trans-Iranian Railway, though<br />

unnecessary economically, brought a certain amount of prestige to<br />

the regime. Urban rebuilding programme gave a modern look to the<br />

cities. Hygiene and sanitation also improved. In social reforms he<br />

ordered women to discard the veil and men to wear the hat. But<br />

Reza Shah lacked the thoroughness required for the success of the<br />

73 Ibid., 248-9.<br />

74 Volkan and Itzkowitz, The Immortal <strong>Atatürk</strong>, 323-5.<br />

75 Arfa, Under Five Shahs, 252.<br />

76 Amin Banani, The Modernization of Iran (Stanford, 1961), 45.


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM WORLD 539<br />

reforms. Coercion, inefficiency, haste and waste alienated many<br />

sections of the society and created conflicts and tensions. The<br />

growth of the civil service resulted in over-bureaucratization and<br />

red tape. The expansion of the armed forces cost a big chunk of the<br />

budget without any corresponding advantage. Economic difficulties<br />

were subordinated to political ambitions. The mishandling of the<br />

ban on the veil or chadors produced an even worse reaction. The<br />

order was brusque and inflexible and the protests and violence led to<br />

fierce repression, especially in Meshed, over orders for men to wear<br />

bowler hats. Reza Shah failed to realize that public protest was but<br />

symptomatic of the deeper divisions in the society. By the time his<br />

exit came in 1941, Reza Shah was left with no committed support—<br />

almost exactly what had happened to Amanullah in Afghanistan a<br />

decade earlier. 77 The only enduring feature of his reforms was the<br />

restructuring of the justice department that brought credit to the<br />

French system which was adopted as a model. 78<br />

As far as the impact of Mustafa Kemal’s reforms on the Muslims<br />

of British India is concerned one needs to take a closer look because<br />

the Indians and the Turks had been linked by the traditional pan-<br />

Islamic affinity. Tensions between them had emerged only lately<br />

over such issues as the abolition of the caliphate and the rash<br />

transformation of the Turkish society on western lines. With the<br />

exit of the Ottomans and the rise of Mustafa Kemal a new equation<br />

between the Indian Muslims and the Turks had to be worked out.<br />

Turkey’s switch over from its traditional role as the protector of the<br />

darul ‘l-Islam to being the guardian of a modern-secular state was<br />

an abomination to the pan-Islamists who had conducted a vigorous<br />

campaign to save the Ottoman Empire from Allied spoliation.<br />

For the modernists, however, it was an opportunity to identify<br />

themselves with the Kemalists. 79 Two of the most admired leaders<br />

77 Ibid., 313-33; and Joseph M. Upton, The History of Modern Iran: An<br />

Interpretation (Cambridge, Massachusetts, 1961), 55-7.<br />

78 Katouzian, State and Society in Iran, 313 ff; and Shahrough Akhavi, Religion<br />

and Politics in Contemporary Iran: Clergy-State Relations in Pahlavi<br />

Period (Albany, 1980), 40-3.<br />

79 M. Naeem Qureshi, ‘The Rise of <strong>Atatürk</strong> and its Impact on Contemporary<br />

Muslim India: The Early Phase’, Proceedings: International Conference on<br />

<strong>Atatürk</strong> (Istanbul, 1981), no. 55.


540<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

of Muslim India, poet-philosopher Muhammad Iqbal and Muslim<br />

League president Muhammad Ali Jinnah, came out wholeheartedly<br />

for the reform in modern Turkey. 80 Iqbal expressed himself openly<br />

in favour of the Turkish experiment and indeed regarded it as a<br />

tremendous achievement that deserved emulation. This was in<br />

spite of the lurking fear that the Turks were going too far too fast<br />

and needed caution. But he was willing to take that risk and back<br />

a forceful reconstruction of religious thought in Islam. 81 Jinnah, on<br />

the other hand, though recognized the significance of the precedence<br />

set for the rest of the Muslim world by Mustafa Kemal, considered<br />

him only a source of inspiration and not a model for emulation. 82<br />

Naturally, therefore, when Pakistan won its independence in 1947,<br />

Jinnah opted for a modernist dispensation but not for the one in<br />

vogue in Turkey. 83 It is another matter that for opposite reasons it<br />

pleased neither the secularists nor the traditionalists. 84 After Jinnah,<br />

it took the politicians another eight years to agree on a constitution.<br />

But within two years, this democratic structure was dismantled by<br />

a military dictator. Ayub Khan showed some interest in Turkey but<br />

did not go for the Kemalist model. 85 No leader after that talked about<br />

following Turkey until Pervez Musharraf, the present president.<br />

He, too, retracted immediately his avowal to follow <strong>Atatürk</strong> the<br />

80 M. Naeem Qureshi, ‘Muslims of British India and the Kemalist Reform in<br />

Turkey: Iqbal Jinnah and <strong>Atatürk</strong>, 1924-1938’, <strong>Atatürk</strong> Arajtirma Merkezi<br />

Dergisi (July 1996), 12/35, 379-86.<br />

81 See Muhammad Iqbal, The Reconstruction of Religious Thought in Islam<br />

(London, 1934), passim.<br />

82 Qureshi, ‘Muslims of British India and the Kemalist Reform in Turkey, 6.<br />

83 See, e.g. his speech in the Constituent Assembly dated 11 August 1947 in<br />

Government of Pakistan, Quaid-i-Azam Mohammad Ali Jinnah: Speeches<br />

and Statements as Governor General of Pakistan, 1947-48 (Islamabad,<br />

1989), 42-7.<br />

84 This debate can be followed in Sharif al Mujahid, Ideological Orientation of<br />

Pakistan (Islamabad, 1976), passim.<br />

85 M. Naeem Qureshi, ‘The Kemalist Model of State and Ayub Khan’s<br />

Structural Reforms in Pakistan’, Proceedings of Fourth <strong>Atatürk</strong> International<br />

Congress, 25-29 October 1999, Turkistan, Kazakhistan<br />

(Ankara, 2000), 1089-9. Even his decision to work with Turkey and Iran in CEN-<br />

TO was motivated by geostrategic reasons. See Anees Jillani, ‘Pakistan and<br />

CENTO: An Historical Analysis’, Journal of South Asian and Middle Eastern<br />

Studies, 15/1 (1991), 40-52.


ATATÜRK’S REFORMS AND THEIR IMPACT ON THE MUSLIM WORLD 541<br />

moment he evoked an angry response from the traditionalists. This<br />

is not the failure of modernism in Pakistan but shows how strong the<br />

conservatives have become. 86<br />

Meanwhile in Turkey, <strong>Atatürk</strong>’s system strengthened itself under<br />

the single-party control of the Republican Peoples Party (RPP) with<br />

the armed forces and the judiciary acting as guardians of secularism.<br />

‘The ideological void’, says Erik Ziircher, ‘was filled to some extent<br />

with the personality cult that grew round Mustafa Kemal during and<br />

even more after his lifetime’. 87 In the late 1940s, however, İsmet<br />

In6nii opened the floodgates of a competitive multi-party system<br />

though religious parties had to wait until the 1950s when Celal Bayar<br />

initiated a new experiment outside the RPP. 88 The role of religion<br />

in Turkish society took a new meaning after a liberal constitution<br />

(1960) was enacted. Seven years later, an openly Islam-oriented<br />

religious party made its first appearance and then continued its ascent<br />

through the years that followed under different names, culminating<br />

eventually in the 2000s in the capture of political power. But at<br />

every crucial moment the armed forced and the judiciary stepped<br />

in to drive home the fact that Kemalism was alive and well. The<br />

significant thing about Turkey is that even the Islamists and Muslim<br />

democrats do not want to be seen as repudiating Kemalism. They<br />

simply want religion to have a place in the society. 89 <strong>Atatürk</strong>’s desire<br />

to ensure his country’s position as a western nation was realized<br />

partly by Turkey’s membership of NATO 90 but its affirmation<br />

remains elusive because of the tardy negotiations over its admission<br />

into the European Union. As for Turkey’s place in the Muslim world,<br />

it is symbolic that the present secretary-general of the 57-member<br />

86 Ibid.<br />

87 Erik J. Ziircher, Turkey: A Modern History (London & New York, 1993),<br />

190.<br />

88 Feroz Ahmad, The Turkish Experiment in Democracy, 1950-1975 (London,<br />

1977), 8 ff; and DavidWesterlund and Ingvar Svaberg, Islam Outside the Arab<br />

World (London, 1999), 140-3.<br />

89 Ilter Turnan, ‘Religion and Political Culture in Turkey’, in Richard Tapper<br />

(ed.), Islam in Modern Turkey: Religion, Politics and Literature in a<br />

Secular State (London & New York), esp. 46-7.<br />

90 George S. Harris, Turkey: Coping with Crisis (Boulder & London), 1985,<br />

180.


542<br />

M. NAEEM QURESHİ<br />

Organization of Islamic Conference (OIC), Prof. Akmaleddin<br />

Ihsanoglu, is a Turk. But the OIC is an assorted collection of inert<br />

Muslim countries with conflicting interests. The events of 9/11 have<br />

put the Muslim societies on the defensive but sooner or later, when<br />

alternatives come up for review an adaptation of the Turkish model<br />

might be the answer.


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938)<br />

İhsan GÜNEŞ*<br />

İnsana, insanca yaşama olanağı tanıyan sistem kuşkusuz özgürlükçü<br />

demokrasidir. Ancak her demokrasinin arkasında damla damla<br />

oluşan büyük bir birikim vardır. Bu birikim, toplumların gelişmesine,<br />

çağdaşlaşmasına da paralellik gösterir.<br />

Devlet geleneğinin yerleştiği, köylülükten kentliliğe geçildiği,<br />

ekonomik refahın arttığı, sanayileşmenin güçlendiği, ulusal bütünlüğün<br />

sağlandığı, kültür düzeyinin yükseldiği, okur-yazar sayısının<br />

arttığı, yerlerde demokrasi daha kolay kurulabilmekte, daha kolay<br />

kök salabilmektedir.<br />

Her siyasal sistemin olduğu gibi demokrasinin de olmazsa olmazları<br />

vardır. Bunların başında da parlamento gelmektedir. Her<br />

parlamentolu sistem demokrasi değildir, ama her demokratik ülkede<br />

mutlak bir parlamento vardır. Sistemin demokratik olabilmesi<br />

için de parlamentonun belirli aralıklarla yenilenmesi gerekir. İster<br />

atanmayla, ister seçimle oluşmuş olsun parlamentolar siyasi gücün<br />

sınırlarını belirleyen kurumlardır. Daha ilk çağlarda kimi ülkelerde<br />

parlamentolar oluşmuş ise de bunlar sürekli olamamıştır. 14. yüzyılda<br />

İngiltere’de filizlenen parlamentolu yaşam süreklilik kazanmıştır.<br />

1789 Fransız devriminden sonra ise parlamento siyasal yaşamın vazgeçilmez<br />

ögesi olmuştur.<br />

Artık günümüzde parlamentosuz bir sistem hayli arkaik olarak<br />

nitelendirilmektedir. Türk toplumunun parlamentoyla tanışması ise,<br />

19. yüzyılın ikinci yarısında olmuştur. 19. yüzyılın ilk yansında atılan<br />

çağdaşlaşma adımları parlamentonun alt yapısını oluşturmuştur.<br />

Özellikle II. Mahmut döneminde kurulan merkez meclisleri, Tan-<br />

* Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi


544<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

zimat Fermanının ilanından sonra kurulan Muhassıllık Meclisleri,<br />

Eyalet Meclisleri, Vilayet İdare Meclisleri bu konuda atılmış önemli<br />

adımlardır.<br />

Çağdaşlaşma hareketlerinin sonucu ortaya çıkan batılı aydınlar<br />

ülke sorunlarının çözümünde temsile dayalı parlamentolu bir sistemi<br />

temel öge olarak almışlardır. Yeni Osmanlılar olarak bildiğimiz<br />

kişiler bu doğrultuda mücadele vermişlerdir. Nitekim II Abdülhamit<br />

padişah olduktan sonra devlet düzenini belli bir temele oturtmak<br />

amacıyla bir komisyon oluşturdu. Bu komisyon bir yandan Kanunu<br />

Esasiyi hazırlarken öte yandan da kurulacak meclis konusunu ele<br />

aldı Nitekim Meclis-i Umumi adı verilen iki kanatlı bir parlamentonun<br />

oluşturulması kararlaştırıldı. Bu parlamentonun bir kanadı padişah<br />

atamasıyla diğer kanadı ise seçimle oluşacaktı. Nitekim 19 Mart<br />

1877’de ilk Osmanlı parlamentosu çalışmalarına başladı. Ne yazık ki<br />

14 Şubat 1878’de çalışmalarını sonlandırmak zorunda kaldı. Bu durum<br />

çağdaş dünyadaki gelişmelere aykırılık gösteriyordu. Zira çağdaş<br />

dünya parlamentolu sisteme yönelirken Osmanlı İmparatorluğu<br />

parlamentolu yaşamı askıya alıyordu. Bu askıya alış otuz yıl sürdü.<br />

Asker-sivil bir avuç aydının zorlamasıyla 23 Temmuz 1908’de parlamentonun<br />

yeniden toplanması kararlaştırıldı. 17 Ekim 1908’de çalışmalarına<br />

başlayan Osmanlı Parlamentosu fiilen 18 Ocak 1920 ve<br />

hukuken ise 11 Nisan 1920’ye dek çalışmalarını sürdürdü.<br />

Çağdaş Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün yaşamında<br />

da parlamento önemli bir yere sahiptir. Bunu üç döneme<br />

ayırmak olasıdır. 1- İttihat ve Terakki Dönemi, 2- Mütareke Dönemi,<br />

3- TBMM Dönemi.<br />

İttihat ve Terakki Dönemi<br />

Mustafa Cemal daha genç bir kurmay subay iken istibdatçı mücadele<br />

veren İttihat ve Terakki hareketi içinde yer almıştır. Vatan ve<br />

Hürriyet Cemiyeti’ni kurarak asker içinde istibdatı yıkmak amacıyla<br />

ilk örgütlenmeyi başlatmıştı. Bu örgütün Selanik şubesini açarken<br />

yaptığı konuşmada sorunların çözümünün “milleti hâkim kılmakla”<br />

mümkün olacağını vurgulamıştı. (Bu kavram 1919’dan sonra sık sık<br />

kullanılacaktır.)<br />

Milleti hâkim kılmanın yolu millete dayanan bir sistemin kurulmasıyla<br />

mümkündü. Bunun da yolu ya doğrudan doğruya hal-


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 545<br />

kı yönetime katmak ya da halkın temsilcilerine dayanan bir sistemi<br />

kurmaktan geçiyordu. Doğrudan demokrasi olanaksız olduğuna göre<br />

temsili demokrasi en güzel çözümdü. Meşrutiyetin ilanı ve arkasından<br />

çoğulcu ve yarışmacı genel seçimlerin yapılarak 17 Aralık<br />

1908’de Meclis-i Umuminin açılmasıyla kısmen halk egemenliğine<br />

dayanan sisteme geçildi. Böylece Mustafa Kemal’in amaçladığı değişim<br />

de gerçekleşmiş oldu.<br />

Mütareke Dönemi<br />

17 Aralık 1908’de açılan Meclisi Umumi 21 Aralık 1918’de<br />

Meclis-i Mebusanın kapatılmasıyla işlemez hale geldi.Yürürlükte<br />

bulunan Anayasaya göre Meclisin en geç 4 ay sonra açılması gerekiyordu.<br />

Meclis karşıtı kimi kişiler Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle<br />

bitmesinin doğurduğu olumsuzlukları gerekçe göstererek<br />

meclissiz yöntemi tercih ediyorlardı. Örneğin Tevfik Paşa ülkenin<br />

kimi yerlerinin işgal altında bulunması nedeniyle yapılacak seçimlerin<br />

sağlıklı olmayacağı tezini savunarak barış ortamı sağlandıktan<br />

dört ay sonra seçimlerin yapılabileceğini söylüyordu. Bu yaklaşımda<br />

gerçek payı olmasına karşın iktidardakilerin asıl korkusu ülkedeki<br />

en politize güç olan İttihatçıların yeniden güç kazanacağı ve iktidarı<br />

ele geçireceği kaygısı idi. İktidar dışı güçler ise (basın, siyasal örgütleri)<br />

seçimlerin yapılarak parlamentonun açılması doğrultusunda<br />

kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlardı. Örneğin Millî Kongre’nin 23<br />

Mayıs 1919’da yaptığı toplantıda Mebuslar Meclisi’nin ya da Millî<br />

Şura’nın toplanması istenmişti.<br />

İzmir’in işgalinden sonra Osmanlı yönetimi bu sorunun doğuracağı<br />

sorumluluğu paylaşmak üzere Saltanat Şurasını topladı (26<br />

Mayıs 1919). Bu toplantıda da Meclis konusu gündeme geldi. “Millî<br />

Meclis, Millî Şura” ya da “milleti daha çok temsil edecek bir<br />

kurul”dan söz edilerek Meclis-i Mebusan’ın açılması vurgulandı.<br />

Millî Kongre temsilcisi Hüsnü Bey kongrenin bu kararını Şura’da<br />

da dile getirdi. Ahmet Rıza, Rauf Ahmet, Hamit ve Ömer Fevzi de<br />

onu destekledi. 1<br />

Anadolu’da başlayan Müdafaa-i Hukuk hareketi, Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Anadolu’ya geçmesinden sonra giderek güç kazandı.<br />

1 Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi I. S 146


546<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

<strong>Atatürk</strong> de bu hareketin güçlenmesi için elinden gelen çabayı gösterdi.<br />

<strong>Atatürk</strong> liderliğinde gelişen ulusçu hareket her fırsatta Meclisin<br />

toplanması ve ülke yazgısına el koyması gerektiğini söylüyordu.<br />

Örneğin Erzurum Kongresi’nde Sürmene temsilcisi Ömer Fevzi<br />

Bey “Tarih muvacehesinde kendimizi mesuliyetten kurtarmak<br />

ve milletimizin selâmetini her şeye tercih etmek istersek<br />

Meclis-i Mebusan intihabatının da acilen icrası”nın padişah<br />

tarafından “emr-ü ferman” edilmesi gerektiğini söyledi2 . Tokat<br />

temsilcisi Rıfat Bey ise Meclis-i Millînin intihabatma başlanmasını<br />

istemekteyiz diyordu3 (26 Temmuz 1919). 7 Ağustos 1919 tarihli<br />

Kongre bildirisinde de Kuvayı millîyenin amil millî iradenin hâkim<br />

kılınması, Hükûmeti merkeziyenin Meclis-i Millîyi hemen toplayıp<br />

mukadderat-ı millet ve memleket hakkında alınacak tüm kararlan<br />

Meclis-i Millî’nin denetimine sunması istendi.<br />

Sivas’ta toplanan kongrenin 9 Eylül 1919 tarihli II ve III. celsesinde<br />

Meclis-i Mebusan konusu gündeme getirildi. “Reis Paşa,<br />

biz her işimizi meşru, mahzursuz ve bilhassa kanuni yapmak istediğimizden,<br />

her şeyden evvel, en seri bir surette Meclis-i Mebusanı”<br />

toplamak zorundayız demiştir. 4 Hatta Meclisin İstanbul’da değil,<br />

Anadolu’da toplanmasının daha uygun olacağı da dillendirilmiştir. 5<br />

Bu konuşmalar doğrultusunda 13 Eylül 1919’da seçim için hazırlıklara<br />

başlandı.<br />

Kongre sonrasında yayımlanan bildiride, milletlerin kendi kaderlerini<br />

çizdiği bu devirde merkezi hükûmetin de millî iradeye dayanması<br />

zorunludur.<br />

Çünkü millî iradeye dayanmayan hükûmetlerin kararları milletçe<br />

geçerli olmadığı gibi dış devletlerce de geçerli sayılmaz. Milletin<br />

içinde bulunduğu sıkıntıdan ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat<br />

girişmeden hükûmeti merkeziyenin Meclis-i Millî’yi vakit geçirmeden<br />

toplaması ve başarı ile millet ve memleket yazgısı hakkında<br />

alacağı kararları Millî Mec1is’in denetimine sunması zorunludur,<br />

2 Kırzoğlu, Erzurum Kongresi, Ankara: 1993, s.57<br />

3 Kırzoğlu, s. 66<br />

4 Uluğ İğdemir, Sivas Kongresi, s. 80<br />

5 Sivas Kongresi, s.81


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 547<br />

deniliyordu. 6 Ulusçuların zorlamasıyla Meclisin toplanmasına karşı<br />

olan Damat Ferit Paşa istifa edince Padişah “şeraiti kanuniye’ dairesinde<br />

intihabatın biranevvel icra ve heyeti Mebusanın içtimaa davet<br />

edilmesi” koşuluyla Ali Rıza Paşa’yı sadrazamlığa atadı. 7 Ali Rıza<br />

Paşa Hükûmeti kurulunca, Meclis-i Mebusan’ın açılması konusu<br />

yeniden gündeme geldi ve 7 Ekim 1919’da seçimlerin yapılmasına<br />

ilişkin kararname yayınlandı. Böylece ulusçular ile Osmanlı yöneticileri<br />

seçimlerin yapılıp, hükûmetin meclisten dolayısıyla halktan<br />

güç alması konusunda birleşmiş oldular.<br />

Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki ulusçular, seçimlere büyük<br />

önem verdiler. Yayınladıkları bildirilerde sık sık “Osmanlılar”, “Vatandaşlar”,<br />

“Milletdaşlar” gibi kavramlar kullandılar. Millete “hayır<br />

ve şer’in” mebuslardan geleceğine dikkati çekerek, bu seçimde savaş<br />

suçlularının, aşırı derecede İttihatçı veya İtilafçı olanların, ülkeyi<br />

felakete sürüklemiş eski mebusların, ihtikarlık, hırsızlık yaparak<br />

millî onuru yaralayanların. Türklüğe bağlı gerçek millîyetperver<br />

olmayanların desteklenmemesini istediler. 8 “Maksad-ı Millîyeye<br />

sadık zevatın mebus” seçtirilmesi için Fırka komutanlarına yazılar<br />

yazıldı. 9 Hürriyet ve İtilaf Fırkası ittihatçıların seçime müdahale<br />

edeceğini gerekçe göstererek seçimi boykot etti. Hıristiyan unsurlar<br />

ise farklı amaçlar peşinde oldukları için seçime katılmadılar. 10 Kasım<br />

ve Aralık ayında zor da olsa seçimler yapıldı ve 164 mebus seçildi.<br />

Bunların çoğunluğunun ulusçu olması Meclisin ömrünü kısalttı. Zira<br />

12 Ocak’ta açılan Meclis-i Mebusan sadece 65 gün yaşayabildi.<br />

Reşat Hikmet Bey’in Meclis Başkanı seçilmesi Meclis-i<br />

Mebusan’ın çalışmalarından ne padişah, ne hükûmet ne de İtilaf<br />

Devletleri memnun kaldı. İşgaller konusunun mecliste tartışılması,<br />

Misakı Millî kararlarının alınması, İtilaf Devletlerini çok rahatsız<br />

etti. Ulusçu hareketi halkın gözünden düşürebilmek için İstanbul’u<br />

işgal ettiler. Kimi üyelerinin tutuklanması üzerine Meclisi Mebusan<br />

18 Mart 1920’de çalışmalarına ara verdi. Böylece parlamentolu<br />

6 Bkz. Belgelerle Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, s.84<br />

7 Takvimi Vekayi, 4 Teşrinievvel 1335<br />

8 İhsan Güneş, “Müdafaai Hukuk Cemiyetinden Halk Fırkasına Geçiş” <strong>Atatürk</strong><br />

<strong>Araştırma</strong> Merkezi Dergisi, c.3, Mart 1987, S.8, s.431<br />

9 Baykal, Heyeti Temsiliye Kararları, s. 16, 17<br />

10 İhsan Güneş, “Müdafaai Hukuk Cemiyetinden, s.431


548<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

dönem fiilen bitmiş oldu. 11 Nisan 1920’de padişah iradesiyle de<br />

Meclis-i Mebusan’ın varlığına hukuken son verildi.<br />

TBMM Dönemi<br />

Sivas’taki komutanlar toplantısında adı gündeme getirilen Kurucu<br />

Meclis düşüncesi11 İstanbul’un işgalinden sonra yeniden güncelleşti.<br />

Mustafa Kemal 17 Mart 1920’de arkadaşlarına gönderdiği<br />

bir telgrafta “İstanbul Meclis-i Mebusan’ın ve hükûmeti merkeziyeye<br />

başta İngilizler olduğu halde Kuvayı İnzibatiye tarafından resmen<br />

ve cebren vaziyet olunarak hâkimiyet ve istikâl-i Osmaninin<br />

haleldar edilmiş olması devletin vaziyeti umumiyesinde esaslı bir<br />

tebeddül vücuda getirmiştir diyerek anayasanın koruması altında bulunan<br />

yasama, yürütme ve yargının olmadığı bu koşullarda İstanbul<br />

ile ilişkinin kesildiğini, idare tarzını saptamak üzere bir “Meclis-i<br />

Müessisan”ın oluşturulmasını istemiştir. Ancak Meclis-i Müessisan<br />

terimine tepkiler gelince 19 Mart 1920’de yayınladığı genelgede<br />

“salâhiyet-i fevkaladeyi haiz” bir meclisi millet işlerini yürütmek<br />

ve kontrol etmek üzere Ankara’da toplantıya çağırmıştır. Böylece<br />

meclis konusunda Mustafa Kemal’in üçüncü girişimi başlamıştır.<br />

Oysa bu sırada Mustafa Kemal Paşa ile yol arkadaşlığı yapmak<br />

isteyen kimi kişiler O’nun bu tavrını anlamıyordu. Örneğin Yunus<br />

Nadi Bey aralarında geçen bir konuşmada Mustafa Kemal’in; “Ben<br />

bilakis her kerameti meclisten bekliyenlerdenim. Nadi Bey bir<br />

devre yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde<br />

meşruiyet ancak millî kararlara istinad etmekle, milletin temayulatı<br />

umumiyesine tercüman olmakla elde edilir... Meclis nazariye<br />

değil hakikattir ve hakikatlerin en büyüğüdür.” 12<br />

19 Mart 1920’de yayınlanan genelge Osmanlı sisteminden kopuşun,<br />

çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin de temelini atan bir belge<br />

olmuştur.<br />

Bu belgeye göre “salahiyet-i fevkaladeyi haiz meclis” Ankara’da<br />

toplanacaktı. Bu meclise gelecek kişiler “mebus olma” koşullarına<br />

tabi olacak, seçimler, livalar esas alınarak yapılacak ve her livadan 5<br />

11 Uluğ İğdemir, Heyeti Temsiliye Tutanakları, Ankara: 1975, s.9-14, 152<br />

12 Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları, İstanbul: 1978, s.262-263


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 549<br />

milletvekili seçilecekti. Milletvekillerini kazalardan livaya gelecek<br />

ikinci seçmenler yanında liva idare ve belediye meclisi üyeleriyle<br />

Müdafaa-i Hukuk idare heyetleri seçecekti. Milletvekilliği için her<br />

parti, cemiyet, zümre aday gösterme hakkına sahipti. İsteyen kişiler<br />

de bağımsız olarak adaylıklarını koyabilecekti. Seçimler en üst mülki<br />

amirin denetiminde gizli oy ile yapılacaktı. Sayım ise oy verenlerin<br />

oluşturduğu meclisin kendi aralarından seçeceği iki kişi tarafından<br />

meclis huzurunda yapılacaktı.<br />

Görülüyor ki bu belge Osmanlı Anayasasına aykırıydı. Zira Osmanlı<br />

parlamento geleneği iki meclisliydi. Burada tek meclis öngörülüyordu.<br />

Osmanlı Anayasası ve seçim kanunu mebus sayısını<br />

nüfusa göre hesaplıyordu. Oysa bu belge idari birimi esas almıştı.<br />

Osmanlı seçim kanununa göre seçmenler ikinci seçmenleri seçer,<br />

onlar da mebusları seçerdi. Oysa bu belgede ikinci seçmenlerin yanında<br />

idare, belediye meclisleri ile Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin<br />

idari heyetleri de milletvekili seçimine katılıyordu. Böylece seçmen<br />

tabanı genişletilerek meclisin temsil gücü güçlendirilmiş oluyordu.<br />

Seçimler güç koşullarda yapıldı. Zira İstanbul’daki Osmanlı<br />

Hükûmeti, onun yandaşları, İtilaf devletleri ve henüz Mustafa<br />

Kemal’in gücünü algılayamamış olan kimi yöneticilerin olumsuz<br />

tavır ve davranıştan, iletişim kanallarının yetersizliği seçimleri güçleştirdi.<br />

1920 Türkiye’sinde 66 liva bulunuyordu. Ancak bunların tümünde<br />

ve gerektiği gibi seçimin yapıldığını söyleyebilmek güçtü.<br />

Çatalca, Gelibolu, Kırklareli ve Tekirdağ’da yapılamadı. Adana,<br />

İzmir, İzmit, Mersin gibi illerde belirli yörelerde seçim yapılabildi.<br />

Dersim, Malatya Trabzon, Konya gibi yerlerde ciddi sorunlarla karşılaşıldı.<br />

Bazı yerlerden ise istenilen sayıda milletvekili çıkarılamadı.<br />

(Örneğin, Burdur’dan Mehmet Akif in milletvekili olması gibi).<br />

Henüz seçimler bitmeden, seçilenlerin çoğu da Ankara’ya ulaşmadan<br />

yayılan iç isyan dalgalarını durdurabilmek için 23 Nisan<br />

1920’de 115 milletvekilinin katılımıyla Millet Meclisi çalışmalarına<br />

başladı. Yasama, yürütme, zaman zaman da yargı görevini üstüne<br />

alan Meclis 23 Nisan 1920’den 16 Nisan 1923’e kadar aralıksız çalışmalarını<br />

sürdürdü.<br />

23 Nisan 1920’de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisiyle<br />

ülkemizde Millî Meclis dönemi de başlamıştır. Zira, o güne değin


550<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

oluşmuş olan meclisler İmparatorluk meclisleri olduğu için çok<br />

ulusluydu. Ancak zaman içinde imparatorluktan kopmalar yaşanmış<br />

ve 1920’lere gelindiğinde ülke bir ölçüde farklı uluslardan arınmıştı.<br />

Kalanlar ise ulusçu harekete karşı oldukları için seçime katılmamıştı.<br />

Bu nedenle birinci dönem meclisi aynı zamanda ilk ulusal meclis<br />

olarak doğmuştu. O nedenle de Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak<br />

anılmıştır.<br />

Bu meclisin üyelerinin sosyolojik yapılarına baktığımızda: üyelerin<br />

%33’ü sivil bürokrasiden geliyordu. (Bunların %11’i idareci,<br />

%10’u memur, %7’si öğretmen, %4’ü yargıç, %l’i güvenlik görevlisi<br />

idi.)<br />

Üyelerin %25’i serbest meslek mensubu idi. (Bunların %10’u<br />

çiftçi, %7’si tüccar, %5’i avukat, %2’si gazeteci ve %l’i de bankacıydı).<br />

Üyelerin %14’ü asker, %4’ü sağlıkçı, %2’si aşiret reisi, %l’i<br />

teknik elemandı. %10’u ise din adamıydı (ki bunların %4’ü müftü,<br />

%4’ü müderris ve %2’si de şeyhti).<br />

Görülüyor ki I. Türkiye Büyük Millet Meclisi tüm halk kesimini<br />

temsil etmektedir. Herhangi bir sınıf ya da toplumsal kesime dayanmamaktadır.<br />

Olağanüstü koşulların yarattığı, ülke çıkarlarını her şeyin üstünde<br />

gören bir Meclis olduğu için emsallerine göre genç bir meclisti.<br />

Zira 30-40 yaş grubunu oluşturan milletvekillerinin oranı % 74 idi.<br />

(Bunların % 39’u 30, % 35’i 40 yaş grubunu oluşturuyordu).<br />

Eğitim tabana yayılmamış olmasına karşılık bu meclise katılanların<br />

%60’ı bir yüksekokul, %25’i orta öğretim, %19’u ise medrese<br />

mezunu idi.<br />

Milletvekillerinin % 43’ünün Türkçe’nin dışında bir yabancı dil<br />

biliyordu (% 22’si Fransızca, % 19’u Arapça, % 14’ü Farsça, % 6’sı<br />

Almanca biliyordu).<br />

30 yaş grubunda Fransızca’nın, 40-50 yaş grubunda Arapça ve<br />

Farsça’nın etkin olduğu dikkati çeker. 13<br />

Meclis üyelerinin %57.4 kendi yörelerinden %42 doğum yeri<br />

dışındaki yerlerden milletvekili seçilmiştir. (Bunlardan %11.8’inin<br />

13 Güneş, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin Toplanması ve Nitelikleri,<br />

Birinci Meclis, 1998, s.37-38


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 551<br />

doğum yeri Misak-ı Millî sınırlan dışında kalmıştır).<br />

Milletvekillerinden %28.2 inin parlamento deneyimi olduğu<br />

bunlardan %19.3 ünü IV. Dönemden mebusları oluşturuyordu ki bu<br />

da sadece 2 ay 6 gün sürmüştü). Dolayısıyla bu meclisin pek parlamento<br />

deneyimi yoktu.<br />

II.Dönem Meclisi<br />

Seçim Kararan Alınması<br />

Egemenliği padişahtan millete geçiren, işgalci güçleri yurttan<br />

kovan, binlerce yıldan beri Türk ulusunun yazgısını çizen saltanatı<br />

kaldıran bu meclis ne yazık ki düşman yurttan kovulduktan sonra<br />

Meclis yoğunluğu her gün artan bir iç mücadeleye sahne olmuştur.<br />

Bu mücadele dışarıda da yankı bulmuş ve muhalif bir milletvekilinin<br />

öldürülmesine kadar varmıştır. Dolayısıyla “meclis meclis olmaktan<br />

çıkmıştı.” Kimileri Mustafa Kemal’in Washington’un yaptığı gibi<br />

köşesine çekilmesini, kimileri diktatör olmasını istiyordu. 14 Bu meclis<br />

harbi yapmak zaferi kazanmakla mükellefti diyenler, yeniden seçimlere<br />

gidilmesini isteyenler de vardı. Oysa savaş henüz bitmemiş,<br />

Lozan görüşmeleri sürmekte idi. Bu durum Mustafa Kemal Paşanın<br />

dikkatinden kaçmıyordu. Ocak 1923’te yaptığı yurt gezilerinde halkın<br />

nabzını tutuyordu. Lozan Konferansı, Teşkilatı Esasiye Kanunu,<br />

Saltanat, Hilafet, Millet Meclisi, Halk Fırkası, Mecliste ki Gruplar<br />

hakkında açıklamalar yapıyordu. 15 Millî Mücadeleyi başarıyla veren<br />

bu meclisle çağdaş devleti oluşturmanın zor olacağı sonucuna<br />

varmış olacak ki seçimlerin yenilenmesini uygun çözüm olarak görmüştür.<br />

Böylece hem Batılı devletlere iktidarın halka dayandığı mesajını<br />

verecek hem de çağdaş devletin temellerini atarken kendisine<br />

ayak bağı olan muhalefetten büyük ölçüde kurtulacaktı.<br />

Seçimlerin yenilenmesi konusunu önce hükûmet üyeleriyle paylaştı.<br />

Onların da onayını aldıktan sonra ‘Anadolu ve Rumeli Müdafaai<br />

Grubunu topladı. Burada da tartıştıktan sonra seçime karar verecek<br />

olan Meclise sorun aktarıldı. 1 Nisan 1923’te Aydın milletvekili<br />

Esat Efendi ve 120 arkadaşının “Müdafaai memleket gayesiyle top-<br />

14 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, Ankara, 1968, s.10<br />

15 bkz. Arı İnan, <strong>Atatürk</strong>’ün Eskişehir ve İzmit Basın Toplantısı


552<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

lanan Türkiye Büyük millet Meclisi (nin)” bu amacı gerçekleştirerek<br />

kendinden sonra gelenlerin taktirini kazandığını, ülkenin barışa ve<br />

ekonomik kalkınmaya gereksinimi olduğunu belirten ve bu nedenle<br />

de seçimlerin yenilenmesinin isteyen önergesini Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi ittifakla kabul ederek seçimlerin yenilenmesine giden<br />

yolu açtı. 16 Ancak, Meclis elindeki işleri bitirebilmek için 15 gün<br />

daha çalıştı.<br />

Seçim kararı alındıktan sonra, uygulanmakta olan geçici seçim<br />

yasasında değişiklik gündeme geldi. 3 Nisan 1923’te 20.000 erkek<br />

nüfusa bir milletvekili seçilmesi, oy verme yaşının 25’ten 18’e indirilmesi,<br />

seçmen olabilmek için (birinci ve ikinci seçmen) öngörülen<br />

vergi verme koşulunun kaldırılması gibi radikal düzenlemeler yapılarak<br />

ulusun daha etkin temsiline olanak sağlandı. Seçimlerin yürütülmesi<br />

icrai bir iş sayılarak Heyeti Vekileye verildi. 17 Tabii bu arada<br />

ikinci seçmen konusunda da değişiklik yapılarak her 200 seçmene 1<br />

ikinci seçmenin seçilmesi kararlaştırıldı.<br />

Seçim kararının alınmasından ve seçim yasasında yapılan bu<br />

değişikliklerden kısa bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa, seçimde<br />

izleyeceği yolu saptamak üzere bir seçim bildirisi yayınladı. 8 Nisan<br />

1923’te yayınlanan ve tarihimize “9 Umde” olarak geçen bu bildiri18 daha sonra kurulacak Halk Fırkası programının iskeletini ve yapılacak<br />

devrimlerin programını oluşturacaktı.<br />

Mustafa Kemal aynı gün ulusal Kurtuluş Savaşı’nın temel dayanağı<br />

olan Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerini Meclis’te kendi liderliğinde<br />

oluşmuş bulunan I. Müdafaa-i Hukuk Grubu’na katılmaya<br />

çağırdı.<br />

Seçim Yarışı<br />

Parlamentonun varlık nedeni demokrasinin temel koşulu olan<br />

seçim, iktidarın da korkulu rüyasıdır. Zira seçimler muhalefeti iktidar,<br />

iktidarı da muhalefet yapabilme gücüne sahiptir.<br />

16 Bkz. TBMM ZC, c.283<br />

17 Bkz. TBMM ZC, c.28 s.326-348 ikinci seçmenlerin seçilme koşulunda da bir<br />

düzenleme yapıldı. Buna göre her 200 erkek nüfus için bir ikinci seçmenin<br />

seçilmesi kabul edildi.<br />

18 Bkz. <strong>Atatürk</strong>’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, Ankara: 1991, s.516-<br />

518


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 553<br />

1923 Türkiyesinde iktidarda liderliğini Mustafa Kemal’in yaptığı<br />

10 Mayıs 1921’de kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk<br />

Grubu 19 (I. Grup), muhalefette ise lideri bile belli olmayan, programını<br />

oluşturmamış, örgütsüz II. Grup vardı. 20 Seçim dolayısıyla bunlara<br />

yenileri de eklendi. Örneğin Müdafaa-i Millîye Grubu, İaşeciler<br />

Grubu, Amele Grubu, Bağımsızlar gibi. 21 Ancak bunlar içinde üzerinde<br />

durulması gereken, başında Kara Kemal’in olduğu İaşeciler<br />

Grubu idi. Zira bu grup aynı zamanda İttihat ve Terakki’yi çağrıştırıyordu.<br />

22<br />

İttihatçılar Mustafa Kemal’i desteklemekle birlikte zaman zaman<br />

ona karşı çıkmaktan da geri durmamıştı. Bu nedenle de İttihat<br />

ve Terakki’nin I. Grupla tam birlikteliğinden söz edilemezdi. Zira<br />

II. Grupla işbirliği yapacağı, bağımsız olarak seçime gireceği gibi<br />

haberler de ortalıkta dolaşıyordu.<br />

Özellikle Cavit Bey İttihat ve Terakki’yi yeniden diriltmek için<br />

çabalıyor hatta Mustafa Kemal’in “9 Umde”sine karşılık 9 maddelik<br />

bir program da oluşturuyordu. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın<br />

seçimlerde parçalanmaya gidilmeden bütünleşilmesi doğrultusundaki<br />

giriştiği çabaları ve seçimle yakından ilgilenmesi İttihatçıların II.<br />

Grupçuların cesaretini kırdı ve başarılı olamayacaklarını anlayınca<br />

örgütsel düzeyde ortaya çıkıp iktidar mücadelesine girişmekten kaçındılar..<br />

Sonuçta seçimin galibi, halkın tüm kesiminin hatta azınlıkların<br />

da desteklediği Mustafa Kemal’in liderliğini yaptığı I. Grup<br />

oldu. 23<br />

Adayların Belirlenmesi<br />

Mustafa Kemal yayınladığı 9 umdeyi kabul eden ve kendilerine<br />

başvuran kişilerden milletvekili adayları belirlemek üzere bir komisyon<br />

kurdu. Bu komisyon adayları belirlenirken;<br />

19 İhsan Güneş, Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin Düşünce Yapısı, 1997,<br />

s.171 vd<br />

20 Güneş, a.g.e., s. 180 vd. Güneş, “1923 Seçimi” 70. Yılında Ulusal ve Boyutlarıyla<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Büyük Nutku ve Dönemi, Ankara: 1999, s.113 vd<br />

21 (Tevhid-i Efkâr, 4 Nisan 1923)<br />

22 Bu grup ile ilgili olarak bkz. Karaosmanoğlu, a.g.e., s.12 vd<br />

23 Güneş, “1923 Seçimleri”.


554<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

1- 9 Umde’nin sahiplenilmesi<br />

2- Adayların, alanında uzman olması, yüksek öğrenimli olması<br />

3-Adayların seçim çevresine yakın olması24 gibi özellikler arandı.<br />

Saptanan adaylara kimi yerden tepki gösterildiği de oldu. Eskişehir,<br />

Çanakkale gibi.<br />

İstanbul’dan I. Grubun adayları dışında bağımsız adaylıkların<br />

koyanlar da oldu. Bunlar ya siyasi örgütlerce ya da halk tarafından<br />

imza karşılığı gösterilen adaylardı. Birinci grup kimi yerlerde de çıkarılacak<br />

milletvekili sayısından daha fazla aday gösterdi. Örneğin<br />

Bursa’dan 5 kişi seçilecek olmasına karşın 15, Ankara’da 6 aday<br />

yerine 13, Eskişehir’de 3 aday yerine 9, Biga’da 3 aday yerine 5,<br />

Ordu’da 5 yerine 8, Kars’ta 2 yerine 4... Manisa adaylarına da tepkiler<br />

oluşmuştu. Yakup Kadri Mardin’den, Hakkı Tarık Giresun’dan<br />

aday gösterilmişti. 25<br />

Seçimler Haziran-Ağustos aylan arasında yapıldı. Yoğunluk ise<br />

Temmuz ayında oldu.. Örneğin İstanbul, İzmir, Siirt, Tekirdağ ve<br />

Gelibolu’da seçimler Haziran ayında bitirildi. Diyarbakır, Bayazid,<br />

Niğde, Kırkkilise, Giresun, Ordu ve Trabzon’da ise Ağustos’ta<br />

tamamlandı. Giresun’da 13 Ağustos’ta, Ordu’da 14 Ağustos<br />

Trabzon’da ise 15-16Ağustos’ta yapıldı. Meclis açıldıktan sonra<br />

1923 Seçimlerinde ülke genelinde 72 seçim çevresinden 287 milletvekili<br />

seçildi. Mustafa Kemal hem İzmir hem de Ankara’dan seçildiği<br />

için sayı 286’ya indi. Ara seçimlerle bu sayı 333’a çıktı.<br />

Parlamento Deneyimi<br />

Milletvekillerinden 122’i %36.6’ı I. Dönem ve Meclisi<br />

Mebusan’da milletvekilliği yapmış kişilerdir. 211’i %63.3 ise yeniden<br />

seçilmiştir. 26<br />

Sosyo-ekonomik yapı: Milletvekillerinin % 42.78’i memur, %<br />

18.32’si asker, % 17.71’i serbest meslek, % 17.11’i tarım ve ticaret<br />

24 Bkz. Işıl Çakan, s.43<br />

25 Karaosmanoğlu, a.g.e., s.24-25<br />

26 Kazım Öztürk, Türk Parlamento Tarihi, II. Dönem, c.3, s.817 den yararlanılmıştır.<br />

Karşılaştır: Çakar, a.g.e., s.115 vd


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 555<br />

kesiminden gelmektedir. % 2.10’u ise din adamıdır.<br />

Yaş ortalaması<br />

Üyelerin yaş sınırı 30-70 arasındadır. Yaş ortalaması ise 43.7’dir.<br />

Yerellik: Milletvekillerinin % 59.76’sı kendi bölgesinden, %<br />

40.24’ü farklı bölgelerden milletvekili seçilmiştir.<br />

Farklı bölgeden seçilenlerin % 64.92’si ülke içinden, % 35.82’si<br />

Misak-ı Millî sınırları dışındandır ki toplam 48 kişidir. Bunların 35’i<br />

Balkan, 6’sı Ege adaları, 5’i Kafkas, 2’si de Arap coğrafyasındandır.<br />

(Çaka, s. 93-96)<br />

Eğitim: Milletvekillerinin, % 63.36’ü yüksekokul (% 20.12’si<br />

askerî okul), % 20.72’si orta öğretim (rüştiye, idadi, sultani), %<br />

10.21’i medrese, % 3.3’ü de özel okul % 1.5’i iptidai, mezunudur.<br />

Milletvekillerini % 37.54’ü yabancı dil bilmektedir. Bunların %<br />

36.92’si Fransızca, Almanca ve İngilizce, % 16.60’si de Arapça ve<br />

Farsça bilmektedir. %62.46’sı ise dil bilmemektedir.<br />

Meclisin Gerçekleştirdiği Kimi Olaylar<br />

Bu meclis, vatanın sınırlarını saptayan Lozan Antlaşması’nı<br />

onayladı. Ankara’yı başkent yaptı. Saltanatın kaldırılmasıyla oluşan<br />

devlet başkanlığı boşluğunu verdiği büyük mücadele sonunda<br />

Cumhuriyet’i ilan ederek doldurdu.<br />

Cumhuriyet’in dayanacağı temel yapıyı belirlemek üzere yeni<br />

bir anayasa yaptı. Askerlerin ya milletvekilliği ya da askerî görevlerden<br />

birini tercih etmelerini sağladı. Hilafeti kaldırdı. Eğitimi birleştirdi<br />

ve laik bir temele oturttu. Lozan’da verdiği söze sadık kalarak<br />

genel af çıkardı, ancak ulusal mücadeleye karşı çıkmış olan 150 kişi<br />

bu affın dışında tuttu.<br />

Türkiye Cumhuriyeti’ni çağdaş dünyanın bir parçası yapabilmek<br />

amacıyla her alanda köklü dönüşümler yapacak yasal düzenlemeleri<br />

gerçekleştirdi. Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu,<br />

Deniz ve Kara Ticaret Kanunu, Usul ve İcra İflas Kanunu gibi<br />

cumhuriyetin temelini oluşturacak kanunları çıkardı.<br />

Çok partili yaşama adım attı. Ancak ülkenin bütünlüğü, genç<br />

cumhuriyetin tehlikeye girmesi bu adımı durdurdu..Çok partili sisteme<br />

geçilemedi ama binbir güçlükle elde edilen vatan ve onun üzerinde<br />

inşa edilen cumhuriyet korundu. Bu meclis, ulusal, çağdaş bir


556<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

devlet ve toplum için gereken alt yapıyı hazırladı.<br />

II. Dönem TBMM günü geldiğinde yeniden seçime gitmek üzere<br />

dağılma kararı aldı. 27 Haziran 1927’de görevini tamamladı.<br />

Son olarak üzerinde durmak istediğim Meclis V. Dönem meclisidir.<br />

Zira bu dönem üyelerinin belirlenmesinde, seçim stratejisinin<br />

uygulanmasında <strong>Atatürk</strong>’ün etkin olduğu son meclistir.<br />

V. DÖNEM TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ:<br />

a-Meclisin Yenilenmesini Zorunlu Klan Etmenler<br />

Versailles Antlaşmasının yarattığı olumsuzlukları sürekli işleyen<br />

Nazilerin 1933’te iktidarı ele geçirmesi ve Nazilerin silahlanmaya<br />

ağırlık vermesi, Avusturya’yı kendisine bağlama denemesi,<br />

Avrupa’da Marsilya faciasının yaşanması, Saar’ın Almanya ile<br />

birleşmeye karar vermesi, İtalya’nın Habeşistan’la ilgilenmesi ve<br />

İtalyan diktatörü Mussolini’nin büyük bir askerî güç oluşturmaya<br />

yönelmesi Avrupa’yı tedirgin ediyordu” 27 Bu gelişmeleri yakından<br />

izleyen Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri bu gelişmeler karşısında<br />

Hükûmetin, seçimleri yenileyerek güven tazelemesinin daha doğru<br />

olacağına karar verdi. 28<br />

b-Meclisin Yenilenme Kararının alınması<br />

Bu konu ilk kez 14 Kasıml934’te toplanan Cumhuriyet Halk<br />

Partisi Grubunda dile getirildi ve Fırka “Fırka Reisliği (ne) yetki<br />

verdi. 29<br />

c-Parti Çalışmaları<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 5 Aralık 1934 günlü toplantısında<br />

seçimin yenilenmesi oy birliği ile kabul edildi. 30 Ancak Türki-<br />

27 Ebuzziya, “Meclisin Feshi Meselesi”, Zaman (17 Tesrinisani 1934). Cumhuriyet<br />

Gazetesi’nin 14 Tesrinisani 1934 tarihli haberinde seçimin yenileneceği<br />

bildiriliyor.<br />

28 Bkz. ağabeydin Daver “Mebus Seçiminin Yenilenmesi”, Cumhuriyet (16<br />

Tesrinisani 1934)<br />

29 Bkz. Cumhuriyet (15 Tesrinisani 1934), s.1.<br />

30 TBMM, C.24, s.81. Mir Gazetesi İsmet Paşa’nın böyle bir istekte bulunmasının<br />

“uluslararası vaziyetin karışık olmasından” ve “Türk hükûmetinin ve


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 557<br />

ye Büyük Millet Meclisi’nin elinde bulunan işleri bitirebilmesi için<br />

23 Aralık 1934’e değin çalıştı. Bu süre içinde kadınlara seçme ve<br />

seçilme hakkı verildi, bu hakkın kullanımı konusunda Anayasa’da<br />

düzenlemeler yapıldı.<br />

Ülkede tek parti hâkimiyeti olduğu için siyasal partilerin siyasi<br />

mücadeleyi başlatması gibi bir durum oluşmadı. Dolayısıyla siyasi<br />

yaşamı da Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki hareketlilik belirliyordu.<br />

Bu konuda da kadınlardaki canlılık dikkati çekiyordu. CHF Umumi<br />

Katibi Recep Peker, kadınların siyasi hayata daha aktif bir şekilde<br />

katılmasını sağlamaya özen gösterdi. 31 Kimi basın organları<br />

da kadınlar üzerinden siyasi hayatı renklendirme çabasına girdi. 32<br />

Öte yandan Cumhuriyet Halk Fırkası, seçim bölgelerinde halkı aydınlatıcı<br />

konuşmalara ağırlık verdi. Seçimler konusunda halkı aydınlatabilmek<br />

için radyoda seçim hakkında her akşam konferanslar<br />

verildi. 33 Cumhuriyet Halk Fırkası örgütlü güç olarak ikinci seçmenlere<br />

büyük önem veriyordu. Her ilde çeşitli meslek gruplarından,<br />

bürokratlardan ve mebuslardan ikinci seçmen adaylarını saptıyor ve<br />

bunları birinci seçmenlere açıklıyor ve seçmenlerin bu adaylara oy<br />

vermelerini istiyordu. 34 Bu seçimde ilk kez kadınlara da listelerde<br />

yer verilmeye başlandı. Örneğin Ankara ve Ankara’ya bağlı nahiyelerden<br />

51’i kadın, 281’i erkek olmak üzere 332 kişilik bir ikinci<br />

seçmen aday listesi hazırlanmıştı. 35<br />

1935 seçimlerinde Ankara’da 40.860 seçmen vardı. İkinci seçmenlerin<br />

seçimi 20/21 ocakta yapıldı ve 37.542 seçmen oy kullandı.<br />

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın gösterdiği adaylar seçimi kazandı. 36<br />

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yeniden Türk Ulusunun itimadına müraacat etmesi<br />

lazım” geldiğinden kaynaklandığını iler sürmektedir.<br />

31 Bkz. Ayin Tarihi No.13, 1935, s.27-48. Cumhuriyet 13 Aralık<br />

32 Cumhuriyet 25 İkinci Kanun 1935, s.1 vd.<br />

33 Ulus 18 Sonkanun 1935, s.1.<br />

34 Ankara adayları için bkz. Ulus 18 Sonkanun 1935, s.1-5<br />

35 Ankara ikinci seçmen adayları için bkz. Ulus 18 Sonkanun 1935, s.1, 5.<br />

Ankara’nın ilçelerinden seçilen ikinci seçmen sayısı şöyleydi: Keskin 144,<br />

Kızılcahamam 118, Koçhisar 98, Kalecik 99, Haymana 80, Ayaş 77, Bala 73,<br />

Çubuk 68, Beypazarı 74, Nallıhan 48, Polatlı 41 kişiydi bkz. Ulus 15 Kanunusani,<br />

1935, s.1 İstanbul ikinci seçmen adayları için bkz. Cumhuriyet 16-18.<br />

İkincikanun. 1935.<br />

36 Ulus 22 Sonkanun 1935, s.1.


558<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

Yürürlükteki seçim mevzuatına göre milletvekili olabilmek için<br />

ya mevcut siyasi partiden aday gösterilmek ya da bağımsız aday olmak<br />

gerekiyordu. Seçilebilmek için en güvenli yol, siyasi partiden<br />

aday olmaktı. Bu nedenle milletvekili olmak isteyenler Cumhuriyet<br />

Halk Fırkasına başvuruyordu. Basına sızan haberlere göre; bu seçimde<br />

milletvekili adayları arasında meslek sahibi olanların sayısı<br />

artırılacak37 Mecliste 10 bağımsız 15 de kadın milletvekili bulunacaktı.<br />

Bu duyumlar Cumhuriyet Halk Fırkası dışında milletvekili olmak<br />

isteyenlerin umutlarını artırıyor, siyasi yaşamı canlandırıyordu.<br />

Bu seçimlerde Cumhuriyet Halk Fırkası’na milletvekili adayı<br />

olarak başvuranların sayısı 2000’i geçmişti. 38<br />

d-Adaylarda Aranacak özellik<br />

Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğüne göre milletvekilleri adayları<br />

CHF Genel Başkanı, Genel Başkan Vekili ve Genel Sekreterden oluşan<br />

Başkanlık Divanınca bekleniyordu. Adayların<br />

1-Aydın olması<br />

2-Serbest meslek sahibi olması<br />

3-Millî Mücadeleye karşı olumsuz tavırda bulunmamış olmaları<br />

4-Güvenilir kişilik yapısına sahip olmaları isteniyordu. 39<br />

Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong><br />

bu seçimleri İstanbul’dan yönetmeye karar verdi ve Ankara’da ikinci<br />

seçmenlerin seçimi yapıldıktan sonra Genel Başkan Vekili, Başbakan<br />

İsmet İnönü’yü de yanına alarak 21 Ocak 1935’te İstanbul’a gitti<br />

ve Dolmabahçe Sarayı’na yerleşti. Bir süre sonra Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi Başkanı Kâzım Özalp, Parti Genel Sekreteri Recep<br />

Peker ve Hükûmet üyeleri de İstanbul’a gittiler.<br />

2 Şubat 1935’te CHF Başkanlık Divanı ile Genel İdare Heyeti,<br />

Fırka Meclis Grubu İdare Heyeti, İcra Vekilleri Heyeti Dolmabahçe<br />

Sarayı’nda <strong>Atatürk</strong>’ün başkanlığında toplandı. Toplantıda yeni milletvekili<br />

adayları, seçimde izlenecek politika, üzerinde durulacak<br />

37 Cumhuriyet 30 Ocak 1935, s.3. Milletvekili adayları için bkz. Cumhuriyet 5<br />

Şubat 1935, s.7 vd.<br />

38 Cumhuriyet 30.1.1935, s.3.<br />

39 Bkz. Hakkı Uyar, Cumhuriyet Halk Partisi, İstanbul: 1998, s.262-263


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 559<br />

konular, ulusa yayınlanacak bildiri, bağımsız milletvekillerinin seçileceği<br />

yerler ve bunların sayıları tartışıldı.<br />

Bu dönem Avrupa’da ırkçılık yükselen bir değer olurken <strong>Atatürk</strong><br />

ülkenin kaderini çizecek olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Türkiye<br />

Cumhuriyeti yurttaşlarından Müslüman olmayanların da meclise<br />

girmesini sağlayacak bir arayış içine girdi. Toplantıya 3 Şubatta<br />

da devam edildi. 40<br />

2 Şubat 1935’te <strong>Atatürk</strong>, Cumhuriyet Halk Fırkası örgütlerine<br />

ve ikinci seçmenlere yayınladığı bildiride Fırka Umumi Reislik Divanının<br />

yeni mecliste de müstakil üyelerin bulunmasına imkan vermek<br />

için Ankara, Afyon, Antalya, Denizli, Eskişehir, İstanbul, İzmir,<br />

Konya, Kütahya, Sivas, Tokad, Muğla, Niğde, Yozgad, Çankırı ve<br />

Kastamonu da 16 boş yer bırakmaya karar verdiğini belirtti.<br />

Ancak bunların cumhuriyetçi ve millîyetçi olmalarını CHF<br />

programınındışında bir programla ortaya çıkmalarını ve CHP ini<br />

eleştirmelerini istedi..” 41<br />

5 Şubat 1935’te Milletvekilleri adayları açıklandı. Cumhuriyet<br />

Halk Fırkasından adaylık bekleyenler bu liste de yer alamadıklarını<br />

görünce bağımsız aday olarak ortaya çıkmaya başladılar.<br />

Eski Kadın Birliği Başkanı Nezihe Muhittin Hanım da milletvekili<br />

adayı olduğunu açıklayarak kadınlara öncülük etti. 42 Ali Fuat<br />

Paşa (Konya), Halil Bey (Muğla), Hüseyin Hüsnü Bey (İzmir) ve<br />

Galip Kemali Bey (İstanbul) bağımsız aday olduklarını açıkladılar.<br />

Bunların sayısı giderek arttı.<br />

Dr. Abravaya. Dr. Taptas, Bere Keresteciyan ve İstemat Zihni,<br />

Kevork Simkeşoğlu, Avukat İbrahim Naom gibi kişilerde adaylıklarını<br />

açıkladılar. 43<br />

Adaylar; basından yararlanıyorlar, toplantılar yapıyorlar, yüz<br />

yüze görüşmelerde bulunuyorlardı. 44<br />

40 Ayin Tarihi No.15, 1935, s.2. Ulus (3 Şubat 1935), s.1.<br />

41 Bkz. Ulus Gazetesi 3 Şubat 1935.<br />

42 Cumhuriyet 6 Şubat 1935.<br />

43 Cumhuriyet 4.2.1935<br />

44 Esat Öz, Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Ankara:1992, s.l57 Bu seçimde<br />

İstanbul Kültür Müdürlüğünün yayınladığı bir genelge üzerine bütün<br />

ilkokul öğrencileri sınıf sınıf seçim yerlerine götürülmüş seçimin nasıl yapıldığı


560<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

Seçimler tüm yurtta 8 Şubat 1935 ‘de yapıldı.<br />

Seçimin sona ermesi dolayısıyla 8 Şubat 1935’de Mustafa Kemal<br />

Paşa şu bildiriyi yayınladı.<br />

“Sevgili Yurttaşlarım,<br />

Bana ve Partime inanınızı ve güveninizi gene gösterdiniz, saylav<br />

namzedi olarak size sunduğum arkadaşları yüce seçiminize değerli<br />

buldunuz. Ulusca gösterilen birlik, ülküye bağlılık bütün gözleri yeniden<br />

yurdumuza çevirmiştir.<br />

1935 seçiminin bittiği bu, 8 Şubat akşamı Türkiye, iç ve dış alanlarda<br />

bundan sonra da karşılaşabileceğimiz türlü meseleler önünde<br />

nasıl bir azim ve kuvvet manzarası göstereceğini bir daha acuna<br />

bildirmiş oldu.<br />

Öz dileğimiz yurdun yüceliği, yurttaşın genliğidir.” 45<br />

İçişleri Bakanlığı da yayınladığı bildiride:<br />

8 Şubat cuma günü memleketin her tarafında yapılan saylav seçimi<br />

aynı günde bitmiştir.Seçilmesi icab eden 399 saylavdan 17’i<br />

kadın olmak üzere 386’sı Cumhuriyet Halk Fırkası namzedlerinden<br />

ittifakla ve 13’ü de müstakillerden ekseriyetle seçildiğini duyurdu. 46<br />

gösterilmiştir.Bir ders seçim konusuna ayrılmış ve öğrencilere basit bir şekilde<br />

milletvekili seçimi.onları seçeceklerin nasıl olması gerektiği anlatılmış ardından<br />

da öğrencilere bu konuda ödev hazırlamaları istenmiştir.Esat Öz.Tek Parti<br />

Yönetimi ve Siyasal Katılım, Ankara:1992, s.l57<br />

45 Ulus 9 Şubat 1935<br />

46 Ulus, 9 Şubat 1935, s.lMustakillerin seçildikleri iller adları ve aldıkları oylar<br />

şöyledir:<br />

Ankara: Dr.Taptas 1273<br />

Afyon: Bere Keresteciyan 666<br />

Antalya: Tayfur Sökmen 588<br />

Çankırı Mustafa Ersoy 412<br />

Denizli Emekli General Şefik 707<br />

Eskişehir İstemat Zihni 422<br />

İstanbul Emekli General Refet 290<br />

İzmir Halil 1157<br />

Konya Emekli General Ali Fuat 1352<br />

Kastamonu Lise Müdürü Nuri 438<br />

Muğla Hüsnü Kitabçı 455<br />

Niğde Dr.Abravaya 503<br />

Sivas Mitad Şükrü 868 Bkz.Ulus, 9 Şubat 1935,<br />

s.3


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 561<br />

1935 seçimlerine katılım oranı bir hayli fazladır. Ulus gazetesinin<br />

bazı illere ilişkin verileri de bu savı doğrulamaktadır. Şöyle ki:<br />

Zonguldak’ta katılım % 78, Antalya’da % 80, İstanbul’da % 87,<br />

Erzurum % 87, Çankırı % 85, İzmir’de % 89, Aydın’da % 69.6 oy<br />

kullanmıştır. 47<br />

1 Mart 1935’de çalışmalarına başlayan V. Dönem Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi 27 Ocak 1939’da Büyük Millet Meclisi intihabının<br />

yenilenmesi kararının alınmasına kadar 3 yıl 10 ay 26 gün çalıştı.<br />

V. Dönem boyunca Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 444 kişinin<br />

milletvekili olarak görev yaptığı görülmektedir.<br />

V. Devre boyunca, 10 milletvekili %2.2 valilik, müfettişlik ve<br />

elçilik görevlerine atanarak istifa etmiştir. 35 milletvekili %7.8 ise<br />

vefat etmiştir. İstifa edenlerin ve ölenlerin yerine yenileri seçilmiştir.<br />

Ara seçimlerde seçilen milletvekili sayısı 45’tir.<br />

V. Dönem Milletvekillerinin Parlamento Deneyimi<br />

Milletvekillerinin % 66’sının parlamento deneyimi vardır. Bu<br />

mecliste milletvekillerinin % 33.8’i ilk kez milletvekili seçilmiştir.<br />

Dolayısıyla milletvekili değişimi %33.8’dir. Bu da demokratik ülkelerde<br />

ki değişime denk düşmektedir<br />

Yeni seçilen milletvekilleri içinde Hasan Âli Yücel, Hüseyin<br />

Cahit Yalçın, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ömer Asım Aksoy, İbrahim<br />

Necmi Dilmen, Mehmet Fuat Köprülü, Cevdet Kerim İncedayı, Selim<br />

Sırrı Tarcan gibi kültür yaşamımıza, Numan Menemencioğlu<br />

gibi dış politikamıza damgasını vuracak kişilere yer verilmiştir. Ayrıca,<br />

Kâzım Nami Duru ve Şükrü Bleda gibi ittihatçılara, Refet Bele,<br />

Kazım Karabekir gibi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının önde<br />

gelen kişilerine de yer verilmiştir.<br />

V. Dönem milletvekillerinden %4’ü kadın, %2.9’u bağımsız dır.<br />

Milletvekillerinin doğum yerleri ile seçildikleri seçim çevresi<br />

ilişkisi de şöyledir:<br />

Doğum yerlerinden milletvekili olanların oranı %32.4<br />

47 Bkz. Ulus, 16, 19, 21, 22, 23, 25, 26 Sonkanun 1935 s. 3, 3 Şubat 1935, s.6<br />

karşılaştır. Öz i ise %68, 5 olduğunu belirtmektedir. A.g.e.


562<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

Doğum yeri dışındaki seçim çevrelerinden milletvekili olanların<br />

oranı %67.5. Bunun %20.9 unun doğum yeri Misaki Millî sınırları<br />

dışında kalmıştır.<br />

Milletvekili olma bakımından İstanbul doğumluların önde olduğu<br />

görülmektedir (% 19 (88 milletvekili). Onu Selanik doğumlular<br />

%4.5 (20), İzmir doğumlular %3.6 (16 milletvekili), Bursa, Girit doğumlular<br />

%2.2 (10 milletvekili), Ankara, Konya, Manastır, Trabzon<br />

doğumlular %1.8 (8 milletvekili), Adana, Sivas doğumlular % 1.3 (6<br />

milletvekili), Aydın, Bosna, Çorum, Erzincan, Isparta, Yozgat, doğumlular<br />

%1.1 (5 milletvekili) izlemektedir.<br />

V. Dönem milletvekillerinin yaş ortalaması 51.3’tür. En genç<br />

milletvekili 1905, en yaşlı olanı da 1852 doğumludur.<br />

Milletvekillerinin eğitim durumları<br />

Yüksek öğretim % 73.4<br />

Orta Öğretim % 17.1<br />

İlk öğretim %1.3<br />

Âlimekteb % 0.4<br />

Medrese % 3.6<br />

Kolej % 0.6<br />

Özel okul % 2.4<br />

Görülüyor ki V. Dönem milletvekillerinin eğitim düzeyi bir hayli<br />

yüksektir.<br />

Yüksek öğretimin okullara göre dağılımı ise şöyledir:<br />

Hukuk % 16.4 Mülkiye % 12.8 Harbiye % 10.1 Tıp Fakültesi %<br />

9.2 Yurt dışında yükseköğretim % 4 Ziraat Mektebi % 3.1 Öğretmen<br />

Okulu % 1.8 Edebiyat Fakültesi %1.5 Mühendis Mektebi % 1.1 Fen<br />

Fakültesi % 0.9 Orta öğretimin okullara göre dağılımı:<br />

Orta Okul % 6.8 Rüşdiye % 4.5 Lise % 3.6 İdadi % 2.9<br />

V. Dönem milletvekillerinin yabancı dil bilgisi görünümü<br />

Fransızca % 65.9 Almanca % 17.7 İngilizce % 9 Arapça %8.3<br />

Farsça % 6 Rumca % 5.8 Rusça % 3.1 İtalyanca % 2.5 Ermenice<br />

% 1.5.<br />

Milletvekillerinden Sivil bürokrasiden gelen %M, Serbest meslek<br />

(çiftçi, avukat, gazeteci, ziraatçı, yazar-şair, işçi, tüccar, bankacı,


ATATÜRK DÖNEMİ MECLİSLERİ (1920-1938) 563<br />

sanayici, iktisatçı, matbaacı, serbest) %27.2<br />

Asker %14.1 Belediyeci – Yerel Yönetici % 7.6<br />

Sağlıkçı (Doktor, dişçi, eczacı, baytar) % 7.4<br />

Din adamı %0.4<br />

V.Dönemin en önemli özelliklerinden biri de <strong>Atatürk</strong>’ün vefatı<br />

üzerine ülkede herhangi bir karışıklığa meydan vermeden Cumhurbaşkanlığına<br />

İsmet İnönü’yü seçerek sistemin aynen sürdürülmesini<br />

kararlaştırmasıdır.<br />

Bu dönemde Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarımızı kısıtlayan<br />

tüm hükümler Montrö antlaşmasıyla kaldırıldı (20 Temmuz<br />

1936). Türkiye, Afganistan, İran ve Irak arasında Sadabat Paktı yapıldı<br />

(8 Temmuz 1937). Hatay anayasası, statü organiği, seçilmiş bir<br />

parlamentosu ve hükûmeti bulunan ayrı bir varlık haline getirildi (2<br />

Eylül 1938). Dersim isyanı bastırıldı (Eylül 1937)<br />

Anayasa’da değişiklik yapılarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin<br />

ilkeleri anayasaya eklendi (5 Şubat 1937) Genel af kanunu çıkarılarak<br />

150’liklerin affedilmesi sağlandı (29 Haziran 1938). Ulusal<br />

Bayram ve tatil günleri belirlendi (27 Mayıs 1935) ve Bayrak kanunu<br />

çıkarıldı (29 Mayıs 1936). Bankacılık alanında ciddi düzenlemeler<br />

yapıldı.Günümüzde özelleştirme dalgasının tam tersi olarak<br />

bu meclis döneminde yabancı şirketler tarafından işletilen şirketlerin<br />

millîleştirilmesine hız verildi. Aydın Demir yolu, Ergani Türk<br />

anonim şirketi, İstanbul Telefon Şirketi, Ereğli şirketi, İzmir telefon<br />

şirketi, Üsküdar Kadıköy Su şirketi, İstanbul elektrik şirketi gibi şirketler<br />

millîleştirildi. Devletin yapılanması konusunda çeşitli bakanlıkların<br />

teşkilat kanunları çıkarıldı, kimilerinin teşkilat kanunlarında<br />

değişikliklere gidildi.<br />

Bu dönemde Türkiye’nin demokratikleşme sürecini etkileyen İş<br />

Kanunu (8 Haziran 1936Basın Birliği kanunu (28 Haziran 1938),<br />

Cemiyetler Kanunu (28 Haziran 1938) gibi oldukça önemli yasalar<br />

çıkarıldı. Türk ceza yasasında köklü değişiklikler yapılarak ünlü 141<br />

ve 142 maddeleri ceza yasasına eklendi. (11 Haziran 1936)<br />

Sonuç, Demokratik sistemlerin temeli, toplumu dönüştürmenin<br />

itici gücü parlamentodur.. Bu nedenle de parlamentolar toplumun<br />

gerisinde değil önünde bulunmak zorundadır. Mustafa Kemal döne-


564<br />

İHSAN GÜNEŞ<br />

mi parlamentoları hep toplumun önünde bulunmuşlar ve görevlerini<br />

başarıyla tamamlamışlardır.<br />

Konuşmama <strong>Atatürk</strong>’ün şu sözleriyle son veriyorum: Vatandaşın<br />

en büyük görevi aynı zamanda en kutsal hakkı seçme hakkıdır.<br />

Devlet yapısının temeli olan Büyük Millet Meclisi üyelerini, vatandaşlar<br />

seçerler. 48 Meclislerle yönetilen memleketlerde de bazı milletvekillerini<br />

seçerken çok dikkatli ve kıskanç olunmalıdır...memleketi<br />

ve milleti seven, aklına anlayışına vicdanına en güvendiğiniz kişileri<br />

seçin.. Millete dost görünüp iktidar mevkiine geçtikten sonra onun<br />

gerçek ihtiyaçlarını düşünecek yerde memleketi kendi istediği yolda<br />

götüren, laf anlamayan, yetkili kimselerin yol göstermelerine kulak<br />

asmayan, millette mevcut kuvvetleri kendine bağlamaya çalışan<br />

kahraman yüzlü insanları seçmeyin 49 diyordu. Sabırla dinlediğiniz<br />

için teşekkür ediyorum.<br />

48 Kocatürk, <strong>Atatürk</strong>’ün Fikir ve Düşünceleri, s.367<br />

49 Kocatürk, a.g.e., s.368


ATATÜRK VE DEMOKRASİ<br />

Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN<br />

<strong>Atatürk</strong>çü düşünce sistemi, temel amaç olarak, Türkiye’de millî,<br />

laik, güçlü ve çağdaş bir devlet kurmaya yönelmiştir. <strong>Atatürk</strong>’ün,<br />

çağdaş devleti aynı zamanda demokratik bir devlet olarak düşündüğünde<br />

kuşku yoktur. Demokrasi ilkesi, <strong>Atatürk</strong>çü düşünce sisteminin,<br />

cumhuriyetçilik, millî egemenlik ve halkçılık gibi diğer temel<br />

ilkeleriyle de çok yakın ilişki için dedir.<br />

Gerçekten, halkçılık ilkesi, çoğu zaman siyasal demokrasi ile<br />

anlamdaş olarak kullanılmıştır. Gerçi halkçılığın, kanun önünde eşitlik,<br />

hiçbir kişi veya zümreye ayrıcalık tanınmaması, sınıf mücadelesinin<br />

reddi ve devletin sosyo-ekonomik hayata müdahalesiyle sosyal<br />

gruplar arasındaki denge ve dayanışmanın korunması (dayanışmacılık,<br />

solidarisme) gibi ek anlamlarda da kullanılmış olduğu görülmektedir.<br />

Bununla birlikte <strong>Atatürk</strong>çü siyasal rejimin gelişme süreci<br />

içinde halkçılığın egemen anlamı, siyasal demokrasi olmuştur.<br />

Denilebilir ki halkçılık, <strong>Atatürk</strong>çü düşünce sisteminin,<br />

millîyetçilik, millî egemenlik ve tam bağımsızlık ilkeleriyle birlikte,<br />

daha Millî Mücadele’nin ilk günlerinden beri en çok vurgulanan unsurlarından<br />

biridir. Halk çılık, <strong>Atatürk</strong>’ün Millî Mücadele yıllarında<br />

yaptığı sayısız konuşmalarında yeni rejimin temel yönlendirici ilkelerinden<br />

biri olarak yer almıştır. Mese lâ, “bugünkü mevcudiyetimizin<br />

aslî mahiyeti, milletin genel eğilimlerini is pat etmiştir, o da halkçılıktır<br />

ve halk hükûmetidir. Hükûmetlerin halkın eline geçmesidir...<br />

idareyi halka teslim etmek için çalışalım. O zaman bütün müşküllerin<br />

ortadan kalkacağına... kaniim.” 1 “İç siyasetimizde şia rımız olan<br />

1 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, c. I (Ankara, 1961: Türk Inkılap Tarihi<br />

Ens titüsü Yayınları, Bundan sonraki atıflarda SD, I olarak kısaltılacaktır), s.<br />

90.


566<br />

ERGUN ÖZBUDUN<br />

halkçılık, yani milleti bizzat kendi mukadderatına hâkim kıl mak esası<br />

Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzla tesbit edilmiştir.” 2 “Bizim nokta-i<br />

nazarımız —ki halkçılıktır— kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idarenin,<br />

doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır.<br />

Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir<br />

prensibidir.” 3<br />

“İdare usulümüz kayıtsız şartsız hâkimiyetine sahip olan halkın,<br />

mukadde ratını bizzat ve bilfiîl idare etmesi esasına müstenittir...<br />

Halk idaresinin bütün kapsayıcı anlamıyla lâyık olduğu gelişme derecesine<br />

eriştirilmesi, si yasetimizin gereklerindendir.” 4 “Bir kelime<br />

ile ifade etmek lazım gelirse diyebiliriz ki yeni Türkiye Devleti bir<br />

halk devletidir, halkın devletidir.” 5<br />

Halkçılık ilkesi, Millî Mücadele yıllarının en önemli anayasal<br />

belgele rinde de ifadesini bulmuştur. 1921 Anayasası’na esas olan<br />

belge, “Halkçı lık Programı” adını taşımaktadır. <strong>Atatürk</strong>, Nutuk’ta bu<br />

konuda şunları söylemiştir: “İlk Teşkilâtı Esasiye Kanunumuza menşe<br />

teşkil eden 13 Eylül 1920 tarihli bir programı, Meclis’e takdim<br />

etmiştim. Bu programın, Meclis’te 18 Eylül’de okunan kısmından<br />

başka, buna da esas olmak üze re, Büyük Millet Meclisi’nin esas mahiyetini<br />

ve idare usulü hakkındaki görüşleri tespit eden ve Meclis’in<br />

açılışının ertesinde okunup kabul olunan önergemi de, bu kısımla<br />

beraber, halkçılık programı unvanı altında bastı rıp yayınlamıştım.” 6<br />

Bu önergenin “maksat ve meslek” (amaç ve yöntem) adını taşıyan<br />

bölümü, Büyük Millet Meclisi tarafından bir beyanname olarak yayınlanmış,<br />

“mevaddı esasiye” (ana maddeler) ve “idare” başlıklarını<br />

taşıyan bölümler ise, 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’nın temelini<br />

oluş turmuştur. 7 Bu Anayasa, 1’inci maddesinde “Hâkimiyet bilâ<br />

2 SD, I, s. 166.<br />

3 SD, I, s. 101.<br />

4 SD, I, s. 101.<br />

5 SD. I, s. 320.<br />

6 Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk (İstanbul, 1960: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınlan)<br />

(Bundan sonraki atıflarda Nutuk olarak kısaltılacaktır), c. II, s. 594.<br />

7 İsmail Arar, <strong>Atatürk</strong>’ün Halkçılık Programı (İstanbul, 1963: Baha Matbaası),<br />

s. 13-16; Ergun Özbudun, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin<br />

Hukuki Niteliği, ” <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Dergisi, c. I, Sayı 2 (Mart<br />

1985), s. 498.


ATATÜRK VE DEMOKRASİ 567<br />

kayd ü şart milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve<br />

bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” demek suretiyle, halkçılık ilkesine<br />

ön planda yer ver miştir. Daha sonra <strong>Atatürk</strong>, bir siyasi parti<br />

kurmayı tasarlarken, 7 Aralık 1922 tarihinde Ankara basınına, “halkçılık<br />

esasına müstenit ve Halk Fırka sı namiyle siyasi bir fırka (parti)<br />

teşkil etmek niyetinde” olduğunu açıkla mıştır 8 . Eylül 1923’te kurulan<br />

Halk Fırkasının adı, şüphesiz halkçılık ilke sinden esinlenmiş olduğu<br />

gibi, halkçılık 1923 tarihli ilk parti Nizamname sinin (Tüzük)<br />

1’inci ve 2’inci maddelerinde yer almıştır.<br />

Halkçılık hakkında yukarıda verdiğimiz alıntılarda bu deyimin,<br />

halk devleti, halk yönetimi, halkın kendi mukadderatına hâkim olması<br />

anla mında, kısacası siyasi demokrasi ile eşanlamlı olarak kullanıldığını<br />

görmüştük. <strong>Atatürk</strong>, Medenî Bilgiler kitabına esas olan<br />

notlarında da halkçılıkla “demokrasi prensibi”ni aynı anlamda kullanmıştır:<br />

“Bu prensi be göre, irade ve hâkimiyet, milletin tümüne aittir<br />

ve ait olmalıdır. De mokrasi prensibi, millî hâkimiyet şekline dönüşmüştür...<br />

Demokrasi esası na müstenit hükûmetlerde hâkimiyet,<br />

halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, hâkimiyetin<br />

millette olduğunu, başka yerde olmaya cağını gerektirir. Bu suretle<br />

demokrasi prensibi, siyasi kuvvetin, hâkimiye tin kaynağına ve meşrutiyetine<br />

temas etmektedir.” <strong>Atatürk</strong>’e göre “bugün, demokrasi fikri<br />

daima yükselen bir denizi andırmaktadır.” On dokuzuncu yüzyıldan<br />

itibaren “demokrasi fikri, mukavemet edilemez bir kuvvet ve cereyan”<br />

halini almıştır9 .<br />

Halkçılık (veya demokrasi) ilkesi ile millî egemenlik arasında<br />

çok ya kın ilişki olduğunda şüphe yoktur. Daha doğrusu, halkçılık,<br />

millî egemen lik ilkesinin tabiî ve zorunlu sonucudur. Egemenliğin<br />

millette olduğu bir devlette hükûmet sisteminin de elbette halkın<br />

kendi kendisini yönetmesi, yani demokrasi olması gerekir. Ancak tarihte<br />

bu iki kavramın tam anla mıyla çakışmadığı zamanlar da olmuştur.<br />

Fransız İhtilâli ve onu izleyen dönem, kişi egemenliğini yıkarak<br />

yerine teoride millet egemenliğini geçir miş olmakla beraber, genel<br />

8 Nutuk, II, s. 718.<br />

9 A. Afetinan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün El Yazıları (Ankara,<br />

1969: Türk Tarih Kurumu Yayınlan) (Bundan sonraki atıflarda Medenî<br />

Bilgiler olarak kı saltılacaktır), s. 27, 29-30, 390-91, 397-99, 404.


568<br />

ERGUN ÖZBUDUN<br />

oy sistemi uzun süre kabul edilmemiş, yani halkın çoğunluğuna oy<br />

verme hakkı tanınmamıştır. Bu çelişik durum, mil letle halkın farklı<br />

kavramlar olduğu; milletin, belli bir ülkede belli bir anda yaşayan<br />

insanların toplamından ibaret olmayıp, geçmişi ve geleceği de içine<br />

alan bir “manevî şahıs” (tüzel kişi) oluşturduğu; dolayısıyla, millet<br />

adına egemenliğin, milletin menfaatlerini en iyi takdir edebilecek<br />

olan bir seçkin zümre tarafından kullanılması gerektiği gibi, hiç de<br />

doyurucu ol mayan gerekçelerle açıklanmaya çalışılmıştır. 10 Şüphesiz,<br />

<strong>Atatürk</strong>çü millî egemenlik anlayışı, böyle soyut ve demokrasiden<br />

uzak bir millî egemenlik anlayışı değildir. <strong>Atatürk</strong>çülük, sadece<br />

hükümdarın kişisel egemenliğini yıkmayı değil, onun yerine halk<br />

yönetimini yani demokrasiyi geçirmeyi amaçlamıştır. <strong>Atatürk</strong>çü düşünce<br />

sisteminde millî egemenliğin halkçılık il kesiyle tamamlanması,<br />

ona demokratik içeriğini kazandırmıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, “demokrasi” deyimini, bugün bazı ülkelerde görüldüğü<br />

gibi asıl anlamından saptırarak veya ona değişik içerikler yükleyerek<br />

değil, tam tersine, gerçek ve geleneksel anlamında, yani hürriyetçi<br />

siyasi demokrasiyi ifade etmek üzere kullanmıştır. <strong>Atatürk</strong>, bu konuda<br />

şöyle demektedir: “Demokrasi esas itibariyle siyasi mahiyettedir.<br />

Demokrasi, bir sosyal yar dım veya bir iktisadî teşkilât sistemi değildir.<br />

Demokrasi maddî refah me selesi de değildir. Böyle bir nazariye,<br />

vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacı nı uyutmayı amaçlar. Bizim<br />

bildiğimiz demokrasi, bilhassa siyasidir; onun hedefi, milletin idare<br />

edenler üzerindeki murakabesi sayesinde, siyasi hürriyeti temin etmektir.<br />

11<br />

<strong>Atatürk</strong>, demokrasiye ters düşen çağdaş siyasal akımları eleştirerek<br />

bunlardan hiçbirinin Türkiye için uygun olmadığı sonucuna<br />

varmıştır: Bolşevik teorisine göre “bütün Rus milleti içinden, işçi,<br />

deniz ve kara kuv vetlerinden ibaret bir azınlık, ekonomik esaslara<br />

dayanan komünist partisi adı altında birleşerek, bir diktatörlük vücuda<br />

getirmişlerdir. Gayelerinde millî değildirler. Kişisel hürriyet ve<br />

eşitlik tanımazlar. Halk egemenliğine saygı göstermezler. İçte çoğunluğu,<br />

zor ve baskı ile, görüşlerine itaate mecbur ederler; dışta,<br />

10 Hüseyin Nail Kübalı, Anayasa Hukuku: Genel Esaslar ve Siyasi Rejimler<br />

İs tanbul, 1965, s. 358-63.<br />

11 Medenî Bilgiler, s. 31, 406-407.


ATATÜRK VE DEMOKRASİ 569<br />

kendi prensiplerini yaymaya çalışırlar. Halbuki, hükûmet kurmaktan<br />

amaç, evvelâ ferdî hürriyetin teminidir. Bolşevik hükûmet şeklinde<br />

istibdat mahiyeti görülmektedir. Bir cemiyeti, bir kısım insanların<br />

görüşlerinin zorla esiri ve zebunu yaşatmak şekline tabiî ve ma kul<br />

bir hükûmet sistemi nazariyle bakılamaz.”<br />

<strong>Atatürk</strong>, yaşadığı dönemde Avrupa’nın bazı ülkelerinde, özellikle<br />

Lâtin Akdeniz ülkelerinde hayli güçlü olan “ihtilâlci sendikalizm”<br />

ve “korporatizm” akımlarını da eleştirmiştir. Ona göre “ihtilâlci,<br />

siyasi sendika lizm teorisyenleri, her türlü siyasi kuruluşları yalnız<br />

kendi menfaatleri le hine çalıştırmak ve nihayet siyasi kuvvet ve<br />

hâkimiyeti ellerine geçirmek is teyen işçi gruplarıdır. Bunlar, amaçlarını<br />

zorla elde etme fırsatını bekler ken, zaman zaman genel grevler<br />

yaparak, hükûmet adamları üzerinde et kili oluyorlar.” Korporatizm<br />

veya menfaatlerin temsili (meslekî temsil) ise, toplum içinde çeşitli<br />

meslek zümrelerinin birbirinden farklı menfaatleri ol duğunu, her<br />

özel menfaat sahibi grubun mecliste ayrı ayrı temsil edilmesi gerektiğini<br />

savunmaktadır. “Bu takdirde seçim, millet fertleri tarafından<br />

değil, gruplar tarafından ve bu grupların sahip oldukları menfaat<br />

oranında vukubulacaktır. Mecliste, bu gruplardan birkaçı birleşip<br />

iktidar mevkiine geçince, yalnız kendi menfaatleri lehine çalışacaklardır.<br />

Buna kim mani olacaktır?”<br />

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki <strong>Atatürk</strong>, demokrasiye aykırı<br />

olan bu siyasi akımları “memleketimiz ve milletimiz için uygun”<br />

görmemiştir. Ona göre “biz, memleket halkı fertlerinin ve çeşitli sınıf<br />

mensuplarının birbirle rine yardımlarını aynı kıymet ve mahiyette<br />

görürüz; hepsinin menfaatleri nin aynı derecede ve aynı eşitlikçilik<br />

duygusuyla teminine çalışmak isteriz. Bu tarzın, milletin genel refahı,<br />

devlet bünyesinin kuvvetlenmesi için daha uygun olduğu kanaatindeyiz.<br />

Bizim görüşümüzde çiftçi, çoban, işçi, tüccar, sanatkâr,<br />

doktor, kısacası herhangi bir sosyal müessesede çalışan bir vatandaşın<br />

hak, menfaat ve hürriyeti eşittir. Devlete, bu anlayış ile azamî<br />

yardımcı olmak ve milletin güven ve iradesini yerinde kullanabilmek<br />

bizce, bizim anladığımız manada halk hükûmeti idaresi ile<br />

mümkün olur” 12 .<br />

12 Aynı eser, s. 40-41, 420-25.


570<br />

ERGUN ÖZBUDUN<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün halkçılıktan kasdettiği şeyin, geleneksel anlamda<br />

“hürriyet çi siyasi demokrasi” olduğu, kendisinin hürriyetin önemine<br />

ilişkin şu görüşlerinden de açıkça anlaşılmaktadır. <strong>Atatürk</strong>’e göre<br />

“ferdin birinci hakki, tabiî yeteneklerini serbestçe geliştirebilmesidir.<br />

Bu gelişmeyi temin için ise, en iyi vasıta, ferde, başkalarının<br />

benzer haklarına zarar vermeksi zin, tehlike ve zarar kendine ait olmak<br />

üzere, ona kendi kendini istediği gibi sevk ve idare etmeye müsaade<br />

etmektir. İşte bu serbest gelişm.eyi sağ lamak, ferdî hakların<br />

oluşturduğu çeşitli hürriyetlerin tüm amacıdır. Bu haklara hürmet<br />

etmeyen siyasi cemiyet esas vazifesinde kusur etmiş olur, ve devlet<br />

varlığının sebebini ve manasını kaybeder. Çağdaş demokraside ferdî<br />

hürriyetler, özel bir değer ve önem almıştır; artık ferdî hürriyetlere<br />

devletin ve kimsenin müdahalesi söz konusu değildir... Türk, istibdat<br />

ve esaret zincirlerini parçalayabilmek için iç ve dış düşmanlar karşısında<br />

ha yatını ortaya attı; çok kanlı ve tehlikeli mücadelelere girdi;<br />

sayısız fedakârlıklara katlandı; muvaffak oldu, ancak ondan sonra<br />

hürriyetine sahip oldu. Bu sebeple hürriyet Türk’ün hayatıdır.” 13<br />

Kişi ve toplum hayatında bu kadar büyük önem taşıyan hürriyet,<br />

mutlak anlamıyla anlaşılamaz. “Söz konusu olan hürriyet, içtimaî ve<br />

me denî insan hürriyetidir. Bu sebeple, ferdî hürriyeti düşünürken,<br />

her ferdin ve nihayet bütün milletin ortak menfaati ve devlet varlığı<br />

gözönünde bu lundurulmak lazımdır. Anlaşılıyor ki, ferdî hürriyet<br />

mutlak olamaz. Başka larının hak ve hürriyeti ve milletin ortak<br />

menfaati ferdî hürriyeti sınırlar. Ferdî hürriyeti sınırlama, devletin de<br />

âdeta temeli ve görevidir. Çünkü, devlet ferdî hürriyeti sağlayan bir<br />

teşkilât olmakla beraber, aynı zamanda, bütün özel faaliyetleri, genel<br />

ve millî amaçlar için birleştirmekle mükellef tir... Devletsiz bir cemiyet,<br />

veyahut zayıf bir devlet hayatının neticesi, her kesin herkese<br />

karşı mücadelesidir. Bu mücadele, çoğunluğun hürriyetini boğmayacak<br />

şekilde başkalaştırılmalıdır.” Böylece devlet ve toplum hayatı,<br />

kişi hürriyetlerinin sınırlandırılmasını zorunlu kılmakla beraber, bu<br />

sınırla ma, “ferdin sorumluluğuna, teşebbüsüne ve gelişmesine zarar<br />

verecek de receye götürülmemelidir. Vatandaşların teşebbüs ve sorumluluk<br />

hisleri ne kadar gelişirse, devlet için o kadar iyidir.” 14<br />

13 Aynı eser, s. 52-54, 458-64.<br />

14 Aynı eser, s. 52-53, 459-62; <strong>Atatürk</strong>çülük, Üçüncü Kitap: <strong>Atatürk</strong>çü Dü-


ATATÜRK VE DEMOKRASİ 571<br />

<strong>Atatürk</strong>çü düşünce sistemi içinde demokrasi ile eşanlamlı olarak<br />

kul lanılan halkçılık, Millî Mücadele yıllarının ve özellikle Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi’nin demokratik atmosferi içinde gelişmiştir.<br />

Millî Mücadele mizin en dikkate değer yönlerinden birisi, bu ölümkalım<br />

savaşının, hu kuk açısından herşeye yetkili, uygulamada da<br />

denetim yetkilerini titizlik ve kıskançlıkla kullanan demokratik bir<br />

meclis eliyle yürütülmüş olmasıdır. Prof. Feyzioğlu’nun belirttiği<br />

gibi, “Bağımsızlık Savaşı, millî egemenlik il kesinden güç alınarak,<br />

her konuda hesap soran, kıyasıya eleştiren, milletin haklarına titizlikle<br />

sahip çıkan bir Meclisle kazanılmıştır. Büyük bir sava şın, millet<br />

adına, bir parlâmento tarafından yönetilip yürütülmesi, dünya tarihi<br />

açısından da üzerinde durulmaya değer bir olaydır.” Aynı konuda İsmet<br />

İnönü de şunları söylemiştir: “Millî Mücadele’nin askerî safhada<br />

idaresi kadar siyasi idaresi de nâzikti. Hatta daha nâzikti denilebilir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, siyasi safhanın idaresinde de aynı derecede maharetli, daha<br />

ma haretli olmuştur. Meselâ, benim kanaatimce Millî Mücadele’nin,<br />

bir Mil let Meclisi kurularak onunla beraber yürütülmesi son derece<br />

güç, fakat harikulade isabetli bir karar olmuştur... Askerî sahada,<br />

idarî sahada, iç ve dış siyaset sahasında bu, harikulade bir buluştur.<br />

Emsali de hemen he men yok gibidir.” 15<br />

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi (1920-23) tarihî görevini<br />

tamam layıp, seçimlerin yenilenmesiyle ikinci Dönem Türkiye Büyük<br />

Millet Mec lisi oluştuktan sonra da, yeni Türk Devleti’nin siyasi<br />

rejiminin demokratik bir rejim olması kararı devam etmiştir. <strong>Atatürk</strong>,<br />

bu dönemdeki çeşitli be yanlarında demokratik rejime olan inancını<br />

tekrarlamıştır. Meselâ 11 Aralık 1924 tarihinde Times muhabirine<br />

verdiği demeçte şunları söylemiştir: “Millî egemenlik esasına dayanan<br />

ve özellikle Cumhuriyet idaresine malik bulunan memleketlerde<br />

siyasi partilerin varlığı tabiîdir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de,<br />

birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur.” 16 Nitekim<br />

şünce Sistemi İstanbul, 1984: Milli Eğitim Basımevi, Genelkurmay Başkanlığınca<br />

hazırlanmıştır, s. 70-73.<br />

15 Turhan Feyzioğlu, “<strong>Atatürk</strong> ve Milliyetçilik.” <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi<br />

Dergisi, c. I, Sayı 2 Man 1985, s. 402.<br />

16 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, c. 111 Ankara. 1961: Türk inkılap Tarihi<br />

Ens titüsü Yayınları Bundan sonraki atıflarda SD, III olarak kısaltılacaktır, s.<br />

77.


572<br />

ERGUN ÖZBUDUN<br />

bu ortam içinde, 1924 Kasımında Halk Fırkası’ndan ayrılan bir grup<br />

milletvekili, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adı altında bir muhalefet<br />

partisi kurmuşlardır. Ne yazık ki, bu çok-partili hayat denemesi<br />

fazla uzun sürememiş, 1925 Şubatında doğu illerinde çıkan Şeyh<br />

Sait isyanının çok ciddî boyutlara ulaşması üzerine olağanüstü tedbirler<br />

alma gereği duyulmuş; 4 Mart 1925 tarihli “Takrir-i Sükûn<br />

Kanunu” hükûmete geniş takdiri yetkiler vermiş; Kurtuluş Savaşı<br />

sırasında çalıştırılmış, fakat daha sonra kaldırılmış olan olağanüstü<br />

İstiklâl Mahkemeleri yeniden kurulmuş tur. Bu tedbirler arasında,<br />

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da 3 Hazi ran 1925 tarihinde Bakanlar<br />

Kurulu kararıyla kapatılmıştır. İlginç olan nokta, değinilen<br />

olağanüstü tedbirlerin hiçbir zaman, sürekli ve arzulanan politikalar<br />

olarak gösterilmemiş, aksine içinde bulunulan durumun zorla yıcı<br />

gerekleriyle meşrulaştırılmış olmasıdır. Nitekim Medenî Bilgiler<br />

kita bında, “Hıyaneti Vataniye Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri kanunu<br />

gibi kanunlar... Cumhuriyetin korunması için, fevkalâde tedbirler<br />

-arasında sa yılır... Bu gibi kanunlar, tabiatıyla her zaman tatbik<br />

olunmazlar. Onlar... ancak, başka tedbirlerle önüne geçilemeyecek<br />

büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman zarurî olarak tatbik olunur”<br />

denilmektedir. 17 Aynı düşünceyi <strong>Atatürk</strong> Nutuk’ta şu şekilde<br />

dile getirmiştir: “Takriri Sükûn Kanununu ve İstiklâl Mahkemelerini,<br />

istibdat vasıtası olarak kullanacağı mız fikrini ortaya atanlar ve bu<br />

fikri telkine çalışanlar oldu... Biz, fevkalâ de ittihaz olunan ve fakat<br />

kanunî olan tedbirleri, hiçbir vakit ve hiçbir su rette, kanunun üzerine<br />

çıkmak için, vasıta olarak kullanmadık; aksine, memlekette sükûn<br />

ve asayiş tesisi için tatbik ettik; devletin hayat ve ba ğımsızlığını temin<br />

için kullandık. Biz, o tedbirleri, milletin medenî ve sos yal gelişmesinde<br />

faydalı kıldık... Aldığımız fevkalâde tedbirlerin tatbikine<br />

lüzum kalmadığı görüldükçe, onların tatbikinden vazgeçmekte tereddüt<br />

gösterilmemiştir.” 18<br />

<strong>Atatürk</strong>, 1930 <strong>yılında</strong> çok-partili hayata geçmeyi tekrar denemiş,<br />

bu amaçla eski Başbakanlardan Paris Büyükelçisi ve kendi yakın<br />

arkadaşı Fethi (Okyar) Bey’e bir muhalefet partisi kurmasını telkin<br />

etmiştir. Serbest Cumhuriyet Fırkası adı altında 12 Ağustos 1930<br />

17 Medenî Bilgiler, s. 67.<br />

18 Nutuk, 11, s. 894.


ATATÜRK VE DEMOKRASİ 573<br />

tarihinde kurulan bu par ti, <strong>Atatürk</strong>’ten teşvik ve yardım görmüştür.<br />

Partinin kuruluşu vesilesiyle <strong>Atatürk</strong>’ün Fethi Bey’e yazdığı şu mektup<br />

onun demokrasi hakkındaki görüşlerini belirtmesi bakımından<br />

çok önemlidir: “Büyük Millet Meclisi’nde ve millet önünde, millet<br />

işlerinin serbest münakaşası ve iyi niyet sa hibi zatların ve fırkaların<br />

düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları,<br />

benim gençliğimden beri âşık ve taraftar olduğum bir sistemdir...<br />

Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik esasında bera beriz. Zaten<br />

benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve ara yacağım<br />

temel budur. Binaenaleyh Büyük Mecliste aynı temele dayanan yeni<br />

bir fırkanın faaliyete geçerek millet işlerini serbest münakaşa etmesini<br />

cumhuriyet esaslarından sayarım. Bu itibarla, görüşlerinizi takip<br />

için siyasi mücadeleye girmenizi şüphesiz iyi karşıladım. Cumhurbaşkanı<br />

bulundu ğum müddetçe, Cumhurbaşkanlığının bana verdiği<br />

yüksek ve kanunî vazi feleri, hükûmette olan ve olmayan fırkalara<br />

karşı adilane ve tarafsız ifa edeceğime ve laik cumhuriyet esası dahilinde<br />

fırkanızın her nevi siyasi faa liyet ve cereyanlarının bir engele<br />

uğramayacağına emniyet edebilirsiniz efendim.” 19 Serbest Cumhuriyet<br />

Fırkası’nın kuruluş günlerinde <strong>Atatürk</strong>’ün, kendisini iki parti<br />

arasında tarafsız bir hakem rolünde algıla dığı, şu sözlerinden çok iyi<br />

anlaşılmaktadır: “Cumhuriyet Halk Fırkası re isleriyle çok mücadele<br />

edeceklerini tahmin ediyorum. Fakat ben, Cumhu riyet esaslarının<br />

kuvvetlenmesini temin edecek olan bu mücadeleleri mem nuniyetle<br />

müşahade edeceğim ve şimdiden söyleyebilirim ki, en çok kav galı<br />

olduğunuz geceler sizi soframda birleştireceğim ve o zaman tekrar<br />

ay rı ayrı her birinize soracağım: Sen ne dedin? Ne için dedin? Senin<br />

ceva bın ne idi? Neye istinat ediyordu? Bugünden itiraf ederim ki, bu<br />

benim için yüksek bir zevk olacaktır.” 20<br />

Ancak, bu derece iyi niyetlerle girişilen Serbest Cumhuriyet Fırkası<br />

denemesi de sadece üç ay sürebilmiştir. Serbest Fırka liderlerinin<br />

<strong>Atatürk</strong>’e ve inkılaplarına tartışmasız bağlılıklarına rağmen, inkılapların<br />

toplumca benimsenip yerleşmesi için gerekli zamanın henüz<br />

19 Çetin Yetkin, Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı (İstanbul, 1982: Karacan<br />

Yayın ları), s. 251-52.<br />

20 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, c. II Ankara, 1959: Türk Inkılap Tarihi<br />

Ens titüsü Yayınlan Bundan sonraki atıflarda SD, II olarak kısaltılacaktır, s.<br />

255-56.


574<br />

ERGUN ÖZBUDUN<br />

geçmemiş ol ması sebebiyle, inkılaplara karşı olan bazı unsurların<br />

Serbest Fırka’ya sız maya çalıştıkları görülmüştür. Bunun doğurduğu<br />

siyasi sertleşme ortamı içinde Serbest Cumhuriyet Fırkası, şartların<br />

kendilerini <strong>Atatürk</strong> ile karşı karşıya getirme ihtimali taşıdığını<br />

görerek, kendisini feshetmeye karar ver miştir. 21 Bu denemenin de<br />

istenilen sonucu vermemiş olmasına rağmen, ünlü Fransız anayasa<br />

hukukçusu ve siyaset bilimcisi Maurice Duverger’in belirttiği gibi,<br />

bu denemelerin yapılmış olması bile “tek başına derin bir anlam taşımaktadır.<br />

Hitler Almanyasında, ya da Mussolini İtalyasında böyle<br />

bir şey düşünülemezdi... Bunlar, her şeye rağmen, Kemal rejiminin<br />

plüralizme üstün bir değer tanıdığını ve plüralist bir devlet felsefesi<br />

çerçe vesinde faaliyet gösterdiğini ifade etmektedir.” 22<br />

Gerçekten, üç aylık Serbest Fırka denemesi bir yana bırakılırsa<br />

Türki ye, 1925 <strong>yılında</strong> Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından,<br />

1945 sonlarında çok-partili rejime geçilmesine kadar, bir<br />

tek-parti rejimi ile yönetilmiştir. Ancak bu rejim, totaliter ve dogmatik<br />

ideolojilere daya nan Faşist ve Komünist tek-parti sistemlerinden<br />

temelde farklıdır. Türki ye’de bir tek-parti “olgusu” mevcut olmuş,<br />

fakat tek-parti ideolojisi veya doktrini mevcut olmamıştır. Diğer bir<br />

deyimle Türkiye’de tek-parti, sürekli ve arzulanır bir model olarak<br />

meşrulaştırılmamış; aksine, zorunluluklar se bebiyle başvurulan ve<br />

zamanı geldiğinde yerini çoğulcu demokrasiye bıra kacak olan geçici<br />

bir rejim olarak görülmüştür. Çok-partili siyasi demok rasi, bu alanda<br />

yapılan denemelerin de gösterdiği gibi, erişilmesi gerekli bir ideal<br />

olarak muhafaza edilmiştir. Bir kere daha tanık göstermek istediğimiz<br />

Duverger’ye göre, Türk tek-partisinin “başta gelen özelliği,<br />

onun de mokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiçbir zaman, Faşist<br />

veya Komünist ideolojiler gibi, bir Tarikat veya Kilise niteliği taşımamış;<br />

üyelerine bir iman veya bir mistik empoze etmemiştir...<br />

Partinin yönetici kadrolarının anti-klerikal ve akılcı tutumu, onları<br />

açıkça ondokuzuncu yüzyıl Liberaliz mine yaklaştırmıştır... Adının<br />

‘Cumhuriyetçi’ oluşu bile, bu partiyi, yir minci yüzyılın otoriter re-<br />

21 Serbest Cumhuriyet Fırkası hakkında, bk. Yetkin, a.g.e.; Fethi Okyar, Üç Devirde<br />

Bir Adam (İstanbul, 1980: Tercüman Yayınlan); VValter F. VVeiker,<br />

Political Tutelage and Democracy in Turkey: The Free Party and its Aftermath<br />

(Leiden, 1973: EJ. Brill).<br />

22 Maurice Duverger, Siyasi Partiler (Ankara, 1974: Bilgi Yayınevi), s. 360-61.


ATATÜRK VE DEMOKRASİ 575<br />

jimlerinden çok, Fransız İhtilâli’ne ve ondokuzun cu yüzyılın terminolojisine<br />

yaklaştırmaktadır... Faşist rejimlerde hergün rastlanan otorite<br />

savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi sa vunusu<br />

almıştır; bu da, ‘halkçı’ veya ‘sosyal’ diye nitelendirilen ‘yeni’ bir<br />

demokrasi değil, geleneksel siyasi demokrasidir. Parti, yöneticilik<br />

hakkını, siyasal elit veya ‘işçi sınıfının öncüsü’ olma niteliğinden,<br />

yahut da liderinin Tanrı iradesine dayanışından değil, seçimlerde<br />

kazandığı “çoğunluktan almıştır.” 23 Birçok başka çağdaş siyasal bilimciler<br />

de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasi rejime “gizil (potansiyel)<br />

demokrasi” veya “vesayetçi (eğiti ci) demokrasi” sıfatlarını<br />

yakıştırmışlardır. 24<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün tek parti sistemini Türkiye için sürekli bir ideal olarak<br />

de ğil, Türkiye’nin sosyal ve siyasal gelişmesinin belli bir aşamasında,<br />

zorun lulukların ortaya çıkardığı geçici bir dönem olarak gördüğü,<br />

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluş hazırlıklarının<br />

yapıldığı günlerde söylediği şu sözlerden çok iyi anlaşılmaktadır:<br />

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın “esas prensibi, memleket ve milletin<br />

gerçek selâmet ve saadetini temine çalış maktır ve amaca götüren yol<br />

bence budur ve bellidir. O da Cumhuriyet’i güçlendirme ve sağlamlaştırma<br />

ile beraber fikri ve sosyal inkılapta ve me deniyet ve yenileşme<br />

yolunda milletin azimle ve başarıyla yürümesini sağ lamaya yol<br />

göstermektir. Bu belli olan ve fakat şüphesiz yorucu ve uzun olan<br />

yolun yolcuları başlangıçtan sona kadar bir hizada ve aynı zamanda<br />

aynı yorgunluk derecesiyle yürümeyebilir ve bu takdirde düşünce<br />

ve ted birleri arasında fark olabilir. Fakat yoldan sapmamaları, genel<br />

hedeften gözlerini ayırmamaları, esas amacı ihlâl etmemeleri lazım<br />

gelir. Bugün belli olan yolun başlangıcında bulunuyoruz. Henüz düşünceleri<br />

etkileye cek kadar yol alınmış değildir. Görüşler gerekli ölçüde<br />

açıklık ve isabet kazanmalıdır. Ondan evvel tefrika fikri alelade<br />

fırkacılıktır ki, memleket ve milletin huzur ve güven şartları henüz<br />

23 Aynı eser, s. 359-60.<br />

24 “Potansiyel demokrasi” deyimi Duverger’nindir. Bk. aynı eser, s. 363-64.<br />

‘’Vesayetçi demokrasi” (tutelary democracy) kavramı için, bk. Ergun Ozbudun,<br />

“The Nature of the Kemalist Political Regime, ” Ali Kazancıgil ve<br />

Ergun Özbudun (ed.) <strong>Atatürk</strong>: Founder of a Modern State London, 1981:<br />

C. Hurst, s. 79-102.


576<br />

ERGUN ÖZBUDUN<br />

böyle bir tefrikaya yol açmaya elverişli değildir, efendiler...” 25 Gene<br />

<strong>Atatürk</strong>, Serbest Cumhuriyet Fırka sı’nın kendisini feshetmesini takip<br />

eden aylarda, aynı yönde olarak, şunları söylemiştir: “Milletlerin<br />

tarihinde bazı devirler vardır ki, muayyen mak satlara erebilmek için<br />

maddî ve manevî ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak<br />

ve aynı istikamete sevketmek lazım gelir. Yakın seneler de milletimiz<br />

böyle bir toplanma ve birleşme hareketinin mühim neticele rini idrak<br />

etmiştir. Memleketin ve inkılâbın içeriden ve dışarıdan gelebile cek<br />

tehlikelere karşı masuniyeti için bütün millîyetçi ve cumhuriyetçi<br />

kuvvetlerin bir yerde toplanması lazımdır... Aynı cinsten olan kuvvetler<br />

müşterek gaye yolunda birleşmelidir.” 26<br />

Serbest Fırka denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasından<br />

sonra da demokrasi yolunda bazı girişimlerde bulunulmuştur.<br />

Meselâ 1931 ve 1935 milletvekili seçimlerinde, bazı milletvekillikleri<br />

için Cumhuriyet Halk Fır kası tarafından aday gösterilmeyerek,<br />

bu sandalyeler bağımsız adaylara bı rakılmıştır. Cumhuriyet Halk<br />

Fırkası’nın gerek 1927 Kongresi’nde kabul edilen program beyannamesinde,<br />

gerek 1931 Kongresi’nde kabul edilen programında,<br />

tek dereceli seçime geçilmesi bir hedef olarak belirtilmiştir. 1931<br />

programı, bu konuda aynen şöyle demektedir: “Bir dereceli intihabı<br />

tatbik etmek yüksek emellerimizdendir. Ancak vatandaşı, seçeceğini<br />

tanı yabilecek vasıflar, şartlar ve vasıtalarla donatmak gerekir. Bunun<br />

sağlan ması hususundaki çalışmaların istenen sonucu vereceği<br />

güne kadar vatan daşı, yakından tanıdığı ve güvendiği insanları seçmekte<br />

serbest bırakmayı demokrasinin hakikî icaplarına daha uygun<br />

buluruz.” 1939 Parti Kongre si’nde, Türkiye Büyük Millet Meclisi<br />

içinde denetim görevi yapmak üzere, CHP grubundan ayrılacak bir<br />

grup milletvekilinin oluşturacağı bir “Müstakil Grup” kurulmasına<br />

karar verilmiştir. 1943 milletvekili seçimle rinde CHP, 458 milletvekilliği<br />

için 530 aday göstermek suretiyle, kendi adayları arasında da<br />

olsa, seçmenlere belli bir tercih serbestiliği tanımıştır. Nihayet, 1945<br />

yılı içinde muhalefet partilerinin kuruluşuna izin verilmek suretiyle,<br />

gerçek çok-partili hayata geçirilmiştir. Demokrasi tarihimizin bu<br />

25 SD, II, s. 191. Bu ifadeler, tek-parti rejiminin geçici ve şarta bağlı nitelikte<br />

görüldüğünün açık kanıtıdır.<br />

26 SD, III, s.90.


ATATÜRK VE DEMOKRASİ 577<br />

aşamalarını incelemek, konumuzun dışındadır. Ancak burada şunu<br />

vurgu lamak gerekir ki, Türkiye, bir tek parti sisteminin, savaş, işgal,<br />

ihtilâl, dar be, v.s. gibi zora dayanan bir kesinti olmaksızın, kendi<br />

evrim kanunları uyarınca bir çoğulcu demokrasiye dönüştüğü pek az<br />

örnekten biridir. Bu nun temel sebebi de, <strong>Atatürk</strong>çü dünya görüşünün<br />

demokratik karakteri dir.<br />

<strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Dergisi,<br />

Sayı : 14. 1989, s. 285-295


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK<br />

BELİRLENMESİNDE<br />

MUSTAFA KEMAL PAŞA (1920-1921)<br />

Prof. Dr. Enver KONUKÇU*<br />

Barış - Sınır - Peace-Maker<br />

Hellen ve Roma döneminde, Anadolu’nun orta ve doğu kısımları<br />

savaşların sonunda, “barış” denilen sosyal bir kavramla tanışmıştır.<br />

Bunun diğer dillerdeki karşılığı sulh, hazer/hazar, mir ve Peace<br />

olmaktadır. Bazen, “andlaşma” da, bu kelimenin yerine kullanılmaktadır.<br />

Her andlaşmanın veya barışın öncesi ateşkes, bırakışma<br />

anlamına gelen “mütâreke”dir. Bizlerin çok yakından bildiği kavramın<br />

örneklerinden biri de Mudros/Mondros Mütarekesidir. Barışa<br />

giden yolda ilk aşama olmaktadır. Her mütârekenin ağır bedeli de<br />

barıştır. Fakat, barış, galip gelenin vazgeçilmez hakkı, yenilen ise<br />

aynı kelimenin anlamında nedense pek faydalanamamıştır. O zaman<br />

tek taraflı barış ortaya çıkıyor. Sevres Barışı, İtilaf devletleri<br />

için faydalı, Osmanlı Devleti için de zararlıdır. O zamanın liderleri<br />

Sevres’i Türkiye’nin veya Türklerin sonu olarak görmüş, bunu uygulamakta<br />

da epeyce uğraşmışlardır. Barışla ilgili terimler de bizlere<br />

bazı şeyleri hatırlatmaktadır. Meselâ Paris Barış Konferansı...<br />

Eski Paris toplantılarına hiç benzememektedir. Bu toplantıda Üçler<br />

Konseyi, Greklere, İzmir’in işgali yetkisini vermiştir. C.Nicholson,<br />

“1919 Yılında Barış nasıl Yapıldı?” isimli eserinde 1945 öncesi bir<br />

oldu-bittiyi gündeme getirmektedir. 21 Aralık 1916’da, deniz aşırı<br />

bir ülkede, ABD’nde, Başkan W.Wilson, tarafsız devletler aracılığı<br />

ile bir açıklama yaptı: “Zafersiz barış”. Ama, hem 14 ilkesine,<br />

hem de bu söze karşı tavır sergileyen Sevres Barışı’nın “Ermenistan<br />

Sınırlarını tesbit” gibi tamamen ters bir olayın içinde yer aldı.<br />

* Erzurum <strong>Atatürk</strong> Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.


580<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Çarlığın yıkılışını takip eden aylarda da, Rusya’da “Zafere kadar<br />

barış” ve “Zafere kadar savaş” kullanışlar da, kamuoyunun dikkatini<br />

çekmiştir. Lenin ise “ilhaksız ve tazminatsız barış”ı söyleyerek,<br />

yeni bir görüşü geliştirmeye çalıştı. Bunları, Rusya’yı ve dolayısıyla<br />

Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir barış adı da Brest-Litovsk’dur.<br />

Yine bir şehir, kendisinde karar alındığı için, yanına barışı almış ve<br />

“Brest-Litovsk” ilgili edebiyatta göze çarpmıştır. Nedense bu barış<br />

da pek kimsenin aklına gelmeyecek bir sıfatla karşımıza çıkmaktadır.<br />

John W.Wheeler, Brest-Litovsk olayını sonuna kadar incelemiş<br />

ve anlaşmalar, barış edebiyatında yıldızının aniden söndüğünü görmüştü.<br />

İşte bu durumda, yazar, Brest-Litovsk’a “Forgotten Peace”<br />

demekten kendini alamamıştır.<br />

Doğu’da ve batıda “barış” görüldüğü gibi galip gelenin önerisi<br />

ile ortaya çıkan yenilene ise pek az hak tanıyan terim, kullanılmıştır.<br />

W.Wilson ve Lenin gibi XX.yy’da bu kelimeyi ağzından hiç düşürmeyen<br />

kişiler, barışı kalkan olarak kamuoyunun önüne koymuşlardır.<br />

Bu görüşte şimdiye kadar hiçbir sapma olmamıştır.<br />

Ulu önder Kemal <strong>Atatürk</strong>, Türk milletini kurtarma, eskisi gibi<br />

büyük olmayı temin için çalışmalarına başladığı 1919’dan itibaren,<br />

askerî kişiliği yanında, sivil hayatta da bazı ilkelerin hem Türkiye’de<br />

ve hem de dünyada uygulanmasının, iyi sonuçlar vereceğini kesin<br />

bir dil ile söylemiştir.<br />

İnsana, insan gibi bakma, devlete devlet gibi davranma, milleti<br />

ayrım yapmadan millet olarak görme gibi düşünceleri, gerçekten<br />

diğerlerinden ayırıcı bir özelliktir. Ona göre, dünya barışı içinde insanlığın<br />

gerçek mutluluğu ancak bu yüksek ülkü yolcularının çoğalması<br />

ile mümkün olabilecekti. Cumhuriyet Halk Fırkası reisi Gazi<br />

Mustafa Kemal olarak 20 Nisan 193l’de, seçim dolayısıyla millete<br />

beyannâmesinde, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” için uğraş verdiğini<br />

söylemiştir. Ki bu ifade ile barışı yurtta, aziz vatanda, sonra çeşitli<br />

milletlerin yaşadığı dünyada, görmek ve yaşatmak azmini ortaya<br />

koymuştur. 1918-1923 şartlarında düşman olarak görülen, gerçekte<br />

de öyle olan milletlere, 1938’e kadarki kısa hayatı esnasında, dostluk<br />

elini uzatan, başlatan kendisidir.<br />

Barış gibi milletlerin hayatında gerekli olan siyasi, askeri ve<br />

sosyal gereklilik de dostluk temellerine dayanan sınırların oluşturulmasıdır.<br />

Günümüze kadar siyasi haritalar sınır nedeni ile sürekli


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

değişmiştir ve değişmesine de devam etmektedir. Limitae, border,<br />

borderland, front, hudûd, sınır, serhad gibi kullanışlar, devletler arasında,<br />

ayrım çizgileridir. Bazı devletler, bloklar teşkil ederek, yukarıda<br />

da temas edildiği gibi aşılmaz, gerisinde ne olup-bittiği öğrenilemez<br />

yaşayışı sergilemişlerdir. Gerçi, Demir Perde terimi Rusya’ya<br />

ait değildir. Stalin’in aldığı kararlar çerçevesinde ülke yabancılar<br />

için sınırda demir perdeyi teşkil etmiştir. Buna güzel bir isim bulan<br />

da W.Churchill olmuş ve soğuk savaş döneminin sonuna kadar geçerli<br />

olmuştur. J.F.Kennedy’nin Almanya’daki tarihi nutkunda kardeşleri<br />

birbirinden ayıran Berlin Duvarı da Demir Perde’den farklı<br />

değildi. Şimdi ise İsrail, beton duvar inşaatını devam ettirmektedir.<br />

Türkiye’nin doğusunda, 1921’den önceki sınır durumu da karma<br />

karışıktı. Bu kadar arazi üzerinde değişebilen sınır pek yoktur.<br />

Kasr-ı Şirin Andlaşması ile Safevi-Osmanlı sınırı Arpaçay olarak<br />

belirlenmişti. Osmanlı-Rus Harblerinde ise taraflar arasındaki sınırlarda<br />

sonuncusunun lehinde epey değişmeler oldu. Edirne, Paris,<br />

Ayastefanos, Berlin isimleri altında barış hareketlerinde Arpaçayı sınırı,<br />

Erzurum’un doğusuna taşındı. 1916’da ise Ruslar, Erzincan’ın<br />

batısına kadar ilerlediler. Büyük savaşın mirası da bu oldu. Brest-<br />

Litovsk ve Erzincan görüşmeleri Türkler için sınırı tekrar geçici<br />

olarak Arpaçayı’na kadar taşıdı. Mondros Mütarekesi’nde ise “The<br />

Six Armenian Vilayet/Vilâyat-ı Sitte”den bahsedildi. Az sonra Rusya<br />

Çarlığının çökmesi ile de Şura/cumhuriyetler oluştu. Sevres ve<br />

Moskova’daki görüşler, tekrar sınırı Arpaçayı’ndan Sivas-Erzincan<br />

arasındaki vadiye, Karadeniz’e dökülen Harşit Suyu’na götürdü.<br />

Düşünülen Ermenistan hududu buradan geçirildi. Mustafa Kemal<br />

ise, TBMM Başkanı olarak, bütün önerilere karşı çıktı. Ona göre,<br />

tarihi sınır Arapaçayı vadisi idi. Bu yolda çalışmaları organize etmesi<br />

gerekliydi. Böylece, Mustafa Kemal’in az bilinen yönü de ortaya<br />

çıkmıştır. Peace-Maker/uzlaştırıcı, barıştırıcı, barış yapıcılık gibi.<br />

H.Nicholson, 1919 yılı için Peace-Making’i kullanan, daha doğrusu,<br />

böyle bir şeyin farkına varabilen ilk araştırıcılardandır. Bu görüş altında,<br />

doğuda beliren Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ile kalıcı<br />

bir sınırın tesbiti çalışmaları için uygun zamanlarda harekete geçti.<br />

Peace-Maker olarak, Gümrü, Moskova ve Kars Andlaşmaları haklılık<br />

ve eşitlik ilkeleri içinde hayata kazandırdı. Şimdi, aşağıda bunun<br />

tarihi gelişimi görülecektir.<br />

581


582<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Doğu Sınırı denilince, savaşlar sonunda, sürekli Osmanlı<br />

Devleti’nin aleyhinde seyir takip eden, toprak kayıpları ile ortaya<br />

çıkan durumdur. Klasik olarak, doğu sınırı, Osmanlı- İran harpleri<br />

sırasında oluşmuş, Kars Kalesi’nin doğusundaki Arpaçay bu tespitte<br />

tabii rol oynamıştır. 1 Fakat XIX.yy başlarında Gnl. İ.F.Paskeviç<br />

ile başlayan toprak kayıpları, Kırım Harbi sırasında devam etmiş,<br />

1878’deki Osmanlı-Rus harbinin neticesi olarak, daha fazla arazi<br />

harp tazminatı olarak Berlin Andlaşması hükümleri gereğince, Çarlık<br />

topraklarına katılmıştır. Böylece Kars, Ardahan ve Batum resmen<br />

Rus toprakları sayılmıştır. Ahalinin de ifade ettiği gibi yarım<br />

asra yakın “kara günler” başlamış, 1918’de sona ermiştir. 2 1916-<br />

1918 devresinde, ilk defa Çarlık kuvvetleri, Sarıkamış sonrası, sıcak<br />

denizlere inen yolun doğusundaki Erzurum’u da istilâ ve ele geçirmişlerdir.<br />

Erzincan’ın batısından Refahiye dolaylarından geçirilen<br />

sınır, Brest-Litovsk, az sonra da Erzincan Mütarekesi ile Erzincan<br />

ve Erzurum’un I. Kafkas Kolordusu tarafından ele geçirilmesi ile<br />

1878/1293 sınırına gerilemiştir. 3 Rusya’da meydana gelen ihtilâl ve<br />

sonraki kanlı zamanlarda, yeni hükûmet, Osmanlı Devleti ile kalıcı<br />

bir anlaşma yapmıştır. İktidarın Lenin tarafından ele geçirilmesi ile<br />

de Bolşevik Rusya, sonraki adı ile Sovyetler ile andlaşma zemini<br />

aranmış ve Mustafa Kemal Paşa Çiçerin’in mektubu ile, TBMM Re-<br />

1 XVII-XVIII.yy’a ait Anonim Osmanlı tarihi’nde, Hudud/ Arpaçay; Hudûd-ı<br />

Acem, ki Arpa Çayı dedikleri nehr-i azım ve ma’ber-i kadim olmağla ol mahalle<br />

vusullerinde, etrafunda müctemi olmuş 200 mikdarı süvari kendülerin<br />

k istikbal ve her gün selamlama... Anonim Osmanlı Tarihi, (1688- 1704),<br />

(hzl.A. Özcan), Ankara, 2000, s. 141.<br />

2 Bkz: Akdes Nimet Kurat, Brest- Litovsk Müzakereleri ve Barışı, Belleten,<br />

XXXI / 121 (1967). Esin Dayı, Elviye-i Selâse’de (Kars, Ardahan, Batum)<br />

Milli Teşkilatlanma, Erzurum, 1997. Serpil Sürmeli, Türkiye-Gürcistan<br />

İlişkileri, D.T. Erzurum, 1997. Selami Kılıç, Türk Sovyet İlişkilerinin Doğuşu,<br />

İstanbul, 1998. Enis Şahin, Trabzon ve Batum Konferansları ve Antlaşmaları<br />

(1917-1918), Ankara, 2002<br />

1878-1914’de Kars Oblastı,<br />

Kars: Savaş ve İhtilal (1914-1921),<br />

Kars- Ardahan ve Sovyet İstekleri (1945-1946),<br />

Kars’ın Kaybı Yası,<br />

XIX. yy’da Kars’ta Türk- Ermeni Savaşı,<br />

Ermeni Hürriyet Hareketinde Kars (Bkz, International Conference Series on<br />

Historic Armenian Cities And<br />

Provinces: Kars and Ani, Costa Mesa/ CALIFORNIA, 2001).<br />

3 Bkz, Enis Şahin, Diplomasi ve Sınır, İstanbul, 2005, s. 35-55.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

isi olarak, Hükûmet adına Moskova ile temaslara geçmiştir. 1920-<br />

1921 Millî Mücadele için son derece önemli yıllardır. İtilaf Devletleri<br />

ve onların “Ionıa” hayali peşinde koşan, yeni bir İskender olma gibi<br />

asla gerçekleşmeyecek Hellen topraklarının kazanılması için gayret<br />

sarfeden Yunanlılar, İzmir’in işgali ile başlayan ve Afyon’a kadar<br />

uzanan maceranın ne sonuçlar verebileceğini pek anlamamışlardı.<br />

Ama, daima İtilaf Devletlerinin yardımı ile mevcut siyasi ve askerî<br />

ortamdan daima kârlı çıkıyorlardı. 10 Ağustos 1920’de imzalanan<br />

Sevres, aslında ölü doğmuş bir sözleşme idi. İstanbul dışında, kimseden<br />

muhatap bulmamıştı. İnkılap Tarihi edebiyatına “Sevr Paçavrası”<br />

diye geçen anlaşma, Mondros Mütarekesi’nin en ağır ve geliştirilmiş<br />

şeklinden başka bir şey değildi. Londra, Paris gibi merkezlerin yanında,<br />

deniz aşırı topraklarda, ABD başkenti Washington’da da akisler<br />

uyandırmıştır. Bu nedenle Başkan Woodrow Wilson 4 (başkanlık<br />

süresi: 1913-1921) İtilaf Devletlerinin öngörmesi ile Anadolu’daki<br />

Ermeni sınırının tesbitine çağrılmış ve görevlendirilmişti. Bilindiği<br />

üzere 1918 ve 1919’da akisler uyandıran 14 ilkeden 12. maddede,<br />

Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarının egemenliği sağlanacak,<br />

fakat Türk olmayan milletlere muhtar gelişme imkânı verilmesi,<br />

Osmanlı âlemi için bir kurtuluş ümidi olarak algılanmıştı.<br />

Aydınlar yanında ABD heyetlerinin bölgede gittikleri her yerde, 12.<br />

maddeyi işaret eden pankartlar taşınmıştı. Genel kanıya göre, ilkeler,<br />

ister İtilâfçıların zaferi olsun, ister merkezi devletler zaferi olsun<br />

ve hatta, isterse iki tarafın komprimesine dayanan bir barış olsun,<br />

sadece genel bir barış göz önüne alınarak hazırlanmıştır. Böylece,<br />

Wilson İlkesi hayal kırıklığı yaratırken, barış havarisi gibi gözüken<br />

Wilson, gözü dönmüş, hayâli ülke yaratma peşinde koşan Ermenilere<br />

istedikleri ortamı yaratmıştı 5 . İngiltere ise Doğu Anadolu’daki<br />

nüfus yapısını bildiği için bu topraklarda hiçbir zaman Ermenistan<br />

kurulamayacağını biliyordu. Ama, mevcut gelişmelere göre hareket<br />

etme siyasetini takip etmeye devam etmiştir. Sevres ile Ermenistan<br />

teşkili bir kere daha gündeme geldi. Başkan ve sekreter Bainbridge<br />

4 J. Dunner, Dictionary of Political Science, N. Jersey, 1970, s. 191-192. G.M.<br />

Gathorn- Hardy, The Fourteen Points and The Threaty of Versaılles, London,<br />

1939. T.Z. Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Mütareke Dönemi<br />

(1918-1922), İstanbul, 1986, II, s. 245-263.<br />

5 C. Dursunoğlu, Milli Mücadele’de Erzurum, İstanbul, 1998, s.39. S. Necati,<br />

Hatıra Defteri, (hzl: A. Birinci), İstanbul, 1999, s.85-87.<br />

583


584<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Colby’nin, nerde ise, Anadolu’nun doğusunu tamamen Ermenilere<br />

bırakan arabuluculuğu ve harita çizimi, tabii ki ona ve hürriyet fikirlerine<br />

inanmış aydınlarımızca, sükût-ı hayale sebep olmuştur. Mustafa<br />

Kemal, Hey’et-i Temsiliye ve Erzurum milletvekili olarak 28<br />

Aralık 1919’da, Sivas dönüşü Ankara’daki ikinci gününde Wilson<br />

ilkeleri ile ilgili ilk açıklamasında, bazı sözleri önceden sezmiş olduğu<br />

görülmüştür. Açıklamasında, Hey’et-i Temsiliye Reisi olarak XII.<br />

madde üzerinde durarak şunları söylemişti: “...Bu program, milletin<br />

kendi kaderine hâkimiyetini temin ediyordu. Programın XII. maddesi<br />

ise özellikle Türkiye’ye Devletimize ve milletimize aittir. Wilson,<br />

bu madde ile Türkiye’nin, milletimizin tam hâkimiyetine sahip<br />

olması lüzumunu ortaya koyduktan sonra, buna dair de bir iki kayıt<br />

da ilâve etmiştir. O kayıtlar şunlardır: Aramızda yaşayan gayr-ı müslim<br />

unsurların emniyetlerinin ve gelişmelerinin sağlanmasını temin<br />

etmek. Bir de Boğazların açık bulundurulmasıdır. Bütün İtilaf Devletleri<br />

Wilson’un prensiplerini kendi menfaatleri için uygun gördükleri<br />

gibi bizim devletimizde bu XII. maddeyi kabulde, hiçbir sakınca<br />

görmedi. Hakikaten kabul edilecek bir prensiptir.”<br />

Washington’un Sevres’deki görevi, İtilaf Devletleri görüşünde<br />

Ermeni yurdu meydana getirmekti. Harita üzerinde, en yetkili şahıs<br />

olarak Wilson, bu ödevi yerine getirmiş, kitap hâlinde yayınlanan<br />

metin, dolayısıyla Ankara’da hayal kırıklığı yaratmıştı.<br />

1919 ve 1920 siyasi gelişmelerini iyi bir şekilde takip eden<br />

TBMM Reisi Mustafa Kemal, Sevres için görüşlerini tabii ki millî<br />

bir heyecanla değerlendirerek, kamuoyuna duyurmaktan geri kalmadı;<br />

“Sevres Andlaşması, Türk milleti için öylesine uğursuz bir idam<br />

kararnâmesidir ki, onun bir dost ağzından çıkmamasını dileriz. Bize<br />

göre böyle bir andlaşma yoktur... Mondros’un arkasından yaşama<br />

hakkımızı ve istiklalimizi ayaklar altına alan Sevres Andlaşması<br />

yapılmıştır. Bu teklif projesinde, Ermenistan’ın sınırlarının tesbiti<br />

işi Cemiyet-i Akvam’ın göndereceği bir komisyona bırakılmakta<br />

idi... Efendiler, Mondros Mütarekesi’nden sonra düşman devletler<br />

Türkiye’ye dört defa barış şartları teklif etmişlerdir. Bunların ilki<br />

Sevres taslağıdır. Bu taslak, hiçbir görüşmenin ürünü olmayıp, İtilaf<br />

Devletleri tarafından Yunan Başvekili Mösyö Venizelos’un katılması<br />

ile düzenlenmiş ve Vahideddin’in hükûmeti tarafından 10 Ağustos


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

1920’de imza edilmiştir...” 6<br />

TBMM’nde yaptığı bir başka konuşmada da Mustafa Kemal,<br />

Wilson tarafından şekillendirilen Ermenistan sınırını belirleyen harita<br />

hakkında şunları söylemiştir:<br />

“Gümrü Andlaşması, millî hükûmetin yaptığı ilk andlaşmadır.<br />

Bu andlaşma ile, düşmanlarımızın hayallerinde ta Harşit Vadisi’ne<br />

kadar uzanan Türk ülkelerini kendisine bağlamış oldukları Ermenistan,<br />

Osmanlı Devleti’nin 1877 seferi ile kaybetmiş olduğu yerleri<br />

bize, Millî Hükûmete terk ederek aradan çıkarılmıştır.” 7<br />

Mustafa Kemal, Ankara çevresinde oluşan ayaklanmaları, askerî<br />

bir harekât ile bastırdıktan sonra, Sevres oldu bittisi ile karşılaşmasına<br />

rağmen, Ankara’nın sesini daha gür bir şekilde milletlerarası<br />

platformda duyurmuştur. 1920 yılının sonlarına doğru, XV.Kolordu<br />

sorumluluk sahasında olan Doğu Meselesini, işbirliği ile sonuçlandırmak<br />

için çaba sarfetmiştir. Bunun sonucu olarak, doğu sınırının ilk<br />

defa kalıcı bir şekilde oluşmasını da temin etmiştir. Arpaçayı’ndan<br />

geçirilen sınıra ait andlaşma da 2/3 Aralık 1920’de imzalanan, Gümrü<br />

Andlaşmasıdır8 . Kâzım Karabekir Başkanlığındaki bir heyet tarafından<br />

gerçekleştirilen sözleşme, TBMM Hükûmeti’nin imzaladığı<br />

ilk andlaşmadır: TBMM Başkanı Mustafa Kemal, doğudaki bu siyasi<br />

zaferin tanımını yaparken, oldukça ilgi çekici noktalara da dikkati<br />

çekmekte ve genel hatları ile şu şekilde bilgi vermektedir;<br />

“Savaş alanında verilecek emri bekleyen Doğu Ordumuz, 28<br />

Ekim 1920 günü Kars üzerine harekâta başladı. Düşman (yâni Ermeniler)<br />

direnmeksizin Kars’ı terk etti. Kars 30 Ekim 1920’de tarafımızdan<br />

işgal edildi. 7 Kasım 1920’de birliklerimiz Arpaçayı’na<br />

kadar olan bölgeyi ve Gümrü’yü ele geçirdi.<br />

Ermeniler, 6 Kasım 1920’de ateşkes ve barış için başvurdular.<br />

Biz de ateşkes andlaşmasının maddelerini, Dışişleri Bakanlığı va-<br />

6 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, II, s.5. K. <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, (hzl. Z. Korkmaz),<br />

Ankara, 1994, s.388, 421, 506, 534.<br />

7 Traite de Paix Entre Les Puissances A lliees etAssociees et la Turqie du 10<br />

Aofît 1920 (Sevres): The Frontier Between Armenia and Turkey as Decided<br />

by President W. Wilson, November 22, 1920 Washington 1920. K.<strong>Atatürk</strong>,<br />

Nutuk, s.333.<br />

8 Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, s.333. İskender Yılmaz, Gümrü Antlaşması, Ankara,<br />

2001, s. 102-111.<br />

585


586<br />

ENVER KONUKÇU<br />

sıtası ile 8 Kasım 1920’de Ermeni ordusuna bildirdik. 20 Kasım<br />

1920’de başlayan barış görüşmeleri, 2 Aralık 1920’de son buldu. 2/3<br />

Aralık 1920 gecesi, Gümrü Andlaşması imzalandı.”<br />

TBMM’ndeki konuşmasında Gümrü Andlaşması’nın önemi<br />

üzerinde duran Mustafa Kemal, takiben şu hitabede bulundu:<br />

“Efendiler...<br />

Gümrü Andlaşması, Millî Hükûmetin yaptığı ilk andlaşmadır.<br />

Bu andlaşma ile düşmanlarımızın hayallerinde, taa Harşit Vâdisi’ne<br />

kadar uzanan Türk ülkelerini kendisine bağışlamış oldukları Ermenistan,<br />

Osmanlı Devleti’nin 1877 Seferi ile kaybetmiş olduğu yerleri<br />

bize, Millî Hükûmete terk ederek, aradan çıkarılmıştır. Doğudaki<br />

durumlarda önemli değişiklikler olması yüzünden, bu andlaşma yerine<br />

daha sona 16 Mart 1921 tarihli Moskova, 13 Ekim 1921 tarihli<br />

Kars Andlaşmaları geçerli olmuştur.” 9<br />

Taşnakların önde gelen isimlerinden olan Hovannes Kaçaznûni<br />

Gümrü Andlaşması hakkında, 1923’de açıklamalarda bulundu. “Ermeni<br />

delegasyonu Gümrü’de Türklerle andlaşma imzaladı. Bu andlaşma,<br />

acımasız Batum Andlaşması’ndan çok farklı değildi. Aynı<br />

gün Simon Vratsyan Hükûmeti iktidardan çekildi. Onu, Bolşeviklere<br />

devretti... Vratsyan Hükûmeti, Taşnak ve Es-Er’lerden meydana<br />

geliyordu... Bolşevikler, Ermenistan’ı Türkiye’ye karşı savunmadılar.<br />

Bizim yok olma tehdidi altında imzalamış olduğumuz Gümrü<br />

Andlaşması’nı onayladılar” 10 .<br />

Gümrü Andlaşması, TBMM Hükûmeti ile Ermeniler arasında<br />

imzalanmıştır. 18 maddeden meydana gelen andlaşmada, Sevres<br />

ve sınır konuları önemlidir. Ermeni heyeti, Gümrü’de, Sevres’e ait<br />

isteklerden vazgeçtiler. O.Kaçaznuni, bu konuda, “Başkan Wilson<br />

tarafından tasarlanan Ermenistan sınırları da bizi tatmin etmedi. Biz,<br />

Başkan Wilson’un Sevres Andlaşması’nı tam olarak kullanabileceğini<br />

ve bize daha fazla toprak verebileceğini ifade etti. Fakat, bu<br />

dar sınırlar, bizim için ulaşılamaz ve elle dokunulamaz mavi kuştu...<br />

9 K.<strong>Atatürk</strong>, Nutuk, s.333.<br />

10 O.Kaçaznuni, Taşnak Partisinin Yapacağı bir Şey Yok (1923 Parti Konferansına<br />

Rapor), (çev. A.Acalıoğlu), İstanbul, 2005, s.62-63, 82. Bkz. Simon<br />

Vratzian, Armenia and Armenian Question, (çevr. James G. Mandalian),<br />

Boston, 1943.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

Türkler ne Wilson çözümünü ne bizim şikayetlerimizi ne de Sevres<br />

Andlaşması’nı tanıyorlardı. Ermeniler topraklarını boşaltmak yerine,<br />

yoğun bir şekilde silahlanıyor ve mevzilerini sağlamlaştırıyorlardı” 11 .<br />

Böylece, Sevres ve Wilson sınır tayini de geçersiz sayılmış ve mesele<br />

böylece kapanmıştır. Bu konu, Moskova ve Kars andlaşmalarında<br />

da “önceki sözleşmelerin geçersizliği” için yer alacak, tarihin karanlık<br />

sahifelerine terk edilecektir.<br />

Moskova’dan Sonra Yeni Konferansın Kars Olarak Kabulü<br />

16 Mart 1921’de Gnl.Ali Fuad ve G.V. Çiçerin’in imzaladığı<br />

Moskova Andlaşması, taraflarca atılmış en iyi adımlardan biri idi.<br />

TBMM’nde, 1 Mart 1922 tarihli konuşmasında Mustafa Kemal,<br />

Moskova Andlaşması’nın önemi üzerinde durarak, “16 Mart 1921’de<br />

Moskova’da bir muhadenat muahedenamesi aktettik. Bu muahede<br />

ile emperyalizmin savlet-i ihtiraskârisine hedef olan iki devlet arasında<br />

avamil-i tabiciyeden mutahassıl tesanüt bir şekl-i hukuki ile de<br />

tesbit edilmiş oldu. Türkiye-Rusya mu’ahedesi Rusya’nın müttefiki<br />

olan diğer devletlerle yaptığımız mes’ud muahedatın birincisidir.<br />

Bekir Sami ile başlayan, Dr.Rıza Nur ve Yusuf Kemal (Tengirşek)<br />

ve Ali Fuad Paşa’nın gayretleri ile, TBMM için en iyi şartlarda, kabul<br />

ettirilen sözleşmenin 15. ve 16. maddelerinde ön görülen ve geleceğe<br />

ait hususlardan ilki “Bu Türk ve Rus andlaşmasında Güney<br />

Kafkas Cumhuriyetlerine ait olarak sözü geçen maddelerin, Türkiye<br />

ile Cumhuriyetler arasında yapılacak andlaşmalarda kabul etme yükümlülüğünde<br />

olmaları için, sözü geçmiş (yani: Gürcistan, Ermenistan<br />

ve Azerbaycan) Güney Kafkas Cumhuriyetleri (Kafkas Ardı:<br />

Ermenicesi Andrkovkase, İngilizcesi: Trans-Caucasia Türkçesi:<br />

Mavera-yı Kafkas) katında gereken girişimlerde bulunmayı Rusya<br />

taahhüd eder” idi. İkinci olarak, 16. maddede işaret edildiği gibi,<br />

“onaylama belgeleri en kısa zamanda belirlenecek yerde, değiştirilecektir”<br />

deniliyordu. Mustafa Kemal 1 Mart 1922 günlü, Meclisteki<br />

konuşmasında Kars toplantısına işaretle “Azerbaycan, Gürcistan,<br />

Ermenistan Sovyet Cumhuriyetleriyle Moskova Muahedenamesi<br />

esasları dairesinde Kars’ta 13 Ekim 1921 tarihli muahedenameyi ak-<br />

11 O.Kaçaznuni, Taşnak Partisinin Yapacağı bir Şey Yok, s.69.<br />

587


588<br />

ENVER KONUKÇU<br />

teddik” demektedir. Ali Fuad Paşa elçi sıfatı ile Ankara’nın talimatı<br />

çerçevesinde, kendine göre hazırlıkları başlattı. Ancak Rusya Sovyet<br />

Sosyalist Federatif Cumhuriyeti Dışişleri Halk Komiseri Georgi<br />

Vasiliyeviç Çiçerin ile 14 Ağustos 1921 görüşmesinde, “Kars Konferansı<br />

hakkında bazı söylentilerin olduğu” konusu ele alındı. Çiçerin<br />

ise “Ermenistan’ın Nahcivan’ı işgal etmek niyeti yoktur. Kars<br />

Konferansı’nın Moskova Muahedesi esasları dahilinde yapılacağına<br />

itimad edebilirsiniz” cevabı ile telaş edilecek bir şey olmadığını ifade<br />

etmiştir. Bir müddet sonra da Sovyetlerin Kafkasya temsilcisi B.V.<br />

Legran, Gürcistan’dan M.D. Orahelaşvili ile G.K. Orconikidze ile<br />

görüşen Yusuf Kemal Bey, toplantının Kars’ta yapılması kararını kesinleştirmiştir.<br />

R.S.F.S.C.’nin Türkiye Büyükelçisi S.P. Natsarenus<br />

son zamanlarda beliren Ankara’nın arz ettiği teknik sorun ve başkentin<br />

meşgul olduğu seferberlik nedeni ile uygun görülemeyeceğini<br />

ileri sürdü. Yusuf Kemal ile temasa geçen büyükelçi, “konferansın<br />

toplanma yeri olarak sizin de önermiş olduğunun Kars şehrini öneririm”<br />

dedi. 30 Ağustos 1921’de Ermenistan ileri gelenlerinden A.<br />

Mravian ile de tel görüşmesinde bulunan Yusuf Kemal Bey, Kars’ın<br />

kesinlik kazandığını, bu sebeple de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni<br />

temsil eden heyetin isim olarak son şeklini aldığını bildirdi.<br />

Böylece, Kars üzerinde taraflar anlaştıktan sonra, Yusuf Kemal<br />

Bey, Ermenistan, Rusya, Gürcistan ve Azerbaycan’dan da murahhasların<br />

tesbit ve yola çıkarılmasını rica etmiştir. Ağustos 1921’de<br />

başlatılan ve Eylül sonların doğru kimlikleri kesinleşen murahhaslar,<br />

yine telgraflarla bildirildi. 12<br />

Kars’ta Moskova Andlaşması’nın Karşılıklı<br />

Olarak Sunulması (22 Eylül 1921)<br />

TBMM ile Rusya arasında imzalanan Moskova Andlaşması, 22<br />

Temmuz 1921’de Ankara’da, TBMM’nde kabul ve tasdik edildi.<br />

Bu nüsha ile Rusçasının değişimi ise Kars’ta özel bir törenle, 22<br />

12 Varlık Gazetesi, S:l, (25 Ağustos 1337), s.l. Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimiz,<br />

s.281-282. A.F.Cebesoy, Moskova Hatıraları, s.246-251. A.N.Kheifets,<br />

Sovyetskaya Diplomatiya, Narodni Vostoka (1921-1927), Moskova, 1968,<br />

s. 161, 162. Dokumenti Vneşney Politiki SSR, IV, Belge: 195, Moskova,<br />

1957-1962. S.Yerasimos, Türk Sovyet İlişkileri: Ekim Devriminden Milli<br />

Mücadele’ye, İstanbul, 1979, s.393, 404-405. TBMM ZC, 1338, s.9.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

Eylül 1921’de, icra edildi. Sovyet tarafını Guzinskov Aleksi Nikolay<br />

Baviç’in başkanlığındaki heyet temsil etti. Rus heyeti 20 Eylül<br />

1921’de Salı günü öğleden evvel saat 09.30’da özel bir tren ile<br />

Kars’a ulaştılar. Rüşdi Bey, Kars Mutasarrıf Vekili ve Süvari Tümeni<br />

Komutanı Sami Sabit (Karaman), Mevk-i Müstahkem Komutanı<br />

Emin Bey askerler, okullar, ileri gelenler tarafından karşılandılar.<br />

Bunlar arasında, güven mektubunu Ağustos 1921’de Kars’da Kâzım<br />

Karabekir’e arzeden Yoldaş Kigork Serkisyan da göze çarpıyordu.<br />

Daha sonra Kars’a hâkim bir tepede bulunan Ruslardan kalma binaya<br />

geçilmiş (şimdiki Vali Konağı) ve burada kalabalık huzurunda<br />

hem Kâzım Karabekir ve hem de Bolşevik heyeti başkanı Aleksi<br />

Nikolayeviç kısa fakat andlaşmanın önemini vurgulayan nutuk irad<br />

ettiler. Eller sıkılarak, dosyalar takdim edildi. Çay verildiği sırada<br />

da İdadi öğrencileri, Bolşevik heyete Türk bayrağı verdiler. Yoldaş<br />

Kuzinov çocukları kucaklayarak, öptü. Sonra, günün anlamına uygun<br />

fotoğraf alındı. Ayrılmadan önce de Kâzım Karabekir, heyecanlı<br />

bir şekilde “Rica ederim... Gördüğünüz samimi ruhları Moskova”ya<br />

söyleyiniz” hitabına karşılık veren yoldaş ise “burada gördüğümü<br />

yeni Türkiye’nin Rusya için en kuvvetli bir dost olduğunu söyleyeceğim”<br />

cevabını verdi. Son olarak, Kâzım Karabekir “çocuklarımın<br />

dostluğunu Rus çocuklarına lütfen bildiriniz dedi 13 .<br />

Kars Konferansı (26 Eylül-13 Ekim 1921)<br />

Doğu Sınırı’nın belirlenmesi, ülkeler arasındaki bazı problemlerin<br />

karşılıklı olarak giderilmesi için Kars’ta, daha önce belirlenen<br />

tarihte, 26 Eylül 1921’de toplanıldı. Bu arada Kars epeyce hareketli<br />

günler geçirdi. Ermenistan temsilcisi göreve başladı. Moskova<br />

Andlaşması’nın karşılıklı değişimi burada yapıldı. Son olarak da,<br />

Rusya, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan murahhasları trenle,<br />

Gümrü’den, Kars’a ulaştılar. İstasyonda törenle karşılandılar.<br />

Kars’daki toplantıya katılan devlet ve murahhaslar şunlardı.<br />

TBMM Murahhasları:<br />

Başkan: Tuğgeneral Kâzım Karabekir Edirne Milletvekili<br />

Şark Cebhesi Komutanı<br />

13 Varlık Gazetesi, (29 Eylül 1337), s.l.<br />

589


590<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Murahhaslar: Veli Bey (Saltıkgil), Burdur Milletvekili<br />

Memduh Şevket (Esendal), TBMM’nin Azerbaycan<br />

Temsilcisi) Ahmed Muhtar Bey, Şarki Anadolu Demiryolları<br />

İnşaat Mühendisi ve eski Nafıa Müsteşarı<br />

Müşavirler: Kurmay Binbaşı Veysel Milletvekili Edib<br />

(Dinç) Muvaffak Kurmay Binb.Talat Kadri (Cebhede<br />

idi).<br />

Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti<br />

(RSFSC):<br />

Jacques Hanetszky (Letonya Mümessili Jacques karşılığı<br />

bazen Yakov deniliyor. Kanitzky, Ganetçkiy, Ganeçkiy,<br />

Ganetsky gibi farklı soyadı var.<br />

Ermenistan SSSC: Bogos Makinziyan Dahiliye Komiseri,<br />

Askanaz Mravian Dışişleri Halk Komiseri<br />

(Aleksandr Bekzadyan’dan sonra görevi üstlenmiştir)<br />

Gürcistan SSC: Şalva Zuraboviç Eliyava Harbiye ve<br />

Deniz İşleri Komiseri, Aleksandr Svanidze Dışişleri ve<br />

Maliye Komiseri,<br />

Azerbaycan SSC: Behdud Şahtahtılı (Şahtahtinskiy)<br />

Devlet Denetimi Halk Komiseri<br />

İlk oturumda, Sınır ve ekonomi komiserlikleri ayrıldı. Gündüzleri<br />

özel oturumlar devam ettirildi. Konferansta, Kafkas Cumhuriyetleri<br />

adına J.Ganetskiy konuştu. II. ve Ill.oturumlarda, Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi adına tesbit edilmiş maddeler tesbit edildi.<br />

Moskova’daki sınır tespiti olduğu gibi kabul edildi.<br />

Kâzım Karabekir, fazla zaman kaybına sebebiyet verilmemesi<br />

için, özellikle J.Ganetskiy’in zaman zaman müdahalede bulunması,<br />

ortamın istenilmeyen şekilde gerginleşmesinin önüne geçilmesi için<br />

“Ruznâme/Gündem” tesbiti yapıldı. Kâzım Karabekir, Konferans<br />

müddetince, ele alınan konulara dair özetle şunları yazmaktadır;<br />

“26 Eylül’de başlayan konferans 10 Ekim’de bitti. Karşı taraf<br />

müzakeresini Rus delegesi Genetzky idare ediyor. Birleşik bir cephe<br />

gösterdiler. Hudut için tarafların askerî delegelerinden oluşan bir komisyon<br />

teşkil ettik. Diğer meselelerde akord olduklarımız sulh andlaşmasının<br />

metnini teşkil etti. Tarafların bazı isteklerini diğer taraf<br />

kabul etmedi. Bunlar ancak hususi muhabere ve tutanaklarda kaldı.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

Mesela bizden istedikleri:<br />

1-Gürcistan Evliye-i Selâsede eski eser araştırmaları yapabilsin,<br />

2-Ermenistan Kulp tuz madenlerinden faydalansın,<br />

3-Tebaanın kültür ve dini gelişmesini koruyan haklar verilsin,<br />

4-Gümrü’den alınan şimendifer malzemesi geri verilsin.<br />

Bunlardan ilk üç madde resmi celsede bahsolunmadı. Hususi<br />

görüşüldü. Dördüncü madde resmi celsede istendi. Tabii ilk üç madde<br />

haklarımıza müdahale görülerek reddolundu. Dördüncü madde<br />

hakkında dahi “Bizim için Gümrü meselesi yoktur. Umumi Harb’te<br />

Çarlık Rusya bütün doğunun varını yoğunu silip süpürdü. Mütarekede<br />

Taşnaklar da Elviye-i Selâsede böyle yaptılar. Biz de galip geldiğimiz<br />

yerlerde Ermeni halkının elinden parasını, bir şeyini almadık,<br />

fakat ordusuna ait malzemeden ganimet aldıklarımız hakkımızdı,<br />

aldık. Binaenaleyh bu hususta münakaşaya giremeyiz” dedim. Kapattım.<br />

Bizim isteklerimizden;<br />

1- Tebaamızdan alınan eşyanın geri verilmesi.<br />

2- Taşınmaz malların nasyonalize edilmemesi.<br />

3- Baku gazlarından faydalanmamızın sağlanması.<br />

Bunlardan ilk ikisini hususî, üçüncüsünü resmi celsede istedim.<br />

Bakû’de 25.000 işçi petrol çıkarıyor, 10.000 kadarı petrol fabrikalarında<br />

15.000’i diğer fabrikalarda. Ayda 13 milyon pot yani 208<br />

milyon kilo petrol istihsal olunuyor. Ortalama %70’ini Ruslar alıyor.<br />

Bize en çok 10 milyon kilo verebilirler.<br />

Azerbaycan temsilcisi Behbud Şahtahtinski cevap verdi. Hususi<br />

olarak yardım yapacaklar. Fakat resmi bir kayıt altına girmiyorlar.<br />

Batum limanından şahsi ve ticari ve askerî istifademizin temini<br />

hususunda Rus delegesi dedi ki: “Yardımı yapmaktayız. Bunun<br />

batıya gönderilen mühimmata münhasır olduğunu ticari ve şahsi<br />

istifadelerimizde bizim için bir hak olduğunu, özerk idareye sahip<br />

Acara’nın merkezi olmak üzere Batum’u terk etmekliğimiz Kafkas<br />

milletlerinin hayati bir imanı olduğundandır. Fakat bizim de faydalanmamız<br />

şartıyladır”.<br />

Bu husus temin edildi. Andlaşmaya yazıldığı gibi ayrıca Gürcü<br />

591


592<br />

ENVER KONUKÇU<br />

hükûmeti delegesi bir beyannamede verdi. Acara özerkliği hakkında<br />

şunları teklif ettim: Halkı temin edici muhtariyetten şunları görmek<br />

istiyoruz.<br />

1-Herkesin bir oyu olmalıdır. Yabancılar oya iştirak etmemelidir.<br />

Yabancı demek Umumî Harb başladıktan sonra Acara’ya gelenler<br />

demektir. Hariciye ve Harbiye komiserlerim Gürcistan tayin<br />

ederse de hükûmetin diğer üyelerini Acara Millî Meclisi tayin eder.<br />

2-Dil, resmi dil Türkçe ve Gürcüce olmak şartiyle öğretim her<br />

cemaatin isteğine göre serbesttir.<br />

3- Müşterek menfaatlere hizmet eden şimendifer ve liman idareleri<br />

ve hasılatı merkezi hükûmete ait olduğu gibi, önemi keza umumi<br />

ve bütün Gürcistan’a yaygın olan Acara şosalarının iyi korunması ve<br />

tamir masrafı dahi merkezi hükûmete aittir.<br />

4-İslam halkının şer’i ve dini işlerinde serbest ve özerk olmaları<br />

ve ihtiyaç halinde Şer’iyye Vekaletimizle münasebette bulunabilmeleri<br />

hakkının da teslim edilmesine çalışılmalı.<br />

Bu tekliflerimiz, biz kendimizi Acara halkıyla Gürcü hükûmetini<br />

uzlaştırma mevkiinde görmek lüzumundan ileri geliyor. Bugün<br />

Batum’da Çeka diğer devlet tebaasına yapılmayan şiddeti Acara halkına<br />

yapıyor. Sıhhiye vesair namlarla fazla vergi alıyor, baskı yapıyor,<br />

serbest harekete izin verilmiyor.<br />

Acara ve Nahcivan özerkliği hakkında dahi Gürcü ve Azerbaycan<br />

hükûmetlerinin neler yaptığını bilmek isteriz. Gürcü delegesi<br />

İlyava şu beyanatta bulundu: Acara özerkliği ile ilgili Moskova<br />

Andlaşması’nın kendisine siyasi bir mecburiyet yüklediğini göz<br />

önüne alarak, Gürcistan- Türkiye arasında henüz andlaşma imzasını<br />

beklemeksizin 54 numaralı ve 16 Temmuz 1921 tarihli ve Gürcistan<br />

devrim komitesi başkanı Medivani ve Adliye Halk Komiseri<br />

Kefnarensten’in imzaları ile bir emirname çıkardı. Bu emirname<br />

Gürcistan kısımlarından olan özerk Acara Cumhuriyeti’nin durumunu<br />

ve Gürcistan Cumhuriyeti ile olan münasebetlerini tayin eder. Bu<br />

emirnamenin konferans tutanaklarına eklenmesini teklif ederiz.<br />

Bu teklifi kabul ile beraber dedim ki: “İşbu dekrenin uygulanmasının<br />

halkın kültür, din ve mülkiyetine ait hukuki özerkliğine kefil<br />

olmasını temenni ederiz”.<br />

İlyava izahat verdi: “Maarif, ziraat, Mezhepler komiserliklerinin


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

tamamen özerk olduğunu beyan ederim. Bu işlemin meydana çıkması<br />

bu komiserliklerin faaliyetine bağlıdır. Gürcistan hükûmeti bu<br />

komiserliklere zorluk çıkarmayacağı gibi onlara her türlü yardımda<br />

bulunacaktır”.<br />

Cevaben dedim ki; “Komiserliklerdeki kişiler arasında samimiyet<br />

tesisi ve faaliyetlerinin temini için kendilerine yardım edilmelidir”.<br />

Azerbaycan delegesi Behbud Şahtahtinski şunu söyledi: “Azerbaycan<br />

Sovyet hükûmetidir. Nahcivan’a verilecek özerklik Rusya’daki<br />

usule göre olacaktır. Nahcivan’ın uzak bulunmasından verilen<br />

idare özerklikten de fazladır. Halk komiserlerinden oluşan bir<br />

meclis vardır. Resmi dairelerde lisan Rusça’dır. Çünkü ilim ve irfan<br />

sahipleri çok azdır. Fakat müesseseleri millîleştirmek hususunda bir<br />

kanun yapılmıştır. Ve adım atılmıştır. Maliyesini Azerbaycan idare<br />

eder. Askeri henüz kararlaştırılmamıştır. İlkokullar Türkçe’dir ve üç<br />

senedir. Nikah ve boşanma ve diğer dini müesseseler eskisi gibi serbesttir.<br />

Batum hakkında Rus delegesinin ve Acara ve Nahcivan özerkliği<br />

hakkında Gürcü ve Azerbaycan delegelerinin beyanatını gazetelerle<br />

ilan ve halka anlatılması teklifimi de kabul ettiler.<br />

Rus delegesi Ermenilere mühimce bir şey sağlayarak onları<br />

memnun etmeye çalışıyordu. Ermeniler Bolşevik olmakla Taşnaklardan<br />

fazla bir şey almıyorlar diye Ermeni delegeleri üzgün görünüyorlardı.<br />

Kulp tuzları on verstlik bir arazidir. Verilse sizin için zararı<br />

olmaz fakat Ermenilere büyük iyilik olur, diye Rus delegeleri ricada<br />

bulundu. Cevaben: “Sınırların stratejik bakımından pek mühim olan<br />

şeklini bozmayız” dedim. Iğdır ve Beyazıt yollarını kestiğini anlattım.<br />

Yoldaş Ganetzky dedi ki: “O halde Kağızman Tuzlası size yeterli,<br />

Kulp Tuzlasından yalnız faydalanma hakkını Ermenilere veriniz.<br />

Arazi ve her şey Türkiye’nin olsun, Ermeniler yanız tuz çıkarsın ve<br />

size de bir miktar versin. Bunu da kabul etmedik. “Bu iş sulh konferansına<br />

ait değildir, herhangi bir imtiyaz hükûmetten istenilmelidir<br />

dedim. Ani harabelerinin tarihi kıymeti dolayısıyla Ermenilere<br />

bırakılması hakkında ricada bulundu. Hudud yine Arpaçayı, yalnız<br />

Kale harabesi Ermenilere bırakılsın. Bunu hükûmetten de rica ettiler.<br />

Bu hususta hükûmete yazarız, fakat biz muvafakat edemeyiz dedik.<br />

593


594<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Hükûmet de razı olmadı bu mesele kapandı, kuvartshane ve Murgul<br />

bakır madenleri Çoruh vadisinde Artvin kuzeybatısında imtiyazının<br />

Ruslara verilmesi için de Ganetzky hususi olarak benden rica etti,<br />

hükûmete resmen müracaat edilebilir. Benim bu işlerle meşgul olmaya<br />

yetkim yoktur dedim. Ermenistan hakkında çok ricada bulundu.<br />

“Ermeni delegeleri ile bomboş dönecekler, ıstırap içinde kıvranıyorlar.<br />

Bari Gümrü’den alınan şimendifer malzemesini olsun verseniz”<br />

dedi ve bilhassa Erivan’daki açlık ve sefaleti anlattı. Dedim ki: “Siz<br />

büyük kardeş sıfatı ile gereği gibi yardım edebilirsiniz, hatta biz bile<br />

sizlerden malzeme rica edeceğiz”. Cevaben: “Halin imkansızlığını<br />

ve bizden Erivan’a bazı şeyler gönderilirse Rusların da Ermenilerin<br />

de şükranını kazanacağımızı” söyledi. Bizim hey’etle bir miktar erzak<br />

ve sığır ve bazı bozuk şimendifer malzemesi göndermeye karar<br />

verdik. 8 Ekim 1921’de şu tezkere ile yapacağımız yardımı bildirdim.<br />

Memnun oldular. ”<br />

Erzurum ve Sivas Kongrelerindeki kararları gibi az farklı olarak<br />

Moskova’da kabul edilen andlaşma maddeleri aynen Kars metninde<br />

de yer aldı. 20 maddeden oluşan metin belirlendikten sonra, Konferans<br />

çalışmaları kapandı. 13 Ekim Perşembe günü 14.00’de, imza<br />

edilme işi de tamamlandı.. Konferansın yapıldığı bina yine bayraklarla<br />

süslü idi. Askeri İdadi Mektebi’nden bir müfreze, izci kıyafeti<br />

ile diğerleri de Mızıka (musika)ları ile birlikte konferans binası çevresinde<br />

tesbit edilen yerlerde sıralandılar. Karslılar da törene büyük<br />

ilgi göstermişti. Konferans masası etrafına biriken kalabalık arasında<br />

Sovyet Rusya’nın Doğu illeri Başkonsolosu Yoldaş Norman, Azerbaycan<br />

Başkonsolosu Yoldaş Hacı İslam Beyli, Ermenistan’ın Kars<br />

Temsilcisi Serkisyan, askerler, hükûmet görevlileri göze çarpıyordu.<br />

Kaleden atılan top sesleri, andlaşmanın imzalandığını müjdeliyordu.<br />

Bu toplantı için gelen heyetler de akşamüzeri saat 16.00’da Kars’tan<br />

yine törenle uğurlandılar14 .<br />

Toplantı Yeri<br />

Kâzım Karabekir, İstiklâl Savaşı ile ilgili hatıratında, ki “İstiklâl<br />

Harbimiz” adını taşımaktadır, Kars Andlaşması müzakerelerinin geçeceği<br />

güzel bir binayı hatırlatmayı da ihmal etmemiştir. Hatıratında,<br />

daha önce de bazı önemli memleket meselelerinin görüşüldüğü<br />

14 Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s.296-299; Ali Servet Öncü, Varlık Gazetesi,<br />

s.50-63. Kars Muahedenamesi, İstanbul, 1339, s.1-13.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

ve toplantı yapılan bina için “Kars’ın en büyük resmî salonu olan,<br />

Ruslar zamanında vali konağı, bir zaman da benim konağım olmuştu.<br />

Konferans için burasını seçmiş ve süslemiştim. Bu tarihi binayı<br />

daha sonra işi bitince, Millî Kütüphane yaptırdım. Binada, andlaşmaları<br />

değiştik” bilgisini vermektedir.<br />

K.Karabekir gibi, adı geçen bina hakkında daha karamsar bir<br />

tablo canlandırılmaktadır. Meselâ, Kars’a Elviye-i Selâse’nin katılışı<br />

sonrası mutasarrıf olarak atanan Hilmi Bey, “Gobernat’ın damına<br />

götürelim diye bizi aldılar. Rus Umûmi valilerinin ikâmetlerine mahsus<br />

olduğunu öğrendiğimiz boş bir eve götürdüler. Evin elektrikleri<br />

bozuktu ve her taraf karanlıktı. Bir odaya mum ışığında, karyolalarımızı<br />

açarak yattık ve uyuduk. Sabahleyin uyandığımızda, yattığımız<br />

odanın kütüphane odası olduğunu öğrendik. Ev büyüktü ve bunun ne<br />

tefrişine, ne temizlenmesine bizim hâlimiz elverişli değildi.” diye,<br />

Rusların Kars’ı boşaltması sonrası binanın ne kadar kötü durumda<br />

olduğunu anlatır.<br />

Konferans için hazırlanan bina, Rusların, Berlin Andlaşması ve<br />

Kars’ın tazminat olarak terkinden sonra tek katlı “U” planlı, Batlık<br />

tarzıyla inşâ edilmişti. Yusuf Ağa Mahallesi’nde, Ordu Caddesi’nde<br />

benzeri ama daha yüksek diğer resmi binalara da rastlanmaktadır.<br />

Yine Kars Çayı kenarında, kale altında ve vadi içinde dar bir alan<br />

yapılan askerî amaçlı binalar da aynı şehir planı içinde bulunuyordu.<br />

Kars şehrinin yüksek bir yerinde, akarsuya hâkim Karadağ’ın batıya<br />

uzanan, kayalık bir tepede son bulan kara taştan yapıldığı için bu<br />

rengin hâkim olduğu tahkimle kaleyi de iyi gören bir mevkide idi.<br />

Ancak, zamanımıza intikal eden yazılı belge olmadığı için, binanın<br />

ne zaman gubernatörlük için kullanıldığını tesbit etmek mümkün görünmemektedir.<br />

Kars Konferansı’nın toplanacağı yere olarak, Şark Cephesi<br />

Komutanlığınca, iyi bir şekilde hazırlanan bina, uzun zaman ahali<br />

arasında “gubernatör damı” olarak bilinmiştir. Nitekim, Hilmi Bey,<br />

binaya ulaşmak istediğinde, kendisini buraya çıkaran arabacı, bu şekilde<br />

söylemişti.<br />

Eylül 1921’de, Kars Konferansı için gelen Sovyet<br />

Cumhuriyetleri’nin üç ayrı gruba mensup murahhasları aynı binada<br />

595


596<br />

ENVER KONUKÇU<br />

ve açılışta, kısa konuşmalarda bulunmuşlardır. 15<br />

Kars Konferansı’nda Açılış ve Kapanış Nutukları<br />

Kars Konferansı, 26 Eylül 1921 akşamı başladı. 13 Ekim<br />

1921’de sona erdi. Bu nedenle açılış ve kapanışlarda Türk ve Sovyet<br />

Cumhuriyetleri temsilcileri arasında samimi görüşmeler olurken,<br />

günün önemi üzerinde taraf başkanlarının ve bu arada Ermeni temsilcisinin<br />

nutukları dinlendi. O zamanki mevcud siyasi ve askerî durumu,<br />

TBMM ve Moskova ile Erivan’ın sürdürmekte olduğu görüşler<br />

öğrenilmiş oldu. Konferans’da ilk sözü, ev sahibi olması nedeni<br />

ile Türk Hey’eti’nin başkanı Şark Cephesi Komutanı Tuğgeneral<br />

Kâzım Karabekir aldı ve şunları söyledi:<br />

“Muhterem Yoldaşlar,<br />

Türk milleti Kapitalist ve Emperyalistlerin kendisine tatbik etmek<br />

istedikleri Sevr Muahedesi’ni tanımadı. Bu meş’um muahedeyi<br />

yapanların cebir ve tehditlerine karşı boyun eğmedi. Ve kendi arzusu,<br />

iradesi hilâfına olarak nevmidane bir serfüru siyasetini takip<br />

edenlere karşı bir inkılap yaptı. Yeni bir hükûmet vücude getirdi.<br />

Garbin zulmüne, bu suretle var kuvvetiyle göğüs geren Türk milleti<br />

yüzünü şarka çevirdiği zaman karşısında, muazzam bir inkılâbın<br />

âlemşümul hareketiyle galeyan eden Şûralar Rusyasını gördü, ona<br />

dest-ı muhadenetini uzattı ve onunla el ele şarkın hâlâs ve refahına,<br />

muhadenet ve uhuvvetine hizmet etmek için ahdetti.<br />

Siz asil Kafkas milletleri ise, Türk hükûmeti ile Rusya Şûralar<br />

Cumhuriyeti arasında şarkın muhterem birer uzvusunuz. Her biriniz<br />

Rusya Şûralar hükûmet-i muazzamasının bir uzv-ı kıymettarı bulunmak<br />

itibariyle dahi ayrıca haiz-i şeref ve ihtiramsınız.<br />

Cümlenize beyan-ı hoş âmedî eder ve bu içtimâimizi bütün<br />

hararet-i kalbimle alkışlarım. Çünkü Moskova’da temellerini attığımız<br />

muhadenet ahitnamesinin teyid takviyesi demek, şarkta ebedî<br />

bir kardeşliğin tesisi demektir.<br />

Binaenaleyh bugün teşebbüs ettiğimiz bu muazzam ve serin<br />

sür’atle muvaffakiyeti hususunda en hâr temenniyatta bulunarak<br />

konferansın açıldığını arzederim, Yoldaşlar.”<br />

15 Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, İstanbul, 1988, s.281. Hilmi Uran, Hatıralarım,<br />

Ankara, 1959, s.94.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

Kâzım Karabekir’in konuşmasını takiben kürsüden bu defa Rus<br />

delegesi Genetski, emperyalistler Yunanlılar ve bunlara karşı Türklerin<br />

büyük direnişinden söz ettikten sonra konuyu Türk-Ermeni anlaşmazlığına<br />

getirerek, şunları söylemiştir;<br />

“Büyük Millet Meclisi murahhasları efendiler! Gerek hükûmetim<br />

ve gerek Rus milleti nâmına şahsınızda esaret ve istismara karşı büyük<br />

bir mücadele için silâha sarılan ve zafer-i nihaiden evvel terk-i<br />

silah etmemeye azmetmiş bulunan kahraman ve cesur Türk milletini<br />

selâmlarım.<br />

Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan mümessili arkadaşlar!<br />

Sizin şahsınızda da Rus milletinin sermayedar ve ashab-ı arazi boyunduruğundan<br />

kurtulmak için evvelâ mücadele-i kat’iyyesinden<br />

onunla her vakit yan yana çarpışmış olan bu cumhuriyetlerin kardeş<br />

milletlerini selâmlarım.<br />

Muhterem Murahhaslar! Siz buraya büyük bir esen ikmâl etmek,<br />

bir sulh ve muhadenet ahitnamesi akdeylemek ve bu suretle bütün<br />

âleme Kafkas Cumhuriyetlerinin halk kütleleriyle kahraman Türk<br />

milletinin menafı-i mütekabilelerini takdir ettiklerini ve hariçdeki<br />

hasım kuvvetlerin tahrikatına rağmen bunların sulh, muhadenet ve<br />

uhuvvet dairesinde yaşamaya azmeylemiş bulunduklarını isbat etmek<br />

için geldiniz. Zira diğer milletler beyninde olduğu veçhile Türkiye<br />

ve Kafkasya milletleri arasında da tesadüm-i menafi yoktur. Düvel-i<br />

muazzamanın haydut emperyalist çeteleri 1914 senesinde kendi halk<br />

kitlelerini kanlı bir mücadeleye atarak milletlerin istihlâsını ilan ettiler.<br />

Fakat hakikatte bunların maksadları onların hal-i esaretlerini<br />

teşdid eylemektir. Onlar bu kanlı facianın kendi hezimetlerine müntehi<br />

olacağını ve halk kütlelerinin revatıb-ı uhuvvetkâraneyi tavsik<br />

ile silahlarını müttehiden zalimler ve muhtekirler aleyhine çevireceklerine<br />

intizar etmiyorlardı. İşitilmemiş bir kan dökmeyi müntec<br />

olan emperyalist muharebesinden sonra bütün cihanı bir yeni yangın<br />

istilâ etmiştir. Mezkûr kütleler Avrupa’nın ve Asya’nın şark ve garp<br />

ve şimal cenubunda ve küre-i arzın her tarafında kıyam ederek ebedi<br />

düşmanlarına karşı son mücadeleyi ilan ettiler. Bazı defalar muvaffakiyetsizlikler<br />

ile müteferrik olan gayr-ı kabil-i ıctinab bu mücadele-i<br />

ahire nihayet “büyük fıkir”e müntehi olacaktır.<br />

Türk milleti bu mücadelede mühim bir rol oynamaktadır.<br />

597


598<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Düvel-i İtilafıye emperyalistleri yeni ahvalin Türkiye’de mahzar-ı<br />

rağbet olmasından müteessir olarak Yunanistan’ı Türkiye aleyhine<br />

kandırdılar. Fakat bu yeni tecrübe altından muzafferen çıkacaktır.<br />

Türkiye’nin müttefikleri olan Rusya ve cumhurî hükûmetler Türkiye<br />

ahalisi tarafından kahramanâne bir surette icra edilmekte olan muharebenin<br />

safahatını amîk bir meyil ve alâka ile takip ediyorlar. Zira<br />

Türkiye’nin bu muharebesi onların muharebesidir. Yunanistan’ın<br />

kendi hata-yı meş’umunu fehm ve idrâk ederek muhtelif-i fih olan<br />

bilcümle mes’elelerin sulh tarikiyle hal’ ve tesviyesini teklif etmesi<br />

zamanı takarrüp eylediği kat’î olduğunu beyan eylerim. Bugünkü<br />

konferans bu babda birinci saik olacaktır. Burada hazır olanlar<br />

el’an önümüzde mevcud olan ve esas itibariyle halledilmiş bulunan<br />

mes’elelerin tedkik ve müzakeresi bütün milletlerin müveddet ve<br />

uhuvveti fikr-i bülendini kendilerine rehber ittihaz eden iki tarafın<br />

mucib-i hoşnidisi olacak bir halde sen ve dostane, samimâne adilane<br />

bir surette ikmâl edilecektir. Burada içtimâ edenler pazarlık maksadiyle<br />

toplanmış bir takım düşmanlar olmayıp bilâkis sulh ve müsalemet<br />

ve uhuvvet üzere yaşamaya, kendi memleketlerinin saadet-i hâli<br />

yekdiğere mütekabilen muavenette bulunmak için yan yana sakinâne<br />

bir surette çalışmaya arzukeş komşu milletlerden mürekkeptir.<br />

Burada bir yeni büyük iş daha deruhde edilecektir. Kahraman<br />

Türk milleti ve Ermeni milleti bütün cihana yalnız söz ile değil fiiliyat<br />

ile isbat ve izhar edeceklerdir ki bunları yekdiğerinden ayıran<br />

kin ve husumeti ilelebed red ve terkeylemişlerdir. Bu iki millet ellerinde<br />

bir hançer gizleyerek birbirine yaklaşmıyor. Bunlar kardeş<br />

muhabbetiyle mütehassistirler. Mücadele eden halk kütlelerini millet<br />

ihtilâfları takviye edemez. Uhuvvet-i mütekabile onları mukavemeti<br />

gayr-ı kabil bir hale getirebilir.<br />

Bütün cihana saadet bahşeden ancak halk kütlelerinin ittihat ve<br />

uhuvvetkâraneleridir. Biz ancak bununla galebe edebiliriz.”<br />

Ganetski’den sonra, Ermenistan Dışişleri Halk Komiseri A.<br />

Mravian söz aldı. Onun neler konuşacağı, Türk Hey’eti tarafından<br />

merakla bekleniyordu. Onun burada düşmanca bir tavır sergilemeyeceğini,<br />

aksine Türklerin emperyalistlere karşı devam ettirdiği<br />

mücadeleyi desteklediğini, dostluk duygularının sağlam temellere<br />

oturtulacağını, şu anda olduğu gibi sonra da dost Türkiye’ye karşı


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

iyi niyet içinde olacaklarını ifade eden nutku, dikkatle ve heyecanla<br />

dinlendi. Diğerleri gibi A.Mravian’ın bu nutku, Kars Andlaşması<br />

tutanaklarına geçmiş, Ermenice, Türkçe, Rusça, Fransızca, Azerice<br />

ve Gürcüce’ye çevrilerek, metinde yer almıştır. Diğer taraftan Varlık<br />

gazetesi de 20 Ekim 1921 günlü nüshasında, tamamına yer vermiştir.<br />

Ermenistan Hariciye Komiseri A.Mravian’ın nutku şu şekilde<br />

olmuştur;<br />

“TBMM Hükûmeti’nin muhterem murahhasları ile Mavera-yı<br />

Kafkas’ın Azerbaycan, Ermeni ve Gürcü kardeş Sovyet cumhuriyetleri<br />

murahhasları arasında Kars’ta kurulan I. Konferansın açılması<br />

münasebeti ile kendi ahâlimiz gibi biz murahhasların dahi beslediğimiz<br />

duygular ve temennileri burada, sizin huzurunuzda arzetmek<br />

vazifesini Kafkas Ardı Cumhuriyetleri murahhasları, benim uhdeme<br />

tevdi ettiler.<br />

Biz buraya düşmanlık duygusu ile gelmiyoruz. Ve avam-perest<br />

millîyetçi hükûmetlerden tevarüs eden münakaşaya sebep olmak<br />

haysiyetiyle merdud olan nizalı mes’eleleri bugün ortaya koymak<br />

için de bizim hiçbir meramımız yoktur. Hayır, bizi şimdi düşündüren<br />

şey, bu mes’eleler ve düşmanlı duyguları değil, biz samimî bir arzuyu<br />

taşımaktayız ve kat’iyyen kaniiz ki vatanını müdafaa için ayaklanan<br />

bir millet galip, düşman mağlup olacaktır.<br />

Bu konferansın Kafkas ardı cumhuriyetlerinin Türkiye’ye karşı<br />

dostluk duygularını kuvvetlendireceğinden ve Türkiye’nin de kendi<br />

arkasında düşman bulunmadığını ve milletin emel ve arzusunu çiğnemek<br />

isteyen emperyalizme karşı açtığı mücadelede komşularının<br />

kendisine karşı bir meyil ve incizab duyduklarını öğreneceğinden<br />

eminiz.<br />

Muhterem Murahhaslar! Biz bu konferansa galip ve mağluplar<br />

gibi gelmiyoruz. Düşmana mukavim bir milletin mümessilleri bulunan<br />

sizlerin yanına biz dost gibi geliyoruz. Ve milletinizin mücadeleden<br />

muzaffer olarak çıkacağını size müjdelemekle mes’uduz.<br />

Büyük Rusya düşmanlarını mağlup edebildi. Çünkü büyük<br />

Teşrin-i sani ihtilâlinden fütuhatını muhafazada pek derin alâkası<br />

olan işçiler ve köylüler kütlesi kahramanca bir azim ile Rusya’nın<br />

müdafaası için ayaklandılar. Rus milletinin inkılap mübarezesi kaniiz<br />

ki menfaat temin etmek ve Türk milletini ezmek kasdi ile şimdi<br />

599


600<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Anadolu toprağında muharebe eden İtilâf devletlerinin ücretli asker<br />

uşaklarını mağlup edebilecek olan Türk Milleti için yüksek bir misâl<br />

teşkil ediyor.<br />

Kafkas ardı milletleri emindirler ki bu konferans Türk milleti<br />

ile dostluk ve kardeşlik itilafı akdi için sağlam bir temel hazırlayacak<br />

ve bizler de bu itilaf temeline dayanarak bundan böyle nizalı<br />

mes’eleleri Sovyet Cumhuriyetleri arasında o türlü mes’elelerin tesviye<br />

edilegeldiği bir kolaylık ve çabuklukla halledebileceğiz. Türk<br />

milletine karşı pek asil ve ulvî duygular beslemekte bulunan üç Sovyet<br />

Cumhuriyeti murahhas hey’etleri konferansı selâmlamak resmini<br />

ila eder.” 16<br />

13 Ekim 1921 Perşembe günü saat 14.00’de imza edilen barış<br />

büyük bir sevince sebep oldu. Bu mutlu gün şerefine önce Kâzım<br />

Karabekir’in ve sonra da Ganetski’nin, ilk nutuklardan daha farklı<br />

olarak şu hitabede bulundukları gözlenmektedir.<br />

Kâzım Karabekir’in Nutku;<br />

“Muhterem Yoldaşlar,<br />

Kars’ta imzaladığımız bu ahitnamelerle Türkiye ve Kafkasya<br />

halkının emin, müsterih bir hayata mazhariyeti esbabını temin etmiş<br />

oluyoruz. Komşuluk hakkını, komşuluk samimiyetini artık ebedî<br />

olarak mahfuz tutmaklığımız için mekteplerimizle, gazetelerimizle<br />

nutuklarımızla halkın ruhuna muhadenet hislerini sindirmeliyiz. Biz<br />

birbirimizin kanını dökerken uzak ufuklardan bize müstehziyane<br />

gülenleri bizim kanımızla servet ve saadetini artıranları halkımıza<br />

göstermeliyiz. Tâ ki hakikat güneşi her vicdanı parlatsın ve artık samimiyet<br />

ve dostluk zeval bulmaz bir şekilde gönüllerde köklensin.<br />

Bu tarz-ı mesaî hükûmetlerimize olduğu kadar münevverlerimizin<br />

de üzerine düşen faziletkârane bir borçtur. Bunu öyle bir azim ve<br />

kudretle yapmalıyız ki bir taraftan halkımız irşad olunurken diğer<br />

taraftan da bizim bu birliğimizi menfaatlerine mugayir bulan yabancıların<br />

elinde birer vasıta-i nifak olan bazı kimselerimizde artık utansın.<br />

Şarkta kurulan samimiyet ve muazzam bir eserin şanlı âmilleri<br />

olan sizleri ulvi bir gaye için birleştiğimiz şu salonda son defa olarak<br />

selâmlarken pek samimi bir surette mütehassis bulunuyorum.<br />

Bu salonda artık vazifemiz hitâm buldu. Bu konferansın in’ikadı<br />

müddetince bize mesaileriyle muavenet eden bütün rüfekâmıza<br />

16 Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s.287-288.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

Türk hey’et-i murahassasının en samimi teşekkürlerini iblâğ eder ve<br />

Mavera-yı Kafkas ve Rus dost ve kardeş milletlerinin büyük bir saadet<br />

ve refaha nailiyetini samimi kalbimden temenni ederim.”<br />

Yoldaş Ganetski’nin Nutku:<br />

“On sekiz günlük mesaiden sonra bir dostluk ahitnamesi imza<br />

ettik. Konferansın müzakeratı esnasında iktisadî sıkı bir ittihad temini<br />

meselelerini hayli münakaşa ettik. Her iki taraf gerek siyasi ve<br />

gerek iktisadî mesailde birbirine karşılıklı dostane ve samimâne bir<br />

müzaherette bulunursa takarrür eden esaslar kolaylıkla tatbik edilmiş<br />

olur Kafkas ardı milletleri kendi kalplerini dolduran hissiyatın<br />

aynını Türk milletinde de bulacaklarından şüphe etmemektedirler.<br />

Bu tarihî vesikanın cihanşümul bir mahiyeti de vardır. Bu muahede<br />

bütün şark milletlerine rehberlik eden bir yıldız olacak ve bu milletler<br />

haris emperyalistleri kovmak için ittifak edeceklerdir.<br />

Bütün şark milletleri bugün yalnız bir fikir etrafında, bir emel<br />

etrafında ittihad ediyorlar: O da hürriyet, müsavat ve bütün milletlerin<br />

kardeşçe birleşmesidir. Şark bugün artık ayaklandı ve kendisini<br />

ezen, tazyik edenleri mağlup etmeden kendisine istirahat yoktur.<br />

Şarka düşen tarihi vazife, yeni bir âlem husule getirmek, içinde<br />

esaret bulunmayan müsavat ve hürriyet esasına müstenit bir<br />

âlem doğurmaktır. Haris emperyalistler bu ittihadın karşısında titriyorlar.<br />

Zalimler anlıyorlar ki bu ittihada bütün dünyaya hâkim<br />

olacak bir kudret mündemiçtir. Kars’tan ayrılırken bize gösterilen<br />

uhuvvetkârane teşyiin tatlı hatıralariyle meşbu’ olarak gidiyorum.<br />

Ahali bu mes’ut hâdiseden doğan sevinci göstermek için kamilen<br />

sokaklara dökülmüş, bu halk Türk milletinin Rus ve Kafkas milletlerine<br />

karşı olan dostça ve kardeşçe hissiyatını gösteriyor. Kardeşçe<br />

birleşmemiz günden güne kuvvet buluyor ve bütün Şark milletlerinin<br />

birleşmesini husule getireceğimiz güne artık yaklaşıyoruz.<br />

Bu birleşme dünyayı da değiştirecek, yenilmez bir kuvvet olacaktır.<br />

Binaenaleyh bugün bütün varlığımızla bağırabiliriz: Güneş yine<br />

şarktan doğuyor...” 17<br />

Moskova ve Kars Andlaşmaları, TBMM’nde bahis konusu edilmiş<br />

ve geçirdiği safhalar hakkında bilgi verildikten sonra Yusuf Kemal,<br />

şu tarihi açıklamada bulunmuştur (13.09.1337):<br />

17 Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s.287-288, 295-297. Varlık Gazetesi,<br />

S:6, (6 Ekim 1337), s.2. Varlık Gazetesi, S:8, (20 Ekim 1337), s.2.<br />

601


602<br />

ENVER KONUKÇU<br />

“BMM Hükûmeti ile Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında<br />

Kars’ta toplanacak konferans hakkında malûmat vermekliğim<br />

emir buyuruluyor. Bu meselenin kısaca tarihçesinden bahsetmek lazım<br />

gelmektedir. Rusya ile, üç cumhuriyet hakkında görüştük. Sonunda<br />

Moskova Muahedesi yapıldı. Sonra, Moskova’dan, Bakû’ye<br />

gittik. Azerbaycan hükûmet reisi Neriman Nerimanof ile görüştük.<br />

Nahcivan için hakk-ı himayeyi asla üçüncü bir devlete terk etmeme<br />

kararı aldık. Sonraki konferansın Baku yerine Kars’ta icra edilmesi<br />

müzâkere edildi. Ankara, ve Sarıkamış üzerinde duruldu. Sonuçta<br />

Kars’ın en elverişli yer olduğu anlaşıldı. Sonra, murahhasların tespiti<br />

yapıldı. Gümrü Muahedesi’nin hukukî geçerliliğini söyledik. Karşı<br />

taraf ise Moskova Andlaşması nedeni ile özelliğini kaybetmiştir<br />

dedi. Az sonra, Ruslar, Gümrü’nün terki için nota verdiler. Kâzım<br />

Karabekir, sonunda, şehri boşalttı. Batum ve Trabzon üzerinden<br />

Ankara’ya döndüm”.<br />

Kars milletvekili; Cavid Bey ise daha önce doğu harekâtında,<br />

Kafkas Tümeni Komutanı ve Kars Müstahkem Mevkî Komutanlığı<br />

yapmıştı. Albay rütbesi aldıktan sonra, TBMM’ne katılmıştı. Yakından<br />

katıldığı Kars ve çevresi alaylarının kronolojik değerlendirilmesini<br />

yaparak, Rusya’nın ve bağlı cumhuriyetlerin mevcut durumlarını<br />

anlattı. Çiçerin ve Ermeni farkının olmadığını, birlikte hareket<br />

ettiklerini söyledi. Sınır üzerindeki Nahçıvan, Iğdır ve Sürmeli’nin<br />

durumuna temasla, dikkatli olunmasını önerdi. İstanbul milletvekili<br />

Ahmed Ferid ise; “Binaenaleyh Kars’ta toplanacak böyle bir konferansa<br />

gönderilecek murahhaslar millî çıkarlarımız nokta-ı nazarından,<br />

bu işi başarabilecek kişiliktedirler” demiştir.<br />

TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa, batılı gazetecilere verdiği<br />

mülakatların birinde, Kars Andlaşmasından çok zaman önce, Ermeni<br />

sorununa da değinerek, “Ermenilerle aramızda, milletlerin bizzat<br />

tayin-i mukadderat etmeleri esasına müsteniden akd-ı sulh edilmiş<br />

ve aramızda münâsebat-ı dostane câri olmakla bulunmuştur” 18 ifadesini<br />

kullanmıştır.<br />

Kars Andlaşması’ndan sonra, TBMM’nin açılış konuşmalarından<br />

birinde, Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerini bazı konularda<br />

aydınlatarak, “Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın<br />

18 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1977, s.320. Hâkimiyet-i Milliye,<br />

(17 Ocak 1337), s.l. Görüşme, United Telegraph özel temsilcisine verilmiştir.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

dostluk bağları kuruldu ve Kars Andlaşması ile en doğru çözüm<br />

şeklini buldu” demiştir. Mustafa Kemal, doğu cephesinde sükunetin<br />

elde edildiği ve bazı kuvvetlerin batıya kaydırıldığı, zaferin yakında<br />

sonuçlanabileceğini ileri sürerken, Ermeniler için en doğru siyasetin<br />

yolunu çizmiş ve işaretlerini de vermiştir. 19<br />

Mustafa Kemal gibi Sovyetler içindeki bazı ileri gelen<br />

simalar da Kars Andlaşması’nın yorumlarını yapmışlardır.<br />

G.K.Orconikidze’nin, “Bizim Türkiye ile tek anlaşma politikamız<br />

son derece doğru idi. Bu politika, Partimiz kongresinde de onaylanmıştır.<br />

Bu politika, hem biz hem de Türkiye’ye yarar sağlamıştır.<br />

Çünkü, eğer, Türkiye kendi önerisinde ayak direse idi ve eğer<br />

Ermenistan’ı elimizden alıp, onu darma dağınık etmek istese idi,<br />

Türk halkı ve onun ölüm kalım savaşı, Kafkas ardı halklarından bu<br />

ortak yakınlık duygusunu, kuşkusuz göremezdi” 20 ifadesi de gerçekten<br />

doğru tezleri göstermektedir.<br />

Çiçerin de, makamında kendisini kabul ettiği ve Ankara’ya<br />

Büyükelçi olarak tayin edilen S.İ.Aralov’a da, sıcağı sıcağına, şu<br />

öneride bulunmuştur; “13 Ekim 1921’de, Türkiye’nin Güney Kafkasya<br />

Cumhuriyetleri ile imzaladığı andlaşmayı mutlaka dikkatle<br />

okuyunuz. Bu andlaşmayı, Hariciye Komiserliği, Yakınşark Şubesi<br />

Umum Müdürü Sergey Konstantinoviç Pastuhov’da bulabilirsiniz”<br />

S.İ.Aralov, Ankara’da ve cephelerdeki durumu gördükten sonra,<br />

Moskova’ya gitmeden önce, bu değerlendirmelerin ürünü olarak<br />

vardığı kanaat ise bir diplomat ağzından yapılmış güzel açıklama<br />

olarak kabul edilebilir; “Sovyet Rusya’nın Türkiye ile kurduğu dostça<br />

ilişkiler, sömürge köleliğine karşı yönetilen halkların emperyalistçe<br />

sömürülme boyunduruğundan kurtarılması için savaşan Lenin’in<br />

millî politikasının halkalarından biridir. Daha 1921’de, imzalanan<br />

Türk-Sovyet sözleşmesi, doğu sınırlarında bulunan Türk Ordusu’nu<br />

serbest bırakmış, böylece Mustafa Kemal’e bu orduyu batıya kaydırarak,<br />

emperyalistlere karşı kullanmak imkânını vermiştir. Bu<br />

olay, Türkiye’nin galip gelmesinde ve bağımsızlığını kazanmasında<br />

büyük rol oynamıştır. Anlaşma gereğince Kars şehri ile birlikte<br />

Kars bölgesini ve daha başka noktaları Türkiye’ye vermemiz, Türk<br />

halkının moralini yükseltmiş, doğu sınırlarından yana yüreklere su<br />

19 TBMM Gizli Celse Zabıtları, (1336), Ankara, 1985, 1, s.226-233.<br />

20 G.K.Orconikidze, Seçilmiş Makaleler ve Söylevler (1911-1937), Moskova,<br />

1939, s.160.<br />

603


604<br />

ENVER KONUKÇU<br />

serpmiş, Sovyet Rusya’nın, inkılapçı Türkiye’nin iyi bir komşusu ve<br />

candan dostu olduğu kanısını kökleştirmiştir”. 21<br />

Kars Konferansı ve önemi üzerinde Sovyet dünyasında Moskova<br />

gibi değerlendirmelerde, Bolşevik eğilim kendisini her fırsatta<br />

göstermektedir. Burjuva sınıfına dayalı -ki gerçekte böyle değildir-<br />

Kemalciler ve Bolşevik ilkeleri ile ön yargılı bazı araştırıcılar da,<br />

konferans için yine de ilgi çekici sözler kaydetmektedirler.<br />

A.Bagidov (Vahidov), “Kurtuluş Savaşı Yıllarında Azerbaycan-Türkiye<br />

İlişkileri”nde, Kars Konferansı’nda, tarafların uzun görüşmeler<br />

sonunda uzlaşmaya vardıklarını, 13 Ekim 1921’de, Trans<br />

Kafkasya/Kafkas Ardı Cumhuriyetleri ile Türkiye arasında, dostluk<br />

anlaşmasının imzalandığını, tarafların hâkimiyet ilkelerini kabul ettiklerini,<br />

rejim öncesi yürürlükte olan bütün andlaşmaların da fesh<br />

edildiğini belirtmektedir. 22<br />

A.Şamsutdinov da, Kars Andlaşması’nın politik bir öneme sahip<br />

olduğunu, Kafkaslarda her an çıkması muhtemel savaş tehdidini<br />

ortadan kaldırdığını, Türkiye ile bu cumhuriyetlerin barış, iyi komşuluk<br />

ve dostluk ilişkilerinin de böylece temellerinin atıldığını yazmaktadır.<br />

Ona göre, Moskova’da olduğu gibi, Kars Andlaşması’nda<br />

da Türkiye kuzey-doğu sınırlarının dokunulmazlığını garanti etmiş,<br />

çok kritik zaman yaşadığı için de bu tarafta artık orduya ihtiyaç kalmadığını,<br />

kuvvetlerin de aşamalı olarak batıya Yunan Cebhesine<br />

gönderildiğini kaydetmektedir. Aslında, Konferans öncesi, Türkiye,<br />

düşmana karşı ilk ciddi sınavını vermiş, Yunanlılara da ağır bir darbe<br />

indirmiştir. Moskova’daki Lenin ve Stalin gibi liderlerde, fırsat<br />

buldukça, Yunanlılarla mücadelenin safhalarını takip etmekte, bu<br />

nedenle de Ali Fuad Paşa’dan bazı açıklamalar yapması konusunda<br />

ricada bulunmuştu. 23<br />

21 S.İ.Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, (çev.H.A.Ediz),<br />

İstanbul, 1967, s.37, 231.<br />

22 A.Bagidov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Azerbaycan-Türkiye İlişkileri.<br />

23 A.M.Şamsutdinov, Kurtuluş Savaşı Tarihi (1918-1923), (çev.Ataol Behramoğlu),<br />

İstanbul, 1999, s.220-224. (=Osvoboditelnaya Voyna Turtsii, Moskva,<br />

1966).


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

Varlık Gazetesi Haberleri<br />

TBMM’nin ve dolayısıyla Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin resmi<br />

organı durumundaki Varlık Gazetesi, bir kasaba ortamında yayınlanması<br />

nedeni ile diğer gazetelerden farklıdır. Sarıkamış’taki<br />

basımevinde hazırlanan ve yayınlanan gazetenin sahibi ve sorumlu<br />

müdürü Yusuzâde Yusuf (Arpaçay) (Gümrülü), Başyazarı da Feyzullah<br />

Sacid idi. Perşembe günleri haftalık olarak kamuoyuna arzedilen<br />

gazete, Türk milletinin kurtuluşunu düşünen ve bu konuda düşünen<br />

yazarlara açıktı. Bazı yayın şartları arasında dilin açık ve anlaşılabilir<br />

yâni Osmanlıca’dan uzak olması öngörülüyordu. Yedinci sayıdan<br />

dokuzuncu nüshasına kadar, üç hafta müddetle, Kars’taki konferans<br />

ve bunun çevresinde gelişen olayları bahis konusu etmekte ve başyazısında<br />

da Sovyetler ve Türkiye açısından önemi üzerinde durulmaktadır.<br />

“Kars Muahedesi, Türkiye ve Kafkas Hükûmetleri Muahedesi,<br />

Biraz İnsaf, Kars Konferansı Açış Konuşmaları, Moskova<br />

Andlaşması’nın Kars’da Onaylı Nüshalarının Taraflara Sunulması,<br />

Kars Konferansı Açıldı, Batum Limanı ve Muhtar Acara SSC ile<br />

Gürcistan SSC’nin son durumları, Konferansın kapanış konuşmalarında<br />

Kâzım Karabekir ile Yakov Ganetski’nin nutukları tam metin<br />

olarak verilmektedir. Varlık Gazetesinde bu tarihi anları Yunanlılara<br />

karşı kazanılan zaferler ve Fransızların masaya oturma istekleri de<br />

müjde olarak verilmektedir.<br />

Varlık nedense, Andlaşmanın yorumlarına yer vermemektedir.<br />

Sadece, Eylül ve Ekim 1921’de cereyan eden olayların tanıtımı, nasıl<br />

meydana geldiği vurgulanmaktadır. 24<br />

Erzurum’daki Harp Esirlerinin Serbest Bırakılması<br />

(17 Ekim 1921)<br />

Kars Andlaşması’nın 16.maddesi Ermeni askerî ve sivil esirlerin<br />

salıverilmesi hakkında idi. Bu sebeple, Ankara’da Mustafa Kemal<br />

Paşa’nın bilgisi dahilinde I. ve II. kafileler oluşturularak 600’e yakın<br />

subay ve diğerleri hemen yola çıkarıldı. Trenle Erzurum, Sarıkamış,<br />

Kars ve Başgedikler yolu ile sınıra intikal ettirildi ve Gümrü’de Ermeni<br />

makamların sorumluluğuna bırakıldı.<br />

24 Varlık Gazetesi, S:6-7-8-9, (1 Teşrin-i evvel 1337 - 20 Teşrin-i evvel 1337);<br />

bkz: Ali Servet Öncü, Varlık Gazetesi (21 Ağustos 1921-31 Aralık 1923),<br />

<strong>Atatürk</strong> Üniversitesi, <strong>Atatürk</strong> İlkeleri ve Inkılap Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans<br />

Tezi, Erzurum, 2000.<br />

605


606<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Erzurum Mevki Kumandanı Emin Bey ile daha 3 Temmuz<br />

1921’de temasa geçen ve Yakutiye Kışlası’nda tutuklu bulunan Vartan<br />

Mihail Arzumanyan, 23 Haziran 1921 tarihli mektubunda Londra,<br />

Moskova ve Ankara üçgenindeki gelişmeleri söz konusu etmiş,<br />

Türkler ve Ermenilerin nasıl karşı karşıya getirildiğini, bunda taraf<br />

olan İngiltere ve Almanya’nın nasıl rol oynadığını da, uzun örnekleri<br />

ile anlatmıştır. Onun esas vurguladığı konulardan biri de Bolşevizm<br />

idi. Lenin’in düşüncelerinin bu yüzyılda hiçbir taraftarı olmayacağını<br />

da ifade ederek, “Yakın bir günde Türkler ve Ermeniler<br />

için iyi neticelenen bir siyaset meydana çıkar. O vakit, hem siz ve<br />

hem de biz mutlu oluruz” demiştir. Şark Cebhesi Komutanı Tuğgeneral<br />

Kâzım Karabekir ise bazı konularda yanıldığını, Ermenilerin<br />

1918-1921 tarihleri arasında kendilerinden beklenilmeyen hareketlerde<br />

bulunulduğunu, Dışişleri yetkililerinin Agopyan isminde bir<br />

kâtible cevap vermek küstahlığını gösterdiğini, bunun da kabul edilemeyecek<br />

hareket sayıldığını ifade etmiştir. Kendisinin Gümrü’de,<br />

Ermeni temsilcileri ile bir araya geldiğinde, ikinci defa Ermenileri<br />

tanıdığını, bu fırsatı elde ettiğinden söz eden Kâzım Karabekir’in<br />

mektubuna cevap veren Arzumanyan, kendisinin hatalı anlaşıldığını<br />

belirtmiş, gösterilen iyi niyete memnun kaldığını, andlaşma ile<br />

de gerçekten karşı tarafı onurlandırdığına dikkat çekmiştir. Aradan<br />

üç ay geçtikten sonra Bolşevik Ermenistan’ın da yer aldığı Kars<br />

Andlaşması’nın belirtilen maddesinden istifade ile hürriyetlerine kavuşan<br />

üst düzey tutuklu Ermeni subaylarının teşekkür mektubu da<br />

ilgi çekicidir. Kâzım Karabekir’e göre, bahis konusu mektup, “Türklerin<br />

Ermeniler hakkında en medeni milletler gibi hareket ettiğini<br />

gösteren belgelerden biridir.” Albay B.Tomayan, Alb.Valyoşef, Alb.<br />

Arzumanyan, Alb.Avanov, General Araratov ve Korgeneral Primov<br />

daha Erzurum’da iken 16 Ekim 1921’de müştereken imzaladıkları<br />

mektupta ise şunları söylemiştir;<br />

“Bugün Ermeni esir zabitleri ve efradı için mes’ut bir bayramdır.<br />

Bugün on iki ay süren esaretten sonra biz artık ailemize, vatanımıza<br />

kavuşuyoruz. Bizim en büyük âmirimiz olmak hasebiyle<br />

zât-ı âlilerine maiyetleri zabitanına biz Ermeni zabit ve neferleri<br />

Türkiye’de hakkımızda gösterilen hüsn-i muameleden dolayı bütün<br />

kalp ve ruhumuzla arz-ı teşekküre müsaraat eyliyoruz. Biz buradan<br />

hareket ederken pek güzel hatıraları da birlikte götürmekteyiz.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

Biz emin bulunuyoruz ki, bundan sonra Ermeni askerî size karşı<br />

silah bedest olarak bulunmayacaktır. Ve taraf-ı âlilerinden bizlere<br />

tebliğ edildiği üzere 13 Teşrin-i evvel 1921’de Kars’da bu husus her<br />

iki milletin evliya-yı umuru arasında takarrür ve temin edilmiştir. Biz<br />

dahi artık bundan eminiz. İki memleket arasında Türklerle Ermeniler<br />

birbirine karşılıklı yardım edecek ve birlikte yekdiğerini müdafaa ve<br />

siyanet eyleyeceklerdir.”<br />

Kâzım Karabekir, Türk Hey’etini Anı’ya ziyarete getirmiş (17<br />

Ekim 1921), Başgedikler istasyonunda iken Erzurum’dan salıverilen<br />

ama devlet düzeni içinde, askerlere gösterilen saygı çerçevesinde görüşme<br />

fırsatını elde etmiştir. Şark Cephesi Kumandanı, bu münasebetle<br />

subaylara ve Erzurum’da iken haberleştiği Arzumanyan’a yüz<br />

yüze konuşma fırsatı vermiştir. Başgedikler görüşmesinde, Kâzım<br />

Karabekir’in söyledikleri de oldukça manidardır:<br />

“Bu esirlerle Başgedikler istasyonunda görüştüm. Giden kafile<br />

98 subay, 531 er idi. General Primof, General Araratof ve Albay<br />

Arzumanof’u salonuma aldım, bizim Kars Konferansı delegemizle<br />

Anı Harabelerinden geliyorduk. Bunlarla da tanıştırdım. Vaktiyle<br />

bana mektup yazmış bulunan Arzumanof biraz yalnız kalmak arzusunu<br />

gösterdi ve dedi ki; “bundan sonra Ermenilerin Türkler aleyhine<br />

-Ruslar harp bile açsa- bir daha harbe girişmemeleri için var<br />

kuvvetimle çalışacağım.” Felaketi tekrar tekrar gören subayların<br />

da bu fikirde olduklarını söyledi. Generaller de subaylar da güzel<br />

sözler söylediler. Subaylar ve erler de memnunlukla teşekkür sesleri<br />

yükseltiyorlar. Kendilerine ben de nasihatler ettim. Bizimle samimî<br />

yaşamalarını istemeyen devletler bulunabilir, fakat dökülen kanlardan<br />

politikacıların yüzü bile kızarmaz. Ermeniler Türk dostluğunu<br />

bırakmasalardı bugün daha rahat, daha zengin ve daha kuvvetli<br />

olurlardı. Türklerle kaçıncı düşmanlıktır? İstanbul sokaklarında bile<br />

Türk-Ermeni kanı dökülmesine dışarının kışkırtmasıyla Taşnak Komiteleri<br />

sebep olmuştu. Muş, Adana bölgelerinde Van’da, Bitlis’te<br />

velhasıl bizim içimizde bile ne kanlar dökmeye sebep oldular. İşte<br />

gerek Umumî Harb’te ve gerekse bizim ölüm-kalım mücadelemizde,<br />

bu son mücadelede dahi aynı eller, aynı yüzler görüldü. Eli silahsız<br />

halkı her tarafta mahvettiler. Bardız ve Oltu bölgesinde muntazam<br />

birliklerimize bile saldırmak cüretini gösterdiler. Fakat bizzat gör-<br />

607


608<br />

ENVER KONUKÇU<br />

dünüz ki, Ermenilere karşı biz gaddarca hareket etmedik. Ve yalnız<br />

ordunuzla harbettik. Silahsızlara dokunmadık. Hatta esirlerinize<br />

bile. Samimî olmanız için ilk önce komite edebiyatı değişmeli, çocukların<br />

daha ilk tahsil devresinde ruhlarına Türk dostluğu, Ermeni<br />

kavminin yaşayabilmesi için yegane çare olduğu sindirilmelidir. Ermeni<br />

ordusiyle aynı yerlerde yaptığımız ikinci harptir. Her ikisine<br />

siz de şahit oldunuz. Bu sonuncusu bizi artık ölmüş zannettiğiniz<br />

bir zamanda oldu. Fakat kırılan, ezilen yine siz oldunuz. Üçüncü bir<br />

mücadeleye artık Ermeni bünyesi hiçbir zaman tahammül edemeyeceğini<br />

artık görüyorsunuz. Hiçbir teşvikin artık Ermeni milletini<br />

bizimle mücadeleye -velev uzun senelerden sonra dahi olsa götüremeyeceği<br />

hakkındaki ilişlerinizi ve yemininizi kutlarım. Daima dost<br />

kalalım ve yaşayalım.”<br />

Ermeni esirleri samimî gösterilerle memleketlerine yollandılar.<br />

Esir subaylar ve Kâzım Karabekir arasındaki görüşmelere Varlık<br />

Gazetesi de yer vermiş, “Avrupa’da, Ermeni milletinin hakiki hayatından<br />

malûmatı olmayan üç-beş kişinin ne maksadla yaptıklarını<br />

bildiğimiz propagandalarını yalan çıkaran bu belge, gerçeğin doğrulanmasında<br />

ne güzel bir vesiledir”.<br />

Serbest bırakılan subayların düşüncesi, Zengezor’a gidip, başka<br />

mücadelede rol almaktı. Ancak, Taşnaklar güçlerini epeyce yitirmişler,<br />

Primov ve diğerleri Bolşevik Ermeni Cumhuriyeti’nin kaosu<br />

içinde kendilerini buluvermişlerdi. Buna rağmen, Kars toplantısına<br />

katılan A.Mravian, andlaşmanın ilk günlerde iyi bir seyir takip etmesinden<br />

dolayı da Kâzım Karabekir’e teşekkür etmiştir. 25<br />

Türkiye-Ermenistan Sınırı<br />

Kars Andlaşması vasıtasıyla TBMM ile Ermenistan arasındaki<br />

sınır son şeklini almıştır. Bu sınır, daha önce 1918’de yaklaşık olarak<br />

Arpaçay üzerinden geçirilmişti. 26 Daha sonra Gümrü Andlaşması’nda<br />

(1920) yeniden aynı şekilde biraz daha geliştirilmiş olarak sonuçlandırılmıştı.<br />

27 TBMM’nin, Moskova’da üst düzey toplantı düzenleme-<br />

25 Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s.940-945, 976-977. Varlık Gazetesi,<br />

S:9, (21 Ekim 1337), s.2.<br />

26 Enis Şahin, Diplomasi ve Sınır, İstanbul, 2005.<br />

27 İskender Yılmaz, Gümrü Andlaşması, Ankara, 2001.


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

si ve Rusya’nın da Moskova Andlaşması’nı yürürlüğe koyması ile<br />

Gümrü’deki tesbit geçerli olmuştur. Kars Andlaşması’nda28 ise Ermeni<br />

ve Rus murahhaslar, bazı isteklerde bulundular ise de, Kâzım<br />

Karabekir Ankara’nın emirleri dairesinde, bunu hemen reddetmiştir.<br />

IV.maddenin kabulünden sonra Gürcistan ve Ermenistan sınırı<br />

şu şekilde belirlendi. Gürcistan: Sarp-Şavşad Dağı - Kel Dağ, Kür<br />

(Kura) girişi, Hozapin (Aktaş Gölü) Başköy Dağı. Ermenistan sınırı<br />

ise, en uzun olanı idi. Şimdiki Kars ve Iğdır illerini batıda bırakmaktadır.<br />

Buna göre sınır: Arpaçay ve Araş boyu olarak ele alınmıştır.<br />

Başlangıç noktası Çıldır Gölü’nün doğusunda ve Akbaba Dağı’nın<br />

su kesimindedir. Arpa Gölü’nün kuzey batısı ile Çıldır Gölü’nün<br />

kuzey-doğusunda, 2891 m. yükseklikteki Akbaba Dağı’nın orta<br />

kısmında Türkiye-Gürcistan ve Ermenistan üçgeni oluşmuştur. Arpaçay<br />

Vadisi takip edilmiş, Anı öreni Türkiye’de kalmıştır. Gümrü<br />

batısında Akyaka/Kızılçakçak, güneyde Anı sonra Magasberd (Üçbölük)<br />

öreni Karabağ ve Bagaran/Kilittaşı, sonra Hayribeyli’ye doğru<br />

akan Arpaçayı, Türkiye’de, Tuzluca’nın kuzey-batısında Aras’da<br />

son bulmaktadır. Bundan sonra, Aras boyu Sederek mıntıkasına<br />

kadar Iğdır’ın kuzeyindeki düzlükleri aşan sınırda Markara/Alican<br />

geçiş noktası tesbit edilmiştir. Sederek’in Dehne tarafındaki kısmı<br />

ise Nahcivan’a dahil olmaktadır. Bu bölgede Nahcivan-Türkiye-İran<br />

sınırı göze çarpmaktadır.<br />

Sınır üzerindeki bazı problemler karşılıklı olarak komisyonlarca<br />

incelendi. Andlaşmanın ruhuna sadık kalınarak, diğer maddelerdeki<br />

hususlar da 1945’e kadar anlayış içinde halledilmiştir.<br />

Fakat, J.Stalin’in uygulamaları ile 1945’de, yapay bir kriz dönemi<br />

yaşanmıştır. TBMM’nde, Andlaşmaları tümüne, Rusya’nın yâni<br />

SSCB’nin, karşı çıkması ile heyecanlı konuşmalar olmuş ve Kâzım<br />

Karabekir, milletvekili olarak, tarihi hitabesini yapmıştır. Ermeni ve<br />

Gürcülerin toprak talebinde bulunmalarına karşı Moskova sessizliğini<br />

korumuştur. Pravda başta olmak üzere Komünist yayın organları<br />

soğuk savaşı (voynı frozen) körüklemişlerdir. Bu da yetmiyormuş<br />

gibi, Demir Perde siyaseti ile sınırlar, Stalin’in ölümüne kadar kapatılmıştır.<br />

Giriş-çıkışlar ise oldukça zorlaştırılmıştır.<br />

28 Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s.296 vd.<br />

609


610<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Anı Harabesi Sorunu<br />

Kars’ın doğusunda, bazı yükseltiler Arpaçayı’na kadar devam<br />

eder. Tarihi bir çok savaşa sahne olan Alaca Dağ da Arpaçay ile Büyük<br />

ve Küçük Yahnilere batıda ise Kars Ovası’na hâkim vaziyettedir.<br />

Kafkaslı kabilelerden Sırak’ların iskân ettiği ve onun için aynı adı<br />

alan düzlükler, kuzey-güney doğrultusunda akışını sürdüren Arpaçay<br />

tarafından kesilmektedir. Akarsu daha sonra derin bir vadi teşkil<br />

eder. Aras ile birleşinceye kadar aynı vaziyette kayalık ve derin bir<br />

yataktan akışını sürdürür. Bölgenin en önemli şehir-kalesi Anı’dır.<br />

Arpaçay’ın hemen sağında Anadolu yakasında yer almaktadır. Ermeniler<br />

de dahil bir çok devletin hâkimiyetinde yaşayan Anı, Kars<br />

Andlaşması’nın sağladığı imkân ile sınır kenti olmuştur.<br />

“15 Ekim’de delege hey’etimiz şerefine mükemmel bir at yarışı<br />

hazırlamıştık. Çeşitli oyun ve idmanlarla da süslenerek mükemmel<br />

yapıldı.<br />

17 Ekim’de delege hey’etimizi Anı harabelerine götürmüştüm.<br />

Başgedikler’e kadar Kars’tan trenle geldik üç sene önce Arpaçayı<br />

doğusundan seyrettiğim bu harabeyi bu sefer etraflıca içinden de<br />

gezdim. Anı harabesi hâlâ azametini muhafaza eden surları ve kiliseleriyle<br />

tarihî bir yerdir. Arpaçayı kısmı gayet uçurum, sarp kayalıktan<br />

ibaret bir surdur. Diğer kısımları İstanbul etrafındaki surlar gibi<br />

muazzam, bir çok harap kilise binalar mevcut. Büyük kubbeler hâlâ<br />

kısmen mevcut. Araplar zamanında yapılmış iki de minare var. Dört<br />

köşe kesitli fırdolayı etrafında âyet-i kerimeler var. On beş sene önce<br />

Ruslar bu minareden birini fırtınalı bir havada dinamitle yıkmışlar,<br />

güya halk yıldırım isabet etti zannedecek. Fakat İslam köyleri hakikati<br />

anladıklarından diğerinin yıkılmasından vazgeçilmiş...<br />

Anı eski Ermeni Hükümdarlarından Bakrat’ların başşehri imiş.<br />

1045’de Roma İmparatorluğu tarafından zaptolunmuş, fakat 19 sene<br />

sonra da -457 hicrî senede- düşmüş. 719 hicrî senede müthiş bir deprem<br />

sonunda oturulmaz bir hale gelmiş. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran<br />

zaferinden sonra bu bölge Osmanlıların eline geçmiştir -920<br />

hicrî-. Fakat Yavuz, ordusu Kars’tan çekilince İranlıların eline düştü.<br />

Üçüncü Murat zamanında Kars Kalesi, inşa olunarak artık Elviye-i<br />

Selâse Ruslara terk oluncaya kadar Türklerde kaldı. 93 seferi sonunda<br />

Elviye-i Selâse ile beraber Ruslara geçti. Kırk sene de Ruslarda<br />

kaldı. Umûmî Harb’in son senesi benim kolordum tarafından işgal


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

olunmuştu. Bu seferde inşallah ebedî olarak yine bize geri döndü.<br />

Rıza Nur Bey’in Kars Konferansı’nda çekişmelere vesile olacağından,<br />

taş taş üstünde bırakılmamasını teklif ettiği bu harabelerin kaldırılmasına<br />

maddeten imkân olmadığı gibi bu tarihî yerleri yabancı<br />

turistler her zaman gezdiklerinden bu gibi teşebbüsler aleyhimize<br />

fena propagandalara sebep olur... Kars konferansı’nda gerçi Ermenilere<br />

verilmesi istendi ve ısrar olundu ise de konferansı sonuçsuzluğa<br />

uğratacak bir olay yapmadı. Durumu delege hey’etimiz de görerek<br />

pek memnun kaldılar. Bu harabelerde şimdi bizim bir hudûd<br />

kulemiz var. Tarihin hükümdarlarına başkent olan bu yerde şimdi<br />

beş Türk eri saltanat sürüyor” bilgileri de yöreyi iyi bilen Kâzım<br />

Karabekir’e aittir. Kars Andlaşması sonrasında Türk Hey’eti üyeleri<br />

Ahmed Muhtar, Veli, Memduh Şevket ve diğerleri ile bu tarihi<br />

ören yerini ziyaret eden Kâzım Karabekir, Gümrü Andlaşması’ndan<br />

beri önemini koruyan ve Moskova’da da müzâkeresi edilen “Anı’nın<br />

Ermenilere verilmesi” tezini Ali Fuad Paşa nezdinde karşı çıkmış,<br />

Dr.Rıza Nur’un bazı yersiz önerilerinin yerine getirilemeyeceğini<br />

de belirtmişti. Kâzım Karabekir, Kars Andlaşması görüşmelerinde<br />

de Ermenilerin yine Anı konusunu gündeme getireceklerini, Mutasarrıf<br />

Ahmed Es’ad (Uras)ın tesbit ve kendisine bildirmesi üzerine<br />

öğrenmiştir. A.Mravian ve B.Makenziyan “Anı meselesinde”<br />

kendilerine yardımcı olarak, Rus delegesi Garetski’yi belirlemiş ve<br />

ondan yeni sınır tesbitinde, bazı ödünler vererek, harabenin Ermenistan<br />

tarafında kalmasını istemişlerdi. Kâzım Karabekir, “Ben de<br />

Molokan meselesine karşılık, Anı meselesinde delegelerimizin uzun<br />

müzâkeresine rağmen, kabul etmediklerine teessüf edince, bu bir hakarettir<br />

sözünü geri al, diye misli ile karşılık verdim. Sözünü geri<br />

aldı ve bu konuda bir şey söylemedi” bilgisini vermekte, böylece,<br />

Moskova Andlaşması’nda, sınır geçen yer olması dolayısıyla, her<br />

hangi bir değişikliği de önlemiş oldu. IV.maddedeki şekil itibarı ile<br />

Anı, Türkiye’de bırakılmıştır. Böylece, bu tarihi kent mevcut yapısı<br />

ile günümüze kadar gelebilmiştir. Çarlık döneminde, Prof.Marr ve<br />

ekibinin harabelerdeki Türk eserlerini görmezliğe, hatta tahribe kadar<br />

varan davranışları, yeni sınır ile bir daha tekrar edememiştir. 29<br />

29 Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s.292-293. Fahrettin Kırzıoğlu, Cihangiroğlu<br />

İbrahim Aydın (1874-1948)daki Milli Mücadele’de Kars ve <strong>Atatürk</strong><br />

ile ilgili Belgeler, Ankara, 1985, s.150-152.<br />

611


612<br />

ENVER KONUKÇU<br />

Kars Andlaşması Metninin Erivan’da Karşılıklı Verilmesi<br />

Kars Andlaşması’nda öncelikli ele alınması gereken bazı maddeler<br />

vardı. Bunlar, 16.maddedeki Batum Limanı ve çevresinin durumu,<br />

14.maddedeki, altı ay içinde 1918-1920 arasında karşılıklı<br />

olarak mültecilerin durumunun açıklığa kavuşturulması, 15.maddedeki<br />

Kafkas Cebhesinde işlenmiş cinayet vs. konularda genel af<br />

ilanı, 16.maddedeki, Ermenistan ve Türkiye’deki esirlerin hürriyetlerine<br />

kavuşturulması, 19.maddedeki, üç ay içinde Tiflis, Kars ve<br />

Erivan’da, Bakû’de konsoloslukların açılması idi.<br />

Kars Andlaşması’nın taraflara takdimi töreni için 11 Eylül<br />

1922 tarihi belirlendi. Rusya’nın katılmadığı ancak cumhuriyetlerin<br />

temsilcilikleri ile Türkiye’nin de yer aldığı Erivan teati töreninde<br />

hâkim olan hava gayet iyimserdi. Türkiye adına Tiflis Temsilcisi<br />

Ahmed Muhtar, Hudûd Komiseri Kurmay Yarbay Mehmed<br />

Haydar; Azerbaycan’ı: Ticâret ve Sanayi Komiseri Hâmid Sultanov,<br />

Gürcistan’ı: Yoldaş Kivirkiyola (Harbiye ve Bahriye Komiseri),<br />

Ermenistan’ı da: Adliye ve Amele Müfettişlik Komiseri Yoldaş Şaverdov<br />

temsil ettiler. Teati Töreni’nin başkanlığını ise ismi kayıdlara<br />

geçmemiş Ermeni murahhas yapıyordu.<br />

Başkan, öncelikle metinleri heyet sorumlularına verdirdi. Herkes,<br />

bu güzel duygular için birbirlerini tebrik ederek kucaklaştı. Ermenistan<br />

adına Şaverdov, Türk heyetine hoş geldiniz dedikten sonra,<br />

Kars Andlaşması’nın tarihi önemi üzerinde durdu. Böylece yeni bir<br />

dönemin başladığını, silahların artık susacağını, anlaşmazlıklar ortaya<br />

çıkarsa, bunların karşılıklı görüşülerek halledileceğini vurguladı.<br />

Üç gün önce Türk ordusunun İzmir’e yaklaşmakta olduğu öğrenilmiş,<br />

Emperyalist İngiltere’nin oyuncağı olan Yunanlıların artık<br />

Türklerin önünde varlık gösteremeyeceğini ifade ile “bu zafer bütün<br />

Ermenistan’ın ve doğunun da zaferidir” diyerek sözlerine son<br />

verdi. Komiserler Şurası Başkanı Yoldaş Logos, İcra Komitesi Başkanı<br />

Yoldaş Hamparsum’un ve diğerlerinin kutladığı konuşmasında<br />

Ahmed Muhtar Bey, Türk-Ermeni ayrılığının yönlendiricilerinin<br />

Çarlar olduğunu, son savaşlarda gerginliğin daha da arttığını, ama<br />

Kars Andlaşması ile tarafların artık uzun bir barış hayatı yaşayacağını,<br />

sonsuza dek devam edeceğini söyledi. Son olarak da; “Yaşasın<br />

Doğu Milletlerinin sonsuz dayanışması... Yaşasın Türk-Ermeni


DOĞU SINIRININ PEACE MAKER OLARAK BELİRLENMESİNDE MUSTAFA KEMAL PAŞA<br />

(1920-1921)<br />

dostluğu...” hitabesinde bulundu. Ahmed Muhtar’ın nutkunun tercümesini<br />

Mehmed Haydar yapmıştı. Yine, hazır bulunanlar, onun<br />

aracılığı ile Ahmed Muhtar nezdinde, Türkiye’ye karşı olan duygularını<br />

dile getirdiler. Akşam yemeği Ermeniler tarafından verildi ve<br />

gayet samimâne devam etti. Ertesi gün, Türk Konsoloshanesinde,<br />

otuz kişinin katıldığı yemekte Ahmed Muhtar, gösterilen yakınlığa<br />

teşekkür etme fırsatını bulmuştur. 30<br />

30 Varlık Gazetesi, S:81, (21 Eylül 1922), s.2. Ali Servet Öncü, Varlık Gazetesi,<br />

s.65-66.<br />

613


TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ<br />

Orhan KOLOĞLU<br />

Devrim, toplumsal yapının tabanını da hedef alan kapsamlı bir<br />

değişim girişimidir. Etkileri, sosyal, siyasi, ekonomik bütün alanlarda<br />

görülür. Evrenselliği, sadece gerçekleştiren toplumla sınırlı kalmayıp<br />

diğer toplumları da etkileme yeteneğine bağlıdır.<br />

Türk Devrimi deyimiyle, <strong>Atatürk</strong>’ün 1919’da ilk eylemini başlatıp<br />

toplumumuzu yepyeni bir yapıya kesin oturttuğu girişimi anlıyoruz.<br />

Genellikle bu süreci, onun 1938’deki ölümüne kadarki süreyi<br />

inceleyerek değerlendirenler vardır. Ben ise, devrim sürecini, hiçbir<br />

zorlama olmadan 1950’de çok partili sisteme geçişimize kadar<br />

devam etmiş, üstelik 20. yüzyılın ilk yarısından 21.’ye yaşayarak<br />

girmek başarısını göstermiş bir eylem olarak, hâlâ yaşayan bir örnek<br />

diye niteliyorum.<br />

Bütün devrimler gibi Türk Devrimi de kendisinden önceki bir hazırlık<br />

döneminin ürünüdür. Toplumlarda değişme ihtiyacı - özellikle<br />

yaşam temposunun ağır olduğu dönemlerde - yavaş yavaş belirir.<br />

Kurulu düzeni bozmama yanlılarının direnci bu hazırlık döneminin<br />

uzunluğunu belirler. Bu da toplumun temel yapısının özelliklerine<br />

bağlıdır.<br />

15-17. yüzyıllar arasında Avrupalıların toplumsal yapısına hayranlıkla<br />

baktığı Osmanlı Devleti, 18. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren<br />

bir değişme ihtiyacını fark eder, ilk adımları da atar. Ancak<br />

kendini zirvede hissetmenin etkisi hızlı bir değişimi engeller. Bunun<br />

için 18. yüzyılın sonu ve 19.’nun başlangıcındaki askerî yenilgiler<br />

etkileyici olmuştur. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla kararlı girişim<br />

başlar. Köklü bir değişim hedeflemesine rağmen Tanzimat’ın,<br />

devrim sayılmaması gibi evrensel bir nitelik kazanamamasında da,


616<br />

ORHAN KOLOĞLU<br />

Osmanlı toplumsal yapısının özelliklerinin etkisi vardır. Toplumun<br />

tabandan doğrudan etkili olmadığı, siyaset kadar ekonomide de devlet<br />

kavramına bağlı olarak yukardan gelen yönlendirmeleri kutsal<br />

nitelikle kabul ettiği bir sistemde, Tanzimat, çağdaşlaşma yolundaki<br />

iyi niyetli girişimlerine rağmen hedeflerini kitlelere, tabana yansıtamadı.<br />

Bu yüzden özellikle Türk olmayan Müslüman kesimden<br />

tepki gördüğü gibi, yabancı bağımlılığını dışlayamaması sebebiyle<br />

de mahkum oldu. Üstelik devletin tarihe karışması ve Sevr gibi bir<br />

formüle bağlanması da özlenmesi, yani evrensel bir kabul görmesi<br />

için bir sebep bırakmıyordu.<br />

Sonuçsuz kalmış gibi görünen bir girişimin kazandırdıklarından<br />

yararlanarak gerçek ve evrensel nitelikle bir devrim kurmakta baş<br />

rolü, <strong>Atatürk</strong>’ün oluşumları iyi tahlil ve zamanlamadaki isabet yeteneği<br />

sağlamıştır. Bu özellikleri sayesinde, sadece bir askerî zaferle<br />

ülkeyi yabancı işgalcilerden kurtarmakla kalmadı, evrenselliği dünyaca<br />

kabul edilen bir devrimi de gerçekleştirdi. Türk Devrimi’ne bu<br />

niteliği kazandıran özellikleri şöylece sıralayabiliriz:<br />

HEDEF KİTLENİN İYİ BELİRLENMESİ<br />

Her şeyden önce sadece seçilmişleri değil, toplumun tümünü<br />

kapsayan bir yeni yapılanma hedefleniyordu. Bunun evrensel insan<br />

hakları niteliğinde olması da planlanmıştı. Açıkça çağdaş dünyanın<br />

düzeyine erişilmek isteniyordu. Ancak Doğu toplumlarının bu düzeye<br />

ulaşması için gerekli aşamaları yaşamamış olduğunun bilinciyle<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün, daha başlangıcında özel bir formül öne sürdüğü görülür:<br />

Mazlum Milletler yani ezilen milletler devrimi. İslam dünyasının<br />

yüzde yüzünün sömürgeleştirilmiş olduğu ve emperyalist güçlerce<br />

yönlendirildiği bir dönemde Batı modelini aynen benimsemenin geçersizliğini<br />

<strong>Atatürk</strong> 1920’nin başında topluma açıklar. Seçtiği deyimin,<br />

geri kalmış toplumları değil, ezilenler belirtmesi, sömürgecilerin<br />

“siz adam olamazsınız” kampanyasını etkisiz bırakmak hedefi<br />

güttüğü açıktır. 1 Milletvekili seçildiği halde uzak görüşlülüğü ile ge-<br />

1 Bu kısım için, Hâkimiyeti Milliye gazetesinin 10.1-14.3.1920 tarihleri arasındaki<br />

15 başyazısından yararlanılmıştır. Özellikle 2.2.1920 tarihli 6. sayıdaki<br />

“Asya tehlikesi” başlıklı başmakale kullanılmıştır. Ayrıca genel bilgiler<br />

için: Sina Aksin. İstanbul Hükûmetleri ve Milli Mücadele (İstanbul. Cem


TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ 617<br />

leceği tahmin ederek, unutulmak bahasına, İstanbul’a gelmeyen ve<br />

Ankara’da kalan <strong>Atatürk</strong>, Osmanlı Meclisinin İngilizlerce basılarak<br />

milletvekillerinin Malta’ya sürüldüğü l6 Mart 1920’ye kadar geçen<br />

sürede hedeflerini kesin ifadelerle açıklamıştır.<br />

Kesin olarak Misakı Millî ile belirlenmiş sınırların dışına ait<br />

sorunlara karışılmayacağım belirten makalelerde, “Türkiye’de<br />

Ermenistan’ın, Trakya’da Bulgaristan’ın, Anadolu’da Yunanistan’ın<br />

hak iddia edemeyeceklerini” kaydettikten sonra Türkiye’nin de diğer<br />

Doğu ülkelerinin - özellikle Arapların - işlerine karışmayacağını<br />

belirtir. Buna karşılık “mazlum milletler” dayanışmasının toplu bir<br />

çözüm sağlayacağı inancındandır. Mısır, Suriye, Hindistan, İran, Afganistan,<br />

Türkistan ve Türkiye’de beliren dirençlerin, İngiltere ve<br />

Avrupa’yı, bu çeşitli kuvvetlerin ortak bir savunma hissiyle birleşmesi<br />

olasılığı korkusuna yönelttiğine dikkati çeker. Şimdiye kadar<br />

“hazmı kolay bir koyun” saydıkları bu kitlelerin hedeflerini de açıkça<br />

koyuyor: “Bu tehlike milyonlarca insanın hürriyet ve bağımsızlığı<br />

yeteneğine, medenileşmek kabiliyetinin gelişmesi ve ilerlemesine<br />

doğru yürümek istemesinden doğuyor.” 2<br />

Bu toplu direncin bir merkezden ya da bir lider tarafından yönetilmesi<br />

gerektiği düşüncesinde de değildir. Aynı zamanda eyleme<br />

girmelerinin yeterli olacağına kanidir. Bu düşüncesinin kökeninde<br />

bahis konusu ezilen toplumların her birinin yapısının diğerinden<br />

Yay., 1976); Selahattin Tanyel, Mondros’tan Mudanya’ya kadar. (Ankara,<br />

M.E.B. yay., 1977); Orhan Koloğlu. Mazlum Milletler Devrimleri ve Türk<br />

Devrimi. (İstanbul, Kaynak yay., 2.bsk.2004); Orhan Koloğlu, 1919-1938<br />

Türk Çağdaşlaşması İslama etki İslamdan tepki (İstanbul, Boyut yay.,<br />

1995)<br />

2 Orhan Koloğlu, “Çağdaşlaşma Örneği olarak Türkiye”, Fen-<br />

Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Cumhuriyet’in 75.Yılı<br />

Özel Sayısı. Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta, no.3, 1998,<br />

s. 19-23). Temmuz 1922’de <strong>Atatürk</strong>’ün İran Elçisi şerefine verilen<br />

ziyafetteki konuşması bu görüşü özetlemektedir: “Türkiye’nin<br />

bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye’ye ait olmadığını bütün arkadaşlarımız<br />

ifade etmişler ise de, bunu birdefa daha teyid etmek lüzumunu hissediyorum.<br />

Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına<br />

olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye<br />

azim ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum<br />

milletlerin bütün şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye,<br />

kendisi ile beraber olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.”


618<br />

ORHAN KOLOĞLU<br />

farklı olması, liderlerinin de farklı bağlantılar içinde bulunduğunu<br />

bilmesi vardır. Bu hususu açıkça 1921 yılı sonunda yeni anayasanın<br />

tartışılması sırasında kimi örnek almakta olduğumuz konusundaki<br />

soruya verdiği yanıttaki “Biz bize benzeriz” deyimiyle belirtmiştir:<br />

“Şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi sayılan<br />

hükûmetlerden hangisidir, buyurdular. Efendiler bizim hükûmetimiz<br />

demokratik bir hükûmet değildir, sosyalist bir hükûmet değildir. Ve<br />

hakikaten kitaplarda var olan hükûmetlerin, bilimsel nitelik olarak<br />

hiç birine benzemeyen bir hükûmettir. Sosyal bilimler noktasından<br />

açıklamak gerekirse ‘Halk Hükûmetidir’ deriz. (...) Efendiler biz<br />

benzememekle iftihar ederiz, etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz<br />

efendiler. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak<br />

isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir<br />

doktrini izleyen insanlarız.”<br />

Buradaki “Biz bize benzeriz” deyimini “Türk kimseye benzemez<br />

herkesten üstündür” gibi almamak gerekir. Bütün mazlum milletler<br />

düşünülürse her birinin kendi özellikleri bulunduğu ve çözüm<br />

formülleri için her birinin bunları dikkate alması gerektiğini anımsatan<br />

bir açıklama olduğu bellidir. Açıkçası tek bir lider güdümünde<br />

direnmeyi benimsemediği gibi, tek bir örneğe bağlı çağdaşlaşmayı<br />

da kabul etmemektedir. Buna karşılık parlamenter sistemi kökleştirmekte<br />

ve demokrasiye yönelecek yolu döşemekte çok kararlı<br />

davranmıştır. Tek partiye dayalı sistemi dolayısıyla onu da diktatör<br />

olarak niteleyenler çıkmıştır. Ancak 1930’daki çok partili seçim denemesi<br />

ve devrimlerinin uygulanış şekli, onu Mussolini ve Stalin<br />

ile mukayese etmeyi deneyenleri fikirlerinden dönmeye mecbur<br />

etmiştir. 3 Mütareke Dönemi İstanbul’unda görev yapmış İtalyan<br />

diplomatı Kont Sforza, ülkesindeki Faşist rejimle çatışıp ülkesinin<br />

dışına sığındığı 1930 ortalarında yazdığı “Avrupalı Diktatörlükler”<br />

kitabında <strong>Atatürk</strong>’ün aksine diktatörlükleri engelleyecek bir sistem<br />

uyguladığından bahseder: 4<br />

“Ancak benim gibi çeşitli Doğu başkentlerinde yıllar geçirmiş<br />

olanlar bilirler ki -doğru ya da yanlış, daha çok yanlış olarak - bizim<br />

3 Orhan Kolonlu. Türk’ü Dünyaya Saydıran Adam (Ankara, Yeni Özgür İnsan<br />

yay. 1988) de bu konuda ayrıntılı bilgi vardır.<br />

4 Count Carlo Sforza, European Dictatorships. (London, George Allen-Umvin<br />

Ltd., 1933, s.208)


TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ 619<br />

geri kalmış diye nitelediğimiz Türkler en esaslı şekilde demokrat bir<br />

halktır (...) Doğulularda nadiren yanılan bir içgüdüyle Kemal’in gönülsüz<br />

bir diktatör olduğunu onlar da hissediyorlar. Şunu da söylemekten<br />

kaçınmamalıyım ki bu öyle bir diktatörlük ki, özgürleşerek<br />

çağdaşlaşmış bir ulusun kendi hükûmetinde müstebitler ve diktatörler<br />

belirmesi olasılığını imkansız hale getirecek bir yöntemdir.”<br />

1930’lu yılların sonu yaklaştıkça Türkiye’deki rejimin bu farklılığı<br />

açıkça kabul edilmiştir. Amerikalı gazeteci Gladys Baker’in<br />

verdiği yanıt ta hedefini kesin belirtmektedir: 5<br />

“Ben diktatör değilim! Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar.<br />

Evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey<br />

yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmeyi bilmem. Bence<br />

diktatör, diğerlerini iradesine ram edendir. Ben kalpleri kırarak<br />

değil, kalpleri kazanarak hükûmet etmek isterim.”<br />

İNSANLIĞIN BİR BÜTÜN OLDUĞUNU KABUL<br />

Gelişmiş toplumlarla geri kalmışlar arasında bir fark bulunduğunu<br />

kabul etmesine karşılık, insanlığı bir bütün olarak kabul<br />

ediyordu. Dolayısıyla uygarlıkları birbirinden kopuk ve birbirini<br />

düşmanı değil, aksine birbirini tamamlayan aşamalar olarak kabul<br />

ediyordu. Amerikalı gazeteci Mis Ring’e verdiği demeçteki sözleri,<br />

Tanzimat’ın aksine tek bir modeli taklit düşüncesinde olmadığını, ya<br />

da bir yabancı gücün güdümüne girme yanlısı olmadığını kanıtlıyor:<br />

“Türkiye bir maymun değildir ve hiçbir milleti taklit etmeyecektir.<br />

Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de batılılaşacaktır. O sadece<br />

özleşecektir.”<br />

Bu davranışın çok belirgin bir örneği, Rusya’da iktidara gelmiş<br />

olan Bolşeviklerle olan ilişkilerinde görülür. Ankara’da başlayan<br />

ulusal dirence ilk yardım Moskova’dan silah ve altın olarak 1920<br />

Haziranından itibaren gelmeye başlamıştır. Sakarya Zaferi’nde bu<br />

yardımın rolü çok belirgindir ancak <strong>Atatürk</strong> mücadelesine Bolşevikleri<br />

karıştırmaya asla yanaşmamış hatta dış karışmayı önlemek için<br />

kendi sosyalist partisini kurma oyununu bile oynamıştır. Açıkçası<br />

yaşamı boyunca hiçbir dış güce parmağının ucunu vermemek ilke-<br />

5 Ulus. Amerikalı gazeteci Gladys Baker’in röportajları 8 ve 21.6.1935


620<br />

sinden vazgeçmemiştir.<br />

ORHAN KOLOĞLU<br />

Emperyalist diyerek dışladığı Avrupa’ya Amerika’yı katarken,<br />

hiç şüphesiz insanlığın 20. yüzyılda eriştiği çağdaş düzeyde onların<br />

etkisi bulunduğunu inkar etmiyordu. Ancak onların da kusurlu ve<br />

çağdaşlıkla bağdaşmayacak nitelikleri bulunduğunu göz ardı etmiyordu.<br />

Dolayısıyla onların deneyimlerine de yabancı durmak yanlısı<br />

değildi.<br />

HEM ULUSLARARASINDA HEM DE ULUSUN İÇİNDE<br />

BARIŞ İLKESİ<br />

Savaş cephelerinde yaşamış, yanındaki insanların can verişine<br />

tanık olmuş, toplumunun kurtuluşunu ölümü emrederek gerçekleştirmiş<br />

bir insan olarak <strong>Atatürk</strong>, insanlığın artık savaşma çağını kapatması<br />

ve barış içinde yaşaması gerektiğini dünyaya ilk açıklayan<br />

liderlerin başında gelir. Büyük Zaferle Anadolu’yu yabancı işgalcilerden<br />

bir anda kurtardığında bir yandan Selanik’e doğru yürümesini<br />

önerenler, diğer yandan da İngiltere gibi yeni bir savaşa hazırlananlar<br />

vardı. <strong>Atatürk</strong>’ün çözümü Mudanya Ateşkesi ve Lozan görüşmeleriyle<br />

barışçı bir formüle bağlamaktaki ısrarını içerde de dışarda da<br />

tam anlamıyla anlamayanlar çıkmıştır. Lozan görüşmeleri sırasında<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki gizli görüşmelerde, Bağdat ve<br />

Irak’a tekrar yürümemizi, gerekirse 100 yıl savaşacağımızı ileri sürenler<br />

çıkmıştır. 6 Hatta kendi doğum yeri olduğuna göre Selanik’in<br />

de geri alınmasını isteyenler vardır. <strong>Atatürk</strong> ödün karşılığı da olsa<br />

barıştan başka çözüme razı olmadığını ısrarla belirtmiştir.<br />

On milyonlarca insanın yaşamına mal olan Birinci Dünya<br />

Savaşı’nın daha yaraları sarılmadan ikincisine hızla hazırlanılırken<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Balkanlarda (Balkan Paktı) ve Orta Doğu’da (Saadabad<br />

Paktı) barış bölgesi oluşturmak için öncülük yapması dikkatlerden<br />

kaçmamıştır. Hem de burada bir zamanlar Avrupalılarla işbirliği ile<br />

Türklerin baş düşmanı rolünü üstlenen Yunanlılar ve Araplarla işbirliğinden<br />

kaçınmaması, niyetinin içtenliğini göstermektedir. Osmanlı<br />

Devleti’nin yıkılışında önemli bir etkisi bulunan Hicaz Kralı<br />

6 Orhan Koloğlu, “Gizli Oturum Tutanaklarında Lozan Görüşmeleri”. Popüler<br />

Tarih, Şubat 2003, s.38-48


TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ 621<br />

Hüseyin’in Ürdün ve Irak’ta krallık yapan oğullarını başkentinde kabul<br />

edip dostça ilişkiler sürdürmesi, geçmişin düşmanlıklarını sona<br />

erdirmekte kararlı olduğunu gösterir. Nitekim bu anlayış sebebiyledir<br />

ki, 1934’de <strong>Atatürk</strong>’e Nobel Barış Ödülü’nün verilmesini öneren<br />

Yunanistan başbakanı Venizelos olmuştur. 7<br />

Aynı barış anlayışını, çok değişik etnik grupların ve inançların<br />

kaynaşma yeri olan Anadolu için de kullanmıştır. 19 ve 20. yüzyıllar<br />

boyunca Balkanlar, Kırım, Kafkaslar, ve Arap eyaletlerinden göçerlerin<br />

tek sığınak yeri olan Anadolu’da Müslüman ve gayri-Müslim<br />

her çeşit etnik grup yaşıyordu. Bu Osmanlı mirasını yeni Türkiye<br />

Cumhuriyeti yapısı içinde bağdaştırmak için, Cumhuriyet sınırları<br />

ile sınırlı bir Türk Kimliği üzerinde durması, bunun dışında kalan<br />

yerlerdeki Türklerin kültürel özellikleriyle ilgilenmesi ancak yayılmacı<br />

sorunlara asla yüz vermemesi barışçı anlayışının bir diğer yansımasıdır.<br />

DİNİ SİYASETTE BELİRLEYİCİ UNSUR OLMAKTAN<br />

ÇIKARMA<br />

Tanzimat’ın İslam içinde güçlü karşıt gruplar çıkmasına sebep<br />

olan özelliği, din konusundaki tartışmalardan ileri gelmiştir. Sömürgeci<br />

devletlerin kontrollerindeki cemaatlerin dini liderlerini kontrole<br />

almaları, hatta hilafeti siyasetlerine bağlama çabaları din liderliğinin<br />

İslam toplumlarının yönlendiriciliğinden çıkmış olduğunu gösteriyordu.<br />

1914’de Cihad ilan edildiğinde Osmanlı toplumu dışındaki<br />

Müslümanlardan katılım ancak yüzde 5’de kalmıştı. Daha 1920’nin<br />

başında İstanbul Hükûmeti ve Saray’a tam karşı olmadığı dönemde<br />

<strong>Atatürk</strong>, bu deneyiminin etkisiyle Ankara’da şu fikri savunuyordu: 8<br />

“Panislamizme gelince, buna bir meslek ve bir gaye şeklinde yürümeğe<br />

zaten lüzum yoktur. İslamiyet, bütün salikleri arasında kavi<br />

bir imana dayanan uhuvveti umumiye tesis etmiştir. Bu uhuvveti<br />

umumiye, yekdiğerine yardım ve bilhassa makamı hilafete pek fedakarane<br />

bağlılığı istilzam etmekle beraber, hiçbir zaman bir siyasi<br />

birlik ve bir emperyalizm şekline dönüşmemiştir.”<br />

7 Özgen Acar, “Venizelos, <strong>Atatürk</strong>’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermişti”.<br />

Milliyet 20.5.1981<br />

8 Hâkimiyeti Milliye. 2.2.1920, “Asya Tehlikesi” başyazısından


622<br />

ORHAN KOLOĞLU<br />

İslama saygısını belirtmekle birlikte, bunun siyasi başarıya götürecek<br />

bir araç olmadığını saptamaktaki isabeti, Hilafetin lağvına<br />

giden olaylarda İngiltere’nin oynamağa kalkıştığı oyunlarla kanıtlanmıştır.<br />

Üstelik Türkiye’nin kabul ettiği laikliğe de, maalesef bizim<br />

bazı aşırı dinci çevrelerin de ileri sürdükleri gibi, asla dinsizlik<br />

denemez. Aksine Osmanlı yönteminin devamı niteliği taşıdığı<br />

dikkatlerden kaçmaz. İslam Devletleri içinde din adamlarını devlet<br />

memuru statüsüne sokan ve devletin politikasına uymaya mecbur<br />

eden Osmanlı Devleti olmuştur. Cumhuriyetin laiklik formülü dini<br />

devletten tamamen dışlamamakta, aksine din eğitici kadroları yine<br />

devlet memuru statüsüne tabi tutmuş, sadece siyasi konularda karar<br />

verme yetkisini kaldırmıştır. Bununla dinin temelinde bulunan birey<br />

ile Allah’ı doğrudan karşı karşıya bırakma ilkesini tam uygulamaya<br />

koymuş oluyordu.Bu girişim, toplumumuzda yüzyıllarca sorun<br />

olmuş Sünni-Şii çekişmesinin de tamamen gündem dışı kalmasını<br />

sağlamıştır.<br />

Böylece, günümüzde rastlanan Ilımlısı, Kalvinist reformlusu<br />

gibi formüllerle din üzerinde oyun oynanması çabalarına daha o zaman<br />

nokta koymuş oluyordu. Hilafet lağvedildiğinde İslamcı çevrelerin<br />

arkası arkasına kongreler düzenleyerek Osmanlı Hilafeti yerine<br />

bir yenisini kurma çabaları gündeme getirilmiştir. Daha 1930’lu yıllarda<br />

kendileri bu şekilde kuracakları bir hilafetin sömürgeci devletlerin<br />

oyuncağı olacağı kararına vardıkları için bu projeyi o zaman<br />

terk etmişlerdi. Bu eğilimin günümüzde de dünya egemenliği peşinde<br />

koşanların kendi politikalarına uygun bir İslam oluşturma çabalarıyla<br />

devam ettiği dikkate alınırsa, <strong>Atatürk</strong>’ün uzağı görüşlülüğü<br />

daha iyi anlaşılır.<br />

EVRENSEL ETKİSİ<br />

Daha başlangıçta hemen hepsi Tanzimat’ın çağdaşlaşma çağrılarına<br />

karşı çıkan Orta Doğu toplumları, Türk büyük zaferi karşısında<br />

büyük şaşkınlığa uğramışlardır. Sevr barışı imzalanırken sömürgeci<br />

güçlere destek veren, karşılığında tam bağımsızlıklarına kavuşacaklarını<br />

sanırken ‘‘manda’’ lıktan kurtulamayan liderleri, Türkiye’nin<br />

bu sonuca varması karşısında kendi toplumlarına açıklama yapmakta<br />

güçlük çekmişlerdir. Bu yüzden birçok ülkede (Irak, Suriye,


TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ 623<br />

Lübnan, Mısır, Tunus) Kemalist gücün bir İslam liderliği üstlenerek<br />

gelip kendilerini kurtarması yolunda istekler ve gösteriler yapılmıştır.<br />

Ancak Osmanlı türü bir devlet yönetimi kontrolünün istenmediği<br />

de saklanmamaktadır. Beyrut’ta yayınlanan ve Kemalist Hareketi en<br />

çok desteklediği bilinen Al Balagh gazetesi bile 3.10.1921 tarihinde,<br />

Sakarya Zaferi’ nin hemen ertesinde şöyle yazıyordu:<br />

Müslümanların yakınlaşmasını daima arzu ettik ve Doğu’nun<br />

ancak bu bütünleşme ile kurtulabileceğine inanıyoruz. Ama tek bir<br />

İslam devleti fikrine özenmiyoruz. Her Müslüman kardeşini dostlukla<br />

mütalaa etmeli ve hepimizin çıkarı için hareket etmelidir.”<br />

Açıkçası kendilerinin de, sadece gelip kurtaracak bir güç tasarlamaları,<br />

Türk Devrimi’nin Panislamcı bütünlüğe karşıtlığının tek<br />

taraflı bir davranış olmadığını kanıtlamaktadır. Üstelik zamanında<br />

sömürgeci güçlere destek vererek Osmanlı ordularını ülkelerinden<br />

uzaklaştırmış olmalarının Türklerde bir güvensizlik yaratacağını da<br />

fark ettiklerini düşündürüyor. 1922 Eylül’ünde Büyük Zafer kazanılınca<br />

bütün İslam dünyasında sonsuz bir heyecan yaşanır. Her tarafta<br />

coşkun gösteriler vardır. Gazi Mustafa Kemal’i İslamın kahramanı<br />

ilan edenler arasında El Ezher’in Şeyhi bile vardır. Hatta Lozan barış<br />

konferansına Ankara ile birlikte katılmayı önerenler çıkmış ancak<br />

Avrupalılar tarafından reddedilmişlerdir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ü halife ilan etme yolunda Hindistan’dan başlayan kampanya<br />

da böyle bir işbirliğini hedefliyordu. İslami dayanışmanın işlemezliğini<br />

hem Dünya Savaşı hem de Kurtuluş Savaşı sırasında<br />

yaşamış olan <strong>Atatürk</strong> bu çağrıyı da ciddiye almamıştır. Hele İngilizlerin<br />

Sünni Hilafeti, Hindistan temsilcisi olarak bu inancı tanımayan<br />

İsmaili lider Ağa Han vasıtasıyla kontrolde tutma girişimleri belirginleşince<br />

“siyasi niteliği bulunamayacağı” gerekçesiyle hilafeti tamamen<br />

lağvetmiştir. Bu girişim üzerine Türk Devrimi’ni dinsizlikle<br />

suçlama çabaları görülür. Ancak bu hususta da birlik değildirler. Suudiler<br />

1927’de Mekke’de düzenledikleri İslam kongresine “şapkalı”<br />

bir Türk temsilcisinin katılmasını kabul etmişlerdir.<br />

Türk Zaferi ile büyük ölçüde etkilenmelerine ve bunu bağımsızlık<br />

savaşlarının en büyük modeli saymalarına karşılık bu ezilmiş<br />

milletler <strong>Atatürk</strong>’ün diğer ilkelerini tam benimseyemedikleri için<br />

Türk Devrimi’nin vardığı hedeflere ulaşamamış ama ondan yarar-


624<br />

ORHAN KOLOĞLU<br />

lanmaktan da geri kalmamışlardır. <strong>Atatürk</strong> döneminde Devrim’in en<br />

büyük etkisi, Türklerin dünyayı ve diğer doğulu toplumları yöneten<br />

devlet vatandaşlarıyla eşit özelliklere sahip sayılmalarına karşılık,<br />

bu “manda” rejimlerinde kapitülasyonların hâlâ geçerli olmasıydı.<br />

Açıkçası Avrupalılar ve Türklere bu ülkelerde üstün koşullar uygulanırken,<br />

kendileri ikinci sınıf vatandaş sayılıyorlardı. İran’da,<br />

Lübnan’da, Suriye’de, hele Türkiye’nin kışkırtıcılık için bir kapitülasyon<br />

mahkemesine sahip olmak istediği Mısır’da, bu yüzden<br />

toplumsal eylemler başladı. “Bizden aşağı olduğunu ileri sürerek<br />

egemenliğinden çıkmamızı istediğiniz Türkleri eşit sayarken bizleri<br />

aşağılıyorsunuz” gerekçesi en büyük tezleriydi. Bunun sonucu olarak<br />

kapitülasyon mahkemeleri yavaş yavaş kaldırılmıştır.<br />

Arap harflerinin reddi ve Latin harflerinin kabulü genelde tepki<br />

çekmişse de Lübnan’da bu yolda girişim önerenlerin bulunduğu biliniyor.<br />

Sömürgeci yönetimler kapitülasyonların kaldırılmasına fazla<br />

karşı çıkamamışlarsa da, Türkiye’nin “Medeni Kanun”u ve kadın-erkek<br />

eşitliğini ilan etmesi karşısında İslam ilkelerini savunan kışkırtıcı<br />

bir kampanya yapmaktan geri kalmadıkları dikkatlerden kaçmaz. Times,<br />

çağdaşlığın temelinde bulunan bu yasaları benimsemenin Türkiye<br />

için “traji-komik davranış” olduğunu yazarken9 , Westminster<br />

Gazette de “Geleneklerine bağlı Mısırlı kadının İngiliz yönetiminden<br />

son derece mutlu ve Türk’den daha da modern olduğunu” ileri<br />

sürmekteydi. Kabul gerekir ki, özellikle Arap dünyası 1950’lerden<br />

önce tamamen, sonra da büyük ölçüde, Türk Devrimi’nin niteliklerini<br />

doğrudan yerinde araştırma yaparak değil, Batılı araştırmacıların<br />

eserlerinden öğrenmişlerdir. Bunların, tam bağımsızlık yanlısı Kemalist<br />

Rejimi yoğun eleştirdikleri, hatta Bolşeviklikle suçladıkları<br />

bir sır değildir.<br />

Sömürgecilere ek olarak yerel yazarlar da çağdaşlaşmayla bunun<br />

getireceği toplumsal gerginlikleri bir arada yansıtan yazılar yayınlamışlardır.<br />

Bombay Chronicle bir yazısında şöyle diyordu: 10<br />

“Ankara parlamentosunun ülkenin yasasını çağın ihtiyaçlarına<br />

9 19.2.1926<br />

10 Islamic World. c.4, no.6, Nisan 1926


TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ 625<br />

uydurmakta doğru yönde bir adım atmış olduğuna biz inanıyoruz<br />

(...) Değişen koşullara uygun olarak, hiddetli mollaların gürültülerine<br />

aldırmadan gösterdiği cesaret övgüye layıktır (...) Ancak Türkiye<br />

ıslahat için büyük arzusunun etkisiyle Avrupalı olan her şeyi yutmaktadır.<br />

Korkarız ki genç ulusun hassas yapısı Avrupa yasalarındaki<br />

bazı ham ve zehirli hususları hazmetmekte zorluk çekecektir. Bu<br />

hareketli günlerde Türkiye’nin ihtiyatı elden bırakmamasını ve molla<br />

İslamına tepkiyle Avrupa yasaları alacağı yerde Kuranı Kerim’e<br />

ve yozlaşmamış İslama yönelmesini arzularız. (...) Kaderin cilvesine<br />

bakınız ki, Hıristiyan ulusları zaman zaman kendi yasalarını Kuranı<br />

Kerim’in çizdiği yola yaklaşacak şekilde yeniden düzenlerken ilerici<br />

ve aydın bir Müslüman devleti, bunlar tarafından terkedilmiş patikalara<br />

reaksiyoner adımlarla körcesine bir koşuyla yöneliyor.”<br />

Günümüzde de rastlanan, dünyayı yönetmek iddiasındaki süper<br />

güçleri İslam’a uymakla yüceltmeye kalkışan propagandacı görüşlerin<br />

ilk örnekleri böylece belirmiştir. Buna karşılık Araplar içinde de<br />

geride kalmanın üzüntüsünü belirtenler eksik değil:<br />

“Mustafa Kemal’in genç hükûmeti bu hassas girişimi inanılmayacak<br />

bir cesaretle sürdürüyor. Dün Arapça gazetelerden birinde<br />

metni yayınlanan yeni evlilik yasası taslağı uygar ülkelerce kabul<br />

edilen laik ilkelerle geçici olarak saygı göstermeye çalıştığı Kuran<br />

hükümleri arasında orta yolu izliyor ama bunun etkisini hayli kısıtlıyor<br />

(...) Yeni Türkiye yeni bir Medeni Kanun yayınlamakla bize<br />

yüzyıllarca kabul ettirdiği, artık geçerliği kalmamış yasalar ve barbar<br />

metodları terk ediyor. Biz ise daha ileri bir uygarlığa sahip olduğunu<br />

kabul ettiğimiz Lübnan’da, Ankara’nın redettiği eski yasaları<br />

uygulamaya devam ediyoruz. Sofuca bir bekleyiş içinde, girişimin<br />

ve örneğin dışardan gelmesini bekliyoruz” 11<br />

Doğu toplumları bu konuda örnek almayı arzulamazken,<br />

1935’de Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme haklarının<br />

da tanınmasıyla Türkiye Fransa, İsviçre gibi Avrupa ülkelerinin de<br />

önüne geçmiş oluyordu.<br />

Türk Devrimi’ne hayranlık, bağımsızlık özlemi ile ilişkili olmuştur.<br />

Tunus’ta Burgiba’nın bu açıdan en önde geldiği bilinir. Pakistan<br />

11 L’Orient. (Beyrut’ta yayınlanmıştır)27.8.1926


626<br />

ORHAN KOLOĞLU<br />

ve İran Şahı Rıza Şah Pehlevi de, pek çok alanda Mustafa Kemal’i<br />

örnek aldığını saklamamıştır. Hatta İran’da Cumhuriyeti bile ilanı<br />

düşünmüş ancak dinci kesimi aşamadığı için şahlıkta devam etmiştir.<br />

İşin ilginci Arap ülkelerinde Tanzimat dönemi deneyiminin eksikliği<br />

kendisini hep hissettirmiştir. <strong>Atatürk</strong>’ün başkasının güdümüne<br />

girmeme ilkesine karşılık doğu toplumlarında tam teslimiyetlere<br />

rastlanır. Millîyetçi rejimlerin arkasından SSCB’den tam destek arayan<br />

İslami Sosyalist rejim denemeleri yapılmış bunlara ait kurallar<br />

yasallar konmuştur. Hepsinin de başarısız kalması sonucu. Arap devletleri<br />

21. yüzyıla İslami yapıya dönerek girmişlerdir.<br />

Profesör Maurice Duverger “Institutions Politiques et Droit<br />

Constitutionnel” kitabında Kemalist modeli az gelişmiş ülkeler için<br />

model olarak belirtir. Onu “otoriter ama nisbeten liberal” rejimler<br />

arasında sayıp ekler : “Bahis konusu ülkelerin değişimi rejimlerini<br />

çok hareketli kılar... Türkiye’deki deneyim bu açıdan büyüm öneme<br />

sahiptir.”<br />

Tunus’ta 2000 <strong>yılında</strong> düzenlenen uluslararası Kemalizm seminerinin<br />

açış konuşmasında Tunus Kültür Bakanı Abdelbaki<br />

Hermassi’nin “Tanzimat el-Cedide” gereksinmesinden bahsetmesi<br />

geçmişten kalan hataların düzeltilmesini içeren bir anlayışın belirmiş<br />

olduğunu kanıtlıyordu. Sunuş belgesinde de şöyle denmekteydi: 12<br />

“Türkiye bölgesel bir büyük devlet ise, Kemalizm devlet ve<br />

Türk entellicensiyasm ideolojisi olarak dikkate alınmadan değerlendirilemez.<br />

Arap ülkeleri bu denemeyi gerçek değeriyle tahlil etmelidirler.<br />

Esasen Arap dünyasının siyasi karar vericileri ve düşünürleri<br />

bu girişimi asla unutmamış ve daima dikkatte tutmuşlardır.”<br />

Devrimlerin bir özelliği vardır: Her devrim ilk kuşağıyla doruğa<br />

erişir, arkasından kaçınılmaz olarak toplumsal belleğin itişiyle bir<br />

‘‘restorasyon = geçmişle uzlaşma” dönemi başlar. Fiili devrim süreci<br />

1950’de çok partili sistemin işler hale gelmesiyle sona eren Türk<br />

Devriminin özelliği, <strong>Atatürk</strong>’ün daha başlangıçta tasarladığı gibi, bir<br />

kuşakta tamamlanacak şey değildi. Daha Cumhuriyetin onuncu <strong>yılında</strong>,<br />

yapılacak daha çok şey olduğunu belirtmiş ve hedefi gençlere<br />

12 Orhan Koloğlu, “Contemporarization discussions in Turkish and Arabic<br />

World”, Turkish Review of Middle East Studies. Annual 2000/01, no.l 1,<br />

İstanbul, Isis, s. 173-175


TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ 627<br />

emanet ettiğini, gelecek kuşaklarda da devam edecek ve zeminine<br />

oturacak bir tasarı olduğunu saklamamıştır. Bu da <strong>Atatürk</strong>’ün devrim<br />

mantığını ne derece bilimsel kavradığını kanıtlar. Nitekim 21.<br />

yüzyılda da hâlâ etkenliğini devam ettirmektedir. Doğu toplumları,<br />

Türk Devrimi’ne özenerek ya da red ederek birçok girişimde bulundular.<br />

Ancak hedef kitlenin iyi belirlenememesi, insanlığın bir bütün<br />

olduğunu kabulde çekingen davranmaları, yabancıya bağımlılığı<br />

tam dışlayamamaları, kendi aralarında bile barışçı bir ortam yaratamamaları,<br />

yine din konusunda da kendi aralarındaki anlaşmazlıkları<br />

aşamamaları, tutarlı bir sonuç almalarını engellemiştir. Özellikle her<br />

birinin demokrasiye özenmesine karşılık hiç birinde tam anlamıyla<br />

bir demokratik rejim kuramaması dikkati çekmiştir. Bu açıdan Türk<br />

Devrimi onların nazarında yeni bir nitelik kazanmıştır. Bizimki neredeyse<br />

yüzüncü yılını dolduran bir süreklilik arz ederken, onların<br />

yirmişer otuzar yıllık farklı ilkelere sahip denemeler yapmış olmaları,<br />

Türk Devrimi’ne bakışlarını da etkilemektedir. Artık model değil,<br />

bir ciddi özeleştiri aracı niteliği kazanmıştır. Belli girişimler yapılırsa<br />

toplumlarda nasıl bir tepki ve gelişim beklenebileceğine örnek<br />

olmaktadır.<br />

Demek ki Türk Devrimi evrenselliğini ve örnek olma niteliğini<br />

daha da koruyacaktır.


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK<br />

ÖZELLİKLERİ<br />

Prof.Dr.Cemalettin TAŞKIRAN*<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Türk milletini, birlik ve beraberlik içinde<br />

ortak hedefler etrafında birleştiren, bütünleştiren bir liderdir. Türk<br />

toplumunun millî kültürünü geliştiren çağdaş bir toplum olmasını<br />

sağlayan liderdir <strong>Atatürk</strong>. Bu yüzden de toplumumuza mal olmuştur.<br />

Toplumumuzda, dün de bugün de, birbirinden anlayış, yaşayış ve<br />

kültür olarak farklı olan grupların, hatta birbirine zaman zaman zıt<br />

olan grupların hemen hemen hepsi M.Kemal <strong>Atatürk</strong>’e dün sahip<br />

çıkmışlardır. Bu günde sahip çıkmaktadırlar. Bölücü zihniyet taşıyan<br />

ve marjinal sayabileceğiniz bir iki grubu hariç tutarsak toplumumuzun<br />

her kesimi, her grubu M.Kemal <strong>Atatürk</strong>’ü benimsemiştir<br />

diyebiliriz.<br />

Buna bir örnek verelim. Boğaziçi Üniversitesi 1994 <strong>yılında</strong> bir<br />

anket çalışması yaptı. Sosyoloji bölümü anketi yapan. Bilimsel ve<br />

oldukça geniş tabanlı bir anket bu. Ankete katılanlara şöyle bir soru<br />

yöneltiyor:<br />

-Sizin için önemli olan manevi değerleri sıralayınız.<br />

Anket bitiyor. Değerlendiriliyor ve yayınlanıyor. Anket sonucunda<br />

İslamiyet %92 ile birinci sırada, <strong>Atatürk</strong> ise %85 ile ikinci<br />

sırada çıkıyor. Yani 2000’lerde ankete katılanların %85 i gibi büyük<br />

bir kısmı <strong>Atatürk</strong>’ü, <strong>Atatürk</strong>çülüğü, <strong>Atatürk</strong>’ün fikirlerini ikinci manevi<br />

değer olarak seçiyor. Sadece bu anket bile M.Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

toplumumuz tarafından ne kadar benimsendiğini ortaya koymaya<br />

yeter. Bu yüzden bazı çevreler <strong>Atatürk</strong> ve <strong>Atatürk</strong>çülükle, onların<br />

deyimi ile Kemalizm ile mücadele etmek ve Türkleri Kemalizmden<br />

* Kırıkkale Üniversitesi İİBF Dekanı


630<br />

CEMALETTİN TAŞKIRAN<br />

uzaklaştırmak istiyorlar.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün Millî Mücadelenin başlamasından<br />

itibaren en belirgin özelliklerinden biri karizmasından gelen toplayıcı<br />

ve birleştirici özelliğidir. Millî Mücadele yıllarında ve sonrasında.<br />

M.Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün etrafında olan gruplar, şahıslar siyasi, dini,<br />

kültürel felsefi ve yaşayış olarak birbirlerinden o kadar ayrıdırlar ki,<br />

bunları bir arada tutmak adeta mümkün değildir. Sadece I.Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisine bakmak bile bunu görmeye yeter. I.Mecliste<br />

kıyafet olarak sarıklısı vardı. Feslisi vardı, Kalpaklısı vardı... Suphi<br />

Tanriöver Dağ yolu adlı kitabında I.Meclisi şöyle anlatıyor: “…<br />

Anadolu, onun davetine her şekilde her kıyafetle bir takım adamlar<br />

gönderdi. Bektaşi Şeyhleri, Konya çekleri, Medrese uleması..<br />

Ayaklarında çarıkları, şark kıyafetleriyle ağalar toplanmaktıy Okulun<br />

yetiştirdiği kimseler, dağın kırın ve geleneğin yetiştirdiği kimselerle<br />

birlikte toplantı halinde … <strong>Atatürk</strong> kürsüye çıktı ve davasını<br />

açıkladı...” 1<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> birleştirici, bütünleştirici bir liderdir.<br />

Karizmatik bir liderdir. Karizmatik liderler doğuştan bazı niteliklerle<br />

varolan seçkin kimselerdir. Bu tür liderler, genellikle kahraman<br />

tabiatlıdırlar. Mensubu bulundukları toplumun tarihine, siyasetine,<br />

askerî hayatına, sosyal hayatına damgasını vuran liderlerdir. Toplumu<br />

yönlendiren, insanları peşine takarak belli hedeflere götürebilen<br />

liderlerdir. Toplumda gerçekleştirilen reform, inklap devrim önce bu<br />

liderlerin düşüncelerinde doğar şekillenir gelişir ve gene bu liderlerin<br />

eliyle bu liderlerin çabalarıyla hayata geçirilir. Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’te böyle bir liderdir. Onun bu karizmatık liderliği kendisinin<br />

toplumumuz tarafından benimsenmesini sağlamıştır.<br />

Biz bu çalışmamızla gerek askerî hayatında, gerekse sivil hayatında<br />

gerçek bir lider olarak ortaya çıkan Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

dikkat çekerek maalesef her liderde göremediğimiz bazı özelliklerini<br />

belirtmek ve bu özelliklerini nasıl tezahür ettiğini de belgelere olaylarla<br />

hatırlatmak istiyoruz.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün ilk söz etmek istediğimiz liderlik<br />

özelliği, onun olaylar hakkında net bir görüş sahibi olması ve olayları<br />

doğru değerlendirmesidir.<br />

Bu olayda önemli bir özelliktir. Eğer olaylar hakkında doğru<br />

1 Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dağyolu, s.


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ 631<br />

ve net bir görüşe sahip olmazsanız, yapacağınız değerlendirmeler<br />

sıhhatli olmayacak ve yanlış sonuçlara varırız. Ayrıca, bu durumda<br />

olayları bir gün bir şekilde ertesi gün bir başka şekilde değerlendirme<br />

gibi “kafa karışıklığına” ve ikileme düşme mümkündür. Bu<br />

durumda lidere olan inanç ve güveni sarsar. Olaylar hakkında net<br />

bir görüş sahibi olmanın ve olayları doğru değerlendirmenin temel<br />

yollarından biri kendini yetiştirmektir. Yani okumak ilgilenmek ve<br />

düşünmektir.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, daha genç yaşından itibaren, olaylar<br />

üzerinde kafa yoran, düşünen okuyan ve çözüm üretmeye çalışan<br />

birisidir. Hem öğrencilik hem de ilk subaylık yıllarında ülkenin ve<br />

milletinin meseleleriyle çok ciddi şekilde ilgilenmiş, bunları iyi tahlil<br />

etmiş ve sağlıklı sayılabilecek sonuçlara varmaktır. O kadar ki;<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün vardığı sonuçlar ve çözüm önerileri zamanına<br />

göre oldukça ileri ve oldukça inanılması güç çözümlerdir.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün hem orta öğretimde, hem Harbiye’deki<br />

öğrencilik yıllarından, hem de kurmaylık eğitimi aldığı ilk<br />

subaylık yıllarından yakın arkadaşı olan, sınıf arkadaşı olan okul arkadaşı<br />

olan dostları Mustafa Kemal’in bu özelliği ile ilgili şunları<br />

söylüyorlar:<br />

Yakın sınıf arkadaşı Lütfi Müfit Özdeş, Harbiye yıllarında Mustafa<br />

<strong>Atatürk</strong> için şunları söylüyor: “… Daha o zaman mektepte iken,<br />

şuursuz, düşüncesiz, kötü bir idareye karşı vicdan ve ruhundan fışkıran<br />

inkılapçı düşünceleri bilhassa kayda şayandır. Her okuduğu ders<br />

her mütalaa ettiği ilim ve fenni, dikkatle tahlil ederek neticeye.<br />

İdareye karşı arkadaşları ile hasbıhallere, tenkitlere başlamış ve<br />

hatta büyük tehlikelere rağmen, haftada bir iki defa gizli olarak gazete<br />

bile çıkarmışlardır. Daha o zaman evladı olduğu asil Türk milletine<br />

ilerde ne büyük hizmetler yapmağa namzet olduğunu pek güzel<br />

anlatıyordu. Onun her haline olduğu gibi dürüst düşüncelerine de<br />

meftun olan ve candan inanan arkadaşları o büyük adamın etrafına<br />

toplanmışlardı…” 2<br />

Bir başka sınıf arkadaşı General Hayri Tırnovacık ise şunları<br />

2 Lütfi Müfit, Harbiye’de Gazi Hazretleri ile bir sınıfta Ders, Vakit Gazetesi,<br />

10 Ağustos 1934.(Ali Ciler, Semih Yalçın, Abdullah Hayat, s.113-114)


632<br />

söylüyor:<br />

CEMALETTİN TAŞKIRAN<br />

“…Hallerinde, yaşlarından umulmayan bir olgunluk vardı. Çok<br />

kuvvetli bir ikna kabiliyetine sahipti… En fazla meşgul oldukları<br />

şeylerden birisi de zamanın felsefesi ve fikri cereyanları idi. Toplumun<br />

henüz halledilmemiş davalarıyla dimağlarını meşgul ederlerdi…3<br />

Harp akademisinden sınıf arkadaşı olan General Asım Gündüz<br />

de bu konuda şunları söylüyor:<br />

“…Doğup büyüdüğü Selanik’in batıya daha çok bağlantılı bulunması<br />

sebebiyle olacak dikkati çeken fikirleri vardı. Etrafına topladığı<br />

arkadaşlarla cesaretle konuşuyor ve onları güzel konuşmasıyla<br />

kısa zamanda tesiri altına alıyordu… İttifakçıların Paris’te yayımladıkları<br />

gazeteleri getirtiyordu…. Bizler, vatan, millet, Türklük fikirlerini<br />

çok defa, Harp Akademisi sıralarında ondan duymuştuk. 4<br />

Asım Gündüz anılarında şunları da belirtiyor: “… Harp Akademisinde<br />

her Cuma akşamı sınıfta toplanıyor, kapılar kapandıktan<br />

sonra Mustafa Kemal kürsüye çıkıyor, tıpkı konferansçı gibi,<br />

Paris’ten gelen Türkçe ve Fransızca gazetelerden öğrendiklerini<br />

bizlere aktarıyordu. O zamana kadar “Padişahım çok yaşa!” demekten<br />

başka bir şey bilmeyen bizler için Mustafa Kemal’in anlattıkları<br />

çok dikkat çekiciydi…” 5 General Asım Gündüz, bu konuşmalardan<br />

hatırımda kalanları yine hatıralarından özetleyerek nakletmektedir.<br />

Ayrıca aynı olayları general Ali Fuat Cebesoy ve bizzat Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong> de anılarında aktarmaktadırlar. Ali Fuat Cebesoy diyor<br />

ki: “….Fikirlerimizi, toplamı binleri aşan Harp okulu öğrencilerine<br />

anlatmak için, daha kurmay sınıflarına geçmeden gizli bir teşkilat<br />

kurmuş, Muhittin Baha Pars’ın ağabeyi İsmail Hakkı Pars ile Ömer<br />

Naci ve birkaç arkadaşında gayreti ile el yazısı 2 nüsha dergi çıkarmıştık.<br />

Liderimiz Mustafa Kemal’di. Gelebilecek sorumluluğun en<br />

büyük yükü de onun omuzlarındaydı…” 6<br />

3 Naci Sadullah, Harbiye’de 1317, Yedi Gün Dergisi, Yıl:2, c:III. Sayı:78, 5<br />

Eylül 1934, s.4.<br />

4 Asım Gündüz, Hatıralarım Hazırlayan İhsan Ilgar, İst.1973. s.12, 13, 14.<br />

5 Asım Gündüz, A.g.e. s.14.<br />

6 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım <strong>Atatürk</strong> Okul ve Genç Subaylık Anıla-


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ 633<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, daha öğrencilik yıllarında kendisini yetiştirmeye<br />

özen göstermiş, vatan millet ve bunların problemleri ile<br />

yakından ilgilenmiş ve bunlara yönelik çözümler üzerinde düşünmüş<br />

tartışmış araştırma ve net bir görüş sahibi olmuştur. Ayrıca bu düşüncelerini<br />

arkadaşlarına ve etrafına fırsat buldukça açıklıyor ve yanına<br />

kendisi gibi düşünen arkadaşlarını topluyordu. Daha o dönemlerde<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> de büyük liderlerde, karizmatik liderlerde<br />

gördüğümüz olaylar hakkında net bir görüşe sahip olma ve olayları<br />

doğru değerlendirebilme özelliklerinin ortaya çıktığını görüyoruz.<br />

Elbette bunda doğuştan gelen “sevgi” gücünün yanında araştırmacı<br />

tutumunun, payı oldukça yüksektir. Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün şahsi<br />

kütüphanesindeki kitapların sayısının 5000’in üzerinde olduğunu<br />

unutmamak gerekir. 7 Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, okuyan, araştıran, tartışan,<br />

düşünen analiz yaparak kafamızda bazı çözümlere ulaşan ve<br />

uygun şartların ortaya çıkmasıyla da düşündüklerini hayata geçirmekte<br />

tereddüt etmeyen bir liderdi.<br />

Bu özelliklere dayanarak verdiği hayati kararlar da hep doğru<br />

çıktı. Çünkü olayları doğru değerlendiriyordu.<br />

Buna en güzel örneklerinden biri Çanakkale savaşlarında 25<br />

Nisan 1915’de Kalyatepe’ye yapılan kara harekatı çıkarmalarında<br />

yaşanan olaydır. O gün düşman birlikleri Seddülbakir, Kumkale<br />

ve Kabalpe sahillerine çıkarma yapmaya başlarlar. 75.000 askerî<br />

ilk gün o gün çıkaracaktadır. Mustafa Kemal Paşa Bigalide 19. Tümenin<br />

başındadır. Bu tümen itiyat kuvvetidir. O gün sabaha doğru<br />

9.Tümen komutanı Alb.Halil Sami Bey 19.Tümene Seddülbekir ve<br />

Kabatepe’ye çıkarmanın başladığını bildirir. Telgraf mesajı şöyle.<br />

“…Düşman Arıburnundan kabatepe sırtlarını sarmaktadır. Yakınlığımız<br />

dolayısıyla, Maltepe (Bigali) deki kuvvetinizden bir taburu,<br />

Kabatepe’nin kuzeyindeki Arıburnuna karşı olan sırtlara ivedilikle<br />

gönderip, sonucunu bildirmenizi rica ederim…8 Çıkarmanın ilk saatleri henüz çok net bir durum yok, Ancak<br />

rı, İnkılap Kitabevi, İst. (tarih yok) s.60.<br />

7 Ali Güler, Suat Akgül, <strong>Atatürk</strong> ve Türk İnkılabı, Ocak yay. Ank, 1998,<br />

s.134.<br />

8 Yusuf Hikmet Bayu, <strong>Atatürk</strong>, Hayatı ve Eseri, Ankara, 1971, s.76.


634<br />

CEMALETTİN TAŞKIRAN<br />

M.Kemal <strong>Atatürk</strong> durumu şöyle degerlendiriyor: 9 “Düşmanın önemli<br />

kuvvetlerle karaya çıkma teşebbüsü demek vukubuluyordu. bu<br />

işin içinden bir taburla çıkmak mümkün olmayacağını, herhalde, evvelce<br />

tahmin ettiğim gibi bütün temennimle düşmana yönelmenin<br />

kaçınılmaz olduğunu takdir ediyordum (değerlendiriyordum) ve ordunun<br />

iznini beklemeden bir albay ve bir dağ bataryası ile kabatepe<br />

merkezine yanaşmaya karar verir. 10 Hepimiz biliyoruz ki bu karar<br />

Çanakkale Savaşları ve Türk tarihi için bir dönüm noktası olmuştur.<br />

Mustafa Kemal Paşa olayları, doğru değerlendiriyor ve bunun sonucunda<br />

da doğru kararlar alıyordu. I.Dünya Savaşı sonunda Osmanlı<br />

Devletini yönetenlerin genel tavrı teslimiyeti. İtilaf devletlerinin,<br />

özellikle İngilizlerin her dediklerini yapmak onlara şirin gözükmek<br />

ve böylece sıkıntıları en az zararla atlatmak o dönem yöneticilerinin<br />

değerlendirmesiydi. Oysa Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> daha İstanbul’da<br />

bulunduğu sıralarda arkadaşlarıyla birlikte olayları değerlendirmişti.<br />

Onun değerlendirmesi çok farklıydı. O diyor ki, “….içinde bulunduğumuz<br />

tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam<br />

olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir<br />

avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun<br />

da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun<br />

istikbali, Padişah, halife, hükûmet, bunlar, hepsi, medlülü kalmamış<br />

birtakım………….ibaretti… Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı.<br />

O da hâkimiyeti millîyeye müsterit, bilekaydüşart müstakil yeni<br />

bir Türk Devleti teis etmek işte daha, İstanbul’dan çıkmadan evvel<br />

düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basarbasmaz<br />

tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur….” 11<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün değerlendirmesi daha gerçekçidir.<br />

Devletin o günkü yöneticileri…. Hükûmet bu konuda üzerine düşeni<br />

tesbit etmiş ve ahaliye vaka ve sükunun korunmasını tavsiyeye karar<br />

vermiştir…” 12 İşgale karşı koymayı direnmeyi önlemeye çalışan<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>: “… Türk’ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti<br />

çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa<br />

9 Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal ile Mülakat, İstanbul 1930, s.19.<br />

10 Celal Erikan. Komutan <strong>Atatürk</strong>, İş Bankası Yay.Ank.1972 s.130.<br />

11 Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Hukuk, MFB basımı, İst.1973, s.12-13.<br />

12 Rıfkı Salim Burçak, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1973, s…..


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ 635<br />

mahvolsun evladır!.<br />

“...Binaenaleyh, YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!...” 13 diyordu.<br />

Eğer bugün, bu topraklarda hür bağımsız ve göğsümüzü gere gere<br />

Türküm diyerek yaşayabiliyorsak bunu Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

bu doğru değerlendirmelerine ve kararlarına bağlıyız.<br />

Konuya çok uzatmamak için Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün 1933<br />

<strong>yılında</strong> bir soru üzerine Sovyetler Birliği’ni değerlendirmiştir. Onu<br />

yanına çağırıp şunları söylüyor. “…. Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur,<br />

komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız<br />

vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı<br />

Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi, parçalanabilir, ufalanabilir.<br />

Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilir.<br />

Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir.<br />

İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir…. Bizim, bu dostumuzun<br />

idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir milletlerimiz vardır.<br />

Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü<br />

susup beklemek değildir hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl<br />

hazırlanır.? Manevi köprülerini sağlam tutarak dil bir köprüdür…<br />

İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların<br />

böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını<br />

bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli…” 14<br />

Dikkat edelim. 60 yıl öncesinden, 2000’lerin değerlendirilmesi<br />

yapılıyor. Hem de büyük isabetle….<br />

Bir liderde bulunması gereken “olaylar hakkında net bir görüş<br />

sahibi olma ve olayları doğru değerlendirme” özelliğine yönelik örneklerimizi<br />

burada kesiyoruz.<br />

Şimdi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün bir başka liderlik özelliğini<br />

vurgulamak istiyoruz. Bu özellik de yanlışlarda ikaz edici ve önleyici<br />

olma özelliğidir. Eğer olayları doğru değerlendirebilir ve doğru kararlar<br />

alırsanız., vardığımız sonuçlara dayanarak ilgili ve yetkilileri<br />

yapılan ve yapılabilecek yanlışlardan korumak için ikaz edici olabi-<br />

13 Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, MEB. İst.1973. s.13.<br />

14 İsmet Bozdağ, <strong>Atatürk</strong>’ün Sofrası, Emre yay. İst. 1995, s.11-26. (Bu olayı<br />

nakleden İhsan Sabri Çağlayangil’dir. Sabati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü<br />

ve Hikmet Bayur’da bu olayı doğrulamışlardır).


636<br />

CEMALETTİN TAŞKIRAN<br />

lir ve yanlışları önleyebiliriz. Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, hayatı boyunca<br />

doğru bildikleri gerektiğinde ilgililere hep söylemiştir. Mondros<br />

mütarekesinden sonra, başbakan İzzet Paşa’ya birinde şöyle diyor :<br />

“Bilhassa, sizce de yakinen malumdur ki, ben her ne hal ve vaziyette<br />

bulunursam bulunayım, doğru olduğum inandığım ve gerekenlere<br />

arzını ve duyurulmasını memleket hizmeti kabul ettiğim görüşlerimi<br />

bildirmekten kendimi engelleyemem…” 15<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, 1907’de Suriye’deki görülebilen<br />

Makedonya’ya, 3.orduya atandı. Orada İttihat ve Terakki Cemiyeti<br />

ile temasa geçti. Bu cemiyete katıldı. Önemli görevler aldı. Ancak<br />

Cemiyetin yöneticileriyle, özellikle cemiyetin bazı faaliyetlerinin<br />

doğruluğu gerçekliği konusunda fikir ayrıcalığını belirtti. Cemiyetin<br />

o günkü yöneticilerine düşüncelerine uymuyordu. Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong> yine de fikirlerini açık açık söyledi ve yetkilileri uyardı.<br />

Cemiyet mensubu olarak, ordu içindeki faaliyetlerle ilgili kendisine<br />

verilen görevleri “yanlış olur” diye reddetti. Doğruluğuna inandığı<br />

konularla ilgili ve yetkili kişi ve kurumları hep uyardı. Sonuç almadığını<br />

görünce de cemiyetle ilgisini kesti. 16<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> ikaz görevine savaş içerisinde de devam<br />

etti.<br />

1917 <strong>yılında</strong> Suriye’de 2. ordu komutanlığına atanmıştı. Enver<br />

Paşa, İngilizlerden Bağdat’ı geri almak için Yıldırım orduları grubu<br />

ardında yeni kuvvet oluşturuyordu. Bunun başında da Alman general<br />

Falkenhein getirilmişti. Mustafa Kemal de bu yeni kuvvete dahil<br />

edilen 7. Ordu komutanı oldu ve Filistin’de görev aldı. Bu sırada<br />

Mustafa Kemal Paşa 20 ve 24 Eylül 1917 tarihinde Başbakan Talat<br />

Paşa’ya, Başkumandan Enver Paşa’ya Bahriye Nazırı ve 9.ordu komutanı<br />

Cemal Paşa’ya Ordunun ve ülkenin durumunu tahlil eden ve<br />

ne yapılması gerektiğini bildiren uzun ve teşkilatlı raporlar yazdı.<br />

Raporlarda Alman General Falkenhein’in yanlış tutumunu ve bunun<br />

nedenlerini de anlattı. Raporda şu cümleler vardı. “… Ordu, harbin<br />

ilk dönemlerine göre fevkalade zayıftır. Birçok konuların mevcutları,<br />

lazım olanın beşte biri gibidir. Memleketin insan kaynakları ikmale<br />

15 Semih Takur, Ali Guk, <strong>Atatürk</strong> Hayatı-Düşünceleri ve Kimliği, Berkan Yay,<br />

Ankara, 2000 s.151.<br />

16 Ali Fethi Okyar, 3 Devirde Bir Adam, İst. 1980. s.150.


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ 637<br />

muktedir değildir. …. Mülki hükûmetin tam bir acz içinde oluşu, bir<br />

zabıta kuvvetinin noksanlığından ve ihtiyaç derdiyle bütün memurlarda<br />

görülen rüşvet, vurgunculuk ve suistimallerden ve memurların<br />

keyfine dökülen hale gelmesinden ve adli işlerin kesinlikle yürümemesinden<br />

ileri gelmektedir… İçinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlarla<br />

birlikte kurtulmak zararı ise de, Almanların bu zaruretten<br />

ve harbin uzamasından istifade ederek, bizi sömürge şekline sokmak<br />

ve memleketimizin bütün kaynaklarını kendi ellerine almak siyasetinin<br />

karşısındayım…. İyi idare edeceğim diye durmadan fedakarlıkta<br />

bulunmak, herhangi bir müttefike, ve özellikle Almanlara merhamet<br />

ve ihsan telkin etmeyip belki verdiklerimizden 100 kat fazlasına onları<br />

hırslandırır ve teşvik eder… (Bu durumda) Memleket tümüyle<br />

bizim elimizden çıkarak bir Alman sömürgesi haline girmiş olacaktır<br />

ve general Falkenhayn, bu maksat için, bizim borcumuz olan altınları<br />

ve Anadolu’dan getirdiğimiz son Türk kanlarını kullanmış olacaktır.<br />

Ya Falkenhayn asla Sina cephesinde vazife alamaz. Arabistan<br />

Başkumandanlığı emri altında olarak Sina’nın müdafaası yalnız 7.<br />

ordu kumandanına ait olur. Ya da ben, 7. ordunun kumandasından<br />

affolunurum…” 17<br />

Ancak raporlara Enver Paşa’nın cevabı kısa ve Falkenhein’i tutar<br />

şekilde olunca Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> 7. Ordu komutanlığından<br />

istifa etti.<br />

Mustafa Kemal Paşa’nın ikaz edici ve önleyici özelliğine vereceğimiz<br />

son örnek de Mondros mütarekesi sırasındaki olaylardan bilindiği<br />

gibi. Hükûmet Mondros, mütarekesi şartlarını ordu komutanlarına<br />

bildirmiştir. Mütareke hükümlerini alan Mustafa Kemal Paşa<br />

Kilikya, Suriye kıtaatı, Tono, Irak gibi tanımlara açıklık getirilmesini<br />

istemiş ve İzzet Paşa’yı şöyle uyarmıştır: “….Pek ciddi ve samimi<br />

olarak arz ederim ki, mütareke şartları arasından anlaşmazlıkları giderecek<br />

tedbirler alınmadıkça, orduları terhis edecek ve İngilizlerin<br />

ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır... 18<br />

Nitekim İngilizler, Halep civarındaki ordularını desteklemek<br />

ve iaşelerini sağlamak bahanesiyle, İskenderun’da bulunan Mustafa<br />

17 Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün Bütün Eserleri-Kaynak yay. C.I. 2000, s.126-<br />

129.<br />

18 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 147.


638<br />

CEMALETTİN TAŞKIRAN<br />

Kemal Paşa’dan bölgenin teslim edilmesini istemişlerdir. Mustafa<br />

Kemal Paşa, mütareke şartlarına göre İskenderun’un işgaline hakları<br />

olmadığını bildirmiş ve “…İskenderun’a her ne sebep ve bahane<br />

ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlere ateş açılmasını ….”<br />

emretmiştir. 19 Bunun üzerine İngilizler başbakan İzzet Paşa’ya hakları<br />

yoksa da, Halep ve civarındaki ordularını bakmak için istihdamdan<br />

faydalanmak istemeleri de haklı bir istek mahiyetindedir…” 20<br />

direniş ve silahla karşı konulmamasını istemiştir. Bu isteğe Mustafa<br />

Kemal’in verdiği cevabı aşağıda vereceğiz ve onun liderlik karakterine<br />

bir kere daha şahit olacağız. Ancak, mukayese imkanı için,<br />

benzer bir durumda, bir başka Türk generalinin tavrını da burada<br />

aktarmak istiyoruz. İngilizler Kars’a girmek istediler. Oradaki ordu<br />

komutanı Yakup Şevki Paşa izin vermedi. İngilizler İzzet Paşa’ya<br />

müracaat ettiler ve o da Yakup Şevki Paşa İngiliz işgaline karşı konulmamasını<br />

bildirdi. Bunun üzerine Yakup Şevki Paşa bir telgraf<br />

çekerek düşüncelerini. Harbiye Nezaretine bildirdi: “… Mesele, istenen<br />

bir şeyi verip vermemek değildir. Önemli olan nokta, her istek<br />

ve teklifi düşünmeden yapmaktır. Her teklife itaat edilecekse bu usulün<br />

hem sonu ve hem de faydası yoktur. Bununla hiçbir tehlike kaldırılamaz…<br />

milleti, hükûmeti mümkün mertebe az zararla kurtarmak<br />

içinş her türlü mücadeleyi yapmakla beraber, daima bir varlık göstermek<br />

zaruridir. … İşte korkularım ve düşüncelerim budur. Bununla<br />

beraber hükûmetin vereceği talimatlara göre hareket edeceğim…” 21<br />

düşüncesi doğru olan Yakup Şevki Paşa Kars’ı boşalttı ve İngilizler<br />

işgal ettiler. Ama bakın daha öncesi benzer durumda Mustafa Kemal<br />

Paşa ne diyor. Ve ne yapıyor: 6 Kasım 1918’de Mustafa Kemal Paşa,<br />

İskenderun’u İngilizlere teslim edin diyen Ahmet İzzet Paşa’ya bir<br />

telgraf çekiyor ve şunları yazıyor:<br />

“…İngilizlerin aldatıcı muamele gösterecek emirleri tatbik etmeye<br />

yaradılışım müsait olmadığından, başkumandanlık erkan-ı<br />

harbiyesinin içtihadına uymadığım takdirde de bir çok ithamlar altında<br />

kalmaklığım tabi bulunduğundan, kumandayı hemen teslim etmek<br />

üzere; yerime yayın buyuracağınız zatın süratle gönderilmesini<br />

19 Falih Rıfkı Atay, a.g.e., s.148.<br />

20 Falih Rıfkı Atay, a.g.e., s.148.<br />

21 Sebahattin Selek, Anadolu İhtilali, s.182. (HTVD. Seri No:1 s.168.)


ica ederim...” 22<br />

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ 639<br />

İşte 2 cesur ve millîyetçi komutan, İşte lider Mustafa Kemal’in<br />

farkı!<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün liderlik özelliklerinden üzerinde durmak<br />

istediğimiz bir diğeri de onun olaylar karşısında kararlı olması<br />

ve kararlı davranmasıdır. Kararlı olarak bir meselenin çözümünde<br />

sonuç getiren en önemli etmenlerin başında gelir. Bir olay karşısındaki<br />

kararlı tavrımız ve tutumumuz karşı tarafta çok iyi değerlendirilmektedir.<br />

Kararlı görünmediğimiz zaman, istek ve çıkarlarınızı<br />

elde etme şansınız çok zayıftır. Karşı taraf hemen sizi tereddüte<br />

sevkeden konular üzerine yoğunlaşır ve kendi isteklerini size kabul<br />

ettirebilir. Özellikle millî meselelerde mutlaka kararlı olmalı ve kararlı<br />

davranmalıdır.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, daha millî mücadelenin başlarında<br />

en temel kararı vermiştir. Daha önce de söylediği gibi, o temel kararlar<br />

da şudur: “…. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı o da<br />

hâkimiyeti millîyeye müstenit bila kaydüşart müstakil yeni bir Türk<br />

devleti tesis etmek…” 23 Bütün mücadelesi boyunca da bu kararlılığını<br />

sürdürmüş ve yeri geldikçe adım adım bu kararlarını uygulamaya<br />

başlamıştır. Daha Samsun’a çıkışının 3.günü Başbakanlığa göndermeye<br />

başladığı raporlarda ve mücadele sırasında aldığı, aldırdığı kararlar<br />

da onun bu kararlı tutumunu görebiliyoruz. Millî egemenliğe<br />

dayalı, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak kararını bu raporlarda<br />

görelim:<br />

22 Mayıs’ta<br />

“…Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu ittihaz<br />

etmiştir. Bunun için savaşılacaktır... 24<br />

22 Haziran’da<br />

Amasya genelgesinde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve<br />

kararı kurtaracaktır….” diyor. Milletin kararı 25 23 Temmuz’da Erzurum<br />

kongresinde ise daha açık ifade ediyor: “ Kuvayi millîyeyi... Ve<br />

22 Genelkurmay ATEŞE Başkanlığı, HTVD, C.II, Sayı.29, Belge No.743.<br />

23 Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk, MEB İst.1973, s.12-13<br />

24 Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.39.<br />

25 Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.43.


640<br />

CEMALETTİN TAŞKIRAN<br />

irade-i millîyeyi hâkim kılmak esastır... 26 Milletin iradesini, milletin<br />

egemenliğini ülke yönetimine egemen kılmak esastır diyor. Aynı<br />

şeyi Sivas kongresinde de tekrarlayarak da ilan edecektir. TBMM…<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> ne yapacağını ve ne yaptığını bilen kararlı<br />

bir liderdir. Daha Sofya’da askerî ateşe olarak bulunduğu yıllarda,<br />

ülkesi ve toplumu ile ilgili net kararlar sahibidir. O yıllarda arkadaş<br />

olduğu Avustralyalı Bayan Hilda’ya yazdığı mektupların birinde<br />

şöyle diyor: …. Türkiye’nin bu gidişi iyi değil… Türkiye’yi modern<br />

bir memleket yapmalı. Tıpkı batı gibi. Bu memleketi baştan aşağı<br />

değiştirmeli. Allah nasip ederse, günün birinde Türkiye’nin idaresinde<br />

söz sahibi olursam, bilirim yapacağım yenilikleri… Peçeyi hemen<br />

kaldırmalı, sonra bir erkek birden fazla kadınla evlenmemeli…<br />

Erkekler ve kadınlar eşit haklara sahip olmalı…” 27 Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong> bu kararlılığını hayatının her döneminde sürdürmüştür. Bakın<br />

benzer şeyleri Samsun’da mücadeleyi sürdürürken de benziyor.<br />

İstanbul hükûmetinin baskıları sonucu askerlikten ayrılmaya karar<br />

verdiği ve bütün yetki ve rütbelerini bırakarak milletin bir ferdi<br />

olarak mücadeleyi sürdürmeye karar verdiğini gösteriyor. O çok sıkıntılı<br />

anlarında bile kararlılığını, yaveri Mahzar Müfit Bey’e şöyle<br />

gösteriyor. 7-8 Temmuz 1919 gecesi sabaha karşı, uyumayan Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> yaverini çağırır. Yaverine not defterini getirtir ve<br />

yaz der:<br />

“Zaferden sonra hükûmet şekli cumhuriyet olacaktır… bu bir,<br />

iki, Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele<br />

yapılacaktır. Üç, tesettür kalkacaktır.Dört, Fes kalkacak, medeni milletler<br />

gibi şapka giyilecektir…” 28<br />

Bütün bunlar gösteriyor ki, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> kararlı olan<br />

ve hayatı boyunca da kararlı davranan bir liderdir.<br />

Son olarak da belirteceğimiz lider özelliği ise, Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün verdiği kararların arkasında durması ve kararlarının uygulanmasının<br />

veya gerçekleşmesinin takibini almasıdır. Karar almak,<br />

karar vermek elbette önemlidir. Ama alınan bu kararın arkasında<br />

durmak da bir o kadar önemlidir. Verdiğiniz kararların arkasında<br />

26 Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.46.<br />

27 Sadi Borak, Öyküleriyle <strong>Atatürk</strong>’ün Özel Mektupları, İstanbul, 1980, s.86,<br />

87.<br />

28 Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber,<br />

C.I, Ank. 1966. s.131-134.


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ 641<br />

durmazsanız, aldığımız kararların da bir önemi ve bir anlamı olmaz.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> bunu en iyi bilenlerdendir. Her zamanda<br />

ulusu ile ilgili hayati kararların arkasında durmuş ve takipçisi olmuştur.<br />

Aşağıda vereceğimiz örnekler onun bu özelliğini net olarak<br />

ortaya koyan özelliklerdir.<br />

Bu örneklerden ilki 1922 yılı şubat ayındadır. Bildiğiniz gibi<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> mücadeleyi başlatmış, yeni bir devlet kurmuş<br />

ve bağımsızlığı sağlamak için işgalciler ve onlara destek verenlerle<br />

savaş halindedir. Sakarya’da bir ölüm kalım mücadelesi<br />

verilmiş ve işgalci Yunan askerleri Eskişehir-Afyon hattına geri<br />

püskürtülmüştür. Ancak henüz, Misak-ı Millî’nin merkezini oluşturan<br />

Anadolu bile düşmandan tam olarak temizlenmemiştir. 1921<br />

sonları ve 1922 yılı başlarında Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> çok önemli<br />

kararlar arefesindedir. Bir yandan Türk ordusu bir genel taarruz<br />

için hazırlanıyor, harıl harıl askerî hazırlıklar yapılıyor, eksikler gideriliyor,<br />

bir yandan da çok yönlü siyasi görüşmeler devam ediyor.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> ve arkadaşları büyük baskılar altındadırlar.<br />

Bir yanda itilaf devletleri, bir yanda İstanbul hükûmeti, bir yanda<br />

Yunan kuvvetleri ve bir yanda da sabırsız bazı TBMM üyeleri. Ama<br />

bütün bunlara hazırlanmakta ve daha başka şeyler de yapmaktadır.<br />

O bir karar vermiştir. O karar Misak-ı Millîdir. Türklere meskun<br />

bölgelerde sınırları belli bir Türk yurdu oluşturacaktır. Onun kafasında<br />

Misak-ı Millî, Batı Trakyayla, Hatay ile Musul’u ile Anadolu<br />

ile birlikte vardır. O günlerde Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> bir yandan<br />

Anadolu’yu kurtarma planları yaparken, Misak-ı Millî kararının arkasında<br />

duruyor, diğer yandan da Musul’u izliyordu. 1 Şubat 1922<br />

tarihinde, Antep Sefirinin kuruluşunda büyür yararları görülen Yarbay<br />

Özdemir Bey’e gizli bir emir gönderiyordu. Bu emir Misak-ı<br />

Millî sınırlarının kapsadığı bölgenin zorla ele geçirilmesini önlemek<br />

ve İngilizlerin adı gçen bölgede özel menfaatleri bulunması dolayısıyla,<br />

milis yarbay rütbelerindeki Özdemir Bey’i, bir sivil kadronun<br />

başında milis olarak Musul-Revandız bölgesine gönderiyor. Diyor<br />

ki, …millî hükûmetimizin, İngilizlerle herhangi bir konferans münasebetiyle<br />

temas ve görüşmelere girişmeleri muhtemel olduğundan,<br />

bu olay hususi bir şekilde ve şahsi bir teşebbüs şeklinde göstermesi


642<br />

şimdilik daha uygun olur…” 29<br />

CEMALETTİN TAŞKIRAN<br />

Aldığı emir üzerine, Özdemir Bey, sivil giyindirilmiş bir grup<br />

askerle bölgeye gitmiş İngilizlere bölgede büyük zorluklar çıkarmış<br />

ve İngilizlerin bölgedeki aşiretleri kandırmasını önlemiş hatta İngilizlerle<br />

çarpışmıştır. 10 Mayıs 1923’de bölgeden dönmüştür. Amacımız,<br />

Özdemir Bey’in Revandız bölgesindeki faaliyetlerini anlatmak<br />

değil, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün en sıkışık, en kritik, en hassas zamanlarda<br />

bile, verdiği kararların arkasında durduğunu göstermektir.<br />

Vereceğiniz ikinci örnek de çok bilinen bir örnektir. Aslında bunun<br />

1.kısmını da Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün kararlılığında aktardık.<br />

Bu olayın devamı da, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün kararlarının arkasında<br />

nasıl durduğunu gösteriyor.<br />

Mahzar Müfit Bey’e, Erzurum’da, 7-8 Temmuz 1919 gecesi<br />

“Türkiye, Cumhuriyet olacaktır, Padişah ve Hanedan hakkında zamanı<br />

gelince icabeden muamele yapılacaktır. Tesettür kalkacaktır.<br />

Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir. Diyen Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>, bunları hayalcilik olarak değerlendiren ve yazmaktan<br />

vazgeçen Mahzar Müfit Beyi 1925 <strong>yılında</strong>, Kastamonu’da<br />

şapka giyilmesi ilan edip Ankara’ya dönünce orada bulunanlar arasında<br />

görür. Hemen yanına çağırır ve şöyle der: “….azizim Mahzar<br />

Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun? 30<br />

Mustafa Kemal 1919’da verdiği ve not ettiği kararlarının<br />

1925’lerde de arkasında olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.<br />

Bu konuda vereceğimiz son örnek ise, yine Misak-ı Millî sınırlarımızla<br />

ilgili 1937 yılına ait bir olay. Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

ölümünden 1 yıl kadar önce konu Hatay meselesidir. Bilindiği gibi<br />

Hatay, Ankara ve Lozan Antlaşmasın’da, özel bir statü ile, Suriye<br />

sınırlarında kaldı Ancak, Suriye’de manda idaresi kuran Fransa,<br />

1936 <strong>yılında</strong> Suriye’ye bağımsızlık verdi. Türkiye aynı bağımsızlığın<br />

Hatay’a da tanınmasını istedi. Fransa buna razı olmadı. Böylece<br />

de 1936’dan 1938, 39’a kadar Hatay meselesi, gittikçe gerginleşerek<br />

Türkiye’yi meşgul eden bir mesele oldu. Hatay Misak-ı Millî sınır-<br />

29 Cemalettin Taşkıran, <strong>Atatürk</strong> ve Misak-ı Milliyeye ait bir belge, Yeni Türkiye,<br />

Yıl: 1998, sayı:23-24, s.249-250-251-252.<br />

30 Mazhar Müfit Kansu, a.g.e., s.134.


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ 643<br />

larımız içindeydi. Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> bu kararının da arkasındaydı.<br />

1919’larda verilen bu kararın gerçekleştirilmesi için yaklaşık<br />

20 yıl sonra bir fırsat çıkmıştı. Aradan 20 yıl geçmişti ama Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> hâlâ kararının arkasındaydı. 1937 <strong>yılında</strong>, 2 ayrı hatırada,<br />

Mustafa Kemal’in bu konudaki ısrarını ve kararlılığını bulabiliyoruz.<br />

Bunlardan biri, uzun süre Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’le birlikte<br />

Çankaya köşkünde bulunmuş Hasan Rıza Soyak o anılarında, 1937<br />

<strong>yılında</strong>, Hatay meselesinin gergin olduğu ve heyecan yarattığı günlerde<br />

kendisine Mustafa Kemal’in şöyle dediğini belirtiyor: “….defalarca<br />

Fransız sefiri mösyö Ponsot’ya söylediğim gibi, dava (Hatay<br />

davası) benim şahsi davamdır ve icap ederse, yine şahsen halletmem<br />

gerekir; binaenaleyh, şayet böyle bir zaruret karşısında kalırsak,<br />

yani silahlı bir hareketle halletmek zorunda kalırsak, tutacağım yolu<br />

da çoktan kararlaştırmış bulunuyorum; böyle bir durumda; derhal<br />

devlet reisliğinden, hatta meb’usluktan istifa edeceğim; serbest bir<br />

vatandaş olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla beraber, Hatay topraklarına<br />

geçeceğim…” 31<br />

Aynı konuda Fahrettin Altay Paşa da hatıralarında şunları söylüyor.<br />

1937 yılı bir kış günü Mustafa Kemal Paşa, Fahrettin Altay<br />

Paşa’nın evine geliyor. Kapıyı çalıyor kapıyı açınca Mustafa Kemal<br />

Paşa’yı dalgın ve düşünceli görüyor. Sonra diyor ki: “….Üşütmesinden<br />

korktuğum için …. Hava çok sert; soğuk alırsınız, içeri buyurun!<br />

…dediğim vakit, o, dalgın hali ile döndü ve bir masaya oturdu. bir<br />

şeyler söyleyeceğini bekliyordum ki, dudaklarından şu cümleler döküldü:<br />

“…Paşa, dedi, biliyor musun ben, Cumhurbaşkanlığı’nı bırakıp<br />

Hatay’da çete reisi olacağım ….” 32<br />

Aldığınız bir kararın arkasında, milletvekilliğinden, hatta Cumhurbaşkanlığından<br />

vazgeçebilecek kadar durabilirseniz, sonuç almamak<br />

mümkün olur mu? İşte, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> böyle bir liderdi.<br />

Aslında onun çok farklı çok çeşitli liderlik özelliklerinden bahsetmek<br />

mümkün. Ancak biz, özellikle, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün olaylar<br />

hakkında net bir görüşe sahip olduğunu, olayları doğru değerlendir-<br />

31 Hazan Rıza Soyak, <strong>Atatürk</strong>’ten Hatıralar, Yapı - Kredi Yayınları, İstanbul,<br />

1973. Cilt II., s.607.<br />

32 Fahrettin Altay, On Yıl Savaş ve Sonrası 1912 – 1922, İnsel Yayınları, 1970,<br />

s.494.


644<br />

CEMALETTİN TAŞKIRAN<br />

diğini, yanlışlarla ikaz edici ve önleyici olduğunu, kararlı olduğunu,<br />

kararlı davrandığını ve kararlarının arkasında ısrarla durduğunu belirtmeye<br />

çalıştık.


ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU<br />

GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ?<br />

Doç. Dr. Esat ARSLAN*<br />

GİRİŞ<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün ölümünden sonra dış politikada yapılan<br />

bir dizi yanlışlıklar manzumesi sonrası, küresel ve bölgesel dengeleri<br />

kavrayamayış vaktiyle atalarımızı çok uğraştırmış olan Türkiye-Ermenistan<br />

ilişkilerini kronikleştirmiş, günümüzde de oldukça<br />

karmaşık yapısıyla TC’ni karşı karşıya bırakmıştır.. 1920’lerde kapanmış,<br />

tarihte kalması gereken bu mesele neden ve nasıl yeniden<br />

gündeme getirilmiştir? Ve nasıl Türkiye-AB ilişkilerine bağlanmıştır?<br />

Yeniden gündeme getirilen Ermeni sorunu, günümüzde,<br />

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik sürecine bağlanmış<br />

ve Türkiye-AB müzakerelerinde Türk heyetinin önüne getirilecek<br />

önemli konular arasına girmiştir. Doğu Sorunu bağlamında yayılmacı<br />

devletlerin Osmanlı Devleti’nin parçalanması kapsamında ele<br />

alınması gereken Ermeni Sorunu XIX.Yüzyılın ikinci yarısı ve XX.<br />

Yüzyılın ilk çeyreğinde atalarımızı oldukça uğraştırmış bu sorunun<br />

çıkışı aşağıdaki biçimde özetlenebilir.<br />

RUSLARIN SAVAŞLARDA YAPTIĞI “TEHCİR” VE<br />

“SOYKIRIM”, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA OSMANLI<br />

DEVLETİNCE YAPILAN “ZORUNLU GÖÇ”<br />

Ruslar Tarafından Topraklarından Kopartılan ve Zorla Göçürtülen<br />

Halk : Ermeniler<br />

Rusya 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması <strong>yılında</strong>n bu yana Orto-<br />

* Çağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi.


646<br />

ESAT ARSLAN<br />

doksluk hamiliğine soyunmuş, arkasından Panslavizmi örgütlemiş,<br />

ancak yapay uydu devlet yaratımı konusunda pek başarılı olamamıştı.<br />

Ama Avrupa Helen hayranlığı ve Yunan diasporası birlikteliği<br />

ile Yunanistan’ın yapay ulusal devletinin kurulabilirliğini görmüştü.<br />

Şimdi yapılacak olan Kafkaslar bölgesinde yeni bir yapılanmaya<br />

gitmekti. Bu olgu Revan’ın Erivan olma serüveninden başka bir<br />

şey değildi. 1828-1829 Osmanlı Rus Savaşı’nın Rusya açısından bir<br />

başka önemi vardı. Kafkaslardaki Rusya’nın çıkarlarını koruyan bir<br />

başka yapay ulus yaratılmalıydı.Yapay bir ulus yaratmak için nüfusa<br />

ihtiyaç vardı. Bu da Doğu Anadolu’nun içerilerinde azınlıkta<br />

yaşayan ancak Osmanlı’nın Millet-i Sadıkası durumundaki Ermenilerin<br />

göçürülme sorunuyla çözülebilirdi. 1828-1829 Osmanlı Rus-<br />

Savaşı’nda Erzurum’a kadar Doğu Anadolu’yu istila eden Rus Kuvvetleri,<br />

sayılan yaklaşık yüz bin bulan kalabalık ermeni nüfusunu,<br />

yine Osmanlı sınırlarından çok uzaklara, Türkmençay Antlaşması<br />

(22 Şubat 1828) ile İran’dan aldıkları Revan (Revan sonradan Erivan<br />

olmuştur) ve Nahçıvan’a naklediyorlardı. 1 Ruslar, ! 826-1828<br />

Rus-İran savaşının hemen ardından da Azerbaycan’daki pek çok<br />

Ermeni’yi aynı savaş sırasında ellerine geçirdikleri bu topraklara<br />

göçürmeyi başarmışlardı.<br />

Ruslar, İran ve Doğu Anadolu’dan göçürdükleri çok sayıdaki bu<br />

Ermeni nüfusu sayesinde, uzun vadede, ekonomik, siyasi ve askerî<br />

birtakım yararlar sağlamayı düşünüyorlardı. Bu faal Ermeni nüfusu<br />

yeni ele geçirilmiş olan Erivan ve Nahçivan topraklarının ekonomik<br />

olarak ihya edeceği gibi, aynı zamanda Ermenistan vilayetinin<br />

kurulmasına da vesile olacaktı. Bunun yanında, bu Ermeniler<br />

aracılığıyla İran ve Osmanlı Devleti’ne güçlü bir “askerî kordon”<br />

oluşturulacaktı. 2 Bu Rusların geleneksel politikasıydı. Kuşkusuz<br />

dışarıdan getirilen bu nüfus sayesinde ekonomik ve askerî yararlar<br />

başta olmak üzere ileriye dönük çok yönlü yararlar sağlayacağı muhakkaktı.<br />

Ruslar XVIII.Yüzyıl ve XIX. Yüzyılın, başlarında, çeşitli<br />

savaşlar sonucunda ellerine geçirdikleri geniş ve verimli topraklara,<br />

1 Kemal Beydilli, “1828-1829 misaOsmanlı-Rus Savaşı’nda Doğu Anadolu’dan<br />

Rusya’ya Göçürülen Ermeniler”, TTK, Belgeler, XIII/17, Ankara, 1988, s. 12<br />

2 Ufuk Gülsoy, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rumeli’den Rusya’ya<br />

Göçürülen Reaya, İstanbul, 1993, s. 24-25


ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ? 647<br />

daha çok ekonomik, askerî ve siyasi mülahazalarla bazı ülkelerden<br />

göçmenler getirterek yerleştiriyorlardı. Örneğin Ruslar Kırım’ı istila<br />

ettikten sonra, çok sayıda Müslüman Kırım halkı kütleler halinde<br />

Osmanlı topraklarına kaçmış bunun üzerine Ruslar, onların yerlerine<br />

1778 <strong>yılında</strong> 75.000 kişilik bir göçmen kafilesini getirip yerleştirmişlerdi.<br />

3 Rusya’da hüküm süren toprağa bağlı kölelik nizamlarına<br />

göre Rus köylüsünü getiremeyen (ancak Bolşevik sistemine geçişten<br />

sonra Rus köylüsünü getirmeye başladılar.) Çarlık rejimi, Kırım’dan<br />

çıkarılan Türklerin yerine başka uluslardan göçmenler getirmeyi<br />

düşünüyor ve 1784 -1787 yılları arasında Korsika, Livorna, Pisa,<br />

Cenova ve Almanya’dan yeni göçmenler getiriyorlardı. 1806-1812<br />

yılları arasında da Ortodoks olan Gagavuz Türkleri ve Bulgarları<br />

Burgaz’a iskan etmişlerdi. 1822 <strong>yılında</strong> Wurtenburg ve Bavyera’dan<br />

gelen Almanlar ise Sarata’ya, 1823 ‘te gelen İsviçreliler de Saba’ya<br />

yerleştirileceklerdi.<br />

Revan’ı başkent yapmışlardı, ancak bir türlü çoğunluk sağlayamıyorlardı.<br />

Gerçekten bu konu Erzurum Kongresinde de dile getirilmiştir.<br />

Karakol Derneği’nin Başkam Kurmay Albay Kara Vâsıf<br />

tarafından Erzurum Kongresi Başkam Mustafa Kemal’e yazdığı<br />

mektubun içeriğinde de yer almıştır. 4 Konunun Rus kaynaklarıyla<br />

da teyit edildiğinde gerçek olduğu ortaya çıkıyordu. 1908’de “Erivan<br />

Vilâyet Matbaası”nda basılan Rusça resmî “Pamyatnaya Knijka<br />

Erivanskoy Guvernii na 1908 God” adlı il yıllığında Erivan’da 242<br />

köyde 65.149 “Tatar” (Türk), 5.579 Kürt Toplam = 70.728 Müslüman)<br />

ve 45.329 Ermeni olduğu belirtilmiştir.Taşnakçı Ermeniler,<br />

Mart 1918 ‘den başlayarak,” Revan Türkleri”ni pek vahşice kırıp<br />

kaçırtarak, “Ermeni Çokluğu” kurmağa çalışmışlardır. 5<br />

Birinci Dünya Savaşı’nda Rusların Müslüman Halka Yaptığı<br />

“Soykırım”; Osmanlı Devletince Yapılan “Zorunlu Göç”<br />

Ruslar tarafından iki cephe arasına çıplak bir biçimde sürülen<br />

Müslümanlar isyan etmedikleri gibi, hiç bir şeyden habersiz, ça-<br />

3 Halil İnalcık, Kırım, c. VI, İstanbul, 1998, s.751<br />

4 M. Fahrettin Kirzıoğlu, Bütünüyle Sivas Kongresi, el, Ankara, 1993, s.277,<br />

A.g.e., s.277<br />

5 A.g.e., s.277


648<br />

ESAT ARSLAN<br />

resiz ve masumdular. Rusların Müslüman halka yapmış oldukları<br />

ise doğrudan “Kasıt - Grup - Organize Plan” ile özdeşleşen soykırım<br />

olmakla birlikte, savaştan sonra yapılacak olan plebisite zemin<br />

hazırlamağa matuf, bölgedeki Müslüman nüfusu yok etmeyi<br />

amaçlamaktaydı. Osmanlı Merkezî Yönetimini karşı harekete sevk<br />

eden bir başka önemli özellik de etkinin doğrudan Ruslardan gelmiş<br />

olduğudur. Bu durum, bir anlamda Arnold Joseph Toynbee’nin<br />

Challange&Respond (Meydan Okuma ve Karşı Koyma) tezini doğru<br />

bir biçimde ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle inisiyatif; ‘Ruslar’dadır<br />

ve “Meydan Okuma” doğrudan onlardan gelmiştir. Türkler<br />

de buna karşı bir anlamda kendi yurttaşını koruma adına hareket de<br />

bulunmuşlardır, kendi uyrukları olan Ermeniler lehine bir karar süreci<br />

içerisinde değerlendirilebilen bir hareket tarzım benimsemişler<br />

ve uygulamışlardır. Araştırıcı yazar Georges de Maleville değerlendirmelerine<br />

aşağıdaki şekilde devam etmektedir:<br />

“b. Enver Paşaya Ermeni toplumu göç ettirme fikri Van<br />

Gölü etrafındaki Ermenilerin ayaklanmaları ve ihtilalci bir ocak<br />

halinde bulunmalarından sonra gelmiştir.<br />

c. Ayrıca Enver, mektubu yazdığı tarihte, isyan etmiş Ermenilerle<br />

ilgili hiç bir karar almamış, aksine Ermenileri ya askerî<br />

hatların önüne ya da geri bölgelere yerleştirme konusunda bir<br />

seçenek önermiştir.” 6<br />

2 Mayıs 1915’te Enver tarafından öngörülen tedbirler sadece<br />

Doğu Anadolu’da isyan etmiş Ermenilerle ilgilidir. Osmanlı yöneticilerinin<br />

bırakın savaşın başlangıcında 1915 yılı başlarında bile<br />

zorunlu göç yasasına ilişkin bir düşüncelerini olmadığı gibi, bir<br />

planları da yoktur. Daha zorunlu göç geçici yasası çıkarılmadan 25<br />

gün önce, 2 Mayıs 1915’de Başkomutanlık Vekaletinde bir proje olmadığı<br />

gibi, öncesinde bir fikir dahi söz konusu değildir. Hele, hele,<br />

Ermenileri yok edecek gizli bir imha planı ise hiç yoktur. 7 Eğer Osmanlı<br />

Hükûmeti, Ermenileri daha iç bölgelere naklettirme yerine,<br />

bölgedeki Ermenileri, Rusların Türklere yapmış olduğu gibi cephe<br />

hatuna sürmüş olsaydı gerçek bir soykırımın en önemli unsuru<br />

olan kasıt unsurunda bahis olunabilirdi. Ancak, Ermeniler, Van’ın<br />

6 A.g.e., s 5<br />

7 A.g.e., s 5-6


ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ? 649<br />

Türkler tarafından alınması sırasında aynı şeyi Müslümanlara karşı<br />

yapmışlar taş taş üzerinde kalmayan yaşayan bir soykırım kenti<br />

görünümündeki bugünkü Van’ı insanlık alemine miras olarak bırakmışlardır.<br />

Ermeniler çekilirken Van’da ve çevresinde yaptıkları,<br />

işgal altında tuttukları bu bölgede yapılanlar insan havsalasını zorlar<br />

mahiyettedir. Osmanlı Yönetimi, beceriksizce, daha insani olan<br />

ikinci seçeneği, Ermenileri geri bölgelere nakletme ve iskan yolunu<br />

seçtiler. Bu hal tarzım da beceriksizce uyguladılar ve sonunda dram<br />

yaşandı. 8<br />

Osmanlı Hükûmetinin almış olduğu karar ve yapılan kendi yurttaşlarımızı<br />

geçici bir süre için savaşın direkt etkilerinden koruyacak<br />

biçimde kendi topraklarında, (Konya, Deyrizor, Halep gibi) emniyetli<br />

bölgelere alma ve İsmet Bey’in İçişleri Bakam Talat Paşa’ya<br />

sunduğu mektubunda belirttiği gibi “dağıtım” hareketinden başka bir<br />

şey değildir. Yani Ermeni yurttaşlarımız hiç bir şekilde hudut harici<br />

edilmemişlerdir, bir başka ifadeyle Rusların 1828 -1829 Savaşı’nda<br />

yaptıkları cebren, zorla göçürülmemişlerdir, zorla vatanlarını terke<br />

zorlanmamışlardır. Yapılan harekât alanın düzenlenmesi ve harekatla<br />

ilgili Amerikan Talimnamelerinin ortak olarak belirttikleri gibi,<br />

askerî harekât gereği, harekâttan etkilenebilecek yurttaşların güvenilir<br />

bölgelere alınması ya da harekâtı olumsuz olarak etkileyecek<br />

ayrılıkçıların kendi anavatanımız içerisinde geçici bir süre bir başka<br />

bölgeye alınma konseptinden başka bir şey değildir. Bunun da<br />

uluslararası platformlarda karşılığı “deportation = Hudut haricine<br />

sürmek” değil; “distribution=dağıtım, “evacuation = tahliye etmek”<br />

displacement = yer değiştirme”dir. ABD’nin tüm 100 ve 110 serisi<br />

sahra talimname (=Field Manual)’lerinde bu hususa açıkça yer verilmiştir.<br />

Ayrıca Sivil İşler ve Askeri Hükûmet (= Civilian Affairs &<br />

Military Government) talimnamelerinde de bu hususun detaylarına<br />

yer verilmiştir. Osmanlı Yönetimi, bölgede yaşayan yurttaşlarım savaştan<br />

sonra evlerine dönmek üzere geçici olarak kendi anavatanında<br />

güvenli bir bölgeye almaya karar vermiştir. Cephelerde savaşın<br />

güvenle sürdürülmesi ve yurt içinde de emniyetin sağlanması için<br />

o günün ortamında bir başka çare görülememiştir. Bu tamamen bir<br />

askerî önlemdir.<br />

8 A.g.e., s 6


650<br />

ESAT ARSLAN<br />

ERMENİ YURTTAŞLARIMIZ ALDATILMIŞLAR VE<br />

KULLANILMIŞLARDIR.<br />

Ermeni Sorunu ve benzeri sorunlar zamanın büyük Devletleri<br />

tarafından Osmanlı Devleti parçalanması için ortaya atılmış, üzülerek<br />

ifade etmek isterim ki Ermeni yurttaşlarımız bu ülkelerin<br />

ulusal çıkar ve hedefleri uğrunda kullanılmışlar ve aldatılmışlardır.<br />

Ruslar Ermenistan’ın Doğu Anadolu’yu kapsayacak biçimde “Büyük<br />

Ermenistan” hayaliyle başlattıkları harekete Doğu Anadolu<br />

Rusya’nın serhat kenti konumuna geldiğinde Ermenileri bu bölgelere<br />

Ermenileri sokmaktan imtina etmiştir. Fransızlar da Birinci Dünya<br />

Savaşı’ndan sonra kendi anavatanlarından asker getiremedikleri için<br />

Güney Doğu Anadolu’daki Urfa, Antep ve Maraş bölgesindeki Ermeni<br />

vatandaşlarımızı kullanmışlardır. Önce İngilizlerin daha sonra<br />

Amerikalı Protestan misyonerlerin teoloji seminerleriyle Ermeni<br />

toplumunu önce birbirlerine daha sonra asırlardır birlikte yaşadıkları<br />

Müslüman topluma karşı acımasız ölüm makineleri haline getirildikleri<br />

kitle psikolojisinin konuları arşına girdiği bilinmektedir.<br />

Büyük devletler, Ermeni kökenli Osmanlı yurttaşlarını Misyonerler<br />

aracılığıyla bölmeyi başarmışlar, kendilerine tabi bir unsur haline<br />

getirmeğe muvaffak olmuşlardı. Bu aldatılma ve kullanılmanın aracı<br />

Protestan, Katolik ve Ortodoks misyonerlerdi. Ermeni araştırmacı<br />

Levon Panos Dabağyan, misyonerlerin verdiği zararı şöyle ifade<br />

ediyor: “Ermeniler’in ‘Millî Kilisesi’ ile birlikte, millî bütünlüğü<br />

bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri, Emperyalist Devletlerin<br />

âdeta oyuncağı durumuna gelerek çok büyük kayıplara uğramışlardır”.Gerçek<br />

güneşin balçıkla sıvanamayacağı kadar açıktı.<br />

KURTULUŞ SAVAŞINDA TÜRKİYE-ERMENİSTAN<br />

İLİŞKİLERİ<br />

Siyasal alanda Ermeni Sorunu Gümrü Antlaşması ile bitmiş,<br />

Kars Antlaşması ile uluslararası boyut kazanmıştır.<br />

TBMM Hükûmeti ile Ermenistan Arasında Yapılan Gümrü<br />

Antlaşması<br />

TBMM hükûmetinin bir yabancı devletle yapmış olduğu ilk ant-


ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ? 651<br />

laşma Ermenistan Cumhuriyeti ile 2 Aralık 1920 tarihli Gümrü Antlaşmasıdır.<br />

TBMM adına Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir<br />

Paşa, Erzurum Milletvekili Süleyman Necati Bey ve Erzurum Valisi<br />

Hamit Paşa tarafından imzalanmıştır9 . Gümrü Anlaşması ile Ermeniler,<br />

Doğu Anadolu sınırlarımızı resmen tanıdıkları gibi, Sevr’in<br />

kendilerine tanıdıkları haklardan da vazgeçmişlerdir. 433 maddeden<br />

oluşan Sevr Antlaşmasıyla sınırlarının ABD Başkanı tarafından çizilmesi<br />

için Ermenilere tanınan bağımsız ve özgür Ermenistan olgusu,<br />

Sevr’den 3 ay 3 hafta sonra hem de Ermeniler tarafından yok<br />

sayılmış ve altı ili de kapsayan “Ulusal Ant” kendileri tarafından<br />

kabul edilmiştir. Ayrıca günümüzde ve her zaman olduğu gibi Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Ermenistan’a yardım etmeyi<br />

benimsemiştir. Bunların yarımda antlaşma metninde “Bir tarafta<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” denilmesiyle Ermenistan<br />

yeni devleti de benimsemiş olmuştur.<br />

Böylece Yeni Türk Devleti ilk kez kendi kurucu öğesinin adım<br />

uluslararası bir antlaşmaya hem de Ermeniler tarafından koydurmuş<br />

oluyordu.<br />

Türkiye - Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Arasındaki<br />

Kars Antlaşması<br />

13 Ekim 1921 ‘de Kars’ta imzalanan bu antlaşma, 1920’de Rusya<br />

Şuraları (Sovyetleri) Fedaratif Sosyalist Cumhuriyetleri içinde<br />

yer alan Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile komşuluk ilişkilerini<br />

düzenlemekte 16 Mart 1921 ‘de Rusya ile imzalanan Moskova<br />

Antlaşmasında belirtilen konulara benzer hükümleri kapsamaktadır.<br />

Bu antlaşma ile Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan da Türkiye<br />

deyimi ile “ Misak-ı Millî”nin kapsadığı sınırlar içinde toprakların<br />

anlaşıldığını kabul etmişlerdir. Antlaşma, TBMM adına Doğu<br />

Cephesi Komutam Edirne Milletvekili Kâzım Karabekir Paşa, Burdur<br />

Milletvekili Veli Bey ve Nafia Vekili eski Müsteşarı Memduh<br />

Şevket Bey tarafından imzalanmıştır. Antlaşma 16 Mart 1922 tarihinde<br />

207 sayılı kanunla kabul ve onanmıştır. 10<br />

9 İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları (1920-1945), c I, Ankara,<br />

1983, s.19-23<br />

10 Türk Parlamento Tarihi, 1919-l927, c I.Ankara, 1969, s.601-602


652<br />

ESAT ARSLAN<br />

<strong>Atatürk</strong>, 1 Mart 1922’de Meclisin Üçüncü Yasama Yılını açarken<br />

yaptığı konuşmada şöyle diyordu:<br />

“...Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan Sovyet Cumhuriyetleriyle<br />

Moskova Muahedenamesi esasları dairesinde<br />

Kars’ta 13 Teşrinievvel (1921) tarihli muahedenameyi<br />

akdettik. Bu muahede ile şarkta hukukî bir şekil alan<br />

vaziyet-i fiiliyemiz de Sevr Muahedenamesinin gayri<br />

kabili tatbik olduğunu gösteren vakayiden biridir.<br />

Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin menafı-i<br />

hakikiyesinden ziyade cihan kapitalistlerinin menafi-i<br />

iktisadiyesine göre halledilmek istenilen mesele Kars<br />

Muahedesiyle en doğru suret-i hallini buldu. Asırlardan<br />

beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın revabıt-ı hasenesi<br />

maalmemnuniye tekrar teessüs etti...” 11<br />

Türkiye -Ermenistan ilişkileri 1921 Kars Antlaşmasıyla rayına<br />

oturtulmuş, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> ‘ün Meclisin üçüncü yasama<br />

yılını açarken bir nevi planlama direktifi biçiminde meclise belirttiği<br />

bu konu 15 gün sonra Birinci Türkiye Millet Meclisi tarafından<br />

öncelikle ele alınarak 207 sayılı yasayla sorun tarihin derinliklerine<br />

gömülerek halledilmiş ve Türkiye-Ermenistan sınırı da kesin olarak<br />

çizilmiştir.<br />

ERMENİ SORUNU LOZAN ÖNCESİ BİTMİŞTİ, ANCAK<br />

BİR KEZ DAHA BÜYÜK DEVLETLERİN SORUNU OLDU-<br />

ĞU TEYİT EDİLDİ<br />

Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ve yeni Türk Devleti’nin siyasal<br />

bakımından kuruluşunu simgeleyen Lozan Antlaşması ile Ermeni Sorununun<br />

bittiği bir kez daha teyit edilerek, tarihin karanlıklarına gömülmüştü<br />

fakat, kırk yıl sonra sorun neden yeniden diriltildi?<strong>Atatürk</strong><br />

yaşasaydı, sorunun bugünkü biçimi almasına müsaade eder miydi?<br />

Füturolojist bir yaklaşımla sorunu bu şekilde günümüze bırakır mıydı?<br />

Buna verilecek yanıt, tek sözcükle hayır....Öyle olduğu halde o<br />

günlerden bugünlere nasıl gelinmiştir? Sorun nasıl yeniden alevlendirilmiştir<br />

? Ermeni Patrikleri, AB’ye üye olmaya çalışan Türkiye’ye<br />

11 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri I, Maarif Matbaası, İstanbul 1945, s. 226


ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ? 653<br />

neden savaş açmışlardır? Türk Diplomatlarına karşı silahlı Ermeni<br />

saldırıları AB ülkelerinde neden yoğunlaşmıştır?Türkiye, AB’ye<br />

tam üyelik için başvurduğunda, neden ilk ters yanıtı Avrupa Parlamentosundan<br />

almıştır? “Mayınlar” neden kaldırım taşları üzerine birer<br />

birer döşenmiş, AB, Türkiye’nin başına her adımda neden çorap<br />

örmeyi bir hedef olarak belirlemiştir ?<br />

Bir hafta gecikmeyle 13 Kasım 1922’de açılması gereken ancak,<br />

20 Kasım 1922’de toplanabilen Lozan barış konferansında Ermeni<br />

sorunu açılması ve kurtuluş savaşmın daha başında halledilmiş<br />

olan Türkiye’nin Ermenistan’la olan sınırının Lozan gündeminde<br />

bulunması düşünülmüyordu.Devlet olmanın ve uluslararası boyutta<br />

etik olmanın gereği buydu. Ancak, Bağlaşık Devletlerin Lozan’da<br />

bu sorunu yine gündeme getirebilecekleri bekleniyordu?Onun için<br />

kararlı olmak gerekiyordu.Yeni Türk Devleti de her türlü olasılığa<br />

karşı hazırlıklı olması, her türlü olumsuzluğu önceden düşünmeliydi.<br />

Her olasılık için mutlaka bir ihtimalat planı gerekliydi.İşte bu<br />

nedenle Lozan Konferansına hazırlıklı gidildi. İsmet Paşa (İnönü)<br />

Lozan Konferansına gönderilirken, kendisine üç sayfalık ve 14 maddelik<br />

bir Hükûmet talimatı verildi. Her sayfasında o zamanki bütün<br />

Bakanların imzalarını taşıyan bu ana talimatın birinci maddesi aynen<br />

şöyleydi:<br />

“1. Şark hududu:. (Ermeni yurdu) mevzû-i bahs olamaz.<br />

Olursa inkıta-ı müzakereyi mucip olur.” 12 *<br />

Türk Hükûmeti, Ermeni sorununun Lozan’da açılmasını istemiyordu.<br />

Talimat açık ve kesindi:. Doğu sınırları Moskova ve Kars<br />

antlaşmalarıyla çizilmiş olan Türkiye’den Lozan’da “Ermeni Yurdu”<br />

istenirse, Anadolu’dan toprak koparılmağa kalkışılırsa, barış<br />

görüşmeleri kesilecekti. Konferansı kesmek için İsmet Paşa’nın<br />

Ankara’dan tekrar talimat istemesine bile gerek yoktu. Barış görüşmelerini<br />

kesmek demek ise, tekrar savaşı göze almak, üç buçuk yıl<br />

sürmüş Millî Mücadeleden sonra yeniden silaha sarılmak demekti.<br />

Türkiye bu kadar kararlıydı. Lozan’da Türk heyetinin azınlık tanı-<br />

12 Bu talimatın tamamının tıpkıbasımı için bkz. Bilâl N. Şimşir, Lozan Telgrafları<br />

Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış Konferansı, Cilt I, Türk<br />

Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994, tıpkıbasım 1<br />

* Doğu sınırı, söz konusu olamaz..


654<br />

ESAT ARSLAN<br />

mında benimsediği en önemli ülke, aynen Osmanlı Devletinde olduğu<br />

gibi Türkiye Cumhuriyetinde de üç azınlık topluluğu Ermeni,<br />

Rum ve Yahudi olduğu gerçeğidir.<br />

Lozan Konferansında Batılılar Ermeni sorununu yine açtılar.<br />

Konferansta Ermenistan yoktu. Ermeni işini İngiliz Başdelegesi<br />

Lord Curzon açtı, Fransız, İtalyan ve Amerikan delegeleri de kendisini<br />

desteklediler. Batılılar Türkiye’ye karşı çok saldırgan bir dil<br />

kullandılar. İsmet Paşa gelişmeleri gün gün aynen şöyle rapor etti:<br />

13 Aralık 1922:<br />

“Öğleden sonra ekalliyetler (azınlıklar) komisyonu içtima etti.<br />

Reis Curzon müttefikler namına uzun beyanat ve teklifatını serdetti.<br />

Fransa ve İtalya teyid ettiler. Curzon’un teklifatının hulasası şudur:<br />

(...) Home Armenien (Ermeni Yurdu) meselesine temas etmek mecburiyeti<br />

vardır. Mevcut Ermenistan fakir dolu ve birçok Ermenilerin<br />

istemedikleri bir şekl-i hükûmeti vardır. Şimal-i şarki vilayetlerimizde<br />

ya (da) Kilikya ve Suriye hudutlarımızda bir içtima mahalli verilmesi<br />

istida olunuyor. (...) Cevap verdik. Curzon’un teklifatına aykırı<br />

cevap vermek üzere yarına kaldık...İSMET’ 13<br />

14 Aralık:<br />

“Ekalliyetler komisyonu içtima etti. İzahat ve cevaplarımızı verdik.<br />

Curzon hem dünkü, hem bugünkü beyanatımıza uzun, şiddetli,<br />

mütecâvizane mukabele etti. (...) Ermeni yurdunu müdafaa etti. Hulasa<br />

ekalliyetler sebebiyle şiddetli bir propaganda ve tehdit yapıldı.<br />

İngiliz ve Amerikan gazetelerinde ekalliyetler ve Ermeni yurdu sebebiyle<br />

pek şiddetli propaganda yapıyorlar. Yarın tekrar cevap vereceğiz<br />

(...) Vaziyet mücadeleli ve gergindir...İSMET “ 14<br />

15 Aralık:<br />

“Üç günden beri büyük bir faaliyetle idare edilen ekalliyetler<br />

propagandasının nâzik bir gününü geçirdik. Sabah Curzon riyasetinde<br />

komisyon içtima etti. Dünkü beyanatına hazırladığımız cevabı<br />

verdik. (...) Ermeni yurdu mes’elesini ve ilahirihi mevzu-i bahs ettik.<br />

Fransız ve İngiliz istatistikleri ile harpten evvel Türkiye’deki Ermeni<br />

miktanmn bir milyon küsur olduğunu söyledik. Üç milyon nereden<br />

13 Şimşir, Lozan Telgrafları I, s.210-211, No. 134<br />

14 Şimşir, Lozan Telgrafları I, s.215-216, No. 140


ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ? 655<br />

olduğunu sorduk. Şarkda ve Garpta eksilen Müslüman nüfusunun<br />

miktarını söyledik. Haksız muharebelerin tevlit ettiği harabelerde<br />

çalışmaktan gelen ve herhangi bir memlekete tecavüz etmemiş olan<br />

ellerimizin (bilhassa) temiz olduğunu ve herhangi ellerle mukayeseye<br />

hazır bulunduğumuzu bildirdik. Bizi itham ettikleri ika-i mevani<br />

ve ta’lik ve inkıtaa sebebiyet gibi tehdidatı serdetmekten maksat<br />

eğer tasmim olunan bir inkıta içün efkâr-ı umumiye-i cihanı galeyana<br />

getirecek bir vesile bulmak ise hakayiki kolayca ispat edeceğimizi<br />

ve mesuliyetin kendilerine râci olacağım... bildirdik. (...) Üç<br />

dört günden beri sıkı olarak ihdas edilen ekalliyetler propagandasını<br />

cidden tehlikeli bir şekle ifrağ etmişler idi. Vaziyette esaslı bir tebeddül<br />

ve sükunet hasıl olmuş ise de bunu ciddi bir tehditten sonra yine<br />

muvakkaten köşeye bırakmak şeklinde addediyorum... Ekalliyetler<br />

şimdilik teskin edildiğinden iktisadi sefere başlayacağız. Fakat, cidden<br />

küstah vaziyetleri vardır...İSMET “ 15<br />

Bundan sonraki gelişmeleri İsmet Paşa özetle şöyle bildirdi:<br />

17 Aralık:<br />

“Azınlıklar alt-komisyonunda İngiliz Ryan pek saldırgan bir dille<br />

Ermeni yurdu istedi. Kesinlikle reddediyoruz.” 16<br />

23 Aralık:<br />

“Azınlıklar alt-komisyonunda olağanüstü zorluk çıkardılar. Ağır<br />

tekliflerini reddettik.... ‘Ankara’ya telgraf çekmeksizin akşam treni<br />

ile hareket ederim dedim. (...) Müttefikler, barış için eskinin yalnız<br />

şeklini değiştirip özünü muhafaza etmeğe çalışıyorlar. ‘ Hemen her<br />

meselenin hududunda duvarlara dayanıp durmuşuzdur. Ya bizi yıkacaklar,<br />

eski usulde muaddel bir Sevres yapacaklar, ya (da) biz onları<br />

yıkacağız, her medenî millet gibi sulh yapacağız (...) Bu adamlarda<br />

eski itiyatlarından vazgeçmek ihtimali azdır... Vaziyet ağırdır.<br />

İSMET” 17<br />

Bu rapor üzerine Başbakan Hüseyin Rauf Bey (Orbay), ertesi<br />

gün İsmet Paşa’ya, Konferansça kesilmesi ihtimaline karşı ordunun<br />

hazır durumda olduğunu bildirdi. 18<br />

15 Şimşir, Lozan Telgraftan I, s. 218-220, No. 143<br />

16 Şimşir, Lozan Telgrafları l, s. 236, No. 165<br />

17 Şimşir, Lozan Telgrafları I, .s. 268-270, No. 199<br />

18 Şimşir, Lozan Telgraftan I, s. 271, No. 2902


656<br />

ESAT ARSLAN<br />

İsmet Paşa devam ediyor:<br />

26 Aralık:<br />

“Azınlıklar alt-komisyonunda Ermenilerin de dinlenmek istediğini<br />

protesto ettik ve delegelerimiz oturuma katılmadılar. Curzon,<br />

olayın kapanmış sayılacağını bildirdi.”<br />

31 Aralık:<br />

“Azınlıklar alt-komisyonu toplandı. Durum belirsiz ve kaygı vericidir.<br />

Fransa ve İngiltere, karşımıza tekrar birlikte çıkabilirler.”<br />

7 Ocak 1923:<br />

“Azınlıklar alt-komisyonunda Müttefikler Ermeni Yurdu, Asuri<br />

Yurdu, Keldani Yurdu’ndan bahsettiler. Rıza Nur toplantıyı terk etti.<br />

Ermeni işini açtıkları zaman sert davranmamız gerekiyor.”<br />

10 Ocak 1923:<br />

“Azınlıklar komisyonu toplandı. Ermeni yurduna kısaca değinildi.<br />

Reddettim. Curzon yumuşak bir konuşma yaptı. Yalnız Hıristiyan<br />

azınlıkların varlığı kabul ediliyor. Azınlıklar işi elverişli biçimde<br />

sona eriyor. Ermeni yurdu da son günlerindedir. Amerikalı hiç karışmadı...İSMET”<br />

19<br />

Böylece Lozan konferansında Ermeni sorunu kapandı. Yalnız<br />

Türkiye’deki Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaşlarımız azınlık olarak<br />

kabul edildiğinden Türk vatandaşı Ermenilere de azınlık hakları<br />

tanınıyordu.Süryaniler, Keldaniler gayrimüslim oldukları halde,<br />

yurttaş olarak kabul edilmiş, azınlık olarak kabul edilmemiştir.<br />

Osmanlı’dan devralman mirasta Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler üç<br />

dini azınlık olarak kabul edilmiş ve bu durum maalesef yeni Türk<br />

Devletinde devam etmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, 1 Mart 1923’te Meclis Dördüncü Toplanma Yılını<br />

açarken yaptığı konuşmada şöyle diyordu:<br />

“...Komşularımız Kafkas Cumhuriyetlerine gelince:<br />

Malumunuz olduğu üzere Kars Muahedesiyle aramızda mevcut<br />

münasebat-ı dostane-i hemcivari tarsin ve takviye edilmiştir (Dostça<br />

komşuluk ilişkilerimiz pekiştirilmiştir). Ve yine Kars Muahedesi<br />

ahkâmına tevfikan Tiflis’e izam eylediğimiz heyet-i murahhasa Kaf-<br />

19 Şimşir, Lozan Telgrafları I, s.360, No. 322


ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ? 657<br />

kas Cumhuriyetleriyle konsolosluk, müzaheret-i adliye, posta ve telgraf,<br />

şimendifer mukavelât müzakeratını hüsnü suretle hitama erdirerek<br />

akd ü imza etmiş ve berayı tasdik işbu mukavelât Meclis-i âlinize<br />

arz kılınmıştır. Aynı zamanda Tiflis ‘te Rus Şûralar Cumhuriyeti ile<br />

posta ve telgraf ve şimendifer mukavelâtı akd ü imza olunmuştur.<br />

Muhterem komşularımız olan Kafkas Cumhuriyetleriyle ve onların<br />

müttefiki olan Rus Şûralar Cumhuriyeti ile münasebat-ı hemcivari<br />

ve dostanemizi bu suretle mukavelâta raptederek tahtı intizama almak<br />

bizim için mucib-i memnuniyettir.” 20<br />

Yeni Türk Devleti’nin kuruluş belgesi olan Lozan Antlaşmasının<br />

imzalanmasından 20 gün sonra İkinci Dönem TBMM’ni açarken<br />

Mustafa Kemal, 13 Ağustos 1923’te Ermeni sorununun tarihin derinliklerine<br />

gömüldüğü konusunda şunları söylüyordu:<br />

“Efendiler, şarkta Trabzon’u, cenupta Adana’yı ihtiva edecek<br />

büyük Ermenistan’dan eser kalmamıştır. Ermeniler tabiî olan hudutları<br />

dâhilinde bırakılmıştır.” 21<br />

Yeni Türk Devleti, daha cumhuriyeti ilan etmemişken aydınlık<br />

geleceğine Ermeni sorunundan arınmış olarak başlıyordu. Aslında<br />

bir anlamda büyük güçlerin oluşturduğu iki yapay ulus devletinin<br />

güdülenen yayılmacı hareketlerine de dur denilmişti.Saldırganlığı<br />

amaç alan “Büyük Yunanistan” (Megali İdea) ideali ile Doğu<br />

Anadolu’yu hedef alan “Büyük Ermenistan” emeli de 1923 <strong>yılında</strong><br />

durdurulmuş, duraksatılmıştı.<br />

LOZAN’DAN SONRA AZINLIK HUKUKU OSMANLI<br />

DÖNEMİNİ TEKRARDAN ÇAĞRIŞTIRIYOR...<br />

Lozan konferansında Ermeni sorunu kapanmakla beraber, yeni<br />

Türk Devletinde Ermenilerin azınlık olarak tescil edilmeleri aslında<br />

kaderini bu ülkeyle bütünleştirmiş olan Ermenileri ta can evinden<br />

vurmuştu.Yayılmacı Devletlerin Birinci Dünya Savaşı’nda Ermenileri<br />

kullanması ve aldatması ve akabinde Lozan’daki umulmayan<br />

ancak beklenilen tavrı olmasa, tekrardan millet-i sadıka durumuna<br />

yükseleceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı hiçbir Ermeni, azınlık<br />

hukukunu bir ayrıcalık hukuku olarak algılamıyor, aksine bunu<br />

20 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri I, Maarif Matbaası, İstanbul 1945, s. 291<br />

21 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri I, Maarif Matbaası, İstanbul 1945, s. 306


658<br />

ESAT ARSLAN<br />

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmada önemli bir engel olarak görüyorlardı.<br />

Zira çoğunluk sosyolojik olarak bir ülkede kuralları oluşturan,<br />

uygulayan ve konumları itibariyle en çok çıkarları olan grup<br />

olarak algılandığında, azınlıklarda konumların ve çıkarların çoğunluk<br />

tarafından kısıtlanacağı endişesi bulunuyordu. Diğer bir deyişle<br />

bu durum yurttaşlık hukuku bakımından da, farklılıkları körükleyen<br />

bir açmazlar sarmalıydı. Karşı karşıya kalınan durum, canından can<br />

koparmakla özdeşleşen, Ermeni yurttaşlarımızın azınlık psikolojisine<br />

itilmesi, azınlık ezilmişliği içerisinde bırakılmasını sağlayıcı bir<br />

durum olarak algılanıyordu.Büyük Devletler yine Lozan’da yapacaklarını<br />

yapmışlar, din temelinde kardeş halkları ötekileştirilmenin<br />

enstrümanlarını yakalamışlardı. Bunun bir sonucu olarak, Ermeni<br />

yurttaşlarımız birinci sınıf yurttaşlıktan, uluslararası platformun<br />

koruyuculuğunda kilisenin gözetimi altında bir azınlık durumuna<br />

düşürülmüşlerdi. Yeni Türk devletinde Müslüman olmayan unsurlar<br />

azınlık olarak kabul edildiğinden Türk vatandaşı Ermenilere de<br />

azınlık hakları tanınmıştı.Bu durum Osmanlı Devleti hukuk sistemini<br />

tekrar çağrıştırmaktan başka bir şey değildi. Aynı zamanda, yurttaşlar<br />

arasındaki eşitlik ilkesinin de zedelenmesiydi.<br />

ERMENİLERİN İTİBARI İADE EDİLİYOR...<br />

Mustafa Kemal, yeni Türk Devletini yapılandırırken, Büyük<br />

Devletlerin azınlık statüsünde ısrar ettikleri üç gayrimüslim yurttaşlarımızı<br />

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldurmanın yollarını arıyordu.<br />

Misak-ı İktisattan sonra adalet sisteminin yeniden yapılanması<br />

kapsamında tüm Türk yurttaşlarım kucaklayan 1926 <strong>yılında</strong> Medeni<br />

Kanunun kabul edilmesinden sonra Lozan’da azınlık statüsünde bulunan<br />

üç gayrimüslim unsur TC vatandaşlığına kavuşmanın onurunu<br />

yaşıyorlardı. Medeni Kanunla gerçekleşen adalet reformu, Lozan’da<br />

büyük devletler tarafından dayatılan azınlık argümanının tarihin derinliklerine<br />

gömüyor, üç cemaat de kendi istekleri ile azınlık statüsünden<br />

vazgeçiyorlardı. Hiç bir zaman ötekileştirilmelerine izin<br />

verilmemiş, TC vatandaşı Ermeni yurttaşlarımızın itibarlarının iadelerine<br />

girişiliyor, birçok Ermeni genci Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

isteği doğrultusundan öğrenim için Avrupa’ya gönderiliyorlardı.<br />

Mustafa Kemal’in tutum ve davranışında bir zamanlar yaramazlık<br />

yapan bir çocuğun affedilmesi gibi Ermenilerin itibarlarının iadeleri<br />

sezinleniyor ve simgeleşiyordu. Bu şekilde Yeni Türk Devleti’nin<br />

inşasında azınlık statüsünde yer alan bütün yurttaşlarımız görev


ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ? 659<br />

üstleniyorlardı. Türk Dil Kurumu’nun oluşumunda soyadını bizzat<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün verdiği ve sivil inisiyatif biçiminde örgütlendirilen bu<br />

kurumun baş uzmanlığına Agop Martayan (Agop Dilaçar) getiriliyordu.<br />

Türk mali sistemi yine soyadını Mustafa Kemal’in “Türker”<br />

olarak verdiği Berç Keresteciyan’a emanet ediliyordu. Türk<br />

Millîyetçiliğinin oluşumunda ve Türk Tarih Kurumu’nun uluslararası<br />

düzeye getirilmesinde iki Yahudi kökenli bilim adamımız da görev<br />

alıyordu.Bunlardan birincisi, Ziya Gökalp’in hemen her vesile ile<br />

ifade ettiği, Türk millîyetçiliğine önemli katkılarda bulunan ve yazdığı<br />

“Kemalizm, Türkleştirme ve Türk Ruhu” kitaplarıyla tanınan<br />

Munis Tekinalp müstear adıyla Moiz Cohen’di. Diğeri ise bir anlamda<br />

Agop Dilaçar’ın karşısında yer alan ve yazmış olduğu “Arap<br />

Harfleri Terakkimize Mani Değildir” eseriyle duruşunu belli eden<br />

Prof.Dr.Avram Galanti’ idi. Bodrumlu olarak tanınan ve İkinci Dünya<br />

Savaşı sırasında TBMM Nevşehir milletvekili Avram Galanti’nin<br />

bir önemli özelliği ise onun ünlü bir tarihçi olmasıydı. Yazmış olduğu<br />

altmışın üzerindeki uluslararası düzeydeki kitabıyla haklı bir üne<br />

sahipti.Bir diğer önemli sivil inisiyatif Türk Tarih Kurumu’nun yeniden<br />

yapılandırılmasında önemli katkıları olmuştu. Avrupa’da kendi<br />

soydaşları soykırıma tabi tutulurken o, varlık vergisinin gerekli olduğunu<br />

söyleyerek TBMM’de milletvekilliği görevini icra ediyordu.<br />

AGOP DİLÂÇAR<br />

Dil konusu açıldığında, Ermeniler Türk dili ile öylesine bütünleşmişlerdir<br />

ki, kendi özel ilişkilerinde Türkçe’den başka bir dili<br />

kullanmamaya azami çaba gösterdikleri bilinen bir gerçektir. Yukarıda<br />

da ifade edildiği gibi Edebiyat konusunda yaptıkları katkılar<br />

yanında Türk dilinin gelişmesi konusunda da büyük katkılarda<br />

bulunmuşlardır. Bunlardan biri de kuşkusuz asıl adı Agop Martanyan<br />

olan Agop Dilâçar’dır. Türk dilinin gelişmesine yapmış oldukları<br />

hizmetlerinden dolayı Dilâçar soyadı 1935’te kendisine bizzat<br />

<strong>Atatürk</strong> tarafından verilmiştir. Mustafa Kemal ile asıl tanışıklıkları<br />

Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye cephesinde olmuştur. O tarihlerde<br />

Orduda yedek subay olan, Kafkas cephesinde yaralandığı için Gazi<br />

madalyalı Dil bilimcisi Agop Dilâçar, 1917 <strong>yılında</strong> Latin abecesine<br />

geçiş çalışmalarını Mustafa Kemal’e Şam’da 7. Ordu Karargahında<br />

göstermiş ve kendisi ile harf devrimini burada tartışmıştır. Kendisi,<br />

26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayında düzenlenen Birinci Türk


660<br />

ESAT ARSLAN<br />

Dil Kurultayına çağırıldı. 22 Agop Dilâçar, bu kurultaya bir yabancı<br />

dil adamı gibi çağrılmasına alınmıştır ancak, yüksünmemiştir. Ancak<br />

kendisine bu konuda haksızlık edildiği de bir gerçektir. Bu kurultaydan<br />

sonra Türk Dil kurumu Başuzmanlığına getirildi. Dilâçar,<br />

Dil Devrimi bağlamında “ Arındırma ve Özleşme” stratejisi ile ilgilenmiştir.<br />

Ermeni asıllı olmasına karşın Cumhuriyet döneminin<br />

en büyük dil bilimcilerindendir. Ağdalı yapmacık, yabancı sözcüklerle<br />

dolu Türkçe’ye, halkın kavrayışına aykırı olduğu gerekçesiyle<br />

karşı çıkmıştır. Yeni kavramları karşılayacak sözcüklerin, diğer<br />

diller yerine eski öz Türkçe eserlerden (Kutadgubilig gibi) ve halk<br />

arasındaki kullanımlardan derlenmesine taraftan olmuştur. Nitekim<br />

Dilâçar’ın Başuzmanlığı sırasında, Mart 1933’te 1382 Arapça ve<br />

Farsça sözcüğe Türkçe karşılıklar aranması amacıyla halk arasında<br />

bir anket yapılmış ve bu sözcükler radyo ve gazeteler aracılığıyla<br />

duyurularak, halkın bu sözcüklere yatkınlığı ve benimsemesi istenilmişti.<br />

Bu tutum dayatmacı olmayan, bulgulann kendi halkıyla<br />

bütünleştirildiği tamamen bilimsel bir yaklaşunı dikte ettirmektedir.<br />

Bu bakış açısı bir başka Türk dili hülyalısı 1914 <strong>yılında</strong> ölen<br />

İsmail Gaspıralı (Gaspıranski)’nin de en büyük hayaliydi. Çıkardığı<br />

“Tercüman”gazetesiyle, Adriyatik Denizinden, Çağatay’a, Çin Denizine<br />

kadar ortak bir Türkçe’yi kullanabilmenin özlemini çekmişti.<br />

Ancak, Türk Bayrağı altında molla rejimi ya da Arap millîyetçiliği<br />

liderliğinde ümmetçilik özlemi çeken bilinen şeriatçı medya tarafından<br />

çok eleştiriye uğramıştır Dilâçar, köklerimizden bizi ayıran,<br />

soyutlayan Ermeni diye acımasız tenkitlere uğramıştır. Oysa, otonomlaştırılmış<br />

Sovyetleştirilmiş ve ayrımlaştırılmış eski Türkistan<br />

coğrafyasında köklerimizden ayırım özleştirme kapsamında konuşulan<br />

ortak dilin Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılarak, yerine<br />

Rusça sözcüklerle değiştirilmesi olayıdır. Rus şovenizmi altında<br />

yapılan ; doğa ile iç içe bulunan nomad kültürü içerisinde gelişme<br />

göstermemiş olan kırsal dilin Kiril abecesi ile Rus kent kültürü ve<br />

teknolojisindeki sözcük bombardımanına tutulması olayıdır. Agop<br />

Dilâçar’a atfedilen tümüyle yanlıştır. Türkçe Konuşan Ülkeler Kurultaylarında<br />

kulaklarında Rusça’yı ana dil olarak kullanan aralarında<br />

simültane kulaklıklarla ancak anlaşabilenlerin bu durumdan çıkarabilecekleri<br />

çok dersler bulunmaktadır.<br />

Türkçe yapısı itibariyle sistemleştirilmiş büyük bir dildir. Aslında,<br />

kendi sigortalarını da ortaya koymuştur. Onun zenginleşerek<br />

22 Kaya Türkay, A. Dilâçar, Ankara, 1982, s.15-16


ATATÜRK YAŞASAYDI ERMENİ SORUNU GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ BİÇİMLENİR MİYDİ? 661<br />

bilim ve felsefe dili olma yolundaki gelişimini geciktiren engelleri<br />

aşmak zorunda olduğumuzun bilincine varmalıyız. Zengin bilim ve<br />

felsefeye elverişli bir dile sahip olamayan milletler, bu varlığa sahip<br />

olan milletlere daima muhtaç olacakları kuşkusuzdur. Bir başka<br />

ifadeyle, üreten o toplumun tüketicisi durumuna gelecekleri de kuşku<br />

götürmez bir gerçektir. Bu yüzden onların tam bağımsızlığından<br />

da bahsedilemez. Dille ilgili sorunlarımızı politik kaygılardan uzak<br />

olarak bilim alanına çekmek zorunda olduğumuzun bilincine varmalıyız.<br />

Böyle bir tutum içerisinde de çözülemeyecek bir sorun yoktur.<br />

BERÇ TÜRKER KERESTECİYAN<br />

Mütareke döneminde Osmanlı Bankası Müdürlüğü görevini icra<br />

ederken, yabancı dillere hâkim olmasından dolayı, İngilizlerin isteği<br />

ile İngiliz İşgal Kuvvetlerinin baskısıyla zorunlu olarak tercümanlık<br />

yapmağa başlamıştı. Aslında bir bakıma, Mili Mücadeleye yardım<br />

etmek için bu görevi benimsemişti. Olayların içersinde bulunması<br />

Anadolu’ya silah kaçıran millîcileri himaye etmesini, yakalananları<br />

“Suçsuzdur” diye bıraktırması gibi bir imkan da yaratmıştı. Osmanlı<br />

Bankasının Millî Mücadeleye yapmış olduğu önemli katkı onun sayesinde<br />

gerçekleşmişti. Bununla da yetinmemiş, Fransa’dan silah ve<br />

mühimmat alınmasının perde arkasında da o bulunuyordu. Ermeni<br />

kapı komşusunun dedesinin Zeytinburnu cephane fabrikasında ustabaşıyken<br />

Anadolu’ya silah sevkiyatını örgütlemesine de ön ayak<br />

olmuştu.Kurtuluş Savaşı başlarken son derece önemli katkısı ise,<br />

Mustafa Kemal’i Samsun’a götüren Bandırma gemisinin İngilizlerin<br />

torpilleme söylentilerini yetkililere aktarması, onun bu bilgisi sayesinde<br />

geminin rota değiştirmiş olmasıydı. Mustafa Kemal’in Bandırma<br />

Vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmasından önce, Paşa’nın<br />

avukatı Saadettin Ferit’e “Siz, Paşa Hazretleri’nin hem avukatı,<br />

hem zannederim yakın dostusunuz. Paşa hazretlerinin bindiği vapur<br />

Boğaz dışında bir İngiliz torpidosu tarafından batırılacak. İkaz ediyorum.<br />

Lütfen Paşa Hazretleri’ne iletiniz, kıyıdan gidiniz” demişti.<br />

Kurtuluş Savaşı bitince haklı olarak, bu konuda kılı kırk yaran<br />

TBMM, ona İstiklâl Madalyası vermiş, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> de<br />

soyadı kanunu çıkınca kendisine Türker soyadını layık görmüştü.<br />

Yeni Türk Devleti’nin Misak-İktisat çerçevesinde yeniden yapılandırılmasında<br />

zamanın Osmanlı Bankası müdürü Berç Keresteciyan<br />

(Türker) görev almıştı.,<br />

1923-1933 arasındaki bütçeyi yapanların başında geliyordu.


662<br />

ESAT ARSLAN<br />

Günümüzde nostalji olarak bakılan bir “Denk Bütçe” kavramım hiç<br />

unutulmayacak bir biçimde kafalara kazımıştı adeta.. Berç Türker<br />

Keresteciyan TBMM 5. Dönem, 6. Dönem ve 7. Dönem’de (1935-<br />

1946)<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gayrimüslimler ayırma karan aldığı kontenjandan<br />

Afyonkarahisar milletvekilliği yapmıştı. Berç Türker Keresteciyan<br />

Cumhuriyet döneminde milletvekilliği yapmış 12 gayrimüslimden<br />

(1962 Senatosu ile 13) biridir.<br />

SONUÇ<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün sağlığında bütün bu yapılanlar kültür<br />

millîyetçiliği bağlamında millet-i sadıka’nın itibarının tekrar iade<br />

edilmesinden başka bir şey değildir..Ancak, 1936 <strong>yılında</strong>n itibaren<br />

hastalanması dolayısıyla, yönetimden uzak kalması ve ölümünden<br />

sonra da eski Osmanlı İmparatorluğunu yıkan Hürriyet ve İtilaf ile<br />

bilinen İttihat Terakki particilik anlayışı adım adım bugün içinden<br />

çıkılamayan bir açmazlar sarmalı içersine Türkiye’yi sokmuştur..<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ölümünden ve özellikle de 1939 <strong>yılında</strong>n itibaren onun<br />

yeşerttiği Çağdaşçılık politikasının bırakılarak Osmanlı Batılcılığına<br />

evrilmesi, bir başka deyişle eski Osmanlı politikalarına dönüş,<br />

Batıya ödün verilme sürecini hızlandırmıştır. Oysa ki, onun yaşadığı<br />

dönemde Ermeni vatandaşlarımız Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’e bir<br />

vefa borcu olarak Türk Ulusunun toplumsal belleğini kazınan güzel<br />

imzasını güzel yazı ve matematik öğretmeni Vahram Çerçiyan’la<br />

ölümsüzleştirmesini sağlamışlardır.


BİR GAZİNİN HATIRATINDAN KURTULUŞ SAVAŞI’NDA<br />

ANKARA VE BÜYÜK TAARRUZ<br />

Prof. Dr. Sadık DEMİRSOY*<br />

Yaklaşık olarak 2 yıl önce sahaf diyemiyorum, eski kitap satan<br />

bir satıcının yere atılmış kitap yığınlarının içinde Osmanlıca yazılmış<br />

iki küçük defteri bulmam ve satın almam ile dünyalar nerede ise<br />

benim oldu. Türk tarihi için çok önemli bir belge olan bu defterlerin<br />

birincisi Kurtuluş Savaşı’nın Ankara’sındaki gündelik yaşamı ve<br />

daha sonra sonuçta Büyük Taarruzla elde edilen muhteşem zaferin<br />

kazanılışını cepheden anlatan günlük hatırattı. İkincisi ise yazarın<br />

1339 yılını kapsayan 3. cilt hatıratıydı. Ne yazık ki 17 Eylül 1339<br />

tarihi ile 1339 tarihi arasındaki 2.cilt hatıratı kayıptı. Birinci defter<br />

1 Kanunisani 338 (1 Ocak 1922) tarihinden başlayıp 17 Eylül 1922<br />

tarihine kadar devam ediyordu. Birinci defterin başlangıcı şöyle idi<br />

(Resim 1):<br />

Resim 1. Hatıratın giriş sayfası.<br />

* Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi


664<br />

SADIK DEMİRSOY<br />

DEFTERİ HATIRAT 1338<br />

1.Cilt<br />

1 Kanuni sani 338 Pazar<br />

Ankara’da başladım.<br />

M.Muhsin<br />

1 Kanuni sani 338 Pazar<br />

Bugün gecenin bulutlar ve kavli buruk çehresi ile (337) senesini<br />

maziye terketmekle yeni seneye yani (338) senesine giriyoruz. Kim<br />

bilir bu sene içinde pek acılı günler geçireceğiz. Pek elem devreleri<br />

sen minimini defterim meali çizgileri üzerinde ilelebet saklamamak<br />

ihtimali ki bu tarihi hatıratın sen müstakbelde vatanın bir gencin eline<br />

düşeceksin. İşte o zaman mazide gençlerin geçirmiş olduğu süzişli<br />

hayatı ihtimal ki ağlayarak okuyacaklar. Kim bilir belki de mesut<br />

olacağız. Şu millî davamızda muzaffer olarak çıktıktan sonra atideki<br />

ensali seve seve seni okuyacaklar. Hülasa defterciğim sana şöyle bir<br />

mukkadime ile başlamaklığım sırf mazideki senin senende görmeyip<br />

onun yerine ilelebet iftihar edilecek onlarla yine senin ağuşunda<br />

maziyi unutup hal ile mesrur olmaklığım içindir. Sakın darılma<br />

dinle, sabah pek mamun bilmem neden ruhumu ince derinliklerinde<br />

müphem bir ihtiraz var.<br />

Resim 2. Hatıratta Kuvayı Millîye Ankarası


BİR GAZİNİN HATIRATINDAN KURTULUŞ SAVAŞI’NDA ANKARA VE BÜYÜK TAARRUZ 665<br />

Daha sonraki günlerde Kuvayı Millîye Ankara’sından izler<br />

vardı.<br />

10. Kanun: sani 38 Salı<br />

……Bugün kahraman ordularımızın ilk muzafferiyet kazandığı<br />

İnönü Harbinin seneyi devriyesi ve Hâkimiyeti Millîye Gazetesinin<br />

de 3.sene devriyesi olduğundan gazete resimli ve kırmızı renkli<br />

büyük dört sayfalı çıkmıştı. Onu okudum. Birçok muharrirlerin<br />

İnönü’yü tesit eden.... havi makaleleri ile malul mal idi. Cidden<br />

Türklük iftihar edeceği bu tarihi muzafferiyeti ben de şuracıkta tesit<br />

etmekten kendimi alamadım. Sevinirim. Çünkü yoktan vücuda<br />

gelen bir orducukla teçhizatı her şeyi mükemmel, katiyen yıpranmamış<br />

bir yunan ordusuna galebe edildi. Alçak düşman orducuklarımızın<br />

karşısında makhur, zelil, perişan firara kadem bastı. Ben<br />

Türk olduğum için cidden müftehirim ve atide alçak düşmanın daha<br />

rezil bir suretle kaçarak İzmir’deki denize dökülmesini Ulu Tanrıdan<br />

dilerim………..Bugün saat üçte Ankara’daki bütün kıtaat resmi geçit<br />

yapacaktı. Yanımızdan geçen Koyunpazarı Caddesinden müzik<br />

ile kıtaat geliyordu. Hemen Nafi ile beraber aşağı indik. Daha resmi<br />

geçit başlamamıştı. Millet bahçesine girerek tam Büyük Millet<br />

Meclisinin Binasının karşısında halk arasında biz de bir yer bulduk.<br />

Büyük Millet Meclisinin balkonu seraba mebuslarla dolu idi. Sağ<br />

taraftaki kapının önünde ecnebi sefirler, murahhaslar vardı. Nihayet<br />

Büyük Millet Meclisinin İsmail Zühtü Bey’in gayet muntazam hale<br />

koyduğu bando olduğu halde kıtaat resmi geçide başladı. Bando parkın<br />

duvarının yanında durarak kıtaat resmi geçide başladı. Bu anda<br />

Gazi Başkumandan Müşir Mustafa Kemal Paşa Hazretleri meclisin<br />

ortadaki kapısı önüne kadar gelmişti. Başında alacalı bir kalpak, arkasında<br />

güzel bir kürk, ayağında da pek nadir bir tozluk bulunuyordu.<br />

Zayıf, sevimli siması ile resmi geçit yapan kıtaata bakıyor.<br />

Merhaba diye askerî taltif ediyordu. En önde makine tüfenk sıhhiye<br />

istihkamı ile beraber riyaset muhafız taburu geçti. Her birliğin ayrı<br />

ayrı müselesül şekil bayrağı vardı.Kıta başından nihayete kadar haki<br />

elbisesi muntazam teçhizat ve süngüler silahlara takılı bir suretle<br />

geçti. Pek muntazamdı. Ah ne olurdu bütün askerlerimiz bu suretle<br />

teçhiz edilmiş olsaydı. Sonra milis kıtaatla Karadeniz Laz kıyafetli


666<br />

SADIK DEMİRSOY<br />

muhafız bölüğü geçiyordu. Bunların bayrağı Kuvayı Millîye bayrağıydı<br />

(yeşil ve kırmızı). Sonra başları miğferli (ganayım alınmış<br />

miğferler) önde merkez takım kumandanı ve yaveri geçti. Nihayet<br />

diğer bölükler geçti. Fakat bu bölükler pek muntazam değildi. Resmi<br />

geçit hitam buldu….<br />

Kahramanımıza cepheye gitmesi için görevlendirme emri<br />

verilir. Ancak hatıratta açık yüreklilikle bu göreve gitmemek<br />

için çeşitli uğraşlara girer ve torpil bulmaya çalışır. Yani eski<br />

günlerin de günümüzden pek farkı yoktur. İsterseniz bu çabaları<br />

kendi yazısından işitelim.<br />

12 Kanun: sani 38 Perşembe<br />

Bugün saat 9.oo’da kalktım. Askeri elbisemi giyerek ağabeyimin<br />

de amcaya vereceği mektubu alarak doğru amcalara vardık. Biraz<br />

önce amca gitmiş. Abla ve Hemşire Kadriye Hanım var idi. Onlarla<br />

benim meseleye dair konuştuk. En iyisi mektup yazmaya karar vererek<br />

asıl akrabalığın şimdi gösterilmesine dair gayet acıklı mektup<br />

yazmıştım. Amca okumuş, beni Büyük Millet Meclisi’ne Ahmet ile<br />

çağırmış. Gittim. Encümen olduğundan akşam evde tavsiyenameyi<br />

vereceğini, muameleye dair reisliğe götürmekliğimi söyledi. ……<br />

Artık kahramanımız cepheye gitmeye karar verir Bu kararı<br />

verirken de oldukça kızgındır :<br />

22 Kanuni sani 38 Pazar<br />

……..Ben de kızdım.Bugün muayeneye gidecek iken vazgeçerek<br />

cepheye gitmeye karar verdim. Çünkü Türkiye’de ne kadar<br />

namussuz, vicdansız, namert varsa hepsi geride rakı içmekte, kadın<br />

oynatmakta, namuslu ailelerin iffetini pay imal etmek emelindeler.<br />

Hakkı mazeretmiş, hakmış, adaletmiş bunlarda mevkut. Doğru meclise<br />

amcaya gittim. Yok. Evine gittim. Oraya inzibat gelmiş. Ablaya<br />

amcanın akşam beni kurtarmasını söyleyerek doğru merkeze giderek<br />

muavine göründüm. O da inzibat zabıtanının odasında oturunuz<br />

dedi. Akşama kadar inzibat zabıtanından Mülazım Ahmet, Evvel<br />

Faik, Evvel Ali Rıza, Sami, Faruk Beyler vesaire Doktor Medeni<br />

oturduk konuştuk. Terfi eden zabitana baktım. Akşam amca kefaletle


BİR GAZİNİN HATIRATINDAN KURTULUŞ SAVAŞI’NDA ANKARA VE BÜYÜK TAARRUZ 667<br />

Çarşamba günü hareket etmek şartıyla çıkardı. Amcalara giderek,<br />

karanlıkta eve geldim. Beni zavallılar aramış. Avni gelmiş “küfürbaz<br />

herif” Avni gitti, yattım.<br />

25 Kanuni sani 38 Çarşamba<br />

Sabah gayet erken altıda kalktım. Kırmızı fanilayı, askerî elbisemi<br />

giydim. Eşyaları yerleştirdim. Ağabeyler köfte yapmış, Birçok<br />

yumurta pişirmişler. Eşyaları kalfa ile toplayarak denk yaptık. Avni<br />

denilen herif akşamdan iki mekkare göndereceğini vaat etmişti.<br />

Ömer’i de sabahtan göndermiştik. Saat sekizde çocuk geldi. Vermemişler.<br />

Araba taharri ettirip maazallah trene yetişemezsek felaket.<br />

Ben merkez taburuna gittim. Onlar da mekkare vereceklerdi. Eve<br />

geldim. Hammal bulmuşlardı. Eşyaları onları tahmille ablaya, kalfaya,<br />

ağabeye arzıveda ettim. Çok müteessir oldum (çocuklarla mektebe<br />

gitmeden önce vedalaşmıştım). Evden çıkar çıkmaz Ömer bir körük<br />

getirmiş. Hammalarla eşyayı körüğe yüklettim. Kemanı Ömer’le<br />

amcalara gönderdim. Ali’yi de beraber alarak araba ile istasyona geldik.<br />

Şükür vaktiyle gelmişiz. Eşyaları bagaja verdim. Birkaç zabıtan<br />

arkadaşlarla bir kompartımanda (mevki 2) idik. Ahmet ile Nafia geldiler.<br />

Ömer ve Aliye ablalara vedaname yazarak verdim ve arkadaşlarla<br />

vedalaştık. Saat 9.30’da hareket ettik. Eldiven Ömer’de kalmış.<br />

Müteessir oldum. Gazete okuyarak Polatlı’ya geldik. Misafirhaneye<br />

geldik. Yarın gideceğim. Muamelatı yaptırdım. Odada Tabur 61’den<br />

bir katip, bir mülazım var. Çay içtik. Biraz erkenden yattım.<br />

26 Kanuni sani 38 Perşembe<br />

Polatlı’da miskin bir misafirhanede geceyi geçirdik. Gece tuhaf<br />

rüyalarla vakit geçirdik. Şerafettin benim hakkımda rapor yazmış.<br />

Ben Ankara’da kalıyorum. Trene yetişemiyorum. Bir şeyler. Sabah<br />

ezanı okunuyordu. Esasen pantolonla yattığımdan dolayı hemen<br />

kalktım. Arkadaşların neferinin yardımı biraz yardımı ile sonra misafirhane<br />

neferleri ile eşyaları topladım. Sonra ortalık aydınlandı.<br />

Kahvaltıdan sonra arabacı gelmemişti. Bir kahve var aman ne kahve.<br />

Allahlık. Gittim oraya iki asker iki sivil soba başında muharebeye<br />

ait konuşuyor. Ben de tahta sıranın üzerinde önünde tahta büyük bir<br />

masa. Bir yüzlüğe acı bir çay içtim. Hemen kendimi dışarı attım.


668<br />

SADIK DEMİRSOY<br />

Bir müddet sonra inzibat arabanın hazır olduğunu söyledi. Komşum<br />

beş zabit arkadaşlarla üç arabaya taksim olduk. Eşyaları yüklettik.<br />

Yola dizildik. Kah yaya, kah araba ile harp meydanını geçerek<br />

Karatavşanlı’da Tatarköy muhtarı hanesinde biraz istirahat ettik.<br />

Oradan arabalarla kırlara indik. Hava pek soğuk. Kar yağmaya başladı.<br />

Yine kısmen yürüyerek akşamüzeri Çal Dağı eteklerinden geçerek<br />

Ahurlukuyu’ya geldik. Muhtarın delaletiyle Hatip Hacı Rıza’nın<br />

evinde ve arkadaşım Zabit Vekili Muhittin Efendi ile misafir olarak<br />

geceyi geçirdik. Hele muhtar birinci eve götürdü. Misafirleri olduğundan<br />

bırakmadı. İkinci karı biraz söylendi ve akşam oradan buradan<br />

konuştuk. Hacı Rıza’nın babası Romanya’da müderrismiş. Birçok<br />

kitapları vardı.Yattık.<br />

Haymana’ya varış<br />

27 Kanuni sani 38 Cuma<br />

Sabah namazına kalktık. Muhittin Efendi namaz kılıyordu. Ortalık<br />

epeyce aydınlanmıştı. Sabah kahvaltısını yaptık. Araba hazırlanarak<br />

eşyaları da arabaya yüklettikten sonra ev sahiplerine arzı veda<br />

ederek yola çıktık. Köy bir dere kenarında bulunuyordu. Bir müddet<br />

yaya yürüdükten sonra arabaya rakiben hareket ettik. Bir saat sonra<br />

derede bir değirmene geldik. Değirmen yalnız bir kaya dibinden çıkan<br />

memba suyu ile dönüyor. Su biraz sıcak olduğundan değirmen<br />

mütemadiyen hiç donmaksızın dönüyor. Oradan da hareketle bir<br />

müddet yayan yürüdükten sonra arabaya bindik. Haymana kazasını<br />

düz bir yerde zannederdik. Halbuki yüksekte bir bayırda imiş….<br />

5 Şubat 38 Pazar<br />

Gözlü nispeten iyi bir köydür. Yattığımız oda da zararsızdır. Sabahleyin<br />

gün çıktıktan sonra kalktım. Elbiselerimi giyindim. Keçe<br />

ve muş amma biraz kurumuştu. Arabacı Ahmet Ağa geldi. Eşyaları<br />

hazırlayarak arabaya rakiben hareket ettik. Hava biraz soğuktu. Bir<br />

müddet gittikten sonra yağmur başladı. İki saat sonra çiftliğe geldik.<br />

Fakat iyi yağmur yağdı. Muş amma ve keçenin bulunması hesabıyla<br />

pek ıslandım. Arkadaşlar kamilen su içersinde kaldılar. Çiftlikte<br />

metruk birçok alatı ziraaiye vardı. Onları seyrettim. Bu mahalde bir<br />

Fransız’ın 3 yerde çiftliği varmış. Büyük mikyasta ziraat yaparmış.


BİR GAZİNİN HATIRATINDAN KURTULUŞ SAVAŞI’NDA ANKARA VE BÜYÜK TAARRUZ 669<br />

Harbi Umumide herif gitmiş makine alat edevat kalmış. Bunlar da<br />

bakılmamazlık yüzünden haraba yüz tutmuş. Orada hayvanları suladıktan<br />

sonra yolumuza devam ettik. Yine yağmur başladı. İki saat<br />

sonra Sarayönü’ne geldik. Sarayönü zararsız büyük bir köy. Misafirhane<br />

istasyon yakınında imiş. Yeni yapılmış. Soba falan arama.<br />

Ümeraya mahsus iki tahtadan müteşekkil bir odaya eşyalarımızı<br />

koyduk. Fakat soğuk. Hemen kahveye gittim. Yanımda Allahlık İsmail<br />

Hakkı Efendi de vardı. Orada Garp Cephesi Süvari Müfrezesi<br />

Makinalı Tüfek Bölük Kumandanı Mülazım Evvel Yusuf Efendi<br />

bir hastane arkadaşım Alattin ile görüştük. Bununla Eskişehir’den<br />

tanışıyorduk. Haluk necip bir arkadaştır. Konya’dan geliyormuş.<br />

Ekmekçi müfrezesine vermişler. Akşehir’e kardeşinin yanına gidecekmiş.<br />

Noktaca işlerimizi gördükten sonra eşyaları istasyona götürdük.<br />

Saat yedi buçukta imiş. Hakkı, ben Alattin istasyonda gezindik.<br />

Akşam oldu. Oturacak, ısınacak yer yok. Tekrar kahveye giderek<br />

ikişer çay içtik ve biraz helva alarak trenin geldiğini söylemişti. İstasyona<br />

geldik. Bilet aldık. Yer bulmak için epeyi yorulduktan sonra<br />

Konya’dan kurumdan gelen topçu zabıtanından ümeraya mahsus<br />

olan mahale vasıtasıyla yerleştik. Eşyaları vagonun ön tarafına koyarak<br />

Abdurrahman orada biz içerde binbaşıların yanında oturduk.<br />

Eşyaları indirmek istiyorlarken tren hareket etti. Vagonlar fazla idi.<br />

Garp Cephesinin karargahı Akşehir’e varış<br />

6 Şubat 38 Pazartesi<br />

Gözümüzü açtığımızda sabah olmuş. Alaattin ile beraber<br />

Akşehir’e gitmek üzere istasyondan ayrıldık. Bu sabah hava gayet<br />

iyi. Gün doğmuş. Yavaş yavaş şehire gideriz dedik. Ama şehir istasyona<br />

düz ve muntazam bir şose ile merbut olduğundan yakın görünüyordu.<br />

Fakat uzakmış. Ortalık çamurluk. Garp Cephesi Karargahı<br />

buradadır. Alaattin’in biraderinin bulunduğu karargahı güç hali ile<br />

bulabildik. Onlar da talim delermiş. Biz orada oturduk.<br />

Bitmez tükenmez talimler ve teftişlerle hazırlık ilerler ve<br />

Türk Milleti yediden yetmişe büyük hesaplaşma için hazırlanır.


670<br />

SADIK DEMİRSOY<br />

25 Ağustos 38 Cuma<br />

Bu sabah bölük nöbetçisi olduğum için biraz erken kalktım. Sabah<br />

kahvaltısı. Öğleye kadar kayaların arasında oturdum. Düşman<br />

tayyareleri havayı hiç boş bırakmıyordu. Öğle yüzbaşının yerinde<br />

yattım. Öğleden sonra çamaşır değiştirdim. Taarruzun behemehal<br />

yarın olacağı tahakkuk etti. 8., 5., 11., 12.fırkalardan müteşekkil<br />

4.Kolordumuz Kalecik Sivrisinden Beltepe’ye kadar olan yere taarruz<br />

edecek. Bizim 5.Kafkas Fırka eski 8.Fırkanın cephesine taarruz<br />

edecek. Bizim sağımızdan 8.Fırka taarruz edecek ve 11.Fırka sol cenahımızda<br />

ihata harekatı yapacak, Fahrettin Paşanın süvari kolordusu<br />

yarma harekatı yapacaktı. 5.Kafkas Fırkası cephesine ağır ve hafif<br />

44 top iştirak edecek. Bizim kolordunun solunda 1.Kolordu taarruz<br />

edecek. Umum 2 kol cephesine 150 top iştirak edecekti. Riyakar<br />

Garplılar konferanslar teşkil edecekler. Düşünecekler. Daha doğrusu<br />

bizi enayi yerine koyacaklardı. Artık istiklal ordumuz her neye mal<br />

olursa olsun şu deni Yunanı güzel Anadolu’muzdan kovmak kararı<br />

katiyesindeydi. Öğleden sonra sakanın fıçısını doldurdum. Geldim.<br />

Hayvanat tımar falan oldu. Artık grup da yaklaşmıştı. Topları yukarı<br />

çıkardık. Koşturdum. Aman ya Rabbim bir kıyamet, bir mahşerdi.<br />

Ağır ve sahra birçok toplar bu akşam mevziiye gireceklerinden hepsi<br />

hareket etmişti. Yol kamilen tapalıydı. Kocatepe’nin 3-4 kilometre<br />

şimalinde Beytepe’nin ilersinde Beytepe ile Haticekıran tepesinin<br />

sağındaki ovada mevziiye girecektik. Topları güç hal ovaya, yani<br />

mevziiye getirebildik. Hemen topların çığırlarını ve mahfuz mahalleri<br />

yaptırmakla iştigal ettik. Düşmanın hiçbir şeyden haberi yoktu.<br />

Yarın şafakla beraber kıyamet kopacaktı. 4.30’dan 5.30’a kadar bütün<br />

topçular tanzim endaht yapacaklar, 5.30’dan 6.30’a kadar imha<br />

ateşi seri atış yapılacak, sonra piyadelerimiz başmak Alay 10 müstahkem<br />

düşman siperlerine taarruz edecekti. Bi tabii sabaha kadar<br />

tahkimatla iştigal ettiğimiz için hiç uyumadık.<br />

Nihayet Büyük Taarruz günü gelir. Büyük Taarruzun başlangıcını<br />

Yozgatlı Mülazımsani Muhsin Efendinin kaleminden<br />

okuyalım.


BİR GAZİNİN HATIRATINDAN KURTULUŞ SAVAŞI’NDA ANKARA VE BÜYÜK TAARRUZ 671<br />

26 Ağustos Cumartesi<br />

İşte geçen Sakarya Muharebesi de aynı ayda, aynı günde vukua<br />

gelmişti. Fakat bu ona nispetle çok müthişti. Daha ortalık belki aydınlanırken<br />

toplar esas istikamete tevcih edildi. Allah’ıma yalvardım<br />

ve sığındım. Bütün cephede en evvel benim batarya, benim takımın<br />

2.topu ilk sükuneti bozdu. Tanzim endaht bir saat kadar devam etti.<br />

Ondan sonra artık imha ateşi başlamıştı. Aman ya rabbi ne kıyamettir<br />

kopuyor. Sesim soluğum bağıra bağıra kalmamıştı. Hele her top<br />

yüz mermi atacaktı (20 dakikada). Dağlar taşlar yıkılıyordu. Piyadeler<br />

taarruza başladı. Anlatıyorlardı. Kollarını sallaya sallaya düşman<br />

siperlerini işgal etmişlerdi. Güneş fevkalade sıcaklığı ile Yarım<br />

saat sonra batarya kumandanı batarya heyeti zabıtanına düşmanın<br />

siperlerinin sükut ettiğini ve kahraman fırkamızın düşmanın 1. ve 2.<br />

hattını işgal ettiğini tebşir ediyordu.Artık bizdeki sevinç civarımızdaki<br />

birçok bataryalarda vardı. Ezcümle 15’lik, 10.5’luk İskoda ve<br />

Obüsler, Krup 15’lik kudretli cebel sahra, sahra obüs vesaire baruttan<br />

tozdan her tarafım simsiyah olmuş. Bir Krup bir durunca Krup<br />

seri ateş ve imha ateşi diye bağırıyor ve toplar kontrol için daima koşuyordum.<br />

Öğleden sonra yine bataryamla ateşe devam ederken birçok<br />

mecruh zabıtan ve efrat geçiyordu. Bunların aralarında başından<br />

mecruh hemşerim Enver Efendiyi de gördüm. Cidden müteessir oldum.<br />

Piyadeler bize ne suretle tarzı teşekkür edeceklerini bilemiyorlardı.<br />

Çünkü şimdiye kadar bulundukları muharebede Türklerin bu<br />

kadar çok ve muntazam düşmanı bombardıman ettiğini görmemişlerdi,<br />

bizi adeta boğuyordu. İkindi olmuştu. Ben daha sabah yemeği<br />

yememiştim. Ufak bir ateş fasılasında birinci top mahfuz mahallinde<br />

yemeğimi yedim. Benim 1.toptan bir nefer takriben 200-300 metre<br />

sol ilerimizde düşman mermiden gayet hafif yaralanmıştı. Bizim<br />

tarassut kıtasından bir neferin de hayvanı da düşman mermisinden<br />

mürd oldu. Düşman mermileri sağımıza, solumuza, ilerimize, gerimize<br />

düşüyordu. Fakat Allah’a hamdı sena olsun düşman ateşinden<br />

mıntıkamız her an mahfuz kalıyordu. İkindiden sonra düşman mukabil<br />

taarruza geçmek istemiş. Gayet şiddetli ateş açtık (imha ateşi).<br />

Taarruzu akamete uğramıştı. Fakat imha ateşleri öyle mükemmel<br />

oluyordu ki bir uğultu düşman siperlerini kaynatıyor, alt üst ediyor,<br />

piyademiz elini kolunu sallayarak siperleri işgal ediyordu. Son olarak<br />

3 grup yaptık. Ondan sonra karanlık bastı. Hava soğuk. Neferler


672<br />

SADIK DEMİRSOY<br />

yemeği getirmiş. Önümüzde, sağımızda, solumuzda gayet şiddetli<br />

muharebe oluyor (piyade makineli ve bomba sesleri). Akşam ateş<br />

yaktık. Kenarında yemeğimizi yedik. Bölük 10’dan Yüzbaşı Faik<br />

Bey mecruh olmuş. Hastaneye gitmiyor. Ağırlıkta kalıyor….<br />

Alaşehir’de Yunanlıların yaptığı vahşet şöyle anlatılır:<br />

7 Eylül 38 Perşembe<br />

…..İki arabacı ve hayvanları ile İbrahim’i alarak Alaşehir’e 1<br />

saatte gittim. Alaşehir’de düşman bütün vahşetini göstermişti. Çünkü<br />

serapa yanmış. Taş taş üstünde kalmamıştı. Evvelce çok mamur<br />

şirince bir kasaba imiş. Buraya evvelce Fıldırık derlermiş. Rum diyarı<br />

imiş. Sonradan bizimkiler zapt etmiş. Halen harabeleri yüksek<br />

duvarları duruyordu. Alaşehir kasabası düz bir ovanın kenarından<br />

ve dağ silsilelerinin kenarına kurulmuş bir şehir. İstasyonu tamamen<br />

yakılmıştı. Araba bulamadım. Buranın bağları, üzümleri, tarlaları,<br />

incirleri buralar zümrüt cennetti. Vasefaki vahşi, cani ve cidden birlik<br />

tarafından harabe edilmişti. Bağları civarında oralı evleri yanmış,<br />

kendileri metruk Hıristiyan evlerine oturmuş kadınlarla görüştük.<br />

Zavallılar Yunan vahşetini anlata anlata bitiremiyorlardı. İnsanları<br />

diri diri yakmak vesaire vesaire.....<br />

Yunanlılar kaçarken şehirleri yakıp yıkmaya, insanları öldürmeyi<br />

ihmal etmemektedirler.<br />

8 Eylül 38 Cuma<br />

Sabah kalktım. Bölük kumandanına araba bulamadığımı söyledim.<br />

Öğleye kadar Emrullah falan oturduk. Sonra yüzbaşı, Emri,<br />

ben yemek yedik. Hareket için hazırlandık. İki saat sonra da hareket<br />

ettik. İki saat sonra Salihli’ye geldik. Buranın beşte üçü yanmıştı.<br />

Yunan birçok vahşet şenaat yapmıştı. Burada Giritli ve sair yerlerden<br />

Müslüman oturuyordu. Ortada sokaklarda kimisi öldürülmüş,<br />

kimisi yanmış İslam ve gavur ölüleri yatıyordu. Hele yollarda gavur<br />

ve hayvan geberikleri pek çoktu. Hepsi de artık taaffün etmişti. Bir<br />

saat kadar Salihli’de kaldık. Yunan cebren yürüterek ayakları yara<br />

olan İslam kadınları ile ve Salihli eşrafları ile görüştük. Burada Parti


BİR GAZİNİN HATIRATINDAN KURTULUŞ SAVAŞI’NDA ANKARA VE BÜYÜK TAARRUZ 673<br />

Pehlivan çetesi ile Yunanlılara iyi dayak atmış, fakat maalesef Yunanın<br />

Alaşehir’den getirdiği büyük kuvvetin ateşine dayanamayarak<br />

bil mecburen çekilmişti.<br />

10 Eylül 38 Pazar<br />

………. Kasaba şehrine geldik. Buranın ekserisi yanmış ve birçok<br />

Müslüman açıkta kalmıştı. Hepsi hoş geldiniz diyorlar, kadınlar<br />

ağlıyordu….. Ahalisi hiçbir şey almayarak kaçmışlardı. Manisa’dan<br />

ve kasabadan gelen felaketzede muhacirin işgal etmekte idi. Köyde<br />

yanmış cesetler bir payen idi. Bu vahşeti yapan Garplılar, yani Garp<br />

medeniyeti değil adeta vahşeti idi. Köyde bir kilise kalmıştı. Bittabbi<br />

Hıristiyanlar alçak Rumlar bunu yakmamışlardı. Bunu ahali yakarak<br />

keyfine bakıyordu. Neyse ben taburun karargah tesis edeceği mıntıkayı<br />

öğrendim.<br />

15 Eylül 38 Cuma<br />

Sabah kalktım. Tımar, su, kahvaltı. Öğleye kadar bölük hususatı<br />

ile iştigal. Öğle suyu, yemek, uyumak. Akşam tımarı ve akşam hayvan<br />

suyu. Bölük 1, Bölük 2 komutanları şarap içtiler. Vaziyeti siyasiyeden<br />

konuştuk. Ordumuz Ağustosun 26’sında taarruz etmiş. Eylül<br />

9’da İzmir’i zapt etmişti. Sivillerden sorduk Afyon karadan İzmir’e<br />

1 aydan fazla yol imiş. Mustafa Kemal Paşa taarruzdan evvel, yani<br />

25 Ağustosta tebliği resmi olarak düşmanın taarruz ettiğini, bizim<br />

düşmanı tart ettiğimizi, 26’sında Afyon bil hadise işgal edildiğini,<br />

sırası ile Dumlupınar hattı-Uşak ve Alaşehir kasabası-Manisa-İzmir<br />

bil hadise işgal edildiğini ve en nihayet 2 general, 6 fırka kumandanı<br />

ve şu kadar bin esir ve cephane vesaire aldığımız ganayimi bitamamiha<br />

tebliği resmi ile yazmış ve dolayısıyla Garplıların ve Avrupa<br />

hükûmetlerinin hayretini celp etmiştir. Emrinde bulunduğu için<br />

1.Ordu Kumandanı Nurettin Paşa efrat ve zabiti de kahramanlık ve<br />

muzafferiyetten dolayı tebrik ediyordu.


ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN<br />

DÜNYADA YANKILARI<br />

Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA<br />

<strong>Atatürk</strong> ve o dönemde Türkiye’nin Dünya devletleri arasında<br />

önem ve değerini artıran devrimlerin yapılması, gerek Avrupa’da,<br />

gerek uzak ve yakın-doğuda, gerekse Atlantik ötesi devletlerde büyük<br />

hayranlıklara ve yankılara sebep olmuştur. <strong>Atatürk</strong> her ülkede<br />

modern Türkiye’nin kurucusu olarak anılmıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong> dönemi ve sonrasında, Türkiye dışında <strong>Atatürk</strong> ve<br />

Türkiye Cumhuriyeti hakkında altı binden fazla haber ve makale,<br />

tez, bildiri yayınlanmıştır. Bunlardan iki bin tanesi İngilizce,<br />

bin tanesi Rusça, yedi yüze yakın Almanca, altı yüzün üzerinde de<br />

Fransızca’dır. Bunları yüz ellinin üzerinde yayınla İtalyanca, yüze<br />

yakın Kazakça ve Japonca izlemektedir. Bunların dışındaki ülkelerin<br />

yayınları bu kadar olmamakla beraber her ülkede belirli sayıda<br />

yayın bulunmaktadır.<br />

Mustafa Kemal Paşa ile ilgili Rusça yayınlar daha çok<br />

Byulleten’de yer almıştır. Byulleten 1920 - 1929 dönemine ait iki<br />

yüz elliye yakın makale bulunmaktadır.Bundan sonraki sırayı elliye<br />

yakın makale ve haberle Noviy Ostok almaktadır. Bundan sonra gelen<br />

dergi ve gazeteler arasında en fazla makale ve haberler Pravda,<br />

Jızın Natsional Nostey, Morskoy Sbornik, Kommunistıceskiy İnternational,<br />

Nanaly Azli i Afriki, Novoy Uremya , Sputnik Kommunista,<br />

Studia Balkanique, Vestik Nkid’de bulunmaktadır.<br />

Bazı dergilerde ise İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça makaleler<br />

de bulunabilmektedir. Örneğin Revista Orients , Etudes Balqanique<br />

, Revue dı Islamıc Studies, Review of Balkan, New Middle


676<br />

YÜCEL ÖZKAYA<br />

East, Revue des Etudes Sud - Est Europeénne v.b.<br />

Bazı ülkelerin önemli yazarları Türkiye hakkında ve hele 1920-<br />

1930 Türkiyesi hakkında çok sayıda makale yazmıştır. Alman yazarlardan<br />

Gotthard Jachke Türkiye hakkında yayınladığı kitapların<br />

dışında seksenden fazla makale yayınlamıştır.Yazarın Türkiye<br />

hakkındaki bu makaleleri genellikle Die Welt İslam’da yer almıştır.<br />

Karl Klınghart ise, <strong>Atatürk</strong> Türkiyesi hakkında, özellikle 1924-1928<br />

arasını kapsayan on tanesi Frankfurten Zeitung’da olmak üzere 14<br />

makale yayınlamıştır. Almanya’daki makaleler, genellikle Zeitchrift<br />

für Türkeistudien, Wiener Zeitung başta olmak üzere tanınmış gazete<br />

ve dergilerde yer almışlardır. Bunlar yeni ve modern Türkiye<br />

hakkında övgü dolu makale ve haberlere yer vermişlerdir. 1<br />

İngiltere’de Arnold J. Toynbee’nin 1920-1935 arasını inceleyen<br />

yirmi beş makalesi mevcuttur. Bu makalelerden yirmi bir tanesi<br />

1920-1929 arasını etüt etmektedir. Bu yazılar, o tarihlerde yayınlanan<br />

The Westminster Gazette, Contomporary Review, Asia, Manchester<br />

Guardian’ da yer almıştır. Arnold Tonybee, o tarihlerde yazdığı<br />

makalelerinde İngiltere’nin Yunanistan’ı desteklemesini doğru<br />

bulmamakta idi. Jacob Landau’da daha çok 1950 sonrasını irdeleyen<br />

on sekiz makale yayınlamıştır. Stefan Yerasimos’un on yedi makalesi<br />

ise, daha çok Current History’de bulunmaktadır.İngilizce olarak<br />

yayınlanan makaleler arasında 1934-1938 arasını inceleyen on makalesi<br />

vardır. Ayrıca, Türkiye hakkında en çok yayın yapanlar arasında<br />

Paul Dumont’ un on dört, Paul Erio’nun on makalesi mevcuttur.<br />

İngilizce olarak yapılan yayınlar yalnızca İngiltere’de yayınlanan<br />

gazete ve dergilerde değil, çeşitli ülkelerin çıkardığı bilimsel dergilerde<br />

de yayınlanmaktadır. Aynı hususları Fransızca ya da Almanca<br />

yapılan yayınlar için de söyleyebiliriz.<br />

İngilizce yayınlar arasında <strong>Atatürk</strong> dönemi ve sonrası hakkında<br />

haberler ve makaleler Foreign Affairs, Current History New Middle<br />

East başta olmak üzere pek çok tanınmış dergi ve gazeteler göze çarp-<br />

1 Bak yayınlanacak olan <strong>Atatürk</strong>, Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti<br />

Hakkında Yabancı Ülkelerde Yayınlanmış Eserlerin Bibliyografyası (II):<br />

Diğer önemli dergi ve gazeteler Suddeutsch Mitteilungen, Zeitchrift für Politik,<br />

Der Neue Orient, Frankfurter Zeitung, Aussenpolitik, Wiener Zeitung,<br />

Neue Freie Press, Die Welt Des İslam v.b.


ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN DÜNYADA YANKILARI 677<br />

maktadır 2 . İngiliz gazeteleri halifelik konusu ile ilgili olarak değişik<br />

bilgiler vermekteydiler. Framens Gazetesi, El-Ezher bilginlerinin<br />

Kral Hüseyin’i, İngilizlerin adamı olarak suçladıklarını açıklamaktaydı.<br />

12 Mart tarihli Times, Sunderland’da Sultan Vahdettin’in Kral<br />

Hüseyin’e halife olmasının teklif edilmesinin, Türk Hükûmetinden<br />

intikam almak için önerildiğini, ancak, bunun Kudüs Hükûmeti tarafından<br />

hoş karşılanmadığını öne sürmüştü. Aynı tarihli Belfast News<br />

Gazetesi ise, Hint Müslümanlarının Türk kardeşlerine bu konuda karışmayacaklarını,<br />

ancak, hilâfeti korumaya da kararlı olduklarına yer<br />

vermişti. Gazete, Mustafa Kemal Paşa’yı ve Türkleri de övmekte idi.<br />

15 Mart tarihli Dailly Chronicle Gazetesi, Mustafa Kemal Paşa’nın<br />

hilâfetin Türkiye’de kalmasının mümkün olmadığını anladığına,<br />

Kemalistlerin Türkiye’yi batılılaştırmaya karar verdiklerine işaret<br />

etmişti. 3<br />

Fransız yazarlarından Maurice Pernot’un yeni Türkiye ve<br />

Türkiye’nin sorunları konusunda ondan fazla makalesi mevcuttur.<br />

Fransızca makalelerin önemli bir kısmı halifeliğin kaldırılması ile<br />

ilgilidir. Bununla ilgili örneklerden bazılarına değinmekte yarar<br />

görmekteyim. Revue du Monde Gazetesi, 15 Mart 1924 tarihli nüshasında,<br />

hilâfetin kaldırılması olayının Fransız Basınını şaşırttığını,<br />

hanedan mensubu prenslerin yurt dışına sürülmesi kararının, Gazi<br />

Mustafa Kemal Paşa ile Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi<br />

tarafından kararlaştırılan mantıklı ve ilerlemeye dönük olduğunu<br />

öne sürmekteydi. Aynı yazıda, Abdülhamid II döneminde batının<br />

yeniliklerine kapı açılınca, ihtilâlinde ülkeye girmesinin açık olduğu<br />

vurgulanmakta, hilâfetin kaldırılmasıyla da Abdülmecid’in sarayını<br />

terk edip İsviçre’ye gitmek zorunda olmasının da zaten kaçınılmaz<br />

olduğunu vurgulamıştı. Yazıda, hilâfetin kaldırılması ile önemli<br />

2 A.g.e.. bak: New Orıent, Asia, Turcica, New Middle East Journa, Die Welt<br />

Des İslam, Review, Islamic Studıes, Revue des Etudes Sud-est Europeénne,<br />

Turkısh Review of Balkan Studie, Etudes Balkanique, İslamic Studies, Contomporary<br />

Review, Bulletın, The Tımes, The Newyork Times, The Economist,<br />

The Muslım World, Daily Expres, Current History, The Daily Herald<br />

Trabune, The Dailly Telgraf v.b.<br />

3 Cumhurbaşkanlığı Arşivi: A.IV, 17-a, D.68, F.36-1/2. Geniş bilgi için bak:<br />

Gazi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün Hayatı (Prof.Dr. Yücel Özkaya, Mehmet<br />

Saray, Mustafa Balcıoğlu, Doç. Dr. Cezmi Erarslan), Ankara 2003, sayfa 359-<br />

360


678<br />

YÜCEL ÖZKAYA<br />

adımlar atıldığı, tarihin büyük ihtilâllerinden biri kan dökülmeden<br />

gerçekleştiği de belirtilmektedir. Gazetenin yorumları da epey ilginçtir.<br />

Ankara’daki Meclis’in bu kararı Türk Devleti’nin büyük<br />

gelişiminin sonucudur. Esasen, Cumhuriyetin ilânı ile dini nüfuz<br />

devletin eline geçmiştir. Hilâfetin kaldırılması dini bir sorundur.<br />

Bu yüzden yalnızca Müslümanları ilgilendirir ve ulusal bağımsızlık<br />

sırasında Hint Müslümanları halife lehinde tezahürat yapmışlardır.<br />

İslam ülkeleri ulusal devlet ortaya çıktığına göre, haklı olarak bu<br />

olaya karışmayacaklardı. Revue du Monde’a göre, başta Şeyh Sunusi<br />

ve diğer seçkin İslam halkı ile Afganistan bu konuda Türkiye’yi<br />

alkışlamıştır 4 . Halifeliğin kaldırılması konusunda Fransa’nın Başkenti<br />

Paris’te yayınlanan makale ve haberlerin bir kısmı Jean Louis<br />

Bacque Grammont’un bir makalesinde de yer almıştır. Gazetelerin<br />

çok büyük bir bölümü bu sorunu Türkiye’nin bir iç meselesi gibi<br />

görmekte, bir kısmı ise konuya hiç yer vermemekte, bir kısmı halifeliğin<br />

kaldırılmasının Türkiye için şart olduğunu, çünkü bu kurumun,<br />

artık eskimiş olduğunu ve işlerliğini yitirdiğini, çok az sayıda gazete<br />

ise de halifeliğin kaldırılmasını uygun bulmadıklarını öne sürmüştü.<br />

Bu gazetelerin büyük bir kısmı olayı aktüel olarak ele almıştır.<br />

Bazıları son halife Abdülmecid’in fotoğraflarını basmış, O’nu öven<br />

yazılar yayınlamıştır. Bunlar sağ görüşlü gazetelerdir. Ulusal Bağımsızlık<br />

Savaşı sıralarında 1922’de Türkiye’ye gelen ve İzmit’te<br />

Mustafa Kemal Paşa ile de bir mülakat yapan Türk dostu Claude<br />

Farrere’de halifelik kaldırıldıktan sonra, bir makalesinde halifeliğin<br />

kaldırılmasını tenkit etmiş, eski halife ile dostluğunu açıklamıştı.<br />

İkinci bir makalesinde halifenin Fransa’da misafir edilmesini istemişti.<br />

Bir ara Hicaz Kralı Hüseyin’in 5 Mart 1924’te haberi ortaya<br />

atılmış, İngiltere’nin bu şekilde bir oyun ile fesat yaratma düşüncesi<br />

Fransa’yı tedirgin etmiş, bazı Fransızlar ise, Fas Sultanının halife<br />

olmasını önermişlerdi. Fransız gazetelerinin bazılarında, Tunus<br />

Hilâfet Komitesinin hilâfetin kaldırılmasını protesto eden bir telgrafı<br />

da yayınlanmıştı 5 . Konu ile ilgili Paul Bruzon’un “Halifelik Sorunu<br />

4 Cumhurbaşkanlığı Arşivi, A.IV, D.68, F.37-48<br />

5 Jean Louis Bacque-Grammont:Halifeliğin Kaldırılışının Mart 1924 Paris<br />

Günlük Basınında Görünümü (çeviren : Korkmaz Alemdar), Ankara, 1981.<br />

İletişim Dergisi, sayı 198/3, sayfa 10-12. Gazi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Hayatı, (Prof. Dr. Yücel Özkaya, Mehmet Saray, Mustafa Balcıoğlu, Doç.Dr.<br />

Cezmi Erarslan, Ankara 2003, sh 355-356, Cumhurbaşkanlığı Arşivi A.IV,


ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN DÜNYADA YANKILARI 679<br />

ve Sultanın Düşüşü”, Raymond Colrat’ın “Yeni Dönem, Bir Dönemin<br />

Halifenin Düşüşü Türkiye’de Yeni Laik Dönem”, aynı konuda<br />

Basin Dukagin Zadeh’in, El Kasri’nin, H. Dunlop’un, Auguste<br />

Gouvain’in, Anca Chiata’nın, Edward Herriot’un, L. Marcelin’in,<br />

Marcel Ray’in, Brice Saint’in, D. Vassez’in, Maurice Pernot’nun<br />

makaleleri, L’action Francaise’de “La Nouvelle Turquie (Yeni Türkiye),<br />

La Petite Journal’de “La Question du Calipha (Halife Sorunu),<br />

Les Débat’da La Supression du Califat (Halifenin Düşüşü), Tribune<br />

de Lausanne’da La Calife et sa Famille (Halife ve Ailesi)” ve diğer<br />

gazetelerde geniş haberler mevcuttur 6 .<br />

Almanca yayınlar arasında Faslı’nın Deutsche Allgemeine<br />

Zeitung’de 24 Mart 1924’de yayınlanan “Die Abschaffung des Kalifats”<br />

Dresden Günther’in aynı dergide 20 Mart 1924’te yayınlanan<br />

“Zur Abshaffung des Kalifats”, J. Horovitz’ın 18 Mart 1924’te<br />

Frankfurter Zeitung’da “Das Kalifats”, Karl Klinghart’ın aynı yerde,<br />

5 Mart 1924’te “Die Abschaffung des Kalifats, Rudolf Lendle’nin 11<br />

Mayıs 1926’da Die Österrichische Tageszeitung’da “Das ende des<br />

Turkischer Kalifat”, Erich Prıtsch’in Miteilungen des Bundes der<br />

Asienkampfer’de 1 Nisan 1924’de “Die Abschaftung des Kalifats,<br />

Mansur Rıfat’ın Deutsche Allgemeine Zeitung’de 5 Mart 1924’te<br />

“Die Aktion Gegen das Kalifats” adlı makaleleri ve Almanca daha<br />

pek çok makale bulunmaktadır. İngilizce makale ve haberler arasında<br />

Valentine Chirol’un, 2 Haziran 1924’te “The Downfall of the<br />

Khalifate”, D.C. Hogarth’ın, 9 Mart 1924’de The Observer’de “The<br />

Calıphate. Store of Decline and Fall Temporal and Sprintud Power<br />

Tactics of Abdulhamid. King Hussein and his New Title”, Maxwell<br />

Macartnay 12 Nisan 1924’te Fortnightly Review’de “Angora and<br />

Caliphate” , Claire Price’in aynı yerde yayınladığı Turkey and the<br />

Caliphaté, J. William Rapp’ın 23 Nisan 1924’te Nation’da “The<br />

end of the Turkish Calipaht” aynı yazarın 19 Mart 1924’de Current<br />

History’de “Republicanism in Turkey”, Arnold J. Tonybee’nin<br />

Manchester Guardian’da 3 Mart 1924’te “The Owerhrov of the Khalifate,<br />

aynı yerde 7 Nisan 1924’de “aynı konudaki yazısı göze çarpmaktadır.<br />

Ayrıca, İngilizce yayınlanan gazeteler de bu konuya geniş<br />

17-a, D.68, F.24, F.37-40<br />

6 Yayına hazırlanan proje: <strong>Atatürk</strong>, Milli Mücadele, ve Türkiye Cumhuriyeti<br />

Hakkında.Yabancı Ülkelerde Yayınlanmış Eserlerin Bibliyografyası (II).


680 YÜCEL ÖZKAYA<br />

yer ayırmışlardır 7 .<br />

Hilafetin kaldırılması, Yoguslavya’da yayınlanan La Burgari<br />

Gazetesinin 12 Mart 1924 tarihli nüshasında da yer almıştır. Gazete,<br />

saltanatın, hilâfetin kaldırılması gibi cesur hareketlerle Türkiye’nin<br />

önemli adımlar attığını, Türklerin İslam Birliği fikrinden vazgeçerek<br />

millet fikrine yöneldiklerini, Belgrat’ta hilâfetin kaldırılmasının<br />

memnunlukla karşılandığını açıklamaktaydı8 .<br />

Dünya gazetelerinde yeni Türkiye hakkında Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong><br />

döneminde övgü dolu, Türk reformlarını konu edinen pek çok<br />

yazı yayınlanmıştır. Bunların hepsini burada vermeye olanak bulunmamaktadır.<br />

Bu yazılar genellikle alfabe ve kadınların kazandıkları<br />

haklarla ilgilidir. Avrupa gazeteleri Türk kadınının modern Dünyada<br />

yerini aldığına dikkat çekmektedir. Birkaç örnek verecek olursak,<br />

bunlar arasında E. Demison Rose’un 1932’de The Times’daki “The<br />

Turkish Language”, Lockie Parker’in, 1934’de Asia’da “Women in<br />

New Turkey”, Ruth F. Woodsmall’ın 13 Ocak 1934’te Independent<br />

Women’da yayınladığı “Turkish Women Today” Mary M. Patrıck’ın<br />

1926’da New Orient’te “Social Phases of the Turkish”, Mary R.<br />

Nute!’ün 1933’de World Dominion’da “ Village Women in Turkey”,<br />

H.J. Greenwalt’ın 1924’de The Daily Express’de “New Women of<br />

Turkey”, Harry Luke’nin 1935’de Quarterly Review’de “Angora<br />

Klanguage Reform”u , Near East and İndia’da, 30 Ağustos 1934’de<br />

yayınlanan “Turkısh in Latin Character” ilk akla gelenler arasındadır.<br />

<strong>Atatürk</strong> döneminde Türkiye hakkında bu kadar çok yayının<br />

yapılmasını o dönemdeki Türkiye’nin Dünya üzerindeki öneminin<br />

ve saygınlığının bir göstergesi olarak yorumlamamda bir mahzur olmadığı<br />

düşüncesindeyim.<br />

Türkiye’de <strong>Atatürk</strong> döneminde yapılan yeniliklerin Türkiye dışında<br />

Türklerin yaşadığı ülkelerde de soydaşlarımız tarafından benimsendiğini<br />

görmekteyiz. Bulgaristan, Romanya Sovyet Sosyalist<br />

Cumhuriyetler Birliğindeki Türk toplulukları ve Kıbrıs Türkleri tarafından<br />

da <strong>Atatürk</strong> devrimleri benimsenmiş ve uygulanması yoluna<br />

gidilmişti. Harf Devrimini inceleyen Bulgaristan Türk Muallimleri<br />

Cemiyeti 1928’de Lom’da düzenlediği kongrede 1928-1929 ders<br />

7 Geniş bilgi için bak:a.g.e.(II)<br />

8 Cumhurbaşkanlığı Arşivi, A. IV, D.68, 17-a, F. 37/16-17


ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN DÜNYADA YANKILARI 681<br />

<strong>yılında</strong> çalışmalarını hızlandırmış, yeni kurslar düzenlemiş, Filibeli<br />

öğretmen Ahmet Şükrü Bey, Bulgaristan Türk okullarında okutulmak<br />

üzere bir Türk Alfabesi hazırlattırmıştı 9 . Hazırlanan Türk Alfabesi,<br />

Türk okullarında 1928 / 1929 ders <strong>yılında</strong> okullarda okunmaya<br />

başladı. Buna karşı Bulgaristan Hükûmeti bazı engellemelerde bulunmuş<br />

ise de, Türk harfleri yasası yürürlüğe girdikten iki ay on dört<br />

gün sonra Bulgaristan Türkleri için yeni Türk harfleri ile öğretim<br />

yapma konusunda sonuçta izin vermiştir. Başta Deliorman gazetesi<br />

olmak üzere, ilerici diğer gazetelerin çabasına karşın Arap harfleri<br />

büsbütün ortadan kaldırılamamıştır. Buna karşın, Bulgaristan’da Kemalist<br />

olan ve olmayan Türkler arasında bu konuda anlaşmazlıklar<br />

ortaya çıkmış, sonuçta 1935’ten itibaren Türk okullarında yeniden<br />

Arap harflerine dönüş olmuştur 10 . Bulgaristan’da çok sayıda Türkçe<br />

gazete çıkmaktadır. Bu gazeteler <strong>Atatürk</strong>’ün devrimleri konusunda<br />

Bulgaristan’daki Türk Toplumuna bilgiler vermiş ve halkın bilinçlenmesini<br />

sağlamıştır. Bu dergiler arasında ilk sayısı 1931’ de çıkan<br />

Özdilek en uzun ömürlü olanıdır. Diğerleri Turan, Doğru Yol, Çiçek,<br />

Halkın Sesi, Anayurt, Rodop, Dostluk, Açıksöz adları ile yayınlanmıştır..<br />

Özdilek 1.11.1932 sayılı nüshasında Türkiye’deki yenilikleri<br />

Türk halkına duyurmaktan duyduğu memnuniyeti şöyle ifade etmekteydi:<br />

“Kültür kaynağımız Yeni Türkiye’dir. Orada yapılan yenilikleri,<br />

dönümleri candan, gönülden Bulgarya Türkü arasında olduğu<br />

gibi öz dilimizle yazmayı, aşılamayı yüce bir borç biliyoruz.” 11 . 1<br />

Şubat 1923’deki nüshada Türk İnkılâbına övgüler vardır : “ Son on<br />

yıl Türk yeni doğuşunun en parlak ve en verimli çağıdır. Bu çağda<br />

yenilik ve inkılap yelleri, genç başları uyandırıcı, yaratıcı alevle<br />

sardı...İnkılâbın bir havası, bir ruhu vardır...” 15 Şubat 1923 tarihli<br />

nüshada ise, Kemalizm üzerinde durulmaktaydı: “Türk yeni doğuşu<br />

olan Kemalizm de her Türk gönlünde yaşıyor ve yaşayacaktır. Yeni<br />

Türkiye bizim kültür kaynağımızdır.” Özdilek Gazetesinde Ahmet<br />

9 Ahmet Şükrü: Türk Alfabesi Bulgaristan Türk Okullarına Mahsustur. Hasköy<br />

(Bulgaristan), 1928<br />

10 Ali Sarıkoyunlu-Esra Sarıkoyunlu: <strong>Atatürk</strong> Reformları ve Bulgaristan(1928-1938),<br />

Ankara 2005, Dokuzuncu Askeri Tarihi Semineri I, , sh 470-<br />

486<br />

11 Suat Akgül: <strong>Atatürk</strong> Dönemine Bulgaristandaki Türk Basını, Ankara<br />

2005, Dokuzuncu Askeri Tarih Sempozyumu (I), sayfa 496


682<br />

YÜCEL ÖZKAYA<br />

Refet’in 1933 senesinin 15 Temmuzunda “Türk İnkılâbını Benimsemek<br />

Vatana İhanet Midir ”, 1 Ocak’ta Kemalizm, 15 Nisan’da “Büyük<br />

Türk İnkılâbı”, Enver Ahmet’in 31 Temmuz’da Türk İnkılâbı<br />

hakkında yazılarının yanı sıra Mustafa Oğuz Peltek’in dil konusunda<br />

Turan Gazetesinde yazıları vardır . Bunlar , 1 Kasım 1932’de<br />

“Öz Dilimize Doğru”, 15 Kasım 1933’de “Dilcilik ve Biz”, 1 Şubat<br />

1933 Dil Derleme Savaşı’nda Düşüncelerim “ dir. Aynı konuda,<br />

Tahsin Pehlivan, Özdilek’de 1 Şubat 1933’te “Öz Dilimize Doğru”<br />

adlı bir makale yayınlamıştı. Ancak, Bulgaristan’da Kemalizm karşıtı<br />

olan Türkçe yayın yapan gazeteler de vardır . Bunlar, Bulgar<br />

Hükûmetine yanlı ve yanlış bilgiler vermekteydi. Bulgaristan da<br />

zaten Türk toplumunu kendi içersinde eritme çabaları içindeydi.<br />

1934’ün sonlarına doğru Bulgaristan’ da Türk dernekleri ve gazeteleri<br />

kapatılmıştır12 .<br />

Kıbrıs’ta Söz, Doğru Yol, Masum Millet, Ses gazeteleri <strong>Atatürk</strong><br />

devrimlerini Kıbrıs Türk halkına ulaştırmakta önemli rol oynamışlardır.<br />

1925’teki şapka devriminden sonra, Kıbrıslı Türkler fes yerine<br />

şapka giymeye başladılar. 15 Haziran 1934 tarihli Söz Gazetesi,<br />

polislerin fes yerine şapka giymesini övmekte ve bu haberi Kıbrıs<br />

Türk halkına duyurmaktaydı. Cumhuriyet bayramları ise Kıbrıs’ta<br />

basında yer almakta ve coşku ile kutlanmaktaydı. Kıbrıs basını Kubilay<br />

olayında da olayı yaratanları lanetlemişti.<br />

1928’te kabul edilen harf devrimi Kıbrıs’ta da aynen uygulandı.<br />

12 Ağustos 1928’de Söz Gazetesi, Kıbrıs Türk halkına, bu konuda<br />

ilandan önce yapılan çalışmaları da iletti. 23 Ağustos’ta da harf<br />

devrimini Kıbrıs Türk halkına duyurdu. 13 Eylül 1928’de ise “ Yeni<br />

harfleri benimsemek vazifemizdir” diyerek bu konuda halka öncülük<br />

etti. 28 Eylül’de yeni alfabenin geldiğini halka müjdeledi . Dil<br />

devrimi gerçekleştiğinde devrim adada çok iyi karşılandı. Söz Gazetesi<br />

sayfalarında öz Türkçe kelimelere geniş yer verdi. Kıbrıs’ta<br />

harf devriminden sonra gazeteler yeni harflerle yayınlanmaktaydı.<br />

Türkiye’de kadın hakları kabul edildiği zaman, bu haklar Kıbrıs’ta<br />

da aynen uygulanmıştır. Ses, Türk kadınının şer’i mahkemelerin kararlarına<br />

kabul etmediği hususu da açıklanmaktaydı 13 . <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

12 Suat Akgün: a.g.m. sayfa 499-507<br />

13 Yücel Özkaya: Türk Ulusal Savaşı Sırasında Kıbrıs ve <strong>Atatürk</strong> Devrim-


ATATÜRK VE DEVRİMLERİNİN DÜNYADA YANKILARI 683<br />

ölümü nedeni ile, ölümünden itibaren <strong>Atatürk</strong> ve devrimleri hakkında<br />

bütün Dünya gazeteleri ve dergileri iki ay boyunca haber ve makalelere<br />

yer vermiştir.Fethi Vecdet Erkun, <strong>Atatürk</strong>’ün ölümü nedeni<br />

ile Macaristan Basınında çıkan yazıları “ Macar Basınında Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> “adıyla yayınlamıştı. Bu kitapta <strong>Atatürk</strong>’ün ölümü<br />

hakkında haber ve makale olmak üzere elliden fazla yazı bulunmaktadır.<br />

Bu yazılardan, Pesti Hırlap Gazetesinde 12 Kasım 1938’de<br />

Başkan Gyula Kornis’ın konuşması, aynı gazetede 10 Kasım’da<br />

Antal Balla’nın “, Imre Barcs’ın 11 Kasım’da Pesti Naplo Gazetesinde<br />

“Kemal <strong>Atatürk</strong> Öldü”başlıklı yazıları övgü dolu ifadeleri<br />

içermektedir. 14 . Diğer dergi ve gazetelerdeki yazılar da <strong>Atatürk</strong> ve<br />

eserleri hakkında çok önemli bilgiler vermişlerdir.. Dünyanın bütün<br />

ülkelerinde bütün gazeteler <strong>Atatürk</strong>’ün ölümüne geniş yer ayırmıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün fotoğraflarını yayınlamışlar ve eserleri üzerinde yorumlar<br />

yapmışlar, <strong>Atatürk</strong>’ü Modern Türkiye’nin yaratıcısı olarak selamlamışlardır.<br />

Sayıları bini geçen bu gazetelerden yalnızca birkaç<br />

örnek vermekle yetineceğiz: The Washington Post (11 Kasım 1938)<br />

“Modern Türkiye’nin Kurucusu Öldü”, The Newyork Times (11<br />

Kasım) “Askeri Kahraman <strong>Atatürk</strong> - Devleşen Bir Devlet Adamı”,<br />

The Dailly Mirror (11 Kasım) “<strong>Atatürk</strong>’ün Masal Gibi Maceraları”,<br />

The Dailly Herald (11 Kasım) “<strong>Atatürk</strong> Yeni Bir Ülke İnşa Etti”,<br />

Dailly Maill (11 Kasım) “<strong>Atatürk</strong> Türk Kadınlarını Özgür Kıldı ”,<br />

Dailly Express (11 Kasım) “<strong>Atatürk</strong> Genç Kızlara Makyaj Yapmalarını<br />

Söyledi”, Dailly Gleaner (11 Kasım) “Modern Türkiye’nin Kurucusu<br />

ve Yöneticisi Öldü”, Malaya Tribune “Modern Türkiye’nin<br />

Yaratıcısı Öldü”, Dailly Sketch (11 Kasım) “Türkiye’yi Muhteşem<br />

Bir Ulus Yapan Adam”, Malaya Tribune (12 Kasım) “Müslümanların<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>’ e Saygı Gösterisi ”, Herald Tribune (11 Kasım)<br />

“Türkiye’yi Bağımsızlaştıran ve Çağdaşlaştıran Kemal <strong>Atatürk</strong><br />

Öldü”, The Japan Times (12 Kasım) “Türkiye Kemal’in Planlarını<br />

Sürdüreceğine Söz verdi”, The Osako Mainichi (11 Kasım) “Türkiye<br />

Cumhurbaşkanını Ölüm Aramızdan Ayırdı”, Toronto Dailly<br />

lerinin Kıbrıs’a Yansıması, Kıbrıs’ta Türk Varlığı Sempozyumu, Lefkoşe<br />

2000, sayfa 62-69<br />

14 Fethi Vecdet Erkun: Macar Basınında Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Ankara<br />

2003, sh 1-140. <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Yayını. Ayrıca, gazetelerin fotoğrafları<br />

da ekler kısmında yer almıştır


684<br />

YÜCEL ÖZKAYA<br />

Star (11 Kasım) “Türkiye’nin Güçlü Adamı Öldü”, Journal de Brasil<br />

(11 Kasım) Kemal <strong>Atatürk</strong> Öldü”, El Mercurio (11 Kasım) “Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin Kurucusu ve 1923’ten Beri Başkanı Olan Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong> Dün Öldü”, Corriera Della Sera (11 Kasım) “ Modern<br />

Türkiye’nin Kurucusu <strong>Atatürk</strong> Öldü ” , Excelsor (11 Kasım) “Türklerin<br />

Babası Kemal <strong>Atatürk</strong> Öldü ”, Pravda (15 Kasım) “Türkiye’de<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>’e Benzersiz Bir Cenaze Merasimi Düzenlemek İçin<br />

Yoğun Çalışmalar Sürdürülüyor ”, Elefteron Vima (11 Kasım) “Modern<br />

Türkiye’nin Kurucusunun Hayatı ve Eserleri”. Biz burada bütün<br />

Dünyanın saygı ve sevgi ile andığı <strong>Atatürk</strong> ile ilgili haberlerin<br />

yalnızca çok küçük bir demetini sunduk.<br />

Sonuç olarak diyebiliriz ki, <strong>Atatürk</strong>’ün devrimleri bütün dünya<br />

devletleri tarafından hayranlıkla karşılanmış ve <strong>Atatürk</strong>’ün modern<br />

Türkiye’yi yarattığı kabul edilmiştir.<strong>Atatürk</strong> döneminde, <strong>Atatürk</strong> ve<br />

devrimleri hakkında yapılan binlerce yayın O’ nun büyüklüğünün<br />

ve ölümsüzlüğünün işaretidir. <strong>Atatürk</strong> döneminde yeniden var edilen<br />

yeni devlet nedeni ile <strong>Atatürk</strong> yeni ve modern devlet kurucusu<br />

olarak tanımlanmıştır. Bu dönemde Dünyadaki sayısız bağımsız<br />

ülke karşısında Türkiye büyük bir itibar ve onur kazanmıştır. Büyük<br />

bir saygınlığı vardır. Bu da <strong>Atatürk</strong>’ün kişiliği, yaratıcılığı, ortaya<br />

koyduğu devrimleri, Türk halkına kazandırdığı yeni kimlik ve onur<br />

sayesinde gerçekleşmiştir.


TÜRK ANAYASALARINDA LAİKLİK VE DİNLE İLGLİ<br />

HÜKÜMLER<br />

Prof.Dr.Temuçin Faik ERTAN<br />

GİRİŞ<br />

Anayasa:<br />

Devletin temel yapısını, yönetim biçimini, temel organlarını,<br />

bunların birbiri ile olan ilişkilerini, bireylerin devlete karşı, devletin<br />

bireylere karşı olan hak ve görevlerini düzenleyen en üstün yasadır.<br />

Laiklik:<br />

Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün El Yazıları:<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur.<br />

Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyete<br />

temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır<br />

ve tatbik edilir. Din telâkkisi vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din<br />

fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin<br />

çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür.<br />

1876 Kanun-i Esasisi<br />

MADDE 4.- Zatı Hazreti Padişahi hasbel hilâfe dini İslamın<br />

hâmisi ve bilcümle tebeai Osmaniyenin hükümdar ve padişahıdır.<br />

MADDE 7. - Vükelânın azil ve nasbı ve rütbe menasıp tevcihi<br />

ve nişan itası ve eyalâtı mümtazenin şeraiti imtiyazilerine tevfikan<br />

icrayı tevcihatı ve meskûkat darbı ve hutbelerde nâmının zikri ve<br />

düveli ecnebiye ile müahedat akdi ve harb ve sulh ilanı ve kuvvei<br />

berriye ve bahriyenin kumandası ve harekâtı askeriye ve ahkâmı şe-


686<br />

TEMUÇİN FAİK ERTAN<br />

riye ve kanuniyenin icrası ve devairi idarenin muamelâtına müteallik<br />

nizamnamelerin tanzimi ve mücazaatı kanuniyenin tahfifi ve affı<br />

ve Meclisi Umuminin akt ve tatili ve ledel iktiza Heyeti Mebusanın<br />

azası yeniden intihap olunmak şartile feshi hukuku mukaddesei Padişahi<br />

cümlesindedir.<br />

MADDE 8.- Devleti Osmaniye tabîyetinde bulunan efradın<br />

cümlesine herhangi din ve mezhepten olur ise olsun bilâ istisna Osmanlı<br />

tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale<br />

göre istihsal ve izae edilir.<br />

MADDE 11.- Devleti Osmaniyenin dini İslamdır. Bu esası vikaye<br />

ile beraber asayişi halkı ve adabı umumiyeyi ihlâl etmemek<br />

şartile memaliki Osmaniyede maruf olan bilcümle edyanın serbestii<br />

icrası ve cemaatı muhtelifiye verilmiş olan imtiyazatı mezhebiyenin<br />

kemakân cereyanı Devletin tahdi himayetindedir.<br />

MADDE 17.- Osmanlıların kâffesi huzuru kanunda ve ahvali<br />

diniye ve mezhebiyeden maada memleketin hukuk ve vezaifinde<br />

mütesavidir.<br />

MADDE 27.- Mesnedi sadaret ve meşihatı İslamiye tarafı Padişahiden<br />

emniyet buyurulan zatlara ihale buyurulduğu misullû sair<br />

vükelânın memuriyetleri dahi ba iradei şahane icra olunur.<br />

MADDE 64.- Heyeti Âyan, Heyeti Mebusandan verilen kavanin<br />

ve muvazene lâyihalarını tetkik ile eğer bunlarda esasen umuru<br />

diniyeye ve Zatı hazreti Padişahinin hukuku seniyesine ve hürriyete<br />

ve Kanunu Esasi ahkâmına ve Devletin tamamiyeti mülkiyesine<br />

ve memleketin emniyeti dahiliyesine ve vatanın esbabı müdafaa<br />

ve muhafazasına ve adabı umumiyeye halel verir bir şey görür ise<br />

mütalâasını ilâvesile ya katiyen red veyahut tâdil ve tashih olunmak<br />

üzere Heyeti Mebusana iade eder ve kabul ettiği lâyihaları tasdik<br />

ile Makamı Sadarete arzeyler ve Heyete takdim olunan arzuhalları<br />

bittetkik lüzum görür ise ilâvei mütalâa ile beraber Makamı Sadarete


takdim eder.<br />

TÜRK ANAYASALARINDA LAİKLİK VE DİNLE İLGİLİ HÜKÜMLER 687<br />

MADDE 87.- Deavii şer’iye, mehâkimi şer’iyede ve deavii nizamiye,<br />

mehâkimi nizamiyede rüyet olunur.<br />

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu<br />

MADDE 2.- İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve<br />

hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz<br />

eder.<br />

29 Ekim 1923 Tarihinde Yapılan Değişiklik Sonucu;<br />

MADDE 2.- Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslam’dır. Resmî<br />

lisanı Türkçe’dir.<br />

1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu<br />

MADDE 2.- Türkiye Devleti’nin dîni, Din-i İslamdır; resmî dili<br />

Türkçe’dir, makam Ankara şehridir.<br />

10 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde<br />

değiştirilmiştir:<br />

MADDE 2.- Türkiye Devleti’nin resmî dili Türkçe’dir; makam<br />

Ankara şehridir.<br />

5 Şubat 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde<br />

değiştirilmiştir:<br />

MADDE 2.- Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Millîyetçi, Halkçı,<br />

Devletçi, Laik ve Inkılapçı’dır. Resmi dili Türkçe’dir. Makam Ankara<br />

şehridir.<br />

MADDE 26.- Büyük Millet Meclisi ahkâm-ı şer’iyyenin tenfîzi,<br />

kavâninin vaz’ı, tâdîli, tefsiri, fesih ve ilgası, Devletlerle mukavele,<br />

muahede ve sulh akdi, harp ilanı, muvâzene-i umûmîye-i mâliye<br />

ve Devletin umûm hesâb-ı katî kanunlarının tetkik ve tasdiki, meskukat<br />

darbı inhisar ve mali taahhüdü mutâzâmmın mukavelat ve<br />

imtiyâzâtın tasdik ve feshi, umûmî ve hususî af ilanı, cezaların tahfif<br />

veya tahvili, tahkikat ve mücâzât-ı kanûniyenin tecili, mahkemelerden<br />

sadır olup kuvvetler ayrılığı kat’iyyet kesbetmiş olan idam hükümlerinin<br />

infazı gibi, vezâifi bizzat kendi ifâ eder.


688<br />

TEMUÇİN FAİK ERTAN<br />

10 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde<br />

değiştirilmiştir:<br />

MADDE 26.- Büyük Millet Meclisi, kavâninin vaz’ı, tâdîli,<br />

tefsîri, fesih ve ilgâsı devletlerle mukavele, muahede ve sulh akdi,<br />

harp ilanı, muvâzene-i umûmîye-i maliye ve devletin umûm hesâb-ı<br />

kafi kanunlarının tetkik ve tasdîki, meskukât darbı, inhisar ve mâlî<br />

taahhüdü mutâzâmmın mukâvelât ve imtiyâzâtın tasdiki ve feshi,<br />

umûmî ve husûsî af ilanı, cezaların tahfif ve tahvîli, tahkikat ve<br />

mücâzât-ı kanûniyenin te’cili mahkemelerden sâdır olup kat’iyyet<br />

kesbetmiş olan idam hükümlerinin infazı gibi vezâifi bizzat kendi<br />

ifâ eder.<br />

MADDE 16.- Meb’ûslar Meclise iltihak ettiklerinde şu şekilde<br />

tahlif olunurlar:<br />

(Vatan ve Milletin saadet ve selâmetine ve Milletin bilâkaydüşart<br />

hâkimiyetine mugayir bir gaye takib etmeyeceğime ve Cumhuriyet<br />

esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma “vallahi”).<br />

10 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde<br />

değiştirilmiştir:<br />

MADDE 16.- Meb’ûslar Meclis’e iltihâk ettiklerinde şu şekilde<br />

tahlif olunurlar:<br />

“Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâkaydüşart<br />

hâkimiyetine mugayir ve gaye tâkib etmeyeceğime ve Cumhuriyet<br />

esaslarına sadâkatten ayrılmayacağıma namusum üzerine söz veririm.”<br />

MADDE 38.- Reisicumhur intihabı akabinde ve Meclis huzurunda<br />

şu suretle yemin eder:<br />

(Reisicumhur sıfatiyle Cumhuriyet’in kanunlarına ve hâkimiyet-i<br />

millîyye esâslarına riâyet ve bunların müdâfaa, Türk milletinin saadetine<br />

sadıkane ve bütün kuvvetimle sarf-ı mesâû, Türk Devleti’ne teveccüh<br />

edecek her tehlikeyi kemâl-i şiddetle men, Türkiye’nin şân ve<br />

şerefini vikaye ve ilâya ve deruhde ettiğim vazîfenin icâbâtına hasr-ı<br />

nefs etmekten ayrılmayacağıma “Vallahi”)


TÜRK ANAYASALARINDA LAİKLİK VE DİNLE İLGİLİ HÜKÜMLER 689<br />

10 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde<br />

değiştirilmiştir:<br />

MADDE 38.- Reisicumhur, intihabı akabinde ve Meclis huzurunda<br />

şu suretle yemin eder:<br />

“Reisicumhur sıfatiyle Cumhûriyet’in kanunlarına ve<br />

hâkimiyet-i millîyye esâslarına riâyet ve bunların müdâfaa, Türk<br />

milletinin saadetine sadıkane ve bütün kuvvetimle sarf-ı mesâû,<br />

Türk Devleti’ne teveccüh edecek her tehlikeyi kemâl-i şiddetle<br />

men, Türkiye’nin şân ve şerefini vikaye ve ilâya ve deruhde ettiğim<br />

vazîfenin icâbâtına hasr-ı nefs etmekten ayrılmayacağıma namusum<br />

üzerine söz veririm.”<br />

MADDE 88.- Türkiye ahâlisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık<br />

itibariyle (Türk) ıtlak olunur.<br />

Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan<br />

veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebî babanın sulbünden<br />

Türkiye’de doğup da memleket dahilinde ikâmet ve sinn-i rüşde vusulünde<br />

resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu<br />

mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür.<br />

Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvâlde izâa edilir.<br />

1961 Anayasası<br />

II. Cumhuriyetin Nitelikleri<br />

MADDE 2.- Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta<br />

belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, laik ve sosyal<br />

bir hukuk devletidir.<br />

III. Eşitlik<br />

MADDE 12.- Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî<br />

inanç, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.<br />

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.


690<br />

TEMUÇİN FAİK ERTAN<br />

IV. Düşünce ve İnanç Hak ve Hürriyetleri<br />

a) Vicdan ve Din Hürriyeti<br />

MADDE 19.- Herkes, vicdan ve dini inanç ve kanaat hürriyetine<br />

sahiptir.<br />

Kamu düzenine veya genel ahlâka veya bu amaçlarla çıkarılan<br />

kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dini ayin ve törenler serbesttir.<br />

Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve<br />

kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Kimse, dini inanç ve kanaatlerinden<br />

dolayı kınanamaz.<br />

Din eğitim ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğini ve küçüklerin<br />

de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır.<br />

Kimse, Devletin sosyal, iktisadî, siyasi veya hukukî temel düzenini,<br />

kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya<br />

şahsî çıkar veya nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle olursa olsun,<br />

dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar<br />

edemez ve kötüye kullanamaz. Bu yasak dışına çıkan veya başkasını<br />

bu yolda kışkırtanlar kanuna göre cezalandırılır; dernekler, yetkili<br />

mahkemece ve siyasi partiler, Anayasa Mahkemesince temelli kapatılır.<br />

20.9.1971 tarih ve 1488 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:<br />

MADDE 19.- Herkes, vicdan ve dini inanç ve kanaat hürriyetine<br />

sahiptir.<br />

Kamu düzenine veya genel ahlâka veya bu amaçlarla çıkarılan<br />

kanunlara aykırı olmayan ibâdetler, dini âyin ve törenler serbesttir.<br />

Kimse, ibâdete, dini âyin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve<br />

kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Kimse, dini inanç ve kanaatlerinden<br />

dolayı kınanamaz.<br />

Din eğitim ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin<br />

de kanunî temsilcilerinin isteğine bağlıdır.<br />

Kimse, Devletin sosyal, iktisadî, siyasi veya hukukî temel düzenini,<br />

kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya<br />

şahsî çıkar veya nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle olursa olsun,<br />

dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar<br />

edemez ve kötüye kullanamaz. Bu yasak dışına çıkan veya başkasını


TÜRK ANAYASALARINDA LAİKLİK VE DİNLE İLGİLİ HÜKÜMLER 691<br />

bu yolda kışkırtan gerçek ve tüzel kişiler hakkında, kanunun gösterdiği<br />

hükümler uygulanır ve siyasi partiler Anayasa Mahkemesince<br />

temelli kapatılır.<br />

b) Partilerin Uyacakları Esaslar<br />

MADDE 57.- Siyasi partilerin tüzükleri, programları ve faaliyetleri,<br />

insan hak ve hürriyetlerine dayanan demokratik ve laik<br />

Cumhuriyet ilkelerine ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği<br />

temel hükmüne uygun olmak zorundadır. Bunlara uymıyan partiler<br />

temelli kapatılır.<br />

Siyasi partiler, gelir kaynakları ve giderleri hakkında Anayasa<br />

Mahkemesince hesap verirler.<br />

Partilerin iç çalışmaları faaliyetleri, Anayasa Mahkemesine ne<br />

suretle hesap verecekleri ve bu mahkemece malî denetimlerinin nasıl<br />

yapılacağı, demokrasi esaslarına uygun olarak kanunla düzenlenir.<br />

Siyasi partilerin kapatılması hakkındaki davalara Anayasa Mahkemesinde<br />

bakılır ve kapatma kararı ancak bu Mahkemece verilir.<br />

15.3.1973 tarih ve 1699 sayılı Kanunla 2’nci ve 3’üncü fıkrası<br />

aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:<br />

MADDE 57.- Partilerin iç çalışmaları, faaliyetleri, Anayasa<br />

mahkemesine hangi hallerde ve ne suretle hesap verecekleri ve bu<br />

mahkemece malî denetimlerinin hangi hallerde ve nasıl yapılacağı,<br />

demokrasi esaslarına uygun olarak kanunla düzenlenir.<br />

b) And İçme<br />

MADDE 77.- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, görevlerine<br />

başlarken şöyle and içerler:<br />

Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma;<br />

Milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik<br />

Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma<br />

namusum üzerine söz veririm.


692<br />

TEMUÇİN FAİK ERTAN<br />

II. And İçmesi<br />

MADDE 96.- Cumhurbaşkanı, görevine başlarken Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi önünde şöyle and içer:<br />

“Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Türk Devleti’nin bağımsızlığına,<br />

vatanın ve Milletin bütünlüğüne yönelecek her tehlikeye karşı koyacağıma;<br />

Milletin kayıtsız şartsız egemenliğini ve Anayasa’yı sayacağıma<br />

ve savunacağıma; İnsan haklarına dayanan demokrasi ve<br />

hukuk devleti ilkelerinden ve tarafsızlıktan ayrılmayacağıma; Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini koruyup yüceltmek ve üzerime<br />

aldığım görevi yerine getirmek için bütün gücümle ve varlığımla çalışacağıma<br />

namusum üzerine söz veririm.”<br />

b) Radyo ve Televizyonun İdaresi ve Haber Ajansları<br />

MADDE 121.-Radyo ve televizyon istasyonların idaresi özerk<br />

kamu tüzel kişiliği halinde kanunla düzenlenir.<br />

Her türlü radyo ve televizyon yayımları, tarafsızlık esaslarına<br />

göre yapılır.<br />

Radyo ve televizyon idaresi, kültür ve eğitime yardımcılık görevinin<br />

gerektirdiği yetkilere sahip kılınır. Devlet tarafından kurulan<br />

veya Devletten malî yardım alan haber ajanslarının tarafsızlığı esastır.<br />

20.9.1971 tarih ve 1488 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:<br />

MADDE 121.- Radyo ve televizyon istasyonları, ancak Devlet<br />

eliyle kurulur ve idareleri tarafsız bir kamu tüzel kişiliği halinde kanunla<br />

düzenlenir. Kanun, yönetim ve denetimde ve yönetim organlarının<br />

kuruluşundan tarafsızlık ilkesini bozacak hükümler koyamaz.<br />

Her türlü radyo ve televizyon yayımları, tarafsızlık esaslarına<br />

göre yapılır.<br />

Haber ve programların seçilmesinde, işlenmesinde ve sunulmasında<br />

ve kültür ve eğitime yardımcılık görevinin yerine getirilmesinde<br />

devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, insan haklarına<br />

dayanan millî, demokratik, laik ve sosyal Cumhuriyetin, millî güvenliğin<br />

ve genel ahlâkın gereklerine uyulması, haberlerin doğruluğunun<br />

sağlanması esasları ile organların seçimi, yetki, görev ve


TÜRK ANAYASALARINDA LAİKLİK VE DİNLE İLGİLİ HÜKÜMLER 693<br />

sorumlulukları kanunla düzenlenir.<br />

Devlet tarafından kurulan veya devletten malî yardım alan haber<br />

ajanslarının tarafsızlığı esastır.<br />

Dördüncü Kısım<br />

ÇEŞİTLİ HÜKÜMLER<br />

I. Devrim Kanunlarının Korunması<br />

MADDE 153.- Bu Anayasanın hiçbir hükmü Türk toplumunun<br />

çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

laiklik niteliğini koruma amacını güden aşağıda gösterilen Devrim<br />

Kanunlarının, bu Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte<br />

bulunan hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu şeklinde<br />

anlaşılamaz ve yorumlanamaz:<br />

1.3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu;<br />

2. 25 Teşrinisani 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisa’sı hakkında<br />

Kanun;<br />

3. 30 Teşrinisani 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle<br />

Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men<br />

ve İlgasına Dair Kanun;<br />

4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenîsiyle<br />

kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru tarafından yapılacağına<br />

dair medenî nikah esası ile aynı Kanunun 110’uncu maddesi<br />

hükmü:<br />

5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın<br />

Kabulü hakkında Kanun;<br />

6. 1 Teşrinisani 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul<br />

ve Tatbiki hakkında Kanun;<br />

7. 26 Teşrinisani 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa<br />

gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun;<br />

8. 3 Kanunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin<br />

Giyilemiyeceğine Dair Kanun.<br />

II. Diyanet İşleri Başkanlığı<br />

MADDE 154.- Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı,<br />

özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.


694<br />

TEMUÇİN FAİK ERTAN<br />

1982 Anayasası<br />

II. Cumhuriyetin nitelikleri<br />

MADDE 2-Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma<br />

ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, <strong>Atatürk</strong><br />

millîyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,<br />

demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.<br />

X. Kanun önünde eşitlik<br />

MADDE 10- Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce,<br />

felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin<br />

kanun önünde eşittir.<br />

(Ek: 7.5.2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir.<br />

Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.<br />

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.<br />

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun<br />

önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.<br />

1982 Anayasası<br />

IV. Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması<br />

MADDE 15- Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü<br />

hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek<br />

kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin<br />

kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar<br />

için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.<br />

(Değişik: 7.5.2004-5170/2 md.) Birinci fıkrada belirlenen durumlarda<br />

da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen<br />

ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının<br />

bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini<br />

açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz;<br />

suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile<br />

saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.


TÜRK ANAYASALARINDA LAİKLİK VE DİNLE İLGİLİ HÜKÜMLER 695<br />

VI. Din ve vicdan hürriyeti<br />

MADDE 24 - Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine<br />

sahiptir.<br />

14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini<br />

âyin ve törenler serbesttir.<br />

Kimse, ibadete, dini âyin ve törenlere katılmaya, dini inanç<br />

ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden<br />

dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.<br />

Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi<br />

altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim<br />

kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki<br />

din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin<br />

de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.<br />

Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukukî temel<br />

düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi<br />

veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa<br />

olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri<br />

istismar edemez ve kötüye kullanamaz.<br />

II. Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi<br />

MADDE 42- Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.<br />

Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir.<br />

Eğitim ve öğretim, <strong>Atatürk</strong> ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda,<br />

çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi<br />

altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz.<br />

Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan<br />

kaldırmaz.<br />

İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve<br />

Devlet okullarında parasızdır.<br />

Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, Devlet<br />

okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak, kanunla düzenlenir.<br />

Devlet, maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğre-


696 TEMUÇİN FAİK ERTAN<br />

nimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli<br />

yardımları yapar. Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı<br />

olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır.<br />

Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma<br />

ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne<br />

suretle olursa olsun engellenemez.<br />

Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında<br />

Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.<br />

Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı<br />

dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar<br />

kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır.<br />

IX. Gençlik ve spor<br />

A. Gençliğin korunması<br />

MADDE 58.- Devlet, istiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği<br />

gençlerin müsbet ilmin ışığında, <strong>Atatürk</strong> ilke ve inkılapları doğrultusunda<br />

ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü<br />

ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini<br />

sağlayıcı tedbirleri alır.<br />

Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden,<br />

suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten<br />

korumak için gerekli tedbirleri alır.<br />

III. Siyasi partilerle ilgili hükümler<br />

A. Parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma<br />

MADDE 68- (Değişik: 23.7.1995-4121/6 md.) Vatandaşlar, siyasi<br />

parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden ayrılma<br />

hakkına sahiptir. Parti üyesi olabilmek için onsekiz yaşını doldurmuş<br />

olmak gerekir.<br />

Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.<br />

Siyasi partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve<br />

kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler.<br />

Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin


TÜRK ANAYASALARINDA LAİKLİK VE DİNLE İLGİLİ HÜKÜMLER 697<br />

bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan<br />

haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine,<br />

demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya<br />

zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı<br />

ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.<br />

Hâkimler ve savcılar, Sayıştay dahil yüksek yargı organları<br />

mensupları, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri,<br />

yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer<br />

kamu görevlileri, Silahlı Kuvvetler mensupları ile yükseköğretim<br />

öncesi öğrencileri siyasi partilere üye olamazlar.<br />

Yükseköğretim elemanlarının siyasi partilere üye olmaları ancak<br />

kanunla düzenlenebilir. Kanun bu elemanların, siyasi partilerin<br />

merkez organları dışında kalan parti görevi almalarına cevaz veremez<br />

ve parti üyesi yükseköğretim elemanlarının yükseköğretim kurumlarında<br />

uyacakları esasları belirler.<br />

Yükseköğretim öğrencilerinin siyasi partilere üye olabilmelerine<br />

ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.<br />

Siyasi partilere, Devlet, yeterli düzeyde ve hakça malî yardım<br />

yapar. Partilere yapılacak yardımın, alacakları üye aidatının ve bağışların<br />

tabi olduğu esaslar kanunla düzenlenir.<br />

2. Andiçme<br />

MADDE 81.- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, göreve<br />

başlarken aşağıdaki şekilde and içerler:<br />

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez<br />

bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma;<br />

hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete<br />

ve <strong>Atatürk</strong> ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur<br />

ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan<br />

haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve<br />

Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde<br />

namusum ve şerefim üzerine and içerim.”


698<br />

TEMUÇİN FAİK ERTAN<br />

I. Cumhurbaşkanı<br />

C. Andiçmesi<br />

MADDE 103-Cumhurbaşkanı, görevine başlarken Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi önünde aşağıdaki şekilde andiçer:<br />

“Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını,<br />

vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız<br />

egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne,<br />

demokrasiye, <strong>Atatürk</strong> ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine<br />

bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma<br />

ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden<br />

yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım<br />

görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma<br />

Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim<br />

üzerine andiçerim.”<br />

İ. Diyanet İşleri Başkanlığı<br />

MADDE 136- Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı,<br />

laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin<br />

dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç<br />

edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.<br />

I. Inkılap kanunlarının korunması<br />

MADDE 174- Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş<br />

uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

laiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap<br />

kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte<br />

bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz<br />

ve yorumlanamaz:<br />

1.3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu;<br />

2. 25 Teşrinisani 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisâsı Hakkında<br />

Kanun;<br />

3. 30 Teşrinisani 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle<br />

Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men<br />

ve İlgasına Dair Kanun;


TÜRK ANAYASALARINDA LAİKLİK VE DİNLE İLGİLİ HÜKÜMLER 699<br />

4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle<br />

kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına<br />

dair medenî nikâh esası ile aynı kanunun 110 uncu maddesi<br />

hükmü;<br />

5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın<br />

Kabulü Hakkında Kanun;<br />

6. 1 Teşrinisani 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul<br />

ve Tatbiki Hakkında Kanun;<br />

7. 26 Teşrinisani 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa<br />

Gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun;<br />

8. 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin<br />

Giyilemeyeceğine Dair Kanun.<br />

Genel Değerlendirme<br />

Bir ferman anayasa olan 1876 Anayasasında, laik devlet anlayışı<br />

görülmediği gibi, devletin dininin İslam olduğu ilk kez bir pozitif<br />

hukuk belgesinde yer almıştır.<br />

Olağanüstü koşulların bir ürünü olan 1921 Anayasasında laiklikten<br />

bahsedilemeyeceği gibi, 29 Ekim 1923 tarihindeki değişikliklerle<br />

devletin dininin İslam olduğu hükmü eklenmiştir. Burada önceliğin<br />

Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılması olduğu unutulmamalıdır.<br />

1924 Anayasası ilan edildiğinde laikliğe aykırı hükümler bulunmasına<br />

karşın, 1928 <strong>yılında</strong> yapılan değişikliklerle bunlar kaldırılmıştır.<br />

Ancak laikliğe sadece bir kez vurgu yapılmıştır. Bu anayasa<br />

laik devlet anlayışı için köprü görevi görmüştür.<br />

Bir tepki anayasası olan 1961 Anayasasında laik ya da laiklik<br />

ifadesi, 7 kez ve genel olarak millî, demokratik ve sosyal devletin<br />

parçası olarak kullanılmıştır. Bu nedenle laiklik açısından güçlü bir<br />

anayasadır.<br />

Bir başka tepki anayasası olan 1982 Anayasasında laikliğe daha<br />

çok vurgu yapılmıştır. Başlangıç ve geçici hükümler dahil 10 kez<br />

kullanılan laiklik, genel olarak demokratik cumhuriyetin parçası olarak<br />

sunulmuştur. Ancak din ve ahlak derslerinin ilk ve orta öğretimde<br />

zorunlu olması tartışmalara yol açmaktadır.


700<br />

TEMUÇİN FAİK ERTAN<br />

SONUÇ<br />

Türk Anayasalarında laiklik ve dinle ilgili hükümlerin yer almasının<br />

dört temel nedeni olduğu söylenebilir.<br />

1-Devletin niteliğini açıklamak ve tanımlamak (Nitelik)<br />

2- Yurttaşlar arasında eşitlik vurgusu yapmak (Eşitlik)<br />

3-Başta yasama organı olmak üzere, yürütme ve yargı organlarının<br />

yetkilerini kullanmaları sırasında yol gösterici olmak (Yol<br />

gösterici)<br />

Devleti korumak amacıyla getirilen sınırlamaların bir ölçüsünü<br />

belirlemek (Sınırlama)


1922 YILINDA RUS DENİZALTILARI VASITASIYLA<br />

GERÇEKLEŞTİRİLEN RUS-TÜRK TEMASLARI<br />

Prof. Dr. Dimitri VASİLYEV<br />

Geçen yüzyılın 20 yıllarınınki gelişmeler, Türkiye’nin ve<br />

Rusya’nın tarihi için büyük önem taşımıştı. Dünyanın en büyük iki<br />

imparatorluğu yıkıldıktan sonra, dış ve iç düşmanlarla çetin mücadelede<br />

cumhuriyet niteliğindeki devletler kurulmuştur. Gerek<br />

Rusya’da, gerekse Türkiye’de muhalefet ve yeni reformlara direniş<br />

görülüyordu. Devrimci değişiklikleri uygulayan liderlerle birlikte<br />

emperiyalizme karşı savaşan bazı politika adamları bile, siyasi gelişmeleri<br />

ve yeni yönetimin hareketlerini doğru şekilde anlamıyor<br />

ve değerlendirmiyordu. O dönemi inceleyen tarihçi ve araştırmacıların,<br />

genç çağdaş ve gelecek kuşak temsilcileri için birçok hususu<br />

anlatıp yorumlaması gerekir. Bu nedenle Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

“Nutku”nun ilk defa olarak orijinal metninden yapılan Rusça tercümesinin<br />

<strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi’nce yayınlanması, Rusya’da ve<br />

BDT üyesi Türk devletlerindeki okurlar için gerçek bir buluş haline<br />

geldi.<br />

O dönemde Türkiye’de yer alan birçok gelişme, Sovyet Rusya<br />

yönetiminin hareketlerini belli derecede etkilemişti. İki genç cumhuriyet<br />

aynı zamanda İtilaf devletlerine ve devrimin iç düşmanlarına<br />

karşı mücadele etmişti. Bu yüzden doğal olarak müteffiklere özgü<br />

ilişkiler kuruluyor, manevi ve maddi destek sağlanıyor, birçok somut<br />

konu üzerinde görüşmeler yapılıyordu. Ancak o zamanlarda görüşmelerin<br />

tümü açık olarak yapılamıyordu. Bazı belgeler gizli olup,<br />

yıllar boyunca Sovyet arşivlerinde saklanıyordu. Bu belgeler erişilir<br />

olduğu zamanımızda, araştırmacılar, 20 yıllarında çeşitli anlaşma ve<br />

sözleşmeler uyarınca Türkiye’yi ziyaret eden asker ve siyaset adam-


702<br />

DİMİTRİ VASİLYEV<br />

larının hizmet bildirileri ve raporlarını yavaş yavaş bulmaya başladılar.<br />

Pek tabiidir ki, bu konudaki yeni belgeler, en küçük bile olsa,<br />

tarihi kaynak olarak, imparatorlukların yıkıntıları üzerinde kurulan<br />

genç cumhuriyetlerin oluşmasını ve halklarının Kurtuluş Savaşı’nı<br />

anlatarak, büyük tarihi değere sahiptir.<br />

İki yıl önce Ankara’da yapılan kongrede Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün vefatı dolayısıyla düzenlenen törenlere katılan Sovyet<br />

kruvazörü komutanının Stalin’e muhatap gizli raporu hakkında bildiri<br />

okudum. Bu belge, Sant-Petersburg’taki Rusya Devlet Donanma<br />

Arşivinde korunmuş ve gizlilik damgaları nispeten kısa bir zaman<br />

önce kaldırılmıştır. Benim öğrencim, Arşiv Müdür Yardımcısı Marina<br />

Malevinskaya aramalara devam etti ve sonuçta 1922 <strong>yılında</strong> yapılan<br />

Sovyet-Türk askerî deniz sözleşmeleri hakkındaki bir sıra belge<br />

keşfedildi. 1<br />

Rusya Devlet Donanma Arşivinde bulunan Karadeniz Donanması<br />

fonunda Dışişleri Bakanlığı Kırım temsilcisi Krjeminski ile<br />

donanma komutanlığı arasındaki yazışma korunmaktadır. Bu yazışmanın<br />

konusu, Sevastopol ile Türkiye arasında denizaltıların gidiş<br />

dönüş seferlerinin düzenlenmesidir.<br />

1922 yılının Temmuz ayında Donanma Kurmayına aşağıdaki talimat<br />

telgrafla iletilmişti: “Dışişleri Bakanlığı’nın ihtiyaçlarını karşılamak<br />

üzere, Cumhuriyetimiz Askeri Kurul Başkan Yardımcısının<br />

izniyle, Sevastopol ile İnebolu arasında denizaltı ulaşımının düzenlenmesi<br />

önerilmektedir. Denizaltılar Dışişleri bakanlığı görevlilerini<br />

ve diplomatik postayı ayda beş defa İnebolu’ya getirmeli ve orada en<br />

çok 24 saat kaldıktan sonra geri dönmelidir”. 2<br />

İlk sefer 18 Temmuzda İkonnikov komutanlığında bulunan ve<br />

“AG-23”, AG-24” ve ”AG-25” numaralı denizaltlardan oluşan müstakil<br />

denizaltı filosu tarafından gerçekleştirilmişti. 1922 yılının Temmuz<br />

ile Aralık aylarına ait arşiv belgelerine göre, seferler devamlı<br />

olup ayda 3-4 defa yapılmıştı. Ayrıca, Kasım ayında Güney Kafkas<br />

Cumhuriyetleri Birliği Kurulu Başkanı Mdivani ”AG-25” denizaltısıyla<br />

Türkiye’den dönmüştü, Aralık ayında da Rusya Sovyet Federatif<br />

Sosyalist Cumhuriyeti Büyükelçisi Aralov’un ve İstanbul<br />

Başkonsolosu Zalkind’in eşleri Türkiye’ye ulaştırılmışlardı. Bilindiği<br />

gibi, Semen Aralov, Ankara’da Sovyet Büyülelçilisi görevinde


1922 YILINDA RUS DENİZALTILARI VASITASIYLA GERÇEKLEŞTİRİLEN<br />

RUS-TÜRK TEMASLARI<br />

bulunarak, Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla samimi, güven ve saygıya<br />

dayanan ilişkiler kurmuştu. Moskova’da 1960 <strong>yılında</strong> çıkan,<br />

“Sovyet diplomatının anıları” adlı kitapta Aralov, Mustafa Kemal ve<br />

arkadaşlarıyla görüşmelerini, cephe gezilerini detaylı şekilde anlatmış,<br />

muhalefet liderlerini heyecanlı olarak değerlendirmiştir. Sovyet<br />

Büyükelçisine karşı duyulan saygı, İstanbul’un Taksim alanında dikilen<br />

anıtta ifadesini bulmuştur. Anıtta Aralov’un ve Mareşal Klim<br />

Voroşılov’un heykelleri, Türk Kurtuluş Hareketi Liderinin heykeli<br />

yanında yer almıştır.<br />

Bununla birlikte, Sovyet denizaltıları Sovyet diplomatlarının<br />

hizmetinde bulunmakla kalmadı. Sovyet Rusya Deniz Kuvvetleri<br />

Başkomutanlığı’nın ve Karadeniz Donanma Kurmayının<br />

29 Ağustos, 2 ve 5 Eylül 1922 tarihli şifre telgraflarında Ankara<br />

Hükûmetince gönderilen, Rıza Nur Bey başkanlığındaki olağanüstü<br />

misyonun protokol karşılanması, bir şeref kıtasının düzenlenmesi,<br />

misyona refakat edilmesi ve misyon üyelerinin AG-23 denizaltısıyla<br />

Sevastopol’dan İnebolu veya Sinop’a ulaştırılması hakkında<br />

talimatlar vardır. 3 Ayrıca, ilgi çeken şu emirleri okuyoruz: “AG-23<br />

denizaltısı Sinop sularında mümkün olduğu kadar kısa bir zaman<br />

kalmalı, Sinop’a şafak zamanında yaklaşmaya ve karanlıkta kalkmaya<br />

çalışmalıdır. Denizde iken, gemilerden, ayrıca, Yunanistan gemilerinden<br />

kaçınmak ve herhangibir gemi keşfedilirse, hemen dalmak<br />

gerekir. Sinop’ta Amerikan gemileri hariç, askerî gemiler bulunursa,<br />

Sinop’a yaklaşmayarak ve denizde kalarak bir zaman beklemek;<br />

düşmanca hareketlere başlanırsa, kimseye hücüm etmeyerek sadece<br />

gerekli savunma önlemlerini alıp, hemen Türk sularından çıkmak ve<br />

Sevastopol’e dönmek gerekir”. 4<br />

Ankara Hükûmetince gönderilen, Rıza Nur Bey başkanlığındaki<br />

olağanüstü misyonun Türkiye’ye ulaştırılması amaçlı denizaltı seferi<br />

hakkında iki rapor, en büyük ilgi çekmektedir. Birisi, denizaltı<br />

komutanı A. Asyamolov’un 11 Eylül 1922 tarihli raporu, 5 ikincisi<br />

de, misyona refakat eden Komutanlık subayı A.M.Nevinski’nin 19<br />

Eylül 1922 tarihli raporudur. 6<br />

Denizaltı komutanının raporunda aşağıdaki hususlar bildirilmiştir:<br />

Olağanüstü misyon başkanı Doktor Rıza Nur Bey ve misyon<br />

üyesi Yakup Bey ”Pamyat’ Merkuriya” kruvazöründen denizaltıya<br />

703


704<br />

DİMİTRİ VASİLYEV<br />

binmişlerdir. 6 Eylül sabahında denizaltı Sinop’a varmış; misyon<br />

üyeleri, onları karşılayan Sinop liman Komutanı ve Jandarma Komutanı<br />

ile birlikte mürettebatı sefer sırasında gösterilen ilgi ve konukseverlik<br />

için teşekkür etmişlerdi. Denizciler Rusya ve Türkiye<br />

şerefine selamlar ifade etmişlerdir. Denizaltı subayları, Sinop Valisi<br />

adına verilen ziyafete davet edilmişti. Raporda şu ilgi çekici detaylar<br />

kaydedilmiştir: “Rus denizcilerinden para almama ve onlara her<br />

türlü yardım gösterme talimatı Sinop Valisi tarafından tüm restorant,<br />

kahvehane ve dükkanlara verilmiştir. Saat 18’de deniz kıyısındaki<br />

açık alanda ziyafet başlamıştır... Doktor Rıza Nur Bey Rusya şerefinde<br />

bir selamlama konuşmasını yapmış, ayrıca, iki devlet arasındaki<br />

dostça ilişkilerin ebediyen devam etmesini temenni etmiş ve karşılıklı<br />

çıkarlarının aynı olduğunu bildirerek, iki milletin İtilaf devletlerine<br />

karşı mücadelesinde başarılar dilemiştir. Tüm davetlilerin sofra<br />

başında, sonra da deniz kıyısında fotografları çekilmişti. Ziyafet karanlık<br />

saatlerine kadar devam etmiştir. Vedalaşma sırasında birçok<br />

karşılıklı dilek ifade edilmiş, sandalımız kıyıdan uzaklaştığında kıyıda<br />

alev yakılmış ve kıyıdaki kişiler sandalımızı alkışlarla uğurlamışlardı.<br />

Şehri ışıldaklarla aydınlatmak emrini vermiştim. Denizaltı<br />

mürettebatı Doktor Rıza Nur Bey’e bir selamlama mektubu göndererek,<br />

hediyeler için teşekkür etmiş ve cephede başarılar dilemiştir”.<br />

Ertesi gün denizaltı, misyon üyesi Yakup Bey ile İnebolu’ya<br />

hareket etmiştir. İnebolu Valisi Ankara’dan Rus denizaltısının geleceğini<br />

bildiren telgrafı önce almıştı. Yakup Bey bu telgrafı kaptana<br />

göstererek, “Rus denizcilerine her türlü yardım gösterilsin, tüccarlar<br />

da bir türlü hilekarlık yapmasınlar” sözlerine dikkati çekmştir.<br />

Aynı gelişmeler, Türk Hükûmetinin Olağanüstü misyonuna refakat<br />

eden Komutanlık subayı A.M.Nevinski’nin raporunda daha detaylı<br />

şekilde anlatılmıştır. Nevinski’nin yazdığına göre, Sinop liman<br />

makamlarının elinde denizaltının geliş amacı hakkında herhangi bir<br />

haber yoktu, çünkü Ankara ile telgraf bağlantısı kesilmişti. “Makamlar<br />

ve elçi arasında varılan mutabakata göre, Ankara Hükûmetinden<br />

denizaltının ve elçinin gelişi konusunda bir haberin gelmemesi nedeniyle,<br />

haber gelinceye kadar kıyıya çıkarma iznini vermemiştim.<br />

Bir zaman sonra bir sandal yaklaşıp elçinin bagajını almıştı. Aynı<br />

zamanda denizaltımıza Sinop liman komutanı olan bir deniz subayı


1922 YILINDA RUS DENİZALTILARI VASITASIYLA GERÇEKLEŞTİRİLEN<br />

RUS-TÜRK TEMASLARI<br />

705<br />

gelmiş, varışımız dolayısıyla kutlamış, hizmet teklif etmiş ve yerli<br />

makamların şehri ziyaret etmemizi istediklerini ve tüm mürettebatımızı<br />

Sinop şehrinin misafirleri gözüyle baktıklarını bildirmiştir...<br />

Kurmay Komiseri, Filo Komutanı ve bazı diğer komutanlarla birlikte<br />

kıyıya çıktım... Liman Komutanını, Kale Komutanını, gitmiş<br />

olan Valinin Yardımcısını, Jandarma Komutanını ve şehir idaresini<br />

ziyaret etmiştik. Ziyaretler hususunda herhangibir ön talimatı almamışsam<br />

da, ortaya çıkan durumda, yukarıda anılan yerli makamları<br />

hakaret etmemek amacıyla, davetlerini kabul etmek zorunda kaldım...<br />

Kale Kumandanı görevini yapan Garnizon Komutanı, genel<br />

nezaket sohbetinden başka, Türk-Yunan cephesindeki gelişmelerin<br />

gidişatını anlatmıştır. Bu bildiriden Türklerin Yunan ordusunu müthiş<br />

yenilgiye uğrattıklarını ve 14000 esir asker, 2 korgeneral dahil 5<br />

general, 300 subay, 400 astsubay, 200 ağır top, yüz deveden oluşan<br />

bir kervan ve daha çok henüz sayılmayan şey içeren ganimet elde ettiklerini<br />

öğrendik. Kumandan, ayrıca, Yunanlıların tüm terkettikleri<br />

yerleri mahsul ve evler yakarak boş bıraktığını ve hatta kadın ve çocuklarını<br />

zorlayıp öldürdüklerini veya canlı olarak yaktıklarını ifade<br />

etmiş, Sinop’taki Rumların herhangi bir zorbalığa uğramadıklarına<br />

dikkatimizi çekmiştir.<br />

Ziyaret ettiğimiz tüm resmi şahıslar, Doğu konuşma uslübüne<br />

özgü, gayet nazik ifadelerde, aşağıdaki hususları belirtmişlerdi: Rusya<br />

Sovyet Federatif Sosyalist Cumuriyeti Hükûmeti Türkler için en<br />

zor dakikalarda, diğer Avrupa devletleri gibi, Türkleri yalnız bırakmamış,<br />

tersine, önemli destekte bulunmuştur. Türkiye, bu desteğini<br />

hiç bir zaman unutmayacakmış ve Türkler tarafından kazanılan zaferlerin<br />

sadece Türkiye’nin yaptığı çalışmaların sonucu değil, Rusya<br />

tarafından gösterilen yardımın sonucu da olduğu düşünülmekteymiş.<br />

Devletlerin ileride de devam edeceği dostluk, Rusya ve Türkiye’nin<br />

ortak çıkarlarına dayanmakta; Batı Avrupa komşularından birbirine<br />

daha yakın olan iki milletin etnografik benzerliği ortak çıkarlarını<br />

sağlamlaştırmaktaymış; Batı Avrupa ülkeleri ise Türkiye’yi ve halkını<br />

çeşitli yollarla yoketmek istemekte ve kendi gelirini sağlamak<br />

için dürüst olmayan yöntemleri kullanmaktaymışlar. Türk halkının<br />

Rusya’ya karşı duyduğu minnettarlık bugün tüm milletçe paylaşılmakta<br />

ve herkes iki millet arasındaki dostluğun ve ortak çalışmalarının<br />

değişmeyerek devam ettiği umudundaymış. Olağanüstü Türk


706<br />

DİMİTRİ VASİLYEV<br />

misyonuna Rusya’da gösterilen hüsnükabul, Türkler tarafından müteakip<br />

dostça ilişkilerin garantisi olarak büyük bir sevinçle değerlendirilmekteymiş.<br />

Türk makam temsilcilerine aynı nazik şekillerde, ancak Devrimci<br />

Askeri Kurulu talimat vermediğinden ve herhangibir diplomatik<br />

vazifem olmadığından, mümkün olduğu kadar konulara dalmayarak<br />

cevap vermiştim. Cevaplarımın özü yaklaşık olarak şöyleydi: Deniz<br />

askerleri olarak Elçinin ulaştırılmasını amaçlayan görevimizi yerine<br />

getirdik ve Elçinin bu deniz seferinden memnun kaldığından<br />

sevinç duyarız. Bize herhangibir diplomatik görevin verilmemesine<br />

rağmen, Türkiye’de bize gösterilen nazik kabul hakkında Deniz<br />

Kuvvetleri Komutanlığına bilgi vereceğiz ve Türk Hükûmetinin ve<br />

halkının Rusya’ya karşı duydukları minnetarlığı ileteceğiz”.<br />

A.M.Nevinski, raporunun daha ilerisinde şunları bildirmiştir:<br />

“Türkleri zaferler kazanma dolayısıyla memnuniyetle tebrik ederiz<br />

ve kendi halkının korunması uğrunda yürüttükleri mücadelede<br />

yeni başarılara ulaşacaklarına inanmaktayız. Türk halkının uğradıkları<br />

maddi kayıplardan üzgünüz, ayrıca, Yunanlılar tarafından kullanılan,<br />

kültürle bağdaşmayan ve masum kadın ve çocuklara karşı<br />

zorbalıkların uygulandıkları savaş yöntemleri hakkında Rusya’da<br />

haber alındığı zaman, en derin öfke duyulacağından eminiz. Aynı<br />

zamanda Karadeniz Donanması Kurmay Komiseri vurguladığı gibi,<br />

Rus basınında Yunanlılar tarafından zorbalıkların işlenmesine karşı<br />

bir sıra çağrı ve protesto yayınlanmıştır. Rusya’daki hevesleri bilerek,<br />

Türkiye’ye bazı yardımlar gösteren Rusya Hükûmeti’nin Türk<br />

Ordusu’nun kazandığı başarıları duyunca memnun olacağına, şükran<br />

ifadelerini memnuniyetle kabul edeceğine ve Türkiye ile dostça<br />

ilişkileri devam edeceğine inanmaktayız.... Rusya, geçen yılda mahsulün<br />

az olması nedeniyle bazı maddi zorlukları çekerse de, dostlar<br />

ile düşmanlar arasındaki farkı görmekte ve hem düşmanların saldırılarını<br />

püskürtecek, hem de... dostlara yardımda bulunacak...”<br />

Denizcilerin şehir gezisi sırasında edindikleri izlenimler ilgi<br />

çekmektedir: “Resmi ziyaretler bittikten sonra şehri gezmiştik. Bazı<br />

dükkanlara uğradığımızda, Sinop şehrinin misafiriyiz diye bizden<br />

para almak istememişler ve özellikle Türk ordusunun zafer kazandıkları<br />

günlerde gelip mutluluk getirdiğimiz için, halkın bizi gör-


1922 YILINDA RUS DENİZALTILARI VASITASIYLA GERÇEKLEŞTİRİLEN<br />

RUS-TÜRK TEMASLARI<br />

707<br />

mekten zevk duyduğunu söylemişlerdir. Bize Liman Komutanının<br />

refakat ettiğinden anlaşıldığına göre, satın almak istediğimiz her sey<br />

şehir tarafından ödenecekti. Anlaşılan, parasız olarak bir şey elde etmemek<br />

için bundan vazgeçmiştik. Kıyıya bırakılmış olan mürettebat<br />

da, alınan ufak şeyler ve yiyecekler için para almak istenmediğini<br />

bildirmiştir”.<br />

Rus subayı, Sinop gezisinin son kısmını şöyle anlatmıştır: “Akşama<br />

doğru komutanlar ziyafete davet edilmiş, denizaltında kalan<br />

denizciler için bir koyun ve meyveler gönderilmişti. Ziyafet sırasında<br />

Elçi Rıza Nur Bey, bir konuşma yaparken, Rusya’da çok sıcak bir<br />

kabul gördüğünü, Rusya’ da yapılan ortak çalışmalardan memnun<br />

kaldığını ve iki devlet arasındaki, ortak faaliyetlere dayanan gerçek<br />

dostluk izlenimini edindiğini belirtmiş, Rusya Hükûmeti ve Kızıl<br />

Ordu ve Donanma şerefine kadeh kaldrımış ve iki devlet arasındaki<br />

dostluğun ileride de devam edeceği umudunu ifade etmştir. Ayrıca,<br />

Elçi, Sinoplulara hitap ederek, bizi bir dost ülkenin temsilcileri olarak<br />

selamlamaya ve teşekkür etmeye çağırmıştır. Elçinin sözlerine<br />

cevaben, konukseverlik için teşekkür etmiş ve Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi, Türk halkı ve cesur Türk Ordusu şerefine kadeh kaldırmıştım”.<br />

Telgraf hattının kesilmiş kalması, Rus diplomatik kuryelerini ve<br />

misyon üyesi Yakup Beyi İnebolu’ya ulaştırmak gerekmesi nedeniyle,<br />

Elçi Rıza Nur Bey denizaltı kaptanına İnebolu makamlarına<br />

muhatap bir yazı vermiştir. Rus deniz subaylarının raporunda 1922<br />

Eylülünün o günlerinde cepheden haber bekleme havası açıkça görülmektedir:<br />

“7 Eylül sabahında denizaltımız, sularda kimseye rastlamadan<br />

İnebolu’ya girmiştir... Yerli komisere gelmek zorundaydım,<br />

ancak genel selamlamalardan başka sohbet yapılmamıştı, çünkü gün<br />

boyunca cepheden İzmir’in kurtarılmasına ilişkin haberler bekleniyordu.<br />

Ancak akşama kadar herhangi bir haber gelmemişti. Akşam<br />

İnebolu’ya Ankara’dan bir telgraf gelmiştir. Şehir Kumandanı bildirdiği<br />

gibi, telgrafta denizaltımıza her türlü yardımın gösterimesine<br />

ilişkin talimatlar verilmişti. Kumandan bize şehirde refakat edebilecek<br />

askerlerin tahsis edilmesini önermiş, ancak biz, her yerde nazik<br />

davranış görüyoruz diye, bundan vazgeçtik.<br />

Ortalık kararınca denizaltımız demir almış ve 8 Eylülde sela-


708<br />

metle Sevastopol’e varmıştır.<br />

DİMİTRİ VASİLYEV<br />

Genel izlenimlere göre, İnebolu ve Sinop’ta bazı vatandaşlar,<br />

Rıza Nur Bey’in Rusya gezisine büyük ilgi göstermiş ve Elçinin sözlerine<br />

göre, Rusya’da tam anlayışa varıldığından ve Rıza Nur Bey’ye<br />

sıcak hüsnükabulün gösterildiğinden çok memnun kalmışlardır”.<br />

Bu bildiride okuduğumuz belgeler, yirmi yıllarında Mustafa<br />

Kemal’in ve Sovyet yöneticilerinin girişimiyle Rusya ile Türkiye<br />

arasında kurulan diplomatik temasların aktif olduğunu bir kez daha<br />

teyit etmektedirler. Bu temaslarda deniz kuvvetlerinin kullanılması,<br />

M.V.Frunze, S.İ.Aralov7 ve K.E.Voroşılov başkanlığındaki Rus<br />

askerî uzmanlarının Türkiye gezileri ve bunlardan önce, yani 19<br />

Mart 1921 tarihinde Türk birliklerinin ve 18. Kafkas Süvari Ordusunun<br />

Daşnaklara karşı ortaklaşa gerçekleştirdiği Batum fethi, iki<br />

devletin o dönemde emperyalizme karşı bir politika güttüğünü göstermektedir.<br />

Rusya’ya gönderilen olağanüstü Türk misyonu başkanı Kurtuluş<br />

Hareketi tarihinde önemli bir iz bırakmamıştır. Mustafa Kenal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün 1927 <strong>yılında</strong> okuduğu “Nutuk”ta yer alan belgelerde Rıza<br />

Nur Bey’in birçok siyasi çarpışmaya katılmasından ve millîyetçi ruhundan<br />

bahsedilmektedir, ancak Rıza Nur Bey’in sadece son zamanlarda<br />

bu hale geldiği kaydedilmekte, bir de Rıza Nur Bey Arnavutları<br />

Türklere karşı isyana kışkırtmakla sitem edilmektedir. Öte yandan,<br />

bu sitemin, ulu bir insana özgü bir şekilde, yani saygıyla ve gerçek<br />

diplomatik nezketle ifade edildiğini vurgulamak gerek.<br />

Doktor Rıza Nur Bey’in Rusya’daki Olağanüstü Türk misyonunu<br />

çalışmalarına katılması ve bu diplomatik görişmelerin sonuçları,<br />

Rus tarihi eserlerinde iyice araştırılmamıştır. Misyonla ilgili belgeler<br />

Rus arşivlerinde keşfedilmeli ve iki ülkemizin tarihçileri tarafından<br />

araştırılmalıdır.<br />

Dipnotlar<br />

1. М. Е. Малевинская РГАВМФ (Санкт-Петербург), Особые<br />

миссии советских подводных лодок в Турцию в 1922 г» (по<br />

материалам Российского государственного архива военно-


1922 YILINDA RUS DENİZALTILARI VASITASIYLA GERÇEKLEŞTİRİLEN<br />

RUS-TÜRK TEMASLARI<br />

морского флота /РГАВМФ/г. С.-Петербург.), - «Восточный<br />

архив», №1, 1998, С.19-23.<br />

2 РГАВМФ, Ф. р-397, Оп. I. Д. 329. Л. 15.<br />

3 № 1.Шифротелеграмма Штаба Главного командования<br />

морскими силамиРСФСР<br />

в Реввоенсовет Черноморского флота<br />

Ф. р-397, Оп.1 Д.329.Л 74.<br />

№ 2 Приказ Штаба Реввоенсовета Черно морского флота<br />

Начальнику дивизиона подводного плавания А. А. Иконникову<br />

Ф. р-397. Ш. I. Д. 329. Л. 78.<br />

4 № 3. Предписание Штаба Реввоенсовета Черноморского<br />

флота<br />

Ф.р- 397.Ш.1Д.329.Л104.<br />

5 № 4, Рапорт командира подводной лодкиАГ-23 им. Троцкого<br />

в/м А. Асямолова8 начальнику дивизиона подплавания А. А Иконникову<br />

Ф. р-397. Оп. 1 Д. 329. Л 94-94 об.<br />

6 № 5. Рапорт Главного артиллериста флота Черного и Азовского<br />

морен А. М. Невинского Начальнику Штаба Флота<br />

Ф.р-397 Оп.1. Д.329.ЛЛ. 102-103.<br />

7 С.И. Аралов Воспоминания советского дипломата,<br />

Издательство Международные отношения, Москва, 1960.<br />

709


ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE<br />

ULUSALLIK-EVRENSELLİK DERİNLİĞİ<br />

Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ<br />

M. Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün düşünce yapısında yer alan ve <strong>Atatürk</strong> ilkeleri<br />

diye adlandırılan ilkeler ile bunların aksiyona dönüştürülerek<br />

gerçekleştirilmiş biçimleri olan devrimler, bunlarla ilgili belgeler ve<br />

bu konuda yapılan çeşitli bilimsel değerlendirmeler gözden geçirildiğinde,<br />

gözükmektedir ki <strong>Atatürk</strong> ilkeleri, niteliği ve taşıdığı temel<br />

özellikler açısından, tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbirini tamamlayan<br />

bir bütün oluşturmakta ve hepsi de kısaca çağdaşlaşma diye<br />

adlandırılan tek bir temel amaca yönelmiş bulunmaktadır. Bu ilkelerin<br />

böyle bütünleyici bir amaca yönelmiş olması, onları kişisel değer<br />

ölçülerini aşan bir düşünce sistemine dönüştürmüştür. Bu düşünce<br />

sisteminin içine girildiğinde, önce iki temel hedefin, sonra da bu iki<br />

hedefi amaçta bütünleştiren bir dizi ilkelerin yer aldığı görülür. Bunları<br />

kısaca açıklayalım :<br />

<strong>Atatürk</strong>, Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmış yıkıntıları arasından<br />

çekip çıkardığı Türk halkını kurtarmak için Millî Mücadeleyi<br />

başlattığı zaman, dayandığı iki temel hedeften birincisi, ülkeyi<br />

düşman istilasından kurtararak ulusunu her yönü ile tam bağımsız<br />

bir siyasi yapıya kavuşturmak, ikincisi de Türk toplumunu, siyasi<br />

yapısında gerçekleştirilecek köklü yenileştirmeler ile en kısa zamanda<br />

çağdaş uygarlık düzeyinin ön safında yer alabilecek modern ve<br />

gelişmeye açık bir toplum durumuna getirmekti. Böylece, <strong>Atatürk</strong>,<br />

Türk milletinin bağımsızlığını bir bütün olarak ele almış ve bunu bir<br />

devlet felsefesi olarak benimsemiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün düşünce sisteminde yer alan ilkeler, onun dogmatik<br />

olarak ortaya attığı kalıplaşmış ve donmuş fikir kalıpları değildir.


712<br />

ZEYNEP KORKMAZ<br />

Türk halkının tarihî, sosyal ve kültürel gereksinimlerinden kaynaklanan<br />

ve bu gereksinimleri karşılayabilecek nitelikte olan akılcı ve<br />

dinamik düşüncelerdir. Yaptığı devrimlere renk veren, onları birer<br />

esere dönüştüren gerçekçi ve canlı fikirlerdir. 1<br />

Bilindiği gibi <strong>Atatürk</strong>, yalnız bir asker, bir devlet kurucusu değil,<br />

aynı zamanda güçlükleri yenme azmine, yapıcılık ve yaratıcılık<br />

gücüne sahip bir düşünürdür de. Ona dâhi bir kişilik kazandıran keskin<br />

zekâsı, üstün komutanlık vasfı, kapsamlı kültür düzeyi, siyasi ve<br />

sosyal görüşlerindeki isabet ve derinlik, çok yönlü hayat tecrübesi ve<br />

dinamizmi, düşünce yapısındaki sistemlilik, ulusunun özelliklerine<br />

olan vukufu, yüreğindeki zengin yurt ve millet sevgisi ile yaradılışından<br />

gelen insan sevgisi, insanlığa verdiği değer ve gerektikçe<br />

başvurduğu evrensel ölçüler, onun kişiliğine hem ulusal hem de<br />

evrensel açıdan üstün değerler katmıştır. Bu nedenle, <strong>Atatürk</strong> ilke<br />

ve devrimlerinde şöyle bir temel niteliğin yer aldığını da özellikle<br />

vurgulamak gerekir. O da onun düşünce sisteminde ulusal değerler<br />

ile evrensel değerlerin mükemmel bir senteze ulaşmış olması gerçeğidir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, kimi zaman düşüncelerini kendi ulusunun özelliklerinden<br />

yararlanarak, onun binlerce yıllık tarihî derinliğinden ve kültür<br />

zenginliğinden ilham alarak uygulamaya koymuştur. Ancak, bu ulusal<br />

değerler, zamanla ulaştığı yapıcı ve etkileyici sonuçlar açısından<br />

aynı zamanda evrensel birer nitelik kazanarak onun ilkelerine<br />

ulusaldan evrensele doğru yol alan bir boyut kazandırmıştır. Kimi<br />

icraatında da O, evrensel ölçü ve değerleri kendi ulusunun özellik ve<br />

ihtiyaçları ile harmanlayıp kaynaştırarak onları gerçekçi birer ulusal<br />

değerler durumuna getirdiği için bu ilkeler evrenselden ulusala doğru<br />

yol alan ikinci bir boyut kazanmıştır. Özet olarak, onun ilkelerinde<br />

ve icraatında ulusallık ve evrensellik çok kez yan yana yol almış<br />

veya iç içe girmiş bulunmaktadır. Bu durum, <strong>Atatürk</strong>’te olağanüstü<br />

bir sentez gücünün varlığını ortaya koymaktadır. Şimdi onun düşünce<br />

sistemini oluşturan temel ilkelerden ve yaptıklarından alacağımız<br />

birkaç örnekle bu durumu daha belirgin olarak açıklamaya çalışalım.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün düşünce sisteminde yer alan temel ögeler bağımsız-<br />

1 Utkan Kocatürk, <strong>Atatürk</strong>’ün Fikir ve Düşünceleri, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi<br />

yay., Ankara 1999, s. III.


ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE ULUSALLIK-EVRENSELLİK DERİNLİĞİ 713<br />

lık, millî hâkimiyet yani ulusal egemenlik ve cumhuriyetçilik, laiklik,<br />

millîyetçilik, halkçılık yani demokrasi, millî birlik ve bütünlük,<br />

devrimcilik, çağdaşlaşma, akıl ve bilimin öncülüğü, yurtta barış dünyada<br />

barış anlayışı gibi ögeler veya ilkelerdir. Ama bu ilkelerin en<br />

başında bağımsızlık, hatta her yönü ile tam bir bağımsızlık yer alır.<br />

Bilindiği gibi Millî Mücadele bir bağımsızlık savaşıdır. <strong>Atatürk</strong><br />

bu savaşa girerken bir kısım ülke aydınlarının çaresizlik içinde,<br />

kurtuluş yolu olarak düşündükleri yabancı bir devletin mandasını<br />

istemek veya bölgesel birer kurtuluş yolu aramak gibi yetersiz düşünceleri<br />

bir yana iterek temel ilke Türk milletinin onurlu ve şerefli<br />

bir millet olarak yaşamasıdır. Bağımsızlığından yoksun bir millet<br />

medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak durumundan kurtulamaz<br />

gerçeğinden hareket ederek Nutuk’ta kendi kararını: “Ulusal<br />

egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız yeni bir Türk devleti kurmak2 diye açıklamıştır. “Ya istiklal ya ölüm” parolası da bu savaşın temel<br />

ilkesi olmuştur.<br />

İstiklal Savaşı, en büyük hizmet ve gayretlerle elde ettiği rütbe<br />

ve nişanları söküp atmaktan çekinmeyecek kadar yurt ve millet<br />

sevgisiyle dolu bir önderle, tarihî ve millî özelliklerinin onda kişileşmiş<br />

olduğunu gören bir ulusun el ele vererek, dayandığı millî<br />

birlik, kuvayımillîye ruhu, katlandığı fedakarlık ve gösterdiği irade<br />

gücü ile imkânsızlıklardan nasıl imkânlar ve mucizeler yaratıldığını<br />

dünyaya ispat eden3 bir savaştır. Bu savaş elbette Türk milletine bağımsızlık<br />

yolunu açan ulusal bir savaştır. Ancak, böyle olağanüstü<br />

bir başarının dünyadaki yankı ve etkileri, daha sonra öteki mazlum<br />

milletleri de harekete geçirmiştir. Hindistan ve Pakistan örneklerinde<br />

görüldüğü gibi, başlattıkları bağımsızlık savaşlarında, kendilerine<br />

de önderlik eden büyük bir manevi güç kaynağı olmuştur. Böylece<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün askerî dehası, ulusaldan evrensele uzanan bir boyut kazanmıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılışını, “Türkiye<br />

millî tarihinin başlangıcı, yeni bir dönüm noktası ve bütün bir düşmanlık<br />

dünyasına karşı ayağa kalkan Türkiye halkının bu hususta<br />

2 Nutuk (bugünkü dille yayına hazırlayan Z. Korkmaz), <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong><br />

Merkezi yay., Ankara 2005, s. 9.<br />

3 Bk. Z. Korkmaz, agy., s. XX.


714<br />

ZEYNEP KORKMAZ<br />

gösterdiği bir harikadır. 4 ” sözleriyle dile getirmiştir. Böyle bir gelişme<br />

Türk ulusu için elbette büyük bir anlam taşır. <strong>Atatürk</strong>’ün, ulusal<br />

egemenliğin başlangıcı olan bu günü Türk ulusunun geleceği demek<br />

olan çocuklarımıza, daha sonra da bütün dünya çocuklarına bir bayram<br />

günü olarak armağan etmiş olması, onun düşünce yapısında ve<br />

egemenlik anlayışında ulusal ölçüler ile evrensel ölçülerin nasıl iç<br />

içe girmiş olduğunu gösteren güzel bir örnektir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Millî Mücadele ile büyük dünya devletlerine karşı çok<br />

çetin bir savaş verdiği hâlde, harbin fecaatını yakından tanıyan bir<br />

komutan olarak, içten gelen bir samimiyetle, bütün ulusların güven<br />

ve huzur içinde yaşamalarını istemiştir. “Biz kimsenin düşmanı değiliz.<br />

Yalnız insanlığın düşmanı olanlara düşmanız.” Ve “Geleceğin<br />

yüksek ufuklarından doğmaya başlayan güneş, asırlardan beri ıstırap<br />

çeken esir milletlerin talihidir. Bu talihin artık bir daha siyah<br />

bulutlara bürünmemesi; milletlerin ve onların önderlerinin dikkat<br />

ve fedakarlığına bağlıdır. 5 ” görüşlerinden hareket ederek “Yurtta<br />

barış cihanda barış”ı bir ilke olarak benimsemiştir. Bu ilkesini<br />

savaşın hemen arkasından batıdaki ve doğudaki komşu devletlerle<br />

yaptığı, barışı güvence altına alacak Balkan Antlaşması ve Sadabat<br />

Paktı gibi antlaşmalarla da kanıtlamıştır.<br />

Kendi kişilik özellikleri ulusunun varlığı ile bütünleşmiş olan<br />

<strong>Atatürk</strong>, her türlü yetki elinde olduğu hâlde, Lozan Barış Antlaşmasından<br />

sonra (24 Temmuz 1923) 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen<br />

Cumhuriyet ile, devlet şekli olarak doğrudan doğruya demokratik<br />

ölçülere ve ulusun egemenliğine dayanan Cumhuriyet rejimini seçmiştir.<br />

Ulusal egemenliği “Hâkimiyet-i millîye öyle bir nurdur ki<br />

onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletlerin<br />

esaretleri üzerine kurulmuş kurumlar her yerde yıkılmaya<br />

mahkûmdur. 6 ” sözleriyle tanımlayan <strong>Atatürk</strong>, bu sistemin kendi düşünce<br />

yapısına ne denli uygun olduğunu da “Hürriyet ve istiklal benim<br />

karakterimdir. 7 ” sözleriyle açıklamıştır. Onun böyle bir rejimi<br />

seçmiş olması, Türk toplumu açısından ulusal, ama dünya politikası<br />

4 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri<br />

5 Utkan Kocatürk, age., s. 380-392.<br />

6 Enver Ziya Karal, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, Ankara 1969, s. 39.<br />

7 Enver Ziya Karal, age., s. 39.


ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE ULUSALLIK-EVRENSELLİK DERİNLİĞİ<br />

açısından da evrensel bir değerin göstergesidir.<br />

715<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün düşünce sisteminde yer alan temel ilkelerden biri de<br />

millîyetçilik ilkesidir. <strong>Atatürk</strong>’teki millîyetçilik anlayışı, bir ölüm kalım<br />

savaşı olan Millî Mücadele’nin başından beri izlenegelen ulusal<br />

egemenlik anlayışının doğal bir sonucudur. Vatan, millet ve bağımsızlık<br />

kavramlarıyla yakından ilgilidir. Ülkenin ve milletin birlik ve<br />

bütünlüğüne değer veren bir anlayıştır. O dönemin bir kısım rejimlerinde<br />

görüldüğü gibi etnik yapı, ırk ve din anlayışına dayanan faşist,<br />

şovenist bir millîyet değildir. Aksine, demokratik ölçülere, akılcılığa<br />

ve çağdaşlığa önem veren bir anlayıştır. Aynı kültürü paylaşan insanların<br />

oluşturduğu ve aynı ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşların<br />

kurup geliştirdiği bir toplum ve millet anlayışına dayanmaktadır. Bu<br />

nedenle toplayıcı, birleştirici ve bütünleştiricidir. Saldırgan değil barışçıdır.<br />

Bencil değil insancıldır. Dolayısıyla, ulusal değeri yanında<br />

başka toplum ve milletlere de ışık tutan evrensel bir değer de taşımaktadır.<br />

8<br />

Onun düşünce sistemindeki halkçılık ilkesi, demokratik anlayışın<br />

açık bir ifadesidir. Egemenliğin kayıtsız-şartsız halka dayandırılmış<br />

olması, siyasi rejimi doğal olarak demokratik bir yapıya bağlamıştır.<br />

Demokrasi, kavram olarak evrensel bir nitelik taşıdığı için,<br />

burada önce evrenselden ulusala yönelmiş sonra da ulusalı evrenselleştirmiş<br />

bir boyut söz konusudur.<br />

Cumhuriyetin ilanından sonra, sıra <strong>Atatürk</strong> ilkelerini, tasarlanan<br />

temel hedefe ulaştıracak çağdaşlaşma yönündeki uygulamalara<br />

gelmiştir. Ancak, Türk ulusunun çağdaş değerlere sahip bir<br />

toplum yapısına kavuşturulabilmesi, öncelikle toplumun böyle bir<br />

yenileşmeyi kabule hazırlanmasını, daha doğrusu, Türk toplumunda<br />

bir zihniyet değişikliğinin gerçekleştirilmesini gerekli kılmıştır.<br />

Çünkü, Osmanlı toplumu, doğunun her şeyi tabiat üstü güçlere<br />

bırakan ve din temelindeki hukuka dayanan bir toplum tipi olarak<br />

şekillenmişti. 9 <strong>Atatürk</strong>’ün düşüncesinde yer alan toplum tipi ise, batının<br />

Rönesans’tan sonra müspet bilim anlayışına dayanarak sosyal<br />

8 Daha ayrıntılı bilgi için T. Feyzioğlu, “<strong>Atatürk</strong> ve Milliyetçilik”, age., s. 52 ve<br />

öt.; İsmet Giritli, agm., s. 131 ve öt.; Mehmet Saray, “<strong>Atatürk</strong> ve Milliyetçilik”,<br />

age., s. 290-295’e bk.<br />

9 Halil İnalcık, “<strong>Atatürk</strong> ve Türkiyenin Modernleşmesi”, age., s. 142.


716<br />

ZEYNEP KORKMAZ<br />

yapısı, hayat görüşü ve kültür değerleri açısından çağdaş değerleri<br />

yakalamış, çağdaş ve müreffeh bir Türk toplumu idi. İkisi arasında<br />

önemli bir nitelik farkı vardı. Bu nitelik farkı, “Büyük davamız,<br />

en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir...”<br />

sözlerinle açıkça göze çarpmaktadır.<br />

İki dünya görüşü arasındaki bu önemli ayrılık dolayısıyla, <strong>Atatürk</strong><br />

toplum yapısını modernleştirecek olan yenileşmeleri uygulamaya<br />

geçmeden önce, onları, halka benimsetme yönünde yaptığı konuşmalarla<br />

bir ön hazırlık sürecinden geçirmeyi de ihmal etmemiştir. 10<br />

Devrimlerin uygulanmasındaki zamanlama da doğrudan doğruya bu<br />

süreçle ilgili bir yöntem derinliğidir. “Milleti hazırlamadan inkılaplar<br />

yapılamaz” diyen <strong>Atatürk</strong>, bu yöntem inceliğini: “Uygulamayı<br />

birtakım aşamalara ayırmak, olaylardan ve olayların akışından yararlanarak<br />

milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve basamak<br />

basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu” 11 sözleriyle<br />

dile getirmiştir.<br />

Böyle bir yöntemle gerçekleştirilen devrimlerin başında hukuk<br />

devrimi ve laiklik ilkesi yer alır. Bu devrimin en başta yer almasının<br />

nedeni, öteki devrimlere de kaynaklık edecek olmasındandır. Bilindiği<br />

üzere hukuk devrimi ile Osmanlı devletinin, teokratik devlet yapısından<br />

laik bir hukuk düzenine geçilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

yeni devlet rejiminde, egemenlik kayıtsız şartsız ulusa ait olduğu<br />

için, bunun doğal bir sonucu olarak hukuk düzeninde de ilahî irade<br />

yerine toplumun değer ölçülerinden kaynaklanan beşeri ögeler<br />

yer almıştır. Böyle bir hukuk anlayışı, doğal olarak kanun karşısında<br />

herkesi dil, din, mezhep, ırk, cinsiyet, felsefi inanç ve siyasal düşünce<br />

açısından eşit saymış, kişiye din ve vicdan hürriyeti sağlamıştır.<br />

Böylece laiklik ilkesi, dine olan büyük saygısı yanında demokrasinin<br />

ve özgür düşüncenin temel güvencesi olmuş, akılcı, bilimci,<br />

birleştirici özellikleri ile Türk toplumuna yaratıcılık yolunu da açan<br />

çağdaş bir yaşam biçimi getirmiştir. 12<br />

10 Utkan Kocatürk, age., s. 95. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Sulhi<br />

Dönmezer, “<strong>Atatürk</strong> İnkılapları ve Sosyal Değişme”, age., s. 13-26’ya bk.<br />

11 Nutuk, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi yay., s. 10-11.<br />

12 Ayrıntılı bilgi için, Zeki Hafızoğulları, “Türk Hukuk Devrimi ve Laiklik”,<br />

age., s. 103 ve öt.’e bk.


ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE ULUSALLIK-EVRENSELLİK DERİNLİĞİ<br />

717<br />

Gerçi, laiklik ilkesi, <strong>Atatürk</strong>’ün Türk ulusuna ve Türk hukukuna<br />

paha biçilmez bir armağanıdır. Ancak, laiklik, bütün toplumlarda<br />

engelsiz gelişme, sağlıklı düşünme yolunu açan evrensel bir hukuk<br />

anlayışı olduğu ve daha başka toplumlara da örneklik etme niteliği<br />

taşıdığı için <strong>Atatürk</strong>’ün düşünce yapısına yine bir evrensellik boyutu<br />

katmıştır.<br />

Türkiye Cumhuriyetini çağdaş ve gelişmiş bir toplum yapısına<br />

kavuşturma amacı, <strong>Atatürk</strong>’ün düşünce siteminde yer alan öteki ilkelerinde<br />

ve bunları birer esere dönüştüren öteki devrimlerinde de<br />

görülmektedir. Bütün bu devrimler, özü itibarıyla, Türk tarihinin derinliklerinden<br />

gelen Türk kültürüne dayanmıştır. O, kendi toplumunun<br />

değerleri ile bütünleşmenin sırrını yakalamış bir önder olarak,<br />

modernleşmede, taklitçiliğe yönelmeden Türk toplumunun özelliklerinden<br />

ve kültür değerlerinden çok iyi yararlanabilmiştir. “Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür”, “Kültür, en yüksekte göz diktiğimiz<br />

idealdir” sözleri, onun kültüre verdiği değerin açık bir göstergesidir.<br />

Nitekim 1928’de gerçekleştirilen yazı devrimi, toplumsal yenileşme<br />

ve kültürel gelişmenin temel taşı olmuştur. Eğer bugün Türk<br />

insanı çok kısa sürede okuyup yazmayı öğrenebiliyorsa, bunu Türk<br />

dilinin yapısına aykırı ve öğrenilmesi güç Arap alfabesini atarak yerine<br />

kendi dilinin yapısına çok uygun düşen Latin alfabesi temelindeki<br />

ulusal Türk alfabesini getiren alfabe devrimine borçludur. Eğer<br />

bugün Türk insanı kendi tarihinin köklerine kadar inen araştırmalar<br />

yapabiliyor ve tarihî gerçekleri bilimsel ölçülerle ortaya koyabiliyorsa,<br />

bunu Türk tarihinin doğru temeller üzerinde ele alınmasına<br />

borçludur. Eğer bugün Türk dili, 1932 <strong>yılında</strong>n beri yapılagelen çok<br />

yönlü yoğun çalışmalarla bir bilim ve kültür dili durumuna gelebilmişse,<br />

bunu, dilimizi yabancı dillerin baskısı altında kendi kendini<br />

geliştirme gücünü körletip kısırlaştıran yabancı bağlardan kurtararak<br />

ona özgürce gelişip gürleşme yolunu açan dil devrimine borçludur. 13<br />

Eğer bugün Türk kadını gerek kendi ülkesinde, gerek dünya kadınları<br />

arasında, birçok alanda yüz ağartacak üstün başarılara imza<br />

atabilecek bir gelişmişlik düzeyine ulaşmışsa, bunu, Anadolu kadınında<br />

kendi kültüründen gelen asaleti, fazilet ve ırk üstünlüğünü ya-<br />

13 Ayrıntılı bilgi için Zeynep Korkmaz, “<strong>Atatürk</strong>çü Düşüncede Türk Dilinin<br />

Yeri”, age., s. 195-216’ya bk.


718 ZEYNEP KORKMAZ<br />

kından görmüş olan <strong>Atatürk</strong>’ün, kadın-erkek ayrımını ortadan kaldırarak<br />

Türk kadınına çağının bile üstünde bir statü kazandıran kadın<br />

hakları devrimine borçludur. 14<br />

<strong>Atatürk</strong>, bütün devrimlerinde Türk ulusunu biçimlendiren kültür<br />

değerlerinden çok iyi yararlanmıştır. Ancak, belirtmek gerekir ki,<br />

onun kültür anlayışında da bağnazlıktan uzak bir derinlik vardır. O,<br />

kültür ile medeniyeti, yani uygarlığı kesin sınırlarla birbirinden ayırmaz.<br />

Onca kültür ulusaldır. Ancak, “Yüksek bir kültür, onun sahibi<br />

olan ulusta kalmaz. Öteki uluslarda da etkisini gösterir” Dolayısıyla<br />

uygarlık yüksek ve kapsamlı bir kültürün ifadesidir.<br />

Görülüyor ki <strong>Atatürk</strong> ilkeleri ve bu ilkelerin bütünleştirdiği <strong>Atatürk</strong>çü<br />

Düşünce sistemi, niteliği bakımından Türk ulusu için olduğu<br />

kadar bütün öteki toplumlar için de geçerli olan bir sistemdir. Çünkü<br />

bu sistem, insanlığı da doğru ölçülere yöneltecek bir temele; bir<br />

gerçekçilik, mantık, akıl ve bilim anlayışı temeline oturtulmuştur.<br />

Manevi duygu ve değerleri de içine alan insancıl bir niteliği vardır.<br />

Bu niteliği onun düşünce sistemine ulusallık-evrensellik derinliği<br />

kazandırmıştır. Onu insanlığa örnek bir önder ve devlet adamı kişiliğine<br />

yükseltmiştir. Unesco’nun 1963 ve 1981 yıllarında <strong>Atatürk</strong>’ü<br />

bir insanlık örneği olarak anması, doğumunun 100. yıl dönümü olan<br />

1981 <strong>yılında</strong>, bütün dünyada anılması, onun bu evrensel değeri dolayısıyladır.<br />

15<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün düşünce yapısındaki bu iki yönlü derinlik dolayısıyla,<br />

ilkelerinin bugün de yarın da Türk toplumu için olduğu kadar,<br />

öteki toplumlar için de yönlendirici nitelik taşıdığı inancındayız.<br />

Hatta bugün dünyamızın içine girdiği bilgi, bilim ve bilişim çağının<br />

ortaya koyduğu küreselleşme sürecinde, bu sürecin altında yatan<br />

kültür ve üstün egemenlik çatışmasında da dünya politikalarına<br />

ışık tutarak, bu çatışmaları insancıl bir platforma çekebilme gücüne<br />

sahiptir diye düşünüyoruz. Yeter ki, biz bugünkü varlığımızı yapıcı<br />

14 Emel Doğramacı, “<strong>Atatürk</strong> ve Kadın Hakları”, age., s. 227-230. Daha geniş<br />

bilgi için Türk Kadınının Dünü ve Bugünü, Türkiye İş Bankası yay.,<br />

Ankara 1996; Enver Ziya Karal, <strong>Atatürk</strong>’ten Düşünceler, s. 52-59; Utkan<br />

Kocatürk, age., s. 112-118.<br />

15 <strong>Atatürk</strong>’ün evrensel yönü için Ergün Aybars, “<strong>Atatürk</strong>’ün Evrensel Yönü”,<br />

age., s. 361-369’a da bk.


ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE ULUSALLIK-EVRENSELLİK DERİNLİĞİ 719<br />

devrimlerine borçlu olduğumuz <strong>Atatürk</strong>’ü bağrından çıkaran bir ulus<br />

olarak onun bıraktığı bu üstün değerlere sahip çıkmasını, bu değerleri<br />

içeride ve dışarıda bilinçli olarak korumasını bilelim... <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

büyük Nutuk’unda gelecekteki tehlike veya tehlikeler için yaptığı<br />

uyarı ve değerlendirmeler de, onun uzak görüşlülüğündeki derinliği<br />

bir kez daha ortaya koymaktadır. 16<br />

16 Bu konuda ayrıntılı bilgi için Zeynep Korkmaz, “Büyük Nutuk’ta Günümüz<br />

Olaylarına ve Uluslararası Siyasal İlişkilere Işık Tutan Değerlendirme, Açıklama<br />

ve Uyarılar”, Türk Dili, S. 649 (Ocak 2006), s. 24-33.


ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASININ YANSIMALARI :<br />

YAZDIĞI ESERLER VE NOT DEFTERLERİ<br />

1. GİRİŞ<br />

* Gnkur.ATASE ve Dent.Bşk.lığı ATAREM Gen.Sek.<br />

Dr.Öğ.Alb.Yavuz ÖZGÜLDÜR *<br />

1915 <strong>yılında</strong> Çanakkale’de, 1921’de Sakarya’da, 1922’de Büyük<br />

Taarruz’da ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde ortaya<br />

koyduğu büyük askerî dehası sayesinde “imkansız” diye nitelendirilen<br />

savaşları kazandıran, Türk milletinin kendisine olan güvenini<br />

ve inancını artıran Büyük <strong>Atatürk</strong>, hiç şüphe yok ki 20 nci Yüzyılın<br />

gördüğü en büyük asker ve devlet adamıdır.<br />

O’nun bu büyük askerî dehası, emperyalist tüm güçlerin Türk<br />

milletini esir etmek ve Türk vatanını parçalamak üzerine kurdukları<br />

bütün hayallerini ve hazırlıklarını boşa çıkardığı gibi, bağımsızlığın<br />

kazanılması, yeni bir devletin ve yönetim şeklinin belirlenmesinin<br />

de yollarını açmıştır. O’nun kazandığı zaferler, askerlik sanatı adına<br />

ortaya koyduğu değerler, imkansızı başaran komuta gücü, askerî dehasının<br />

kuşkusuz en önemli yansımalarıdır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, sadece bir büyük askerî deha değil, aynı zamanda modern<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türk milletini çağdaş uygarlık<br />

düzeyinin üzerine çıkarmayı hedefleyen inkılapların yaratıcısı<br />

bir büyük devlet adamıdır. O, bu inkılapçı kişiliği ve devlet adamı<br />

nitelikleri ile milletin kaderini değiştirerek, geri kalmış bir toplumdan<br />

çağdaş bir milletin, uygar bir devletin de yaratıcısı olmuştur.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün askerî dehasının diğer yansımalarını, askerlik hakkında<br />

yazdığı veya tercüme ettiği eserler ile Harp Okulu öğrenciliğinden<br />

başlayarak 1933 üniversite reformuna kadar tuttuğu not defterlerinde<br />

görmek mümkündür.


722 YAVUZ ÖZGÜLDÜR<br />

2. ATATÜRK’ÜN ASKERLİĞE DAİR YAZDIĞI ESERLER<br />

<strong>Atatürk</strong> 1908 – 1914 yılları arasında askerliğe dair; “Takımın<br />

Muharebe Eğitimi”, “Cumalı Ordugahı”, “Muharebenin Sevk ve<br />

İdaresi”, “Bölüğün Muharebe Eğitimi”, “Subay ve Komutan ile<br />

Konuşmalar” ve “Taktik Bir Meselenin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına<br />

İlişkin Öğütler” kitaplarını yazmıştır. Bu kitaplar incelendiğinde,<br />

hem ordusunu modernize etmeye, çağın muharebe koşullarına<br />

uydurmaya çalışan bir reformisti hem de ortaya koyduğu ve<br />

savunduğu değerlendirmelerle geleceğin bir askerî dehası olacağını<br />

görmek mümkündür.<br />

Mustafa Kemal tarafından Almanca aslından Osmanlıcaya çevrilerek<br />

1909 <strong>yılında</strong> Selanik’ta basılan “Takımın Muharebe Eğitimi”<br />

isimli eseri; Alman Generali Litzmann’ın “ Takım, Bölük ve<br />

Taburun Muharebe Talimleri” adlı eserinin ilk bölümünü oluşturmaktadır1<br />

.<br />

Mustafa Kemal, bu eseri çevirip Türk ordusuna kazandırırken<br />

Türk ordu geleneklerine, sistemine ve Türk askerinin özelliklerine<br />

uygun düzeltmeler ve eklemeler yapmış, böylece modern bir ordu<br />

yaratma çalışmalarına önemli bir katkı sağlamıştır.<br />

Eserde, seferi tam mevcutlu bir takımın değişik hava şartları ve<br />

çeşitli arazilerde, basit bir mesele içinde muharebe düzenlerinin uygulaması<br />

gerçek savaşlarda Takımın muharebesi üzerinde durulmaktadır.<br />

Bizzat Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmış olan “Cumalı<br />

Ordugâhı” isimli eser, Makedonya bölgesinde, Köprülü-İştip yolu<br />

üzerinde bulunan Cumalı Ordugâhı’nda 1909 <strong>yılında</strong> yapılan eğitim<br />

ve manevraları anlatmaktadır. 12 Eylül 1909’da tamamlanan bu eser,<br />

Selanik’te 1909 <strong>yılında</strong> matbaa harfleriyle basılmış olup, 39 sayfa<br />

metin ve 7 adet krokiden oluşmaktadır.<br />

Askeri tatbikat ve manevralardan, sadece katılanların yararlanmasını<br />

yeterli görmeyen Mustafa Kemal; 10 gün süren bu tatbikat<br />

sırasında tuttuğu notlarını, hazırlanan meseleleri ve komutanların<br />

yaptıkları eleştirileri yazmış, çok sayıda kroki eklemiş ve bir kitap<br />

1 Mustafa Kemal, Takımın Muharebe Eğitimi, Gnkur.Basımevi, Ankara,<br />

1995, s.2-3.


ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASININ YANSIMALARI: YAZDIĞI<br />

ESERLER VE NOT DEFTERLERİ<br />

haline getirmiştir 2 .<br />

Mustafa Kemal’in 1911 <strong>yılında</strong> 5 nci Kolordu Harekât Şube<br />

Müdürü iken kaleme aldığı “Muharebenin Sevk ve İdaresi” isimli<br />

eserinde, karşılıklı olarak kırmızı ve mavi kuvvetlerin Selanik – Kılkış<br />

arasında yaptıkları savunma ve taarruz harekatının değerlendirilmesi<br />

yapılmıştır.<br />

Kırmızı ve Mavi kuvvetleri yöneten komutanların savunma ve<br />

taarruz harekatında yaptıkları hatalar, bunların giderilmesi için yapılması<br />

gerekenler, bir muharebeyi sevk ve idare edecek olan komutanda<br />

olması gereken nitelikler üzerinde durulmuştur3 .<br />

Osmanlıca orijinali 1908 <strong>yılında</strong> İstanbul’da basılan “Bölüğün<br />

Muharebe Eğitimi”, Alman generali Litzmann’ın yazdığı “Bölük<br />

Muharebe Eğitimi” adlı Almanca eserden, Mustafa Kemal tarafından<br />

çevrilerek hazırlanmıştır. Eserde meskûn yerlerde muharebe,<br />

savunma ve taarruz konuları ele alınmaktadır4 .<br />

Mustafa Kemal’in askerliğe dair yazdığı eserler arasında en bilineni<br />

ve belki de en önemlisi olan “Subay ve Komutan ile Konuşmalar”,<br />

1914 <strong>yılında</strong>, Nuri Conker’in “Subay ve Komutan / Zabit<br />

ve Kumandan ” adlı kitabına karşılık olarak yazılmıştır.<br />

“Subay ve Komutan ile Konuşmalar” isimli eserinde, Nuri<br />

Conker’in kitabındaki konuları titiz bir değerlendirilmeye tabi tutan<br />

Mustafa Kemal, bunların derinlemesine incelemesini ve eleştirisini<br />

yapmış, ayrıca çok özel yorumlarda bulunarak askerî dehasını gözler<br />

önüne sermiştir. Eser derinlemesine incelendiğinde, genç Mustafa<br />

Kemal’in tarihin büyük komutanlarından biri olmaya aday, zeki, ileri<br />

görüşlü, kültürlü, tarihi ve siyaseti askerlik mesleği kadar iyi bilen<br />

bir kişi olduğu kolayca anlaşılır.<br />

Kitabın birinci bölümünde, genel anlamda Balkan Savaşları esnasında<br />

orduda görülen aksaklıklar, ülkenin içinde bulunduğu siyasi<br />

ve askerî karmaşanın yol açtığı kayıplar ve felaketler belirtilmekle<br />

kalınmamış, böyle bir felaketin bir daha yaşanmaması için gerekli<br />

2 Mustafa Kemal, Cumalı Ordugâhı, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1995, s.1-2.<br />

3 Mustafa Kemal, Taktik Tatbikat Gezisi, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1995,<br />

s.11-20.<br />

4 Mustafa Kemal, Bölüğün Muharebe Eğitimi, Gnkur.Basımevi, Ankara,<br />

1995, s.1-21.<br />

723


724<br />

YAVUZ ÖZGÜLDÜR<br />

gördüğü tedbirleri üst makamlara nasıl sunduğu anlatılmaktadır. Henüz<br />

kimse Balkan Savaşı felaketini gerçekçi bir biçimde değerlendirip<br />

eleştirisini yapmaya cesaret edemezken, O, bütün bunları ortaya<br />

koyduğu gibi sıralı amirlerine hatalar ve çözüm yolları hakkında ayrıntılı<br />

ve gerçekçi raporlar sunmuştur 5 .<br />

Mustafa Kemal, bir subayda olması gereken özveri, ölümü göze<br />

alma, emri altındakileri sevk ve idare edebilme, taarruz ruhu, inisiyatif<br />

(kendiliğinden hareket ve iş görme) özellikleri hakkında, Nuri<br />

Conker’in görüşlerine katılmış ancak, bütün bu önemli özelliklerin<br />

akıl, bilgi, eğitim ve beceri ile daha başarılı sonuçlar almaya yarayacağını<br />

örneklerle destekleyerek açıklamıştır6 .<br />

Bu örnekleri gözden geçirdiğimizde; Balkan Savaşı esnasında<br />

büyük bir cesaret örneği göstermesine karşılık başarılı olamayan bir<br />

Alay Komutanının, savaş sanatının bilgi ve becerisi ile cesaretini<br />

birleştirebilmiş olsa hem başarılı olacağını hem de anıtlaşacağını anlattığını<br />

görmekteyiz7 . Bulgar kralının sözlerini anlatırken siyasetle,<br />

“Taarruz Ruhu” başlıklı bölümde de döneminin güncel olaylarıyla<br />

yakından ilgilendiği anlaşılmaktadır.<br />

Bir subayın, kendisine bağlı erlerin kalplerini ve güvenlerini<br />

kazanmaları gerektiğine, insanların ancak böyle yönetilebileceğine<br />

ilişkin verdiği “Musa, İsa, Napolyon” örnekleri, Mustafa<br />

Kemal’in genel kültür düzeyinin ne kadar yüksek olduğunu gösterir.<br />

Hülâgü, Timur, Cengiz ve Anadolu’dan söz etmesi de Türklerin ve<br />

Anadolu’nun tarihini iyi bildiğinin kanıtıdır.<br />

Mustafa Kemal eserinde, Türk kadınının, aslında toplumu yaratmada<br />

çok etkili olabilecekken suskunluğu seçtiğini bütün açıklığıyla<br />

ortaya koymaktan kendini alamamıştır. Mustafa Kemal’in bu sözlerinden<br />

Türk çağdaşlaşma hareketi içinde kadınlara önemli roller<br />

verilmesi, kadının toplumda hak ettiği yeri ve eşitliği kazanması gerektiğine<br />

inandığı sezilmektedir. Türk ulusu hakkında ise “Kuşkusuz<br />

bizim ulusumuzun karakteri de bütün karakterler gibi yükselmeye<br />

ve istenen şekle girmeye elverişlidir. Fakat kendi kendisine olmak<br />

5 Mustafa Kemal, Subay ve Komutan ile Konuşmalar, Gnkur.Basımevi, An-<br />

kara, 1995, s.1-18.<br />

6 Mustafa Kemal, a.g.e., s.12-19.<br />

7 Mustafa Kemal, a.g.e., s.22.


ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASININ YANSIMALARI: YAZDIĞI<br />

ESERLER VE NOT DEFTERLERİ<br />

koşuluyla...” diyerek, Türk milletinin öz benliğini yitirmeden çağdaş<br />

uygarlık düzeyinin üzerine çıkabileceğini daha 1914’lerde öngörebilmiştir.<br />

Subaylarda ve erlerdeki inisiyatif özelliğine eserinde geniş bir<br />

bölüm ayıran ATATüRK, kendi dönemi ile daha önceki dönemlerde<br />

Osmanlı ordusunu kıyaslamıştır. Özellikle Trablusgarp Savaşı’nda<br />

edindiği deneyimler ile kendiliğinden hareket ve iş görme özelliğinin,<br />

olması gereken sınırını göstermiştir 8 . O, komutanların olağanüstü ve<br />

aniden ortaya çıkan durumlarda kendi başlarına düşünerek, kendiliklerinden<br />

iş yapabilecek nitelikte yetiştiklerine inanmadan bir askerî<br />

birliğin, bir ordunun güvenilir bir güç olarak tanınmasının imkansız<br />

olduğunu söylemektedir. Ancak, inisiyatif kullanmanın sınırlarını da<br />

çizen Mustafa Kemal, “Astların hareket özgürlükleri keyfi hareket<br />

rengini almamalıdır. Savaşta, büyük başarının temeli olan bağımsız<br />

karar verme yeteneği, gerekli sınırlar içinde olanıdır”. 9 Mustafa<br />

Kemal’e göre; İnisiyatifin, haddini bilmezlik derecesine vardırıldığı<br />

bir orduda, üst ast ilişkisinden, itaat ve disiplinden söz edilemez. 10<br />

Nitekim, subaylarda inisiyatif özelliğinin ne olduğu, nasıl olması gerektiği<br />

ve nasıl uygulanması gerektiğini 1915 Çanakkale Muharebeleri<br />

esnasında bütün dünyaya göstermiş ve örnek olmuştur. 25 Nisan<br />

1915 günü düşman askerinin Arıburnu’na çıkartma yaptığı haberleri<br />

gelince, ordu ihtiyatı durumunda olan 19 ncu Tümeni emir almadan,<br />

inisiyatif kullanarak düşmana taarruz ettiren ve onları durduran<br />

Mustafa Kemal, savaşın ve ulusun kaderini değiştirmiştir.<br />

ATATüRK, eserin son bölümünde, Kuzey Afrika’da birlikte<br />

çarpıştığı korkusuz ve yiğit silâh arkadaşlarını anmış ve onları<br />

“yüksek askerlik niteliklerine” sahip insanlar olarak tanımlamıştır.<br />

Bu davranışı onun -diğer bütün üstünlüklerinin yanı sıra- insancıl ve<br />

vefa yönüne de tanıklık eder.<br />

Günümüzde bile yüksek askerlik niteliklerine ve komuta etme<br />

sanatına yönelik özlü mesajlar taşıyan eser bütün komutan adaylarının<br />

liderlik yolunda bilinmesi gerekenleri ortaya koymaktadır. Buna<br />

göre:<br />

8 Mustafa Kemal, a.g.e., s.26.<br />

9 Mustafa Kemal, a.g.e., s.30.<br />

10 Mustafa Kemal, a.g.e., s.32.<br />

725


726<br />

YAVUZ ÖZGÜLDÜR<br />

“Bir birlik ve özellikle subaylar, ancak iyi örnek olacak kılavuzlarla<br />

yetiştirilir...”<br />

“İnsanların, saygı ve itaati kendinden maddî değil, manevî olarak<br />

üstün olanlara göstermesi, insanlık ruhunun gereklerindendir.”<br />

“Bugün için yapılacak şey, kesinlikle hoşgörü göstermeden özel<br />

yetenek ve nitelikleri olanlardan bir komuta ve subay heyeti oluşturmak<br />

olmalıdır.”<br />

“Asıl ilke mertlik ve özveridir.”<br />

“Mekteb-i Aslî Kıt’adır.”<br />

“Bence, asıl askerlik sanatını verecek gerçek öğretmenler ve<br />

eğiticiler birbirinden değerli komutanlardır.”<br />

“Çünkü, Harp Okulundan alınan diploma, genç teğmenin, bölük<br />

komutanı olan subayın eğitimine girebileceğini gösterir.” 11<br />

“Savaşta yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri ürkenlerden<br />

daha az ıslatır.” 12<br />

“Gerçekten böyle olmasaydı Trablusgarp Savaşı’na katılan bütün<br />

arkadaşlarımızın, kesinlikle Trablus’ta, Humus’ta, Bingazi’de,<br />

Derne’de, Tobruk’ta İtalyan tahkimatları karşısında, bugün kemiklerinin<br />

bile kalmamış olması gerekirdi. Oysa o kahraman arkadaşlar,<br />

Balkan Savaşı’nın son zamanlarında bile olsa, varlıkların kanıtlayarak<br />

koşulların elverdiği ölçüde namus ve onurun gereklerini yerine<br />

getirmişlerdir.”<br />

Bu sözlerin sadece yayımlandığı dönemde değil, günümüzde de<br />

geçerliliğini koruyan devrim niteliğinde değerlendirmeler olduğu,<br />

O’nun askerî dehasının önemli birer yansıması olduğu herkesin üzerinde<br />

mutabık olduğu bir gerçektir.<br />

Mustafa Kemal’in askerliğe dair yazdığı son eseri, “Taktik Bir<br />

Meselenin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler”<br />

dir.<br />

Eserde, taktik meseleyi çözerken nasıl bir yöntem izleneceği,<br />

hangi noktaların göz önünde tutulması ve emir verilirken nelere dikkat<br />

edilmesi, emrin ne gibi özelliklere sahip olması gerektiği gibi<br />

11 Mustafa Kemal, a.g.e., s.8-14.<br />

12 Mustafa Kemal, a.g.e., s.16.


ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASININ YANSIMALARI: YAZDIĞI<br />

ESERLER VE NOT DEFTERLERİ<br />

konularda çok önemli bilgiler verilmektedir. Yazılacak emirlerin<br />

pratik, her seviyedeki askerin kolayca anlayabileceği bir dille kaleme<br />

alınması ve uygulanabilir nitelikte olmasına dikkat edilmesi<br />

öğütlenmektedir. 13<br />

3. ATATÜRK’ÜN NOT DEFTERLERİ<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Harp Okulu öğrenciliğinden başlayarak 1933 üniversite<br />

reformuna kadar bizzat kendi el yazısıyla tuttuğu 34 adet Not<br />

Defteri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme<br />

Başkanlığı tarafından değerlendirilerek yayımlanmakta ve bilim<br />

dünyasına kazandırılmaktadır. 12 cilt halinde yayımlanması planlanan<br />

Not Defterleri’nin halen 6 cildi yayımlanmıştır. <strong>Atatürk</strong>’ün Not<br />

Defterleri’nde; İkinci Viyana Kuşatması (1683) öncesi ve sonrası gelişmeler,<br />

Osmanlı-Rus Savaşları (1768-1774; 1877-1878), Osmanlı-<br />

Yunan Savaşı (1897), Alman-Fransız Savaşı (1870) hakkındaki görüşleri,<br />

31 Mart İsyanı (1909) esnasında Hareket Ordusu Kurmay<br />

Başkanı olarak tuttuğu notlar, Trablusgarp, Çanakkale ve Kurtuluş<br />

Savaşı esnasında tuttuğu notlar, askerî talimnameler ile ilgili tuttuğu<br />

notlar, Türk Tarihi ve İstanbul Üniversitesi Reformu ile ilgili tuttuğu<br />

notlar yer almaktadır.<br />

Yayımlanan I nci Cilt, Hareket Ordusu Kurmay Başkanı olarak<br />

tuttuğu not defterleri ile Hareket Ordusu karargâhı kayıt defterlerini<br />

içermektedir.<br />

İrtica yanlısı bir hareket olarak ortaya çıkan 31 Mart İsyanı’nı<br />

bastırmak üzere hazırlanmış bir ordu olan Hareket Ordusu’nun Kurmay<br />

Başkanı Mustafa Kemal’in not defterleri içinde Selanik’te ordunun<br />

hazırlanması, komuta heyetinin belirlenmesi, Demiryolu ile<br />

İstanbul’a sevki, Mahmut Şevket Paşa’nın komutanlığı devralması<br />

ve ondan sonraki gelişmeler, birliklerin İstanbul’a girişi, İstanbul’da<br />

denetimi ele geçirmesi, karakol, kışla ve diğer devlet dairelerini denetim<br />

altına alması, görev dağılımı, isyanın bastırılması ve ordunun<br />

kayıpları, genel durumla ilgili bilgiler ve Hareket Ordusu birliklerinin<br />

Balkanlara geri dönüşleri hakkında açıklamalar bulunmaktadır. 14<br />

13 Mustafa Kemal, Taktik Meselesinin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına<br />

İlişkin Öğütler, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1995, s.1-8.<br />

14 <strong>Atatürk</strong>’ün Not Defterleri – I, Genkur. Basımevi, Ankara, 2004, s.1-8<br />

727


728<br />

YAVUZ ÖZGÜLDÜR<br />

Bu eserin, 31 Mart İsyanı’nın Hareket Ordusu tarafından bastırılmasıyla<br />

ilgili yürütülecek bilimsel araştırmalara, birinci elden<br />

kaynak olarak önemli katkılar sağlayacağına inanmaktayız.<br />

Yayımlanan II nci Cilt, Mustafa Kemal’in Harp Akademilerinde<br />

öğrencilik yaptığı esnada tuttuğu notları içeren defterlerden oluşmaktadır.<br />

Defterlerin orijinalleri Genelkurmay ATASE Başkanlığı<br />

Arşivinde, <strong>Atatürk</strong> Koleksiyonları bölümünde bulunmaktadır.<br />

Bu defterlerde, Harp Akademilerinde geçen öğrenci subaylık<br />

döneminde önemli gördüğü askerî konuların yanında, Balkanlarda<br />

meydana gelen siyasi gelişmeler, basında çıkan kimi önemli haberler,<br />

ülkeler hakkında genel bilgiler, çeşitli savaşlardan çıkardığı<br />

dersler (1864 Prusya-Danimarka Savaşı, 1904 Rusya-Japonya Savaşı),<br />

Deniz kuvvetleri ile ilgili tuttuğu notlar, çeşitli dönemlere ait tarih<br />

notları görülmektedir. Bunların tümüne dikkatlice bakıldığında,<br />

Mustafa Kemal’in kendini çok iyi bir biçimde yetiştirmeye çalıştığı,<br />

pek çok konuya ilgi duyduğu söylenebileceği gibi, defterde yaptığı<br />

küçük değerlendirmelerde bile dehasının pırıltıları kolayca görülebilmektedir15<br />

.<br />

Yayımlanan III ncü cildin konusu ise, II. Viyana Kuşatması<br />

(1683) öncesi Osmanlı-Rus sefer ve muharebeleri, II. Viyana Kuşatması<br />

ve 1768-1774 Osmanlı-Rus sefer ve muharebeleri hakkında<br />

tuttuğu notları ve değerlendirmeleridir.<br />

Muhtemelen öğrencilik döneminde tuttuğu bu sefer ve muharebelerle<br />

ilgili notlar, sıradan bir öğrenci notundan farklı özellikler<br />

içermektedir. Mevcut bir tarih kitabından olduğu gibi aktarılan notlar<br />

görüntüsünden çok uzaktır. Osmanlı-Rus Savaşları ve II. Viyana<br />

Kuşatması ile ilgili ciddi değerlendirmeler içermektedir. Başarısızlığın<br />

sebepleri ve muhtemel çözüm yollarıyla ilgili görüşlerini açıkça<br />

ortaya koyan Mustafa Kemal, bunlardan alınması gereken dersler<br />

hakkında da değerlendirmeler yapmıştır. 16 Mustafa Kemal, II. Viyana<br />

kuşatmasını ele aldığı defterde yer alan notlarında Merzifonlu<br />

Kara Mustafa Paşa’nın çok hırslı davrandığını, ordu komutanlarının<br />

ikazlarını dinlemediğini, üstün durumda olmasına karşın bundan<br />

15 <strong>Atatürk</strong>’ün Not Defterleri – II, Genkur. Basımevi, Ankara, 2004, s.2-4<br />

16 <strong>Atatürk</strong>’ün Not Defterleri – III, Genkur.Basımevi, Ankara, 2005, s.1-10.


ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASININ YANSIMALARI: YAZDIĞI<br />

ESERLER VE NOT DEFTERLERİ<br />

729<br />

yararlanamadığını değerlendirirken, Tuna nehri yoluyla getirdiği<br />

donanmasından yeterince yararlanmayarak büyük bir hata yaptığını<br />

belirtmektedir. 17<br />

Mustafa Kemal’in 1897 Türk-Yunan Savaşı ile ilgili olarak tuttuğu<br />

notları içeren IV ncü cilt, önemli bir askerî değerlendirmeyi ortaya<br />

koymaktadır. Mustafa Kemal’in Manastır Askeri İdadisi’ndeki<br />

öğrencilik yıllarında tanık olduğu bu savaşı, Harp Akademilerindeki<br />

öğrenciliği esnasında, Harp Okulunda gördüğü dersler, okuduğu<br />

eserler ve Harp Akademisinde Harp Tarihi, Taktik ve Askeri Strateji<br />

ile ilgili edindiği bilgilerden ve dünyaca ünlü harp stratejistlerinin<br />

ortaya koyduğu stratejilerden hareketle değerlendirdiğini görmekteyiz<br />

18 . Savaşın başında Yunanlıların köylülerle ve az sayıdaki kuvvetlerle<br />

sınır ihlali yapmalarının iyi değerlendirilemediğini, başlangıç<br />

emirlerinin eksik verildiğini, zamanında eksikliklerin tamamlanıp<br />

tedbir alınmadığını; bu durumlarda, birliklere silah başı emrinin verilmesi,<br />

ileri karakolların kurulması ve genel olarak savaş ilanı hali<br />

için talimat verilmesi gerektiği, fakat bunların hiç birisinin yapılmadığı,<br />

bunun büyük bir eksiklik olduğu değerlendirilmiştir. 19<br />

Yayımlanan V nci cildin konusu Mustafa Kemal’in 1870-1871<br />

Alman-Fransız savaşı hakkında tuttuğu notlar ile 1905-1908 yılları<br />

arasında tuttuğu günlük notlardır. V nci cildin içeriğini oluşturan not<br />

defterlerinin orijinalleri, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivinde,<br />

<strong>Atatürk</strong> Koleksiyonları bölümünde bulunmaktadır.<br />

Mustafa Kemal, 1870-1871 savaşını incelediği not defterlerinde;<br />

Almanların kazandığı zaferlerde, komutanların rolünü, askerî<br />

amaçla hazırlanmış haritaların önemini, yapılacak taarruzlarda sadece<br />

askerî mevcudun değil, siyasi ve coğrafî unsurların da iyi bir<br />

biçimde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.<br />

Mustafa Kemal, bu savaşın kazanılmasında Prusya Başbakanı<br />

Bismarck’ın siyasi başarıları ve Moltke’nin askerî başarılarının ne<br />

denli önemli olduğu vurgularken, yaptığı askerî durum değerlendirmesinde,<br />

Avusturya ile bir savaş gözükmemesine rağmen Moltke<br />

tarafından kuvvet ayrılmasını doğru ve haklı bulurken İngiltere’nin<br />

17 Aynı eser, s.5-6.<br />

18 <strong>Atatürk</strong>’ün Not Defterleri – IV, Genkur.Basımevi, Ankara, 2005, s.7-14.<br />

19 Aynı eser, s.11-12.


YAVUZ ÖZGÜLDÜR<br />

bu kapsamda dikkate alınmamasını bir hata olarak değerlendirmektedir.<br />

20<br />

730<br />

İki ordunun durumları ayrı ayrı değerlendirilirken, askerî planlar<br />

ayrıntılı bir biçimde incelenmekte ve yorumlanmaktadır. Bir askerî<br />

harekatta birliklerin süratle cepheye ulaştırılmasında demiryollarının<br />

önemi vurgulanırken, Osmanlı topraklarında demiryollarının yaygın<br />

olmamasının yaratacağı sıkıntılar üzerinde durulmuştur. 21<br />

Genelkurmay ATASE ve Denetleme Başkanlığı Arşivi <strong>Atatürk</strong><br />

Koleksiyonu içinde yer alan ve askerî konuları içeren üç adet not<br />

defterinden oluşturulan VI ncı cilt, Mustafa Kemal’in İstihkâm ve<br />

Topçuluk, Stratejik Taarruz ve Stratejik Savunma, Subaylar için yazılmış<br />

olan Hizmeti Seferiye Talimnamesine ait notlarının değerlendirmesini<br />

yapmaktadır. 22<br />

VI’ncı cilt içinde yer alan not defterlerinde; kale muharebelerinde<br />

topçu birliklerinin tertibi ve istihkâmcılık faaliyetleri ile kale<br />

içinde savunan birliklerin savunma yöntemleri hakkında <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

görüşleri, ayrıca harp ilkelerinden stratejik taarruz ve stratejik savunma<br />

konuları ayrıntılarıyla ele alınmakta ve XIX ncu yüzyıldaki<br />

savaşlar bu yönden değerlendirilmektedir. Ayrıca Kur.Bnb. Mustafa<br />

Kemal, meselelerin nasıl hazırlanacağını, durum muhakemesinin<br />

nasıl yapılacağını ve bu kapsamda plan tatbikatı/harp oyununun nasıl<br />

oynanacağını ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır.<br />

Bu not defterinde yer alan bilgiler, özellikle Harp Akademisinde<br />

okuyan genç subaylar için önemli bir kaynak niteliğindedir.<br />

4. SONUÇ<br />

Mustafa Kemal, askerliğe dair yazdığı eserlerde, bir yandan<br />

kendini ve kendisi gibi genç subayları yetiştirmeye, birikimlerini<br />

artırmaya çalışırken, ortaya koyduğu değerlendirmeler ve eleştiriler<br />

ile büyük bir askerî deha olmaya aday olduğunu da göstermiştir.<br />

Özellikle “Subay ve Komutan ile Konuşmalar” isimli eserinde orta-<br />

20 <strong>Atatürk</strong>’ün Not Defterleri – V, Genkur.Basımevi, Ankara, 2005, s.141-142,<br />

147-148.<br />

21 Aynı eser, s.149-150, 159-160.<br />

22 <strong>Atatürk</strong>’ün Not Defterleri – VI, Genkur.Basımevi, Ankara, 2005, s.1-10.


ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASININ YANSIMALARI: YAZDIĞI<br />

ESERLER VE NOT DEFTERLERİ<br />

731<br />

ya koyduğu görüşleri, Trablusgarp ve Balkan Savaşları değerlendirmeleri,<br />

her biri bugün bile geçerliliğini koruyan askerî prensipler ve<br />

etkili sözleri, adeta bir devrim niteliğindedir.<br />

Harbiye Mektebindeki ve Harp Akademisindeki öğrencilik<br />

dönemlerinde büyük bir azimle kendini yetiştirmeye başlayan ve<br />

önemli gördüğü her şeyi not defterlerine kaydeden, bunları yanından<br />

ayırmayan ve yazmaktan asla vazgeçmeyen Mustafa Kemal, 1933<br />

yılına kadar not defteri tutma alışkanlığını sürdürmüştür.<br />

Not defterlerinde 1683 II. Viyana Kuşatması’ndan başlayarak,<br />

geçmişin önemli savaşları, Osmanlı-Rus Savaşları incelenirken bile<br />

sadece bu savaşlara ait adedi bilgileri ve klasik değerlendirmeleri<br />

değil, O’nun askerî dehasının pırıltılarını ortaya koyan kişisel değerlendirmelerini,<br />

gördüğü önemli hataları ve ürettiği muhtemel çözüm<br />

yollarını da görmekteyiz.<br />

Özellikle Trablusgarp, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’na ait tuttuğu<br />

not defterlerinde, askerî dehasını görmek mümkündür. Bu savaşlarda<br />

ortaya koyduğu fikirleri, taktikleri ve komuta gücü, sadece<br />

imkânsız diye nitelendirilen savaşları kazanmamıza yol açmamış,<br />

O’nun askerî dehasını da bütün dünyaya kabul ettirmiştir.


BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN<br />

İLÂNI VE ANLAMI<br />

Doç.Dr.Mustafa BUDAK<br />

Bu bildiri, esas itibariyle Misâk-ı Millî hakkında kışkırtıcı gelebilecek<br />

şu iki sorunun analitik tarzda cevabını aramaya çalışacaktır:<br />

1. Misâk-ı Millî beyânnâmesi, içerik açısından tamamen Erzurum<br />

ve Sivas kongreleri beyânnâmelerine mi dayanmaktadır?<br />

2. Yine Millî Mücadele literatürüne bakıldığında, Misâk-ı Millî<br />

beyânnâmesine temel teşkil edecek olan Mustafa Kemal Paşa’nın<br />

Ankara’dan gönderdiği belge ortada yoktur. Acaba, gerçekten bu<br />

belge ortada yok mudur?<br />

3. Gerçek Misâk-ı Millî beyânnâmesini nasıl tanımlamalı ve<br />

anlamalıyız.?<br />

4. Bugün için Misâk-ı Millî’nin anlamı var mıdır?<br />

Bilindiği gibi, ya da herhangi bir Millî Mücadele Tarihi kitabını<br />

açtığımızda görmekteyiz ki, Misâk-ı Millî, Erzurum ve Sivas<br />

kongreleri beyannamelerine dayanmaktadır. Ancak, tarihi olayları,<br />

o dönemde ortaya konmuş belgeler ışığında bir süreklilik içinde değerlendirdiğimizde,<br />

durumun hiç de öyle olmadığı kolaylıkla anlaşılacaktır.<br />

Bunu daha açık deyimle söylersek, Ocak 1919’da başlayan<br />

Paris Barış Konferansı’na yönelik Osmanlı Hükûmeti’nin bakışını<br />

yansıtan belgeler, incelenmeden Misâk-ı Millî’nin gerçek mahiyetini,<br />

kaynaklarını doğru anlamak mümkün değildir.<br />

Bu bağlamda ilk başvurulacak belge, Paris Barış Konferansı’na<br />

Osmanlı Devleti’nin 23 Haziran 1919’da sunduğu muhtıradır. Bu<br />

muhtıranın adı müdafaanâmedir. Her ne kadar bu muhtıra, Damad<br />

Ferid Paşa’nın 17 Haziran 1919’da “kendiliğinden”yaptığı konuş-


734<br />

MUSTAFA BUDAK<br />

ma 1 ile karıştırılarak yerle ve yabancı yazarlarca fazla ütopik bulunarak<br />

eleştirilmiştir 2 . Oysa 23 Haziran muhtırası yine eleştirilmişse de<br />

içeriği incelendiğinde Misâk-ı Millî beyânnâmesi ile büyük benzerlikler<br />

taşıdığı görülecektir. Bu benzerlikler, sınırlar, Boğazlar borçlar<br />

ve kapitülasyonlar ile ilgilidir. Sadece muhtırada, Misâk-ı Millî’den<br />

farklı olarak azınlıklardan bahsedilmemektedir.<br />

Her şeyden önce hem 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ve hem<br />

de Misak-ı Millî beyânnâmesi’nin tek uluslararası meşruiyet kaynağı/dayanağı<br />

Wilson ilkeleri idi. Buna bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri<br />

dahildir. Çünkü I.Dünya Savaşı sonrası galip devletlerin<br />

çıkarlarına göre kurulmaya çalışılan uluslararası düzenin meşruiyet<br />

kaynağı Wilson ilkeleridir. Adeta bu husus bir zorunluluktur.<br />

Her iki belge arasında ikinci benzerlik sınırlarla ilgilidir. Gerçekten<br />

23 Haziran 1919 muhtırası, Misâk-ı Millî beyânnâmesi’nde<br />

“kriter” olarak ortaya konan sınır meselesinde adetâ bir açılım sağlamakta<br />

ve bugüne kadar yapılan “Misâk-ı Millî’de kasdedilen sınırlar<br />

neresiydi?” tartışmalarına son vermektedir. Üstelik 23 Haziran muhtırasında<br />

sınırlar, “yeni Türkiye’nin sınırları olarak adlandırılmakta<br />

ve çerçevesi verilmektedir:<br />

1 Bu konuşmanın tam metni için bkz., Ahmed İzzet Paşa, Feryadım II, (Yayına<br />

Hazırlayanlar: Süheyl İzzet Furgaç-Yüksel Kanar), Nehir Yayınları, İstanbul<br />

1993, s.313-316, M.Cemil Bilsel, Lozan I, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul<br />

1933, 224-227; Özeti için bkz., Ali Fuad Türkgeldi, Moudros ve Mudanya<br />

Mütarekelerinin Tarihi, Ankara 1948, s.116-117; Yorumlu bir şekilde ise<br />

Sina Akşin, İstanbul Hükûmetleri ve Milli Mücadele I, İkinci Basım, Cem<br />

Yayınevi, İstanbul 1992, s.396-398.<br />

2 Bu yazarlardan Paul Helmreich, ABD başkanı Wilson’un bu muhtırayı “ Ömrümde<br />

bundan daha aptalca bir şey duymadım” dediğini aktardıktan sonra<br />

Lloyd George’un da “iyi espiri” diye muhtırayı tanımladığını yazarken (Sevr<br />

Entrikaları, Tercüme: Şerif Erol, Sabah Kitapları, İstanbul 1996, s.81), Amerikalı<br />

tarihçi Laurence Evans ise Paris Konferansı’nın Onlar Konseyi üyelerinin<br />

sözkonusu muhtırayı “Osmanlı İmparatorluğu’nu koruma amaçlı büyük<br />

bir küstahlık” olarak değerlendirdiklerini kaydetmiştir(Türkiye’nin Paylaşılması,<br />

Türkçesi: Tevfik Alanay, Milliyet Yayınları, İstanbul 1972, s.191).<br />

Bununla birlikte diplomat Osman Olcay ‘da 23 Haziran muhtırasını “ zayıf,<br />

gerçekçilikten uzak, duygusal, biçimsel açıdan kötü kaleme alınmış, sorunların<br />

ağırlığı açısından yanlış değerlendirmelere açık “ bir belge olarak yorumlamıştır.<br />

Bkz., Sevres Andlaşmasına Doğru, (Çeşitli Konferans ve Toplantıların<br />

Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler), Ankara Üniversitesi Siyasal<br />

Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1981, s.LXXI.


BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLÂNI VE ANLAMI 735<br />

“…garben Gümilcine livâsı dâhil olmak üzere Balkan harbinden<br />

mukaddem mevcûd bulunan Türk-Bulgar hatt-ı hudûdu, şimâlen<br />

Karadeniz, şarkan Evliye-i Selâse dâhil olmak üzere Türklerle<br />

meskûn mahalleri muhtevî olarak Poti cenûbundan başlayûb aşağıda<br />

izâh olunacağı vechile Ermenistan içûn tâ’yîn olunacak hudûd ve<br />

sâbık İran hudûduyla mahdûd bulunacakdır. Cenûben hudûd Türk-<br />

Arap hatt-ı fasl-ı millîsi olan Kerkük livâsından başlayarak Musul,<br />

Re’sû’l-ayn ve Haleb’den geçerek Lazkiye’nin şimâlinden bulunan<br />

İbn-i Hani burununda Bahr-i Sefîd’e mülâki olacaktır. Bu hudûd<br />

dâhilinde kalan arâzi payi-tâht-ı saltanatı teşkîl eden İstanbul ile<br />

beraber Vilson prensiblerine müsteniden Türk hâkîmiyet-i millîyesi<br />

vatanı olacaktır.”<br />

Demek istiyorum ki, 23 Haziran muhtırasının 3.maddesinde yer<br />

olan bu sınır, Misâk-ı Millî beyânnâmesi’nin, birinci, ikinci, üçüncü<br />

ve maddelerini kapsamakta; orada ya kriter olarak belirtilen ya da<br />

açıkça yazılan maddelerle aynı anlamı içermektedir. Ayrıca 23 Haziran<br />

muhtırası, sadece sınır tanımlaması yapmamış; bu sınırın hangi<br />

gerekçeyle hayatî olduğunu da ortaya koymuştur. Muhtıraya göre<br />

bu sınırlar içinde hukuk hâkimiyetinin sağlanması, ancak, Türklerin<br />

yaşadıkları bu yerlerin “vahdet-i millîye ve istiklal-i siyasisinin”<br />

mutlak suretde korunmasıyla mümkündür.<br />

Bundan başka sınırlar konusunda 23 Haziran 1919 tarihli muhtıranın<br />

Misâk-ı Millî beyannâmesi ile benzerliği İstanbul ve Boğazlarla<br />

ilgili hükümleridir: Nitekim bu husus, muhtıranın 10.maddesinde<br />

“Wilson prensiplerinin Devlet-i Aliyye’ye müte’allik on ikinci maddesinin<br />

fıkra-i sâniyesinde Çanakkal’a ve Karadeniz boğazlarının<br />

küşâdı taleb olunmaktadır. Hükûmet-i Seniyye pay-ı tahtın emniyetine<br />

müte’allik tedâbir-i tedâfü’iyyenin ittihâzı şartiyle hâl-i harb ve<br />

sulhda bir sûret-i dâ’imede Boğazlar’dan milel-i cihânın serbestî-i<br />

seyr ü seferini te’mîn eylemeğe müheyyâdır.” Şeklinde yer almaktadır<br />

ki, içerik bakımından Misâk-ı Millî’nin dördüncü maddesiyle<br />

aynıdır.<br />

Sözkonusu aynîlik, kapitülasyonlar ve borçlar sözkonusu olduğunda<br />

da geçerlidir.23 Haziran muhtırasının sekizinci maddesinde<br />

Türkiye’nin gelecekteki hayatı açısından malî ve iktisadi bağımsızlığa<br />

ulaşması için kapitülasyonların kaldırılmasının gerekliliği vur-


736<br />

MUSTAFA BUDAK<br />

gulanmıştır. Aksi halde “Türkiya, menâfî-i iktisadiyesinin kasden<br />

ve hiçbir sebeb-i meşrû’a müstenid olmaksızın Avrupa menâfi’ine<br />

fedâ edilmesi demek” anlamına geleceği belirtilmiştir. Aynı şekilde<br />

borçlar konusunda da muhtırada (9.madde) “ Hükûmet-i Seniyye,<br />

ta’yîn ve tahdîd edilecek hudûd dâhilinde meskûn ahâliye nisbeten<br />

hissesine düşecek borçlarını alacaklılariyle bi’l-i’tilâf nâmûs-kârâne<br />

ödemeğe ve bütün mesâ’îsini bu cihete sarf eylemeğe müheyyâdır.<br />

Bu husûsda düvel-i mütemeddine-i garbiyyenin müzâheret-i<br />

mâliyelerini temenni eyler” denilmektedir ki, Misâk-ı Millî’nin altınca<br />

maddesine karşılık gelmektedir.<br />

Genel çerçevede 23 Haziran muhtırasını değerlendirdiğimizde,<br />

muhtıranın 11.maddesindeki hükümlerden hareketle, Türkiye’nin bir<br />

“talepler paketi” olduğunu görmekteyiz. Bunu Osmanlı Devleti’nin<br />

devam eden Paris Barış Konferansı’na sunduğu “barış şartları”<br />

olarak da okumak mümkündür. Bu bağlamda muhtıra, sözkonusu<br />

talepler yerine geldiğinde yeni Türkiye’nin devlet ve millet olarak<br />

gelişmeye istekli Milletler Cemiyeti’nin üyesi olacağını taahhüd etmektedir.<br />

Bundan dolayı 23 Haziran muhtırası, bir “taahhüdname”<br />

dir. Nitekim muhtıranın 11.maddesi, bizi doğrular niteliktedir:<br />

“….Nihâyet işbû metâlibin is’af-ı halinde yeni müstakil ve temeddüne<br />

hâhişger bir Türkiya’nın temelli kurulacağına kâni’ olan<br />

hükûmet-i seniyye, Türklerin ba’de-mâ manzûme-i düveliye arasında<br />

istihsâlât-ı umûmiyyeye iştirâk eden sulh-perver, çalışkan ve<br />

Cem’iyyet-i Akvam’a dühûle şâyân bir millet hâlinde sarf-ı mesâ’î<br />

ile düvel-i garbiye-i gâlibe ve mütemeddineye ile’l-ebed minnet-dâr<br />

olarak yaşayacağını beyân ile iktisâb-ı fahr ü mübâhat eder” 3<br />

Dikkat edilirse bu sözler, talepler yerine getirildiğinde “yeni bağımsız<br />

ve medenileşmeye istekli bir Türkiye”nin temelli kurulacağı<br />

ve böyle bir Türkiye’nin Batılı Devletlerle uyumlu olarak birlikte<br />

yaşabileceği düşüncesine işaret etmektedir. Farklı bir şekilde ifade<br />

edilmesine rağmen bu düşüncenin, Misâk-ı Millî beyânnâmesinde<br />

de var olduğunu düşünüyorum. Bunu anlamak için hem Misâk-ı<br />

Millî beyânnâmesi hazırlıklarını ve hem de beyânnâmenin başlangıç<br />

kısmını okumak gereklidir. Bilindiği gibi Misâk-ı Millî<br />

3 Bu konuda geniş değerlendirme ve yorumlar için bkz., M. Budak, İdealden<br />

Gerçeğe, s.82-89.


BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLÂNI VE ANLAMI 737<br />

beyânnâmesi, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı’nın eseridir. Bundan dolayı,<br />

beyânnâmenin başlangıç kısmı “Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı<br />

a’zâları” diye başlamaktadır. Devamında ise “istiklal-ı devlet ve<br />

istikbâl-i milletin haklı ve devamlı bir sulha nâ’iliyet içûn ihtiyâr<br />

edebileceği fedâkarlığın hadd-i a’zâmisini mutazammın olan esâsât-ı<br />

mezkure hâricinde pâyidar bir Osmanlı saltanat ve cem’iyyetinin<br />

devâm-ı vücûdu gayr-ı mümkün bulunduğunu kabûl ve tasdîk eylemişlerdir”<br />

denmektedir.<br />

Kısaca ifade edersek, Osmanlı Mebusan Meclisi üyeleri, devletin<br />

bağımsızlığı yolunda haklı ve kalıcı bir barışa ulaşmak için<br />

yapabilecekleri fedakarlığın en üst sınırının beyânnâme şartları olduğunu<br />

bildirmektedirler. Bu yönüyle Misâk-ı Millî beyânnâmesi<br />

de “Osmanlı Devleti’nin barış programı”dır. Unutmayalım ki, bu<br />

beyannâme, Türkiye’nin geleceğinin tartışıldığı, paylaşma hesaplarının<br />

yapıldığı ve bu arada da payitaht İstanbul’un uluslararası devlet<br />

haline getirilmesi ile Boğazların bekçiliğinin Türklerden alınmasının<br />

konu edildiği bir dönemde hazırlanmış ve bütün dünyaya açıklanmıştır.<br />

Bu kadar benzerliğin dışında sadece azınlıklar konusunda muhtırada<br />

bir bahis bulunmamakta ve buna karşılık Adalarda bir nüfus<br />

mübadelesinden sözedilmektedir. Oysa Misâk-ı Millî’nin beşinci<br />

maddesi azınlıklar konusunda mütekabiliyeti öngörmektedir.<br />

Bütün bu anlatılan içinde, Misâk-ı Millî’ye katkı anlamında Erzurum<br />

ve Sivas kongrelerinin hiç mi rolü bulunmamaktadır? Elbette<br />

rolü vardır. Bu rol sınır kriterinin belirlenmesinde göze çarpmaktadır.<br />

Erzurum kongresi beyannamesinin birinci maddesi, hangi<br />

Osmanlı vilayetlerinin “yekdiğerinden ve Camia-i Osmaniyye’den<br />

ayrılmazlığı”na işaret ederken altıncı maddesi ise daha belirgin bir<br />

şekilde “Mondros mütarekesi imzalandığında sınırlarımız içinde<br />

kalan ve her bölgesinde olduğu gibi” denilerek çoğunluğunu Müslümanların<br />

meydana getirdiği Doğu Anadolu vilayetlerinin “birbirlerinden<br />

ve anavatandan ayrılmazlığı” vurgulanmıştır4 . Bundan<br />

4 Kongrenin birinci maddesindeki Osmanlı vilayetleri, “Trabzon vilayeti ve Canik<br />

Sancağı ile Vilayet-i Şarkiye namını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir,<br />

Mamuretülaziz, Van, Bitlis vilayatını ve bu saha dahilindeki evliye-i müstakile”<br />

kasdedilmektedir. Erzurum Kongre beyannamesinin tam metni için bkz.,


738<br />

MUSTAFA BUDAK<br />

dolayı Erzurum Kongresi beyannamesi, insan unsurunun tanımlanması<br />

açısından hem Sivas Kongresi beyannamesi ve hem de Misâk-ı<br />

Millî beyânnamesinin birinci maddelerine benzemektedir. Bütün bu<br />

belgelerde geçen insan unsurunun adı, “Cami’a-i Osmaniye” ya da<br />

“ Osmanlı İslam”dır. Ayrıca, sınır konusunda ise anlaşılır şekliyle<br />

söylersek, “Mondros mütarekesi imzalandığında” denmekte ve mütareke<br />

kriter olarak alınmaktadır. Bu husus, Sivas kongresi beyannamesinde<br />

hangi sınırlar içindeki insan topluluğu sorusuna “Mondros<br />

mütarekesi imzalandığında hududumuz dahilinde” 5 cevabı verilirken<br />

Misak-ı Millî beyânnamesinde Mondros mütarekesi kasdedilerek<br />

“mezkûr hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” ibâresine yer verilmiştir.<br />

Bu ise “Arapların yaşadıkları toprakların dışındaki sınır”<br />

anlamına gelmektedir.<br />

2. Millî Mücadele literatüründe Misâk-ı Millî beyannamesi<br />

için Ankara’dan Hüsrev Gerede’ye verilerek İstanbul’daki Osmanlı<br />

Meclis-i Mebûsânı’na gönderilen metnin orjinalinin bulunmadığı<br />

yazılıdır. Ancak, Aralık 1919-Ocak 1920 döneminde Ankara’dan<br />

Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği belgeler kıyaslandığında<br />

durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılacaktır. Bu bağlamda<br />

söylenecek ilk şey, 17 Şubat 1920’de, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânın<br />

ilan edilmiş metnin dışında Misâk-ı Millî ile ilgili iki müsvedde<br />

metnin olmasıdır. Kanaatimizce bu ilk metin, Hüsrev Gerede’ye verilmiş<br />

19 Ocak 1920 tarihli yedi maddelik metindir 6 . Fakat bu metin,<br />

doğrudan Misâk-ı Millî ya da Ahd-i Millî adını taşımamakta ve<br />

açıkça Müdafaa-i Hukuk Grubu Programıdır. Bunu, içerik analizin-<br />

Askerî Tarih Belgeleri, Yıl 30, Sayı 79, Mayıs 1981, Genelkurmay Basımevi,<br />

Ankara 1981, s.42-44.<br />

5 Daha orijinali“Devlet-i Osmaniye ile Düvel-i İtilafiye arasında mün’akid mütarekenamenin<br />

imza olunduğu 30 Teşrin-i evvel 334 tarihindeki hududumuz<br />

dahilinde” şeklindedir.Aynı şekilde beyannamenin altıncı maddesinde de insan<br />

unsuru ifade edilirken bu kriter cümleler aynen yazılmıştır. Bkz., Faik<br />

Reşit Unat, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukûk Cemiyetinin Kuruluşuna<br />

Ait Vesikalar”, Tarih Vesikaları I/1, Haziran 1941, s.7-8.<br />

6 <strong>Atatürk</strong> Haftası Armağanı, 10 Kasım 1977 Genelkurmay Basımevi, Ankara<br />

1977, , s.41-42. Aslında bu armağan sayısı, Genelkurmay ATASE Arşivi’nde<br />

yer alan <strong>Atatürk</strong> Arşivi’ndeki Misak-ı Milli dosyalarındaki belgelerin yayımıdır.<br />

Hüsrev Gerede’nin götürdüğü belgede burada yer almaktadır.


BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLÂNI VE ANLAMI 739<br />

den sonra anlıyoruz. Nitekim, bu metnin birinci, ikinci maddeleriyle<br />

dördüncü maddesinin Araplarla ilgili ilk kısmı “haricinde” ibaresi<br />

eklenerek Misâk-ı Millî beyânnamesinin birinci maddesini oluşturmuştu.<br />

Dördüncü maddesinin Evliye-i Selase ile ilgili kısmı asıl<br />

beyannamenin ikinci maddesinde yer alırken aynı maddenin Batı<br />

Trakya hakkındaki hükmü, Misâk-ı Millî’nin üçüncü maddesi olarak<br />

yazılmıştı. Hüsrev Gerede metni adını verdiğimiz bu ilk müsvedde<br />

metnin Halife-Sultan, İstanbul ve Boğazlarla ilgili altıncı maddesi<br />

aynı şekilde Misâk-ı Millî beyannamesinin altıncı maddesidir.<br />

Diğer taraftan bu ilk müsvedde metin ile Misâk-ı Millî metni<br />

arasındaki en önemli farkı beşinci maddesi idi. Bu madde “yabancı<br />

bir devletin yardımını öngörmekteydi.<br />

İkinci müsvedde metin ise 21 Ocak 1920 tarihli Müdafaa-i Hukuk<br />

Grubu programı olarak İsmet Bey tarafından yazılmış ve İstanbul’daki<br />

Rauf Bey’e gönderilmiş sekiz maddelik metindir7 . Bu<br />

metnin 19 Ocak tarihli metinden iki farkı vardır. Bunlardan birincisi<br />

dördüncü maddede yer alan “Osmanlı memleketlerinin ekonomi<br />

yönünden varlığını sürdürmesine ve gelişme olanaklarına<br />

zarar veren maddeler olunamaz” hükmüdür ki, yeniden formüle<br />

edilerek Misâk-ı Millî’nin altıncı maddesi haline getirilmişti. İkinci<br />

fark ise 19 Ocak tarihli metinde beşinci madde olarak yer alan<br />

“müzaheret”maddesinin bulunmamasıydı.<br />

Anlaşılan o ki, her iki metnin adı da “Müdafaa-i Hukuk Grubu<br />

programı”dır. Bu metinler ile Misâk-ı Millî arasındaki en önemli<br />

fark, asıl metnin birinci maddesinde Türkiye’nin yeni sınırlarına işaret<br />

eden hükmün “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” biçiminde yazılmasıdır.<br />

Fakat, bu husus, İstanbul’da eklenmiştir. Ayrıca, başlangıç<br />

kısmının varlığı Misâk-ı Millî beyannamesinin orijinal tarafıdır.<br />

Bütün bu yazılanları özetlersek, Misâk-ı Millî ile ilgili çalışmalar<br />

eş zamanlı olarak hem İstanbul’da ve hem de Ankara’da başlamıştır.<br />

12 Ocak 1920’de açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda<br />

Hüseyin Kazım Kadri, Rauf Bey, Yusuf Kemal Bey’in aralarında<br />

bulunduğu ortak bir komisyonda Ankara’dan gönderilen metinler<br />

7 Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 2. Kitap, Birinci Basım, Bilgi Yayınevi,<br />

Ankara 1992, s. 301-302.


740<br />

MUSTAFA BUDAK<br />

başka görüşlerle birlikte müzakere edilmiş ve sonunda Misâk-ı Millî<br />

beyannamesi, 28 Ocak 1920’de meclisin resmi olmayan bir oturumunda<br />

kabul, 17 Şubat 1920’de de ilan edilmiştir8 .<br />

3. Misâk-ı Millî’nin anlamı: Diğer adı Ahd-i Millî olan<br />

Misâk-ı Millî beyânnâmesi, Ahmet Mumcu’ya göre bir “parlamento<br />

kararı”dır9 . İki meclisli Osmanlı Parlamentosunda Meclis-i Mebusanın,<br />

1909’daki anayasa değişikliğinden sonra böyle bir karar alması<br />

mümkündür.<br />

Devrin iç ve dış siyasi şartları dikkate alındığında Misâk-ı Millî<br />

beyannamesi, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın ortaya koyduğu Paris<br />

Barış Konferansı’na yönelik barış şartlarını öngören bir programdır.<br />

Bunu anlamak için beyannamenin başlangıç kısmını okumak yeterlidir.<br />

Bu kısımda fedakârlıktan sözedilmekte ve bunda kasdın Arap<br />

vilayetlerinden vazgeçmek olduğu anlaşılmaktadır10 .<br />

Mustafa Kemal Paşa’ya göre Misâk-ı Millî beyannamesi “Milletin<br />

âmal ve makasıdını içine alan kısa bir program idi 11 . Bu tanımlama,<br />

Ocak 1920’ye ait bir tanımlama idi. Ocak 1922’de, Ahmet Emin<br />

Yalman’a verdiği mülakatta Misâk-ı Millî için “ Millî Misak, sulh<br />

imzalamak için en makul ve asgari şartları bir araya getiren bir programdır.<br />

Barışa varmak için üzerinde duracağımız esasları Misak-ı<br />

Millî ortaya koymuştur 12 .Daha sonra Lozan görüşmeleri sırasında 19<br />

Ocak 1923’de İzmit’te bir sinemada yaptığı konuşmada ise “Millet<br />

mevcudiyeti için istiklali için, hâkimiyeti için behemehal istihsâle<br />

mecbur olduğu esas” diyordu 13 .<br />

Görünen o ki, Mustafa Kemal Paşa’da esasta Misak-ı Millî’nin<br />

bir barış programı olduğunu kabul etmektedir. Aynı zamanda bu<br />

program, Millî Mücadelenin amaçlarını içine alan bir program niteliği<br />

de taşımaktadır.<br />

8 M. Budak, a.g.e., s.155-156.<br />

9 A. Mumcu, “Misak-ı Milli ve Anayasamız”, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi<br />

Dergisi, I/3, Temmuz 1985, s.822-823.<br />

10 M. Budak, a.g.e., s.159-160.<br />

11 Kemal <strong>Atatürk</strong>, Nutuk I, 15. Baskı, MEB Yayını, İstanbul 1987, s.360.<br />

12 Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, II, İs-<br />

tanbul 1970, s.264.<br />

13 Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları,<br />

Türk Tarih Kurum Yayınları, Ankara 1982, s.96.


BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLÂNI VE ANLAMI 741<br />

Buna rağmen Misâk-ı Millî hakkında birçok yerli ve yabancı<br />

yazar, farklı tanımlamalar yapmışlardır. T.Zafer Tunaya’ya göre<br />

Misak-ı Millî, Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararların<br />

Müdafaa-i Hukuk ilkelerinin Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından<br />

benimsenmiş bir programdı. Hatta bu program “ yeni, ulusal<br />

ve bağımsız bir devlet kurmak üzere harekete geçmiş Türklerin<br />

akdettikleri birlikte yaşamak üzere anlaştıkları koşulları içeren bir<br />

ictimai mukaveledir14 . Ancak Tunaya’nın bu Rousseaucu yaklaşımı<br />

pek doğru görünmemektedir. Yine bir başka anayasa hukukçusu Bülent<br />

Tanör ise bu belgenin esaslarının Mustafa Kemal Paşa tarafından<br />

belirlendiği düşüncesindedir. En önemlisi Tanörü için bu belge<br />

Osmanlı Devleti’nin ülke ve nüfus unsurları ile egemenlik hakkını<br />

yeniden ortaya koyma anlamına gelmektedir15 . Doğu Ergil için ise<br />

Misak-ı Millî “ Erzurum ve Sivas kongreleri sürecinde Padişah ve<br />

İtilâf devletlerine karşı ulusal akımın bir ilkeler bütünüdür” 16 .<br />

İngiliz tarihçisi Harold Temperley de Anadolu’nun coğrafi birliği<br />

bağlamında Misak-ı Millî’nin birinci maddesine dikkat çekmiştir.<br />

Bunu yaparken de insan unsuruna temas etmiş ve bu unsuru “mütareke<br />

hattının kuzeyinde Osmanlı-Arap olmayan nüfusu fiili ve resmen<br />

bölünmez bir siyasi bütün” olarak tanımlamıştır17 . David Fromkin’e<br />

göre Misak-ı Millî, bir “Kemalist politik ilkeler deklarasyonu”dur18 .<br />

Arnold Toynbee’ye göre ise bir “bağımsızlık bildirisi”dir19 .. Bernand<br />

Lewis’e bakılırsa o da Misak-ı Millî’yi “Erzurum ve Sivas bildirilerine<br />

dayanan ve toprak bütünlüğü ile millî bağımsızlık üzerindeki<br />

14 T.Z. Tunaya, “Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Büyük Millet Meclisi<br />

Hükûmeti Rejimine Geçiş”, Devrim Hareketleri İçinde <strong>Atatürk</strong> ve <strong>Atatürk</strong>çülük,<br />

Genişletilmiş 2. Baskı, Turhan Kitabevi, Ankara 1981, s. 189-191.<br />

15 B. Tanör, Kurtuluş Üzerine 10 Konferans (Türkiye 1918-1923), Der Yayınları,<br />

İstanbul 1995, s.68-71..<br />

16 D. Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi, Ankara 1971, s.<br />

179-181.<br />

17 H. Temperley, A History of the Peace Conference of Paris, VI, s.London<br />

1924, 53-54.<br />

18 D. Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı 1914-<br />

1922 (Çeviren: Mehmet Harmancı) Sabah Kitapları, İstanbul 1993, s.425-<br />

426.<br />

19 A. Toynbee, The Western Question in Greece and Turkey (A Study in the<br />

Contacat of Civilisations) London 1922, s.187-190.


742<br />

MUSTAFA BUDAK<br />

temel istekleri ifade eden bir beyanname olarak görmektedir 20 .<br />

Ancak Ahmet Davudoğlu’nun Misâk-ı Millî’ye yüklediği anlam<br />

biraz farklıdır. Uluslararası ilişkiler açısından bir bakışı yansıtan<br />

A.Davudoğlu’nun bu görüşüne göre, Misak-ı Millî, Osmanlı<br />

Devleti’nin son iki yüz<strong>yılında</strong> gözlenen kendi siyasi varlığını korumaya<br />

yönelik dış politika tecrübesinin ortaya çıkardığı reflekslerle<br />

uluslararası şartların gerekli kıldığı bir ortamda devlet olarak “ bütün<br />

uluslararası mesuliyet ve iddialardan” soyutlanmanın bir ifadesidir.<br />

Hiç şüphesiz bu soyutlanma, devlet olarak uluslararası alanda iddialı<br />

konumdan vazgeçmenin yanı sıra “Batı eksenine alternatif ya<br />

da muhalif değil bu eksenin bir parçası olma”anlamına gelmektedir.<br />

A.Davudoğlu’na göre bu yeni anlayış <strong>Atatürk</strong>’ün “Yurtta Sulh, Cihanda<br />

Sulh” şeklindeki barışçı dış politikasının esasıdır 21 .<br />

MİSAK-I MİLLÎ’NİN ESASLARI<br />

17 Şubat 1920’de ilan edilen Misak-ı Millî beyannamesi, altı<br />

maddeden meydana gelmektedir. Bu maddelerin ilk üç maddesi sınırlarla<br />

ilgilidir. Bu yüzden Misak-ı Millî denince akla daha ziyade<br />

Millî Mücadele döneminde tesbit edilmiş ve anavatana bitişik olup<br />

dahil edilmek istenen Türklerin yaşadıkları yerler anlaşılmıştır. Bunlardan<br />

en önemlisi, halihazırda da hangi bölgeleri kapsadığı tartışma<br />

konusu olan Türkiye’nin güney sınırlarıyla ilgilidir. Bu husus,<br />

beyannamenin birinci maddesinde yer almaktadır. Bu maddenin ilk<br />

kısmına göre, Araplar, selfdeterminasyon ilkesi gereğince kendi kaderlerini<br />

kendileri belirleyecektir. Bunun dışında kalan- ki belgede<br />

“mezkur hatt-ı mütareke dahil ve haricinde geçiyor- ırkî, dini ve<br />

amaç birliği içinde Osmanlı-İslam çoğunluğunun yaşadıkları toprakların<br />

bölünmez bir vatan olduğu vurgulanmaktadır. Burada iki soru<br />

akla geliyor:<br />

1. Bu sınırlar neresidir?<br />

2. Bu belgede zikredilen Osmanlı-İslam çoğunluğundan kasıd<br />

nedir? Ya da bu Osmanlı İslam çoğunluğu kimlerdir?<br />

20 B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çeviren: Metin Kıratlı), 2. baskı,<br />

TTK Yayını, Ankara 1984, s.250.<br />

21 A. Davudoğlu, Stratejik Derinlik (Türkiye’nin Uluslararası Konumu), Birinci<br />

Basım, Küre Yayınları, İstanbul 2001, s.69.


BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLÂNI VE ANLAMI 743<br />

Bu konuda bize en açık ve tartışmasız ışık tutan belge daha önce<br />

bahsettiğimiz 23 Haziran 1919 tarihli muhtıradır. Bu muhtırada verilen<br />

Türkiye’nin güney sınırları, Misak-ı Millî’nin birinci maddesindeki<br />

kriter olarak verilmiş sınırlara işaret etmektedir ki, bu da son<br />

dönemdeki Osmanlı Devleti’nin Halep ve Musul vilayetlerinin güney<br />

sınırlarıdır. Nitekim bu topraklar, Osmanlı coğrafya dilinde Osmanlı<br />

Asyası/Anadolusu (Asya-i Osmanî) içinde değerlendirilmiştir.<br />

Diğer taraftan, ikinci maddede Elviye-i Selase (Kars, Ardahan<br />

Batum)’den bahsedilirken Batum’un kuzeyindeki Poti’ye kadar uzanan<br />

ve Cenub-i Garbî Kafkas Cumhuriyeti sınırlarına dahil edilmiş<br />

olan Nahçıvan’ı kapsayan bir bölge yeni Türkiye’nin sınırları içinde<br />

kabul edilmiştir. Buna karşılık beyannamenin üçüncü maddesinde<br />

yapılacak halk oylamasından sonra Batı Trakya’nın da Türkiye’ye<br />

dahil olacağı amaçlanmış ve böylece, Gümülcine’den itibaren Batı<br />

Trakya’nın da anavatan sınırları içinde olacağı tasavvur edilmiştir.<br />

Hiç şüphesiz, Misak-ı Millî beyannamesinin birinci maddesi,<br />

Arapların selfdeterminasyon hakkından sözetmesi de dikkate alındığında,<br />

Türkiye’nin güney sınırlarıyla ilgilidir. Bu maddede geçen<br />

Osmanlı-İslam ibaresi de, güney sınırlarından bahsedildiği için dar<br />

anlamda Türkler ve Kürtleri kapsamaktadır 22 . Bu bağlamı biraz daha<br />

genişletirsek Mondros mütarekesi hattının içinde ve dışında kalan<br />

çoğrafyada yaşayan Türk, Kürt, Çerkez ve Arnavud gibi İslam ortak<br />

paydasına sahip insan topluluğu anlaşılmalıdır. Zaten Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’de, 24 Nisan 1920’de, TBMM’nde yapmış olduğu bir<br />

konuşmada bu hususa dikkat çekerek sözkonusu insan topluluğunu<br />

“anasır-ı İslam” diye tanımlamış 23 ve hem kurtuluş mücadelesini ve-<br />

22 Bu ibare, orijinal beyannamede geçmektedir. Aynı şekilde, Mondros mütarekesi<br />

kasdedilerek “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” ibaresi de orijinal beyanname<br />

ifadeleridir. Ne yazık ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren günümüz<br />

de dahil bu konuda yazılan kitapların çoğunda, birbirlerinden naklen<br />

dönemlerin ideolojik anlayışlarına uygun olarak orijinal beyanname metinlerinde<br />

bazı değişiklikler yapılmıştır. Bu bağlamda ilk örnek, Türk Tarihi Tetkik<br />

Cemiyetince 1931’de yayımlanmış olan Tarih IV kitabıdır. Burada, Osmanlı-<br />

İslam ibaresi, Türk olmuş, “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” ibaresinden ise<br />

“haricinde” kelimesi çıkarılmıştır.. Bu ise orijinal beyanname metninin tahrif<br />

edilmesinden başka bir şey değildir.<br />

23 “…bu hudud dahilinde tasavvur edilmesin ki, anâsır-ı İslamiyeden yalnız bir<br />

cins millet vardır. Bu hudud dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anasır-ı


744<br />

MUSTAFA BUDAK<br />

ren ve hem de yeni Türkiye’nin insan unsurunun daha ziyade etnik<br />

kökeni ne olursa olsun çoğunlukla Müslümanlar olduğu/olacağı gerçeğini<br />

açıklamıştır.<br />

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Misak-ı Millî beyannamesi, I. Dünya<br />

Savaşı sonrası yeni uluslararası sistemin kurulma sürecinde, savaşın<br />

galibi devletlerin ortaya koyduğu Wilson ilkeleri vb ilke ve düşünceler<br />

ışığında hazırlanmış yeni Türkiye’nin barış programıdır. Aynı<br />

zamanda bu program, müzakere edilebilir asgari barış şartları anlamına<br />

da gelmektedir. Başka bir deyişle, Misak-ı Millî beyannamesi,<br />

Türkiye için I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, savaşın galipleri<br />

karşısında gerçekleştirmeyi hedeflediği bir idealdir. Ancak, bu ideal<br />

hedef programı daha iyi anlayabilmek için Osmanlı hükûmetinin Paris<br />

Barış Konferansı’na sunmuş olduğu 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra<br />

dikkate alınmalı ve birlikte değerlendirilmelidir. Görülecektir<br />

ki, birlikte değerlendirme, Mondros mütarekesinden sonraki tarihî<br />

gelişmelerin/olayların hiç de sanıldığının aksine, birbirlerinden kopuk<br />

ve ilgisiz olaylar olmayıp birbirlerini tamamlayan, birbirlerine<br />

ilham kaynağı olan gelişmeler olduğunu ortaya koyacaktır. Nitekim,<br />

23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ile Misak-ı Millî beyannamesi,<br />

dönemle ilgili tarihî sürekliliği ortaya koyan iki önemli belge olup<br />

özellikle birincisi, hem ilham ve içerik anlamında kaynak niteliği<br />

taşımaktadır. Daha da önemlisi her iki belgede de insan unsurunu tanımlamamıza<br />

yardımcı olan ortak vatan ve ortak din vurgusu dikkat<br />

çekicidir. Kanaatimce, günümüz için Misak-ı Millî beyannamesinin<br />

esas anlamı budur.<br />

İslamiye vardır. İşte bu hudud memzuc bir halde yaşayan bütün maksadlarını,<br />

bütün manasiyle tevhîd etmiş olan kadre milletlerin hudud-ı millisidir.”, Bkz.,<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi I, 3. baskı, Ankara 1959, s.16.


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA<br />

ATATÜRK VE ANKARA<br />

Doç. Dr. Nesrin Tağızade-KARACA *<br />

28 Temmuz 1914’te başlayan I.Dünya Savaşı’nın sonucunda<br />

itilaf devletleri kazanan taraf olunca Osmanlı Devleti 30 Ekim<br />

1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzaladı ve ardından Türk topraklarının<br />

paylaşımı gündeme geldi. 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusunun<br />

İzmir’i işgaliyle birlikte Anadolu’da başlayan direniş hareketi<br />

ile Millî Mücadele süreci başlamıştır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da<br />

T.B.M.M’nin kurulması ve 30 Ağustos 1922’de kazanılan zafer Türk<br />

tarihinin bu en acılı dönemini sona erdirmiş, yeni bir başlangıcın ve<br />

yeniden var oluşun temelini oluşturmuştur.<br />

T.B.M.M.’nin Ankara’da çalışmalara başladığı ve Cumhuriyet’in<br />

ilan edildiği tarihe kadar, Türk aydınının teklif ettiği bütün reçetelere<br />

rağmen Osmanlı Devleti kurtulamamış, “milleti ancak milletin<br />

azim ve kararlılığının kurtaracağı” düşüncesi yeni mücadelenin itici<br />

gücü ve manivelası olmuştur.<br />

Ulusal kimliğin tasarımı ve teşekkülünde, o tarihin yazımı kadar<br />

benimsetilmesini de gerçekleştirmek için popüler ve kurgusal<br />

anlatımlara ihtiyaç duyulması evrensel bir durumdur ve bu arayışlar<br />

en iyi şekilde edebiyatta yansımasını bulmuştur. Kimliklerin<br />

çözüldüğü ve toplumsal ilişkilerin farklılaştığı kurtuluş ve kuruluş<br />

dönemlerinde edebiyata yansıyan bu olgu, kültürel olarak yeniden<br />

canlanma umutlarının yanında, özeleştiri bilincini ve yaklaşımını da<br />

beraberinde getirir. Cumhuriyet tarihinde de edebi ve entelektüel faaliyetlerin<br />

bir kısmı, Türk milletinin ölüm-kalım mücadelesi verdiği<br />

süreci konu almış, işlemiş ve halen işlemeye de devam etmektedir.<br />

* Başkent Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


746<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

Hayatî olduğu kadar siyasi bir dönemin, dönüşümün ve projenin<br />

parçası olan Millî Mücadele ve Cumhuriyet, ulus-devlet projesi ve<br />

yaratılmak istenen yeni kimlik; roman, hikaye, anı, monografi, tiyatro,<br />

mülakat gibi kurgu ve anlatı metinlerinde yani edebiyatta en iyi<br />

yansımasını bulmuştur.<br />

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte başlayan yeni dönem Türk<br />

edebiyatı, kaynağını Millî Mücadele’den alan hız ve coşkunlukla<br />

Millî Edebiyat’ın devamı olarak varlığını sürdürür. İlk eserlerini bu<br />

dönemde vermiş olan şair ve yazarlar, olgun eserlerini Cumhuriyet<br />

devrinde kaleme almışlar, edebiyat dünyasındaki varlık ve konumlarını<br />

bu devrede kazanmışlardır.<br />

Millî Mücadele dönemi olarak; I.Dünya Savaşı’nın başlaması ve<br />

Cumhuriyet’in ilanına kadar olan 1914-1923 yılları arasında yaşanan<br />

olayları konu alan romanları, “Edebiyatımızda Kurtuluş Savaşı”<br />

bağlamında ele alan çalışmaların önemli bir kısmı, yazılış tarihleri<br />

bakımından üçe ayrılarak, I. Dönem (1920-1950), II. Dönem (1950-<br />

1980), III. Dönem ise 1980 ve sonrası olarak belirlenir. Nitekim, yakın<br />

tarihin belirleyici önemli dönemeçlerini içeren bu yaklaşım biçimi,<br />

yaygın ve benimsenen bir tasnif olmuştur. (Balabanlılar, 2003,<br />

11-23)<br />

Bu çalışmada; sözü edilen I. dönemi, çok partili siyasi hayata<br />

geçilen 1950 yılına getirmeden, yeni Meclis’in kurulması ile<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ölümüne kadar uzanan (1920-1938) yılları arasında<br />

yazılan romanlarla sınırladığımızı belirtmek gerekir. Bir anlamda<br />

Cumhuriyetin ilk kuşağından, savaş yıllarına tanıklık eden aydın<br />

ve yazarların, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı bağlamında ortaya<br />

koyduğu eserler arasında <strong>Atatürk</strong> ve o dönem Ankara’sına odaklanan,<br />

oradan Anadolu’ya açılan bir perspektif arayışı içinde olduğumuzu<br />

ilave etmeliyiz.<br />

Bu süreç içinde ortaya konan romanların örneklemeli bir dökümünü<br />

yapacak olursak: Aka Gündüz/ Dikmen Yıldızı (1928), Mehmet<br />

Rauf/ Halâs (1929), Ercüment Ekrem Talu /Kan ve İman (1924)<br />

Burhan Cahit Morkaya/ Nişanlılar, Yüzbaşı Celal (1933), İzzet Ethem<br />

Benice/ On Yılın Romanı (1933), Esat Mahmut Karakurt/ Allahaısmarladık<br />

(1936), Peyami Safa/ Sözde Kızlar (1922), Biz İnsanlar<br />

(1937), Yakup Kadri Karaosmanoğlu/ Yaban (1932), Ankara (1934),


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 747<br />

Halide Edip Adıvar/ Ateşten Gömlek (1922), Kalp Ağrısı (1924),<br />

Zeyno’nun Oğlu (1928), Sinekli Bakkal (1935). Reşat Nuri/ Yeşil<br />

Gece (1928), Mithat Cemal Kuntay/ Üç İstanbul (1936), Memduh<br />

Şevket Esendal/ Ayaşlı ve Kiracıları (1934, vs.. (Naci, 1981, 123-<br />

176)<br />

Hayatlarının ve sanatlarının önemli merhalelerini Millî Mücadele<br />

sürecinde idrak etmiş Halide Edip Adıvar ile Yakup Kadri<br />

Karaosmanoğlu’nun, tanıklıklarıyla ağırlıklı bir şekilde yer tuttukları<br />

bu döneme yoğunlaşmadan önce, diğer isimler ve eserlerde <strong>Atatürk</strong><br />

ve Ankara’yla vurgulanan anlam dünyasından örnekler üzerinde<br />

duracak olursak;<br />

Refik Halit Karay; daha önce (1919) Memleket Hikayeleri’nde<br />

İstanbullu bir genç olarak sürgüne gönderildiği Sinop, Çorum, Ankara<br />

ve Bilecik’te (1913-1918) yılları arasında geçen günlerinde tanıdığı<br />

Anadolu’yu ve Anadolu insanının hikayelerini dile getirmiştir.<br />

On yılın Romanı’nda, İzzet Ethem Benice, savaş yıllarının<br />

halkı ve hayatı etkilemesini anlatırken, iki Anadolu çocuğunun<br />

Ankara’da eğitim almaları konusunu da işlemiştir.<br />

Aka Gündüz; 1929’da yazdığı İki Süngü Arasında eserinde,<br />

işgal sonrasında İstanbul’da suçlu sayılan insanlar için kurtuluşu<br />

Selanik’te görmüştür. Ankara, bireysel ve toplumsal dönüşümün<br />

simgesi durumundadır. Dikmen Yıldızı’nın kahramanı Yıldız, yitirdiği<br />

sağlığına Anadolu’nun dağları ve ormanlarında kavuşur,<br />

Tank-Tango’nun (1928) kahramanları, İstanbul’da dışlanmışken<br />

Ankara’da kabul görüp topluma karışır ve yararlı işler yaparlar. Dikmen<br />

Yıldızı’nda 1921’lerin Ankara’sı, Ulus Meydanı’nı dolduran insanlar<br />

gerçekçi bir anlatımla tasvir edilmiştir. İzmir’in işgali üzerine<br />

Ankara’ya yerleşen Yıldız ve ailesinin üzerine kurulu olan romanın<br />

sonunda, Mustafa Kemal Paşa mutluluğu getirecek bir ortam hazırlar<br />

ve gençlerin yüzüklerini takar... Zübeyde Hanım’la dostluk kuran<br />

Yıldız’ın iç dünyası ve konumu, Ankara’da sabah vakitleri, sokaklar,<br />

esnafın durumu canlı tasvirlerle aktarılmış, tarihi olanla kurmaca<br />

birlikte verilmiştir..<br />

Dikmen Yıldızı’nda o dönemin Ankara’sı, özellikle mehtaplı gecelerde<br />

tepeden aşağılara baktıkça bir ‘deniz’ hayali uyandıran Ankara<br />

geceleri biçiminde anlatılır. Ankara’nın gündüzleri de güzeldir.


748<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

Yakın çevresi Solfasol Köyü, Abacılar Boğazı, Çiftehanlar; dışa açılan<br />

İnebolu yolu, Ankara ile bağlantısı nispetinde yer alır.<br />

Bütün bir vatan coğrafyasının sembolü olarak kullanılan Anadolu<br />

ve özelde Ankara, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumunda ve<br />

varlığında realite olmanın yanında aynı zamanda bir imgedir. Aydınlar<br />

için 1920’den sonra çok farklı ve çok yönlü bir anlam ifade ettiğini<br />

gördüğümüz Anadolu, bir coğrafi bölge olmaktan öte bir şeydir<br />

ve artık temizliğin, saflığın, bozulmamışlığın ve dürüst kalmanın<br />

sembolü durumundadır.<br />

İsmi ile ilgili çağrışım değeri, yer ve zamanla ilgili olan Üç İstanbul<br />

(1936), Mithat Cemal Kuntay’ın tek romanı olup. II. Abdülhamit,<br />

İttihat ve Terakki ile Mütareke dönemlerinin İstanbul’unun<br />

anlatıldığı bir eserdir. Romanın baş karakteri Adnan’ın Millî Mücadele<br />

ile ilgisinin mahiyetini, onun Ankara’nın dışında kalan konumuna<br />

rağmen gizlice alıp, çalışma odasında sakladığı ve sonradan<br />

tabutunun üstüne konacak olan ‘kalpak’ imgesinden hareketle anlayabiliyoruz:<br />

“Zaten o, vaktiyle bütün arkadaşlara söylerdi. Bütün memlekette<br />

bir tek adam vardı: Anafartalar kahramanı!... Şimdi vatan bir insan<br />

gibi ölürken, bir insan bir vatan gibi ayaktaydı: Mustafa Kemal!...<br />

Mustafa Kemal ayağa kalkınca yeryüzüne vuran gölgesine bütün<br />

memleket sığıyordu. Mustafa Kemal ayağa kalktı demek, on beş<br />

milyon muzdaribin altında duracağı bir bayrak var demektir.<br />

Bunları söylerken, gözleri doluyor, yüzü güzelleşiyordu. Bir<br />

milletin çehresine dar gelen büyük sevinç onun gözlerine sığıyordu:<br />

bu gözyaşları Adnan’ın gururuydu.<br />

Fakat insanların yalnız heyecandan ibaret olması ne kadar fena…<br />

Aylar geçiyor, Ankara’dan onu çağırmıyorlardı. Adnan’ın ruhundan<br />

tırnakları uzanıyor, dişleri ürperiyordu. Onlarla yan yana dursaydı,<br />

millî mücadele’ye daha çok inanacaktı.”<br />

Üç İstanbul gibi TRT tarafından dizi olarak çekilen ve farklı<br />

alanlara uyarlanan, Memduh Şevket Esendal’ın Ayaşlı ve Kiracıları,<br />

Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan toplumsal değişimi yansıttığı<br />

değerlendirmelerine konu olan bir eserdir. “Yeni yapılmış büyük bir<br />

apartmanın dokuz odalı bir bölüğünde oturuyoruz. Bu bölüğü Ayaşlı<br />

İbrahim Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda kiraya veriyor”


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 749<br />

(s.9) cümleleriyle başlayan roman, o dönem Ankara’sının şehir planlamasıyla<br />

ilgili önemli bilgileri içerir. Modernleşmenin, mekansal<br />

bir simgesi haline gelen Ankara, 1930’lu yıllarda izlenen devletçilik<br />

politikasıyla güçlenmiş, her kesimden insanın gidip geldiği bir yer<br />

olmuştur. Tanpınar; bu eserin yeni kurulan Ankara’nın atmosferinde<br />

zihniyet ve seviye farklılıklarının göstergesi olduğunu belirtir. Fethi<br />

Naci; “Memduh Şevket, bu odalarda oturan insanları anlatarak,<br />

bize o yılların Ankara’sından toplumsal bir kesit sunuyor, insanların<br />

özellikle ‘küçük insanların yaşamlarını, değer yargılarındaki değişimleri<br />

gösteriyor; düzene değilse de bürokrasiye yönelik eleştiriler<br />

getiriyor” (Naci 1981, 209) diyerek düşüncelerini açıklarken, İsmail<br />

Çetişli; geçmiş dönemdeki Türk toplumunun değer yargılarında gözlenen<br />

yozlaşma ve sosyal çözülmenin romanda konu edildiği üzerinde<br />

durur. (Çetişli 1999, 238)<br />

Anadolu’da halkla doğrudan teması olan iki aydın kesim; öğretmen<br />

ve subay tiplemesi, Anadolu halkının tanıdığı iki sosyal tabakanın<br />

yani eğitim ve askerliğin önemi bakımından dönem romanlarında<br />

işlenen figürlerdir ve “aydın” kavramı bunlar etrafında şekillenir.<br />

Millî Mücadelenin subay kadrosu; bin bir güçlükle kurulan ve savaşın<br />

kazanılmasında ilk belirleyici birimdir.<br />

Çalıkuşu’nda, Anadolu’nun geri kalmışlığı idealist bir öğretmenin<br />

serüveni eşliğinde eğitim anlayışı, eğitim camiasının değer<br />

yargıları içinde sunulur. Anadolu, romanın her bir kahramanının hikayesinde<br />

işlenirken İstanbul’la karşılaştırmalı bir biçimde anlatılır.<br />

Her ikisi de 1926 <strong>yılında</strong> yayınlanan Yeşil Gece ve Vurun Kahpeye<br />

romanlarında yeni rejimi övmek için asker ve öğretmen figürlerinin<br />

işlenişi dikkat çekicidir. (Yalçın 1998, 141) Yeşil Gece’nin Ali<br />

Şahin Efendi’si hakkını ve mağduriyetini Ankara’da aramak üzere<br />

yola çıkar.<br />

Genel bir girişten sonra, belirlenen döneme hem fert hem yazar<br />

olarak tanıklık eden iki önemli isimden biri olarak Halide Edip<br />

Adıvar; 1924-1939 yılları arasını Paris ve Londra’da geçirmiştir.<br />

Ancak özellikle 1920-1922 arasında kendi benliğini unutacak derecede<br />

inanılmaz tecrübeler yaşamış, hayatının ve sanatının ikinci<br />

ve olgun devresini Millî Mücadele sürecinde idrak etmiş (Enginün<br />

2002, 246), bir kurtuluşun destanına tanıklık etmiştir: 16 Mart


750<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

1920’de İstanbul’un işgali üzerine bir yolunu bularak Ankara’ya gitmiş<br />

ve eşi Adnan Adıvar’la birlikte Millî Mücadelede önemli faaliyetlerde<br />

bulunmuştur. Kızılay hastanelerinde hastabakıcılık yapan,<br />

Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde ve eş zamanlı olarak İstanbul basınında<br />

da heyecan yüklü yazılar yayımlayan Halide Edip, Sakarya<br />

Savaşı ve Büyük Taarruzda onbaşı rütbesiyle cephededir ve ayrıca<br />

teftiş için Tedkik-i Mezalim Komisyonu’nun sorumluları arasındadır.<br />

Onun memleket ve kurtuluş edebiyatımızın önemli eserlerinden<br />

Ateşten Gömlek (1922), Vurun Kahpeye (1923) İzmir’den Bursa’ya<br />

(Yakup Kadri-Falih Rıfkı-Mehmet Asım’la beraber, 1923), Dağa Çıkan<br />

Kurt (1922) Millî Mücadelenin efsane sahnelerinin tanıklığından<br />

izler taşırlar. Halide Edib’in, duygu dolu gözlem ve izlenimleri<br />

büyük ölçüde bu eserlerine yansımıştır. 1922’de İkdam gazetesinde<br />

tefrika edildikten sonra 1923’te kitap haline getirilen Ateşten Gömlek,<br />

daha sonraları Türkün Ateşle İmtihanı ismiyle kitaplaşacak olan<br />

anılarının;<br />

“…roman hali olarak düşünülebilir. Millî Mücadele’yi konu<br />

alan ilk Türk romanı ve Millî Mücadele esnasında yayımlanan ve<br />

dönemini işleyen tek Türk romanı özelliğini taşıyan eser, bu kesiti<br />

işleyen Türk romanları içinde en güzellerinden biridir. Ayşe, İhsan<br />

ve Peyami arasında teşekkül eden bir ezeli aşk üçgeni etrafında hem<br />

bireysel hem toplumsal anlamda giyilen ‘ateşten’ bir gömleğin anlatıldığı<br />

bu roman, Peyami’nin bireysel muhtevadan millî muhtevaya<br />

doğru psikolojik değişimini de içerir.” (Bekiroğlu 1999, 76)<br />

Halide Edib gibi Yakup Kadri de, aynı dönemi yaşayan, aynı<br />

olaylara tanıklık eden ve kalemiyle bunları ölümsüzleştiren bir isimdir.<br />

Yakup Kadri’nin Halide Edib’e hayranlığı Mütareke Devri ve<br />

sırasında artar ve her ikisi de Millî Mücadele şartlarında karşılaştıklarında,<br />

birbirlerini daha yakından tanıyarak duygu ve düşünce<br />

dünyalarını açarlar. Ortak düşünceleri, “bu viran yurdun, tozundan<br />

toprağından” yepyeni bir edebiyat çıkacağıdır. Yakup Kadri, Sakarya<br />

Zaferi öncesi Ankara’ya gittiğinde Halide Edib’in Kalaba’daki,<br />

Ankara’ya gelen hemen herkesin ziyaret ettiği küçük evinde kalır.<br />

Halide Edib ona küçük bir oda hazırlamıştır. Uzun uzun sohbetleri,<br />

istişareleri olur. Yakup Kadri, ‘Ateşten Gömlek’ adlı bir roman yazarak<br />

Millî Mücadeleyi ölümsüzleştirmek düşüncesini açar. Bu isim,


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 751<br />

önce davranan Halide Edib tarafından çok beğenilecek ve onun eserinin<br />

adı olacaktır. Açık bir mektupta romanının isim hikâyesi verilirken<br />

Yakup Kadri’ye hem özür hem de teşekkür mesajları yer alır.<br />

Bu iki kalemin, düşmanın çekilirken taş taş üstüne bırakmadığı<br />

Anadolu’ya bakışları, Anadolu insanına yönelmeleri, “Hiç iğrenmeden,<br />

hiç korkmadan, çekinmeden bu tozlara, bu topraklara doğru<br />

eğileceğiz; onları terimiz ve gözyaşımızla yoğuracağız ve hasretini<br />

çektiğimiz güzellik ve iyilik abidesini işte bu çamurdan, bu hamurdan<br />

yapacağız” (Enginün 2001, 100) ahd-i vefasına bağlı olarak ortaya<br />

koyduğu eserler Millî Mücadele edebiyatının ilk sıralarında yer<br />

alırlar. Her ikisine de yeni bir iman aşılayan Millî Mücadele sürecinde<br />

Anadolu, yeni bir destanın oluştuğu mekan, bu mücadelenin önderi<br />

Mustafa Kemal Paşa, bu destanın kahramanı olarak önemli yer<br />

tutar. (Enginün 2001, 110) Çünkü; Türk milletinin sembolü, Millî<br />

Mücadelenin önderi Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın varlığı, yurdu ve<br />

Türklüğü kurtaracak gücün de kendisidir.<br />

Eşiyle kendisini karşılamaya gelen Mustafa Kemal Paşa’yı Ankara<br />

Garı’nda ilk görüşü ve daha sonraki duygularını anlatan Halide<br />

Edib’in gözlemleri, onun fiziki özelliklerinin gerisinde, manevi ve<br />

ruhi portresi ile ilgilidir;<br />

“… Gün kararıyor, istasyonda toplanmış olan kalabalık fark<br />

edilemiyordu. Tren istasyonda durunca, biri trene yaklaştı. Asker<br />

üniformasıyla Babıali civarında uzaktan görmüş olduğum Mustafa<br />

Kemal Paşa olduğunu tanımak güçtü.<br />

Trenin kapısı açılınca Mustafa Kemal Paşa yaklaştı. Bana merdivenlerden<br />

inerken yardım etti. Bu elin çevik hareketi ve kudreti,<br />

bana Mehmet Çavuş’la Millî Mücadele’nin yolda arkadaşlık etmiş<br />

olduğum şahsiyetlerini hatırlattı. Fakat bu kudretli el, şekil itibarıyla<br />

ötekilerden bambaşkaydı. (…) Mustafa Kemal’in gergin derili, uzun<br />

parmaklı beyaz eli Türkün bütün hususiyetleriyle birlikte aynı zamanda<br />

hâkim bir vasfa da sahipti.”<br />

Millî Mücadele’nin onbaşısı Halide Edip, kendi ferdi tecrübelerini<br />

Ateşten Gömlek romanının kahramanları üzerinden aktarırken,<br />

Başkumandan Mustafa Kemal savaş öncesi ve sonrasında yazarın<br />

tanıklıklarıyla çok canlı bir şekilde tasvir edilir. “Türk milletinin bütün<br />

acısı o yüzde toplanmış gibiydi” (s. 212) diyerek Duatepe’de,


752<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

Kırmızıtepe’de gözlemlediği bu portre, yazarının nasıl bir ruh atmosferi<br />

ve etkilenme içinde kaldığını da yansıtmaktadır:<br />

“Evvela zihninde Sakarya’nın büyük mimarlarını gördüm, bu<br />

harbi en küçük teferruatına kadar hazırlayanlardan iki büyük başı<br />

harbin başlayacağı gecenin şafağında gördüğüm gibi gördüm. Bütün<br />

manevra bitmiş, bütün hazırlık nihayete ermiş ve artık iş silahlara<br />

kalmış olduğu an, 23 Ağustos’un ilk ışığı, Sakarya harbinin ilk<br />

karargahında Başkumandanlık odasına girerken bu iki kumandan<br />

ayakta, karşı karşıya birbirlerinin gözlerinin içine baktılar.<br />

- Sen her işi yaptın! Bundan sonraki iş Allah’ın!<br />

Bunu Mustafa Kemal Paşa, elleri İsmet Paşa’nın omzunda<br />

söylemişti. Sonra harbin yavuz ve müthiş yüzüne çok bakmış olan<br />

nafiz kumandan müteessir bir sesle:<br />

- Yarın, düğün başlayacak, demişti.<br />

O, kendi ruhunda, kendi etinde, harbin, kızıl ve korkunç facianın<br />

nasıl bir heyecan olduğunu biliyordu.” (s. 207)<br />

Ateşten Gömlek, İzmir’in işgalinden Sakarya Zaferine kadar geçen<br />

devreyi içine alır ve yaşanan tarihi olaylar destansı bir anlatım<br />

ve açık duygular içinde işlenir. Eserde Mustafa Kemal Paşa; kurtuluş<br />

umudunun simgesi, destansı bir kahraman çehresi, uzaktan ruhlara<br />

kurtuluş aşılayan bir portre olarak çizilir ve roman kahramanları<br />

onunla kendi şahsiyetlerine uygun özellikler etrafında özdeşleşirler.<br />

Sakarya Zaferi’nden sonra yazılan Ateşten Gömlek, yurt içinde ve<br />

dışında büyük bir ilgi uyandırmış, Türk İstiklal Savaşı’nın destanı<br />

olarak filmlere ve TV dizisine konu olmuştur. Eserde, Halide Edib’in<br />

önceki romanlarında olmayan iki yeni durum, yazarın bakış açısı ile<br />

hayat ve meseleler karşısındaki duruşu bakımından önemlidir. Bunlardan<br />

ilki olan Batı hayranlığı, “tarihi zaruret karşısında batılılara<br />

karşı mutlak bir nefrete dönüşmüş”, ikincisi ise “İstanbul’da tanıdığı<br />

Anadolu insanı ile Millî Mücadele yıllarında bizzat temas etmesi<br />

Anadolu insanına karşı büyük bir hayranlık duymasına yol açmıştır.<br />

(Enginün 1978, 191)<br />

“Sakarya ordusu”na ithaf edilmiş olması bakımından önemli bir<br />

eser olan Ateşten Gömlek; ordu-millet dayanışmasından doğan bir<br />

destan ve yaşanmış bu destanı temellendiren bir manifestodur.


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 753<br />

Halide Edib’in anılarında “İşte garip bir surette ben denilen<br />

şeyin tamamen milletin içine karışmış olduğunu en fazla o zaman<br />

hissettim. Millet göçerse, ben de onlarla beraber gitmek istiyorum”<br />

şeklinde ifade ettiği milletin varlığını ve önemini seziş duygusu Sakarya<br />

Savaşı sırasında temellenmiştir. Kitaplarına girmemiş 1955<br />

<strong>yılında</strong> Yeni İstanbul dergisinde yayınlanan bir yazısında Mustafa<br />

Kemal Paşa’nın merkezde olduğu kolektif ruhu şu şekilde anlatır:<br />

“Evvela Dumlupınar… İnişli, çıkışlı geniş ve boş bir yer. İçlerine<br />

doğru bir yerde, büyücek bir eski evde ordu merkezi var. Bu<br />

evden tıpkı bir deniz hamamına uzanan ince ve tahta bir iskeleye<br />

benzeyen bir şey nihayetinde üstü açık bir odaya benzeyen genişçe<br />

bir yerinde Mustafa Kemal Paşa oturuyor, bir kıyamet gününü<br />

andıran boşluktaki hayat hareketini seyrediyor. Bazen yaya, bazen<br />

atla vazife iktizası dolaştığım bu geniş saha dolup boşalıyor. Dumlupınar<br />

kadınları heyecan içinde. Kafile kafile dolaşıyorlar. Yüksek<br />

sesle istila devrinde başlarından geçenleri anlatıyorlar. Kalabalığın<br />

ortasından bir ucu yolda, bir ucu ordu karargahında, sonu gelmeyen<br />

yüksek rütbeli veyahut alelade erlerden müteşekkil bir esir kafilesi.<br />

Halk hep dönüp Mustafa Kemal Paşa’nın bu panoramayı seyrettiği<br />

yere bakıyor. Evin arkasından aşağı doğru yürürseniz, kıyamet gününün<br />

içine dalmış gibi oluyorsunuz. Silah, eşya, kağıt paralar, insanlar,<br />

sahibini kaybetmiş uluyan köpekler, başıboş atlar, daha neler<br />

neler…..” (Enginün, 1989, 231)<br />

Bu dikkatli gözlem ve duyarlı bakış O’nun roman ve hikayelerinin<br />

de kaynağı olacaktır. Peyami Safa, “..müşahade mahsulü tek bir<br />

harp romanı” nın yazarı olduğunu belirttiği Halide Edip için; “Gelip<br />

geçmiş Türk muharrirleri içinde (…) askerî üniforma giyerek hiç<br />

olmazsa müşahit sıfatıyla İstiklal harbine iştirak etmiş bir tek insan<br />

varsa bu kadındır.” (Enginün 1986, 28) diyecektir.<br />

Yakup Kadri; Millî Mücadele yıllarında Anadolu ve Rumeli<br />

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin İstanbul başkanlığını yapmış ve<br />

doğrudan Mustafa Kemal Paşa ile irtibatlı olarak çalışmıştır. Bu çalışmalar<br />

sırasında işgalcilerin faaliyetlerini yakından takip ederek,<br />

gözlemlerde bulunması (Yalçın, 1998, 89) romanlarındaki realizm<br />

için belirleyici bir hareket noktası oluşturur.<br />

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hem yakın geçmişi hem de


754<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

yaşadığı dönemi yargılayan keskin bir bakışın sahibi olarak niteleyen<br />

Niyazi Akı; onurealist ve bedbin ancak sanatında idealist bir kişilik<br />

sıfatıyla tanımlar:<br />

“Cahil ve Sefil köylünün yanında bilgili ve mesut köylüyü düşünürüz:<br />

değerlerini kaybetmiş zayıf ve çaresiz insan ardında içi sağlam<br />

duygularla dolu, iradeli insanları hayal ederiz. Savaşlarla harap<br />

olmuş dünyayı, muhtelif ideolojilerle ruhları parçalanmış beşeriyeti<br />

düşünürken, elimizde olmayarak, bunların mesut bir sentezini tasarlarız.”<br />

(Akı, 2001, 257)<br />

Bir ideal olarak terennüm edilen Anadolu’nun yüzyıllara yayılan<br />

yanlış politikalarla yozlaşmasını ve yoksullaşmasını asıl tema olarak<br />

alan Yaban romanı, köye ve köylüye dönüşün bilinçli bir şekilde<br />

işlendiği ilk eser olması bakımından da önemlidir. Millî Mücadele<br />

döneminde, bu hareketin aleyhinde olan ve bozguncu propagandaya<br />

inanan bir Anadolu köyünde yaşamak zorunda kalan idealist roman<br />

kahramanı Ahmet Celal’in konumu oldukça trajiktir. İnancı ve iyimserliğinde<br />

direnerek umudunu koruyacaktır:<br />

“Hayır, hayır Türk ordusu dağılmadı. Ve Ankara’nın üstünden:<br />

‘Düşman ilerleyebilir, düşman Ankara’ya da gelebilir. Fakat, biz<br />

yurdumuzun en son kayası üstünde de, kendimizi müdafaa edeceğiz.<br />

Düşmanı vatanın harim-i ismetinde boğacağız!’ diye bir ses yükseldi.<br />

Bu onun sesidir. Bu, insana ümit, kuvvet ve metanet veren sestir.<br />

İşte yeni bir azimle toplanan Büyük Millet Meclisi, onu geniş selahiyetlerle<br />

Başkumandan tayin etti. Harp meydanına bizzat o geliyor.<br />

Altın başı ufukta bir çoban yıldızı gibi parıldamağa başladı. Dağılır<br />

gibi olan koçlar sürüsü gene toplanıyor. Muntazam asker kafilelerinin<br />

birer cüzü tam halinde yeni mevzilerine doğru yol aldıklarını<br />

görüyorum.” (Yaban, 111)<br />

Bu ruh hali Türk aydınının kötümserlikten kurtulmaya başladığının<br />

açık işaretidir ve Millî Mücadele devri eserlerinde genel olarak<br />

kendini gösteren bu husus, sonraki olumlu sonuçlar hazırlayan faktör<br />

olma özelliği taşır. Eserde İnebolu’dan Ankara’ya kadar konak<br />

yerleri, Cavit köyü, İsmail Çavuş ve hanı, Ankara büyük ölçüde yazarın<br />

gözlemlerinin zeminini oluşturur. Yaban’ın başına konan “Barbarların<br />

yaktığı Türk köylerine” ibaresi, yazarının ve kahramanı Ah-


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 755<br />

met Celal’in aydın duruşunun ifadesidir. Falih Rıfkı’nın; ‘Mustafa<br />

Kemal’in asıl zaferinin Türk Milletine yeni bir iman aşılamak ve<br />

onun kötümserliğini yenmek olduğunu…’ söylemesi eserle kurulan<br />

paralellik bakımından anlamlıdır.<br />

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, geçmiş ile gelecek hülyasını<br />

birleştirerek bir ütopya olarak kurguladığı Ankara (1934) romanı yaşanan<br />

zamana ait eleştirilerini de içeren bir eserdir. Aydının sorumluğunu<br />

ve görevini yeterice yerine getiremediğinin bir itirafı ve yazarın<br />

Tetkik-i Mezalim Heyeti ile Anadolu’da yaptığı inceleme gezisinin<br />

ürünü olan Yaban’dan (1932) sonra Ankara, gelecek için umutların<br />

sergilendiği iyimser bir zemindir. Yakup Kadri; Halide Edip’le birlikte<br />

Ankara civarındaki köyleri seyrederken Halide Edip’in “Bu güzellikleri<br />

acaba kim terennüm edebilecek?” diye konuşması üzerine<br />

duygularını şöyle anlatır:<br />

“İçimden hangi güzellik demiştim. Etraf çıplak, kurak, gölgesiz,<br />

renksizdi, köy bir taş ve toprak yığını idi; havada pislik ve ufunet<br />

kokuyordu. Rast geldiğimiz insanlar, kadın, erkek, çoluk çocuk hep<br />

yüzlerine bakılmayacak derecede çirkin, pis ve pejmürde idi. Lakin<br />

sonradan düşündüm ki mutlaka güzelliğin bedii olmaz, çirkinin de<br />

bedii vardır ve sanatta asıl hüner de çirkini güzelleştirmektir.” (Enginün,<br />

2002, 284)<br />

Yakup Kadri’de Anadolu’ya açılan, Ankara’dan olduğu gibi vilayet,<br />

kaza ve köylerle beslenen romanlarında coğrafyayı genişlettiği<br />

bir yaklaşım öne çıkar. Ankara romanının yazılışında payı olan<br />

ve öne çıkan pasajlar Panorama’da tekrar yazılmıştır. Yeni bir hayatın<br />

doğuşunun anlatıldığı Yaban’da I. Dünya Savaşı sonunda Millî<br />

Mücadele ve savaştan sonraki yeni hükûmet merkezi olarak Ankara<br />

önemlidir. Romanda yeni nesil; derin düşünmez fakat iş görür;<br />

bir evvelki neslin düşünceleri bu nesilde vakar, istekleri de irade<br />

olur…” (Akı, 2001, 118)<br />

Millî Mücadelenin ardından merkezde yaşanan gelişmeleri konu<br />

alan Ankara romanında, iktidarın çarpıcı büyüsünün, aynı zamanda<br />

kararlılığı sağlam, iradesi tam olmayan zihniyetleri de bitiren bir<br />

güç olduğuna işaret edilir. Bu bakış, Türk aydınının iki yüz yıldır<br />

tekrarlayıp durduğu hatalara karşı uyarıcı ve gelecek tehlikelere dikkat<br />

çeker niteliktedir. Nitekim, 1911-1921 arasında geçen 10 yıllık


756<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

dönem Türk dinamizminin üç kıtada toprağa gömüldüğü bir süreçtir<br />

ve Osmanlı devletinin genç, eğitimli ve donanımlı iki milyon evladı<br />

peş peşe verilen savaşlarda yok olup gitmiştir. Savaş sonrasında<br />

İstanbul’a dönmek yerine Anadolu’nun bağrında kalmayı ve yeniden<br />

dirilmek için Ankara’yı seçen yeni yapılanma; iki küçük tepeye yaslanan<br />

Ankara’nın yüzünü Batıya çevirmiştir. Büyük ideallerle ortaya<br />

çıkan yeni Cumhuriyet’in yeni cazibe merkezi olan Ankara’da; Seyranbağları,<br />

Dikmen, Keçiören ve Çankaya’nın bağ evlerinin yerini<br />

yavaş yavaş konaklar almaya başlamış, Yenişehir sadece bir semt<br />

adı olmayıp, yeni bir hayat tarzının hem adı, hem simgesi olmuştur.<br />

İstanbul’un Beyoğlu, Şişli, Taksim gibi muhitlerindeki köksüz<br />

ve yoz batılılaşma anlayışı bu sefer Ankara’ya yerleşenlerin köşklerine<br />

taşınır. <strong>Atatürk</strong>’ün Çankaya bağlarındaki taştan yapılmış köşkü<br />

adeta kuşatılmıştır. Batılılaşmayı, Cumhuriyeti ve yeni değerleri sığ<br />

bir batı hayranlığı olarak anlayan bir kesim, eğlence ve sefahat yarışına<br />

kapılarak vatan için (!) çabuk ve kolay kazanma yolunu seçmişlerdir.<br />

Ankara romanında Yakup Kadri, Selma ve gazeteci Neşet<br />

Sabit’in gözü ile anlatılan olaylarda 1930’ların Ankara’sını sergileyerek,<br />

yenileşme hareketinin kusurlu yönlerini ve yapılan hataları<br />

göstermeye çalışır. Ankara romanı üç bölümden oluşmaktadır. Birinci<br />

bölüm: Sakarya savaşı öncesi (1922’ye kadar).İkinci bölüm:<br />

Cumhuriyetin ilanını izleyen yıllar (1926’ya kadar).Üçüncü bölüm:<br />

Cumhuriyet sonrasının 14. ve 20. yıllarını (1937-1943’e kadar) anlatır.<br />

Romanın konusu bu üç dönemin Ankara’sıdır. Bu üç bölümdeki<br />

olaylar yazarın her bölümde ayrı bir kişilik olarak karşımıza çıkardığı<br />

Selma Hanım’ın çevresinde geçer. Selma’nın hayatı üç bölümde,<br />

üç ayrı erkekle geçerken, arayışları Ankara’nın arayışları, yazgısı<br />

Ankara’nın yazgısıdır. Selma Hanım’ın ilişki kurduğu erkekler ise<br />

birer simgedirler.<br />

Son bölüm yazarın hayalindeki Ankara’dır. Yazarın bu hayali<br />

Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümü bayramıyla başlar. Gazi Mustafa<br />

Kemal’in Türk milletine hitabesi, bir devir başlangıcının, bir yeni<br />

sabahın ilk işareti gibi olmuştur. Türk milleti ilim, imar, iktisat, güzel<br />

sanatlar sahasında büyük bir gelişme içerisindedir ve Ankara’nın<br />

çehresi değişmektedir. Yeni stadyumlar, yeşil çimenli sahalar, büyük


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 757<br />

fabrikalar, büyük binalar, alaca halk yığınları ve coşkuyla kutlanan<br />

büyük bir bayram havası bu ütopyanın somut ipuçlarını oluşturur.<br />

Ankara, yeniden doğuşun üç bölümde hikaye edildiği etkili bir<br />

anlatıma sahiptir. Romanın birinci bölümünde Millî Mücadele’de<br />

Ankara’nın durumu ve İstanbul’dan gelenler üzerindeki etkileri<br />

konu edilir. Bu değerlendirmelerin çoğu yazarın gözlem ve izlenimleri<br />

üzerine kurulmuştur. Eserin kahramanı Selma, bir İstanbullu olarak<br />

başlangıçta bir uyumsuzluk çekse de millî mücadelenin kalbinin<br />

attığı yerde bulunmaktan mutlu olmaya başlar. Ankara, ‘bir enerji ve<br />

cazibe merkezi’ olarak 1921’lerin “yegâne mânâsı” gibidir. Selma,<br />

Mustafa Kemal’in evini gördükten sonra büyük bir değişim yaşar.<br />

Cepheye gitmek ister, hastabakıcılık yapmaya başlar. Hastanede tanık<br />

olduğu durumlar, yaşadığı sahneler bu mücadelenin başarılacağı<br />

yönündeki inancını kuvvetlendirir. Genç kadın; ‘fikirce, hisçe bütün<br />

benliğine şamil bir inkılabın kaynağı’nı keşfeder ve daha önce tiksindiği<br />

yerleri, insanları sevmeye başlar. Bu ruh değişimi ve olgunluk<br />

süreci, bireyin kendi içinde büyümesi Yakup Kadri’nin kişiliğinde<br />

de kendini göstermiştir. Mütareke yıllarından başlayarak ferdi varlığı,<br />

milletin varlığından ayrı bir şey değildir. 1922 <strong>yılında</strong> yazılan<br />

Ankara romanında; Yakup Kadri, Ankara’nın üç safhasını Sakarya<br />

Savaşı günlerini, zafer sonrasını ve yeni Cumhuriyeti onuncu <strong>yılında</strong>n<br />

yirminci yılına kadar olan devreyi anlatarak, 1942’lerin Ankara’sını<br />

tasavvur eder. zaferin sarhoşluğu ile İstanbul’dan Ankara’ya,<br />

Anadolu’nun bu sağlam değerlerini bozmak için gelenler bu ütopyayı<br />

gerçekleştiremeyerek yeniden İstanbul’daki kozmopolit hayatlarına<br />

dönerler. İlk iki bölüm gerçek hayattan izler taşırken üçüncü<br />

bölümün sonu yazarın gelecek hayallerinin yansımasıdır.<br />

Ankara romanının ilk bölümü, Ankara’yı askeri, devlet memuru,<br />

yerli halk, tüccar ve yeni kurulan bir başkent perspektifinden sergilerken<br />

savaş cephelerinden, ordudan ve komutanlardan da kesitler<br />

sunar. Romanın son iki bölümü daha sonra yazılacak olan Panorama’larda<br />

savaş sonrasının eleştirel bir bakışla irdelemesini içerir.<br />

Zeki Coşkun’a göre; “Sodom ve Gomore işgal ve Kurtuluş Savaşı<br />

dönemindeki İstanbul’un romanı ise, Yaban ‘o sırada Anadolu’,<br />

Ankara’nın ilk bölümü de ‘o sırada Ankara-Karargâh’ şeklinde okunabilir.<br />

Yazılış ve yayınlanış sırasına göre bakıldığında birinin bittiği


758<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

yerde öteki başlar.” (Balabanlılar 2003, 100)<br />

İşgal yıllarında İstanbul’dan İnebolu yoluyla Anadolu’ya geçen<br />

Yakup Kadri, heyecanlı ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra Ankara’ya<br />

ulaştığında duygularını; olayları dış görünüşleriyle değerlendirmeye<br />

çalışanların Ankara şehrindeki ‘tecellinin sırrını’ anlayamayacaklarını,<br />

‘mazlum ve mağdur millet için de ilahi nefhanın estiği yer<br />

Anadolu’nun en harap bir kasabası olan Ankara’dır’ şeklinde dile<br />

getirecektir. Ergenekon’da Ankara’ya dair izlenimlerini anlatmayı<br />

sürdüren yazar, <strong>Atatürk</strong>’le ilk görüştüğünde çok heyecanlı olduğunu<br />

belirttikten sonra gözlem ve tasvirlerini şöyle dile getirir:<br />

“Mustafa Kemal Paşa, sivil giyinmiş, ortadan biraz daha boylu,<br />

zayıf ve sarışın bir zattı. Gazetelerde gördüğünüz resimlerden hiç<br />

birine benzemiyordu. Kendisi bu resimlerin hepsinden daha sevimli,<br />

daha canlı, daha müstesna bir simaydı. Yüzü renk ve çizgi itibariyle<br />

bir tunç parçası üzerine oyulmuş bir eski madalyonu andırır. Elmacık<br />

kemikleri çıkık, ağız kemikleri kuvvetli ve alnı sertti. Ve bu<br />

yüzün bütününde çok zahmet görmüş, çok uğraşmış, çok düşünmüş<br />

kimselerin çehresindeki ifade vardır; fakat, hiçbir yorgunluk emaresi<br />

göstermemek şartıyla. Kısık ve sıcak bir sesle konuşuyor, mavi gözleri<br />

muammalı nazarlarla bakıyor, vücudunun kımıldanışları genç<br />

bir parsın kımıldanışları gibi sevimli, munis bir tarzda haşin ve çeviktir.”<br />

(Ergenekon, 110)<br />

Yakup Kadri, ömrü boyunca bağlı kaldığı <strong>Atatürk</strong>’ü, çeşitli cepheleriyle<br />

anlattığı aynı adlı monografisinde;“<strong>Atatürk</strong> kendisini unutmayanlar<br />

için, tükenmez bir enerji ve optimizm kaynağıdır ve onu<br />

unutturmamak hepimize kutsal bir vatan borcudur” (Karaosmanoğlu<br />

1981, 8) der. 1938 <strong>yılında</strong> Prag’da yazmaya başladığı ancak 1946’da<br />

basılabilen <strong>Atatürk</strong> monografisine, “Bizim ilk gençlik yıllarımız bir<br />

millî kahramana hasretle geçti” diye başlar. Mondros Mütarekesi’nin<br />

imzalandığı İsviçre’de tedavi olduğu dönemde dışarıdaki genel hava<br />

ve düşman basınından takip ettiği batının Türklüğe karşı olan tutumu<br />

ve Türkler hakkındaki düşünceleri 29 yaşındaki Yakup Kadri’yi<br />

çok incitmiştir. Hatıralarında; “İsviçre’nin olsun, Fransa’nın olsun,<br />

İngiltere’nin olsun, bütün gazeteleri başımıza gelenleri azımsıyor,<br />

Türk milletinin yeryüzünden kazınmasını, Türkiye’nin dünya haritasından<br />

silinmesini istiyordu. Dünya amme-efkarı o derece aleyhi-


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 759<br />

mize kışkırtılmıştı ki, bizim için Türk sıfatıyla ne sokakta serbestçe<br />

dolaşmanın, ne pansiyonlarda, otellerde, kahvehanelerde rahat ve<br />

huzurla oturup kalkmanın imkanı kalmıştı.” (Enginün 2001, 111)<br />

derken bozuk sağlığını unutmuş, biran önce ülkesine dönme isteğiyle<br />

kıvranmaya başlamıştır. ‘<strong>Atatürk</strong>’ adını o sıralarda duyduğunu,<br />

Çanakkale Zaferi ve onun kahramanlarından Mustafa Kemal Paşa<br />

adının gönüllerde yeni bir ümit filizlendirdiğini anlatırken, söz konusu<br />

monografisinde halkın yarattığı bu kurtarıcı portresini muhayyilesini<br />

de katarak şu şekilde tasvir eder:<br />

“…… birçok hamasi menkıbeler, ruhu bir deniz gibi coşturan<br />

dinamizmasıyla birbirini takip etmekte ve muhayyilemizde, keskin<br />

profili otuz ikilik topların fasılalı ateşinde parlayıp sönen, sönen<br />

parlayan bir genç kahramanın yalın endamı çizgilenmekteydi. Bu<br />

kahraman, bu genç kumandan -halkın söylediğine göre- yanında bir<br />

avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden kopan mütemadi bir<br />

gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında muttasıl ileri doğru<br />

atılıyor ve kollarıyla kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacakmış<br />

gibi düşmanın sıra sıra topları üstüne saldırıyordu. Bu<br />

insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların<br />

attığı gülleler başının üstünde munisleşmiş yırtıcı kuşlar gibi<br />

geçip gidiyordu. Kimdir, bu acayip adam? Nereden peydah olmuş?<br />

Adını hiçbir gazetede, hiçbir resmi tebliğde görmedik, okumadık.<br />

Fakat, halk onun adını da biliyordu: Mustafa Kemal diyordu. Bir<br />

paşa mı? Bir miralay mı? Kimi bir paşa, kimi bir miralay olduğunu<br />

söylüyor. Zaten rütbesinin ne önemi var? Böyle adama rütbe ne ilave<br />

edebilir?” (Enginün 2001, 111)<br />

Ankara romanında, kahramanların bakışı ve tepkileri ile ele alınan<br />

<strong>Atatürk</strong>, eserin birinci ve üçüncü bölümünde görünür. Selma bir<br />

at gezintisinde, Çankaya’yı görmek isteyince, yukarılarda ona “…<br />

biraz ötede bir küçük yarın ucunda, kocaman ağaçlar arasından, kayalara<br />

yaslanmış dört köşe bir taş bina”yı göstererek “İşte, Paşa’nın<br />

evi burası! “Daha yeni naklettiler, kira ile oturuyorlar!” deyince, Selma<br />

bu mütevazi yapı karşısında hayretler içinde kalır:<br />

“… Millî hareket başının Ankara’da ne kadar sade yaşadığını biliyordu<br />

fakat bu sadeliğin derecesini kendi gözleriyle tayin ederken<br />

bir mucize karşısında gibi hayret ve heyecana düşmüştü. Ne! Bütün


760<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

dünyanın kendisinden bahsettiği adam, bu kayaların dibindeki tavşan<br />

kulübesinde mi oturuyordu? Genç kadının gözleri önünde Londra’da<br />

Westminster sarayının, Paris’te Elysee’nin, Washington’da White<br />

House’un resimlerde gördüğü muazzam ve muhteşem siluetleri tecessüm<br />

etti. Bunların yaldızlı tavanları altında, belki şu dakikada, şu<br />

kulübede oturanın adı söyleniyordu. Bu kulübenin sahibi mi? Mustafa<br />

Kemal Paşa şüphesiz o bile değildi.” (s. 68)<br />

Selma; savaş ortamının karmaşasında görmüş olduğu <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

vakur ve sakin çehresinin kendisine ne kadar huzur ve güven verdiğini<br />

de hatırlar:<br />

“… Eskişehir istasyonunda, ara ve aman vermeyen bir ateş yağmuru<br />

altında Büyük Şef’in sakin, kararlı ve destani çehresini de görmüştü.<br />

Tahliye edilen kasabanın bozgun kalabalığı ortasında, keskin<br />

ve sıcak bir sesle emirler veriyor; yanında duran Garp cephesi<br />

kumandanına hemen hemen gülümseyerek bir şeyler söylüyor ve<br />

Ankara’ya ilk kafileyi götürecek olan trene son yolcunun binmesini<br />

bekliyordu.<br />

Mustafa Kemal Paşa’nın bu mahşer içindeki silueti Selma<br />

Hanım’ın hayalinde o kadar derin nakşolmuştu ki, bunu o en küçük<br />

teferruatına kadar hatırlıyordu.<br />

Üzerinde nefti bir avcı kostümü vardı. Bir gümüşi kalpak, gür<br />

ve uçları yukarıya doğru kıvrık sarı kaşlarının hizasına kadar iniyordu.<br />

Bütün bir ırkın asaletini taşıyan, uzun parmaklı, güzel elleri bir<br />

kehribar tespihle oynuyordu. Sanki, bir istirahat saatinde bahçesinde<br />

dolaşan bir genç aile reisi gibiydi ve sanki gökyüzünden durmaksızın<br />

yağan şeyler bir yaz yağmurunun ilk damlalarıydı.<br />

Selma Hanım’a, asıl, en büyük, en derin ve en sarsılmaz huzuru,<br />

emniyeti veren de, işte, büyük Şef’in ona bu ilk ve son görünüşü<br />

oldu.” (Ankara 87, 88)<br />

Bu heyecan verici tecrübe ve etkilenme roman kahramanının<br />

ruh büyümesini tetikleyen, duygu ve düşüncelerini değiştiren hadiselerin<br />

başlangıcını oluşturur ve “Ankara’ya, Ankara’nın ifade ettiği<br />

millî manaya bağlılığını artırır. İdeali, kurtuluş ümidi artan ve Türklüğe<br />

bakışı değişen genç kadın Cebeci hastanesinde gönüllü hastabakıcılığa<br />

başlar. Sakarya Zaferi, dalga dalga büyüyüp Ankara’ya<br />

ulaştığında halk gibi bunu doğal bir şey olarak karşılar:


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 761<br />

“Bütün Ankara’da gösterişsiz bir sevinme vardır. Bu bayraksız,<br />

donanmasız, davulsuz, zurnasız bir zafer bayramı oldu. Çünkü sevinç,<br />

yanık topraklardaki sular gibi, hep içe çekilmiş, yüreklere sinmişti.”<br />

(92)<br />

“Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü bayramında, Gazi Mustafa<br />

Kemal’in Türk milletine hitabesi, bir devir başlangıcının bir yeni sabahın<br />

ilk işareti gibi olmuştu. Bu hitabe Türk milletini, ilim sahasında,<br />

unvan ve iktisat sahasında, güzel sanatlar sahasında taze, şevkli<br />

ve toplu bir hamleye davet ediyordu.” (s. 161)<br />

Şimdiki 19 Mayıs Stadyumu’nun yerinde bulunan “çam tahtalarından,<br />

derme çatma” tribünlerin birinde “civar köylerden, kasabalardan<br />

gelmiş bir alaca halk yığınına “hitap eden Mustafa Kemal’in<br />

fiziki portresi, dinleyiciler arasında bulunan roman kahramanını oldukça<br />

etkilemiştir.<br />

“Bu profilin en belli, en göze çarpan hususiyetleri, alında, göz<br />

yuvasında ve çenede toplanmıştı. Bu alın, çok geniş olmamakla beraber,<br />

eski Yunan heykeltıraşlarında bir genç ilah kafası örneği olacak<br />

derecede mevzun, ahenkdâr ve traşîde idi. Göz oyukları çukur<br />

değildi, fakat, bakışlarının derinden, çok derinden gelen bir hali vardı.<br />

Ve bütün yüzün enerjisi çenede toplanmış gibiydi. Bu kuvvetli,<br />

bu sert çene, kendi gücünden emin bir yumruk gibi hafifçe öne doğru<br />

uzanıyordu. Ve aynı ses… Selma Hanım’ın bundan on iki, on üç yıl<br />

evvel, bir kere, Eskişehir istasyonunda işittiği sıcak ve tesirli sesti.”<br />

(s. 162)<br />

Halkın içinde, onun sesi olarak gösterilen canlı, dinamik, sevilen<br />

önder portresi, Ankara’nın masal çağıyla da özdeşleşmiştir:<br />

Romanın sonu Cumhuriyet’in 20. yıldönümü ile biter… Selma<br />

1942 <strong>yılında</strong>dır, kutlama hazırlık komitelerinden biri içinde görevlendirilmiştir.<br />

Ancak Yakup Kadri’nin geleceğe ait bu tasavvuru<br />

gerçekleşememiş, ölüm döşeğinde bulunan <strong>Atatürk</strong> 15. yıldönümü<br />

törenlerine bile katılamamıştır.<br />

Bu döneminde de, Çanakkale ve Millî Mücadele günlerindeki<br />

kadar yeniden efsaneleşen <strong>Atatürk</strong>;<br />

“… nice düğün günlerinin, nice destani millî bayramların bir<br />

araya getirip kaynaştıramadığı gönüller belki de bu yas gününün ıs-


762<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

tırabı içinde akıbet birleşmesini, hep bir araya gelip haşır ve neşir<br />

olmasını bilecekti…” (Panorama, 279)<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün varlığı ve işlevi kadar hastalığı ve ölümü de, farklı<br />

kutuplara ayrılmış aydınları yeniden birleştirici bir işlevi yerine getirmiştir.<br />

Yakup Kadri, romanının üçüncü baskısı yapılırken ‘Bir Not’<br />

başlığı ile koyduğu açıklamada;<br />

“Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü baskıya vermek<br />

üzere gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle<br />

geldi ki, burada hikaye ettiğim devri bir somnambül hali (uyur-gezerlik)<br />

içinde geçip gitmiştim.<br />

Fakat, bu halim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak<br />

etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye. Kitabın<br />

birinci bölümünde belirlemeye çalıştığım millî mücadele ruhundan<br />

hemen hiçbir iz bulamıyorum.<br />

Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine<br />

doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün<br />

gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim <strong>Atatürk</strong>’ün öncülüğü<br />

ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı<br />

umuyordum. Şimdi; o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş<br />

bulunuyor, fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları<br />

bakımından, hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü<br />

yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.” (17)<br />

Kurduğu ütopyasının ve geleceğe yönelik hayallerinin kırıklığı<br />

içinde konuşurken oldukça mutsuzdur:<br />

“Ankara, bütün manasıyla bir orfe masalını yaşamağa başlamıştı<br />

ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök<br />

parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi<br />

yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onu mevcudiyetinden bir şelalenin<br />

daima aşağıya doğru aktığı his olunuyordu.” (s. 167)<br />

Yakup Kadri’nin romanlarında önemli bir yer tutan <strong>Atatürk</strong>;<br />

Türk milletini felaketin, yok oluşun eşiğinden kurtaran bir kahraman,<br />

yeni bir devlet ve millet yaratan dahi, halkıyla bütünleşen bir<br />

önder ve (promete gibi) ‘trajik’ bir kahraman olarak görülmüş ve<br />

öyle gösterilmiştir. (Enginün, 1983, 41)


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 763<br />

Panorama’da Yakup Kadri’nin düşüncelerini temsil eden Halit<br />

Ramiz’in, <strong>Atatürk</strong>’ün heykeli karşısındaki karamsar düşünceleri bugün<br />

için de çok şey anlatıyor gibidir;<br />

“… O sağlam, memleketin mukadderatı her sarpa sardıkça etrafındakilerin<br />

gözleri ona hep bu sualle (Ne yapacağız? Akıbetimiz ne<br />

olacak?) çevrilmez, dudaklar hep bu suali mırıldanmaz mıydı? Kaç<br />

kere, her şeyin kaybolduğu, her ümidin kesildiği anlarda, ondan bu<br />

tarzda medet istenmez miydi? Tehlikeli bir düşman hücumuna uğrayan<br />

kumandan, elindeki idare dizginlerinin gevşediğini hisseden<br />

devlet adamı, yolunu şaşıran politikacı, onun irşad ve nasihatine baş<br />

vurmaz mıydı? Hatta Büyük Millet Meclisi bile, arada bir, büyük<br />

karar günlerinde, fırtınaya tutulmuş bir gemi gibi çalkalanmaya başladığı<br />

zaman, kaptan mevkiine onu çağırıp dümeni ona teslim etmez<br />

miydi? Kaç defa, -iki hafta önce- zor duruma düşmüş tümenler - iki<br />

hafta sonra- onun kullandığı bir cebirle harp tarihimizin en şerefli<br />

meydan muharebesini kazanmış; kaç defa yurdun dört bir köşesini<br />

saran isyan yangınları, onun bulduğu çareyle bastırılmış; kaç defa<br />

uçurumun kenarına kadar gelen bu toplum onun kılavuzluğunda selamet<br />

yoluna çıkmış değil miydi?<br />

Şimdi yine bir uçurumun kenarına geldik. Söyle, selamet yolu<br />

nerede?” (s. 464) şeklinde <strong>Atatürk</strong> heykeline sorular soran Halit<br />

Ramiz’in karşısındaki tunçtan <strong>Atatürk</strong>, küskün bir halde susmaktadır.<br />

Son olarak bu bağlamda, <strong>Atatürk</strong> dönemi Ankara’sını Türk edebiyatının<br />

üç özel kaleminden, yeni dönemin ve devletin başkenti ile<br />

ilgili hem tarihî hem de edebî belge niteliğindeki gözlem ve izlenimlerinden<br />

görmeğe çalışalım.<br />

Ahmet Haşim; 1929 <strong>yılında</strong> İkdam gazetesinde yayınlanan bir<br />

yazısında;<br />

“Ankara’yı büyük harbin sonlarına doğru tanımıştım. Senelerden<br />

sonra görünce hayret içinde kaldım.Ankara, şimdi bir şehir değil<br />

bina, yol, bahçe şeklini almış namütenahi bir iradededir. Bu şehrin taş<br />

ve toprağı laboratuarda tahlil edilse, cam boruların dibinde bırakacağı<br />

teressübat, maddi olmaktan ziyade manevidir. (…..) Romandaki<br />

bu efsane, Anadolu ortasında bugün bir hakikattir. Ağacın bitmediği,<br />

yaprağın açmadığı, kül rengi azim bir saha ortasında Ankara, şimdi


764<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

büyük binalarının yüzbinlerce gözleriyle şafaklara bakıyor.<br />

Bu şehir güzel mi?<br />

Şehirlerin güzelliği nedir? Mânâları.<br />

(…..) Ankara mânâların en şa’şadârını taş ve toprağında taşımaktadır,<br />

çünkü orada bir zeka, eşyaya temessül etmiş düşünüyor,<br />

şefkat ve merhameti hudutsuz bir kalp çarpıyor, bir iradenin mıknatisiyeti<br />

ecsamı canlandırarak, onları muazzam bir mimarinin istikametlerini<br />

takiben harekete geçiriyor. Bu şehir güzel olmaktan ziyade<br />

düşündürücü, ümit ve kuvvet verici bir timsaldir.” der. (Bozyiğit<br />

2000, 36)<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’de, Ankara’nın Millî Mücadele’deki<br />

konumunu:<br />

“ (…) Anadolu kıt’asının kaderinde az çok değişiklik yapan<br />

vak’aların çoğu onun etrafında gelişir.Bu hadiselerin en mühimi<br />

şüphesiz en sonuncusu olan İstiklal savaşı’dır.Bu muharebe sadece<br />

Türk milletinin kendi hayat haklarını yeni baştan kazanmış olduğu<br />

harp değildir.Hakikatte 26 Ağustos sabahı Dumlupınar’da gürleyen<br />

toplar, iktisadi ve siyasi esaret altında yaşayan bütün şark milletleri<br />

için yeni bir devrin başladığını ilan ediyordu. Onun içindir ki, bundan<br />

böyle her zincir kırılışının başında Ankara’nın adı geçecek ve<br />

her hürriyet mücadelesi, Sakarya’da, İnönü’de, Afyon’da, Kütahya<br />

ve Bursa yollarında ölenlerin ruhuna kendiliğinden ithaf edilmiş bir<br />

dua olacaktır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün hemen herkesin gördüğü mektep kitaplarına kadar<br />

geçmiş bir fotoğrafı vardır. Anafartalar ve Dumlupınar’ın kahramanı<br />

son muharebenin sabahında tek başına, ağzında sigarası, bir tepeye<br />

doğru ağır ağır ve düşünceli çıkar. İşte Ankara Kalesi muhayyilemde<br />

daima ömrümün en güneşli saatine böyle yavaş yavaş çıkan büyük<br />

adamla birleşmiştir. (….) Bir gün, bu fotoğrafa bakarken Ankara<br />

kalesi kendiliğinden gözlerimin önüne geldi ve ben bir daha bu iki<br />

hayali birbirinden ayıramadım…” cümleleriyle ifade eder. (Tanpınar<br />

1979, 213)<br />

1919 yılının Ankara tarihinde önemli bir nokta olduğunu belirten<br />

Nezihe Araz’ın, yeni Meclis’in ilk milletvekillerinden olan babası<br />

Rıfat Araz’dan dinlemiş olduğu, şehrin kaderinin çizildiği bu


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 765<br />

yılların hikayesi, Ankara’nın canlı bir belgeseli niteliğindedir. Şöyle<br />

devam ediyor Nezihe Araz:<br />

“ (…)<br />

Şehrin yazgısında çok önemli bir değişikliğin haberi bu yıllarda<br />

yatar.<br />

16 Mart 1919 günü İstanbul işgal ediliyor.<br />

O zaman Ankara Valisi, mülkiye (sivil) paşalardan Muhittin bey.<br />

Hemen Ankara’nın ileri gelenlerini vilayete çağırarak durumu anlatıyor.<br />

Bu, “ileri gelenler” Ankara’nın belli başlı ailelerinden, Börekçiler,<br />

Kütükçüler, Naifler, Bulgurlular, Koçlar, Mermerciler, Toygarlar,<br />

Serattarzadeler, Kınacılar, Ademzadeler ve diğerleri.<br />

Ali Fuat Paşa’ya kolordu karargahını Ankara’ya taşıma emri de<br />

Osmanlı yönetimince bu günlerde veriliyor. Bu tuhaf bir rastlantıdır.<br />

Çünkü Mustafa Kemal de o sıra karargahını Ankara’da kurma<br />

kararındadır ve tabii, Osmanlı yönetiminin bundan haberi yok. Ankara,<br />

Anadolu’nun hem doğusuna hem batısına hâkim stratejik bir<br />

nokta olarak alınmış, Kurtuluş Savaşı öncülerince. İşgal orduları<br />

birliklerinden ve İstanbul hükûmeti kuvvetlerinden önce bu kararların<br />

alınması ve sahiplenilmesi gerçekten, Kurtuluş’un lehine yazılan<br />

çok önemli bir karar. Ama yine de o günler, elbette ki hiç kimse,<br />

Ankara’nın ikbal günlerinin başladığını düşünmüyordu. Hatta hayal<br />

bile edemezdi.<br />

Ali Fuat Paşa, Ankara’ya gelir gelmez, Vali Muhsin beyle bağlantı<br />

kurarak şehrin güvenli, ketum, sakin eşraf grubuyla tanışıyor.<br />

Bunların başında manevi otoritenin temsilcisi, Börekçizade Mehmet<br />

Rıfat Efendi var. Ankara müftüsüydü o.ruhu şad olsun.<br />

Ankara’nın Millî Mukavemet (Mim Mim diye söylenirmiş) hareketine<br />

katılması, işte böyle başlıyor.<br />

15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgal ettiği duyuluyor<br />

ama haberler karışık.<br />

Haber kanalları yetersiz. Her yer ve herkes gibi Ankara da üzüntü,<br />

çaresizlik ve acı bir beklenti içinde. Kimse ne yapacağını bilmiyor.<br />

Ama, beklenti uzun sürmeyecektir ve 19 Mayıs 1919 günü Mus-


766<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

tafa Kemal Paşa’nın Samsun’da karaya çıktığı ve mukavemet hareketini<br />

açıkça başlattığı haberi, şifalı bir müjde gibi o kendi içine<br />

kapalı şehre de ulaşacaktır.<br />

28 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Havza’da bir tamim yayınlayarak<br />

bütün Türkleri İzmir faciasına karşı birleşmeye ve protesto<br />

mitingleri yapmaya çağırıyor.<br />

29 Mayıs 1919 günü Ankara halkı bu kutsal davete uyarak Vilayet<br />

Konağı meydanında toplanıyor ve İzmir’e yapılan haksız tecavüzü<br />

protesto ediyor.<br />

Ali Fuat Paşanın o günü değerlendirmesi şöyledir: “Dış görünüşleri<br />

sakin ve taş gibi sapsağlam olan bu yayla halkının coşkunluğunun<br />

şiddeti, hareketlerimizin, sağlam bir temele dayandığının<br />

ifadesiydi”.<br />

Ankara, Kuvay-i Millîyeciler tarafından Sıvas Kongresi’ne işte<br />

bu etkenlerle çağrılmış. Hacıayvaz mahallesinden İsmail beyin oğlu,<br />

mülkiye mesleğinden Ömer Mümtaz bey Sivas’a Ankara temsilcisi<br />

olarak gönderilmiş.<br />

Kongre 11 Eylül 1919’da Misakı Millî esaslarını kabul ediyor.<br />

Müftü Rıfat Börekçi, Ankara Müdaafa-i Hukuk reisi seçiliyor. Yeni<br />

belediye reisi ise Kütükçüoğlu Ali Bey. Ve bu üçlü grubun yönetiminde<br />

Ankara adına ilk açık eylem, İstanbul’dan gelecek yeni vali<br />

aleyhine başlatılıyor. Vali adayı Ziya Paşa’ya, kesinlikle İstenmediği<br />

ve Ankara’ya gelmemesi bildirilirken, Dahiliye Nazırına da vali adayı<br />

Ziya Paşa’yı tanımayacaklarına dair aldıkları karar resmen tebliğ<br />

ediliyor. Bu telgraf, Ankara halkının, Millî Mücadele hareketinde<br />

Mustafa Kemal’in yanında yer alışının ilk açık ifadesiydi.<br />

Kendi deyimiyle, “Her türlü rütbe ve mansıptan mahrum, yalnız<br />

şefkat ve civanmertliğine güvendiğim, bitmez feyz ve kudret kaynağında<br />

ilham ve kuvvet aldığım milletime dayanak” Mustafa Kemal,<br />

Heyet-i Temsiliye ile birlikte Sivas’tan ayrılmış ve Kayseri, Mucur,<br />

Hacı Bektaş, Kırşehir, Kaman yoluyla ilk kez Ankara’ya gelmiştir.<br />

(Tarih 27 Aralık 1919), günlerden pazartesi. O gün soğuk, puslu,<br />

yağmurlu bir gün. Uyuyan şehrin üstünde bir ses, bir haber patlıyor<br />

birden. Gök gürültüsü gibi: “ Mustafa Kemal geliyor!”. Ve komşu<br />

kasabaların birinden tüm Anadolu’ya sesleniyor Gazi Mustafa Kemal<br />

Paşa: “Millî varlığımız, onun kudreti, başımıza gelen ve gele-


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 767<br />

cek olan bütün felaketleri def ve ref edecek kadar kuvvetli ve güven<br />

vericidir”, Yine sesleniyor: “İlerleme yolunda dev adımlar atacağız.<br />

Mensubu olduğumuz milletin tarihi, dünyanın tanıdığı en büyük varlıktır”.<br />

Mustafa Kemal Erzurum ve Sivas kongrelerinden dönüyor o<br />

sıra.. “Şimdi Kırşehir’dedir.<br />

“Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için bütün aydınların ve<br />

bütün vatan evladının hazır olması lazımdır”!<br />

Türkleri bir ve beraberliğe böyle davet ediyor ve göreve çağırıyor<br />

Mustafa Kemal.<br />

“İstanbul’a gitmeyeceğiz” diye haber veriyor.<br />

“Anadolu en büyük hazinemizdir” diye müjdeliyor.<br />

“Milletin sinesinde ölünceye kadar, kurtuluş yolunu birlikte arayacağız”<br />

diye yolu çiziyor. Uyuyan, ya da uyuduğu sanılan Ankara bu sesi<br />

duymuş, bu çağrıyı almış ve işte o an silkinerek terkedilmişliğinden,<br />

yalnızlığından uyanmıştır.<br />

Şimdi bütün şehir ayaktadır. O’nu karşılamak üzere yollara dökülmüştür.<br />

Kurtarıcıyı ve onun gerçeğini tanımış, ona inanmıştır. Ve<br />

işte O geliyor! Eşkıya bile dağdan inmiş, mahkumlar hapishaneden<br />

bırakılmış. Şehirli, köylü silahlanmış Kurtarıcı’yı karşılamak üzere<br />

Kızıl Yokuş’ta toplanmış, Davullar, zurnalar, onların ritmine uyarak<br />

pala sallayıp savaş oyunları oynayan seymenler ve ahiyân örgütlerinden<br />

artakalan esnaf.. Mustafa Kemal partal bir arabadan yokuşun<br />

başında iniyor. Başında boz kalpağı, zayıf, yorgun ama güçlü.<br />

Mustafa Kemal Paşa bu günü hiç unutmayacak, unutamayacağını<br />

da o günkü konuşmasında belirtecektir. Böyle bir kucaklaşmaya<br />

ihtiyacı vardır çünkü. Bir vatanı kurtarmak üzre yola çıkılmıştır ama<br />

inanılmaz yokluklar içinde. Ordu yok, örgüt yok, silah yok. Ve dünya<br />

güçleri karşılarına dikilmiş. En kötüsü, para da yok!<br />

Heyeti Temsiliye’nin muhasebecisi Mazhar Müfit (Kansu)<br />

Bey’in ifadesine göre kasada sadece 48 kuruş kalmış.<br />

“Ekmekçiye bile verecek paramız yoktu” diyor anılarında Mazhar<br />

Müfit Bey. Ama Paşa, bankalardan veya her hangi bir müesseseden<br />

borç almaya da izin vermiyor. Şeker çok pahalı olduğu için


768<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

herkes şekerini kendi bulmak zorunda. Mustafa Kemal’in kahvesi<br />

var, ama şekeri yok. Ankara’daki ikinci günün sabahında Mazhar<br />

Müfit Bey’e, Müftü Rıfat efendinin geldiği bildirilince, Türk töresinden,<br />

alışkanlıklarından bir türlü vazgeçemeyen genç muhasebeci,<br />

“eyvah, ” diye feryat ediyor. “Şeker yok, sigara yok, kahve yapamayız,<br />

ben Müftü efendiye ne ikram edeceğim”?<br />

Ama telaşı boşunadır. Rıfat Börekçi, çok nazik bir edayla : “Sıkıntıda<br />

olduğunuzu haber aldık” diyor. “ Az da olsa, yardımda bulunmayı<br />

vazife bildik”.<br />

Mahzar Müfit bey duyduklarına inanamaya dursun.. Rıfat Börekçi<br />

tek tek sayarak kendisine Ankara halkının Kuvay-ı Millîye’ye<br />

ilk yardımı olan bin lirayı sunuyor. Mustafa Kemal’in bu olayı karşılayışı<br />

çok hoş: “Demek ki Allah bize yardım ediyor, demek ki doğru<br />

yoldayız!” diyor. Bana sorarsanız, Ankara’nın hükûmet merkezi<br />

olarak seçilmesinde, şehrin stratejik durumu kadar, halkının Mustafa<br />

Kemal’e inancı, güveni ve sevgisi de büyük etken olmuştur.<br />

Sonunda Mustafa Kemal Meclis’ini Ankara’da kuracağını ilan<br />

ediyor. Halk bu haberi kurbanlar keserek, dualar ederek karşılamıştır<br />

ama Meclis binası henüz yok. Bula bula, İttihat ve Terakki<br />

partisi tarafından yaptırılan, ama tamamlanamayan parti binası, ki<br />

sonraları Numune Mektebi adıyla bir sanat okulu haline getirilmiş<br />

ve de tamamlanmadan kullanılmıştır. İşte o bina ilk TBMM olarak<br />

uygun görülüyor. Binanın bir odası Ankara’daki Fransız işgal müfrezesinin<br />

komutanına verilmiş. Fransız subayı oradan çıkartılıyor,<br />

Ulucanlar’da bir okul için hazırlanmış kiremitlerle çatı kapatılıyor.<br />

Çeşitli okullardan sıralar getiriliyor ve reislik kürsüsü derme çatma<br />

da olsa, kuruluyor.<br />

23 Nisan 1920 günü saat 14’te Meclis açılmıştır.<br />

Bundan sonraki günlerde ve yıllarda, acı yenilgiler, ihanetler,<br />

ayaklanmalar, mucizeli zaferler ve başarılı gelişmelerle Millî Kurtuluş<br />

hareketi yürümüş, gelişmiş; düşman, vatan topraklarından kovulmuş<br />

ve Misak-ı Millî sınırları Lozan barış antlaşmasıyla çizilmiştir<br />

ve 13 Ekim 1924 tarihinde, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 2. maddesiyle<br />

Ankara, resmen devlet merkezi olmuştur.<br />

İşte bu yeni Ankara, Mustafa Kemal’in Ankara’sıdır. Daha doğrusu<br />

onun Ankarası olacaktır.


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 769<br />

Mustafa Kemal nasıl birAnkara istiyordu?<br />

Her şeyden önce o, yeşil, yemyeşil bir Ankara İstiyordu. Yemyeşil!..<br />

Falih Rıfkı’nın dediği gibi “Ya yeşil bir Ankara ya da hiç!”<br />

(Araz 1994, 30-34)<br />

Bütün bu örneklemeli söylemlerde de gözlemlendiği gibi; görmesini,<br />

bilmesini, duymasını ve sezmesini bilen, tarihimizin çok<br />

önemli ve kritik bir dönemine tanıklık ederek gözlemlerini ve yaşadıklarını<br />

büyük bir ustalıkla yazıya döken kalemler, var oluşun<br />

destanını dile getirmişler, kurtuluş ve kuruluşu tarihselliğin eşliğinde<br />

ölümsüzleştirip, nitelikli bir edebi düzlemde kalıcı kılarak, Türk<br />

kültür tarihine ve edebiyatına eşsiz eserler bırakmışlardır.<br />

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA:<br />

ADIVAR, Halide Edip (1989) Ateşten Gömlek, İletişim Yayınları,<br />

İstanbul<br />

AKI, Niyazi (2001) Yakup Kadri Karaosmanoğlu (İnsan-Eser-Fikir-Üslup),<br />

İletişim Yayınları, 2. baskı<br />

AKTAŞ, Şerif (1987) Yakup K. Karaosmanoğlu, Kültür Bak., Ankara<br />

ARAZ, Nezihe (1994) Mustafa Kemal’in Ankara’sı, Apa Ofset<br />

Basımevi, İstanbul<br />

AYTAÇ, Gürsel (1990) Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler,<br />

Gündoğan Yayınları, Ankara<br />

BALABANLILAR, Mürşit (2003) Türk Romanında Kurtuluş Savaşı,<br />

İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul<br />

BEKİROĞLU, Nazan (1999) Halide Edib Adıvar, Şule Yayınları,<br />

İstanbul<br />

BOZYİĞİT, A. Esat (2000) Ankara’nın Taşına bak… (Türk Yazınında


770<br />

NESRİN TAĞIZADE-KARACA<br />

Ankara), Kültür Bak. Yayını (Seçki)<br />

ÇETİŞLİ, İsmail (1999), Memduh Şevket Esendal-İnsan ve Eser,<br />

Kardelen Kitabevi, İsparta<br />

DEMİRCİ, İbrahim (2002), Romanın 27 Yılına Bakış (1923-1950),<br />

Hece (Türk Roman Özel Sayısı), S: 65, 66, 67<br />

DOĞAN, H. Mehmet (1976) “Türk Romanında Kurtuluş Savaşı”,<br />

Türk Dili<br />

(Türk Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı), s. 7-40<br />

ENGİNÜN, İnci (1978) Halide Edib Adıvar’ın Eserlerinde Doğu ve<br />

Batı Meselesi, İ.Ü. Edebiyat Fak. Yayını: No: 2398<br />

(1986) Halide Edip Adıvar, Kültür Bakanlığı, Ankara<br />

Romanlarında <strong>Atatürk</strong>”, s. 15-41<br />

(1983) “Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun<br />

“Halide Edib’in Kalemiyle <strong>Atatürk</strong>”, s. 42-53<br />

“Millî Mücadele Devrinin Edebiyata Aksi” s.140-151<br />

“Ankara Romanında Batılılaşma Meselesi” s. 209-227, Yeni<br />

Türk Edebiyatı <strong>Araştırma</strong>ları, Dergah Yayınları, İstanbul(2002)<br />

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergah<br />

Yayınları, 3. baskı, İstanbul<br />

ENGİNÜN İ.-KERMAN Z.-İLERİ S. (1998) Kurtuluş Savaşı ve<br />

Edebiyatımız, Oğlak Yayınları, İstanbul<br />

İLERİ, Selim (1976) “Aliye Öğretmen, Ayşe Hemşire, Halide Onbaşı”/<br />

“Dikmen Yıldızı Üzerine”/”Yaban Üzerine”, Türk<br />

Dili (Türk Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı), S:<br />

298, Temmuz, s. 41-56<br />

(2001) Türk Romanından Altın Sayfalar, Doğan Kitap,<br />

İstanbul, 2. baskı<br />

KAPLAN M.-ENGİNÜN İ.-EMİL B.-BİRİNCİ N.-UÇMAN A.<br />

(1981) Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi<br />

Mustafa Kemal, Kültür Bakanlığı yayını, Ankara<br />

KARAOSMANOĞLU, Y. Kadri (1960) Yaban, Remzi Kitabevi, İstanbul,<br />

6. baskı (1981) Ankara, Birikim Yayınları, İstanbul


1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA 771<br />

KANSU, Ceyhun Atuf (1972) <strong>Atatürk</strong> ve Kurtuluş Savaşı, Varlık<br />

Yayınları, İstanbul<br />

KUNTAY, Mithat Cemal (1998) Üç İstanbul, (Yay. Hazırlayan: Raşit<br />

Çavaş), Oğlak yayınları, İstanbul<br />

KURDAKUL, Şükran (1987) Çağdaş Türk Edebiyatı-Cumhuriyet<br />

Dönemi, Broy Yayınları, İstanbul<br />

NACİ, Fethi (1981) 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal<br />

Değişme, Gerçek Yayınevi, İstanbul (1999) Yüzyılın<br />

Yüz Romanı, Adam Yayınları, İstanbul<br />

NECATİGİL, Behçet (1983) Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, Varlık<br />

Yayınları, İstanbul<br />

OĞUZKAN A. Ferhan (1979) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Varlık<br />

Yayınları, İstanbul, 2. baskı<br />

OKTAY, Ahmet (1993) Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1923-1950),<br />

Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara<br />

TANPINAR, A. Hamdi (1979) Beş Şehir, Dergah Yayınları, İstanbul,<br />

YAKAR, Aytekin (1973) Türk Romanında Millî Mücadele, Ankara<br />

YALÇIN, Alemdar (1998) Sosyal ve Siyasal Değişmeler Açısından<br />

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı, Günce Yayınları,<br />

Ankara


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL<br />

UNSURLARI VE UYGULANMASI<br />

Prof. Dr. Yahya AKYÜZ *<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün hem millî hem evrensel yönlerine en güzel örnek<br />

O’nun “eğitim reformu”dur. <strong>Atatürk</strong>, Türkiye Cumhuriyetini kurduktan<br />

sonra, engin birikimi ve gözlemleri sonucu, öncelikle bir eğitim<br />

reformu yapılması gerektiğine inanmış ve bunu gerçekleştirerek<br />

uygulamaya koymuştur.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gerçekleştirdiği eğitim reformunun bazı gerekçeleri,<br />

kökenleri ve bir oluşum süreci vardır. Bildirimizde önce bu konu<br />

üzerinde durulacaktır. Daha sonra, <strong>Atatürk</strong>’ün eğitim reformunun<br />

unsurları ele alınacaktır. Üçüncü olarak da <strong>Atatürk</strong>’ten günümüze<br />

O’nun eğitim reformunun uygulanması incelenecektir.<br />

I. <strong>Atatürk</strong>’ün Eğitim Reformunun Kökenleri ve<br />

Oluşma Süreci<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün eğitim reformunun kökenleri ve oluşma süreci başlıca<br />

dört başlık altında ele alınabilir; 1.O’nun yetiştiği ortam 2.Askerlik<br />

mesleğinin O’na kazandırdıkları 3.Devlet kurucusu ve Devlet<br />

başkanı olması 4.O’nun eğitimci kişiliği.<br />

1. <strong>Atatürk</strong>’ün yetiştiği ortam<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün eğitim düşüncesinin bazı önemli kökenlerini O’nun<br />

yetişti ği, başka deyişle çocukluk ve ilk gençlik dönemlerini geçirdiği<br />

ortamda aramak gerekir. O’nun yetiştiği ortam üç alt başlık altında<br />

incelenebilir :<br />

∗ Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi


774<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

a) Eğitim ortamı<br />

<strong>Atatürk</strong>, “çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey mektebe gitmek<br />

me selesine aittir” der. İlk çocukluk anısı eğitimi ile ilgili olduğuna<br />

göre, bu nu hayatı boyunca düşündüğü, bu anıdan etkilendiği<br />

söylenebilir.<br />

<strong>Atatürk</strong> öğrencilik hayatında birbirine zıt eğitim yöntemlerini<br />

bizzat yaşayarak görmüştür. Bunlar baskıya dayanan, nakilci, ezberci<br />

yöntemle rin yanında kısmen serbestiye, deneye, akla dayanan<br />

yöntemlerdir. Böyle ce O, bizzat kendi şahsında, Türk çocuklarının,<br />

gençlerinin geçen yüzyıl da nasıl yetiştirildiklerini ve bunun ne gibi<br />

sonuçlar verdiğini gözlemiş, in celemiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, düzenli ve kesintisiz bir öğrenim görmüş, başarılı ve<br />

mesleğin gerektirdiği özellikleri taşıyan öğretmenlere sahip olmuştur.<br />

Öğretmenleri O’nu çok değişik biçimlerde etkilemişlerdir. Biz,<br />

bunlar dan ilkokul öğretmeni Şemsi Efendinin O’nun üzerinde ileriki<br />

eğitim düşüncesi bakımından bazı önemli etkilerde bulunduğu<br />

görüşündeyiz. Şöyle ki, Şemsi Efendi, eğitim tarihimizde yeni ve<br />

kolaylaştırıcı öğretim yöntemlerini ve uygulamalarını ilk deneyen<br />

öğretmenlerdendir. Onun öğrencileri ilkokuldan bir üst düzeydeki<br />

Rüşdiye öğrencilerinden daha bilgili, disiplinli yetişiyorlardı. Şemsi<br />

Efendi, ilköğretimdeki yenileşme girişimleri nedeniyle, bazı bağnaz<br />

kişilerin saldırısına uğramış fakat yılgınlık göstermemiş, kendisini<br />

öğrencilerinin iyi yetişmesine adamıştı.<br />

Şimdi, Harf İnkılâbı’na bakalım: Şemsi Efendi nasıl ki, çocuklara<br />

kısa sürede, kolayca ve etkili biçimde okuma yazmayı, çeşitli<br />

bilgileri öğretebilmek için yeni yöntemler, araç gereçler kullanmışsa,<br />

<strong>Atatürk</strong> de, Harf İnkı lâbı’na girişmesinin ana amacının Türk<br />

milletine “az emekle, kolay bir okuma yazma anahtarı verip, onu<br />

bilgisizlikten kurtarmak” olduğunu söyler. Yine <strong>Atatürk</strong> der ki: “Şurasını<br />

tecrübe ile ifade edeyim ki, hece ve alfabe yeniliği hakikaten<br />

çocukları güçlüklerden kurtaran, onlara küçük yaşta başarı lezzetini<br />

tattıran en etkili vasıtadır.” Kanımızca O, burada, Şemsi Efendi okulunda<br />

kendisinin de yaşadığı yeni yöntemlere atıf yapıyor. Çünkü<br />

O’nun bu konuda “tecrübe ile” söylediği şey, ancak, Şemsi Efendi


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 775<br />

okulunda görüp yaşadığı heceleme ve okuma yöntemindeki yenilikler<br />

ve bunların, çocukla rı güçlüklerden kurtarıp onlara küçük yaşta<br />

tattırdığı başarı mutluluğu olabilir... İşte, Harf İnkılâbı ile, kendisi<br />

de kolayca okuma yazma öğrenme mutluluğunu çocuklara ve halka<br />

tattırmak istemiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün dinde bağnazlığa karşı görüşlerinde, yenilikçi fikirlerinde,<br />

düzen ve disiplin duygularının gelişmesinde de Şemsi Efendinin<br />

öğretim ve uygulamalarının şüphesiz payı vardır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün öteki öğretmenleri de O’nun üzerinde çeşitli olumlu<br />

etki lerde bulunmuşlardır.<br />

b) Sosyal ve siyasi ortam<br />

<strong>Atatürk</strong>, çocukluk ve gençlik yıllarını Osmanlı Devleti’nin son<br />

ve en buhranlı, en çalkantılı dönemlerinde yaşamıştır. Üstelik, O, bu<br />

çağlarını bir kazan gibi kaynayan Balkanlar’da, sonra İstanbul ve<br />

ülkenin çeşitli yerlerinde geçirmiş, yıkılmakta olan Devletin çöküş<br />

sebeplerini ve kurtarıl ma yollarını düşünme fırsatı bulmuştur.<br />

O şöyle der: “Bir milletin felakete uğraması demek, o milletin<br />

hasta, hastalıklı olması demektir. Bu sebeple kurtuluş, toplumdaki<br />

hastalığı tespit ve tedavi etmekle elde edilir.” Yine O, “geçmişin hatalarını<br />

kökünden te mizlemek, düzeltmek” gerektiğini belirtir. Eğitimle<br />

ilgili olanlar ise pek ta bii bunların başında gelmektedir.<br />

Gerçekten <strong>Atatürk</strong>, çocukluk ve gençlik yıllarında, içinde bulunduğu<br />

sosyal ve siyasal ortamı dikkatle gözlemiş, Türk ve dünya tarihini<br />

iyi öğrenerek, bu ortamın gerçekçi bir değerlendirmesini yapmış,<br />

bundan dersler çıkarmıştır. Şöyle ki: Toplumdaki başlıca eğitim<br />

kurumları olan medreseler ve sıbyan mektepleri 17. yüzyıldan beri<br />

yararsız, yalnızca din ve Arap kültürü veren okullar haline dönüşmüş,<br />

yeniliklere cephe alıp taşlaşmışlardı. Bazı med reseliler çeşitli<br />

yeniliklere karşı çıkmış, Tanzimat döneminde başlayan eğitimde yenileşme<br />

hareketlerini engellemeye çalışmıştı. <strong>Atatürk</strong>, Osmanlılarda<br />

yabancı okulların istedikleri gibi at oynattıklarını, azınlıkların<br />

eğitim yoluyla iktisaden güçlenip siyasi bakımdan bilinçlendiklerini<br />

ve Devleti yıkmaya yöneldiklerini gözlemişti. <strong>Atatürk</strong>, sadece Türklerin<br />

amaçsız, etkisiz, cılız, anlamsız, köksüz bir eğitimin çarkları


776<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

içinde bocaladıkları ve millî benliklerinden habersiz yetiştirildikleri<br />

için kendi öz yurtlarında esarete sürüklendiklerini görmüştü.<br />

Osmanlıların duraklama ve gerileme dönemlerinde, Türk gençlerinin<br />

en çok rağbet ettikleri meslekler din görevliliği ve memuriyettir.<br />

Tanzimat’ın eğitimde yenileşme hareketleri içinde de memuriyet<br />

(kâtiplik) daha da arzulanan bir meslek haline getirilmiştir.<br />

Gerileme ve çökmeye yüz tutma karşısında yöneticiler, aydınlar,<br />

toplum silkinip ciddî kurtuluş çareleri arayıp uygulayacakları yerde,<br />

aksine, gerilemenin önemli nedenlerinden olan memuriyete<br />

aşırı önem verme anlayışını sürdürmüşlerdir. Bir dilekçe sonunda<br />

“saygılarımla” diyebilmek için yüz çeşit anlamsız kalıp ifadelerle<br />

Türk gençleri meşgul edilmiş, konu zorlaştırıldıkça önemli gibi<br />

görülmüştür. Bütün bunlardan sonra, Türklerin neden memuriyete<br />

koşuş tuklarına, ticaret, sanayi, iş ve müspet bilim alanlarının Rum,<br />

Ermeni, Yahudi ve yabancıların elinde kaldığına şaşılır mı?<br />

<strong>Atatürk</strong>, bizzat yaşadığı ve yüzyıllar boyu uygulandığını gördüğü<br />

eği tim öğretim yöntemlerinin toplumsal sonuçlarına ilişkin<br />

de şu önemli de ğerlendirmeyi yapmıştır (15 Temmuz 1921, Maarif<br />

Kongresi): “Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usûllerinin<br />

(yöntemlerinin) milletimizin gerileme tari hinde en mühim bir âmil<br />

(etkili sebep) olduğu kanaatindeyim.”<br />

Eğitimin millî, bilimsel ve işe yarar olmadığı günleri yaşayan ve<br />

gözle yen <strong>Atatürk</strong>, bu durumun felaketlerimizin temel nedenlerinden<br />

olduğu so nucuna varmıştır. O’na göre, Balkanlar’ın elimizden çıkma<br />

sebebi de, bu radaki toplumların dil kurumlan ve eğitimleri ile<br />

millî şuurlarının uyandı rılmış olmasıdır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün sonraki yıllarda geliştirdiği eğitim reformu ve giriştiği<br />

uygulamalar esasta, işte, çocukluk ve gençliğini içinde yaşadığı<br />

sosyal ve siyasal ortamda yaptığı gözlem ve değerlendirmelere dayanır.<br />

Bu gözlem ve değerlendirmelerinden hareket ederek O, millî<br />

eğitim, bilime dayanma, eğitimin işe yarar, üretici, hayatta başarılı<br />

olacak aktif insanlar yetiştirmesi gibi görüşler ileri sürmüştür.<br />

Başka alanlardaki düşünce ve uygulamalarının çoğunun temelinde<br />

de, O’nun çocukluk ve gençlik çağlarını içinde yaşadığı sosyal<br />

ve siyasi ortam dan ve tarihten çıkardığı derslerin sonuçları yer almaktadır.


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 777<br />

c) Fikrî ortam<br />

Tanzimat döneminin fikrî ve eğitimsel ortamında bazı çelişkiler<br />

bu lunmakla beraber, eğitim, Devleti felakete gidişten kurtaracak<br />

en önemli araçlardan biri olarak görülmeye başlanmış ve bu teşhis<br />

o zamandan beri her dönemde değerini korumuştur. Düşünürler ve<br />

eğitimcilerimiz bu fikri işlemişlerdir. Mutlakıyet döneminde fikrî<br />

ortamda —baskılar nedeniyle— bir kısırlaşma görülür. Ancak, <strong>Atatürk</strong>,<br />

çocukluk ve gençliğinde, Tanzimat döneminde ortaya çıkan bu<br />

temel görüşten ve çeşitli yeni fikirlerden (Na mık Kemal ve başkalarının)<br />

yararlanmıştır.<br />

2. Askerlik mesleğinin eğitici etkileri<br />

<strong>Atatürk</strong>, kesintisiz bir askerî öğrenimden sonra, çeşitli cephelerde<br />

savaş deneyimleri kazanmış, ülkeyi görevi nedeniyle gezmiş, üstlerini<br />

ve astlarını, halk çocuklarını yani erleri tanımıştır. <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

eğitim reformu ve çeşitli alan lardaki görüşlerinin temelinde O’na<br />

askerlik mesleğinin bu yolla kazandır dığı bazı temel gözlemleri ve<br />

dersleri de görüyoruz.<br />

Çok önemli bir örnek olarak Balkan Savaşlarını (1912-1913) verelim.<br />

Balkan yenilgileri ve felaketleri Osmanlı aydınlarının düşünce<br />

yapısında bir dönüm noktası olmuştur. Aydınlar bu yenilgi ve felaketlerin<br />

nedenle rini araştırmış, acımasızca özeleştirilerde bulunmuşlar,<br />

toplumsal sorunlar la daha derinden ilgilenmeye başlamışlardır.<br />

Subaylarda da aynı zihniyet değişikliğini görüyoruz. Örneğin,<br />

Binbaşı Nuri Conker, Nisan 1914’te yayınladığı Zabit ve Kumandan<br />

başlıklı kitabın da, Balkan yenilgilerinin askerî eğitimimiz ve askerlik<br />

ruhu ile ilgili ne denlerini araştırır. Arkadaşının bu eserini okuyup<br />

beğenen ve onu tamam layıcı nitelikte Zabit ve Kumandan ile Hasbihal<br />

başlıklı bir kitap yayınlayan (1918) Yarbay Mustafa Kemal de<br />

askerî eğitimdeki eksiklerimiz, vatan sev gisi, görev duygusu ile ilgili<br />

yetersizliklerimiz, hatta annelerin çocuklarına daha beşikte iken<br />

söyleyecekleri ninnilerin eğitimsel değeri üzerinde du rur. O’nun bu<br />

konuda başlıca görüşleri şunlardır :<br />

Askerî okullarda subaylarımıza ruh ve bilim gücü üstünlüğü


778<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

kazandır ma yeterince önemsenmemiştir. “Harp Okulu’ndaki öğretim,<br />

subaylığın te mel görevlerini subayın ruhuna sokacak derecede<br />

etkili değildi.” Ancak, <strong>Atatürk</strong>’e göre, daha iyi bir askerî eğitim öğretim<br />

verilseydi bile yeterli olmaya caktı, çünkü gerçek askerî bilgiyi<br />

verecek asıl okul, birliklerdir, yani uygulamadır.<br />

3. Devlet kurucusu ve Devlet başkanı olması<br />

Türk milleti, <strong>Atatürk</strong>’ün önderliğinde bağımsızlık mücadelesine<br />

giri şirken ve Cumhuriyeti kurarken, gençliğin bundan sonra hangi<br />

ilkelere, amaçlara, hangi eğitim felsefesi ve dünya görüşüne göre yetiştirilmesi<br />

gerektiğinin öncelikle belirlenmesi çok önem taşıyordu.<br />

Eğitim artık, süregelen, denenmiş, değersizliği hatta zararları kanıtlanmış<br />

bir felsefe ve dünya görüşüne göre yapılamazdı. Türk milletini<br />

ileri götürecek, insancıl, akılcı, yeni bir eğitime ihtiyaç vardı.<br />

Bu eğitimin temel ilkelerini de <strong>Atatürk</strong>’ün belirlemesi çok doğaldı.<br />

Çünkü O, hem geçmişten çıkan dersleri çok iyi biliyordu, hem de<br />

şimdi yeni Devletin kurucusu ve başkanı idi.<br />

<strong>Atatürk</strong>, böylece, ilk eğitim bilimcimiz olan Farabi’nin (870-<br />

950) bir görüşü doğrultusunda davranıyordu: Farabi, devlet başkanının<br />

milletinin eğitimcisi olması gerektiğini, onun öğrenme ve öğretmeyi<br />

sevmesini, her şeyi kolayca öğretmeyi bilmesi gerektiğini<br />

söylemişti. İşte <strong>Atatürk</strong>, tarihimizde pek çok yöneticinin ihmal ettiği<br />

bu eğitimcilik görevini en iyi biçim de üstlenmiş, daha sonraki devlet<br />

adamlarına da izlemeleri gereken bir örnek olmuştur.<br />

4. <strong>Atatürk</strong>’ün eğitimci kişiliği<br />

<strong>Atatürk</strong> 1936’larda İstanbul’da Florya köşkündeki toplantılardan<br />

birinde genç şair Behçet Kemal Çağlar’a dönerek, “sen çabuk<br />

şiir yazarsın, şu odaya çekil, bende hangi nitelikleri görüyorsan hepsini<br />

anlatan bir şiir yaz” emrini verdi. İstenileni yapan şair yarım saat<br />

sonra uzun bir şiirle geldi ve dizelerini okudu. <strong>Atatürk</strong>’ün yiğitliği,<br />

zaferleri, devrimleri birbir dile getirilmişti. Fakat <strong>Atatürk</strong> “olmamış!<br />

dedi. Benim asıl bir niteliğim var ki onu hiç yazmamışsın.” Herkes<br />

şaşırmıştı. Bu yazılmayan niteliği ne olabilirdi? Dinleyenleri fazla<br />

bekletmeden <strong>Atatürk</strong>, “benim asıl kişiliğim öğretmenliğimdir, dedi.


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 779<br />

Ben milletimin öğretmeniyim, bunu yazmamışsın!”<br />

<strong>Atatürk</strong>, gerçekten, Kurtuluş Savaşını ve inkılaplarını hep bu<br />

sabırlı, ikna edici, güven verici, bilgili “öğretmenliği” sayesinde başarmıştır.<br />

Günümüzün eğitim bilimcileri, öğretmenliğin ve eğitimciliğin,<br />

kısmen doğuştan getirilen (Tanrı vergisi) bazı özelliklere, kısmen de<br />

sonradan öğrenme ile kazanılan bilgilere sahip olmayı gerektiren bir<br />

sanat, teknik ve bilim olduğunu söylerler. Bu açıdan baktığımızda,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün tam bir öğretmen ve eğitimci özelliklerini taşıdığını görüyoruz.<br />

O’nun, “asıl kişili ğini” öğretmenlik olarak değerlendirmesi<br />

bu bakımdan yerindedir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün öğretmen ve eğitimci kişiliğini belirleyen temel<br />

özellikler nelerdir? Her biri üzerinde uzun uzun durulması mümkün<br />

olan bu özel liklerin belli başlılarını hatırlatmakla yetiniyoruz:<br />

• “Başöğretmen” unvanını alarak (24 Kasım 1928), elinde tebeşir,<br />

ka ra tahta başında ve halkın içinde, halka okuma yazma ve<br />

çeşitli bilgiler öğretmeye girişmesi.<br />

• Öğretmenlere çok değer vermesi; her fırsatta okulları gezmesi,<br />

sınıfl ara, derslere girmesi.<br />

• Çocukları çok sevmesi, eğitimde çocukluk döneminin değerini<br />

bilmesi.<br />

• Ders kitapları yazması, eski eğitim terimlerinin yerine çok açık<br />

ve sade Türkçe terimler bulması.<br />

• Her yerde ve her zaman eğitim ve öğretimde bulunma amacını<br />

gütmesi. Bu nedenle, halka, öğretmenlere seslenişleri yanında, sofraları<br />

ve özel sohbetlerinin de öğretici bir değer taşıması.<br />

• Kolay öğretmesi; bunu yaparken, karşısındaki hedef kişi veya<br />

toplu luğun yaş, meslek, sosyal durum...gibi özelliklerini gözönünde<br />

tutarak davranması (15 Eylül 1928’de Sinop’ta arabacı Bekir Ağaya<br />

yeni harfleri öğretirken önce At ve Ot kelimelerini öğretmesi çok<br />

önemli bir olaydır).<br />

• Çok açık, anlaşılır ve inandırıcı konuşması.<br />

• Konuşmalarında, açıklamalarında araç gereç kullanması, krokiler<br />

vs. çizmesi (<strong>Atatürk</strong>’ün, 1932’de ABD Elçisi General Sherrill’e,<br />

Mayıs 1919’da kendisinin Sultan’la görüşmesini kroki çizerek anlat-


780<br />

ması, vs.).<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

• Öğretim ve eğitim yöntemi olarak, takdir, teşvik, uyarı, eleştiride<br />

ve kesin isteklerde bulunmayı yerli yerinde ve beraberce uygulaması.<br />

• Çok okuması ve okuduklarını çevresindekilerle tartışması ve<br />

öğrendiklerinden toplumu yararlandırmaya özen göstermesi.<br />

• Eğitimin bilime dayanmasını ve işe yarar ürünler sağlaması<br />

gerekti ğini amaç olarak göstermesi.<br />

Bu konuda O’nun 15 Temmuz 1921’de Ankara’da Maarif Kongresini<br />

açış konuşmasındaki şu sözlerini bir kez daha anımsamalıyız:<br />

“Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usûllerinin (yöntemlerinin)<br />

milletimizin gerileme tarihinde en mühim bir âmil (etkili sebep)<br />

olduğu kaanatindeyim.”<br />

• Yalnızca eğitimin değil “eğitim yöntemlerinin” de önemini<br />

çok iyi bilmesi ve ifade etmesi.<br />

II. <strong>Atatürk</strong>’ün Eğitim Reformunu Oluşturan Unsurlar<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün eğitim reformunu oluşturan temel unsurlar, sınırlandırıcı<br />

olmamak üzere, aşağıdaki başlıklar altında toplanabilir:<br />

1. Öğretimin birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat)<br />

Osmanlı Devletinde 1776’lardan itibaren Batı örneğine göre<br />

askerî okullar ve Tanzimat (1839) yıllarından itibaren de yine Batılı<br />

sivil öğretim den ilham alınarak Rüşdiye, İdadî, Sultanî gibi ortaöğretim<br />

ve iptidaî gibi ilköğretim kurumları açılmaya başlanmış, Darülfünun<br />

kurulmuştur. Maarif Nezaretine bağlı bu yeni mekteplerin<br />

yanında Meşihata, Şer’iye ve Evkaf Nezaretine bağlı medreseler ve<br />

sıbyan mektepleri de varlıklarını, etkilerini sürdürmüşlerdir.<br />

Yeni açılan mekteplere, onları medrese ve sıbyan mekteplerinden<br />

ayırmak için bazen Tanzimat mektepleri, Maarif mektepleri de<br />

denir. Buralarda yeni bazı derslerin yanında Arapça, din dersleri de<br />

yer alıyor, öğrencilere zorunlu olarak ibadetler de yaptırılıyordu. Fakat<br />

buna rağmen medrese zihniyeti onları benimsememişti ve her<br />

fırsatta onlara tepki gösteriyordu.


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 781<br />

Bir taraftan da azınlık ve yabancı okulları, denetimden uzak, ahtapot<br />

gibi ülkede yayılıyor, istedikleri gibi at oynatıyorlardı.<br />

1868’de kurulan Galatasaray Lisesi’nin ilk yıllarında bu okulda<br />

yöneticilik yapan de Salve adında bir Fransız eğitimci, 1874 tarihli<br />

bir yazısında şu gözlemde bulunur:<br />

“Avrupa’nın hiçbir başkentinde aynı şehir halkını oluşturan çeşitli<br />

gruplar, İstanbul’daki kadar birbirlerinden bıçakla kesilmiş gibi<br />

zıt özellikler taşımaz. Eğitim her ülkede çocukları ve gençleri ortak<br />

kurumlarda toplayıp, onların fikir ufuklarını genişleterek, aralarında<br />

yavaş yavaş birlik ve kardeşlik bağları kurarken, burada eğitim,<br />

şimdiye kadar daha ziyade her türlü yakınlaşmadan uzaklaştırmaya<br />

yönelmiştir. Çünkü her toplum, parası ile kendi okullarını kuruyor<br />

ve eğitim kendi ana dilleri ile veriliyor, böylece dini geleneklerin ve<br />

siyasi art niyetlerin sürüp gitmesine çalışılıyor.”<br />

Deniliyor ki, Osmanlıda Devletin resmî okulları, medreseler,<br />

azınlık ve yabancı okulları vardı ve bunlar üç ayrı tip insan yetiştiriyorlardı.<br />

Bu doğru olsa da eksik bir belirlemedir.<br />

Gerçek şöyle görünüyor: Osmanlıda en az 11 tür insan yetiştiren<br />

kurum ve uygulama vardı. Bunları şöyle sayabiliriz:<br />

a) Medreseler<br />

b) Sıbyan mektepleri<br />

c) Tekke ve tarikat eğitimi<br />

d) Cami dersleri<br />

e) Enderun mektebi<br />

f) Askerî okullar<br />

g) Tanzimattan sonra açılan sivil okullar<br />

h) Azınlık okulları<br />

i) Yabancı okullar<br />

j) Bazı edip ve bilginlerin özel dersleri<br />

k) Ahi ve esnaf örgütlerinin verdikleri genel ve ahlâkî eğitim<br />

Bu kurumlar millî bir amaç gütmüyor, birbirlerine zıt görüşlü<br />

insanlar yetiştirip gi diyorlardı.<br />

Osmanlı döneminde Ziya Gökalp ve başka aydınlarca bu durumun<br />

büyük sakıncaları farkedilmiş ve öğretimin birleştirilmesi


782<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

gerektiği düşünülerek bazı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bu konuda<br />

çözüm bulunamamıştır. Bu sorun millî bir Devlet olan Türkiye<br />

Cumhuriyetinde sürüp gidemezdi. Öğretim birliği (tevhid-i tedrisat,<br />

vahdet-i tedris) mutlaka sağlanmalıydı.<br />

Bu amaçla 3 Mart 1924’te 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu<br />

çıkarılmıştır. “Öğretimlerin birleştirilmesi” anlamına gelen bu kanunla<br />

şu düzenlemeler getirilmiştir:<br />

Md. 1. Ülkedeki tüm bilim ve öğretim kurumları Maarif<br />

Vekâletine bağlanmıştır.<br />

Md. 2. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ya da özel vakıflarınca idare<br />

edilen tüm medre se ve mektepler Maarif Vekâletine bağlanmıştır.<br />

Md. 3. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti bütçesinde mekteplere ve medreselere<br />

ayrılan para, Maarif bütçesine geçirilecektir.<br />

Md. 4. Maarif Vekâleti yüksek din uzmanları yetiştirmek için<br />

Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi, imam ve hatip yetiştirmek için<br />

de ayrı mektepler açacaktır.<br />

Bu maddelerden anlaşılacağı gibi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile<br />

ya da onun so nuçları olarak eğitimimize aşağıdaki yenilikler ve değişiklikler<br />

getirilmiş olmaktadır:<br />

• Tüm eğitim ve öğretim kurumları Eğitim Bakanlığına bağlanmakla<br />

eğitim işlerinin tek elden yürütülmesi mümkün olmuştur<br />

(Askerî okullar 1925’te tekrar Millî Savunma Bakanlığına bağlanmıştır).<br />

• Türk eğitim tarihinde en uzun süre yaşamış öğretim kurumları<br />

olan medre seler kapatılmıştır. Bu kapama Eğitim Bakanı Vasıf<br />

Çınar’ın 11 Mart 1924 tarihlibir genelgesi ile gerçekleşmiştir. O sırada<br />

mevcut 16 bin kadar medrese öğrencisi, bulundukları yerlerin<br />

ilk, orta okul, lise ve öğretmen okullarına ak tarılmış, hocalarının da<br />

isterlerse okullarda din dersi öğretmenliklerine atanabile cekleri belirtilmiştir.<br />

• İmam ve Hatip Mektepleri de 6 yıl sonra kapanmıştır.<br />

• Eğitimde laiklik ilkesine doğru önemli bir adım atılmıştır.<br />

Fakat, laiklik Ana yasaya 1937’de girecektir.<br />

Yine 3 Mart 1924 tarihinde, Tevhid-i Tedrisat Kanunundan önce<br />

kabul edilen 429 sayılı kanunla Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırıl-


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 783<br />

mış, yine aynı gün 431 sayılı kanunla da Hilâfet (Halifelik) kaldırılarak<br />

Osmanlı hanedanı mensupları yurt dışına çıkarılmıştır. 30 Kasım<br />

1925 tarihli ve 677 sayılı bir kanunla da tekkeler, türbeler kapatılmış,<br />

tarikatlar kaldırılmıştır.<br />

• İlahiyat Fakültesi de 1933 Üniversite Reformunda, Edebiyat<br />

Fakültesine bağlı bir araştırma enstitüsüne dönüştürülmüştür.<br />

• İlk ve orta öğretimde Din derslerinin saatleri azaltılmış, bu<br />

dersler bir süre sonra tümüyle kaldırılmıştır.<br />

2. Eğitimin millî olması<br />

15 Temmuz 1921’de Ankara’da toplanan Maarif Kongresi, yurdun<br />

her ta rafından gelen 250’den fazla erkek ve kadın öğretmeni<br />

biraraya getirmiştir. Kong reyi Mustafa Kemal, cepheden gelerek açmış<br />

ve çok önemli bir açış konuşması yapmıştır.<br />

Mustafa Kemal bu konuşmasında Kongreden “Türkiye’nin millî<br />

maarifini kurmasını ister ve kendisi millî maarifi açıklar: “Şimdiye<br />

kadar takip olunan tahsil ve terbiye usûllerinin (yöntemlerinin)<br />

milletimi zin gerileme tarihinde en mühim bir âmil (etkili sebep)<br />

olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî terbiye programından<br />

bahsederken, eski devrin batıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz<br />

özelliklerle hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğudan<br />

ve Batıdan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, millî ve tarihî<br />

özelliğimizle uyum lu bir kültür anlıyorum.”<br />

Önceki dönemlerin millî olmayan eğitimini felaketlerimizin temel<br />

nedenleri arasında gören <strong>Atatürk</strong>, yeni Devletin eğitiminin millî<br />

olmasını istemiştir.<br />

Eylül 1924’te, Samsun’da öğretmenlere seslenirken de, halen<br />

milyonlarca Müslümanın millî olmayan eğitimleri yüzünden esaret<br />

ve sefalet içinde bulunduklarını belirttikten sonra şöyle demiştir:<br />

“Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık bir belirsizlik,<br />

bulanıklık kalmamalıdır. Millî eğitim esas olduktan sonra onun dilini,<br />

yöntemini, araçlarını da millî yapmak gereği tartışılamaz. Millî<br />

eğitim ile geliştirilip yüceltilmek istenen genç dimağları bir taraftan<br />

da paslandırıcı, uyuşturucu, gereksiz şeylerle doldurmaktan dikkatle<br />

kaçınmak lazımdır.”


784<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

Mart 1923’te Konya gençlerine hitaben yaptığı konuşma da bize<br />

“millî eğitimin” ne olduğunu anlamakta ışık tutar:<br />

“Aydınlarımız, ‘milletimizi en mutlu millet yapalım’derler:<br />

‘Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım’ derler.<br />

Lâkin düşünmeliyiz ki, böyle bir görüş hiç bir devirde başarılı olmuş<br />

değildir. Bir millet için mutluluk olan birşey diğer millet için felaket<br />

olabilir. Ayni sebep ve şartlar birini mutlu ettiği halde diğerini mutsuz<br />

edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın<br />

her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanalım.<br />

Lâkin unutmayalım ki, asıl teme li kendi içimizden çıkarmak zorundayız.”<br />

3. Eğitimin bilimsel ve laik olması<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün inancına göre Türk milletinin Batı milletleriyle eşit<br />

ve çağdaş bir duruma gelmesi gerekiyordu. Bu da ancak Devlet yönetiminde<br />

ve eğitimde laikliğin ve bilimin esas alınması ile mümkün<br />

olabilirdi.<br />

<strong>Atatürk</strong> bilimin her alanda olduğu gibi eğitimde de bize tek rehber<br />

olması gerektiğini söylemiştir. Bu açıdan da O, eğitim tarihimizde<br />

yepyeni bir çığır açmıştır.<br />

Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere seslenirken şöyle demiştir:<br />

“Milletimizin siyasi, içtimaî hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde<br />

de rehberi miz ilim ve fen olacaktır (...) İlim ve fen nerede<br />

ise oradan alacağız ve milletin her ferdinin kafasına koyacağız. İlim<br />

ve fen için kayıt ve şart yoktur.”<br />

Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere seslenişi şöyledir:<br />

“Dünyada herşey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için,<br />

başarı için en hakikî yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında<br />

kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir, dalâlettir (yolunu sapıtmadır).”<br />

Temmuz 1927’de İstanbul’da öğretmenlere seslenişinde aynı<br />

konuyu işler:<br />

“Eski hocalar nasıl dini esastan (topluma) hâkim olmuşlarsa,<br />

öğretmenler de ilim esasından kazanmaya başladıkları hâkimiyeti


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 785<br />

sonuca ulaştırmalıdırlar.”<br />

Son olarak, 29 Ekim 1933’teki Onuncu Yıl Söylevi’ne değinelim:<br />

“Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda<br />

elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.”<br />

4. Yazı, Dil ve Tarih Inkılapları<br />

Tanzimat döneminde, yazının ıslahı, hatta lâtin harflerinin alınması<br />

ve dilde sadeleşme meseleleri ilk kez tartışılmaya başlanmış,<br />

II. Meşrutiyet döneminde, git tikçe güçlenen Türkçülük akımının etkisiyle,<br />

dilde hızlı bir sadeleşme gerçekleşmiştir.<br />

Cumhuriyetin ilk yıllarında yazının ıslahı ya da değiştirilmesi<br />

meselesi yeniden gündeme gelmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre Arap harfleri şu nedenlerle bırakılmalıydı:<br />

• Türkçe’ye uygun değildir.<br />

• Öğrenilmesi zordur ve toplumda eğitim düzeyinin düşüklüğünün<br />

bir nedenidir.<br />

• Çağdaş uygarlığa girişin en önemli araçlardan biri lâtin harfleridir.<br />

O, Ağustos 1928’de şöyle der: “Bir toplumun % 10’u, % 20’si<br />

okuma yazma bilir % 80’i % 90’ı bilmezse, bu ayıptır; bundan insan<br />

olanlar utanmak lazımdır. ”<br />

<strong>Atatürk</strong>’te yazı ve dil inkılapları alanında fikirlerin oluşmasında,<br />

ilkokul öğretmeni Şemsi Efendinin çabuk ve kolay okuma yazma<br />

öğretme çabalarına girişmesinin şüphesiz etkisi olmuştur.<br />

1 Kasım 1928 tarihli bir Kanunla lâtin temelli yeni bir alfabe<br />

kabul edilmiştir.<br />

1931’de Türk Tarih Kurumu, 1932’de Türk Dil Kurumu kurulmuştur.<br />

<strong>Atatürk</strong>, bir Batılı dilciden ilham alarak, Türkçenin dünya<br />

dillerine kaynaklık etmiş olabileceği yolunda Güneş Dil Teorisini<br />

ortaya atmıştır.<br />

Ayrıca, Osmanlı tarih anlayışına karşı çıkılarak, Türklerin binlerce<br />

yıllık bir tarihi ve uygarlığı bulunduğu savunulmuş, özellikle<br />

İslamiyete geçişlerinden önceki dönemler üzerinde çok daha fazla


786<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

durulmaya başlanmıştır. Tüm bu çabalardan amaç hem Batılıların<br />

tarih, ırk, uygarlık...bakımından haksız saldırılarda bulunduğu Türk<br />

insanına köklü bir güven duygusu aşılamak, hem de bilim adamlarını<br />

yeni araştırmalara teşvik etmek olmuştur.<br />

5. Millî Eğitim Bakanlığının önemi<br />

<strong>Atatürk</strong>, istikrarlı bir Millî Eğitim Bakanlığı ve eğitim politikasını<br />

çok önemli görür.<br />

Kurtuluş Savaşı zaferle sona erdikten sonra, kendisine, “işte<br />

memleketi kur tardınız, şimdi ne yapmak istersiniz?” diye bir soru<br />

yöneltilince, şu cevabı vermiştir: “Eğitim Bakanı olarak millî irfanı<br />

yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir.”<br />

<strong>Atatürk</strong>, Tâlim ve Terbiye Kurulu’nun “eğitim öğretim ilkelerini<br />

bilimsel bir şekilde ve bağımsız olarak yönlendirip yönetmesi amacıyla<br />

kurulduğunu” söylemiştir (1 Kasım 1926).<br />

6. Öğretmenin saygınlığı, görevleri ve önemi<br />

<strong>Atatürk</strong>, öğretmenin saygınlığını, görevlerini ve önemini her zaman<br />

vurgulamıştır:<br />

“Gelecek kurtuluşumuzun saygıdeğer öncüleri olan Türkiye muallime<br />

ve muallimleri...” (15.7.1921’de Ankara’da Maarif Kongresini<br />

açarken)<br />

“Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, muharebe meydanlarında<br />

ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı<br />

sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla sağlanabilir. İrfan ordusunun<br />

değeri de siz öğretmenlerin değeri ile ölçülecektir.” (24.3.1923’te<br />

Kütahya’da öğretmenlere seslenişi)<br />

“Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedâkâr muallim ve mürebbileri,<br />

sizler ye tiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.<br />

Eserin kıymeti, sizin maharetiniz.ve fedâkârlığınız derecesiyle oranlı<br />

bulunacaktır.” (25.8.1924’te Muallimler Birliği Kongresi üyelerine<br />

seslenişi)<br />

“Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden,<br />

eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet adını almak istidadını<br />

kazanamamıştır. Ona alelade bir kütle denir, millet denemez.


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 787<br />

Bir kütle millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere<br />

muhtaçtır. Onlardır ki bir toplumu hakikî millet haline koyarlar (...)<br />

Cumhuriyet sizden yüksek hizmet bekliyor.” (14.10.1925’de İzmir<br />

Erkek Öğretmen Okulundaki konuşması)<br />

“Ordularımızın kazandığı zafer, sizin (öğretmenlerin) ve sizin ordularınızın<br />

zaferi için yalnız zemin hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanıp<br />

sürdüreceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız.” (27.10.1922’de<br />

Bursa’da öğretmenlere seslenişi)<br />

“Öğretmenlerimizin sayıca yetersizliği, yetişen öğretmenlerimizin<br />

değer ve faziletteki yüksekliğiyle ancak telâfi edilebilir.”<br />

7. Eğitimin işe yarar olması, hayatta başarılı olmayı sağlaması,<br />

toplumu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarması<br />

<strong>Atatürk</strong>, Osmanlıların gerilemesinin ve Osmanlı ülkesinin “yabancıların<br />

sömürgesinden başka bir şey olmamasının nedeni olarak<br />

özellikle memurculuk zihniyetini ve pasif insan yetiştirme anlayışını<br />

görür. Bu nedenle O, memur olmaya aşırı düşkünlüğü ortadan<br />

kaldırmaya çalışmış, yeni ve aktif bir insan tipi yetiştirmeyi he def<br />

göstermiştir. Ona göre bilgi, bir süs, zevk ya da baskı aracı değil,<br />

hayatta başarıyı sağlayan, kullanılabilir bir “araç” olmalı, her öğretim<br />

düzeyinde, “iktisadî hayatta” etkili olacak “uygulamalı bilgiler”<br />

kazandırılmalıdır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresinde<br />

de bu konu üzerinde önemle durur, O, “kanaat tükenmez bir<br />

hazinedir” şeklindeki top lumdaki yaygın deyişin yanlış yorumlanarak<br />

ülkeye büyük “kötülük” edildiğini, oy sa amacın, “ülkenin bayındırlığı,<br />

ulusun refah ve zenginliği olması gerektiğini” vurgular ve<br />

der ki : “Çocuklarımıza o şekilde eğitim, öğretim, bilim ve irfan vermeliyiz<br />

ki, ticaret, tarım, sanat alanlarında yararlı, etkin, faal, uygulayıcı<br />

olsunlar. İlk ve orta öğretim bu temele göre düzenlenmelidir.”<br />

1931 ‘de şöyle der:<br />

“İlk ve orta öğretim mutlaka insanlığın ve medeniyetin gerektirdiği<br />

ilmi ve tekniği versin, fakat o kadar pratik bir tarzda versin ki,<br />

çocuk okuldan çıktığı zaman aç kal maya mahkûm olmadığına emin<br />

olsun.”


788<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

Özetle O, eğitimin, herşeyi biraz bilen fakat hiçbir şeyi iyi bilmeyen,<br />

sefalet veaçlığa mahkûm insanlar değil, üretici, yararlı, hayatta<br />

başarılı olacak insanlar yetiştirmesini istemiştir ve O’nun bu<br />

görüşü, eğitim reformunun temel unsurlarındandır.<br />

8. Eğitimin vatansever, Cumhuriyeti ve ülkeyi korumayı ilk<br />

amaç bilen, özgür düşünceli ve erdemli nesiller yetiştirmesi<br />

<strong>Atatürk</strong> bu konudaki görüşlerini 15 Temmuz 1921 Maarif<br />

Kongresinde, 1 Mart 1922’de TBMM 3. toplantı yılını açarken, 25<br />

Ağustos 1924’de Muallimler Birliği Kongresinde vs. açıklamıştır.<br />

Örneğin, 15 Temmuz 1921’de Maarif Kongresini açarken şöyle der;<br />

“Çocuklarımıza, gençlerimize ”özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği<br />

ile çatışan tüm yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve millî fikirleri<br />

her zıt fikre karşı şiddetle, tüm benliği ile ve fedâkârca koruma gereği<br />

telkin edilmelidir.”<br />

25 Ağustos 1924’de Muallimler Birliği Kongresinde de şöyle<br />

der: “Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek<br />

karakter ve kişilik sahibi koruyucular ister. Öğretmenler, sizin başarınız<br />

Cumhuriyetin başarısı olacaktır. Cumhuriyet sizden fikri hür,<br />

vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”<br />

Temmuz 1921’de Maarif Kongresini açarken şöyle demiştir;<br />

“Yeni neslin donatılacağı manevî nitelikler arasında kuvvetli bir<br />

fazilet aşkı ve kuvvetli bir düzen ve disiplin fikri de yer almalıdır.”<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre, bir çocuğun normal öğretim derecelerinden geçerek<br />

okulda yetişmiş olması şarttır ve eğitimde düzen ve disiplin<br />

başarının temelidir.<br />

O, düzen ve disiplinin eskisi gibi dayağa, baskıya değil, sevgiye<br />

ve özgürlüğe dayandırılmasını ister. Çocukların, büyüklerin yanında<br />

konuşturulmamasının çok yanlış olduğunu belirtir ve der ki:<br />

“Tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya düşündüklerini,<br />

duygularını olduğu gibi ifade etmeye teşvik etmelidir. Böylece,<br />

hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı<br />

ve riyakâr olmalarının önüne geçilmiş olur. Kısacası çocuklarımızı<br />

artık, düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını<br />

savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimî düşünce-


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 789<br />

lerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz<br />

yüreklerinde, yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya,<br />

iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıdır.<br />

Bence bunlar, çocuk eğitiminde, ana kucağından en yüksek eğitim<br />

ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulucak önemli<br />

noktalardır. Ancak bu suretledir ki, çocuklarımız memlekete yararlı<br />

birer vatandaş ve mükemmel birer insan olurlar. ”<br />

O, çocuklarımıza ideal (ülkü) aşılanmasını ve onların çalışkan<br />

olmalarını istemiştir:<br />

“Hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye ihtiyacımız<br />

vardır: Çalışkan olmak. Toplumsal hastalıklarımızı incelersek temel<br />

olarak bundan başka, bundan önemli bir hastalık keşfedemeyiz;<br />

hastalık budur. O halde ilk işimiz bu hastalığı esaslı surette tedavi<br />

etmek, milleti çalışkan yapmaktır. Zenginlik ve onun doğal sonucu<br />

olan refah ve mutluluk yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.”<br />

(Ocak 1923’te gazetecilere yaptığı konuşma)<br />

“Gelecek için hazırlanan vatan evlâdına, hiçbir güçlük karşısında<br />

baş eğmeyerek tam sabır ve dayanma ile çalışmalarını ve<br />

öğrenimdeki çocuklarımızın anne ve babalarına da yavrularının öğrenimlerinin<br />

tamamlanması için her fedâkârlığı göze almaktan çekinmemelerini<br />

tavsiye ederim.”<br />

9. Toplumun bilgisizlikten kurtarılması, kültür düzeyinin<br />

yükseltilmesi, topluma vatandaşlık eğitimi verilmesi<br />

“Bu memlekette eskiden beri bilgisizlik devam ediyor. Eski idareler,<br />

bu bilgisiz liği sürdürmeyi kendi devamları için gerekli görüyorlardı.<br />

Bu memlekette cehaleti süratle ortadan kaldırmak lazımdır.<br />

Başka kurtuluş yolu yoktur.”<br />

“Milleti yüzyıllarca başkalarının hırs ve faydalanma aracı kılan<br />

en büyük düşmanı bilgisizliktir. Milleti yüzyıllarca kendi benliğine<br />

sahip yapmayan, milleti yüzyıllarca kendi hakkında ihtiyatsız bulunduran<br />

hep bu bilgisizliktir. Hükümdarların, şunun bunun milleti<br />

esir gibi, köle gibi kullanmaları, bütün vatanı kendi öz arazileri gibi<br />

saymaları hep milletin bu bilgisizliğinden yararlanmak sayesinde<br />

idi. Gerçek kurtuluşu istiyorsak, her şeyden önce, bütün kuvvetimiz,


790<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

bütün süratimizle bu bilgisizliği yok etmeye mecburuz. Burada bilgisizliği<br />

yalnız okuyup yazmak manasına almıyoruz...”<br />

“Biz cahil dediğimiz vakit mutlaka mektepte okumamış olanları<br />

kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş<br />

olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden<br />

de gerçeği gören hakikî âlimler çıkar.”<br />

“Bu memleketin asıl sahibi ve toplumumuzun esas unsuru köylüdür,<br />

işte bu köylüdür ki bugüne kadar bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır.”<br />

Eğitim toplumu cehaletten kurtarmalı, onun bilgi ve ahlâk düzeyini<br />

yükseltmeli, kabiliyetlerini ortaya çıkarıp geliştirmelidir<br />

<strong>Atatürk</strong>, toplumumuzun bilgisizliğini, felaketlerimizin en önemli<br />

nedenleri arasında gördüğünden, bilgisizliğin süratle ortadan kaldırılması<br />

gerektiğini her za man ifade etmiştir. Başlıca istekleri ve<br />

gösterdiği hedefler şöyledir:<br />

“Milletimizin saf karakteri kabiliyetlerle doludur. Ancak bu doğal<br />

kabiliyeti geliştirebilecek yöntemlerle donatılmış vatandaşlar<br />

lazımdır. Bu görev de siz öğretmenlere düşüyor.” (15.7.1921’de Maarif<br />

Kongresini açarken)<br />

“Tüm köylülere, okumak, yazmak, vatanını, milletini, dinini,<br />

dünyasını tanıtacak kadar coğrafî, tarihî, dini ve ahlâkî bilgiler vermek<br />

ve âmal-ı erbaayı (dört işlemi) öğretmek eğitim programımızın<br />

ilk hedefidir. Bu hedefe varmak, eğitim tarihimizde kutsal bir aşama<br />

teşkil edecektir.” (1.3.1922’de TBMM üçüncü toplanma yılını açarken).<br />

Millî ahlâkımız, medenî esaslarla ve hür fikirlerle geliştirilip<br />

güçlendirilmelidir.” (25.8.1924’te Muallimler Birliği Kongresi üyelerine<br />

seslenişi)<br />

“Aydınları halk seviyesine indirmekten ziyade, bütün halkı eğitimde<br />

aydın olarak yetiştirmek gerekir.”<br />

<strong>Atatürk</strong> Türk kadını ve annenin eğitiminin de önemle ele alınmasını<br />

istemiştir.<br />

III. <strong>Atatürk</strong>’ten Günümüze O’nun Eğitim Reformunun<br />

Uygulanması<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün eğitim reformu O’nun döneminde başarıyla uygu-


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 791<br />

lanmış, fakat 1950’lerden itibaren çeşitli biçimlerde zedelenmeye<br />

başlamıştır. Biz bu eğitim reformunun bazı unsurlarının uygulanmasına<br />

değineceğiz:<br />

1., 2., 3., unsurlar: Öğretimin birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat),<br />

eğitimin millî olması, eğitimin bilimsel ve laik olması.<br />

Bu çok önemli unsurlar giderek yıpratılmaya çalışılmaktadır.<br />

Özellikle Tevhid-i Tedrisat uygulaması, her nekadar toplum tarafından<br />

özümsenmiş ve benimsenmişse de, zaman zaman tehlikelerle<br />

karşılaşmıştır. 3 Mart 1924’te ilgili kanunun çıkmasından hemen<br />

sonra Nisan 1924’te yayınlanan Resimli Ay dergisinde M. Zekeriya<br />

imzası ile ve “Inkılapları yapmak kolay, korumak güçtür” başlığı altında<br />

yapılan şu değerlendirme önemlidir:<br />

“Unutmamalıdır ki halk her yerde gelenek ve âdetlerine bağlı bir<br />

kitledir. Az çok okumuş kimseler bile yerleşmiş geleneklerin tutsaklığından<br />

kurtulmakta güçlük çekerler. Böyle âni hamlelerin (3 Mart<br />

1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve öteki devrim kanunları) verdiği<br />

heyecanla Inkılap halkı arkasından sürükler. Fakat bu serhoşluk devri<br />

geçince, eski geleneklerin sarsılmış ve yıkılmış olmasından oluşan<br />

boşluk halkın ruhunda bir tereddüt ve endişe uyandırır. Muhalefet ve<br />

irtica oradan başlar. ”<br />

Tevhid-i Tedrisat ve Laiklik İnkılâbına yönelen tehlikeler hiçbir<br />

zaman geniş kitlelerden gelmemiş, bazı hükûmetlerin ve politikacıların<br />

kendi çıkarları için dini siyasete âlet etmelerinden ortaya çıkmıştır.<br />

Çok yeni olarak, 12 Nisan 2006’da, Cumhurbaşkanı Ahmet<br />

Necdet Sezer’in Harp Akademileri Konferası’nda yaptığı konuşmada<br />

aşağıdaki kısımlar da yer almıştır:<br />

“İrtica siyasete, eğitime ve Devlete sızmaya çalışmakta, Cumhuriyetin<br />

temel niteliklerine yönelik, başta millîyetçilik ve laiklik gibi<br />

toplumun büyük kesimlerince özümsenmiş değerlerin yıpratılmasına<br />

yönelik etkinlikleri sistemli biçimde uygulamaktadır.”<br />

“Gerici girişimlere karşı, Anayasa ve demokratik hukuk düzeni<br />

çerçevesinde, Devletin tüm kurum ve kuruluşları ile sivil toplum<br />

kuruluşları tarafından, anayasal düzenin temelini oluşturan laikliğin<br />

korunması, dinin siyasal amaçlarla kullanılmasının önlenmesi,


792<br />

YAHYA AKYÜZ<br />

ulusal eğitimin bu tür hareketlerin etkisinden kurtarılması ve toplumumuzun<br />

gericiliğe karış bilinçlendirilmesi amacıyla topyekun bir<br />

savaşım verilmektedir.”<br />

4. unsur: Yazı, Dil ve Tarih Inkılapları<br />

Özellikle Dil inkılâbı gittikçe zedelenmektedir. Günümüzde<br />

Üniversite öğrenim üyelerinin yalnızca yabancı dille ve yabancı<br />

dergilerde yapacakları yayınların “bilimsel” kabul edilmesi, yabancı<br />

dille öğretim, Tanzimat’tan beri bilim dili olarak gelişmekte olan<br />

Türkçe’nin bu gelişmesine darbe vurmaktadır. Zaten en az elli yıldan<br />

beri birçok aydın ve yazarımızın Türkçe’nin korunup gelişmesine ve<br />

güzel kullanılmasına ilişkin yeterli bilinçlenmesi yoktur. Bilinçsiz<br />

aydın ve yazarların etkisiyle Türkçe’ye gereksiz yere sokulan İngilizce<br />

kelimeler basın ve televizyonlarca tekrarlanarak okuma yazma<br />

bilmeyen insanlarımızca bile öğrenilip kullanılmaktadır. Başka deyişle,<br />

Türkçe ve Dil İnkılâbı önemli tehlikeler karşısındadır.<br />

5.ve 6. unsurlar : Millî Eğitim Bakanlığının önemi, öğretmenin<br />

saygınlığı, görevleri ve önemi<br />

Millî Eğitim Bakanlığı, hükûmetlerin politikalarına bağlı kalarak<br />

programları ve uygulamaları değiştirmekte, millî ve istikrarlı bir<br />

eğitim politikası izlememektedir.<br />

Öğretmenin saygınlığına, görevlerine ve önemine gelince:<br />

Türk eğitim tarihinden çıkan değerli dersleri çok iyi öğrenip her<br />

geçen gün daha nitelikli bir öğretmen yetiştirme ve atama politikası<br />

uygulamak, öğretmenin her açıdan saygınlığını artırmak gerekirken,<br />

1970’li yıllarda onbinlerce gencin “hızlandırılmış”, “mektupla<br />

öğretmen yetiştirme” gibi yollarla yüzeysel bir eğitimden geçirilip<br />

öğretmen yapılması şaşırtıcıdır. Bu, yetkililerin iyi bir öğretmen yetiştirme<br />

ve atama planlaması yapmamalarının sonucudur. Böylece,<br />

1996’da 50 bin kadar işsiz üniversite ve yüksekokul mezununun sınav<br />

bile yapılmadan ilkokul öğretmeni olarak atanması ise akıl almaz<br />

bir uygulamadır. Sonuçta, günümüzde, ilköğretimde görev yapan<br />

öğretmenlerin geldikleri kaynakların çeşidi 433’e yükselmiştir.<br />

Oysa, 1973 tarihli Millî Eğitim Temel Kanunu, öğretmenliği “özel<br />

bir ihtisas mesleği” olarak tanımlar (md.43). “Herkesce yapılabilir”


ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI 793<br />

diye düşünülen, çok önemli öğretmenlik mesleğine, bizzat ilgili makamlarca,<br />

“özel bir ihtisas mesleği” olma niteliği kaybettirilmemiş<br />

midir?<br />

Ucuz, çabuk ve bazan da politik amaçlarla öğretmen sağlamak<br />

düşüncesi ile hareket edilmesi, öğretmenlik mesleğine zarar verdiği<br />

gibi, genel eğitimin ve öğretimin niteliğini de düşürmüştür. İhtiyaç<br />

ne kadar âcil ve büyük olursa olsun, bu niteliksiz öğretmen yetiştirilmesi<br />

ve atanmasını asla haklı göstermez. İhtiyacın âcil ve büyük<br />

olması, ancak, zamanında çok iyi ve istikralı bir yetiştirme ve istihdam<br />

planlaması yapılması ve uygulanmasını gerektirir.<br />

9.unsur: Toplumun bilgisizlikten kurtarılması, kültür düzeyinin<br />

yükseltilmesi, topluma vatandaşlık eğitimi verilmesi<br />

Günümüzde ilköğretim çağındaki tüm çocuklar, özellikle kızlar<br />

okula gidemedikleri gibi, yetişkinler, özellikle kadınlar arasında<br />

okur yazarlık tam olarak gerçekleşmemiştir. Örgün ve yaygın eğitim<br />

yoluyla insanlarımız, ülke çıkarlarının ve <strong>Atatürk</strong>’ün eğitim reformunun<br />

gereklerine tamamen uyan bir vatandaşlık eğitimi alamamaktadır.<br />

Ayrıca, “halk istiyor” gerekçesiyle düzeysiz hatta genel ahlâka<br />

aykırı, kaba sözler ve küfürlerle dolu sinema, video ve televizyon<br />

film ve programlarının yapılması, basının bazı magazin sayfaları,<br />

halkımızın kültür ve eğitim düzeyinin yükselmesine önemli bir engel<br />

teşkil etmektedir. Bu konuda <strong>Atatürk</strong>’ün şu tâlimatına uyulmaması<br />

çok üzücüdür: “Aydınları halk seviyesine indirmekten ziyade,<br />

bütün halkı eğitimde aydın olarak yetiştirmek gerekir.”


794<br />

KAYNAKÇA<br />

AKGÜN, Seçil: Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik (1924-<br />

1928), 280 s.<br />

AKYÜZ, Yahya: Türk Eğitim Tarihi (M.Ö. 1000- M.S. 2004),<br />

Ankara, 2005, 459 s. (9. Baskıdan Bazı Eklerde Tıpkı Basım).<br />

AKYÜZ, Yahya: 90. Yılında Balkan Savaşlarına İlişkin Öğretmen<br />

ve Öğrencilerimiz Neleri Bilmeli? Bilim ve Aklın Aydınlığında<br />

Eğitim, Aralık 2002, Sayı 34, s.19-24.<br />

AYBARS, Ergün: Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Ankara, 1995,<br />

677 s. (4. Baskı)<br />

ERGÜN, Mustafa: <strong>Atatürk</strong> Devri Türk Eğitimi, Ankara, 1982,<br />

203 s.<br />

İNALCIK, Halil: Büyük Devrim: Hilâfetin Kaldırılması ve Laikleşme,<br />

Doğu Batı, Mayıs, Haziran, Temmuz 1998, Sayı, 3, s.71-76.<br />

M. ZEKERİYA: Inkılapları Yapmak Kolay, Muhafaza Etmek<br />

Güçtür, Resimli Ay, Nisan 1340 (1924), No 3, s.1-2.<br />

Mustafa RAHMİ: Gazi Paşa Hazretlerinin Maarif Umdesi ve<br />

Asrî Terbiye ve Maarif, Ankara, 2004, 154 s. (Haz. Mustafa Şahin)<br />

ÖZODAŞIK, Mustafa: Yeni Nesil, Konya, 2006, 307, s. (2.Baskı).<br />

ÖZTÜRK, Cemil: Türkiye’de Dünden Bugüne Öğretmen Yetiştiren<br />

Kurumlar, İstanbul, 2005, 502 s.<br />

PALAZOĞLU, A. Bekir: <strong>Atatürk</strong>’ün Okul Gezileri, Ankara,<br />

1999, 430 s.<br />

SÖNMEZ, Cemil : <strong>Atatürk</strong>’ün Yetişmesi ve Öğretmenleri, Ankara,<br />

2004, 253 s.


MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE<br />

TÜRKİYE’NİN VE ATATÜRK’ÜN YERİ<br />

Prof.Dr.Mustafa ERGÜN*<br />

Özet<br />

Tebliğ, dünyada son üç-dört yüzyıldan beri devam eden modernleşme<br />

hareketleri içinde Türkiye’nin gerek kronolojik gerekse<br />

nitelik olarak yerini belirlemek ve bu Türk yenileşmesi içinde de<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yerini ve rolünü ortaya koymayı amaçlamaktadır.<br />

Son yüzyıllarda ortaya çıkan ve hâlâ hızından bir şey kaybetmemiş<br />

olan modernleşme hareketleri bilim ve teknolojide, sanayileşme<br />

ve yeni ekonomik düzen alanında, demokratik hayatın geliştirilmesi<br />

ve yaygınlaştırılması alanında, askerî sistemlerde, eğitim sistemlerinde,<br />

hukuk düzeninde ve toplumsal hayatın hemen her alanında<br />

meydana gelmektedir. Bu gelişmeler önce İngiltere’de başlamış,<br />

oradan Hollanda, Belçika, Fransa kanalıyla kıt’a Avrupasına girmiş<br />

ve Almanya, Rusya, Polonya, Balkan ülkeleri ve Türkiye’ye doğru<br />

bir yayılma göstermiştir. Gelişme hareketleri öte yandan Japonya,<br />

Kore, Malezya, Singapur, Çin, Hindistan yoluyla doğudan batıya<br />

doğru da gelişmeye başlamıştır.<br />

Osmanlı Devleti bu değişimlerin farkına çabuk varmış ama çeşitli<br />

nedenlerle değişime tereddütlü başlamıştır. Her şeye rağmen<br />

Batılılaşmada devlet kararlı bir yol tutmuş, topraklarının önemli bir<br />

kısmını koruyamamış ise bile, çok sağlam tecrübeler geçirdiği için<br />

temelleri çok sağlam olan bir devlet kurmuştur.<br />

Osmanlının başlattığı Batılılaşma hareketi, <strong>Atatürk</strong> tarafından<br />

* Afyon Kocatepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi


796 MUSTAFA ERGÜN<br />

siyasi alanda parlamenter bir cumhuriyete, hukuk sistemi tamamen<br />

çağdaş hukuka kavuşmuş, eğitim sistemi laik ve bilimsel temelde<br />

tam “rayına oturtulmuş”tur. Ayrıca kurulan devletin sınırları içindeki<br />

bütün insanları çağdaş laik “Türk” kültürü içinde birleştirmek<br />

için büyük çaba harcanmış, halka kuvvetli bir özgüven aşılanmış ve<br />

hiçbir zaman eskimeyecek “millete ait bir egemenlik” ve “çağdaş<br />

uygarlık düzeyinin üzerinde olmak” gibi idealler ortaya konmuştur.<br />

Batılılaşmada dil, din ve diğer kültürel unsurların tamamen değiştirildiği<br />

bir sömürge batılılaşması izlenmemiş; Çin ve Japonya<br />

gibi kapılarını uzun süre Batılılara kapatarak olayı görmezden de<br />

gelmemiş, onlarla savaş ve barış içinde bazen uzlaşarak bazen dövüşerek<br />

kendi kültürel değerlerine bağlı, kararlarını bağımsız olarak<br />

kendi veren sağlam bir gelişme yolu izlemiştir. Bugün bile izlediğimiz<br />

bu politikada, <strong>Atatürk</strong>’ün büyük rolü vardır.<br />

Giriş<br />

Oswald Spengler dünya tarihine yön vermiş sekiz büyük kültür<br />

arasında Türk kültürünü saymaz. Arnold Toynbee de tarihe damgasını<br />

basmış yirmi küsur temel kültür arasına Türk kültürünü koymaz.<br />

Bu değerlendirmeler uzun uzun tartışılıp karşı tezler üretilebilir; bu<br />

tarihçilerin görevidir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, Türk kültürü<br />

tarihin her döneminde dünyanın en güçlü kültürleriyle yanyana, her<br />

zaman mücâdele halinde yaşamıştır. Dünyanın en güçlü kültürünün<br />

Çin kültürü olduğu zaman onlarla yanyana zorlu bir mücâdele yapmıştır.<br />

İran-Turan mücaleleleri yüzyıllar boyu sürmüştür. Hint kültürünün<br />

tüm Asyaya yayılma döneminde biz hemen karşılarında idik.<br />

Tüm ortadoğuyu, kuzey Afrika’yı ve İran’ı bir hamlede ele geçiren<br />

Arap ordularıyla Orta Asya’da 250 yıl boyunca mücâdele eden de<br />

Türklerdir. İran ve Arap süzgecinden geçtikten sonra Anadolu’da o<br />

zamanın en güçlü devlet ve kültürlerinden olan Bizans ile mücâdele<br />

edip onu ele geçiren, ve daha sonraki yüzyıllarda hem Avrupa devletleriyle<br />

hem Rusya ile uzun bir mücâdeleye giren devlet de bu devlettir.<br />

Tarihin garip cilvesine bakın ki, şimdi de dünyanın en baskın<br />

kültür ve devleti olan Amerika ile yan yana gelip yaşamaya çalışan<br />

devlet de Türk devletidir.<br />

Bu zor hayat bize devlet kurma, çok değişik kültürlerle bir arada<br />

barış içinde yaşama, bağnaz olmama ve değişikliklere çabuk intibak


MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE<br />

ATATÜRK’ÜN YERİ<br />

etme becerisi kazandırmıştır. Türk kültürü çok değişik kültürlerle bir<br />

arada yaşayıp mücâdele ede ede çeliklenmiştir. Bizim kültürümüz<br />

kabileciliğin ve coğrafyanın bir kültür üzerinde tutabileceği tortulardan<br />

temizlenmiştir. Dolayısıyla her türlü değişiklik karşısında özünü<br />

bozmadan çok çabuk ve doğru intibak eden bir kültür haline gelmiştir.<br />

Son bin yıl içinde müslüman olup bu kültürü iyice içine sindiren<br />

Türk kültürü, son 250-300 yıldan beri de yan yana yaşadığı ve<br />

bütün dünyaya egemen olmuş bulunan modern Batı kültürel değerlerini<br />

kazanmaya çalışmaktadır. Türklerin kendi kültürel değerlerinden<br />

vaz geçmeden müslüman olmaları nasıl yüzyıllar boyu sürmüş<br />

ise, gene kendi kültürel değerlerini bırakmadan modern, demokratik,<br />

laik ve gelişmiş bir devlet olmaları uzun sürmektedir.<br />

Bu tebliğde, Türk devleti ve kültürünün bu son değişim süreci<br />

analiz edilmeye çalışılacaktır.<br />

Modern gelişimin değişik yönleri<br />

Avrupa’yı sofu bir Hıristiyan kültürü olmaktan çıkarıp bugünkü<br />

güçlü konumuna getiren faktörler nelerdir?<br />

Avrupa’da modernleşmenin temelleri, 1200’lerden itibaren<br />

önemli ölçüde nüfus artması, büyük şehirlerin ortaya çıkması, üretim<br />

ve tüketimin sürekli büyümesiyle atılmaya başlamıştır. 1500’lü<br />

yıllardan itibaren insan düşüncesinde büyük bir devrim ortaya çıkmaya<br />

başlamış ve 1660’lara gelindiğinde modern bilimin temelleri<br />

atılmıştır. Artık ondan sonraki dönemlerde, bilimsel bilgilerin pratik<br />

gayelerle uygulamaya konulmasından sonra Avrupa’da bir sanayi<br />

devrimi ortaya çıkmaya başlamıştır.<br />

Bu yüzyıllarda Avrupa kültürü ve yönetim biçimleri laikleşmiş<br />

(Avrupa’da hukuk daha 1700’lerde laikleşmişti) ve rasyonelleşmiş,<br />

sanayi devrimleri ve eğitimin yaygınlaşması ile bu durum toplumun<br />

bütün kesimlerine iyice yayılmıştır. Bilim ve teknik arasındaki bağlantı<br />

19. yüzyılda daha da kuvvetlenmiş, her ikisi de birbirlerinin<br />

gelişmelerini hızlandırmışlardır. Öyle ki, bilim ve teknik Batı uygarlığının<br />

yeni dini veya ideolojisi haline gelmiştir.<br />

Sanayi devrimi ve onun arkasından gelen yeni ekonomik<br />

797


798<br />

MUSTAFA ERGÜN<br />

(üretim)-ticari sistem, reklam, pazarlama, tarımda makinalaşma, yeni<br />

enerji kaynakları, yollar (demiryolu, suyolu, havayolu) gibi faktörler<br />

Avrupa’da değişimin ana motoru olmuştur. 1760’larda İngiltere’de<br />

başlayan üretimde makinalaşma 1780’li yıllarda bir sanayi devrimi<br />

haline gelmiş ve bu 1815’ten sonra da kıt’a Avrupasına yayılmaya<br />

başlamıştır.<br />

Ülke Değişmenin başlaması Sanayiin olgunlaşması<br />

İngiltere 1783-1802 1850<br />

Fransa 1830-1860 1910<br />

Amerika 1843-1860 1900<br />

Almanya 1850-1873 1910<br />

Japonya 1878-1900 1940<br />

Rusya 1890-1914 1950<br />

Bugün Batı, bir sanayi medeniyetidir. Sanayileşme içinde ortaya<br />

çıkan kapitalist sistem, ekonomi üzerine dayalı bir toplum yapısı<br />

kurmuştur.<br />

Batıda sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan bir başka gelişme ise<br />

siyasi gelişmeler ve demokratik hayatın kurulmasıdır. Burada devlet<br />

yönetim sistemi değişmiş, vatandaşlık kavramı ortaya çıkmış; insan<br />

hakları, kadın hakları gibi alanlarda önemli gelişmeler olmuş, yönetim<br />

bireysel olmaktan çıkmış ve kurumsallaşmış, devlet ve toplum<br />

yönetiminde yeni kurumlar ortaya çıkmıştır. Sanayileşme hareketiyle<br />

birlikte, ama sanayileşme hareketi İngiltere’de başlarken bu kez<br />

Fransa’da, siyasi değişiklikler görülmeye başlamıştır. Anayasa, cumhuriyet,<br />

insan hakları, dinin yönetim dışına çıkarılması, millîyetçilik,<br />

devletin parlamento ve ona bağlı hükûmetler aracılığıyla yönetilmesi,<br />

yönetimin bakanlıklar tarzında teşkilâtlanması ve yönetim bürokrasisinin<br />

ortaya çıkması gibi gelişmeler olmuştur. Fransa’da hürriyet<br />

ve eşitlik temelinde başlayan siyasi devrim (1789-1791), Amerikan<br />

siyasi devrimi ile aynı zaman diliminde (1775-1789) meydana gelmiştir.<br />

Ama Fransız devrimi bir domino taşı gibi Belçika’nın bağımsızlığını,<br />

Polonya’nın ortaya çıkışı, Almanya ve İtalya’nın ulusal<br />

birliklerini sağlaması, Rusya’nın sanayide ve bilimde yeni bir güç<br />

olarak ortaya çıkışı gibi sonuçlar ortaya çıkarmıştır.<br />

Sanayileşme ve geleneksel yönetim biçiminin değişmesi, kili-


MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE<br />

ATATÜRK’ÜN YERİ<br />

senin gücünün iyice zayıflaması, aristokrat sınıfların yoksullaşması,<br />

kapital sahiplerinin giderek zenginleşmesi, kırsaldan kentlere göç ve<br />

orada bir işçi sınıfının doğması, köylerin şehirleşmesi, hayat standartlarının<br />

yükselmesi gibi birçok toplumsal değişiklikler meydana<br />

geldi.<br />

Bilim ve teknolojideki gelişme, bir kültür devrimi de başlattı.<br />

Rasyonalist aydınlanma felsefesi, pozitif bilimlerin gelişmesi için<br />

uygun bir zihinsel ortam hazırladı. Bilimsel gelişmeler hem teknoloji<br />

olarak sanayi alanında uygulandı hem de okullar vasıtasıyla geniş<br />

kitlelere yaygınlaştırıldı.<br />

Bu arada eğitim sistemlerinde önemli gelişmeler oldu. Avrupa<br />

ülkeleri, Amerika ve Rusya sürekli olarak birbirlerinin eğitim sistemlerini<br />

incelediler ve güçlü taraflarını hemen kendi memleketlerine<br />

aktardılar. Devlet birçok kamu alanlarını olduğu gibi, eğitimi<br />

de kontrol altına aldı. Bütün ülkelerde eğitim bakanlıkları kuruldu.<br />

Devletler bütün vatandaşların çocuklarına zorunlu eğitim vermeye<br />

başladı. Bu bir taraftan ulusal birliklerin güçlenmesini, demokrasinin<br />

ilerlemesini, öte yandan da bilim ve sanayiin ihtiyacı olan zeki<br />

ve yetenekli çocukların daha geniş bir havuzdan seçilmesini sağladı.<br />

Modernleşme döneminde hukuk sisteminde de önemli değişiklikler<br />

oldu. Din bu alandan da çıkartıldı ve sosyal uzlaşı ve akıl temelinde<br />

bir hukuk sistemi ortaya kondu. Hukuk, laiklikle beraber<br />

devletlerin ana özelliklerinden biri haline geldi. İnsanların eşitliği,<br />

vatandaşlık, içinde yaşanılan şartlar, sosyal anlaşma ve akıl temeline<br />

dayalı Batı hukuku bütün modern ülkelerde aynı prensiplere sahip<br />

olduğu gibi, birçok alanda uluslararası kontrol mekanizmaları da<br />

oluşturmuştur.<br />

Modernleşmenin ülkeler arasında gelişmesini en çok etkileyen<br />

faktörlerin başında askerî alandaki gelişmeler gelmektedir. Çünkü<br />

modern ülkeler yüksek bir askerî güce ulaşarak, hem dünya üzerinde<br />

sömürgeler oluşturmuşlar hem de çevre ülkeleri ele geçirerek kendi<br />

topraklarını ve egemenliklerini genişletmişlerdir. Dolayısıyla birçok<br />

ülke modernleşmeye askerî alandan başlamış ve kurulan yeni ve modern<br />

askerî güçler yeni toplumun ve devletin şekillenmesinde ana<br />

rolü oynamışlardır.<br />

Avrupa’da kültürel ve entellektüel hâkimiyet uzun süre, hattâ<br />

799


800<br />

MUSTAFA ERGÜN<br />

Rönesans döneminde bile İtalya’da kalmış, daha sonra bu kültür<br />

mirasını Fransa devralmıştır. O zaman, Roma’nın yerini Paris,<br />

Lâtincenin yerini Fransızca almıştır. 17. yüzyılın ortalarından itibaren<br />

Avrupa’nın kültürel üstünlüğü İngiltere’ye geçmiş; buradaki<br />

ferdiyetçilik ve hür düşünce bilimsel gelişmeleri hızlandırmış; ışık<br />

artık kuzeyden gelmeye başlamıştır. “İngiltere Avrupa’yı, Avrupa<br />

bütün dünyayı öğretmiştir.” 1700’lerden itibaren sanat ve edebiyat<br />

alanında bile İngilizler öne geçmiş, Fransızcanın yerini bu kez İngilizce<br />

almıştır. İngiltere’nin kıt’a Avrupasına en iyi yansıdığı yer, her<br />

türlü özgürlüğün yaşandığı Hollanda olmuştur ve burası Rusya’nın<br />

Batılılaşması çabalarında kaynak ülke haline gelmiştir. 18. yüzyılda<br />

İngiliz dinamizmi tekrar kıt’a Avrupasına Almanya kanalıyla girmeye<br />

başlamış ve buradan dalga dalga doğuya doğru yayılmıştır.<br />

Türk modernleşmesi<br />

Ülkelerin ve devletlerin moderleşmesinde birbirine benzer yollar<br />

izledikleri görülmektedir. Önce başka ülkelerdeki ilerlemenin<br />

farkına varılmaktadır. Bu bazen yavaş ama bazen de bir şok safhası<br />

şeklinde olmaktadır. Daha sonra farklılığın boyutları algılanmaya ve<br />

analiz edilmeye çalışılmaktadır. Daha sonra hangi alanlarda değişiklikler<br />

yapılacağı kararlaştırılmakta ve önce bir taklit başlamaktadır.<br />

Osmanlı Batı ile sürekli savaş ve barış durumunda yaşadığından,<br />

Batıda olup bitenlerin farkına varmaması imkansız idi. Daha<br />

1700’lerin başında Avrupa ile daimi elçilik şeklinde siyasi ilişkiler<br />

kuruldu. Daha sonra Avrupa’dan devlet sistemini hemen her alanda<br />

değiştirmek için değişik zamanlarda yüzlerce uzman getirtildi.<br />

1827’den itibaren aynı zamanda Avrupa’ya öğrenciler gönderilerek<br />

değişimin öz kaynakları yetiştirilmeye çalışıldı. Bu hareketlerle eşzamanlı<br />

olarak Türkiye’de Batı modelinde bir eğitim sistemi kurulmaya<br />

ve okullar açılmaya başlandı. Bütün modernleşmekte olan ülkelerin<br />

yaptıkları da bu idi.<br />

Türk modernleşmesini daha iyi anlayabilmek için, Rusya ve Japonya<br />

örneklerine biraz daha yakından bakmakta yarar vardır:<br />

Batı, Batılılaşma öncesi dönemdeki Rus ordularını hep yendi,<br />

Osmanlıda ise durum neredeyse tersi idi. Rusya, Batı karşısında<br />

kendini hiçbir zaman çok güçlü görmedi, üstünlük duygusuna ka-


MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE<br />

ATATÜRK’ÜN YERİ<br />

pılmadı; Batı uygarlığını Türklerden daha kolay kabul etti ve kendi<br />

sistemine daha hızlı uyguladı. Rusya “gönüllü Batılılaşma” denebilecek<br />

bir yol izledi. Osmanlınmki ise biraz zorunlu ve gönülsüz oldu.<br />

Rusya, sivil ve askerî Batılılaşmayı paralel götürürken, Osmanlı bu<br />

paralelliği sağlayamadı (ve hâlâ da sağlanamadı).<br />

Japonlar Batılılaşmaya sanayileşme ile başladılar. Sanayileşmenin<br />

nüfus, teknik ve bilimsel bilgi, yönetimsel istikrar gibi unsurları<br />

-Osmanlıda henüz oluşmamışken- burada oluşmuştu. Türkiye<br />

ile Japonya arasındaki farkları karşılıklı iki sütunda görmek yararlı<br />

olacaktır.<br />

Osmanlı (Türkiye) Japonya<br />

Batı ile hep iç ice ve savaş halinde yaşamıştır.<br />

Coğrafyalar bitişik<br />

Bütün kültürlerle hep iç içe ve yanyana.<br />

Bazı kültürleri sentezleyecek vakti<br />

olmamış.<br />

Üç kıtada devlet kurmuş ve yönetmiş,<br />

çok geniş topraklarda birçok milleti,<br />

dini, dili, ırkı vs. birleştirmiş.<br />

Birçok devlet kuruluyor ve yıkılıyor.<br />

Bazen devlet-millet kavgası oluyor.<br />

Savaşlar, toprak kayıpları, göçler...<br />

Batılılaşmada Fransa örneği ile başlandı.<br />

Fransız ihtilâli etkisiyle hep rejim<br />

ve politika, ideoloji tartışıldı. Bilim ve<br />

teknik yerine kültür ve rejim alındı.<br />

Tartışmalar genelde devletin yönetim<br />

biçimi üzerinde oldu, merkezî otorite<br />

giderek sarsıldı. Devlet-halk-ordu ve<br />

bürokrasi arasındaki güven ve saygı<br />

kayboldu.<br />

Batıya az öğrenci gönderildi ve onların<br />

izlemesini iyi yapılamadı.<br />

Batılı uzmanlar iyi seçilemedi; oradan<br />

kaçan aristokratlar ve Avrupalıların<br />

kendi gönderdiği az sayıda uzman kişi<br />

ile çalışıldı.<br />

801<br />

Batıdan coğrafî olarak uzak; istediği<br />

zaman ilişkileri kesebiliyor.<br />

Dünyadan izole, kendi adalarında birlik,<br />

ahlâk ve disiplin içinde yaşıyor.<br />

Hem Çin hem de Batı kültürlerini<br />

özümsemiş.<br />

Devamlı iç savaşlar olmakla beraber<br />

homojen bir millet<br />

2660 yıldan beri bir devlet; millî yapıdaki<br />

devlet millet ile bütünleşmiş. Batılılaşma<br />

döneminde uzun istikrar var.<br />

Tokugava zamanındaki Fransa örneği<br />

hemen bırakılarak Alman yönetim<br />

sistemi ve İngiliz sanayileşmesi örnek<br />

alındı. Rejim tartışmaları yapmadılar.<br />

Devletin yönetim biçimi ve imparatorun<br />

yetkileri üzerinde tartışma yapılmadı.<br />

Halk ile devlet organları arasında<br />

hep saygı ve güven esas oldu.<br />

Öğrenciler iyi seçildi, bilim ve teknoloji<br />

eğitimi için gönderildi ve izlendi.<br />

Batının en iyi uzmanlarını seçip iyi<br />

para vererek getirdiler. Kısa zamanda<br />

çok sayıda uzman desteğiyle çalıştılar.


802<br />

Batı Türkleri sevemedi, Türkler de<br />

Batıyı; ilişkiler hibir zaman samimi<br />

olmadı.<br />

Batılılaşmaya karşı çıkanlarla savunanlar<br />

200 yılı aşkın zamandır hep<br />

çatışıyor, devlet her zaman net tavır<br />

koyamıyor.<br />

Batılılaşmaya başladığında Osmanlı<br />

duraklama devrini bitirmiş ve çöküş<br />

dönemi psikolojisine girmişti.<br />

MUSTAFA ERGÜN<br />

Avrupalılar samimi ve dürüst davrandılar.<br />

İlişkiler güven havası içinde kuruldu.<br />

Batılılaşmaya karşı bir grup yok, sanayileşme<br />

ve yenileşmelerde hep kararlı<br />

bir politika izlendi.<br />

Sanayileşmeye başladığında Japonya<br />

yeni bir yükselme devrine başlamıştı.<br />

Osmanlı modernleşmesi önce askerî alanda başlamış, Batı tipi<br />

askerî birlikler teşkil edilmiş, eğitim yenilenmiş, askerî teknoloji<br />

modernleştirilmiştir. Japonya’da modernleşmeye karşı çıkan samurayların<br />

ortadan kaldırılması gibi, Osmanlıda da modernleşmenin<br />

önündeki en büyük engel olan Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılmıştır.<br />

Osmanlı sanayileşmeyi gerçekleştiremedi. Japonlarla aynı tarihte<br />

kurulan fabrikalara, memleketin birçok yerinde kurulan Sanayi<br />

mekteplerine, Teşvik-i Sanayi Kanunlarına rağmen gerçekleştiremedi.<br />

Bunun değişik faktörleri sayılabilir: yeterli nüfusun ve ihtiyacın<br />

olmaması, tüketici sınıfın oluşmaması, Avrupa’nın sanayi üretiminin<br />

ülkeye hızlı ve çok girişi, eğitim ve teknoloji desteğinin, sermayenin<br />

olmaması gibi... Türkiye’deki gerek siyasal gerekse kültürel gelişmeler<br />

de, bu gelişmeleri zorlayacak ana motor olan sanayileşme<br />

olmadan yapıldı.<br />

Dolayısıyla çoğu zaman devlet zorlaması ve üst tabaka devrimleri<br />

olarak. Şekilsel değişiklikler yapıldı ama zihniyet değişikliği olmadı.<br />

Haklar verildi ama kullanılamadı.<br />

Sanayileşme bizim topluma o zaman doğrudan etki etmedi, Avrupa<br />

toplumuna yaptığı etkilerin sadece kültürel ve siyasi boyutları<br />

geldi; millîyetçilik yayıldı, etnik millîyetçilik Osmanlıyı parçaladı;<br />

Türk burjuvazisi doğdu, değerler değişti ama değişiklikler kalıcı olarak<br />

yerleştirilemedi. Gerek Osmanlılar gerekse Cumhuriyet zamanında<br />

bazı sosyal değişiklikler yukarıdan aşağıya, “halka rağmen”,<br />

zorunlu kültür değişmesi tarzında olmuştur.<br />

20.yüzyılda yeni Türk toplumunun nasıl şekilleneceği üzerindeki<br />

tartışmalar Osmanlılar zamanında başlamış ve İttihat ve Terakki<br />

ideologları tarafından “Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak”


MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE<br />

ATATÜRK’ÜN YERİ<br />

şeklinde bir senteze kavuşturulmuştu. Cumhuriyet bu formülün çağdaşlaşmak<br />

ve Türkleşmek faktörlerini değerlendirdi ve başlangıçta<br />

(bu ikisi ile çelişen ve onların gelişimine engel olan) üçüncü faktörü<br />

kontrol altında tutmaya başladı. 21.yüzyılda bu üçüncü faktörün<br />

diğerleriyle dengeli olarak işleme sokulup sokulamayacağını göreceğiz.<br />

Öte yandan Cumhuriyetin Türkleşmek ilkesinin Anadolu’da<br />

yaşayan halkları bir Türk kültürü içinde kaynaştırmak mı, yoksa<br />

kökleri Orta Asya’ya giden Türk ulusları temeline dayalı bir kimlik<br />

oluşturmak mı olduğuna daha net karar verilebilmiş değildir. Bu<br />

tereddüt baştan beri vardı, hâlâ da vardır. Ama Türkiye’nin ulus temelli<br />

bir devlet olarak kurulması Osmanlının her türlü halkı yöneten<br />

imparatorluk felsefesinden ve tüm uluslardan insanları “ümmet”<br />

felsefesinde toplamak isteyen islami politikalardan uzaklaşmasına<br />

neden olmuştur.<br />

Osmanlı Devleti, örgüt olarak mükemmel bir kuruluş idi. Ama<br />

gene de ortaçağ ölçeğinde bir örgüt idi. Padişah, vezirler, halkların<br />

gevşek kontrolü ve sınırlı miktarda devlet hizmeti. Oysa modern<br />

devletler halkı sadece itaat eden değil birçok devlet hizmetlerine ve<br />

yönetimine katılan bir vatandaş olarak alıyor; devlet hizmetlerini<br />

de gerek bürokratik ağı gerekse hizmet birimleriyle birçok alanlara<br />

yaygınlaştırıyordu. Osmanlı da 19.yüzyıl ortalarından itibaren Batı<br />

tipi bir devlet örgütlenmesine geçti. Bu devlet bürokrasisini kurma<br />

ve bürolara kaliteli memur yetiştirmek için Batı tipi okulları tüm çeşitliliği<br />

ile kurmaya başladı.<br />

Bir taraftan modern bir devlet bürokrasisi ve ordu oluşturulurken,<br />

diğer taraftan da devletin siyasi yapısı üzerinde tartışmalar yapan<br />

gruplar oluşturulmaya başlandı. 19.yüzyılın ikinci yansından<br />

itibaren “kültürel Batılılaşma” diyebileceğimiz bir akım başladı.<br />

Okullar, yabancı dil, tercümeler ve siyasi tartışmalar gibi alanlarda<br />

görülen bu hareketler, Osmanlının devlet yapısında değişiklikler talep<br />

etmeye başladı. Genç Osmanlılar (daha sonra Genç Türkler oldu),<br />

1876’da devleti meşrutiyet düzenine geçirmek islediler. Ancak bu<br />

32 yıllık bir gecikme ile uygulanmaya başlandı ama bu süre içinde<br />

ülke içinde kurulan çok sayıda Batı tipi okul ile aydın bir yönetici<br />

ve bürokrat takımı yetiştirilmiş idi. 20.yüzyıl başlarına gelindiğinde<br />

Türkiye’de siyasi partiler ortaya çıkmaya başladı. Osmanlının son<br />

803


804<br />

MUSTAFA ERGÜN<br />

döneminde padişahlık kurumu iyice zayıfladı ve devlet yönetimi siyasi<br />

partilerin eline geçti. Öyle ki, yeni kurulan Türk devletinin bir<br />

cumhuriyet olarak kurulması ve siyasi partilerin egemen olduğu bir<br />

yönetim tipine geçmesi çok zor olmamıştır.<br />

Osmanlı’da bütün halkın eşit vatandaş olarak kabul edilmesi ve<br />

hepsinin yasalar önünde eşit sayılması Tanzimat döneminde başladı.<br />

Ama Cumhuriyet’e kadar hem İslam hukuku geçerli oldu hem de<br />

Batı hukuku yerleştirilmeye çalışıldı. Bir tarafta Hukuk Mektepleri<br />

bir tarafta medreseler ve Kadı Medresesi hukukçu yetiştirmeye<br />

devam ediyordu. Türkiye 1926-1929 arasında bütün unsurlarıyla<br />

Batı hukukunu kabul etti. Bu yasalar laiklik, ulusal egemenlik, kadın<br />

hakları, siyasi katılma, düşünce ve vicdan özgürlüğü, uluslararası<br />

hukuk gibi unsurlarıyla bir bütün teşkil ediyordu. Gerçi 1876 <strong>yılında</strong>n<br />

beri Anayasa (Kanun-u Esasi) kavramına yabancı değildik ama<br />

Cumhuriyet’ten sonra zihniyet olarak da köklü ve geri dönülmez bir<br />

hukuk modernleşmesi sağladık. Türk hukuk sistemi esasen laiklik<br />

temeline kuruludur ve orada yapılacak en küçük değişiklikler bile<br />

hukuk sistemini ciddi şekilde yaralar<br />

Osmanlı her kökenden gelen vatandaşların eşitliğini Tanzimattan<br />

itibaren kabul etmişti; ama hem yasalar karşısında hem de uygulamada<br />

kadın-erkek eşitliğinin gerçek kurucusu ve uygulayıcısı<br />

Cumhuriyet olmuştur. Gene de evdeki ve sokaktaki kıyafet ile kamusal<br />

alanlardaki kıyafeti birleştirememiştir ve 21. yüzyıl Türkiye’sinde<br />

bu hala büyük bir sorun olarak durmaktadır. Dinin sosyal gücü<br />

kendini kadın kıyafetinde ve özellikle başörtüsünde göstermek istiyor<br />

gibidir. Cumhuriyet vatandaşlarını dini, etnik ve başka toplumsal<br />

biçimlerine göre ayırtetmek istemiyor; yasalar önündeki eşitliği dış<br />

görünüşte de istiyor.<br />

Türkiye Cumhuriyeti bir yandan Latin harfleri esasında bir alfabe<br />

kabul ederek, öte yandan ise dilde ve tarihte Türk kimliğinin ana<br />

unsurlarını oluşturmaya başlayarak “Türkleşmek, Çağdaşlaşmak”<br />

ilkelerini kararlı bir şekilde uygulamaya koydu. Ama gene de Camilere<br />

yeni Türk harflerini sokamadı, Kuran öğretiminde Türkçeyi ve<br />

yeni harfleri egemen kılamadı. Bugün baktığımızda Cumhuriyetin<br />

en büyük düşünce devrimi tevhid-i tedrisat, yazı devrimi ve Türk dili<br />

çalışmaları sayesinde meydana gelmiştir (ümmetten millete geçiş).<br />

Türkiye “Tevhid-i Tedrisat” kanununu çıkartarak Osmanlının<br />

kapatmaya cesaret edemediği medreseleri bir hamlede kapattı. Bu,


MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE<br />

ATATÜRK’ÜN YERİ<br />

805<br />

birçok Cumhuriyet devrimi gibi, <strong>Atatürk</strong>’ün kararlı iradesi sayesinde<br />

oldu. Osmanlılarda özellikle 2.Meşrutiyetten sonra Türk aydınlarında<br />

pozitivist felsefe egemen olmuştu. Ama <strong>Atatürk</strong>’ün bilim ve kültür<br />

üzerinde dinin baskılarını kaldırma yönünde yaptıkları ve “Hayatta<br />

en hakiki mürşit ilimdir, fendir” gibi ifadeleri, Türkiye’de laik<br />

eğitim sisteminin yerleşmesinde ve bilimsel çalışmalarda çok önemli<br />

bir rol oynamıştır. Özellikle 1933 üniversite devriminden sonra<br />

Batıda geçerli pozitif bilim anlayışının fen ve sağlık bilimlerinin<br />

yanı sıra sosyal bilimler alanında da hâkim olması için çalışılmıştır.<br />

Türkiye bir devlet olarak kurulur iken “istiklal-i tam” (tam bağımsızlık)<br />

ilkesi üzerine kurulmuştur. Uzun yüzyıllar batılı devletlerle<br />

mücâdele ede ede imparatorluk topraklarını kaybetmiş; son<br />

toprak parçasını savunurken de birçok batılı devletle mücâdele etmiştir.<br />

Türkiye Anadoluya yerleştiğinden beri, batılıdır. O zamandan<br />

beri yönü genellikle batıya dönük, yaşam alanı ve mücâdele yeri,<br />

savaşları ve barışları hep batıdadır. Son yüzyıllarda tamamen Batı<br />

uygarlığını kullanarak batı ile savaşmıştır. Bugün gerek batılı organizasyonlar<br />

(NATO, AB gibi) içindeki yeri ile batılı devletlerle<br />

ilişkilerinde hep bağımsızlık ve işbirliği ilkelerini uzlaştırmaya çalışmaktadır.<br />

Değerlendirme ve sonuç<br />

Batılılaşma döneminde Devlet bütün kurumlarıyla reorganize<br />

edilmeye çalışılmıştır. Parlamenter bir demokrasiye geçme, Bakanlıklar<br />

tarzıda örgütlenme, eğitim-sağlık-bayındırlık gibi alanlarda da<br />

devleti etkin kılma çalışmaları yapılmıştır. <strong>Atatürk</strong> zamanında devletin<br />

başındaki padişah üzerindeki tüm sıfatlarla uzaklaştırılmış ve<br />

laik bir Cumhuriyet haline getirilmiştir. Türkiye ideolojik bir devlet<br />

haline de getirilmemiştir ve bu yapısıyla günümüzün en sağlam devletlerinden<br />

birisidir. <strong>Atatürk</strong>’ün formülleştirdiği “Yurtta barış dünya<br />

barış” ilkesi ile de dünyanın bu çok karmaşık bölgesinde bize tarihimizdeki<br />

en uzun süreli barışlardan birini yaşatmaktadır.<br />

<strong>Atatürk</strong> yeni devlette bir taraftan bir bilim ve teknoloji devrimi<br />

yapmaya çalışırken, öte yandan da güçlü bir kültür devrimi başlatmıştır.<br />

Birkaç yüzyıldır gerek savaşlar gerekse yoksullukla özgüvenini<br />

tamamen kaybetmiş halka sağlam bir özgüven aşılamış (o ruh


806 MUSTAFA ERGÜN<br />

Onuncu Yıl Marşı’nda görülmektedir), halka yeni hedefler göstermiş,<br />

bütün Türk halklarını kapsayan bir Turan millîyetçiliği yerine<br />

Anadolu halkını Türk kültürel değerleriyle yoğurarak Türk vatandaşı<br />

yapmak yolunu seçmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong> medreseleri ve Darülfünunu kapatarak Türkiye’de pozitif<br />

bilimsel zihniyeti egemen kılmaya çalışmıştır. Türkiye’nin asıl<br />

kurması ve yaşatılmasında özen göstermesi gereken ortam, bilimsel<br />

zihniyet, sorunların çözümünde bilimsel yöntem ve bilimsel bilgilerin<br />

kullanılması olmalıdır. Sürekli Batılılaşmak zorunda kalmamak,<br />

şekilcilikten kurtulup çağdaş uygarlığa katılmak ve yön verebilmek<br />

için bilimsel düşünme ve üretim şarttır.<br />

Osmanlı ve Türkiye sanayileşmeyi tam olarak ve zamanında gerçekleştiremedi.<br />

Sanayileşme bireylerin özgürleşmesinde çok önemli<br />

bir role sahiptir. Sanayileşme ile demokratikleşme, sanayileşme ile<br />

laikleşme, bilimsel bir zihniyete sahip olma paralel gider. Sanayileşmeyi<br />

gerçekleştiremeyen ülkeler laik hukuk düzenini kurmada da<br />

demokratikleşmede de sağlam bir şekilde ilerleyemezler.<br />

Modernleşme ve batılılaşma çalışmalarını sistematize etmek gerekirse,<br />

üç tip modernleşme hareketi görebiliriz. Bunlardan birincisi<br />

din, dil, kültürel değerler gibi her şeyin egemen devlete göre<br />

ayarlandığı “sömürge batılılaşması”, ikincisi din ve kültür birliği<br />

içinde olan veya egemen devletlerle hiçbir çatışması olmayan ülkelerin<br />

gösterdiği “gönüllü batılılaşma” (Rusya, doğu Avrupa ülkeleri,<br />

uzakdoğu ülkeleri ve Japonya), üçüncüsü de bizim seçtiğimiz kültürel<br />

değerlerine bağlı, Batı ile ortak çalışan ama bağımsız, batıyı<br />

süzerek ve sentezleyerek (savaşarak ve barışarak) almaya çalışan<br />

“Türkiye batılılaşması”.<br />

Türkiye bugün hâlâ “<strong>Atatürk</strong> Türkiyesi”dir. Cumhuriyetin kurulmasında,<br />

saltanatın kaldırılmasında, hukuk, eğitim ve yazı devrimlerinde<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün öncü rolü ve iradesi çok büyük bir rol oynamıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong>, ortaya koyduğu politikalarla bu devletin hem ana yapısını<br />

hem de ortak paydasını oluşturmaktadır.<br />

Kaynaklar<br />

Akyüz, Yahya. Türk Eğitim Tarihi, (MÖ 1000-MS 2004). Ankara:<br />

PegemA yay. 2004


MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE<br />

ATATÜRK’ÜN YERİ<br />

807<br />

Arat, Yeşim, “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar”,<br />

Sibel Bozdoğan ve ReşatKasaba (der.), Türkiye’de Modernleşme ve<br />

Ulusal Kimlik içinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998.<br />

Ashton, T.S., 1958, The Industrial Revolution: 1760-1830, Oxford<br />

University Press, London.<br />

Aytaç, Kemal. Avrupa Okul Sistemlerinin Demokratlastırılması.<br />

Ankara: Eğitim BilimleriFakültesi Yay. 1985.<br />

Berkes, Niyazi, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler;<br />

Yön Yayınları, İstanbul, 1965.<br />

Cameron, R., 1985, “European Industrialization”, Economic<br />

History Review, vol. 38, 1985, pp.1-23.<br />

Dönmez, Şerafettin, <strong>Atatürk</strong>’ün Çağdaş Toplum ve Din Anlayışı,<br />

Ayışığı Kitapları, İstanbul, 1998.<br />

Duran, Bünyamin, Sekülerleşme Krizi ve Bir Çıkış Yolu Arayışı,<br />

Timaş Yayınları, İstanbul, 1996.<br />

Ergün, Mustafa. <strong>Atatürk</strong> Devri Türk Eğitimi (http://www.egitim.<br />

aku.edu.tr/atal.htm). Ankara:D.T.C.Fakültesi yay. 1982<br />

Ergün, Mustafa. Batılılaşma dönemi Osmanlı eğitim sisteminin<br />

gelişimine mukayeseli birbakış. (http://www.egitim.aku.edu.<br />

tr/ergunl.htm). Osmanlı Dünyasında Bilim veEğitim Milletlerarası<br />

Kongresi. Tebliğler (12-15 Nisan 1999). İstanbul: İRCİCA<br />

yay.2001.89-102.<br />

İleri, Selim, Çağdaşlık Sorunları, Günebakan, İstanbul, 1978.<br />

Koçer, Hasan Ali. Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi<br />

(1773-1923). Ankara:Uzman Yayınları, 1987.<br />

Köker, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim<br />

Yayınları, İstanbul, 1990.<br />

Kushner, David, “<strong>Atatürk</strong>’s Legacy: Westernism in Contemporary<br />

Turkey”,<br />

Jacob M. Landau (der.), <strong>Atatürk</strong> and the Modernization of Turkey<br />

içinde, E. J. Brill, Leiden, 1984. Lewis, G. L., “<strong>Atatürk</strong>’s Language<br />

Reform as an Aspect of Modernization in the Republic of-<br />

Turkey”, Jacob M. Landau (der.), <strong>Atatürk</strong> and the Modernization of<br />

Turkey içinde, E.J. Brill, Leiden, 1984. Mardin, Şerif, “Süper Wes-


808<br />

MUSTAFA ERGÜN<br />

ternization in Urban Life in the Ottoman Empire in the LastQuarter<br />

of the Nineteenth Century”, Peter Benedict (der.), Turkey: Geographical<br />

andSocial Perspectives içinde, E. J. Brill, Leiden, 1974.<br />

Mumcu, Ahmet. Türk Hukukunun Gelişimi ve Temelleri, Ankara<br />

1973<br />

Müftügil, Şevket. <strong>Atatürk</strong> ve Hukuk, Ankara: Anayasa Mahkemesi<br />

Yay. 1982<br />

Özerdim, Sami N., Harf Devriminin Öyküsü, Türk Dil Kurumu<br />

Yayınları, Ankara, 1958.<br />

Toynbee, Arnold, The World and the West, Oxford University<br />

Press, London, 1953.<br />

Trimberger, Ellen Kay, Revolution from Above: Military Bureaucrats<br />

and Development in Japan, Turkey, Egypt and Peru, Transaction<br />

Books, New Jersey, 1978.<br />

Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye ‘nin Siyasi Hayatında Batılılaşma<br />

Hareketleri, YedigünMatbaası, İstanbul, 1960.<br />

Turhan, Mümtaz, Kültür Değişmeleri: Sosyal Psikoloji Bakımından<br />

Bir Tetkik, İstanbulÜniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul,<br />

1951.<br />

Yücel, Tahsin, Dil Devrimi ve Sonuçları, Türk Dil Kurumu Yayınları,<br />

Ankara, 1982.


ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU<br />

BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE İLGİLİ SON<br />

GELİŞMELER<br />

Prof. Dr. Hale ŞIVGIN *<br />

BM Teşkilatı kuruluşundan itibaren Kadın konusu ile yakından<br />

ilgilenmiş ve yayınladığı insan hakları bildirgesi ile kadın erkek eşitliği<br />

ile tüm dünya’ya ilan etmiştir. BM içinde kadının statüsü komisyonu<br />

vardır (1946) ve BM Dört Defa Dünya Kadın Konferansı<br />

düzenlemiştir. Özellikle 1975 <strong>yılında</strong>n itibaren tüm Dünya’da Kadın<br />

Hakları konusunda çok büyük bir atılım ve ilerleme gözlenmektedir.<br />

1975 <strong>yılında</strong> BM tarafından birincisi düzenlenen (Mexico<br />

City’de) Dünya Kadın Konferansının ardından 1975 – 1985 yılları<br />

arasındaki dönem Kadın 10 yılı olarak ilan edilmiştir. Kadın konusunda<br />

yaklaşım değişikliği de yine bu çalışmalar sonucunda gerçekleşmiş<br />

kadın artık destek ve yardımın nesnesi değil kalkınmanın temel<br />

ve eşit öznesi olarak algılanmaya başlanmıştır.<br />

Yine BM tarafından 1979 <strong>yılında</strong> düzenlenen 2. Dünya Kadın<br />

Konferansında “Kadınlara karşı her türlü ayırımcılığın ortadan kaldırılması<br />

sözleşmesi” (CEDAW) kabul edilmiş Türkiye’nin de dahil<br />

olduğu üye ülkeler tarafından imzalanmıştır. BM tarafından düzenlenen<br />

3. Dünya Kadın Konferansı 1985’te Nairobi’de toplanmış “BM<br />

kadın on yılının başarılarının gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi”<br />

konusu ele alınmıştır. Burada kadının ilerlemesi için Nairobi<br />

ileriye yönelik stratejiler kabul edilmiştir.<br />

BM düzenlediği 4. Dünya Kadın Konferansı Pekin’de toplan-<br />

* Gazi Üniversitesi <strong>Atatürk</strong> İlkeleri ve İnkılap Tarihi <strong>Araştırma</strong> ve Uygulama<br />

Merkezi Müdürü


810<br />

HALE ŞIVGIN<br />

mıştır. Bu konferans aynı zamanda bir taahhütler konferansı olarak<br />

da adlandırılmıştır. Konferansın sonucunda Pekin Deklarasyonu ve<br />

Pekin eylem platformu adında iki belge kabul edilmiştir. Türkiye her<br />

iki belgeyi de hiçbir çekince koymadan kabul etmiştir.<br />

Pekin Deklarasyonu hükûmetleri kadının güçlenmesi ve ilerlemesi,<br />

kadın erkek eşitliğinin geliştirilmesi toplumsal cinsiyet<br />

perspektifinin ana politika ve programlara yerleştirilmesi konularında<br />

yükümlü kılmaktadır. Yani Pekin eylem platformunun hayata<br />

geçirilmesini öngörmektedir. Eylem platformu ise kadının özel ve<br />

kamusal alana tam ve eşit katılımı önündeki engellerin, kadınların<br />

ekonomik, siyasi, kültürel, sosyal ve karar alma pozisyonlarında ve<br />

mekanizmalarında yer almaları yoluyla ortadan kaldırılabileceğini<br />

ifade etmektedir. Eylem Platformunun uygulanması ve izlenmesinde<br />

temel görev hükûmetlere verilmiştir.<br />

4. Kadın konferansından sonra 2000 <strong>yılında</strong> Newyork’ da “ Kadın<br />

2000: 21. yüzyıl için toplumsal cinsiyet eşitliği kalkınma ve barış”<br />

konulu bir özel oturum gerçekleştirilmiş Türkiye buna 23 kişilik<br />

resmi bir heyetle katılmıştır. Sonuçta siyasi Deklarasyon ve sonuç<br />

belgesi kabul edilmiştir. Hükûmetler burada siyasi Deklarasyonla<br />

1976 – 1985 yıllarının bir özeti olan Nairobi Konferansı ve 1995<br />

Pekin Deklarasyonu ve Pekin Eylem Planına konulan hedefleri ve<br />

verdikleri taahhütleri teyit etmişlerdir.<br />

Dünya’nın en büyük ekonomik güçlerinden birisi olan AB ‘nin<br />

en temel hedeflerinden birisi üye ülkelerde kadın hakları konusunda<br />

tam bir fırsat eşitliği sağlamaktır. AB’de 1957’de Roma Anlaşmasıyla<br />

başlayan fırsat eşitliği çalışmaları günümüzde de tüm hızıyla<br />

devam etmektedir. 1995‘te BM tarafında gerçekleştirilen 4. Kadın<br />

konferansında kabul edilen Pekin eylem platformu AB 1997’de imzaladığı<br />

Amsterdam anlaşması ile Avrupa’nın resmi taahhütü haline<br />

getirilmiştir. Amsterdam’da ayrıca eğitim, istihdam ve karar alma<br />

alanlarındaki önlemlerin vurgulandığı ortak bir AB eşitlik gündemi<br />

ortaya çıkmıştır. Her türlü şiddet kınanmıştır. AB kadınların istihdam<br />

oranı ABD’den ¼ oranında daha düşüktür. AB kadınların istihdam<br />

oranın yükseltmek ve fırsat eşitliğini sağlamak için sürekli<br />

yeni önlemler almaktadır. (ABD’ de kadınların %67 ‘si AB ise%51<br />

istihdam edilmektedir 1998) 1999’da Helsinki zirvesinde devletler


ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE<br />

İLGİLİ SON GELİŞMELER<br />

kadın ve erkekler arasında fırsat eşitliğine özellikle dikkate alma iradelerini<br />

bir kez daha açıkça belirtmişlerdir.<br />

Cinsiyetler arasındaki farkla mücadele için istihdamdaki cinsler<br />

arası farklılık giderilmeye çalışılarak kadınların sadece belirli ekonomik<br />

sektörlerde yeterince temsil edilmemesi ve bazı sektörlerde<br />

de gereğinden fazla temsil edilmelerini düzeltecek tedbirler alınacak<br />

devletler eşit işe eşit ücret ödeyeceklerdir. Çalışma ve aile yaşamı<br />

uzlaştırılacaktır. (Doğum izni vs…)<br />

Sadece istihdam değil eğitim alanında da Leonardo Da Vinci,<br />

Socrates gibi programlarda kadın erkek eşitliği için önlemler alınmaktadır.<br />

Tüm üye devletlerdeki siyasi partilerde kadınların daha<br />

fazla yer almasını sağlayacak sistemler kampanyalar düzenlemektedirler.<br />

AB içinde kadınların karar alma sürecine en yüksek düzeyde<br />

katılımı bölgesel düzeyde gerçekleşmektedir. (1998’de bölgesel<br />

hükûmetlerde % 24, bölgesel parlamentolarda % 27.8) ulusal parlamentolara<br />

katılım ise ortalama 1998 ‘de % 17.5 düzeyindedir. Bu<br />

rakamlar kadın katılımının düşük olduğunu göstermektedir. 2700<br />

sivil toplum kuruluşunun katılımıyla 1990’da Avrupa kadın lobisi<br />

kurulmuştur. AB ile kadın kuruluşları arasında temas noktası olarak<br />

hizmet vermektedir.<br />

AB’de eşit haklar tanıyan mevzuatın yürürlüğe girmesi için çabalar<br />

yoğunlaştırılmıştır. Topluluk hukuku kadın ve erkeklere eşit<br />

fırsatlar tanınmasına ve eşit muameleye tabi tutulmasını amaçlamaktadır.<br />

Ayrıca eşit hakları bilerek ve bilmeyerek ihlal edilen kişi<br />

önce ulusal mahkemelere eğer burada çözülemiyorsa Lüksemburg<br />

da bulunan Avrupa Adalet Divanına havale edebilir. Ulusal hukuk<br />

çerçevesinde haksızlık telafi edilemiyorsa doğrudan topluluk hukukunun<br />

uygulanması mümkün olabilir. Hakları ihlal edilen kişi direkt<br />

Avrupa Komisyonuna da başvurabilir. Komisyon ulusal makamlardan<br />

açıklama isteyebilir. Adalet divanı bu güne kadar kadın erkek<br />

eşitsizliği konusunda çok sayıda önemli karar vermiştir. Bu kadar<br />

çok sayıda başvuru olması da topluluk düzeyinde kadınların bilincinin<br />

yükseldiğini gösterir.<br />

Kadın erkek fırsat eşitliğinin teşvik edilmesi için kurulan fonlardan<br />

yardım alınabilir. Fonların genel amaçlarından biri kadın erkek<br />

811


812<br />

HALE ŞIVGIN<br />

fırsat eşitliğinin teşvik edilmesidir. Kurulan fonlar kadınların işyeri<br />

açması kırsal bölgelerdeki kadının güçlendirilmesi iş gücü piyasasına<br />

daha fazla kadının yönlendirilmesi gibi konuların her biri için ayrı<br />

fonlar kurulmuştur.<br />

NOW: (Kadınlar için yeni fırsatlar) adlı topluluk kadınların mesleki<br />

eğitimine ilişkin çok sayıda projeyi finanse edilmektedir. Now<br />

ülkeler arasındaki uygulanan 1700 yenilikçi projeyi finanse edecektir.<br />

Bu nedenle kadınlara ilişkin en büyük AB Programıdır. Bunun<br />

dışında DAPHNE programı gibi kadın ve çocuklara yönelik şiddetle<br />

mücadele konusuna ayrılmış fonlarda vardır.<br />

Kadın erkek eşitliği AB’ye giriş için bir şarttır. AB yasalara dayanan<br />

bir birliktir. Bütün üye devletler için geçerli olan ortak haklar ve<br />

yükümlülükler manzumesine “topluluk müktesebatı” adı verilmektedir.<br />

AB üyeliğinin ilk şartı aday ülkelerin söz konusu müktesebatı<br />

kabul etmeleri kendi mevzuatlarını buna uydurmaları ve daha sonra<br />

da benimsenmiş olan yasaları uygulamalarıdır. Aday ülke statüsünde<br />

olan Türkiye’nin AB’ye girmek için bir şart olarak eşit fırsatlar<br />

alanındaki müktesebatı benimsemeleri gerekmektedir. Bu eşit ücret,<br />

eşit iş ve terfi imkânı sosyal güvenlik ve serbest meslek alanında eşit<br />

muamele serbest meslek mensuplarının korunması çalışan annelerin<br />

korunması doğum izni ve cinsiyete dayalı ayırımcılık davalarında<br />

kanıtlama yükümlülüğü alanındaki mevzuatı içermektedir. Türkiye<br />

öteki aday ülkeler gibi her alandaki mevzuatını AB’ye uyumlu hale<br />

getirmek için üyelik öncesi stratejisinden yararlanacaktır. Türkiye<br />

kanunlarının AB müktesebatı ile uyumlu hale gelip gelmediği incelenecek<br />

bir değerlendirme süreci geçirilecektir. Bundan sonra<br />

Türkiye ve AB arasında bir üyelik ortaklığı hazırlanacak ve Türkiye<br />

müktesebatın benimsenmesi için bir ulusal program hazırlayacaktır.<br />

Türkiye ayrıca üyelik öncesi topluluk programlarına kuruluşlarına<br />

ve mali yardıma hak kazanacaktır.<br />

Türkiye Pekin Deklarasyonunun kabul edilmesinden sonra (4.<br />

Kadın konferansı) kadınların ilerlemesine yönelik çabaları ve eylemleri<br />

yoğunlaştırmayı kararlaştırdı. Bu amaçla devlet kuruluşları<br />

kadın örgütleri siyasi partiler meslek kuruluşları ve medyanın katılımı<br />

ile ulusal eylem planı hazırlandı. Türkiye Aralık 1996’da şu<br />

hedefleri belirledi;


ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE<br />

İLGİLİ SON GELİŞMELER<br />

1. Kadınlara karşı her türlü ayırımcılığın ortadan kaldırılması<br />

sözleşmesi (CEDAW) ne karşı çekinceleri kaldırılması<br />

2. Zorunlu temel eğitimin 5 yıldan 8 yıla çıkarılması ve kadınlar<br />

arasındaki okur-yazarlık oranının 2000’ e kadar %2 artırılması<br />

3. Ana ve çocuk ölümlerinin yarı yarıya azaltılması<br />

AB NİN KADINLARLA İLGİLİ HEDEFLERİNİN<br />

BUNDAN 83 YIL ÖNCE ATATÜRK TARAFINDAN<br />

DÜŞÜNÜLMESİ<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün düşünceleri tutarlı bir bütün oluşturur. <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

kadının hakları ve toplumdaki yeri ile ilgili görüşleri bu bütünün<br />

önemli bir unsurudur.<br />

<strong>Atatürk</strong> yeni Türk devletini kurarken modern çağdaş ve laik bir<br />

devlet kurmayı hedeflemiştir. <strong>Atatürk</strong> çağdaş uygarlığa geçerken<br />

elbette kadın erkek ayırımı yapamazdı. <strong>Atatürk</strong> inkılaplarında her<br />

konuda kadın erkek birlikte düşünülmüştü. Çünkü ona göre insanlar<br />

iki cins olarak yaratılmıştı bunlar birbirinin tamamlayıcısı idi. <strong>Atatürk</strong><br />

kadınları ilimde, sosyal hayatta ve ekonomik (iktisadi) hayatta<br />

erkeğin şeriki (ortağı), refiki (arkadaşı), muavin ve müzahiri (koruyucusu<br />

arka çıkanı) yapmayı hedefliyordu. <strong>Atatürk</strong> kadınları erkeklerin<br />

sadece yardımcısı değil aynı zamanda ortağı arkadaşı olarak<br />

görüyordu. Cemiyetin yarısını ilerletirken yarısını cahil bırakmak<br />

inkılapların başarıya ulaşmaması demekti.<br />

Ayrıca <strong>Atatürk</strong>’ün kadını erkekle eşit bir statüye getirmek istemesi<br />

onun demokrasi anlayışını da yansıtıyordu. Toplumun yarısının<br />

bir takım medeni haklardan yoksun bırakmak demokrasiye ters bir<br />

tutum idi. <strong>Atatürk</strong> tam anlamıyla demokrasinin uygulanabilmesi için<br />

kadına da erkeklerle eşit haklar verilmesini savunuyordu.<br />

Osmanlı İmparatorluğu’nda en zor kabul edilecek reform konusu<br />

kadın reformuydu. Çünkü kadınlık konusu bir tabu gibi idi. Tanzimat<br />

reformu ile çağdaş anlamda bir hukuk devletinin kurulmasına<br />

başlanmış olduğu söylenebilir. Ancak Tanzimat’la getirilmek istenen<br />

eşitliğin sadece erkekler için geçerli bir ilke olduğu sanılmıştır.<br />

813


814<br />

HALE ŞIVGIN<br />

Ne var ki zamanla kadının içinde bulunduğu koşullar değişmedikçe<br />

çağdaş bir hukuk devleti meydana getirilemeyeceği anlaşıldı ve bu<br />

tarihten itibaren kadın hakları doğrultusunda emeklemelerin başladığı<br />

görülüyordu.<br />

<strong>Atatürk</strong> inkılaplarının birçoğu Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde<br />

de söz konusu edilmiş. (Tek eşlilik, eğitim hakkı, görücü<br />

usulünün kalkması, giyim özgürlüğü, boşanma sisteminin değişimi,<br />

kadınların çalışması v.s.) Ancak 100 – 150 yıllık bir dönemde özellikle<br />

kadın hakları konusunda somut bir sonuç alınamamıştır. Ancak<br />

1917’de çıkarılan Aile Kararnamesi ile kadın himaye edilmeye çalışılmış<br />

kadına bazı müstesna hallerde boşanma hakkı tanınmış çok<br />

evliliğin olabilmesi ilk eşin müsaadesine bağlanmıştı. Yani Meşrutiyet<br />

döneminde de kadın sorunu kesin sonuçlara varmaktan uzak<br />

tereddüt ve çelişkiler içinde Mustafa Kemal’in soruna el koymasına<br />

kadar bu şekilde sürüp gitti.<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre Türk toplumunun gelişip yükselebilmesi için<br />

Türk kadınlarının içinde bulundukları haksız statüden kurtulmaları<br />

gerekiyordu. Bu onların en doğal hakları vazgeçilmez insan haklarının<br />

bir parçasıydı.<br />

<strong>Atatürk</strong> kadın meselesinde çok cesur olmak gerektiğini onların<br />

açılmasının dimağlarının ilim ve fen ile doldurulmasının korkulacak<br />

bir şey olmadığını bu gibi endişelerin yersiz olduğunu anlatmaya<br />

çalışıyordu. Kadınların da düşünebilen, idrak edebilen, zeka seviyesi<br />

yönünden hiç de erkeklerden aşağı olamayan bireyler olduklarını onları<br />

korumak bahanesiyle kapatmanın eve hapsetmenin tamamen erkeklerin<br />

bencilliğinden kaynaklandığını söylüyordu. <strong>Atatürk</strong>’e göre<br />

kadın eğitimi çok önemli idi. Kadınlar erkeklerin geçtiği bütün tahsil<br />

derecelerinden geçmeliydi. Hatta kadınlar erkeklerden daha fazla<br />

bilgili olmaya mecburdu. Çünkü ilk eğitim verilen yer ana kucağı<br />

idi. Eğitim konusunda yapılan en önemli inkılap Tevhid-i Tedrisat<br />

Kanununun 3 Mart 1924’te çıkarılmasıydı. Bu kanun ile tüm eğitim<br />

kurumları Millî Eğitim Bakanlığının denetimine alınıyor, tüm Medrese<br />

ve Vakıf Okulları Millî Eğitim Bakanlığına bağlanıyordu. Bu kanunla<br />

laik, çağdaş, eşit eğitim imkânları getirilmiş ilköğretim kız ve<br />

erkekler için parasız ve mecburi hale getirilmiştir. Bu kanundan kız<br />

ve erkek öğrencilerin istifadesi aynı olmuştur. <strong>Atatürk</strong> 1923 Meclisi


ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE<br />

İLGİLİ SON GELİŞMELER<br />

açılış nutkunda eğitimde birlik sosyal ilerlememiz bakımından çok<br />

önemlidir demiştir. <strong>Atatürk</strong> eğitimde birlikten söz ederken aynı zamanda<br />

kadın erkek eşitliğini de kastetmiştir. <strong>Atatürk</strong> kadın eğitimine<br />

son derece önem vermiştir. Dinimizin de hiçbir şekilde kadınların<br />

erkeklerden geri kalmasını talep etmediğini aksine Müslüman kadın<br />

ve erkeğin her ikisini de eğitimin her kademesine kadar yükselmelerini<br />

ilim ve irfanı aramalarını nerede bulurlarsa oraya gitmelerini<br />

ve ilimle mücehhez olmak mecburiyetinde olduklarını söylemiştir.<br />

Bir topluluğun kadın erkek tüm fertleri aynı gaye için yürümezlerse<br />

o toplumun gelişip ilerlemesine ilim ve fen öğrenmesine imkân yoktur.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün kadın eğitimi konusuna verdiği önemi yansıtan çok<br />

fazla örnek vardır. <strong>Atatürk</strong> çağdaş, laik, modern Türkiye’yi kurarken<br />

reformları bizzat yapıyor aynı zamanda çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarla<br />

bu yapacağı reformların fikri hazırlığını da yapıyordu.<br />

<strong>Atatürk</strong> erkeklere açık olan bütün iş sahalarının kadınlara da<br />

açılmasını istemişti. Savaştan sonra vatanın yeniden imarını erkekler<br />

kadar kadınlardan da beklemişti. Sosyal hayatta da kadının yerini<br />

almasını arzu etmişti. Erkeklerin çalıştıkları bütün iş sahalarında<br />

kadıların da çalışabileceklerini bunu kurtuluş savaşında ispatladıklarını<br />

üzerlerine düşen görevi fazlasıyla yaptıklarını her yerde tekrarlamıştı.<br />

Kadının istihdamı konusuna da çok önem veren <strong>Atatürk</strong> kadınların<br />

tarlalarda ekip biçtiklerini merkeplerine binerek ürünlerini satmak<br />

için kasabalara pazarlara gittiklerini tavuğunu buğdayını sattıktan<br />

sonra kendi evinin ihtiyaçlarını alarak köyüne dönen kadınlar<br />

gördüğünü bu kadınların birçoğunun kocalarından daha iyi iş anladıklarını<br />

ve hesap yaptıklarına şahit olduğunu anlatmıştır. Kadınların<br />

da her işi yapabileceğini söylemiştir. Yeter ki onlara eşit eğitim ve<br />

iş imkânları sağlansın demiştir. Akşehir civarındaki bir köyde halkla<br />

sohbet ederken kendisine en mühim sualleri soranların kadınlar olduğunu<br />

anlatmıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong> ülkeyi dolaşarak kamuoyunu kadın hakları konusunda<br />

yapacağı büyük değişikliklere hazırlıyordu. 2.TBMM’nin gerçekleştirdiği<br />

en önemli inkılaplardan birisi şüphesiz medeni kanunun<br />

kabulü idi. <strong>Atatürk</strong>’ün yaptığı inkılaplar içinde asıl güç olan ve<br />

büyük cesaret isteyen adım siyasi hakların tanınması değil medeni<br />

815


816<br />

HALE ŞIVGIN<br />

hakların kabulü idi. Çünkü kadının özel, hukuki statüsünü yeniden<br />

düzenlemek evlenme, boşanma ve miras hukukunu değiştirmek ancak<br />

hukukun dini temeller yerine laik bir temele oturtmakla kâmildi.<br />

Yeni bir ticaret kanunu, ceza kanunu veya seçim kanunu yapmak aile<br />

hukukunu değiştirmek kadar zor değildi. Ancak <strong>Atatürk</strong> kararlıydı.<br />

Laik, çağdaş, modern bir devlet kurmak için çağın gereksinimlerini<br />

karşılamayan aile ve miras hukukunu kapsamayan sadece Hanefi<br />

fıkhına dayanarak hazırlanan bir borçlar kanunu niteliğinde olan<br />

Mecelle’nin değişmesi gerekiyordu. Osmanlı Devleti Mecelle’deki<br />

bu eksikliği gidermek için 1917’de Aile Kararnamesi çıkarmış o da<br />

1919’da yürürlükten kaldırılmıştır.<br />

Mecelle’de aile hukuku evlenme boşanma miras gibi konular<br />

yoktu. O halde Osmanlı Devleti’nde bu gibi konular hakkında nasıl<br />

neye göre hüküm veriliyordu. Şeriat hükümlerine, hadis ve fıkıh kitaplarına,<br />

eski içtihatlara bakılarak karar veriliyordu.<br />

Mecelle’deki eksikliği gidermek için yeni bir medeni kanun<br />

yapma çalışmaları 1923’te başlamıştı. Ancak bu çalışmalar eski ile<br />

yeniyi bağdaştırma çalışmaları Mecelle’deki eksiklikleri giderme<br />

yönündeki çalışmalardı. <strong>Atatürk</strong>’ün istediği bu değildi. O kökten<br />

bir değişiklik istiyordu. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’a emir<br />

vererek yeni bir medeni kanun hazırlanmasını emretti. Eskiden yapılan<br />

tüm çalışmalar iptal edildi. 26 kişilik bir komisyon kuruldu ve<br />

İsviçre Medeni Kanunu tercüme edilerek kabul edildi. Adalet Bakanı<br />

Mahmut Esat Bozkurt medeni kanunu gerekçesini açıklarken<br />

şöyle demişti “ Kanunları dine dayalı devletler kısa bir zaman sonra<br />

ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar çünkü dinler<br />

değişmez hükümler getiriler yaşam yürür ihtiyaçlar hızla değişir.<br />

Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu bakımdan dinlerin<br />

sadece bir vicdan işi olarak kalması eski uygarlıkla yeni uygarlığın<br />

en önemli ayırt edici özelliğinden birisidir. Mecelle’de aile hukuku<br />

ve miras hukuku ile ilgili bir bölüm yoktur. Diğer konularda da<br />

Mecelle’nin ancak 300 maddelik bir bölümü kullanılmaktadır. Aile<br />

ve miras hukuku ile ilgili problemleri çözmek için T.C. hâkimleri<br />

derme çatma eski hukuk kitaplarından din esaslarından çıkartılan<br />

bilgilerle yargı işini görmektedirler. Türk hâkimi hükümlerinde belli<br />

bir içtihat bir söz ve bir esasa bağlı değildi. Bundan dolayı herhangi


ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE<br />

İLGİLİ SON GELİŞMELER<br />

bir sorunu çözmek için ülkenin bir yerinde verilen hüküm aynı şartlar<br />

altında bir başka yerde verilen hüküm ile çelişebiliyordu. Sonuç<br />

olarak Türk halkı adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve kargaşa<br />

altında idi. 100 Yılımızın uygarlık ailesine mensup olan ulusların<br />

ihtiyaçları arasında esaslı bir fark yoktur. Toplumsal ve ekonomik<br />

sürekli ilişkiler insanlığın büyük uygar bölümünü bir aile durumuna<br />

getirmiştir, getirmektedir.” Demekle o günün medeni kanununu<br />

hazırlayanlar küreselleşmeyi günümüz Dünyasını önceden görmüşlerdir.<br />

MEDENİ KANUNLA TÜRK KADININA SAĞLANAN<br />

HAKLAR ÖZETLE ŞUNLARDIR<br />

1. Çok eşlilik kaldırıldı.<br />

2. Resmi nikâh getirildi. Kadınların şahitliği erkeklerle eşit hale<br />

getirildi.<br />

3. Kadın ve erkek için evlenmede yaş sınırı getirilerek çok küçük<br />

yaşta evlenmelerin önüne geçildi.<br />

4. Velilerin kızları adına evlenme akdi yapabilmeleri zorla evlendirilmeleri<br />

usulü kalktı. Temsilci yoluyla evlendirilme kalktı.<br />

5. Boşanma yetkisi kadına da tanında eskiden sadece kocaya<br />

tanınmıştı. Koca bir sözle veya bir temsilci vasıtasıyla boşandığını<br />

eşine bildirebilirdi. Medeni kanun kadın ve erkeğe mahkeme önünde<br />

boşanma konusunda eşit haklar getirdi.<br />

6. Boşanma halinde kadın ve çocuğun haklarını güvenceye alınacak<br />

haklar getirildi.<br />

7. Evli kadının ekonomik haklarını daha iyi koruyan esaslar getirildi.<br />

8. Miras hukukunda kadın ve erkek eşitliği sağlandı.<br />

SİYASİ HAKLAR<br />

Türk kadını 3 Nisan 1930’da Belediye 5 Aralık 1934’te Milletvekili<br />

seçme ve seçilme hakkını kazandı. Mustafa Kemal askerî<br />

zaferden sonra çıktığı yurt gezilerinde yaptığı konuşmalarında ka-<br />

817


818<br />

HALE ŞIVGIN<br />

dınların her konuda erkeklerle eşit haklara sahip olmaları gerektiğini<br />

işaret ediyordu. Fakat aynı tarihlerde TBMM’de seçim kanunu<br />

değiştirilirken (Nisan 1923) ilgi çekici tartışmalar oluyordu. Bu seçim<br />

kanununda kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmediği gibi<br />

milletin bir ferdi olarak da sayılmıyordu. TBMM üye sayısı erkek<br />

nüfusa göre tespit edilmişti. Elbette milletin yarısını saymayan bir<br />

seçim sistemi demokratik olamazdı. Mustafa Kemal ile arkadaşları<br />

arasındaki en önemli fark burada açık bir biçimde ortaya çıkıyordu.<br />

O meclisteki arkadaşları gibi kadınların oyları için vekâletlerinin<br />

kocalarında ya da babalarında olduğunu kabul etmiyor kadınların<br />

da erkekler gibi düşünme ve idrak etme kabiliyetlerine sahip olduklarını<br />

dolayısıyla onların erkeklerle eşit hak ve sorumluluklara sahip<br />

olmaları gerektiğini düşünüyor ve buna göre hareket ediyordu. Türk<br />

kadınlarına şahsiyet kazandırmaya kararlıydı. Çağdaş dünya gidişine<br />

ayak uydurmak için bunun şart olduğunu biliyordu. Kadınlara verilen<br />

seçme ve seçilme hakkından sonra yapılan ilk seçimde (1935)<br />

18 kadın milletvekili parlamentoya girmişti.<br />

<strong>Atatürk</strong> birçok Avrupa ülkesinden önce bu hakkı kadınlara tanımıştı.<br />

Fransa 1944, Yunanistan 1952, İtalya 1945, İsviçre 1971 gibi<br />

ülkeler Türkiye’den çok sonra kadınlara seçme ve seçilme hakkını<br />

tanıdılar. <strong>Atatürk</strong> Türk kadınına son derece güveniyor ve bu hakkı<br />

selahiyet ve liyakatla kullanacağını ifade ediyordu.<br />

<strong>Atatürk</strong> sosyal ve kültürel hayatta kadının aktif olmasını istiyordu.<br />

Bizim sosyal hayatta geri kalışımızın sebebinin kadınlara karşı<br />

gösterdiğimiz alakasızlık olduğunu söylüyordu. Bir konuşmasında<br />

yaşamak demek faaliyet demektir. Bir heyet-i içtimaiyenin bir uzvu<br />

faaliyette bulunurken diğer uzvu atalette olursa o heyet-i içtimaiye<br />

felç olmuştur. Kadınlar heyet-i içtimaiyenin refahı saadeti için elzem<br />

olan çalışmaya da dahil olmalıdırlar diyordu. <strong>Atatürk</strong> daha Kurtuluş<br />

Savaşı’nın başında havzadan yayınladığı beyannamede işgalleri<br />

protesto mitingleri yapılmasını isterken bu vazifeyi hanımlardan da<br />

beklemişti. Kadınlar yapılan protesto mitinglerine katılmışlar. Hatta<br />

kendileri miting düzenlemişlerdi. <strong>Atatürk</strong> savaştan sonra çıktığı bütün<br />

yurt gezilerine eşini de götürerek örnek olmuştu. Verdiği davet<br />

ve balolara kadınlarında katılmasına bilhassa önem vermişti. <strong>Atatürk</strong><br />

kılık kıyafet konusunda da kadın erkek ayırımı yapmamış erkek


ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE<br />

İLGİLİ SON GELİŞMELER<br />

kıyafetini medenileştirirken kadınlara da müsamaha edilmeyeceğini<br />

söylemiş ve kadın kıyafetini şu şekilde tarif etmişti. Kadınların<br />

sosyal iktisadi ve çalışma hayatında erkeklerle birlikte çalışmalarına<br />

engel olmayacak basit bir şekildir demişti. O hayatın her sahasında<br />

kadının erkekle birlikte yükselmesi ve Avrupa kadınlarının üstüne<br />

çıkmasını istiyordu.<br />

GÜNÜMÜZDE DURUM<br />

<strong>Atatürk</strong> hiçbir donmuş kalıplaşmış düstur bırakmadı. Zamanın<br />

süratle döndüğü bir Dünya’da asla değişmeyecek hükümler getireceğini<br />

iddia etmenin aklın ve ilmin gelişmesinin inkâr olduğunu söyledi.<br />

<strong>Atatürk</strong>’e göre bugün çağdaş olan yarın olmayabilir. Onun için<br />

çağdaş olmak demek daima ileriye yönelik olmak demek <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

tuttuğu yol budur. Eğer biz <strong>Atatürk</strong>’ten sonra onun gösterdiği hedefler<br />

doğrultusunda kadın haklarını geliştirebilseydik bugün kadınlarımızın<br />

eğitim, istihdam, sağlık, kültürel ve sosyal hayattaki yerleri<br />

AB ülkelerinin çok üzerinde olacaktı. Ne yazık ki <strong>Atatürk</strong>’ten sonra<br />

kadın hakları alanındaki çalışmalar çok ağır yürümüştür.<br />

Türkiye BM tarafından 1979 <strong>yılında</strong> düzenlenen 2.Dünya Kadın<br />

Konferans’ında “Kadınlara karşı her türlü ayırımcılığın kaldırılması<br />

sözleşmesi’ni kabul etmiş fakat medeni kanunumuz da ve diğer<br />

kanunumuzda tam eşitlikle bağdaşmayan bazı maddeler hala durduğu<br />

için Türkiye bu sözleşmenin bazı maddelerine çekince koyarak<br />

imzalamak zorunda kalmıştır ve 2002 Ocak tarihinde yürürlüğe giren<br />

yeni Türk Medeni Kanunundaki eşitlikçi düzenlemeler CEDAW<br />

sözleşmesine konulan çekincelerin gerekçelerini ortadan kaldırmıştır.<br />

Ülkemiz tarafından CEDAW sözleşmesine konulan çekinceler<br />

1926’dan beri aşağı yukarı hiçbir değişikliğe uğramamış olan Medeni<br />

Kanun’un kadın ve aile ile ilgili bazı maddelerinin çağımızın<br />

icatlarına göre değiştirilmesini gündeme getirmiştir. Yeni medeni<br />

kanunda bu konuda yapılan değişiklikler ana başlıklarıyla şunlardır;<br />

1. Evlenme başvurusunun sadece erkeğin değil kadının da yerleşim<br />

yerindeki evlendirme memurluğuna yapılabileceği kabul edilmiştir.<br />

819


820<br />

HALE ŞIVGIN<br />

2. Kocanın evin reisi hükmü kaldırılmıştır.<br />

3. Konut seçme hakkı kocaya değil eşlere tanınmıştır.<br />

4. Kadınların çalışması kocanın iznine bağlayan hüküm kaldırılmıştır.<br />

5. Velayette kocanın üstün oyu kaldırılmıştır.<br />

6. Edinilmiş mallara katılma mal birliği rejimi kabul edilmiştir.<br />

(2002’den itibaren daha öncekileri kapsamıyor.)<br />

tır.<br />

7. Vesayette ve mirasta eşitliği zedeleyen hükümler kaldırılmış-<br />

2004 <strong>yılında</strong> Anayasanın 10. ve 90. maddelerinde yapılan değişiklikle<br />

kadın ve erkeğin her alanda eşit haklara eşit imkanlara<br />

kavuşması ve CEDAW sözleşmesi de dahil olmak üzere temel hak<br />

ve özgürlükleri hedef alan uluslararası belgelerin kanunların üzerine<br />

çıkarılması hükme bağlanmıştır.<br />

Şu anda Türkiye’de Anayasamızda ve kanunlarımızda kadınlara<br />

karşı ayırımcılık yapan herhangi bir madde bulunmamaktadır.<br />

Fakat bu gelişmelerin hayata geçirilmesi uygulanması sorunu en az<br />

verilmesi kadar önemlidir. Bugün hala Türkiye’de kadınların işgücü<br />

piyasasına katılma oranları oldukça küçüktür (Yaklaşık % 30) Çalışan<br />

kadınların çoğu evde veya tarlada çalışmaktadır. Söz konusu<br />

kadınlar herhangi bir ücret almadıkları gibi sosyal güvenceden de<br />

yoksundurlar. Ayrıca istatistiklerde Türk kadınlarının ücret açısından<br />

ayırımcılıkla karşılaştıkları yani eşit iş yapmalarına rağmen eşit<br />

ücret almadıkları bilinmektedir. Bu gün hala kadınların % 22.8’i<br />

okuma yazma bilmemektedir. Oysa Türkiye Pekin Konferansında<br />

2000 yılına kadar kadın okuryazarlığını % 100’e çıkarmayı taahhüt<br />

etmişlerdi.<br />

Kadının iş gücüne katılım oranları 1980’lerde % 40 iken şimdi<br />

% 23’e kadar düşmüştür. İşe en son alınanlar ve kriz dönemlerinde<br />

işten ilk çıkarılanlar kadınlar olmaktadır. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi<br />

sürecinde ilk mağdurlar kadınlar olmaktadır. Kadınların<br />

% 57’si şiddete uğramaktadır. Dünya’nın her yerinde kadın şiddete<br />

uğramaktadır. Ancak Türkiye’de ki bu oran en üst sıralarda bulunmaktadır.<br />

Namus ve töre cinayetlerinden ölen kadın sayısı son yıllarda<br />

belli bir artış göstermektedir. Tecavüz ve taciz her alanda kadın-


ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE<br />

İLGİLİ SON GELİŞMELER<br />

ları tehdit etmektedir. Bununla mücadele etmek için her türlü önlem<br />

alınmaktadır. Türkiye’de 2002 genel seçimleri sonunda kadınlar ancak<br />

% 4.36 oranında parlamentoda temsil edilebilmektedir. Türkiye<br />

bu oranla 119 ülke arasında 103. sıradadır. Yerel meclislerde durum<br />

daha da vahimdir. Yerel yönetimde il genel meclisi üyelerinden %<br />

1.4’ü, Belediye başkanlarının % 5.5, belediye meclisi üyelerini de %<br />

1.6 ‘sı kadındır. 2002 seçimlerinde 526 erkek milletvekiline karşı 24<br />

kadın milletvekili parlamentoya girebilmiştir. Oran % 4.4’tür. Oysa<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yaptırdığı ilk seçimlerde 377 erkek milletvekiline karşı<br />

18 kadın milletvekili vardı. Kadın oranı % 4.6 idi. Şu anda bile Türkiye<br />

bunun gerisindedir.<br />

Dünya genelinde ülkemizde çok yüksek olan bebek ölüm hızı<br />

1988’de % 58 iken 2003’te % 28.7 ye düşmüştür. 1989’da yüz binde<br />

132 olan anne ölüm hızı 2004’te yüz binde 70’e düşmüştür.<br />

Kamuda görevli memurlardan 2.197.000 memurdan % 33.1’i<br />

kadındır. Ancak şeften müsteşarlığa uzanan orta ve üst düzey yönetici<br />

dağılımında kadınların oranı çok düşüktür.42.837 yöneticiden<br />

12.532’si yani %29.3’ü kadındır. Yönetim kademesi arttıkça kadın<br />

sayısı azalmaktadır. Daire başkanlarının %10.9’u genel müdürlerin<br />

% 6’sı Müsteşar Yardımcılarının %4.3’ü müsteşarların tamamı 19<br />

Müsteşar erkeklerden oluşuyor. Adalet Bakanlığında 208 hakim ve<br />

savcıdan 22’si, yani %10.6’sı kadındır. Şu anda Anayasa Mahkemesi<br />

Başkanı ve Danıştay Başkanı kadın olmasına rağmen tüm Adalet<br />

Bakanlığında kadın sayısı %19.7’dir. Dışişlerinde 187 büyükelçiden<br />

8‘i, 38 elçiden 8’i kadındır. İçişlerinde 573 vali ve yardımcısının<br />

tamamı erkek 721 kaymakamdan sadece 7’si kadındır. Sağlık<br />

Bakanlığındaki 42.486 doktordan % 33.8 kadındır. Üniversitelerde<br />

500 dekandan 49’u, 79 Rektörden 3’ü kadındır. 507 üyeli TÜSİAD’<br />

ın % 95’i erkek Barolar birliğinin % 21.6 sı kadın TÜBİTAK’ın %<br />

14.3’ü Noterler Birliği’nin % 20.6 sı kadındır. İşgücündeki kadınların<br />

%56.8i Tarımda % 14.4’ü sanayide, % 28’i hizmet sektöründe<br />

görev yapmaktadır. Yüksek öğretimde 67.880 öğretim elemanından<br />

%39’u kadın toplam profesörler içinde kadın oranı ise % 24.8’dir.<br />

(Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü)<br />

AB’ye girişin olmazsa olmaz şartlarından birisi kadın erkek eşitliği<br />

konusudur. Türkiye kadın erkek eşitliği konusunda AB standartlarını<br />

yakalamadıkça asla AB ‘ne üye olamayacaktır.<br />

821


MİLLET VE TÜRK KAVRAMININ TARİHİ GELİŞİMİ<br />

VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’LE ZİRVEYE ERİŞMESİ<br />

Prof. Dr. Ahmet ÖZGİRAY *<br />

Millet ve millîyet kelimeleri yerli yerinde kullanılmazsa insanları<br />

yanlış yollara sevk eder. Hatta felaketlere yol açar. Önce kendi<br />

tarihini yanlış anlar ve milleti kötü yola sevk eder. İnsanlar yaptığı<br />

hatayı da bilmeyebilir. Sonra kendi milletinden nefret edebilir. Bu da<br />

millî şuurun doğmasına engel olur. Millî gurur millî şuurun temelidir.<br />

Eğer bir millet kendisini aşkla sevmez ve sevdirmez ise dünyada<br />

hiçbir şeyi başaramaz. Bu nedenle tarihimizi ve kavramları yerli yerinde<br />

kullanmamız gerekir.<br />

Millet kelimesinin kullanımı çok eskilere kadar gider. Fransa’da<br />

Robert de Sorbon din ve tarih bilginiydi1 . Sorbon’un kurduğu yatılı<br />

okula Avrupa’nın her tarafından okumak için öğrenciler gelirdi. Bu<br />

öğrencilere İngiliz milletinden, Alman milletinden denilirdi. Daha<br />

ziyade dini topluluğu ifade ederdi. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra<br />

ulus-devlet kavramı ortaya çıktı.<br />

Türkler arasında da millet kavramı çok eskidir. Bu kavram Göktürk<br />

Kitabeleri’nde “Budun” şeklinde ifade edilir. Bu kelime zamanla<br />

bir kenara atıldı ve yerine Moğolca bir ifade olan ulus kelimesi<br />

kullanılmaya başlandı. XV. Yüzyıl Orta Asya Türk şairi olan Ali Şir<br />

Neva-i; “Bir insan yaşadığı sürece vatan, millet ve ailesi için savaşmalıdır”<br />

der. Ayrıca 1851’de Türk şairi ve gazetecisi olan İbrahim<br />

Şinasi annesine Paris’ten yazdığı bir mektupta; “Kendimi din, dev-<br />

* Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.<br />

1 1253-1257’de bugünkü Sorbon okulunu Paris’te kurdu ve bu okulun müdürlüğünü<br />

yaptı; Büyük Larousse, s.10685.


824<br />

AHMET ÖZGİRAY<br />

let, vatan ve milletim için feda etmeye hazırım” demiştir.<br />

Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa Avrupa’ya 1809’da öğrenci göndermeye<br />

başladı. II. Mahmud da; “Benim Hidivim öğrenci gönderir<br />

de ben neden göndermem” diyerek 1827’den itibaren Paris’e öğrenci<br />

yollamaya başladı. Bu öğrenciler orada “biz Osmanlı değil, Türkmüşüz”<br />

diyerek Türklük şuuruna vardılar. Fakat esas Türklük şuurunu<br />

aşılayanlardan birisi 1848 İhtilali sırasında Ruslardan kaçarak İstanbul<br />

Polonez köyüne yerleşen Constantin Borcezky oldu. Sonradan<br />

ismini M. Celalettin olarak değiştiren Borcezky 1870’lerde Galatasaray<br />

Sultanisi’nde hocalık yaptı ve Eski Türkler Yeni Türkler adıyla<br />

bir kitap yazdı. Türklerin sarı ırktan değil, beyaz ırktan geldiğini<br />

iddia etti. Bu çok önemli bir tespitti. Çünkü bu sıralarda Joseph Arthur<br />

Gobineau kaleme aldığı kitaplarında “siyah ırk ihtirasın, lirizmin<br />

ve artistik mizacın kaynağıdır. Sarı ırk menfaat, nifak ve alçaklığın<br />

ifadesidir. Beyaz ırk ise, aklın ve şerefin ifadesidir” diyerek ırkçılık<br />

yapıyordu. Osmanlılar bugünkü anlamda azınlık kelimesini bilmezlerdi.<br />

Anlamı dince, dilce ve ırkça ayrılık göstermek demek olan<br />

azınlık yerine Osmanlılar, halkı Müslim veya Gayrimüslim diyerek<br />

ayırır ve bu nedenle de minority kelimesi yerine zımmi kelimesini<br />

kullanırdı.<br />

Türkler XIX. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’da başlayan Pan-<br />

Slavizm’e, Pan-Türkizm ile cevap verdiler. 1870’lerde Türkiye<br />

hakkında yazı yazan Avrupalılar eserlerinde imparatorluk içinde<br />

Türk kelimesinin küçültücü anlamda kullanıldığını işaret etmekten<br />

geri durmamışlardır. 1897 <strong>yılında</strong> bir İngiliz seyyah şöyle yazıyordu:<br />

“Günümüzde Türk ismi çok nadir olarak kullanılmaktadır.<br />

Bu ismi yalnız iki şekilde kullanılırken duydum. Ya bir ırkı ayırt<br />

edebilmek için (mesela bir köyün Türk köyü olup olmadığını sorarsanız)<br />

ya da hor görmek için kullanıyorlar. Mesela İngilizce’de<br />

birisine nasıl blockhead (beyinsiz) diye bağırılırsa, Türkler de Türk<br />

kafalı tabirini kullanıyorlar” 2 . 1908 <strong>yılında</strong> bir başka İngiliz, Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nda Türk’ün Türkçe konuşan Müslüman anlamına<br />

geldiğini belirtmektedir. Bu İngiliz’e göre “Türkiye’de bir<br />

Müslüman’a Türk müsün? diye sorduğunuz zaman size muhtemelen<br />

ben Osmanlıyım veya buna benzer bir cevap verecektir. Bir Osmanlı<br />

2 W.M. Ramsay, Impression of Turkey, London 1897, s.99.


MİLLET VE TÜRK KAVRAMININ TARİHİ GELİŞİMİVE MUSTAFA KEMAL<br />

ATATÜRK’LE ZİRVEYE ERİŞMESİ<br />

bir adam için Türktür derse, bu o adamın köylü veya kaba saba birisi<br />

olduğu anlamına gelir” 3 .<br />

Aynı durum bir yıl sonra bir İngiliz kadın yazar tarafından da<br />

şöyle ifade edilmekteydi: “Türk kelimesinin kullanılışı Avrupalılar<br />

tarafından hiçbir zaman açık ve kesin bir şekilde belirtilmemiştir.<br />

Günümüzde Avrupalılar bu kelimeyi Osmanlılara hasrederken, Osmanlılar<br />

kendileri alay ederek bu kelimeyi kabul etmiyor, bağlı bulundukları<br />

milletin kan ve kültür yönünden Türklükten uzaklaşmış<br />

olduğunu söylüyorlardı” 4 . Türk kelimesiyle ilgili olarak birçok kişinin<br />

karşı karşıya geldiği tatsız durumlara Osmanlı basınında da rastlamak<br />

mümkündü. Basiret Gazetesi “Türk olmaktan utanan” gençlerden<br />

bahsediyordu5 .<br />

1897’de Dömeke Harbi’nde Ethem Paşa’nın Yunanlıları yenişi<br />

Türk milletinde bir sevinç yarattı. Bunun üzerine Mehmet Emin Bey<br />

(Yurdakul) adında genç bir şair Türkçe şiirler adında bir şiir kitabı<br />

yayınladı. Mehmet Emin, Osmanlı divan şairlerinin resmî dilini ve<br />

aruz veznini terk ederek sade halk Türkçesiyle ve halk şiirlerinde<br />

kullanılan hece vezniyle yazdı. Daha da dikkat çekici olarak, günlük<br />

Türkçe’de kaba, cahil veya yörük anlamına gelen bir sözcüğü<br />

benimsedi ve kendinin bir Türk olduğunu iftiharla ilan etti. “Ben<br />

bir Türküm, dinim cinsim uludur.” diyen Mehmet Emin, başka bir<br />

yerde de “Biz Türküz, bu kanla ve bu adla yaşarız.” ifadesinde bulunmuştu6<br />

. Mehmet Emin bu ifadeleriyle yarı İslamcı yarı millîyetçi<br />

olarak görülüyor. Böyle gözükmesi de doğaldır. Zira 1898’de Sabah<br />

Gazetesi hâlâ Türkçe konuşamayan, yazamayan veya okuyamayan<br />

birçok vatandaşın bulunduğundan şikayet ediyordu7 .<br />

XIX. Yüzyılın sonunda Türkçe’de geniş bir şekilde kullanılan<br />

millet ve millîyetçilik kelimeleri Almanca, İngilizce ve Rusça’da da<br />

geniş bir şekilde kullanılıyordu. “Nationality” kelimesinin kullanımında<br />

anlamca değişiklikler vardı. Yani hem Amerikan, hem İngiliz<br />

3 Henry Charles Woods, Washed by four Seas, London 1908, s.163.<br />

4 L. M. J. Garnet, The Turkish People, London 1909, s.12.<br />

5 Basiret, Gençlerimiz, No: 1570, 4 Cemaziyelevvel 1875.<br />

6 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1978, s.341.<br />

7 David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), İstanbul 1979,<br />

s.147.<br />

825


826<br />

AHMET ÖZGİRAY<br />

ve hem de Fransızların kullanımında “nationality” veya “nationalite”<br />

kelimeleri ülke içerisinde yaşayan şehirlileri veya tebaayı ifade<br />

etmekteydi. Almanca’daki “staatsangehörigkeit” kelimesi devlete ait<br />

anlamındadır. Halbuki, “nationalitat” her ne kadar etimolojik olarak<br />

“nationality”e yakın ise de, anlamca ayrıdır. Yani politik anlamdan<br />

ziyade ırkı-kökeni ifade eder. Rusça’da da ayrıdır. Rus vize formlarında<br />

iki yazı vardır. İlki Rus olanları, ikincisi Rus olmayanları<br />

ifade eder. Rusça’da “Grazhdanstvo” şehirli anlamını ifade ederken,<br />

“Natsionalnost” kelimesi ise İngilizce ve Fransızca’daki “Nationality”<br />

anlamında değil, Almanca’dakine benzer şekilde “Natsionalitat”<br />

kelimesini, yani ırkı ifade eder8 .<br />

1889 <strong>yılında</strong> kurulmasına rağmen 1908 <strong>yılında</strong> parti haline gelen<br />

İttihad ve Terakki Cemiyeti Türkçü değildi. 1912 Balkan Harbi’nden<br />

sonra şuurlu bir şekilde olmasa da Türkçülük politikası takip etmeye<br />

başladı. 1911 <strong>yılında</strong> Osmanlı sarayından veremli birisinin İsviçre’ye<br />

verem tedavisi için gidip de tedavisinin uzun sürmesi üzere Padişah<br />

Mehmed Reşad’dan ek para isteyince “İstanbul’a gel, burada Türk<br />

doktorlar var” diye cevap verdi.<br />

23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da açılınca<br />

Türk kelimesi aşikar bir şekilde bu binada yerini aldı. İngiliz<br />

Devlet Arşivi’nin 1919-1922 yılları arasındaki Türkiye ile ilgili bölümleri<br />

karıştırılırsa, İngilizlerin Türk Kurtuluş Savaşı’nı “Turkish<br />

Nationalist Movement” şeklinde ifade ettikleri görülmektedir. 29<br />

Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra ise<br />

millîlik devletin temel önceliklerinden birisi haline gelmişti. Bundaki<br />

amaç, Türkiye’de yaşayan bütün insanları adalet ve eşitlik ilkesi<br />

doğrultusunda birbirleriyle kaynaştırmaktı. Bir taraftan dini devlet<br />

işlerinden ayırarak Türkiye’yi Arap medeniyetinden soyutlamak, diğer<br />

taraftan da ferdi ve vicdani hürriyetlere dokunmamak için gayret<br />

sarf ediliyordu. Ayrıca ülkede millî ve politik hayatı Avrupa medeniyeti<br />

seviyesine çıkarma doğrultusunda çaba gösterilmekteydi9 . Bu<br />

amaçlar çerçevesinde <strong>Atatürk</strong>’ün 1931 <strong>yılında</strong>n itibaren yerli ve ya-<br />

8 Bernard Lewis, The Middle East and West, London 1970, s.70.<br />

9 Ritter Von Kral, Kemal <strong>Atatürk</strong>’s Land The Evolution of Modern Turkey,<br />

Translated into English from German by Kenneth Berton, Leipzig 1938,<br />

s.226.


MİLLET VE TÜRK KAVRAMININ TARİHİ GELİŞİMİVE MUSTAFA KEMAL<br />

ATATÜRK’LE ZİRVEYE ERİŞMESİ<br />

bancı tarih ve dil alanındaki bilim adamlarını seferber ederek ve tarihi<br />

belgeleri de ortaya koyarak yapmaya çalıştığı şey, Türk milletinin<br />

en eski medeniyetleri kuran milletlerin soyundan geldiğini ispat<br />

etmek ve onun Osmanlı hanedanlığının “inkıraz” devrinden kalan<br />

aşağılık duygusundan kurtulmasına yardımcı olmaktı10 .<br />

1934 Kasım ayında Alman Büyükelçisi ve hanımı İzmir’i ziyaret<br />

etmiş, kendisine okullar ve kuruluşlar gezdirilmişti. Ziyaret esnasında<br />

elçi; “Türkiye ve Gazi çok yaşa” sloganı atarak çok popüler<br />

olmuştu. Hatta elçi daha da ileri giderek Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

kuruluşunun onuncu <strong>yılında</strong> resmen kabul edilen “ne mutlu Türküm<br />

diyene” sloganını sık sık tekrarlamıştır11 . 1933 <strong>yılında</strong> <strong>Atatürk</strong><br />

Bergama’yı ziyaret ettiğinde, buradaki bir kazının başında durmuş;<br />

“Burası biraz daha kazılsa Türkün çarığı ve hırkası çıkar” demişti.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu ifadesindeki amacı yabancı hayranlığını bastırmak,<br />

Türklere millî gurur ve heyecan vermekti. Nitekim, İstanbul<br />

ve Ankara’da bir kısım yerlere ve bankalara Eti yokuşu yani Hitit<br />

yokuşu, Sümer sokağı ve Etibank gibi isimleri vererek Türklüğü yüceltmeye<br />

çalışıyordu.<br />

Sonuç: Yunanlıların bağımsızlıklarını hukuken 1833’te kazanmalarından<br />

sonra Osmanlı yöneticileri ve aydınları yanlış olarak<br />

“aman millîyetçilik yapmayalım, zira imparatorluk bir mozaiktir,<br />

dağılır” vehmine kapılmışlardı. Buna rağmen; Sırpların, Romenlerin<br />

ve Ermenilerin imparatorluktan ayrılmaları engellenememişti. Bu<br />

arada da Türk dili ve millîyetçiliği için Veled Çelebi, Necip Asım,<br />

Ahmet Mithad, Ahmet Cevdet, Hive Hükümdarı Abdülgazi Bahadır<br />

Han, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi Türk devlet adamları<br />

ve aydınlarının ektikleri tohumlar yeşermiş ve meyvesini vermişti.<br />

Böylelikle ortak dil kullanımı olmaksızın millîyetçilik gelişemeyeceğinden<br />

Türk millîyetçiliğinin ortaya çıkması, bu aydınların Türk<br />

dilinin gelişmesi ve Türkçe’nin kullanımının artmasındaki katkılarıyla<br />

mümkün olabilmiştir. Günümüzde Yunanlıların üç bin yıllık<br />

tarihlerini dilleri sayesinde ayakta tuttuklarını gururla söylemeleri<br />

de unutulmamalıdır. Ayrıca Amerika’daki zenciler kendi dilleri olan<br />

10 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politika’da 45 Yıl, İstanbul 1999, s.112.<br />

11 PRO. F.O. 37/E854/15, Turkey, Annual Report 1934, P. Loraine’den Simon’a,<br />

Ankara 31 Ocak 1935.<br />

827


828<br />

AHMET ÖZGİRAY<br />

Suvahilice’yi konuşamayıp, İngilizce konuştukları için Amerikalıların<br />

başına sosyal problemler çıkarmamaktadırlar.<br />

Günümüzde tarihte hiçbir devlet kuramamış ve yazı diline sahip<br />

olmayan topluluklar bile millî olabilmek için canlarını feda etmekten<br />

kaçınmamaktadırlar. Bunlardan ders alarak ve Türkçe’ye ve<br />

Türklüğe sahip çıkarak büyük önderimizin ruhunu şad etmeliyiz.<br />

Aksi takdirde, onu anmak için yaptığımız toplantılar şekli olmaktan<br />

öteye geçemez.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TEMELLERİNİN<br />

OLUŞMASINDA ATATÜRK’ÜN GERÇEKÇİ<br />

KİŞİLİĞİNİN ROLÜ<br />

Doç. Dr. Mehmet EVSİLE*<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemâl <strong>Atatürk</strong>,<br />

devlet kurucu kişiliğinin yanında komutan, inkılapçı, çağdaş kişiliği<br />

ile de kurduğu devletin şekillenmesinde etkili bir rol üstlenmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bu özelliklerini tamamlayan diğer bir yönü de gerçekçi<br />

kişiliğidir.<br />

Millî mücadele döneminde Misak-ı Millî’nin millî sınırlarla ilgili<br />

maddeleri tesbit edilirken <strong>Atatürk</strong>’ün yanında bulunanlar, Lozan<br />

Barış Anlaşması ile bu tesbitlerin gerçekleştiğini görünce hayretlerini<br />

gizleyememişlerdir. Ama konunun tarihî boyutlarını göz önüne<br />

aldığımızda, burada hayret edilecek bir şey olmadığı anlaşılacaktır.<br />

Çünkü <strong>Atatürk</strong>, Misak-ı Millî projesine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne<br />

esas teşkil eden görüşlerini daha Birinci Dünya Savaşı’nda, muharebe<br />

meydanlarında elde ettiği tecrübelere dayandırarak gerçekçi kişiliğini<br />

ortaya koymuştur.<br />

Şimdi Çanakkale, Kafkas ve Suriye cephelerinde görev yapmış<br />

olan <strong>Atatürk</strong>’ün bu cephelerde elde ettiği başarıları bir defa daha hatırlatarak,<br />

bunların Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü varlığına olan<br />

etkilerini görelim:<br />

Çanakkale cephesi, İngiltere ve Fransa’nın, müttefikleri olan<br />

Rusya’ya ulaşmak için boğazları geçmek amacıyla açılmış bir cephedir.<br />

Özellikle İngiltere ve Fransa, Rusya’ya ihtiyaç duyduğu savaş<br />

malzemelerini götürecek, karşılığında ise Rusya, ihtiyaç fazlası olan<br />

tahıl ürünlerini yine boğazlar yolu ile Avrupa pazarlarına göndere-<br />

* Amasya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi


830<br />

MEHMET EVSİLE<br />

cek ve buradan elde edeceği para ile silâh ve cephane alacak, ülke<br />

ekonomisini düzeltecektir. Bu sıralarda Rusya’nın çarpıştığı cephelerde<br />

günlük mermi ihtiyacı 45 bin kadardır. Bunun ancak onda biri<br />

Rusya’daki fabrikalarda üretilebilmektedir. Dolayısıyla İngiltere ve<br />

Fransa’nın askerî yardımına büyük ihtiyacı vardır.<br />

Müttefiklerin diğer bir hesabı, Çanakkale boğazını geçip,<br />

İstanbul’u işgal etmekle Osmanlı Devletini savaş dışı bırakmaktır.<br />

Böylece İstanbul, boğazlar ve Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan<br />

Ortadoğu ve petrol bölgeleri müttefikler tarafından işgal edilecek,<br />

Osmanlı Devleti’nin fiilî varlığı sona erecektir. Yaklaşık bir asırdan<br />

beri hasta adam ilan edilen Osmanlı Devleti’nin mirası, müttefik<br />

devletler arasında paylaşılacaktır.<br />

Ancak müttefik devletlerin hesabını bozan kişi, Albay Mustafa<br />

Kemal olmuştur. 20 Ocak 1915’te 19. Tümen Komutanı, 28<br />

Temmuz 1915’te 15. Kolordu Komutanı, 8 Ağustos 1915’te de<br />

Anafartalar Grup Komutanı olan 1 Mustafa Kemâl, Anafartalar ve<br />

Conkbayırı’nda idare ettiği muharebelerde üstün başarılar elde ederek<br />

askerî dehasını ispat etmiştir. Özellikle 57.Alaya verdiği, Ben<br />

size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum şeklindeki emir ile Çanakkale<br />

muharebelerinin akışını değiştirmiş, 57.Alay ve arkasından<br />

gelen diğer birliklerin yok olma pahasına gösterdikleri direnç ile<br />

düşman hücumlarının beli kırılmıştır. Daha sonra <strong>Atatürk</strong>, Çanakkale<br />

cephesinde elde ettiği bu başarıyı değerlendirirken, Osmanlı<br />

Devleti’nin başkenti İstanbul’un düşman işgaline girmesini önlediğini<br />

söylemiştir. 2 Aslında bu başarının önemi, sadece bu sonuçla<br />

sınırlı değildir. Müttefiklerinden yardım alamayan Rusya’da Çarlık<br />

rejiminin çökmesinde etkili olduğu gibi; İstanbul, Marmara ve<br />

Trakya bölgelerinin Türkiye’nin ülke bütünlüğünden kopartılmasını<br />

önlemiştir. Çanakkale’de verilen binlerce şehit karşılığında bu toprakların<br />

Türk vatanının ayrılmaz bir parçası olduğu tescil edilmiştir.<br />

Çanakkale cephesinin tasfiye edilmesinden sonra <strong>Atatürk</strong>’ün ko-<br />

1 Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların<br />

Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1989,<br />

s.2.<br />

2 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Yayını, Anka-<br />

ra, 1997, Cilt:I, s.299.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN TEMELLERİNİN OLUŞMASINDA ATATÜRK’ÜN<br />

GERÇEKÇİ KİŞİLİĞİNİN ROLÜ<br />

mutanı olduğu 16. Kolordu, Kafkas cephesine nakledilmiştir. Zira,<br />

27 Ocak 1916’da karargâhı Edirne’de olan ve 25 Kasım 1916’da<br />

Diyarbakır’a nakledilen 16. Kolordu Komutanlığına atanmış bulunuyordu.<br />

3 Bu arada 1 Nisan 1916 tarihinde <strong>Atatürk</strong>’ün rütbesi albaylıktan<br />

generalliğe terfi ettirilmiş ve bu tarihten itibaren Mustafa<br />

Kemal Paşa olarak anılmaya başlamıştır.<br />

16. Kolordu’nun Kafkas Cephesine nakledilmesinin gerekçesi,<br />

1916 yılının Mart ayı başlarında Bitlis ve Muş’un Rus işgali altına<br />

girmiş olmasıdır. Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinin bir<br />

kısmının işgalinden sonra Bitlis ve Muş’un işgal altına girmesi,<br />

İstanbul’da Başkomutanlık Vekâleti, Genelkurmay Başkanlığı ve<br />

diğer birimleri harekete geçirmiş; özellikle bir vilâyet merkezi olan<br />

Bitlis’in işgale uğraması, şok etkisi yapmıştır. Rus birliklerinin hareket<br />

istikametine bakıldığında, işgalin güneye doğru ilerleyebileceği<br />

anlaşılmıştır. Bu da Osmanlı Devleti’ni güç duruma düşürecektir.<br />

İşte bu durumun önüne geçmek, tehlikeli bir hale gelen Diyarbakır<br />

istikametini güvence altına almak için buraya genç ve kudretli bir<br />

komutanın atanması düşünülmüştür. Bu işi yapabilecek kudrette bir<br />

komutan olarak da Çanakkale cephesinde yıldızı parlayan Mustafa<br />

Kemâl, ilk anda akla gelen isim olmuştur. Karpatlardaki Galiçya<br />

cephesine gitmek üzere hazırlanan Mustafa Kemâl ve kolordusunun<br />

bu görevi iptal edilerek Kafkas cephesine gönderilmesi kararlaştırılmıştır.<br />

27 Mart 1916 tarihinde Diyarbakır’a gelen Mustafa Kemâl Paşa,<br />

bir müddet sonra karargâhını Silvan’a naklederek cepheye yakın bir<br />

konumda çalışmalarına başlamıştır. Bitlis cephesinde bulunan 5.Tümen<br />

ile Muş cephesinde bulunan 8.Tümenin eksiklerini tamamlayarak<br />

Ağustos ayı başında bu iki tümene hücum emri vermiştir. Yapılan<br />

taarruzlar sonucunda 7 Ağustos 1916’da Muş; 8 Ağustos 1916’da<br />

Bitlis düşman işgalinden kurtarılmıştır. Bu başarılarının bir sonucu<br />

olarak Mustafa Kemâl Paşa’ya Osmanlı, Alman ve Avusturya-<br />

3 Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların<br />

Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1989,<br />

s.3.<br />

831


832<br />

MEHMET EVSİLE<br />

Macaristan hükûmetleri tarafından liyakat madalyaları verilmiştir. 4<br />

İşgale uğrayan bölgelerdeki halk, canlarını kurtarmak için güneye<br />

göç etmeye başlamış iken, şehirlerinin işgalden kurtarılması üzerine<br />

yeniden kendi topraklarına dönme imkânına kavuşmuşlardır. Bitlis<br />

ve Muş’tan çıkartılan birliklerin daha güneye, Diyarbakır istikametine<br />

ilerlemeleri durdurulmuştur. Bu sonuç, aynı zamanda Rusya’nın<br />

Çar I.Petro’dan itibaren izlediği sıcak denizlere inme politikasına da<br />

büyük bir darbe indirmiştir. Çünkü Ruslar, Diyarbakır’a girebilseler,<br />

daha sonra İskenderun körfezine kadar rahatlıkla gidebileceklerdi.<br />

Bu arada Rus birliklerinin hareketini durduracak hiçbir tabiî engel<br />

yoktur. <strong>Atatürk</strong>’ün Kafkas cephesinde kazandığı bu başarılar, sonuçta<br />

doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerinin Türkiye’nin ülke bütünlüğünden<br />

kopartılmasını önlemiştir.<br />

Kafkas cephesinden sonra <strong>Atatürk</strong>’ün görev aldığı cephe, Suriye<br />

cephesi olmuştur. Bu cephede 7 Ağustos 1918’de VII.Ordu Komutanı;<br />

31 Ekim 1918’de VII.Ordu Komutanlığı ile birlikte Yıldırım<br />

Ordular Grubu Komutanı olmuştur. 5 <strong>Atatürk</strong>’ün VII.Ordu Komutanı<br />

olduğu sıralarda bu cephedeki çarpışmalar şiddetini kaybetmeye<br />

başlamıştır. Zira daha önceki muharebelerde Osmanlı Devleti, büyük<br />

toprak kayıplarına uğramıştır. VII.Ordu Komutanı olarak Mustafa<br />

Kemâl Paşa, bu cephede mağlûp olmayan tek komutandır.<br />

Suriye cephesinde Mustafa Kemâl Paşa’nın gördüğü bir gerçek<br />

vardır. Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki Türk birlikleri,<br />

devamlı surette kayıp vermektedirler. Çünkü güvenlikleri sağlanamamaktadır.<br />

İngiliz birlikleri ve onları destekleyen Arap aşiretleri,<br />

Türk birliklerini rahatsız etmektedirler. İşte <strong>Atatürk</strong>, VII.Ordu<br />

birliklerini, Türk unsur ile Arap unsuru birbirinden ayırt eden<br />

hattın gerisine çekerek daha büyük ölçüde zayiatın önüne geçmeye<br />

çalışmıştır.<br />

Çanakkale cephesinde Anafartalar Grup Komutanı Albay<br />

4 <strong>Atatürk</strong>’ün Nişan ve Madalyaları, Genelkurmay Başkanlığı Askerî Tarih ve<br />

Stratejik Etüd Başkanlığı Yayını, Ankara, 1986, s.56 ve 171.<br />

5 Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların<br />

Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1989,<br />

s.3.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN TEMELLERİNİN OLUŞMASINDA ATATÜRK’ÜN<br />

GERÇEKÇİ KİŞİLİĞİNİN ROLÜ<br />

Mustafa Kemâl, İstanbul’un düşman işgaline girmesini önlemekle,<br />

Batı Anadolu’nun ve Trakya’nın ülke bütünlüğü içerisinde kalmasını;<br />

Kafkas Cephesinde 16.Kolordu Komutanı Mustafa Kemâl<br />

Paşa, Bitlis ve Muş’u düşman işgalinden kurtarmakla Doğu ve Güneydoğu<br />

Anadolu bölgelerinin ülke bütünlüğü içerisinde kalmasını<br />

temin ettiği gibi, Suriye cephesinde VII.Ordu Komutanı Mustafa<br />

Kemâl Paşa, Türk unsur ile Arap unsuru birbirinden ayıran hattı<br />

gerçekçi bir şekilde tesbit etmiştir. <strong>Atatürk</strong>’ün muharebe meydanlarında<br />

kazandığı bu tecrübelerin Misak-ı Millî’nin ilgili maddelerinin<br />

tasarlanmasında katkısı olduğu söylenebilir.<br />

Doğu Trakya’yı hiçbir şekilde tartışmaya açmadan Batı<br />

Trakya’nın geleceği halkın vereceği oylara bırakılarak, Türkiye’nin<br />

batı sınırı Meriç hattı olacaktır derken, Çanakkale cephesinde binlerce<br />

şehit verilerek kazanılan zaferlerle bu sınırın hak edildiğini; doğu<br />

sınırları tesbit edilirken Bitlis ve Muş’u geri alarak Rusların tarihî<br />

emellerine engel olduğunu, bu suretle bu hattın muharebe meydanlarında<br />

akıtılan kanların karşılığında hak edildiğini, güney sınırının<br />

ise, VII.Ordu Komutanlığı sırasındaki icraatı ile güvence altına alınmış<br />

olduğunu düşünmüş olmalıdır.<br />

Misak-ı Millî metni, sadece millî sınırların tesbitini sağlayan bir<br />

belge değildir. Ekonomik ve malî sınırlamaları da ortadan kaldırmayı<br />

amaçlamaktadır. Dolayısıyla Misak-ı Millî’nin hazırlanmasında<br />

o günkü şartların ve gerçeklerin çok önemli bir yeri vardır. Ancak<br />

bu belgenin hazırlanmasında <strong>Atatürk</strong>’ün Birinci Dünya Savaşı’nda<br />

muharebe meydanlarında kazandığı tecrübelerin katkısı da görmezden<br />

gelinemez. <strong>Atatürk</strong>, bu konuyu, 10 Ocak 1922’de Vakit gazetesi<br />

başyazarı Ahmet Emin’e verdiği bir mülâkatta, “Misak-ı Millî,<br />

barış imzalamak için en makul ve en asgarî şartlarımızı kapsayan<br />

bir programdır. Barışa ulaşmak için öngöreceğimiz esasları kapsar.<br />

Fakat memleket ve milleti kurtarmak için barış yapmak kâfî değildir.<br />

Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışmalar ondan sonra<br />

başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmalarda muvaffak olabilmek,<br />

milletin istiklalinin kazanılmış olmasına bağlıdır. Misak-ı Millî’nin<br />

hedefi onu temin etmektir” şeklinde yorumlamıştır. 6 Bu tecrübeler,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün gerçekçi kişiliğinin oluşmasına katkıda bulunduğu gibi,<br />

6 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, s.49.<br />

833


834<br />

MEHMET EVSİLE<br />

Misak-ı Millînin de tarihî zeminini teşkil etmiştir. Aynı proje Lozan<br />

Barış Anlaşmasında da korunarak Türkiye Cumhuriyetine temel teşkil<br />

etmiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Onuncu Yıl Nutkunda, Türkiye Cumhuriyeti’ni tarif<br />

ederken, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü<br />

olan Türkiye Cumhuriyeti ifadesini kullanmıştır. Türkiye Cumhuriyetine<br />

temel teşkil eden kahramanlık boyutunu Birinci Dünya<br />

Savaşı’nda Çanakkale, Kafkas ve Suriye cephelerindeki başarıların<br />

teşkil ettiğini görüyoruz. İkinci olarak yüksek Türk kültürü tabiri<br />

kullanılmaktadır ki bu ifade ile <strong>Atatürk</strong>, Türk tarihinden aldığı bilgileri<br />

aktarmakta, böylece Türkiye Cumhuriyetini tarihten elde ettiği<br />

tecrübeye dayandırmaktadır.<br />

1936 <strong>yılında</strong> kendisine sorulan bir soru üzerine de, “Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” dedikten sonra, “Kültür, bir milletin<br />

bütün tarihî seyrini gösteren bir harekettir. Bugün yaşayan milletler<br />

varlıklarını ispat ve idame için çalışırlar, fakat onların dayanacağı<br />

bir esas, kökünü kendisinden alacağı bir kültürleri bulunmazsa,<br />

temel sağlam olmaz” şeklinde karşılık vermiştir. 7<br />

Başka bir konuşmasında da, cumhuriyetin temeli saydığı millî<br />

kültür ile millî benlik arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak, “…bir milletin<br />

saadet olarak algıladığı şey, diğer bir millet için felaket olabilir.<br />

Bundan dolayı bir millet, kendine göre saadet olarak algıladığı bir<br />

şeye ulaşabilmek için kullanacağı vasıtalar ve aletler kendi ruhundan<br />

çıkarsa, o vakit maksada varabilir. Onun vasıta ve aletlerini kullandığımız<br />

zaman gideceğimiz hedef, onun için saadet olmasına rağmen<br />

kendimiz için felakettir” diyerek millî kültürün araştırılması için çalışmalar<br />

yapılmasını istemiştir. 8<br />

Nitekim bu görüşlerini güçlendirecek araştırmalar yapmak üzere<br />

15 Nisan 1931 tarihinde Türk Tarih Kurumu ve 12 Temmuz 1932<br />

tarihinde Türk Dil Kurumu’nu kurmak suretiyle kültür kurumlarının<br />

oluşturulmasına da öncülük etmiştir. 1 Kasım 1936 tarihinde Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada,<br />

“…bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde<br />

7 Afetinan; <strong>Atatürk</strong> Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası<br />

Kültür Yayınları, Ankara, 1984 (4.Baskı), s.271.<br />

8 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, s.219.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN TEMELLERİNİN OLUŞMASINDA ATATÜRK’ÜN<br />

GERÇEKÇİ KİŞİLİĞİNİN ROLÜ<br />

unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, reddedilmez<br />

belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk milleti için değil ve fakat<br />

bütün ilim alemi için dikkat ve uyanışı çeken kutsal bir vazifeyi<br />

yapmakta olduklarını” söylemiştir. 9<br />

Böylece gerçekçi bir şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kahramanlık<br />

ve kültür temellerini ortaya koyduktan sonra, son olarak<br />

yine Onuncu Yıl Nutkunda, “Yurdumuzu dünyanın en gelişmiş ve<br />

medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş<br />

refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş<br />

medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız” diyerek Türk milleti<br />

için nihaî hedefi göstermiştir.<br />

9 <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, s.406.<br />

835


SALTANATTAN CUMHURİYETE<br />

MİLLET EGEMENLİĞİ<br />

Doç. Dr. Adnan SOFUOĞLU *<br />

Tebliğime egemenlik kavramına kısaca değinerek başlamak istiyorum.<br />

Devletle birlikte ele alınan ve incelenen bir kavram olan egemenlik<br />

devlet içinde en yüksek iradeyi ifade eder. Bu anlamda egemen<br />

güç, hükmeden, emreden, emrini yürütebilen, kendi yetki alanında<br />

herhangi bir üst otoriteye bağlı ve bağımlı olmayan üstün bir<br />

güç demektir. 1<br />

Bu anlamda tarihsel açıdan Batıda egemenlik teorisinin gelişim<br />

sürecine baktığımızda Bu kavramın ortaçağın sonları ile yeniçağın<br />

başlarında ortaya çıktığı görülür. Bu çerçevede egemenlik teorisinin<br />

gelişiminde ise dünyevi krallıkların siyasal otoritesine dini otoritelerin<br />

rakip olma iddialarını dayanaksız hale getirmek şeklinde<br />

özetlenebilecek bir gelişme yatmaktadır. 2 Bu gelişim sürecinde Jean<br />

Baudin’den önce Machiavelli siyaset meselesini Prensin iktidarı bi-<br />

* Hacettepe Üniversitesi <strong>Atatürk</strong> İlkeleri ve Inkılap Tarihi, Öğretim Üyesi<br />

1 Turhan Feyzioğlu; Türk Milli Mücadelesi’nin ve <strong>Atatürk</strong>çülüğünün Temel<br />

İlkelerinden Biri Olarak Millet Egemenliği, Ankara 1988, s. 3. ; Ulusal<br />

Egemenliğin tarifleri için ayrıca bkz. Ahmet Davutoğlu; “Küreselleşme ve<br />

AB_Türkiye İlişkileri Çerçevesinde Ulusal Egemenliğin Geleceği”, Anayasa<br />

Yargısı Dergisi, Cilt 20, Ankara 2003.<br />

2 Mustafa Erdoğan; Demokrasi, Laiklik, Resmi İdeoloji, Ankara 1995, s. 92.<br />

; Ayrıca egemenlik kavramı ve gelişim süreci için bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları-Levent<br />

Köker; Tanrı Devletten Kral-Devlete, Ankara, 1997, s. 14-17.<br />

; Feyzioğlu; a.g.e., s. 3-4. ; Mehmet Ali Ağaoğulları-Levent Köker; Kral-<br />

Devlet Yada Ölümlü Tanrı, Ankara 2000, s. 10 v.d ; Hazma Eroğlu; <strong>Atatürk</strong><br />

ve Milli Egemenlik, Ankara 1987, s. 3-5


838<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

çiminde formüle ederken, Baudin, bu iktidarı egemenlik gücü şeklinde<br />

kavramlaştırmıştır. Böylece modern devlet kuramının ihtiyaç<br />

duyduğu egemenlik kavramı da ortaya çıkmıştır. 3<br />

Diğer taraftan modern devlet yani ulusların bir devlet olarak tarih<br />

sahnesine çıkabilmeleri, kendi iç işlerinden sorumlu olma ve kendi<br />

kaderlerini tayin haklarına dayanmaktadır. Bu hak Avrupa’da ilk<br />

defa Otuz Sene Savaşları sonrasında imzalanan 1648 Vestfalya Anlaşması<br />

ile gündeme gelmiştir. 4 Bu gelişme, ulus-devlet sisteminin<br />

ortaya çıkmasına ve zamanla dünyanın siyası çehresinin değişmesine<br />

zemin oluşturdu. Böylece ortaya çıkmaya başlayan millî devlet,<br />

bir yandan yerel otoritelerin bir yandan da Papalık ve imparatorluk<br />

gibi evrensel otoritelerin ortadan kalkmasına, bu gelişmenin sonucu<br />

olarak da modern dönemde Avrupa’da yeni kimliklerin oluşmasına<br />

yol açtı. 5<br />

Bundan sonraki dönemlerde ise, milletleşme sürecine bağlı olarak<br />

mutlak iktidarın, gücün kraldan millete intikali ile millet egemenliği<br />

teorisi ortaya çıkmıştır. 6 Nitekim adlı eserinde ki burada. Bu<br />

3 Berna Türkdoğan; Ulus Devletler ve Avrupa Birliği; (H.Ü. <strong>Atatürk</strong> İlkeleri<br />

ve Inkılap Tarihi Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara<br />

2001, s. 13.<br />

4 Kutlu Merih; Ulusal Egemenlik, Demokrasi ve AB, www. Turkab.net ; Oktay<br />

Uygun; “Küreselleşme ve Değişen Egemenlik Anlayışının Sosyal Haklara Etkisi”,<br />

Anayasa Yargısı Dergisi, Cilt 20, Ankara 2003. ; Ayrıca Vestfalya Antlaşması<br />

için bkz. Oral Sander; Siyasi Tarih, İlk Çağlardan 1918’e, 7. Baskı,<br />

Ankara 1999, s. 88-90.<br />

5 Onur Öymen; Ulusal Çıkarlar, 2. Baskı, İstanbul 2005, s. 30-32 ; Nitekim<br />

Fransa’da ve İngiltere’de ortak bir devletin çatısı altında yaşamak zamanla<br />

milleti oluşturdu. Yine Almanya ve İtalya Yarımadası’nda kültür alanında<br />

yüzyıllardan beri doğmuş olan beraberlik bilahare Bismark ve Kont Cavour<br />

gibi siyasi önderlerle siyasi birlik haline dönüştürülerek, 1870’li yıllarda Almanya<br />

ve İtalya milli devletleri kuruldu. Feyzioğlu; a.g.e., s. 4 ; Türkdoğan;<br />

a.g.e., s. 19 v.d. ; Fahir Armaoğlu; Siyasi Tarih, Ankara 1975, s. 160 v.d. ;<br />

Sander; a.g.e., s. 194 v.d. Bu gelişme doğrultusunda yani milletleşme sürecine<br />

bağlı olarak, 1500’lü yıllarda Avrupa’da var olan 500’e yakın siyasi birim,<br />

1900 yılına gelindiğinde sadece 25 civarında milli devlete dönüşmüş olacaktır.<br />

Türkdoğan; a.g.e., s. 28.<br />

6 Millet egemenliği anlayışı ile gelişim süreci için bkz. Mehmet Turhan; “Değişen<br />

Egemenlik Anlayışının Hak ve Özgürlüklerin Korunmasına Etkileri ve<br />

Türk Anayasa Mahkemesi”, Anayasa Yargısı Dergisi, Cilt 20, Ankara 2003. ;<br />

Mümtaz Soysal; “Değişen Egemenlik ve Meşruluk”, Anayasa Yargısı Dergi-


SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ 839<br />

gelişim süreci içinde Fransız İhtilalinin önderleri ise, Jean Baudin’ci<br />

egemenlik anlayışını, kral yerine millete mal etmişlerdir. Bu anlamda<br />

İhtilal, Rousseau’nun “ Genel İrade” teorisi işlendiği Contrat Sociale<br />

(Toplumsal Sözleşme) eserinde “egemen” dediği “toplum”un<br />

yerine “ulus”u koyarak Fransa’ya önce “ulusal egemenlik” kavramını<br />

ve ardından, kendinden önceki Amerikan İhtilali’nin etkisiyle,<br />

“anayasa” kavramını getirmiştir. 7<br />

Buna göre egemenlik, millet denilen varlığın, toplumun genel<br />

iradesidir. Bu irade üstün iktidar ve güç olarak millete aittir. Egemenliğin<br />

menşei ilahi iradeye değil, millî iradeye dayanmaktadır. 8<br />

Böylece, Amerikan ve Fransız inkılapları, bilahare XIX. Yüzyılın<br />

liberal anayasalar hazırlama akımı, siyasal rejimlerin doğal ya da<br />

tanrı vergisi kurumlar olmayıp insan yapısı olduğunu, yeterli sayıda<br />

insanların bir değişiklik yapılması yönünde anlaşmaya varması<br />

halinde rejimlerin değiştirilebileceğini açıklıkla ortaya koymuştur. 9<br />

si, Cilt 20, Ankara 2003. ; Mehmet Turhan; a.g.m., Anayasa Yargısı Dergisi,<br />

Cilt 20. ; Feyzioğlu; a.g.e., s. 10-13<br />

7 Mümtaz Soysal; “Değişen Egemenlik ve Meşruluk”, Anayasa Yargısı Dergisi,<br />

Cilt 20, Ankara 2003. ; Mehmet Turhan; a.g.m., Anayasa Yargısı Dergisi,<br />

Cilt 20. ; Feyzioğlu; a.g.e., s. 10. ; Bu anlamda, 1789 Fransız “İnsan ve<br />

Yurttaş Hakları Bildirisi”nin üçüncü maddesinde yer alan “egemenliğin özü<br />

esas olarak millettedir. Hiçbir kurul, hiçbir kişi milletin açıkça vermediği bir<br />

otoriteyi kullanamaz” ifadesi ile, yine, 1791 Fransız Anayasası’nda yer alan<br />

“egemenlik tektir, bölünemez, devredilemez ve zaman aşımına uğrayamaz.<br />

millete aittir. Halkın hiçbir bölümü, hiçbir birey bu egemenliğin kullanılmasını<br />

kendisine mal edemez, ” ifadesi örnek olarak gösterilebilir. Feyzioğlu;<br />

a.g.e., s. 13.<br />

8 Feyzioğlu; <strong>Atatürk</strong> ve Milliyetçilik, Ankara 1986, s. 2-4. ; Eroğlu; a.g.e., s.<br />

5-6. ; egemenlik kavramına farklı yaklaşımlar İç ve dış egemenlik anlayışı<br />

ile ilgili bilgi için ayrıca bkz. Mithat Sancar; “Değişen Egemenlik Sürecinde<br />

Meşruiyet Sorunu ve Anayasal Düzen”, Anayasa Yargısı Dergisi, Cilt 20,<br />

Ankara 2003. ; Türkdoğan; a.g.e., s. 11-13. ; Diğer taraftan 19. yüzyılda parlamento<br />

krizlerinin ortaya çıkmasıyla Parlamentoların da yanılabileceği görüşü<br />

ağırlık kazanarak egemenlik anlayışını değiştirmeye yani egemenliğin hukuk<br />

kuralları ile insan hakları ile sınırlanabileceği anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır.<br />

Süheyl Batum; Ulusal Bağımsızlığımız Sona mı Eriyor?, Röportajı<br />

Yapan, Zafer Özcan, 05-05-2004, www. İdealhukuk.com.index.asp. Bülten/<br />

makaleler<br />

9 William. H. Mcneill; Dünya Tarihi, Çev. Alâeddin Şenel, 5. Baskı, Ankara<br />

2001, s. 762


840<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

Bu bağlamda millet olma bilinci ile demokrasiye ilerleyiş ve<br />

medeni bir cemiyet olmak arasında da esaslı bir bağlantı bulunmaktadır.<br />

10<br />

Batıda gelişen egemenlik ve millet egemenliği kavramından<br />

Osmanlı Devleti’ndeki egemenlik anlayışına gelirsek, Osmanlı<br />

Devleti’nde kendinden önceki Türk devletlerinde olduğu gibi egemenlik<br />

bir soyda, yani Osmanlı hanedanında idi. Hanedanın içinde<br />

ise erkek üyelere aitti ve kutsaldı. 11 Bu çerçevede üstün iktidarı güçlü<br />

şahsında toplayan hükümdar, toplumun, ülkenin ve üstün iktidarın<br />

sahibi, maliki bulunmaktaydı. Ülüş sistemi de mevcuttu. Ancak Fatih<br />

Sultan Mehmet çıkarttığı kanunname ile bu sistemine son verdi. 12<br />

10 Mümtaz Turhan; <strong>Atatürk</strong> İlkeleri ve Kalkınma, İstanbul 1964, s. 41. v.d.<br />

11 Recai Galip Okandan; Amme Hukukumuzun Ana Hatları, I. Kitap, İstanbul<br />

1957, s. 21-21 ; Eski Türklerde egemenliğin kökeni Tanrıya dayanmaktadır.<br />

Hunlar’da, Göktürkler’de, Uygurlar’da ve diğer Türk devletlerinde Kağanlığın<br />

dolayısıyla egemenliğin tanrıdan geldiği inancı hâkim olmuştur. Buna<br />

göre, Han soyunun kutsal bir kökeni bulunmaktadır. Bkz. İbrahim Kafesoğlu;<br />

Türk Milli Kültürü, İstanbul 1976, s. 220-221 ; Türkler Müslümanlığı<br />

kabul ettikten sonra da hükümranlık yani egemenlik anlayışlarında eski<br />

geleneklerini devam ettirdiler. Nitekim bu durum Kutadgu-Bilig’de açıkça<br />

ortaya konmaktadır. Bu bağlamda önemli büyük Türk devletlerinden olan Büyük<br />

Selçuklu Devleti’nde de bu gelenek hâkimdir. Nitekim Selçuklu devleti<br />

başlangıçta eski Gök-Türk devletinin anlayışı olan Oğuz-Yabgu devletinin<br />

izinde oldu. Tuğrul Bey zamanında ise Devlet İslam örneğine göre teşkilatlandırılmağa<br />

çalışıldı. Bu doğrultuda “hakan” yerine “sultan”, yabgu yerine<br />

“melik” tabiri kullanılmağa başlandı. Ancak yine de yukarıda belirtilen anlayış<br />

doğrultusunda Türk hükümdarı Tanrı bağışı “kut” yolu ile yeryüzündeki<br />

insanları yönetmekle vazifeli idi. Geniş bilgi için bkz. Kafesoğlu; a.g.e., s.<br />

300-302 ; Ercument Kuran; Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler,<br />

Ankara 1997, s. 85-86 ; Osman Turan; Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi<br />

Tarihi, İstanbul 1978. Diğer taraftan Türklerdeki hükümranlık, kişiye değil<br />

Türk toplumu içinde bir aileye aittir. Bu sebeple Han ailesinin bütün erkekleri<br />

hükümdar olma hakkına sahiptir. Buna mukabil hükümdarlığı oluşturan beylerin<br />

de aile içinde kimin Han olacağına karar verme yetkileri vardır. Bu da<br />

Hanın yetkilerini az da olsa sınırlar. Bu hükümranlık anlayışından dolayı Orta<br />

Asya Türk devletlerinde ülüş sistemi mevcut olmuştur. Bkz. Sadri Maksudi<br />

Arsal; Türk Hukuk Tarihi, İslamiyet’ten Evvelki Devir, C.1, İstanbul 1947,<br />

s. 201-202 ; Bahaeddin Ögel; Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Ankara<br />

1979, s. 218-220 ; Ahmet Mumcu; “Osmanlı İmparatorluğunda Egemenlik<br />

Kavramı ve Gelişmesi” I. Milli Egemenlik Sempozyumu, Ankara 1985, s.<br />

34-35<br />

12 Osmanlı Devleti’nde egemenliğin bu şekilde kişiselleştirilmesinde esasında


SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ 841<br />

Diğer taraftan Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlı padişahları<br />

halife unvanını da taşımaya başlamışlardı.<br />

Buna mukabil Osmanlı Devleti’nin siyasal sisteminde zorunlu<br />

olarak değişim, XVIII.Yüzyıldan itibaren uygulamaya konulan ve<br />

kesintilerle devam ettirilmeğe çalışılan reformlar sürecinde ortaya<br />

çıktı. Bu süreçte önemli bir değişim, devlet düzeninde hem içeriye<br />

hem dışarıya yönelik yeni bir yaklaşımı içeren Nizami-ı Cedit ile<br />

devleti modern anlamda bürokrasiye dayalı olarak yeniden yapılandıran<br />

II. Mahmut reformları ile ayrım gözetmeksizin bütün Osmanlılara<br />

kanun önünde eşitlik tanıyan, farklı din ve soylara mensup ve<br />

türlü dil konuşan tebaadan bir “Osmanlı milleti” meydana getirmeyi<br />

hedefleyen Tanzimat döneminde görülür. Ancak bu dönemde girişilen<br />

yeni düzenlemelere ki bu bağlamda Ordu, bürokrasi, vergi sistemi<br />

merkezileştirme yoluna gidildi ve yayınlanan Hattı Hümayunlara<br />

rağmen sınırsız monarşi rejiminde bir değişiklik olmadı. 13<br />

Yine 1860’larda ortaya çıkan, Padişahın otoritesi sınırlanarak,<br />

Osmanlı Milleti temsilcilerinden kurulu Meb’usan Meclisi’nin<br />

Kanun-ı Esasiye göre çıkaracağı kanunlarla idare edilmesini diğer<br />

bir deyişle meşrutiyet yönetimi isteyen, fikri öncüllerinin Fransız İhtilalini<br />

hazırlayan filozofların etkisinde kalan Genç Osmanlıların da<br />

etkisiyle, 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyette, devlet başkanının<br />

tek taraflı iradesi ile meydana getirilen anayasa, uygulana gelmekte<br />

olan siyasi sistemde radikal bir değişiklik meydana getirmedi. Zaten<br />

Meclis-i Meb’usan da 1878’de II. Abdülhamit tarafından, anayasanın<br />

kendisine tanıdığı yetkiyle Osmanlı- Rus Savaşı gerekçe gösterilerek<br />

kapatıldı. 14<br />

Fatih Sultan Mehmet’in çıkardığı kanunname önemli bir adım teşkil etmektedir.<br />

Bu kanunname padişahın kişisel egemenliğini mutlak doruğuna çıkarmakta<br />

ve eski ülüş sistemine de son vermekteydi. Bu yeni düzende sadece en<br />

büyük erkek çocuk saltanat hakkına sahip olmaktaydı. XVII. Yüzyılın başında<br />

ise, saltanat hakkı Osmanlı ailesinin en yaşlı erkeğine geçecek şeklinde yeniden<br />

düzenlenmiştir. bkz. Eroğlu; a.g.e., s. 15 ; Mumcu; a.g.e., s. 44-45<br />

13 Eroğlu; a.g.e., s. 16 ; Kemal H. Karpat; Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul.1996.<br />

s. 29 v.d. ve Osmanlı Modernleşmesi, Ankara 2002, s. 77 v.d. ;<br />

M.A. Ubucini; Osmanlılarda Modernleşme Sancısı, Çev.: Cemal Aydın,<br />

İstanbul 1998, s. 39 v.d. ; İlber Ortaylı; İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı,<br />

İstanbul 1999, s. 123 v.d.<br />

14 Üstün güç yine devlet başkanına yani padişaha aitti. İstişari teşekkül niteli-


842<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

Bundan sonra 1889 da ortaya çıkan Genç Türklerin, Genç Osmanlılar<br />

gibi İmparatorluğu “Osmanlı Milleti” halinde bütünleştirebileceğini<br />

düşündükleri meşrutiyet yönetimine tekrar dönülmesi<br />

için II.Abdülhamit’i zorlamasıyla 24 Temmuz 1908’de meşrutiyet<br />

yönetimine yeniden dönüldü. 15<br />

Bu dönemde hâkimiyetin hükümdardan alındığı, millete intikal<br />

ettirildiği, millet için hak ve yetkiler bahis konusu olabileceği,<br />

Meb’usan Meclisi’nin millî egemenliğin sembolü olduğu yolunda<br />

basında, mecliste ve kamuoyunda yazıldı ve söylendi. Hatta 1909<br />

anayasa değişiklikleri öncesi ile anayasa değişiklikleri sırasında millet<br />

egemenliği ilkesi meclis kararları ile bir takım siyasal belgelerde<br />

dile getirildi. Egemenlik hakkı padişah ile millet arasında paylaşılır<br />

oldu. Ancak bunu uygulama alanına intikalini sağlayacak, gerçekleşmesini<br />

mümkün kılacak girişimler yapılıp, olumlu sonuçlar alınamadı.<br />

Bunun yanında İkinci Meşrutiyet dönemi anayasal metinleri<br />

de, millet egemenliğini açıkça tanımıyordu 16<br />

Diğer taraftan II. meşrutiyet döneminde Osmanlı Devleti Trablusgarp<br />

ve Balkan savaşlarıyla karşı karşıya kaldı. Kaybettiği bu<br />

savaşların arkasından katıldığı I. Dünya Savaşı sonunda da Osman-<br />

ğinde olan ve Meclis-i Meb’usan ile Ayan meclisinden oluşan parlamento,<br />

ancak devlet başkanının direktiflerine göre hareket eden bir organ hüviyetini<br />

taşımaktaydı. Kuran; a.g.e., s. 86-87 ; Okandan; a.g.e., s. 314-315 ; Roderic<br />

H. Davison; Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, Çev. Osman Akınhay,<br />

İstanbul 1997, s. 140 v.d.<br />

15 Meşrutiyet’in ikinci defa ilanı için yürütülen faaliyetler ve gelişmeler için<br />

bkz. Hüseyin Cahit Yalçın; Siyasal Anılar, İstanbul 2000, s. 25 vd ; Armaoğlu;<br />

a.g.e., s. 304-308 ; Bernard Lewis; Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev:<br />

Metin Kıratlı, Ankara 1984, s. 209 v.d.<br />

16 Aslında bu dönemde üstün iktidar yani egemenlik, bu dönemi kendi siyasi<br />

nüfuz ve tesirine tâbi tutan ve bir müddet sonra partileşecek olan İttihat ve<br />

Terakki Cemiyeti’ne ve bu cemiyetin de ileri gelenlerinin eline geçmiştir. Bu<br />

konuda ayrıca geniş bilgi için bkz. Okandan; a.g.e., s. 334 v.d. ; Bülent Tanör;<br />

Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul 2006, s. 255 ; Eroğlu; a.g.e.,<br />

s. 16-17 ; Diğer taraftan Esasında Osmanlı Devleti’nde, XIX. Yüzyılın ikinci<br />

yarısında görülen milliyetçilik yani Türkçülük akımı “İttihad-ı İslamı” parçalayıcı<br />

nitelikte görüldüğünden İslami amaçla çelişkili sayıldığı, aynı zamanda<br />

Osmanlılık siyasetiyle de bağdaşmadığı ve aykırı düştüğü düşüncesiyle Osmanlı<br />

Anayasalarında milli egemenlik ilkesine rastlanmaz. Tarık Zafer Tunaya;<br />

Devrim Hareketleri İçinde <strong>Atatürk</strong> ve <strong>Atatürk</strong>çülük, İstanbul 1981, s.<br />

278 ; Eroğlu; a.g.e., s. 17


SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ 843<br />

lı Devleti savaştan yenik ayrıldı ve adeta çöktü. Nitekim 30 Ekim<br />

1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi bunu açıkça belgelemekteydi.<br />

17 Bu gelişmeler Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ortaya<br />

çıkan Osmanlıcılık ile Panislamizm ve Panturanizm gibi akımların<br />

maddi temellerini çürütmüştü. Ayrıca Mütarekenin olumsuz şartları<br />

içinde ortaya çıkan Saray ve devlet erkânı ile aydın kesim arasında<br />

farklı düşünce yapıları ki, bunlar özellikle Saray ve Saraya yakın<br />

olanların dile getirdiği, devletin içinde bulunduğu durumdan kurtarılmasını<br />

İngiltere ile yakın ilişkiler içinde olunarak gerçekleştirilebileceği<br />

ile bir kısım devlet erkânı ve aydın kesimin dile getirdiği<br />

Wilson İlkeleri çerçevesinde devletlere yaranmaya çalışıp hak arayarak<br />

iyi sonuçlar elde edilebileceği yani Amerikan mandası gibi<br />

teslimiyetçi düşüncelerdi. Bunların da maddi temelleri ise çürüktü.<br />

Bu durum millî ve bağımsız bir toplum ve devletin kurulması zorunluluğunu<br />

ortaya koymaktaydı. Bu da ideolojik olarak millîyetçilik<br />

temeline dayanacaktır. Bu ortamda vatan kavramı yeniden tanımlanacak<br />

ve bir millet haline gelmek için gerekli programlar üretilecektir.<br />

18<br />

Esasında Mütareke sonrasında Osmanlı Devleti’nde bir iktidar<br />

boşluğu ortaya çıkmıştı. Bu ortamda Padişah Vahdettin İttihatçı çoğunluğa<br />

sahip Meclis-i Mebusanı 21 Aralık 1918’de fes etmiş, böylece<br />

hükûmetler saray hükûmeti haline gelmiş yani Vahdettin iktidarı<br />

fiilen ele alarak meşrutiyeti askıya alıp mutlakıyetçi bir ihtilal yapmıştı.<br />

Bu ortamda kurulan özellikle Damat Ferit Paşa hükûmetleri<br />

teslimiyetçi ve direniş karşıtı bir politika izleyecektir. 19<br />

17 Mütareke şartları ve gelişmeler için bkz. Alî Türkgeldi; Mondros ve Mudanya<br />

Mütarekelerinin Tarihi, Ankara 1948, s. 63 v.d. ; Tevfik Bıyıklıoğlu;<br />

Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Türk İstiklâl Harbi (T.İ.H.) C.I, Ankara<br />

1962, s. 33 v.d. ; Tayyib Gökbilgin; Milli Mücadele Başlarken, C.I,<br />

Ankara 1959, s. 3 v.d.<br />

18 Tanör; a.g.e., s. 226 ; Ayrıca bu düşünceler ve örgütlenmeler için bkz. M.<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>; Nutuk, C.1, İstanbul 1981, s. 6-7 ; Sina Akşin; İstanbul<br />

Hükûmetleri ve Milli Mücadele, Ankara 1983, s. 64 v.d ; Yusuf Hikmet Bayur;<br />

<strong>Atatürk</strong>, Hayatı ve Eseri, Ankara 1990. s. 191 v.d ; manda ve himaye<br />

meselesi için bkz. Kadir Kasalak; Milli Mücadelede Manda ve Himaye Meselesi,<br />

Ankara 1993.<br />

19 Tanör; a.g.e., s.229. ; ayrıca bu konuda geniş bilgi için, Akşin; a.g.e.’e bakıla-<br />

bilir.


844<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

Bu gelişmelerin yanı sıra işgal ve işgal söylentilerine karşı mahalli<br />

kurtuluş çareleri arayan, bunun için milleti işgâlci güçlere karşı<br />

mücadele etmek üzere teşkilatlandırmağa çalışan Müdafaa-i Hukuk<br />

ve Redd-i İlhak hareketleri ortaya çıkmış ve bu şekilde Anadolu’da,<br />

Trakya’da ve Elviye-i Selase’de teşkilatlar oluşturulmuş, hatta Batı<br />

Trakya ve Kars’ta geçici hükûmetler kurulmuştu. Kars’ta kurulan<br />

hükûmet ise cumhuriyet ilan etmişti. 20<br />

İşte böyle bir ortamda Ordu müfettişi olarak görevlendirilen<br />

Mustafa Kemâl Paşa Samsun’a çıktıktan bir müddet sonra millî<br />

hâkimiyet esasına dayalı kayıtsız şartsız bağımsız millî devleti teşkil<br />

etmek üzere faaliyetlerini yoğunlaştırdı 21 <strong>Atatürk</strong> bu doğrultuda,<br />

birbirinden bağımsız olarak kurulup teşkilatlanan Müdafaa-i Hukuk<br />

ve Redd-i İlhak cemiyetlerini tek bir merkezde toplama faaliyetine<br />

girişti. Bu yönde ilk olarak Rauf Bey, Refet Bey ile Ali Fuat Paşa’nın<br />

da katılımıyla Amasya’da gerçekleştirilen toplantıdan sonra hazırlanan<br />

genelge, 22 Haziran 1919’da Tüm askerî ve sivil yetkililere<br />

gönderildi. Durum tespiti yapıldıktan sonra yapılması gerekenlerin<br />

ortaya konduğu genelgede “...Milletin istiklalini yine milletin azim<br />

ve kararı kurtaracaktır.”, ifadesi de yer almaktaydı. 22<br />

Daha sonra, 23 Temmuz’da <strong>Atatürk</strong>’ün başkanlığında toplanan<br />

Erzurum Kongresi’nde alınan kararlarda, millî hudutlar içinde vatanın<br />

bütün olduğu ve ayrılık kabul edilemeyeceği, manda ve himaye<br />

kabul olunamayacağı ve Kuvay-ı Millîye’yi amil irade-i millîyeyi<br />

20 Tanör; a.g.e., s. 227 ; Teşkilatlanmalar için bkz. Bayur; a.g.e., s. 209 v.d ; <strong>Atatürk</strong>;<br />

a.g.e. C.1, s. 2-6 ; Tunaya; Türkiye’de Siyasal Partiler, C.2, Ankara<br />

1987, s. 71 v.d.<br />

21 <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 12-16 ; Orhan Türkdoğan; Kemalist Sistem Kültürel<br />

Boyutları, Ankara 1999, s. 107 ; Nitekim Mustafa Kemal Paşa 22 Mayıs 1919<br />

da İstanbul’a gönderdiği resmi raporunda, İzmir’in işgaline razı olunamayacağını<br />

ifade ederek, “... Millet yek vücut olup hâkimiyet esasını, Türk duygusunu<br />

hedef ittihaz ettiğini...” beyan edecektir. Bkz. <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C.2, s.<br />

24-25. Yine, 28 Mayıs 1919’da Havza’dan Kolordu kumandanlıklarına gönderdiği<br />

yazıda da “...milletin esaretten kurtuluşu, hâkim ve müstakil olarak<br />

topraklarımızda yaşayabilmesi ancak azimkâr ve namuslu ellerin milleti kısa<br />

ve doğru yoldan müdafaa-i hukuk ve istiklale sevkiyle kabil olacaktır.”, diyecektir.<br />

Kazım Karabekir; İstiklâl Harbimiz, İstanbul 1969, s. 35.<br />

22 <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 30-31 ve C. 3, s. 195


SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ 845<br />

hâkim kılmanın esas olduğu ifadeleri yer aldı. 23<br />

Erzurum Kongresi’nden sonra 4-11 Eylül tarihleri arasında<br />

Sivas’ta toplanan umumi kongrede, Erzurum Kongresinde alınan<br />

kararlar aynen kabul edildiği gibi, Müdafaa-ı Hukuk teşkilatlarını<br />

tek çatı altında toplamak için gerekli girişimler yapıldı. Bunların<br />

yanında Kongre sonrasında Millî Mücadele hareketinin dayandığı<br />

temel doktrini ifade eden ve kongre kararları ile tüm faaliyetleri kamuoyuna<br />

ve dünyaya duyuran İrade-i Millîye adlı gazete çıkarıldı. 24<br />

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi, İç ve dış şartların ağırlığı<br />

karşısında dayanacak başka bir güç olmaması, milleti ve onun<br />

iradesini ön plana çıkartmakta ve bu durum Amasya genelgesi ile<br />

kongrelerde alınan kararlarda, Millî İrade ve Millî Egemenlik kavramlarını<br />

bağımsızlığın elde edilmesinin ön şartı durumuna getirmekteydi.<br />

Yani tam bağısızlık hedefine ulaşmak gayesiyle başlatılan<br />

Millî Mücadele hareketi, millî hâkimiyet ve millî irade esasına dayandırılmakta,<br />

dolayısıyla Türk millîyetçiliği temeli üzerinde inşa<br />

edilmekteydi. 25<br />

Esasında Bu sıralarda Millîyetçi Hareket, Kanun-i Esasî’nin<br />

öngördüğü resmi kurumların çalıştırılmasında ve bu çerçevede<br />

Meclis-i Mebusan’ın toplanıp ona dayalı hükûmetin kurulmasında<br />

ısrar etmekteydi. Bu gelişmeler karşısında İstanbul’daki iktidarın da<br />

23 Kongre ve kararları için bkz. <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 64-66 ; Mahmut Goloğlu;<br />

Erzurum Kongresi, Ankara 1968, s. 77 v.d ; Cevat Dursunoğlu; Milli<br />

Mücadelede Erzurum, Ankara 1946. s. 107 v.d ; Mazhar Müfit Kansu;<br />

Erzurum’dan Ölümüne Kadar <strong>Atatürk</strong>’le Beraber, C.1, Ankara 1986, s. 43 v.d<br />

24 Sivas kongresi ve kararları hakkında bkz. <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 76 v.d ; Goloğlu;<br />

Sivas Kongresi, Ankara 1969, s. 65 v.d ; Kansu; a.g.e., C. 1, s. 211 v.d<br />

25 Tanör; a.g.e., s. 227 ; Feyzioğlu; a.g.e., s. 22 ; Eroğlu; a.g.e., s. 20 ; İngiliz<br />

Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’nin, 23 Haziran 1919’da İngiliz Dışişleri<br />

Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği raporda da bu durum, “Mustafa Kemal Paşa<br />

bir ay kadar önce Ordu Müfettişi olarak Samsun’a çıkışından bu yana kendisini<br />

milliyetçi duygunun merkezi haline getirmiş görünmektedir.”, şeklinde<br />

ifade edilmektedir. Bkz. Bilâl N. Şimşir; İngiliz Belgelerinde <strong>Atatürk</strong>, C.1,<br />

Ankara 1973. s. 26 Yine 17 Eylül 1919 tarihli başka bir raporda Amirali De<br />

Robeck, “alınan bütün haberlere göre milli hareket Anadolu’da müstakil bir<br />

cumhuriyete doğru gelişmektedir…Bu yeni milliyetçi parti bu günkü Damat<br />

Ferit Hükûmeti’nden ziyade, halk efkârını temsil etmektedir.”, demektedir.<br />

Bkz. Şimşir; a.g.e. s. 103 ; Tevfik Bıyıklıoğlu; <strong>Atatürk</strong> Anadolu’da, Ankara<br />

1959, s. 54


846<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

seçim dışında bir meşruluk kaynağı pek kalmamıştı. 26<br />

Nitekim Sivas Kongresi sonrasında Millîyetçi Hareketin baskıları<br />

karşısında Damat Ferit Paşa Hükûmeti istifa etti. Yerine Anadolu<br />

ve Rumeli Müdafa-i Hukuk hareketini bir taraf olarak tanımaya hazır<br />

olan Ali Rıza Paşa Hükûmeti iş başına geldi. Bu hükûmet zamanında<br />

Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal<br />

Paşa arasında 20-22 Ekim 1919’da Amasya’da gerçekleşen mülakat<br />

sonrasında üzerinde anlaşılan Amasya Protokolleri çerçevesinde, bu<br />

görüşmelerden önce 7 Ekim’de yayınlanan İntihabı Mebusan Kararnamesi<br />

uyarınca Aralık 1919’da genel seçimler yapıldı. Bu gelişmenin<br />

arkasından Heyet-i Temsiliye, Meclis-i Meb’usan’ın İstanbul’da<br />

toplanacağı kararı üzerine, merkezini, Sivas’tan Ankara’ya taşıdı. 27<br />

Heyet-i Temsiliye’nin 27 Aralık 1919’da Ankara’ya varışından<br />

sonra, Mustafa Kemâl Paşa, Ankara’nın ileri gelenlerine verdiği ve<br />

ülkenin içinde bulunduğu durumu anlatan konferansında, kongrelerde<br />

alınan kararlar doğrultusunda millî teşkilat olarak dayandıkları<br />

temel düşünceyi hâkimiyet-i millîye olarak açıkladı ve takip edilen<br />

gayeyi ise, vatanı parçalanmaktan, milleti de esaretten kurtarmak<br />

şeklinde ortaya koydu. 28<br />

Bu arada seçimlerin tamamlanıp gerekli hazırlıkların bitirilmesi<br />

ile birlikte 12 Ocak 1920’de Meclis-i Meb’usan, fiilen işgâl altında<br />

olan İstanbul’da toplanarak çalışmalarına başladı. 29 Böyle bir<br />

ortamda millî iradeyi serbestçe temsil etmekten uzak olarak çalışan,<br />

Müdafaa-i Hukuk mensubu ve taraftarlarının çoğunluğu oluşturduğu<br />

Meclis-i Meb’usanın en önemli girişimi, 28 ocak 1920’deki gizli<br />

oturumunda esasları daha önce kongreler sürecinden Mustafa Kemal<br />

26 Tanör; a.g.e., s. 229<br />

27 Tanör; a.g.e., s. 229-230 ; <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 194 v.d ile s. 331-333 ; Kansu;<br />

a.g.e., C. 2, s. 481 v.d<br />

28 Bu ifadeler şöyledir. “...teşkilatımızda Kuvay-ı Milliye’nin amil ve irade-i<br />

milliyenin hâkim olması esası kabul edilmiştir. Bu gün, bütün cihanın milletleri<br />

yalnız bir hâkimiyet tanırlar: hâkimiyeti milliye...” “Efendiler! Teşkilatı<br />

Milliyemizin bu gün takip ettiği gaye vatanın inkısamından (parçalanmasından)<br />

ve milletin esaretten tahlisine (kurtarılmasına) matuftur (yöneliktir).”<br />

Bkz. <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 357-358 ve C. 3, s. 1178-1190<br />

29 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Goloğlu Üçüncü Meşrutiyet, Ankara.1971,<br />

s. 40 v.d ; Gökbilgin; a.g.e., C. 2, 1965 s. 295 v.d ; Selahattin Tansel;<br />

Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.3, Ankara 1973, s. 15 v.d


SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ 847<br />

Paşa tarafından çizilen Misak-i Millî (Ahd-ı Millî) kararlarını kabul<br />

etmek oldu. Böylece yukarıda belirttiğimiz şekilde Millîyetçi hareketin<br />

tespit ettiği ilkeler Osmanlı Meclis-i Meb’usan’ı tarafından da<br />

benimsenmiş olmaktaydı. Bu belge, o sıralarda Londra’da toplanmakta<br />

olan ve Osmanlı Devleti’ne imzalatılacak barış antlaşmasının<br />

şartlarının görüşüleceği konferans öncesi, Osmanlı Devleti’nin ülke<br />

ve nüfus unsurları ile bağımsızlık anlamında egemenlik hakkını yeniden<br />

belirlemekte ve Türk tarafının imzalayabileceği asgari barış<br />

şartlarını içermekteydi. 30<br />

Bu son gelişmeler üzerine İstanbul’daki İtilaf Devletleri mümessilleri<br />

Hükûmete baskılarını iyice arttırdılar. Nitekim baskılar karşısında<br />

Hükûmet istifa etmek zorunda kaldı. Arkasından da 16 Mart<br />

1920 günü İtilaf Devletleri’nce İstanbul resmen işgâl edilerek Parlamento<br />

basıldı ve içlerinde Rauf Bey’in de bulunduğu bazı milletvekilleri<br />

tutuklandı. Bu gelişmeler üzerine çalışamaz duruma gelen<br />

Meclis-i Meb’usan, 18 Martta kalan mebuslarla yaptığı toplantıda<br />

Dr. Rıza Nur Bey ve arkadaşlarının verdiği takrir üzerine böyle bir<br />

ortamda çalışamayacaklarını beyan ederek çalışmalarını süresiz erteleme<br />

kararı aldı. 31<br />

Bu gelişme Meclis-i Meb’usan’ın Kanun-i Esasi’de de belirtildiği<br />

şekilde başka bir yerde ve başka şartlarda yeniden toplanabilmesine<br />

hukuki bir zemin teşkil edebilirdi. Bu sırada yani 17 Mart’ta<br />

Kazım Karabekir’in Ankara’da bir millî meclisin toplanması teklifinin<br />

de doğrultusunda, aynı zamanda mebus olan Heyet-i Temsiliye<br />

Başkanı Mustafa Kemâl Paşa’nın imzasıyla aynı gün Ankara’dan<br />

Valilere ve Komutanlıklara gönderdiği bir “intihabat tebliği” (seçim<br />

bildirimi) yayınladı. Mustafa Kemal Paşa’nın istediği on beş gün<br />

zarfında Ankara’da bir Meclis-i Müessisan’ın (Kurucu Meclis) toplanması<br />

idi. Ancak Meclis-i Müessisan konusunda asker arkadaşlarından<br />

bazı uyarılar alınca 19 Mart 1920’de, ilk maddesi “Ankara’da,<br />

salahiyet-i fevkalâdeye malik bir meclis, umuru milleti tedvir ve mu-<br />

30 Goloğlu; üçüncü Meşrutiyet, s. 81 v.d ; David Fromkin; Barışa Son Veren<br />

Barış, İstanbul 1994, s. 426 ; Tansel; a.g.e., C. 3, s. 17<br />

31 Tansel; a.g.e., C. 3, s. 36 v.d ; Gökbilgin; a.g.e., C. 2, s. 365 v.d ; Gotthard<br />

Jaeschke; Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çev. Cemal Köprülü,<br />

Ankara 1986, s. 148 v.d ; İhsan Güneş; Birinci Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi’nin Düşünsel Yapısı, Eskişehir, 1985 s. 47-48


848<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

rakabe etmek üzere içtima edecektir.”, ifadesiyle başlayan ve böyle<br />

bir meclisin toplanması için yapılması gereken hususları açıklayan<br />

ikinci bir genelge yayınladı. Genelgede yeni seçilecek mebusların<br />

yanı sıra Ankara’ya gelebilecek mebusların da, toplantıya çağrılan<br />

meclise katılabilecekleri belirtilmekteydi. Aynı tarihte, o sırada<br />

Ankara’ya gitmek üzere yolda bulunan Meclis-i Meb’usan Reisi de<br />

mebusların, Ankara’da toplanacak olan meclise katılmalarını içeren<br />

bir genelge yayınladı. 32 Arkasından Ankara’da toplantıya çağrılan<br />

meclis için hazırlıklara başlandı. Bu gelişmeler olurken İstanbul’da<br />

Ali Rıza Paşa Hükûmeti yerine gelmiş olan Salih Paşa Hükûmeti<br />

de İtilaf Devletleri ve muhaliflerden gelen baskılar karşısında istifa<br />

etmiş, Yerine, Padişah Vahdettin, tüm uyarılara rağmen Damat Ferit<br />

Paşa’yı hükûmeti kurmakla görevlendirmişti. Damat Ferit Paşa ilk<br />

iş olarak Ankara’da açılış hazırlıkları devam eden meclisin toplanmasını<br />

dolayısıyla millî direniş hareketini, daha önceki hükûmetleri<br />

döneminde olduğu gibi engelleme girişimlerini başlattı. Bu çerçevede<br />

Damat Ferit Paşa, Ankara’da toplantıya çağrılan meclisin hukuki<br />

zeminini ortadan kaldırmak için 11 Nisan’da Vahdettin’e, Meclis-i<br />

Meb’usan’ı fesih iradesini yayınlatarak, meclis üyelerinin mebusluk<br />

sıfatlarını ortadan kaldırmak yoluna gitti. 33<br />

Ancak bütün engelleme girişimlerine rağmen Ankara’da meclisi<br />

toplama çalışmaları tamamlandı. Nitekim, açılış törenleri hakkındaki<br />

21 Nisan tarihli genelgenin arkasından 22 Nisan 1920’de Mustafa<br />

Kemal Paşa, tüm mülki ve askerî makamlara gönderdiği bir telgrafla,<br />

“23 Nisan 1920’de BMM vazifeye başlayacağından bu tarihten<br />

itibaren tek yetkili merciin milletin gerçek temsilcilerinden oluşan<br />

BMM olacağını” bildirdi. Böylece yeni açılan meclisin adının da<br />

32 <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 421-422 ; Kâzım Karabekir; İstiklâl Harbimiz, İstanbul<br />

1960, s. 513 ; Tanör; a.g.e., s. 230 ; Adnan Sofuoğlu; “BMM, Milli Mücadeledeki<br />

Rolü”, Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı’ya Armağan, Ankara 1995,<br />

s. 433 ; genelgede ayrıca, her livadan nüfuslarına bakılmaksızın eşit olarak 5<br />

mebus seçilmesi, ikinci seçmen olarak da Müdafaa-i Hukuk teşkilatlarının yerel<br />

yönetim kurulu üyeleri ile belediye meclisi üyelerinin kabul edilmesi belirtilmekteydi.<br />

Şerafettin Turan; Türk Devrim Tarihi, C. 2, Ankara 1992, s. 123<br />

33 Adnan Sofuoğlu; “Damat Ferit Paşa Hükûmetlerinin Milli Mücadeleye Karşı<br />

Girişimleri ve Kuvay-ı Seferiye” <strong>Atatürk</strong> <strong>Araştırma</strong> Merkezi Dergisi, C.<br />

XVIII, S. 52, Ankara, Mart 2002, s. 48 v.d ; Tanör; a.g.e., aynı yer


SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ 849<br />

BMM olarak ilk defa kullanılmış olmaktaydı. 34<br />

Bundan sonra BMM’nin 23 Nisan 1920 tarih ve 1 sayılı ilk karar<br />

ile kendi oluşum biçimini belirledi. Bu karar “TBBM’nin Süret-i<br />

Teşekkülü Hakkında Heyet-i Umumiye Kararı” başlığını taşıyordu.<br />

Böylece aynı zamanda ilk defa Türkiye sözcüğünü kullanarak adını<br />

TBMM olarak resmileştirmiş olmaktaydı. 35 TBMM’nin kimliğini<br />

kabul ettirme doğrultusunda varlık ve meşruluk sorunu ile ilgili ilk<br />

önemli işlemi ise 29 Nisan 1920 tarih ve 2 sayılı karar olarak aldığı<br />

Hıyanet’i Vataniye Kanunu ile oldu. 36<br />

Bunu yanında TBMM’nin açılıştan sonraki en önemli gündem<br />

maddesini ise, yeni ana kuruluş esaslarının tespiti teşkil etti. Nitekim<br />

24 Nisan günkü oturumunda Meclis Başkanlığına seçilen Mustafa<br />

Kemal Paşa, aynı gün Mütareke döneminin başlangıcından o ana<br />

kadarki gelişmeleri ile yapılan çalışmaları anlatan ve aynı zamanda<br />

Meclisin çalışma şekli ile yetkilerini içeren bir konuşma yaptı.<br />

Mustafa Kemal Paşa “Millî Hâkimiyetin her şeyden evvel belirmesi<br />

maksadıyla Meclis-i âliniz salâhiyeti fevkalâde ile toplanmıştır.”<br />

Diye başlayan konuşmasında milletvekilleri huzurunda millî egemenlik<br />

meselesini tekrar dile getirdi. 37<br />

Bu konuşmasından sonra Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerinden<br />

bir İcra Vekilleri Heyeti’nin yani hükûmetin kurulmasını isteyerek,<br />

bu yönde bir önerge verdi. 38<br />

34 Tanör; a.g.e., s. 233 ; 23 Nisan’daki açılış töreninde de en yaşlı üye sıfatıyla<br />

başkanlık yapan Şerif bey meclisin açılışını “BMM’ni açıyorum” ifadesini<br />

kullanarak yapmıştır. Ayrıca meclisin açılışı ile ilgili geniş bilgi için bkz. <strong>Atatürk</strong>;<br />

a.g.e., C. 1, s. 308 v.d ; Kansu; a.g.e., C. 2, s. 580 v.d ; Yunus Nadi;<br />

Ankara’nın İlk Günleri, İstanbul 1955, s. 72 v.d<br />

35 Türkiye sözcüğünün ilk defa (Şubat 1921 tarihli İcra Vekilleri Kararı’nda<br />

yada 23 Nisan 1922 tarihli ‘3 Nisan’ın Milli Bayram Adinde Dair kanun’da<br />

kullanıldığı da ifade edilmektedir. Tanör; a.g.e., s. 232-233 ; Karar metni ve<br />

ifadeler için bkz. Suna Kili- A.Şeref Gözübüyük; Türk Anayasa Metinleri,<br />

Ankara, 1985 s. 87-88<br />

36 Tanör; a.g.e., s. 233-234<br />

37 Konuşma metni için bkz. <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev ve Demeçleri, C.1, İstanbul<br />

1945, s. 29 ve 57-60<br />

38 Önergede “1- Hükûmet teşkili zaruridir. 2-Muvakkat kaydıyla bir hükûmet<br />

reisi tanımak veya bir padişah kaymakamı ihdas etmek kabili tecviz değildir.<br />

3-Mecliste mütekâsif (toplanan-yoğunlaşan) irade-i milliyeyi, bilfiil mukadderatı<br />

vatana vazı’ü’l-yed (el koyma) tanımak umde-i esasiyedir. Türkiye Bü-


850<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

Bu önergenin son kısmında meclisin açılış sürecinde olduğu<br />

gibi saltanat ve hilafetin kurtarılmasının ana hedefler arasında gösterilmesi<br />

esasında daha çok taktik nedenlerle ilgili idi. Nitekim bu<br />

önergenin bütününe bakıldığında Meclis, ülkenin ve padişahın geleceğini<br />

belirleme hakkını kendinde bulmakta ve bu şekilde bir kurucu<br />

iktidar kimliğini de ortaya koymuş olmaktaydı. 39<br />

Bilahare tartışılarak kabul edilen bu önerge ile aslında TBMM,<br />

yeni hükûmet teşkili altında yeni bir devletin kurulmasının ana esaslarını<br />

ortaya koymaktaydı. Yani Meclis, millet işlerine doğrudan<br />

doğruya el koyarak hukuken ve fiilen millet egemenliğini gerçekleştirmiş<br />

olmaktaydı. Bu durum, esasında saltanatı da fiilen sona erdirmiş<br />

oluyordu. 40<br />

Önergenin kabul üzerine Meclis, 25 Nisan tarih ve 5 sayılı kararla,<br />

“kuvve-i icraiye teşkiline” yani yürütme kuvvetinin oluşturulmasına<br />

karar verdi. Bu karar doğrultusunda gerekli hazırlıkları yapmak<br />

üzere 15 kişilik bir Lâyiha Encümeni oluşturuldu. Bunun yanında<br />

bir de, yönetim ve yürütme işlerini hemen ama geçici olarak üstlenmek<br />

üzere “Muvakkat İcra Encümeni” kuruldu. Bunlardan Layiha<br />

Encümeni, hazırladığı beş maddelik tasarısını 1 Mayıs’ta Meclis’e<br />

sundu. Bu arada 2 Mayıs’ta, 3 sayılı kararla kuvvetler birliğine dayalı<br />

Meclis Hükûmeti sistemini benimseyen “Büyük Millet Meclisi<br />

İcra Vekillerinin Seçilişine Dair” 4 maddelik kanun kabul edildi..<br />

Buna göre, Meclisçe seçilecek ve ona karşı sorumlu olacak Mec-<br />

yük Millet Meclisi’nin fevkinde (üstünde) bir kuvvet mevcut değildir. 4-Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi Teşriî (yasama) ve icrayı (yürütme) salâhiyetleri<br />

câmidir.(kendinde toplamıştır) Meclisten tefrik (seçilme) ve tevkil (vekil<br />

edilme) edilecek bir heyet, umur-ı hükûmeti ru’yet eder (hükûmet işlerine<br />

bakar). Meclis Reisi, bu heyetin de reisidir.” Hükümleri bulunmaktadır. Bu<br />

önergenin Hâtıra (Not) kısmında ise; “Padişah ve halife, cebir ve ikrahtan<br />

(baskı ve zordan) azade (kurtulma) olduğu zaman, Meclisin tanzim edeceği<br />

esasat-ı kanuniye (kanuni esaslar) dairesinde vaziyetini ahzeder.(durumunu<br />

alır)”, ifadesi yer almaktadır. <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 438 ; <strong>Atatürk</strong>’ün Söylev<br />

ve Demeçleri, C.1, s. 57-60<br />

39 Tanör; a.g.e., s. 234-235 ve 245<br />

40 Tanör; a.g.e., s. 235 ; Ali Fuat Başgil; Esas Teşkilat Hukuku, C.I, İstanbul<br />

1960, s. 215 ; Eroğlu; a.g.e., s. 438-439 ; Ercüment Kuran; “Cumhuriyetin 75.<br />

Kuruluş Yılında <strong>Atatürk</strong>çülük” Türk Yurdu, C.18, S. 134, (özel sayı) Ekim<br />

1998, s. 80


SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ 851<br />

lis Başkanı’nın aynı zamanda hükûmet başkanı olduğu bir hükûmet<br />

teşkili öngörülmekteydi. Bundan sonra Meclis, 3 Mayıs’ta 11 kişilik<br />

İcra Vekilleri Heyeti’ni oluşturdu. 41<br />

Bu arada Ankara’da, Ankara Yönetiminin hedef ve gayesini ortaya<br />

koyan Hâkimiyet-i Millîye adıyla bir gazete çıkarılarak düşünce<br />

ve fikirler ile uygulamalar bu yolla kamuoyuna da iletilecektir.<br />

İcra Vekilleri Heyeti’nin oluşturulmasından sonra Büyük Millet<br />

Meclisi’nin niteliği ve çalışma şeklinin ne olacağı ile ilgili çalışmalara<br />

hız verildi. Bu doğrultuda “Hukuk-i Esasiye Encümeni”<br />

yani anayasa komisyonunun, “TBMM’nin Şekil ve Mahiyetine<br />

Dair Mevadd-ı Kanuniye” başlığıyla Meclise sunduğu sekiz kanun<br />

maddesi 18 Ağustos’ta görüşülmeğe başlandı. Ancak Meclis,<br />

22 Ağustos’ta tasarının tümünü reddetti. 42 Bu gelişme sonrasında<br />

Meclis çalışma düzeni ile ilgili sorunları 5 Eylül 1920’de çıkardığı<br />

Nisab-ı Müzakere Kanunu ile aşmağa çalışacaktır. 43<br />

Ancak bu şekildeki düzenlemelere rağmen TBMM’nin oluşumu,<br />

çalışma biçimi ve niteliği tam bir netlik kazanmamıştı. Bu da<br />

TBMM ve Hükûmetinin yetkilerinin ne olduğu konusunda belirsizliğe<br />

sebebiyet veriyordu. Bu durum milletvekillerinin Mecliste yaptıkları<br />

konuşmalarda sık sık dile getiriliyor ve bir anayasa yapılması<br />

gereği vurgulanıyordu. Bu çerçevede ve içinde bulunulan olağanüstü<br />

ortamda oluşan yeni devlet ve iktidar düzenine ilişkin bir anayasaya<br />

olan ihtiyaç açıkça kendini göstermekteydi. Böyle bir ortamda İcra<br />

Vekilleri Heyeti hazırladığı Anayasa tasarısı başlığını taşıyan ancak<br />

bir hükûmet programı niteliğinde olup “Halkçılık Programı” olarak<br />

da anılan metni 18 Eylül’de Meclis’e sundu. 44 Bilahare Meclis, hukuki<br />

niteliği ve içeriği tartışmalara konu olan bu programı görüşmek<br />

üzere 29 Eylül’de Encümen-i Mahsusa (Özel Komisyon) kurdu. Encümeni<br />

Mahsusa (Özel Komisyon), bu programın ilk dört maddesini<br />

ayrı bir beyanname haline getirdi. Bu beyanname meclis tarafından<br />

41 Tevfik Çavdar; Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, C.1, Ankara 1995, s. 186 ;<br />

Mustafa Erdoğan; Modern Türkiye’de Anayasalar ve Siyasi Hayat, Ankara<br />

1997, s. 51 ; Tanör; a.g.e., s. 235-236<br />

42 Tanör; a.g.e., s. 238-239 ; <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 564-567 ; Bu konuyla ilgili<br />

ayrıca bkz. Ergün Özbudun; 1921 Anayasası, Ankara 1992, s. 9 v.d.<br />

43 Tanör; a.g.e., s. 239-241<br />

44 Sofuoğlu; “Cumhuriyet’in 75. <strong>yılında</strong>…, s. 188-189 ; Tanör; a.g.e., s. 247


852<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

kabul edilerek yayınladı. Aynı zamanda Özel Komisyon programın<br />

bir kısmını da, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Layihası” adıyla 24 madde<br />

ve bir geçici maddeden oluşan bir anayasa taslağı haline getirdi<br />

ve bunu 18 Kasım 1920’de görüşülmek üzere Meclise sundu. Arkasından<br />

Mecliste görüşülmeğe başlanan bu kanun, iki ay süren ve<br />

çetin geçen görüşmelerden sonra, 20 Ocak 1921’de kabul edildi. 45<br />

Osmanlı Devleti’nden ayrı siyasi bir yapıdan söz eden bu kanunun,<br />

yani Anayasanın ilk maddesi, üçüncü maddede, Türkiye Devleti<br />

diye ifade edilen yeni devletin siyasi dayanağını millet olarak<br />

ortaya koymakta ve hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu<br />

belirtilmektedir. 46<br />

Meclis’in daha önce çıkardığı kanunlarda saltanat ve hilafet ile<br />

ilgili dolaylı yollamalar vardı. Buna mukabil yeni kanunda saltanat<br />

ve hilafetle ilgili bir düzenleme ve tanıma bulunmuyordu. Böylece<br />

esasında Kanuni Esasinin, Halife- Sultan ile temsil ettiği monarşik<br />

egemenlik ile Osmanoğullarına ait sayılan saltanatın reddi ortaya<br />

konmaktaydı ki, bu şekilde aynı zamanda reissiz bir Cumhuriyet kurulmuş<br />

olmaktaydı.. 47<br />

Anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra TBMM, yeni anayasanın<br />

uygulama süreci içinde birtakım düzenlemeler yaparak, Meclis<br />

Hükûmeti modeline parlamenter unsurlar katacak ve bu şekilde egemenlik<br />

yapısındaki belisizlikleri de ortadan kaldırmağa çalışacak-<br />

45 Sofuoğlu; “Cumhuriyet’in 75. <strong>yılında</strong>…, s. 189 vd ; Çavdar; a.g.e., s. 186-<br />

192; Kili ve Gözübüyük; a.g.e., s. 91-93 ; Teşkilat-ı esasiye ifadesi sırf ana<br />

kuruluşu kastetmesi bakımından önemli idi. Tanör; a.g.e., s. 247-252<br />

46 Bu kanunun devletin siyasi rejimi ile ilgili hükümleri de şöyleydi.<br />

“ 1- Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını<br />

bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.<br />

2 - İcra kudreti ve teşri salâhiyeti, milletin yegâne ve hakiki mümessili olan<br />

Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder.<br />

3 - Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti<br />

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” unvanını taşır.<br />

4- Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca müntehap (seçilmiş) âzadan oluşur”<br />

T am metin için bkz. <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 562 ; Anayasa metninin tamamı<br />

için bkz. Kili ve Gözübüyük; a.g.e., s. 91-93<br />

47 Tanör; a.g.e., s. 255 ; Eroğlu; a.g.e., s. 31 ; Başgil; a.g.e., C. 1, s. 215


tır. 48<br />

SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ 853<br />

Bu çerçevede getirilen kanun tekliflerinin görüşülmesi esnasında<br />

egemenlik konusu gündeme geldiğinde <strong>Atatürk</strong> devreye girerek<br />

egemenlikle ilgili görüş ve düşüncelerini yani hâkimiyetin millete<br />

ait olduğunu açıkça ortaya koyacaktır. 49<br />

Bundan sonra egemenlik meselesi çok daha net biçimde Avrupa<br />

Devletlerinin Lozan Konferansına Ankara Hükûmetinin yanı<br />

sıra İstanbul Hükûmetini de davet etmeleri ve bu davet karşısında<br />

İstanbul Hükûmetinin Ankara’ya, Konferansa birlikte katılma çağrısında<br />

bulunması üzerine gündeme geldi. İstanbul Hükûmeti’nin bu<br />

tutumu Ankara’da sert tepkiyle karşılandı. Nitekim TBMM 30 Ekim<br />

1922’de “Osmanlı İmparatorluğu’nun münkariz olduğuna (son bulduğuna)<br />

ve Büyük Millet Meclisi Hükûmeti teşekkül ettiğine ve<br />

Yeni Türkiye hükûmetinin Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup<br />

onun hududu millî dahilinde yeni varisi olduğuna ve Teşkilat-ı Esasiyse<br />

kanunu ile hukuk-i hükümranî milletin nefsine verildiğinden<br />

İstanbul’daki padişahlığın madun (yok) ve tarihe müntakil (göçmüş)<br />

bulunduğuna…” ifadeleri yer alan bir Heyet-i Umumiye kararı yayınladı.<br />

50<br />

Bundan sonra saltanatın hilafetten ayrılarak kaldırılması konusu<br />

TBMM ve komisyonlarında tartışılmağa başlandı. Bu mesele sert<br />

48 Erdoğan; Modern Türkiye’de…, s. 52-54 ; Tanör; a.g.e., s. 258 v.d<br />

49 <strong>Atatürk</strong>’ün böyle girişimlerinden biri 1 Aralık 1921’de olmuştur. Nitekim bu<br />

tarihte TBMM’nde Bakanlar Kurulunun görev ve yetkilerini belirten kanun<br />

teklifinin görüşülmesi sırasında <strong>Atatürk</strong>, kanun teklifinin Özel Komisyondan<br />

gelen ve millet egemenliğini geçici sayan şekline karşı çıkarak, “ Hukuku<br />

hâkimiyetin, hâkimiyeti asliyenin ahvali hâzıra dolayısıyla millet tarafından<br />

istimali zarureti mefhumu vardır. Efendiler! Ahvali hazıra, esbabı saire bilmiyorum.<br />

Yalnız bildiğim ve bilinmesi, ilan edilmesi lâzım gelen bir hakikat<br />

varsa da milletimiz hiç kimsenin muvafakatine lüzum görmeden ve muvafakat<br />

etmeyenlere karşı isyan ederek hâkimiyeti milliyesini almış ve öylece<br />

istimal etmekte bulunmuştur. Eğer lâyihadaki bu ifade herhangi bir üslûbu<br />

nazikâneye riayetten münbais ise, büyük bir hakikati tahrif etmiş olmak itibarıyla<br />

dahi tashihe muhtaçtır. Millet hâkimiyetini almıştır.Ve isyan ederek<br />

almıştır. Alınmış olan hâkimiyet hiçbir sebep ve suretle terk ve iade edilemez,<br />

tevdi edilemez! Bu hâkimiyeti tekrar geri alabilmek için, almak için istimal<br />

edilmiş olan vesaiti kullanmak lazımdır.” Diyecektir. Bkz. <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C.<br />

3, s. 196 ; Eroğlu; a.g.e., s. 31-32<br />

50 Tanör; a.g.e., s. 278 ; Karar metni için bkz. Kili ve Gözübüyük; a.g.e., s. 97


854<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

tartışmalara konu oldu. Tartışmalar genelde saltanat ve hilafetin ayrılıp<br />

ayrılamayacağı noktasında toplanmıştı. Bunun üzerine Mustafa<br />

Kemal Paşa’nın saltanat ve hilafetin ayrılabileceği ile ilgili Türk-<br />

İslam tarihinden örnekler vererek, egemenlik makamının TBMM<br />

olduğunu açıklamağa çalıştı. Ancak üç komisyonun yaptığı ortak<br />

toplantıda bir kısım komisyon üyelerinin hilâfetin saltanattan ayrılamayacağı<br />

gerekçesiyle saltanatın kaldırılmasına karşı tavır alması<br />

üzerine Mustafa Kemal Paşa, “Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından<br />

hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle münakaşa ile verilmez.<br />

Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.” diye<br />

başlayan en sert konuşmasını yaptı. 51<br />

Bu gelişmenin arkasından Meclis gündemine alınan konu Mecliste<br />

ivedilikle görüşülerek, 1-2 Kasım 1922 tarih ve 308 sayılı “Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi’nin Hukuk-i Hâkimiyet ve Hükümranînin<br />

Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Heyet-i Umumiye Kararı” alındı.<br />

Böylece Saltanat kaldırıldı. Böylece egemenlik konusundaki<br />

müphemlik de ortadan kaldırılmış oluyordu. 52<br />

Bu gelişmenin arkasından, 17 Kasım’da Vahdettin’in ülkeyi terk<br />

etmesi üzerine TBMM, 18 Kasım’da Vahdettin’i Halifelikten de düşürdü<br />

ve yerine Abdülmecit Efendi’yi halifelik görevine getirdi. 53<br />

Bu uygulama ile de aslında millet egemenliği ve millî irade bir defa<br />

daha ortaya konmuş oldu. 54<br />

Bundan sonra Ankara Hükûmeti tek başına katıldığı Lozan görüşmelerini<br />

başarıyla yürüttü ve nihayet 24 Temmuz 1923’te Lozan<br />

51 Konuşmanın devamı şöyledir. “…Osmanoğulları, zorla Türk Milletinin<br />

hâkimiyet ve saltanatına vâzı’ü’l-yed olmuşlardı.Bu tasallutlarını altı asırdan<br />

beri idame eylemişlerdir. Şimdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini<br />

ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor.Bu<br />

bir emrivakidir. Mezuubahis olan millete saltanatını, hâkimiyetini<br />

bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? Meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki<br />

olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima<br />

edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur.<br />

Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal<br />

bazı kafalar kesilecektir.” <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 690-691<br />

52 Tanör; a.g.e., s. 278-279 ; Heyet-i Umumiye Kararı için bkz. Kili ve Gözübüyük;<br />

a.g.e., s. 98-100<br />

53 <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 692 v.d<br />

54 Eroğlu; a.g.e., s. 34-35


SALTANATTAN CUMHURİYETE MİLLET EGEMENLİĞİ 855<br />

Barış Antlaşmasını imzaladı. Diğer taraftan barış görüşmeleri sürerken<br />

TBMM, 1923 Nisan ayı başında seçim kararı aldı ve arkasından<br />

seçimler de yapıldı. Bilahare yeni seçilen milletvekilleriyle 13<br />

Ağustos’ta toplanarak ikinci dönem çalışmalarına başlayan TBMM,<br />

ilk iş olarak milletvekilleri için yeni bir yemin metni kabul etmek<br />

oldu. Bu metinde egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu<br />

vurgulanmaktaydı. 55 Bundan sonra Meclis Lozan Antlaşmasını ele<br />

aldı ve tasdik etti. Arkasından 13 Ekim 1923’te Ankara’yı “Türkiye<br />

Devleti’nin Makarr-ı idaresi” yani yeni devletin Başkenti olarak kabul<br />

etti. 56<br />

Şimdi artık sıra yeni devletin siyasi rejiminin belirlenmesine<br />

gelmişti. Artık sistemin belirsizliklerini tamamen ortadan kaldırmak<br />

gerekiyordu. Esasında daha önce de belirttiğimiz gibi TBMM’nin<br />

açılışından sonra yapılan düzenlemeler ve hele saltanatın kaldırılmasından<br />

sonra oluşan yönetim biçimi geniş anlamıyla aslında cumhuriyeti<br />

ifade etmekteydi. Bu anlamda son hamle 29 Ekim1923’te<br />

TBMM’ne sunulan ve kabul edilen “Teşkilâtı Esasiye Kanununun<br />

Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanunla”, 1921 Anayasasının<br />

1, 2, 4, 10, 11, ve 12. maddeleri değiştirilerek yapıldı. Buna<br />

kanunla 1921 Anayasasının birinci maddesinin sonuna “Türkiye<br />

Devleti’nin şekl-i hükûmeti, Cumhuriyettir” fıkrası eklendi ve fiilen<br />

var olan Cumhuriyetin adı böylece konulmuş oldu. 57 Bu değişikliklerle<br />

aynı zamanda meclis hükûmeti anlayışından parlamenter rejime<br />

doğru da önemli bir adım atılmış oluyordu. 58<br />

Bu gelişmelerden bir müddet sonra TBMM 3 Mart 1924’de Halifeliği<br />

de kaldırarak Osmanlı hanedan mensupları ile yakınlarını<br />

yurt dışına çıkarma kararı verdi. Bundan sonra da TBMM, 20 Nisan<br />

1924 tarihinde tam teşekküllü bir anayasa olan yeni Teşkilatı Esasiye<br />

Kanununu görüşerek kabul etti. Bu anayasanın üçüncü maddesinde<br />

de “Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir” denmekte ve “ Türki-<br />

55 Metin için bkz. Kili ve Gözübüyük; a.g.e., s. 100-101<br />

56 Utkan Kocatürk; <strong>Atatürk</strong> ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi,<br />

1918-1938, Ankara 1988, s. 390 v.d<br />

57 <strong>Atatürk</strong>; a.g.e., C. 1, s. 811-814 ; Kili ve Gözübüyük; a.g.e., s. 103<br />

58 Eroğlu; a.g.e., s. 36 ; Nitekim değiştirilen 11. madde ile devlet başkanlığı<br />

makamı kurulmakta, “Türkiye Reisicumhuru Devletin Reisidir” denmekte<br />

ve cumhurbaşkanının seçim şekli ile süresi belirlenmekteydi.Tanör; a.g.e., s.<br />

283-284 ; Okandan; Umumi Amme Hukuku, İstanbul 1966, s. 349-350


856<br />

ADNAN SOFUOĞLU<br />

ye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakiki mümessili olup,<br />

millet namına millî hâkimiyeti istimal eder (kullanır)” prensibi kabul<br />

edilmekteydi. 59<br />

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Türk Milletine kazandırdığı en önemli prensip istiklal-i tam yani tam<br />

bağımsız bir ulus devlet ile millet egemenliği prensibidir. Böylece<br />

Türk toplumundaki tarihten beri gelen devlet ve egemenlik anlayışını<br />

da değiştirmiştir. 60<br />

59 1924 Anayasasının siyasi sistemi, devlet içinde, TBMM tarafından temsil olunan,<br />

tek kuvvet tek meclis prensibine dayanmakta ve anayasa Meclis hükûmeti<br />

sistemi ile parlamenter hükûmet sistemini kaynaştırmaktaydı Eroğlu; a.g.e., s.<br />

38-39 ; Okandan; Umumi Amme…, s. 354 355 ; Kili ve Gözübüyük; a.g.e., s.<br />

109 v.d Ayrıca halifeliğin kaldırılışı ve 1924 Anayasası’nın değerlendirilmesi<br />

için bkz. Tanör; a.g.e., s. 285 v.d.<br />

60 Türkdoğan; Kemalist Sistem…, s. 111 ; Ayrıca egemenlik anlayışının tarihsel<br />

süreci ve Türkiye’deki gelişimi için bkz. Sofuoğlu; “Türkiye’de Millet Egemenliği<br />

Anlayışının Gelişimi ve <strong>Atatürk</strong>” Tarih ve Onun Problemleri, Bakü,<br />

2004.


ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI<br />

Prof. Dr. Kopi KYÇYKU<br />

Sayın Baylar, Değerli Dostlar,<br />

Sözüme başlamadan önce, sizlere sağlık ve mutluluk dilerim.<br />

Mesleğinizde ve çalışmalarınızda, başarılarınızın devamını diliyorum.<br />

Türk atasözü, “İnsan çehresinden belli olur” der ve büyük Fransız<br />

yazarı Victor Hugo der ki: “İyi insani anlamanın yolu onunla<br />

beş dakika konuşmaktan geçer”. Türklerle geçirdiğim uzun süre ve<br />

sizleri tanımak benim için büyük bir onur kaynağı olmuştur. Bana bu<br />

imkânı sağladığınız için, başta “<strong>Atatürk</strong> Kültür Dil ve Tarih Yüksek<br />

Kurumu” başkanı, Sayın Prof. Dr. Sadık Tural’a ve tüm meslektaşlarına<br />

teşekkürü borç bilirim.<br />

Ben, on yıldan beri yaşamakta olduğum Bükreş’ten, yakın dostum,<br />

büyük Türkolog, yurtsever ve Kuran-ı Kerimi Romence’ye çeviren,<br />

Prof. Dr. Mustafa Ali Mehmet beyle beraber gelmiş bulunuyorum.<br />

Ben, yüzde yüz Arnavut asıllıyım.<br />

Ankara’ya, ilk defa, 1969 yılının Mayıs ayında, o zamanlar Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisinin Başkanı olan Ferruh Bozbeyli davetlisi<br />

Arnavut Parlamentosu heyetinde bulunarak gelmiştim. Aradan<br />

geçen 37 yıldan beri, Anıtkabir’in özlemini çekiyordum. Sempozyumun<br />

ilk günü, kendimi, Gazi’nin kabri yanında görünce, gözlerim<br />

yaşardı.<br />

Türkiye tarihi çok ilgimi çekti ve okuyarak, araştırarak, çok aydınlandım,<br />

yeni şeyler öğrendim. Bunların tümü, Sümerlerden ve<br />

Hititlerden bu yana sekiz bin yıldan beri var ve 19 imparatorluk kurmuş<br />

olan Türk kardeş halkının zenginliğidir. Şimdiye kadar, Türkiye<br />

ve <strong>Atatürk</strong> hakkında, Arnavutça üç kitap yayınlamıştım. Bunlardan<br />

birisi ile ilgili olarak, sayın Bilâl N. Şimşir, Arnavutluğa tayin edilen


858<br />

KOPİ KYÇYKU<br />

en seçkin Büyükelçisi bulunduğu sırada, çok duygulu bir mektup<br />

yazdı. Bu vesile ile, kendisine bir kez daha teşekkür etmekten kıvanç<br />

duyarım.<br />

Bunlardan ayrı olarak, son aylarda Romanya’da Romence:<br />

“<strong>Atatürk</strong>çülük ve Üçüncü Millenyum’da Türkiye” başlığı altında bir<br />

eser daha yayınlamış bulunuyorum.<br />

Türkiye’ye ve <strong>Atatürk</strong>’e karşı sevgi duygusunu, bana, İstanbul’da<br />

Beyoğlu’nda 26 yıl yaşamış olan dedem aşılamıştır.<br />

Hayatım boyunca <strong>Atatürk</strong>’ü Sevenler Derneği’nin kurucusu ve<br />

başkanı olmak, ikinci Dünya Savaşı sonrası Türk yakın tarihi hakkında<br />

doktora tezi yazmış olmak, bunlar, bana nasip olduğundan,<br />

inanın, benim için büyük gurur kaynakları olacaktır. Bugünlerde,<br />

Arnavutluk’taki <strong>Atatürk</strong> Sevenler Derneği’nin dokuz yönetim kurulu<br />

üyesi arkadaşlarımla görüştüm. Sizleri Sn. Süleyman Demirel,<br />

Sn.Turgut Özal, Sn. Bilâl Şimşir, Sn. Salih Berisha, Sn. Recep Meydani,<br />

Sn. Yaşar Kemal, Sn. Aziz Nesin, Sn. Metin Örnekol, Sn. Sadık<br />

Tural ve diğer Türkiye’den, Arnavutluk’tan, Romanya’dan ve diğer<br />

ülkelerin devlet ve ilim adamları gibi derneğimizin onur üyesi olarak<br />

görmekten şeref duyacağız.<br />

Türk halkına bağlılığın ve kardeşlik duygularımın neticesi olarak<br />

kendi çabalarım ile Türk dilini öğrenmeye çalıştım ve Türkçe’den<br />

Arnavutça’ya çeviriler yaptım.<br />

Salı akşamı, 16 Mayıs 2006, Estergon kalesinde, <strong>Atatürk</strong>’ün özlü<br />

sözlerinden olan: “Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu<br />

yoktur. İşte parola budur!” şeklindeki bir vecizeyi okuyunca, Gazi<br />

tarafından Başkent olarak ve Avrupa’da bulunan, Ankara’nın hızla<br />

ilerleyerek, bir nevi Londra’sı, yani, yeni bir diğer Commonwealth’in<br />

merkezi olabileceğini düşündüm. Bu merkezin etrafına bütün Türk<br />

dünyası toplanabilir sandım. Çünkü kökleri, tarihleri ve gelenekleri<br />

bir olan özgür devletlerin bir araya gelmekte olduklarını gördüm.<br />

Zira, bu ülkelerin hissiyatlarını memnuniyetle gördüm ki, hepsi, yani<br />

Azeriler olsun, Kazaklar ve diğer, Türk dilini veya bir şivesini<br />

konuşuyorlar ve kendilerinde Türklük ruhunu yaşatıyorlar. İşte, bu<br />

gibi nedenlerden dolayıdır ki, Türkiye, bu yeni Commonwealth’in<br />

merkezi olmaya lâyık görülür, diye düşünüyorum. Zira, şimdiki Türkiye,<br />

her şeyden önce, şanlı ecdadından, miras aldığı toleransı ve de-


ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI 859<br />

mokrasi duygularını yaşamaktadır. Halbuki, Avrupa, bunları, ancak,<br />

şimdi uygulamaya koymaya çalışmaktadır.<br />

Ben tarihçi olarak teyit ederim ki, Osmanlı İmparatorluğu, tarihin<br />

en toleranslı devlet idaresi olmuştur. Basit bir tezkere ile,<br />

Osmanlı’nın mutlu halkı tüm yaşadığımız coğrafyayı, vizesiz ve<br />

izinsiz dolaşmıyorlar mıydı? Aynı insanlar hiçbir dini baskı olmadan<br />

tüm inançlarını (Cami, Sinagog, Kilise hepsi yan yana) yargı, anadil,<br />

ve öğrenim haklarını sonuna kadar uygulamıyor muydu?<br />

Romen, Eflâk-Boğdan’da yukarıda saydığım tüm hakları sağlamıştı.<br />

En önemlisi, tüm etnik gruplar, ile Türk halkı tıpatıp, aynı<br />

haklara ve sorumluluklara sahiplerdi. İlerleme ve gelişim sevdalısı<br />

Türk halkı, bunun bir ispatı olarak dünyanın en büyük inkılapçısı<br />

<strong>Atatürk</strong>’ü içinden çıkarmıştır. Bu büyük halk, <strong>Atatürk</strong>’ü kendi içinden<br />

çıkarmıştır.<br />

Biraz evvel, büyük bir imparatorluğun toleransından bahsediyordum<br />

ve altını çizerek, eklemeliyim ki, bu Türk halkının en güzel<br />

ve en önemli özelliğidir; hükûmetin tavrına bakılmaksızın, Türkiye<br />

halkı yıllar boyunca sınırsız bir iyilik severlik sergilediğini ve bu<br />

şekilde karakterize edilebileceğini inanarak belirtmeliyim. Medeniyetlerin<br />

tarihinde, kendi isteklerinin doğrultusunda, kendi politik<br />

zekası ve erdemlikleriyle, imparatorlukları müthiş değişikliklere uğratan<br />

iki insan tanıyorum. Bu iki insan da, bizim bölgemizden yani,<br />

Doğu-Avrupa’dan gelmektedirler. Biri Rusya’daki büyük bir kuvvetin<br />

doğmasına sebep olan Büyük Petro, diğeri ise, Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’tür. Verdiğim bu iki örnek dünyada, kendi kişilikleriyle<br />

kayıba giden iki büyük devleti değiştirebilme gücüne sahip olan insanlardı.<br />

Türk ve Balkan ülkeleri halkları 500 yıl beraber yaşadılar, onların<br />

damarlarından aynı kan aktı. Benim ana dilim olan Arnavutça’da<br />

2000’in üstünde ortak kelimemiz ve atasözümüz bulunmaktadır. Örneğin:<br />

Can, cam, tavan, taban, cep, döşeme, “Can çıkar huy çıkmaz”,<br />

“Allah bir söz bir”, “Ak akçe kara gün için”, “Allah’tan korkmayandan<br />

kork”, “Al gülüm, ver gülüm”, “Söz gümüşse, sükût altındır”<br />

gibi. Romence’de, Bulgarca’da, Yunanca’da aynıdır.<br />

Büyük özellik ve önem taşıyan bir husus vardır ki, o da <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

Türkiye ve Balkan ülkeleri arasındaki anlaşmalarla ilgili güzel fikir-


860<br />

KOPİ KYÇYKU<br />

leridir. 17 Mayıs 1937’de, Ankara’da akredite olan bir diplomatla<br />

yaptığı konuşmada, Mustafa Kemal, “Balkan devletleriyle, anlaşmalardan<br />

ziyade, daha çok duygularla birbirimize bağlıyız” diyordu.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Balkan devletlerinin birbirlerine karşı kardeşçe yaklaşmalarının<br />

sebebini sadece gelenekler değil, o anların getirdiği bir<br />

mecburiyetin ve iki taraflı işbirliği, eşitliği, ayrıca birbirlerinin iç<br />

düzeninde birbirlerine karışmamasını öngörüyordu.<br />

4-11 Kasım 1993’te Selanik’te düzenlenen ve Arnavutluk, Bulgaristan,<br />

Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye delegelerinin katılmış olduğu<br />

4’cü Balkanlar Konferansı’nda bu vesileyle, Mustafa Kemal<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün doğduğu evine levha asıldığında bakın, Yunanlı delegelerin<br />

temsilcisi olan Papanastasiu şunları söylüyordu:<br />

“Mustafa Kemal sadece dost ülkenin temsilcisi değil. O Balkan<br />

ülkelerin büyük devlet adamdır.Türkiye devletini gençleştirdikten<br />

sonra, bunu, Balkan ülkelerine yaklaştırmayı, dost olarak kazandırmayı<br />

bilmiştir ve böylece bu ülkelerin birbirlerine bağlanmaları fikrine<br />

en bağlı, bu fikrin en ateşli havarisi olarak nitelendiriyorum.”<br />

Anı plaketinin yanında <strong>Atatürk</strong>’ün resmi bulunuyor ve bunların<br />

yanında da şu sözler yazılıdır: “Türk milletinin büyük müceddidi ve<br />

Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya<br />

gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yıldönümü<br />

münasebetiyle konulmuştur. Selanik, 29 Birinci teşrin 1933”.<br />

20 Ekim 1931 tarihinde, İstanbul’da İkinci Balkan Konferansı<br />

yapılmıştır. Delegeler, Ankara’ya giderek, <strong>Atatürk</strong> tarafından kabul<br />

edilmişlerdi. Aynı gün, Türkiye Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Gazi, Konferansa<br />

katılan Balkan Devletlerinin şerefine birer telgraf çekmiştir.<br />

Arnavutluk Kralı’na Ahmet Zogu’ya çekmiş olduğu telgrafta, <strong>Atatürk</strong><br />

şunları belirtiyordu: “Bugün, İkinci Balkan Konferansı’na katılan<br />

delegeleri Ankara’da kabul etmekle gerçekten, bir memnuniyet<br />

hissettim. Arnavut millî makamları tarafından gerek benim hakkında<br />

ve gerekse Türk milleti hakkında beyan edilen temennilerden çok<br />

duygulandım. Bu vesileden yararlanarak, gerek Ekselanslarınızın ve<br />

gerekse Arnavut ulusunun bahtiyarlığı ve refahı için en içten dileklerimi<br />

sunuyorum. Bu suretle, ancak benim değil, Türk ulusunun da<br />

duygularını belirtmiş oluyorum.”<br />

Yukarıda bahsettiğim ve Ankara’da düzenlenmiş olan Bal-


ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI 861<br />

kan Konferansı’nda Kemalist Türkiye’nin, ilerleme ve modernleşmeye<br />

yönelik yürüdüğü ve daha o zamanlardan beri Güney-<br />

Doğu Avrupa’ya yakışan bir ülke olarak ve ayrıca o zamanlardan<br />

beri, Avrupa’ya entegre olduğu düşünülüyordu. Aynı Balkan<br />

Konferansı’nda, <strong>Atatürk</strong>’ün diğer ülkelere tebliğ ettiği tebrikler, bu<br />

yeni doğan realitenin yankısını teşkil etmekte idi.<br />

O zamanlar, Romanya’nın kaderini belirleyen ve çok büyük kişiliğe<br />

sahip olan, Nicolae Titulescu, Balkan ülkelerinin iyiliği için<br />

bütün zorlukları aşma rolünü üstlenmişti ve <strong>Atatürk</strong>’te bütün aktifliğiyle,<br />

Romanya’nın yanında idi.<br />

Birçok şeylerin yanısıra, Türkiye’nin artik işgal edici konumuyla<br />

ve yapısıyla değil, tam tersine, “Yaşlı” Avrupa’nın kucağında yer<br />

almak istediğini herkese ispatlamıştır.<br />

Bunu kanıtlayıcı bir manzarayı çizmek istersek eğer, <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

hükûmetiyle beraber, Arnavutluk gibi küçük bir devlete karşı gösterdiği<br />

dostluk ve Arnavutluğu Türkiye gibi eşit tutması son derece<br />

güzel bir olaydır.<br />

Mustafa Kemal Paşa, Türk ve Arnavut milletleri arasındaki dostluk<br />

ilişkilerin gelişmesine büyük bir önem vermiştir.<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri, “Biz Arnavut milletini seviyoruz.<br />

Biz Arnavutları kendi kardeşlerimiz gibi görüyoruz. Onlar bizlere<br />

uzak değildir. Biz, Arnavutların, devlet ve millet olarak, gelişmelerini,<br />

güçlenmelerini ve ileri gitmelerini arzu ediyoruz. Bizler Arnavutluğun,<br />

herşeyden önce, müstakil bir devlet olarak, Balkanlar’da<br />

lâyık olduğu yeri almasını isteriz. Arnavutluk bizim samimiyetimizden<br />

emin olmalıdır. Arnavutluk, hiçbir zaman, Türk milletinin ona<br />

karşı olan kardeşlik duygularından şüphelenmemelidir. Bu duygular<br />

ancak bir tabirden ibaret değildir, kalbin derinliklerinden gelen duygulardır”<br />

demiştir.<br />

9 şubat 1934 tarihinde, Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya,<br />

dört devlet olmak üzere, Balkan Anlaşmasını imzalamışlardır.<br />

Bulgaristan ve Arnavutluk dışarıda kalmışlardır. Arnavutluğun<br />

bu bölgesel teşkilâtta gereken yerini alması hususunda yakından<br />

ilgilenen <strong>Atatürk</strong>, ayni zamanda, faşist İtalya’nın baskıları karşısında,<br />

zor durumlardan geçen Arnavutluğun müşkül vaziyetini de<br />

göz önünde bulundurarak, şunları beyan ediyordu: “Arnavutluğun,


862<br />

KOPİ KYÇYKU<br />

Balkan Paktına girmesiyle ilgili olarak, şimdiye kadar herhangi bir<br />

teşebbüs yapılmamış ve somut girişimlerde bulunulmamış ise, bu<br />

hususta, kendi menfaatleri dikkate alınmıştır. Benim arzum Arnavutluğu<br />

bu Anlaşmanın tabîi ve daimî bir üyesi olarak görmektir. Arnavut<br />

Devleti, uygun şartlara kavuşunca, en kısa zamanda, bir arzunun<br />

gerçekleşmesini ümitle beklemekteyiz. Arnavutluk her ne kadar, bu<br />

Anlaşmada olmazsa da, işler bir yola konulmuştur ki, Arnavutluk<br />

Hükûmeti, Balkan hudutlarını garantili ve bilmiş sayılmaktadır.”<br />

(Ayni yer).<br />

Geleneksel Arnavut-Türk ve Balkan - Türk ilişkileri iyi bir istikamette<br />

devam etmiş ise, hattâ fevkalâde bir seviyeye yükselmiş ise,<br />

bunu, her şeyden ve herkesten önce, büyük <strong>Atatürk</strong>’e borçlu olduğumuzu<br />

düşünmekteyim. O’nun realizmi ve ileri görüşü, sayesindedir<br />

ki, bu gün dahi, Balkan, özellikle Arnavutluk ile Türkiye, iyi ve kötü<br />

günlerde, yan yana devam etmektedirler.<br />

Bazılara göre, 1920, 1930 hatta 1940 yıllarında, Kemalist Cumhuriyeti,<br />

Türkiye’nin Avrupa’ya ilgisi olmadığı, hatta ve hatta, Avrupa<br />

ülkesi olması için çaba sarf etmediği şeklinde söylentiler vardır.<br />

Bu yönde, o zamanlar iki çeşit hareket vardı. ilk önce, on sekizinci<br />

yüzyılın (XVIII. yy) sonlarında Türkiye’de başlatılan laikliğe<br />

giden genel bir yapılanma vardı. Bu olay Mustafa Kemal’in yaptığı<br />

bir konuşmada toplumun, Avrupaî bir uygarlığa ulaşması gerektiği,<br />

fakat Türk kökeninin unutulmamasının, şart konulduğunu açıklıyordu.<br />

Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olarak görülmesi, o zamanlar,<br />

millîyetçi bir hareket görülüyordu ve böylece Türkler de Avrupalılara<br />

eşit olacaklardı. Elbette tarihe dayanarak, ve tarihi olaylarla<br />

tasdik edilerek, bu batılaşma biraz tereddüt gösteriyordu; çünkü<br />

Türkiye’nin modernleşme yolu Avrupa ile kavga etmekten geçmişti.<br />

Özgürlük savaşında, Türkiye, elindeki silâhıyla, Yunanistan’a<br />

ve Ermeniler’e hak tanıyan Avrupa’nın karşısına çıkmıştı. Çünkü,<br />

Avrupa, Osmanlıyı bölmesinden öte, Türkiye’yi de bölmek istemişti.<br />

Neticede, 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasına göre, Türkiye<br />

Yunanistan’a Ege bölümünden bir parça ve Doğu-Anadolu’dan,<br />

Ermenilere bir parça toprak vermişti. Bu gün bile millîyetçi konuşmalarda,<br />

Türkiye’nin Avrupa’ya zorla girmek istediği ve yine<br />

Türkiye’nin Avrupa’nın iznini almadan geliştiği söyleniyor. Bu günkü<br />

Türkiye toplumunda “Sevr kompleksi” denilen ve laikler tarafın-


ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI 863<br />

dan, hatta bir kampı tarafından kuvvetli bir cereyan esmektedir.<br />

Avrupa’ya girmek veya Avrupa’dan korku fikir tartışmaları bir<br />

süre daha devam edecektir. Bu konuda çoğu zaman şu konu işlenmektedir:<br />

“Avrupa bizlerden neyi istiyor ve bizler de ona neyi verebiliriz?”<br />

. Türklerin çoğu Avrupa’ya entegre olmayı “iyi bir iş” olarak<br />

algılasa da, dini ve kültürel yapısını bozmamak, kimliğini kaybetmemek<br />

şartıyla, bunu kabul etmektedirler. Otantik Kemalistlere<br />

ve laikizme bağlı olanlara bakıldığında, bunlar tamamıyla batılaşmış<br />

durumdalar fakat onlar bile, ulus-devlet statülerini tutmak gerekliliği<br />

taraftandırlar.<br />

Sonuç olarak, Türkiye büyük bir zorlukla karşılamaktadır. Bu<br />

yüzden, henüz genç ve hassas olarak, birçok ülkenin bulunduğu<br />

bir bölgeye entegre olmak Türkiye için zor bir olaydır. Bir şekilde<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Türkiyesi ve özellikle kendisi hayattayken, hep Avrupa’ya<br />

doğru bakmıştır; fakat, kardeş gözüyle bakmıştır. Sovyetler Birliğinden<br />

kurtulan Türk devletleri bile, Kemalist düşünceleri en güzel<br />

şekilde muhafaza edip, ayakta tutuyorlar. Bu gün <strong>Atatürk</strong> geleneğini<br />

koruyan ve devam ettiren Türkiye’nin yeri Avrupa’nın yanındadır,<br />

diye düşünmekteyim. Akademisiyen ve ayni zamanda, Uluslararası<br />

Güney-Doğu Avrupa <strong>Araştırma</strong> Derneğinin (AIESEE) Genel Sekreteri<br />

olan Razvan Theodorescu, ”Güney-Avrupa’daki birkaç arkadaşımın<br />

karşı gelmiş gelmiş olsa da, ben, Türkiye’nin Avrupa’ya girmesinden<br />

yanayım ve bu yolda yürümeye kararlıyım. Bizler burada<br />

sadece kültürel bir politika yapıyoruz; demek ki, Türkiye’nin kültürel<br />

politikasının da burada yeri vardır.” diye vurgulamıştır.<br />

Aşırı İslamcılar ve Turancılar yeni kurulmuş olan devlet için<br />

kendi ideolojilerini empoze ederken ve bu devlete bunu yakıştırırken,<br />

bütün bunlara karşı gelen Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, “Gerçeklere<br />

ve ulusun sınırlarına dönelim” diyordu. Böyle bir düşüncenin, Osmanlı<br />

Devletine karşı son darbe olması gerekiyordu. Çünkü, Osmanlı<br />

hayati boyunca kendi ülkesi dahil, egemenliği altında tuttuğu ülkelerde<br />

de derin izler bırakmıştır. Yine, <strong>Atatürk</strong>, “Özgürlüğü kısıtlanan<br />

bir ülke ölüme ya da kayıba mahkûmdur” diye vurguluyordu. Öte<br />

yandan, yine Mustafa Kemal’e göre, özgürlük her topluma uygarlıkve<br />

modernleşme getireceğini, görmekte idi.<br />

Modern Türkiye’nin kurucusu, hür ve özgür yaşamak, hem insanın<br />

hem de her ulusun hakkı olduğunu ve her ülke dünya uygarlığını


864<br />

KOPİ KYÇYKU<br />

zenginleştirdiğine inanıyordu. Bütün ülkelerin vatandaşları, öyle bir<br />

eğitim almalıydı ki, kıskançlıktan, açgözlülükten, kin ve nefretten,<br />

uzak tutmalıydı.<br />

<strong>Atatürk</strong>, çoğu zaman Türkiye’nin kaderinin diğer ülkelere bağlı<br />

olduğuna inanarak, “Ulusların iyiliği için çalıştığında, elbette kendi<br />

ülkene mutluluğu ve barışı sağlamış oluyorsun “ diye düşünmekteydi.<br />

Türkiye’yi işgal savaşından sonraki günlerde Gazi, savaş alanında<br />

gezerken duygulu anlar yaşayarak, kadavra ve silahları gördüğünde,<br />

nöbetçi askere: “Burada gördüklerin insanlığı kesinlikle onure<br />

etmiyor. Onlar bizim ülkemizi işgal ettiler ve bizler de korunduk<br />

Acaba, kim suçlu?” diye sordu. Birkaç metre mesafede yürümeye<br />

devam ederken, yerlerde yatan Yunan bayrağını görerek onun hemen<br />

kaldırılmasını emretti. Çünkü, fikirlerine göre, bir ulusun sembolü<br />

ayaklar altında çiğnenemez ve ona saygı gösterilmelidir.<br />

İkinci Dünya Savaşına doğru, ilerleyen senelerde, Ankara, Yugoslavya<br />

Başbakanını ağırlıyordu. Bu Başbakanın Hitlerizme olan<br />

düşkünlüğü biliniyordu. Tam tersine, <strong>Atatürk</strong>, Güney’den gelen bir<br />

şiddete maruz kalınırsa, Balkan işbirliğinin gerektiğini düşünerek,<br />

bu misafir için bir balo gecesi düzenlediğinde, orada bulunanlar,<br />

Gazi’nin, Belgratlı misafire, “Bizler kimsenin düşmanı değiliz, sadece<br />

insanlığın düşmanlarına karşıyız” şeklinde konuştuğunu duymuşlardır.<br />

<strong>Atatürk</strong> homojen, modern sınırları korunmuş ve geçmişin hatıralarından<br />

arınmış bir devlet kurmak istiyordu.<br />

O’na göre: “Herkes kendi için değil, herkes, herkes için çalışmalıydı”.<br />

Çünkü, “büyük sanat eserleri, önemli girişimler, ancak toplu<br />

bir güçle elde edilebilirdi”.<br />

Mustafa Kemal, eğer “Güvenlik, bütün uluslar için değilse, o<br />

zaman dünya barışı sağlanamaz” sözüne dikkat çekmekteydi.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün bütün düşünceleri, bir Avrupa ileri görüşlü olduğunu<br />

ispatlamaktadır ve ayni zamanda, Türkiye’nin yerinin, doğal olarak<br />

“Yaşlı” Avrupa’nın yanında olduğuna içten inanmaktaydı.<br />

Şanlı <strong>Atatürk</strong>’ün ismi ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletleri,<br />

ebediyen yaşasın!


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE<br />

SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK<br />

Mehmet TEKİN *<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>, Türk Milletinin emsaline nadir rastlanan,<br />

örneği ancak birkaç yüzyılda bir görülen seçkin kahramanlarından<br />

biridir. O nasıl hayatı boyunca bu millete mensup olmakla gurur<br />

duymuşsa, Türk milleti de böyle bir kahramana sahip olmakla gurur<br />

duymaktadır.<br />

Mustafa Kemal yetişme döneminde herkesle aynı eğitim sürecini<br />

yaşamıştır, ama meslek hayatında devletin ve milletin bekası<br />

için verilen ölümcül mücadelede meslekdaşlarına ve bütün<br />

çağdaşlarına üstünlüğünü ortaya koyarak adını sadece Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun dört bir yanına değil, tüm dünyaya duyurmuştur.<br />

Devlet adamlığı döneminde ise, yenik bir devletten yeni bir devlet<br />

yaratmak, tarihin derinliklerinden gelen bir toplumu gerçek asaletine<br />

lâyık şekilde yeniden şekillendirip çağdaşlaştırmak gibi, tarihte<br />

emsaline az rastlanır uygulamalar yaparak fikir, icraat ve davranışlarıyla<br />

pek çok dünya liderine örnek ve ilham kaynağı olmuştur.<br />

Doğru olduğuna inandığı yolda ısrarla ve inançla ilerleyen,<br />

başladığı her işi mutlaka ve başarıyla sonuçlandıran Mustafa Kemal,<br />

ümitsiz savaşların mağrur ve muzaffer kumandanıdır. O, kritik<br />

dönemlerde kumanda ettiği orduların zorunlu çekilişini bile yeni bir<br />

zaferin hazırlık aşaması olarak değerlendirmiş, büyük riskler üstlenmekten<br />

çekinmemiştir. Zaferlerinden kibire kapılmamış, Devlet<br />

adamlığında diktatörlüğe özenmemiştir. Bencillikten uzaktır, yüce<br />

gönüllüdür. Zaferlerinin ve politik başarılarının övüncünü çalışma<br />

arkadaşları ve milleti ile paylaşmış, hayatının her saniyesini “çağdaş<br />

* <strong>Araştırma</strong>cı-yazar.


866<br />

MEHMET TEKİN<br />

ve mutlu bir millet, her yönden güçlü ve dostluğu aranan bir devlet”<br />

idealini gerçekleştirmeye tahsis edilmiştir.<br />

Hayatında kendisine ayrılmış bir günü dahi olmayan ve omuzlarında<br />

asırların yükünü taşıyan bu kahramanın hayatı incelendiğinde<br />

onun aynı zamanda müşfik ve merhametli bir insan, pragmatist<br />

bir filozof, insani ve sosyal bilimler yelpazesine vâkıf çağdaş bir<br />

devlet adamı olduğu da dikkati çeker. Onun, hayatında bir değil,<br />

iki devlet kurmak suretiyle gösterdiği eşsiz başarıyı çağının ve çağımızın<br />

tarihçileri bir türlü gereği gibi değerlendirememiş, içlerine<br />

sindirememişlerdir. Kanaatimizce bu olayın büyüklüğü 21. yüzyılda<br />

ve daha sonraki çağlarda daha iyi anlaşılacak ve bu Türk dahisine<br />

gerçek değeri o zaman verilecektir.<br />

Bu çalışma, hayatı üzerine binlerce kitap ve makale yazılmış<br />

olan <strong>Atatürk</strong>’le ilgili bazı hususlara ve gözden kaçan bazı ayrıntılara<br />

dikkat çekmek amacıyla hazırlanmış, hayatıyla ilgili bir özet<br />

olmasından ve herhangi bir tekrara düşmekten kaçınılmıştır. Burada<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün emsalsiz başarılarının yurt içinde ve Ortadoğu başta<br />

olmak üzere yurt dışında yarattığı etkiler ve ona yönelen muazzam<br />

sevgiye örnekler verilecek, bu örnek olayların çoğunda Hatay konusu<br />

hareket noktası olacaktır. Bilindiği gibi Hatay meselesi onun<br />

hayatında 20 yılı işgal eden hayati bir meseledir ve Hatay Devleti,<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nden sonra hayatını ortaya koyarak mücadele<br />

edip, işgalden ikbale yükselterek hayat verdiği ikinci Türk devletidir.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün çağdaşlarından farklı özellikleri uzun bir liste oluşturur.<br />

Biz burada Onun somut örneklere dayanan ve her birisi bir<br />

yenilik, bir ilk olan farklılıklarını, Hatay mihverinden hareketle sunmaya<br />

çalışacağız:<br />

1. Savaş sonrasında ordunun düzenli çekilmesini sağlaması<br />

ve yeni bir savunma stratejisi uygulaması:<br />

Mustafa Kemal Paşa Mondros Mütarekesi öncesinde güney<br />

cephesinden çekilirken ve Mütarekenin imzalanmasını izleyen<br />

günlerde ordularımızın terhis edilmesi gündeme geldiğinde, o<br />

güne kadar uygulanmayan yeni bir strateji uygulamış ve bu uygulama<br />

işgale karşı mücadelenin temelini oluşturmuştur. “Hattı


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 867<br />

müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır ve<br />

onu gerektiğinde tüm millet savunur” anlayışı ilk defa Ekim-Kasım<br />

1918’de güney cephesinden çekilme sırasında onun emriyle uygulanmıştır.<br />

Berlin antlaşmasından sonra Osmanlı ordusu Balkanlardan çekilmeye<br />

başladığında halka hiçbir savunma aracı bırakılmamıştı.<br />

Çünkü o dönemde savunmada cephe yarılıp ordu çekilmeye başladığında<br />

ardından halk ya yerini yurdunu terk ederek yollara düşüp<br />

çekilen ordunun ardından göç ediyor, ya da katliamlara katlanıyor,<br />

ölümü göze alıyorlardı.<br />

Balkanlarda bir çok yerde hemen hemen aynı feci manzaralar yaşanmış,<br />

hayatta kalabilen Türkler akın akın Anadolu’ya göç etmişler,<br />

binlerce, onbinlerce Türk de yollarda telef olmuştu. Bu ortamlarda<br />

büyüyen, pek çok olaya tanık olan ve askerî tarihin tüm inceliklerine<br />

vâkıf olan Mustafa Kemal Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından<br />

güney cephesinde çekilme başladığında ilk defa yeni bir strateji<br />

uygulamış ve savunma literatürüne, “halka kendilerini savunmaları<br />

için silah dağıtıp yaşadıkları toprakları kendilerinin savunması” kavramını<br />

getirmiştir.<br />

1918 <strong>yılında</strong> 1. Dünya Savaşı sona erip ordularımız güney cephelerinden<br />

çekilirken, bir taraftan da ateşkes anlaşması görüşmelerinin<br />

sonucu bekleniyordu. M. Kemal Paşa Musul’dan Nur dağlarına<br />

ve İskenderun’a uzanan hattı millî sınırlar olarak korumak amacıyla<br />

tutmuştu. Çekilme sırasında Katma’da 1 , kendilerini ziyaret eden<br />

Antep Mebusu Ali Cenani Bey’le görüştü. Ali Cenani Bey ona İstanbul’daki<br />

gelişmeleri aktardı. Kendisi, İngilizler geliyor korkusuyla<br />

Antep’te bulunan kız kardeşini ve yeğenlerini Maraş’a götürmeye<br />

gelmiştir. Bunu duyan M. Kemal Paşa, Balkanlardaki halkın<br />

çekile çekile İstanbul’a sığındığını düşünerek içinden, “sizler de<br />

buralardan çekilirseniz nerelere tıkışıp kalacağız” diye düşünerek,<br />

Ali Cenani Bey’e “ailenizi nereye götüreceksiniz?” diye sorar ve<br />

sonra ona çıkışır:”Ne demek çekilmek! Teşkilat kurun efendim!” Ali<br />

Cenani, “Paşa hazretleri, teşkilat kurmak kolay da, silah ve cephane<br />

nerede?” diye sorar., Paşa, “Silah cephane kolay, bugün Katma<br />

1 ya da Kilis yakınlarında. Mustafa Yıldırım, 58 gün- Mustafa Kemal ile<br />

Filistin’den Anayurdun Dağlarına, s.367


868<br />

MEHMET TEKİN<br />

İstasyonunda Ali Fuat Paşa’ya söyledim.Cephane ve silah fazlasını<br />

Kilis’e, Maraş’a, Antep’e sevketmek için lazım geleni yapacaklar.Yeter<br />

ki siz malları depolayacak emniyetli yerler bulunuz ve herhangi<br />

bir düşmanın eline geçmesine izin vermeyiniz.!” der 2 ve bölgedeki<br />

Türk şehirlerinin savunma ihtiyaç ve durumlarına göre silah depo<br />

ettirilmesi için gizli emir verir. İşte düşman istilası karşısında halkın<br />

topyekün katıldığı savunmada kullanılan silahlar bu silahlardır.<br />

Bu emir gereği, 41. Fırka Belen-İskenderun bölgesinden<br />

çekilirken Belen’de de fırka komutanı, emre uygun olarak, depo<br />

memuruna depodaki silahların köylülere dağıtılmasını, ama elden<br />

çıkartmamalarının tenbih edilmesini emretmiştir... 3<br />

2) “ Millî sınır” kavramının doğuş yeri ve ilk uygulandığı<br />

bölge güney Anadolu ve Suriye cephesidir:<br />

O dönemde 7. Ordu Kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa Halep<br />

sokak muharebelerini bizzat idare etmiş, Arapları şehir dışına<br />

püskürtmüş, 26 Ekim günü kuzeye doğru ilerlemek isteyen düşmanları<br />

yenilgiye uğratmıştı. Birlikler son olarak İskenderun-Belen-Dircemal-Telrifat<br />

hattını korumuş, 28 Ekim’de de Antakya bu hattın<br />

içine alınmış, 31 Ekim 1918 günü M.Kemal Paşa Yıldırım Orduları<br />

Grubu Kumandanlığına atanmıştı. (Karargah Adana’dadır) 4 .<br />

Mustafa Kemal Paşa, 3 Kasım 1918 günü birliklerine verdiği<br />

grup emrinde, Suriye sınırının Suriye vilayetinin kuzey sınırı olarak<br />

kabul edilmesi gerektiğini, bu sınırın da Lazkiye kuzeyinden,<br />

Hanşeyhun güneyinden geçerek doğuya doğru uzandığını belirtti<br />

ve çok isabetli bir teşhise dayalı olarak, o güne kadar görülmemiş<br />

millîyetçi bir tavır ve derin bir gerçeği ifade eden sosyolojik bir<br />

2 Mustafa Yıldırım, 58 Gün- Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun<br />

Dağlarına., İstanbul 2004, s. 367-368; <strong>Atatürk</strong>’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları<br />

s. 97. Ayrıca bkz: Falih Rıfkı Atay, <strong>Atatürk</strong>’ün Bana Anlattıkları, İstanbul<br />

1998, s. 72: Bir örgüt kurun, milli güç oluşturun, kendinizi savunun.Ben<br />

istediğiniz kadar silah veririm.”<br />

3 Nuri Aydın Konuralp, Hatay Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi Tarihi, s.<br />

12.<br />

4 Miralay Sedad, Yıldırımın Akıbeti, Erkânı Harbiyei Umumiye Talim ve Terbiye<br />

Dairesi Yayını, Ankara 1927, s. 270


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 869<br />

yaklaşımla “İskenderun, Antakya, Cebelsem’an, Katma, Kilis havalisinin<br />

Türklerle meskûn olduğunu Halep halkının dörtte üçünün<br />

Arapça konuşan Türk olduğunun her işlemde göz önünde bulundurulmasını,<br />

her dâvâda bunun esas alınmasını” ve mütareke şartları<br />

açıklığa kavuşturuluncaya kadar asker çıkarılmasına engel olunmasını<br />

emretti. Gerçekten de Antakya’dan ve özellikle Halep’ten güneye<br />

inildikçe, özbeöz Türkmen olan yüzlerce aşiretin ana dillerini<br />

büyük ölçüde kaybettikleri, Arap kültürü içinde asimile oldukları<br />

ve Arapça konuşur hale geldikleri yaygın görülen ve kültürümüz<br />

açısından üzüntü veren bir gerçek halindeydi. Bu yönden, M. Kemal<br />

Paşa’nın sınır tesbitinde göz önünde tuttuğu ölçütler, derin<br />

gözlemlere ve önemli, sosyolojik, tarihi, sosyal ve kültürel gerçeklere<br />

dayanmaktadır ve o dönemde siyasi literatürde böyle bir<br />

kavram ve uygulama yoktur. Bu husus ta özgün uygulamalardan<br />

biridir ve kendi içinde değerlendirilerek gerçek layık olduğu değerin<br />

verileceği günü beklemektedir.<br />

3) Mondros Mütarekesinden sonra, İstanbul’dan gelen emirlere<br />

rağmen Osmanlı ordusunun, işgali önlemek için M.Kemal<br />

Paşa’nın emriyle düşmana ateş açarak işgalcilere engel olması<br />

İskenderun’da gerçekleşmiştir.<br />

5 Kasım 1918 günü Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa<br />

Kemal Paşa’nın İstanbul’dan (Sadaret makamından) aldığı telgraf,<br />

İskenderun liman ve şehrinin bizde kalması, askerî ve mülki idaremizin<br />

aynen devam etmesi kaydıyla “Suriye’deki İngiliz ordusu<br />

komutanına İskenderun-Halep yolundan ve İskenderun limanından<br />

faydalanabileceklerini” bildirmesini istiyordu. Bunun üzerine, M.<br />

Kemal Paşa emrindeki kuvvetlere “İngilizler İskenderun’a asker çıkamağa<br />

teşebbüs edecek olursa ateş edilerek engel olunması” emrini<br />

verdi 5 .<br />

İngilizlerin 6 Kasım 1918 günü İskenderun’da karaya çıkma<br />

girişiminde bulunması üzerine kıyıdan top ateşi açılmak suretiyle<br />

karaya çıkarma girişimleri engellendi. Bu ateş, tarihte Osmanlı or-<br />

5 <strong>Atatürk</strong>’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri IV (1917-1938), Ankara<br />

1964, s.20


870<br />

MEHMET TEKİN<br />

dusunun son ateşidir. Ama bu olay kaynaklarda ve harp ceridesinde<br />

yer almamıştır<br />

Olayı bizzat yaşayan Org. Muzaffer Ergüder’in anlatımına göre<br />

o sırada 3. Kolordu’ya ait toplar Belen’deki 41.Fırka merkezinden<br />

denize hâkim sırtlara getirilip yerleştirilmiştir. Muzaffer Ergüder o<br />

zaman 7. Ordu Harekât Müdürlüğünde görevli yüzbaşıdır.. A. İzzet<br />

Paşa’nın emre karşı gelindiğini düşünmemesi ve aleyhte delil<br />

teşkil edecek belge bırakılmaması amacıyla bilinçli olarak kayıtlara<br />

geçirilmeyen bu top atışı olayını Mustafa Kemal Paşa ilk defa<br />

İzmir’de 2.2.1923’te halka yaptığı konuşmada “…nitekim İskenderun<br />

Körfezi’ne yaklaşmak isteyen düşman donanmasına ateş ettim”<br />

sözleriyle doğrulamıştır 6 .<br />

M.Kemal Paşa’nın ateş emrindeki amacı, çekilmeye devam<br />

eden orduların yolunun kesilmesini engellemekti. Nitekim 20.<br />

Kolordu’nun çekilmesi harekâtı da tamamlanınca, Mustafa Kemal<br />

Paşa 7 Kasım 1918 tarihli ve 68 sayılı emirle, İskenderun’a kuvvet<br />

çıkarma girişimlerine ateşle engel olunması görevinin kaldırıldığını<br />

bildirmiştir.<br />

4) M. Kemal Paşa’nın bu bölge için hayatını ortaya koymasının<br />

sebebi, halkın sahip olduğu sınırsız vatan aşkı ve pervasız<br />

Türkiye sevgisiydi. O, halkın rüyalarındaki kurtarıcıydı.<br />

Bu güçlü sevgi sayesindedir ki Antakya Türklerinin temsilcisi<br />

Türkmenzade Ahmet Ağa King- Crane Komisyonu başkanına<br />

göğsünü gererek “Türkler bize gelmezse biz Türklere gideriz.”<br />

cevabını veriyor, Antakya, İskenderun ve havalisinde analar, babalar<br />

evlâtlarını çete mücadelesi için uğurlarken, onları M.Kemal<br />

Paşa’nın bayrağı altına gönderiyorlardı. Bir baba ile oğlu arasında<br />

yaşanan şu vedalaşma sahnesi, bu sevginin mahiyetini ve boyutunu<br />

göstermesi bakımından güzel bir örnek oluşturmaktadır :<br />

Antakya’da Nuri Aydın Bey (Konuralp) 19 Temmuz 1920 günü<br />

Kuvayı Millîyeye katılmak için silahını kuşanıp evinden ayrılırken<br />

6 Org. Muzaffer Ergüder’den nakleden: Em. Kur. Bnb. Samet Kuşçu. Bkz.:<br />

Sadi Borak, <strong>Atatürk</strong>’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma<br />

ve Söyleşileri (2. Basım), İstanbul 1997, s. 168 (Belgelerle Türk Tarihi<br />

Dergisi’nin 1973 yılı sayılarından alıntı.


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 871<br />

onu göz yaşları içinde uğurlayan babası ona der ki:<br />

“Oğlum, Mustafa Kemal Paşa’ya benden selam söyle…<br />

Oğlum, doğru Mustafa Kemal’in yanına… Allah size nusrat<br />

versin. Ben onun rüyasını gördüm: Uzun boylu, gözleri şimşek gibi<br />

çakan bir adam. Büyük bir tak kuruldu. Takın üstü Türk bayraklarıyla<br />

donanmıştı. Yanında birçok paşalar da vardı. Tak, devlete işaretti.<br />

Allah bilir, bu paşalarla beraber devleti o kuracaktır. Oğlum, doğru<br />

onun bayrağı altına!..” 7<br />

İşte Hatay’da işgale karşı yapılan ölümüne mücadeleyi sürdüren<br />

güç, bu inanç ve bu güvendi.<br />

Çukurova’nın ve güney cephesinin yiğit direnişi bir destan; Hatay<br />

direnişi ise destan içinde destandır. Hal böyle iken, Tarih kitaplarımızda<br />

Millî Mücadelede Güney Cephesinde mücadele eden<br />

iller arasında Hatay’ın (ya da Antakya ve İskenderun’un) adını<br />

göremezsiniz. Millî Eğitim Bakanlığı- ya da tarihçiler- bu güne<br />

kadar inkılap tarihi kitaplarının Millî Mücadelede Güney Cephesi<br />

bölümünde, güney cephesinde mücadele eden iller arasına<br />

Hatay’ı almamakta anlamsız ve bilinçsiz bir ısrar göstermiş,<br />

böyle bir tutumun Hatay’ın destanlar yaratan kahramanlarının<br />

evlatlarını ve torunlarını ne kadar inciteceği düşünülmemiştir.<br />

Bakanlığın ve tarihçilerin o şerefli sayfalarda Millî Mücadelenin<br />

ilk kurşununu da atan, işgal ordularını dize getiren Hatay’a lâyık<br />

olduğu yeri vermek için neyi beklediklerini anlamak mümkün<br />

değildir. Hatay halkı, bu konunun en kısa zamanda ele alınmasını<br />

ve gerçeklere de aykırı olan bu tarihi kusurun düzeltilmesini<br />

beklemektedir. Bunu yapmamak, Hatay’ın, tanığı ve kefili <strong>Atatürk</strong><br />

olan müthiş kurtuluş mücadelesini yok saymak demektir!<br />

Mustafa Kemal Paşa 1919’da Anadolu’da başlattığı millî direnişi<br />

tek boyutlu yürütmedi. Aynı zamanda Suriye’de Fransızlara karşı<br />

başlayan mücadeleyi de destekleyip orada da halkın tek ümidi haline<br />

geldi ve işgalcileri iki ateş arasında bıraktı.Bu sırada Suriye’deki<br />

Türk yanlısı unsurları teşkilatlandırıldı, davaya hizmet edecek unsurlara<br />

destek sağlandı. Bu ilişkilerin en somut ve en asil tarzda<br />

7 Nuri Aydın Konuralp, Hatay Kurtuluş ve Kurtarılış Mücadelesi Tarihi, İskenderun<br />

1996, s. 54-55.


872<br />

MEHMET TEKİN<br />

cereyan eden örneği, Şeyh Salih el Ali ile ilişki kurulması ve onun<br />

desteklenmesidir.<br />

Lazkiye civarında Cebel-i Nusayrıye’de nüfuzlu bir kişi olan ve<br />

kurduğu silahlı teşkilatla Fransızları bir hayli uğraştıran Şeyh Salih<br />

el Ali bir Mustafa Kemal hayranıydı ve Türk Kuvayı Millîyesi<br />

bu mücadelede ona destek oluyordu. Şeyh Salih, Mustafa Kemal<br />

Paşa’ya olan sevgisini göstermek ve minnetini ifade etmek için Maraş’taki<br />

Kolordu Komutanlığı aracılığıyla ata yadigârı bir kılıcı hediye<br />

olarak göndermiş, karşılık olarak Maraş’taki Kolordu Komutanlığı<br />

tarafından kendisine milis binbaşısı rütbesi verilmişti 8 .<br />

5) 20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara İtilafnamesi,<br />

hem önemli bir siyasi belge, hem de Mustafa Kemal<br />

Paşa’nın yüksek dil ve kültür bilincini ortaya koyan bir sosyoloji<br />

olayıdır :<br />

İşgale karşı Çukurova bölgesi başta olmak üzere tüm Güney<br />

cephesinde ve özellikle Antakya, İskenderun ve havalisinde asker<br />

destekli Kuvayı Millîye çeteleri vasıtasıyla sürdürülen mücadele,<br />

Fransızları Türkiye ile barış istemeye zorlamıştı. Sonuçta, Ankara’da<br />

20 Ekim 1921’de Suriye’nin işgalcisi Fransa ile Ankara İtilafnamesi<br />

(ön barış anlaşması) imzalandı. İmzadan sonra Türkiye- Suriye<br />

arasında sınır çizildi, Antakya-İskenderun ve havalisi (İskenderun<br />

Sancağı=bugünkü Hatay) çaresizlik ve zorunluluklar yüzünden sınırın<br />

güneyinde, Suriye içinde ve işgal altında kaldı. Ama bir madde,<br />

o bölgenin kalbini Türkiye’de bıraktı. Bu madde, İtilafnamenin 7.<br />

maddesi idi.<br />

Ankara İtilafnamesi’nin 7. maddesi, İskenderun mıntıkası için<br />

özel bir idare şekli kurulacağı, mıntıkanın Türk ırkından olan<br />

sakinlerinin kültürlerini geliştirmek için her türlü kolaylıktan<br />

ve imkânlardan yararlanacağı, Türk dilinin orada resmi dil olarak<br />

kullanılacağı gibi hükümleri içine alıyordu. Derin bir sosyolojik<br />

bilgi temeline, dil ve kültür bilincine dayanan, toprak terkine rağmen<br />

Dil ve Kültür’ü koruma ve geliştirme hakkından vazgeçilmesine razı<br />

8 Nuri Aydın Konuralp, Hatay’ın…s. 46. Şeyhin mücadelesi Türk mücadele<br />

teşkilatı tarafından desteklendi. Ancak Ankara İtilafnamesinden sonra<br />

Türkiye’nin yardım ve desteği kesilince Şeyh Salih kuvvetleri Fransızlara yenildi<br />

ve mücadelesi sona erdi.


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 873<br />

olmayan bu uygulama, o güne göre fevkalâde ileri bir görüşün ürünü<br />

olup, o çağda bir başka örneği yoktur.<br />

İtilafname ile Fransa Türkiye’ye askerî yardımda bulunmayı da<br />

vaat etmişti. Bu belki de bir devletin dünkü düşmanının güçlenmesi<br />

için maddi destek sağlamasının dünyada ender görülen örneklerden<br />

biriydi ve aynı zamanda “Fransa’nın müttefiki Yunanlıların<br />

rengini uçurtacak şeylerdi.”. Bu vaat de kısa süre sonra gerçekleşti,<br />

Mersin ve İskenderun limanlarına getirilen silah ve gereçler Adana-<br />

Konya demiryoluyla Batı cephesine ulaştırıldı 9 .<br />

Bugün çoğu kişiye basit bir anlaşma gibi görünen Ankara İtilafnamesi<br />

gerçekte bir bilim, politika ve mantık zaferi, hatta General<br />

Sherril’e göre Sakarya Zaferi kadar anlamlı bir zafer ve yeniliklerle<br />

dolu müstesna bir belgedir. Çünkü hem düşmandan silah ve malzeme<br />

alınıp onun müttefikine karşı kullanılmış, hem bunlardan birine,<br />

Sevr’i hiç olmamış kabul ettiği anlamına gelen bir belge kabul ettirilmiş,<br />

hem de müttefik cepheyi parçalayıp birbirine düşürmüştür.<br />

6. Büyük Zafer işgal altındaki Antakya, İskenderun ve havalisinde<br />

de kutlanmış ve Mustafa Kemal Paşa için ilk destan<br />

Kırıkhan’da yazılmıştır.<br />

Halk şairleri millî coşkunluk, halkın sevgi ya da yas günlerinde<br />

halkın duygularını terennüm eden, halka tercüman olan kişilerdir.<br />

Kırıkhan yakınlarında bulunan Bayezid Bestami Ziyaret ve Camii<br />

İmam Hatibi Sefil Molla da bunlardan biridir. Şair Büyük Zaferin<br />

hemen ardından işgal altında kalan Antakya, İskenderun ve havalisi<br />

Türklerinin Mustafa Kemal Paşa’ya ve Türk ordusuna karşı beslediği<br />

sınırsız sevgi ve hayranlığı dile getiren bir destan yazar. Türkiye’de<br />

bu konunun ilk örneklerinden biri olan ve M.Kemal Paşa’yı Gazi,<br />

mehdi, nâsırı millet (millete yardım eden), hulki hasen (güzel huylu),<br />

hami-i İslam (İslamın koruyucusu), mimar-ı vatan (Vatanın kurucusu),<br />

mehdi-i ümmet (ümmete doğru yolu gösteren), mâhîi fiten<br />

(fitneleri ortadan kaldıran) gibi sıfatlarla öven bu destanda, hem<br />

Mustafa Kemal Paşa tasvir edilmekte, hem de halkın ona hayranlığı<br />

anlatılmaktadır. İşte bu destanın bir bölümü 10 :<br />

9 Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı’nın Mali Kaynakları, s. 522-523;<br />

Paul Dumont, Mustafa Kemal, s. 88; Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde<br />

Türk –Fransız İlişkileri, s.158-159<br />

10 İ.Hakkı Konyalı, Sefil Molla Divanı


874<br />

MEHMET TEKİN<br />

Türklerin aslanı meydana geldi<br />

Hançerle düşmanın bağrını deldi<br />

Hem Gazi, hem mehdi unvanın aldı<br />

Canından geçenler girsin meydana<br />

………<br />

Kemalın var etsin Hazreti Mevlâ<br />

İndallah kazandı rütbe-i bâlâ<br />

Kılıncı kınına koymadın hâlâ<br />

Bilmem hangi semti aldın nişana<br />

……..<br />

Türkler bayram eder, kına yakınır<br />

Çarşılar, pazarlar çiçek sokunur<br />

Şenlikler yapılır, mevlit okunur<br />

Alkışlar edilir Türk kahramana.<br />

20 Eylül 1338 (1922)<br />

7. Suriye’de Mustafa Kemal Sevgisi ve Büyük Zafer kutlamaları<br />

Büyük Zafer Türkiye’de olduğu kadar Şam’da ve Halep’te de<br />

sevinç ve coşkuyla karşılanmıştı. Halep’te gösteri ve şenlikler yapıldı.<br />

Suriye’de halk Mustafa Kemal Paşa’ya “Seyfü’l İslam” (İslamın<br />

Kılıcı) unvanını verdi 11 . Suriyeli vatanseverler Fransızlara karşı mücadelelerinde<br />

Onu emsal alıyor, onunla öğünüyorlardı. Zaferi kutlamak<br />

için 10 Ekim 1922’de camilerde mevlit törenleri düzenlendi.<br />

Halep camilerinden birinde her gün törenler yapıldı ve masrafları<br />

Evkaf İdaresi tarafından karşılandı. Mustafa Kemal Paşa Şam Müftüsüne<br />

zaferi bildiren ve İslam davasının başarısı için dua edilmesini<br />

11 Abdulkerim Rafik, ”Türkiye-Suriye İlişkileri”, Türk Dünyası <strong>Araştırma</strong>ları,<br />

sayı 88 (Şubat 1994), s. 57


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 875<br />

isteyen bir telgraf gönderdi. Şam’da birkaç camide törenler düzenlendi,<br />

M. Kemal Paşa’ya tebrik telgrafları çekildi.<br />

Bu sırada Suriye’de Mustafa Kemal sevgi ve sempatisi zirvedeydi.<br />

Buna paralel olarak bir çok yerlerde Türkiye sempatizanlarının<br />

oluşturduğu yerel kuruluşlar tarafından Türkiye lehinde bildiriler<br />

dağıtılıyor, afişler, yayın ve posterlerle propaganda çalışmaları<br />

sürdürülüyor, Mustafa Kemal resimleri taşıyan afiş ve kartpostallar<br />

kapış kapış satılıyordu. İşgalci Fransız idaresi bu durumdan çok rahatsızdı.<br />

Bu yüzden 1923 yılı başlarında Suriye’de Fransızlar Türklere<br />

karşı tutumlarını sertleştirerek “Kemalist” adını verdikleri Türkleri<br />

ve Türkiye yanlılarını takibe başladılar. Yayımlanan bir bildiride<br />

“bazı yerlerde Kemalizm propagandası kastıyla kitap ve resimlerin,<br />

Halep, Antakya ve Hama’da üzerinde Osmanlı Bayrağının bulunduğu<br />

Suriye haritalarının satıldığını” belirtilerek, güvenlik kuvvetlerince<br />

bunlara engel olunması, bütün harita, resim ve kitaplara el konulması<br />

isteniyordu 12 . Nitekim bundan sonra Halep’te dükkânların<br />

önünde satılmakta olan çok sayıda Mustafa Kemal posterinin satışı<br />

da durduruldu<br />

1922 <strong>yılında</strong> büyük zaferin ardından Lozan’da başlayan barış<br />

görüşmeleri devam ederken, özellikle Anadolu’nun güneyinde<br />

Çukurova’yı merkez alan bir Ermeni yurdu kurulması konusundaki<br />

baskılar yüzünden görüşmelere ara verilmiş, bu yüzden heyetimiz<br />

geri dönmüştü. Mustafa Kemal Paşa, fevkalâde anlamlı ve iyi düşünülmüş<br />

bir strateji uygulayarak, 15 Mart 1923 günü Adana’ya gitti.<br />

Kendisini bütün Çukurova karşıladı. Sanki bütün Çukurova hareket<br />

için bir işaret bekliyordu! Burada Gazi’yi karşılayanlar arasında<br />

bulunan ve memleketlerinin kurtarılmasını isteyen Antakya-İskenderun<br />

ve havalisi halkı temsilcilerine “Kırk asırlık Türk Yurdu düşman<br />

elinde esir kalamaz” cevabını vermesi bir anlamda Lozan’daki<br />

baskılara bir cevap, işgal altında kalan Türklere bir müjde ve dünyaya<br />

bir mesajdı. Görüşmelerin sonucuna bakıldığında bu mesajın<br />

Lozan’da çok iyi algılandığı görülmektedir 13 .<br />

12 A. Rafik, “Türkiye-Suriye İlişkileri”, Türk Dünyası…, s. 56<br />

13 Mehmet Tekin, Hatay Tarihi, Antakya 1999, s.125-126


876<br />

MEHMET TEKİN<br />

8. Antakyalıların M. Kemal Paşa’nın izinden giderek şapka<br />

giymeleri:<br />

1925 <strong>yılında</strong> Gazi M. Kemal Paşa’nın şapka giymesinin hemen<br />

ardından Antakya’da bir grup Türk, belli çevreler tarafından dışlanmayı<br />

ve işgalciler tarafından mimlenmeyi göze alarak şapka giydiler<br />

ve şehirde bir süre şapkalı gezdiler. Ama baskılar eziyet haline gelince<br />

bir kişi hariç, diğerleri şapkaları çıkarmak zorunda kaldı.<br />

9. Kültürel erozyona karşı Gençspor Kulübü’nün ve Yeni<br />

Mecmua’nın kurulması:<br />

1926 <strong>yılında</strong> Türkiye Fransa ve İngiltere ile anlaşma gerginliği<br />

yaşamış, aynı dönemde İskenderun’da gerçekleşen, ama baskıyla<br />

bağımsızlık ilanı kararının geri aldırılması olayını “bir iç mesele”<br />

olarak değerlendirerek problem haline getirmemişti. Bu arada Türkler<br />

arasında Türkiye’ye göç eğilimi arttığından, Türkiye çeşitli müdahelelerle<br />

bu göçü önledi. Bir süre sonra Türkiye’nin teşviki ile<br />

mevcut siyasi ortamı değerlendiren Türkler, Antakya’da. 30 Ağustos<br />

1926’da Antakya gençliği için bir üniversite değerinde olan Gençspor<br />

Kulübünü kurdular14 .<br />

1928 <strong>yılında</strong> Antakya’da l5 Mayısta Yeni Mecmua, Halep’te 18<br />

Mayısta Vahdet gazetesi yayımlanmaya başladı. Bunlar <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

direktifi üzerine ve Türkiye’nin desteği ile çıkmış yayınlardı 15 .<br />

Bu girişim İtilafname kapsamına girmekle birlikte o güne kadar<br />

izin verilmeyen hususlardan biriydi. Bu yayın, Gençspor’un hazırladığı<br />

ortamı destekleyecek ve fikir alanındaki boşluğu dolduracaktı.<br />

Gerçekten her iki yayın da büyük hizmet gördü.<br />

10.Antakya-İskenderun Havalisi Gazi’nin aklından çıkmıyor:<br />

1930 <strong>yılında</strong> Samsun Lisesi’ni ziyaret eden M. Kemal Paşa öğ-<br />

14 Mehmet Tekin, “İşgal yıllarında Antakya’da bir spor kulübü:Gençspor<br />

Kulübü”, Güneyde Kültür, Sayı :16 (Haziran 1990), s. 21. Çalıştırıcısı<br />

Türkiye’den getirilen bu kulübün futbol takımı Suriye kulüplerine karşı adeta<br />

Antakya Türklerinin milli takımıydı.<br />

15 Mehmet Tekin, Hatay Basın Tarihi, s.54-67 ; Mehmet Tekin, “Hatay Basın<br />

tarihinin altın sayfalarından biri: Yeni Mecmua, Güneyde Kültür, sayı:111<br />

(Mayıs 1998), s.1-28


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 877<br />

rencilerden birinden bir Türkiye haritası çizmesini ister. Öğrenci<br />

haritayı çabucak çizer, ama o günkü duruma göre sınır körfezden<br />

başlayıp düz bir hat halinde gitmektedir. Gazi çocuğa, “yavrum, sen<br />

burada 40 Asırlık bir Türk yurdunu unutmadın mı?” diye sorar ve<br />

tebeşiri alıp, eliyle bugünkü sınırlara benzeyen bir sınır çizer ve çocuğa<br />

sorar: Böyle olmayacak mı?<br />

Çocuğun cevabı: Paşam, sınırlarımız çizdiğiniz yerden geçer. 16<br />

11. <strong>Atatürk</strong>’ün ülke çıkarına pragmatist davranması ve affediciliği,<br />

büyüklüğü:<br />

Yüzelliliklerden olan ve Halep’te yaşayan ünlü yazar Refik Halit<br />

Karakayış 1929 <strong>yılında</strong> orada “Deli” piyesini yayınlamıştır. Esasen<br />

<strong>Atatürk</strong> Refik Halid’in yazılarını takip etmektedir. Türkiye’nin<br />

yaşadığı değişimi ve değişimin yarattığı tepkileri zarif ve hicivli bir<br />

anlatımla aktaran bu piyes de, onu gözden düşürmek için <strong>Atatürk</strong>’e<br />

arzedilir. Ama o müstesna liderin farkı burada da kendini gösterir,<br />

bu piyesi çok sever ve “….“inkılâbımızı hicvetmiyor, tebarüz ettiriyor<br />

…, Tam devrim piyesi. Bu eseri Refik Halit’ten satın almalısınız.<br />

Memlekete dönmek onun hakkıdır” der. Ayrıca piyesin halkevi sahnelerinde<br />

oynanmasını ister 17 .<br />

Ama <strong>Atatürk</strong>’ün de karşısında bu insaniyetin inceliklerini kavrayamayan<br />

beyinlerin yarattığı görünmez ve katı bir muhalefet vardır.<br />

Bu muhalefet “Deli” piyesinin sahnelenmesine engel olur.<br />

<strong>Atatürk</strong>, 10. yıl dolayısıyla sadece Refik Halit’in yazıları ve<br />

Türkiye lehindeki çabaları nedeniyle tüm yüzellilikleri affetmek ister<br />

Ama bu defa affa İsmet Paşa Lozan’ı ileri sürüp, <strong>Atatürk</strong>’ün bu<br />

tür ifadelere allerjisi olduğu bilindiği halde, anlaşmaya taraf devletlere<br />

sorulması gerektiğini söyleyerek karşı çıkar, İçişleri Bakanı’nın<br />

da ona katılması üzerine af gerçekleşmez18 .<br />

12. 1934 yılının Nisan ayı sonlarında mutat sınır görüşmeleri<br />

için İskenderun’a gelen Antep Valisi Akif İyidoğan’ı Antakya’da<br />

“<strong>Atatürk</strong> bizi kurtarmak için gönderdi” diye onbine yakın Türk kar-<br />

16 Mehmet Tekin, Hatay Tarihi 1999, s.139-140<br />

17 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla <strong>Atatürk</strong>, İstanbul 1981, s. 306-<br />

307; Hikmet Münür Ebcioğlu, Kendi yazılarıyla Refik Halid, s. 76)<br />

18 Refik Halit Karay, Bir Ömür Boyunca, s. 210


878<br />

MEHMET TEKİN<br />

şıladı ve “Yaşa <strong>Atatürk</strong>”, “Bizi kurtar!” nidalarıyla saatlerce tezahürat<br />

yaptı. Halk arabayı havaya kaldırdı, herkes arabada asılı olan<br />

küçük bayrağına yüz sürmeğe can atıyordu. Halkın duygularına set<br />

çekmek çok zordu. Kalabalığı kontrol etmeye çalışan polislerden<br />

biri, arabaya dokunmak için çırpınan bir ihtiyarı tutup sarsarak:<br />

“- Bre adam, ayakta duracak halin yok. Önünü görmezsin, kulağın<br />

duymaz, ne işin var burda, çek git!” dediğinde, ihtiyarın verdiği<br />

cevap çok anlamlıdır:<br />

“- Burnum koku alıyor ya, burnum... O bana yeter. Ben onunla<br />

yurdumun ve <strong>Atatürk</strong>’ün kokusunu alıyorum” 19 .<br />

13. O yıllarda Refik Halit’in kitapları ve yazıları bölge Türkleri<br />

için bir şifa, bir teselli kaynağıdır ve Türkiye bunu yakından izlemektedir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, af sağlayamadığı Refik Halit’ten vazgeçmemiş,<br />

af konusu içinde ukde olarak kalmıştır. 1934 yılının Temmuz ayında<br />

Türkiye’nin Halep Konsolosu Celal Mengilibörü Halep’te Refik<br />

Halid’i evinde ziyaret ederek <strong>Atatürk</strong>’ün, kendisini “hususi misafiri<br />

olarak” Ankara’ya davet ettiğini bildirir (başka türlü girişi imkansızdır!),<br />

Refik Halit çok sevinir, ama bir hükûmet meselesi çıkmasından,<br />

bir terslik çıkıp geri dönmekten, bu arada Fransızlarla da bozuşmaktan<br />

korkar, huzursuz olmaktansa resmi affı beklemeyi uygun<br />

görür. Cevap <strong>Atatürk</strong>’e arzedilir. Büyük adam gücenmek yerine ona<br />

hak verir 20 .<br />

14. <strong>Atatürk</strong>’ün Amerika’daki etkisi ve Yüzelliliklerden Filozof<br />

Rıza Tevfik’in Amerika macerası:<br />

Yine yüzelliliklerden olan ve bu yıllarda, Lübnan’da yaşamakta<br />

olan Rıza Tevfik’le 1938’de aftan hemen sonra yapılan bir röportaj,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün dışarıdaki etkilerine işaret etmesi bakımından ilginç motifler<br />

taşımaktadır.<br />

Filozof birkaç yıl önce konferanslar vermek üzere Amerika’ya<br />

gitmiştir. Orada konferanslara çok rağbet vardır ve bu yolla binlerce<br />

dolar kazanmayı ummaktadır. Ama nereye gittiyse karşısına<br />

19 Mehmet Tekin, Hatay Tarihi, s. 149-151 ; Hulki Öcal, Hatay Savaşı, s.73.<br />

20 Refik Halit Karay, Bir Ömür Boyunca, s.214.


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 879<br />

Henri Ford çıkmaktadır. Adam sanki tüccar değil, devlet içinde devlettir,<br />

ülkede kuş uçurtmamaktadır ve üstelik bir Kemalizm hayranıdır.<br />

(Hatta Rıza Tevfik’e göre İngiltere Kralı Altıncı Corc bile<br />

iliğine kadar Kemalisttir!). Onun 150’lik olduğunu öğrenince <strong>Atatürk</strong><br />

aleyhinde konuşacağını zannederek gittiği her yerde konferans<br />

vermesine engel olurlar. Halbuki filozof güneşe yumruk sallayacak<br />

kadar ahmak değildir! O, Gümülcine’de seçim propagandası sırasında<br />

nasıl dayak yediğini, Maarif Nazırı olduğunda müsteşarının<br />

yüzünü unutup her gün misafir zannederek kahve ısmarlayıp kimsiniz<br />

efendim diye sorduğunu, Fuzuli’ye “acem şairidir” dediği için<br />

Darülfünundan nasıl sepetlendiğini anlatıp Amerikalıları güldürerek<br />

paraları cebine indirecektir, ama onu <strong>Atatürk</strong> aleyhinde konuşacağını<br />

zannederek konuşmasına fırsat vermezler, dolayısıyla umduğu paraları<br />

kazanmasını engellerler, Filozof ta hayal kırıklığı içinde geri<br />

döner 21 .<br />

1937 <strong>yılında</strong> Sancak davasının çözümü üzerine <strong>Atatürk</strong>’ün Yüzellilikler<br />

için af çıkarılmasını arzu etmiş, ama hükûmette bir hareket<br />

olmamıştır.<br />

15. İskenderun Sancağı için siyasi mücadelenin başlaması:<br />

Hatay adı, Hatay bayrağı<br />

9 Eylül 1936’da imzalanan Fransa- Suriye anlaşması İskenderun<br />

Sancağı’nın özel statüsünü dikkate almamıştı. 1 Kasım<br />

1936’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış nutkunda <strong>Atatürk</strong><br />

Sancak konusuna da temas etti. Bu konuşma mecliste büyük heyecan<br />

yarattı, coşkun sevinç gösterileri oldu ve gözyaşlarıyla alkışlandı.<br />

Yabancılar bu konuşmayı bir ültimatom olarak değerlendirdi.<br />

Gerçekten de bu müdahele Hatay için mutlak kurtuluş demekti.<br />

Türkiye artık güçlüydü ve hakkı olan yurt parçasını istiyordu !..<br />

<strong>Atatürk</strong>, 2 Kasım 1936 günü, aynı zamanda Antalya Mebusu<br />

olan Tayfur Sökmen’i çağırttı. Ona, “Sökmen, bugünden itibaren<br />

dâvâya resmen el kondu. Antakya- İskenderun ve havalisinin ismi<br />

bundan böyle “HATAY” dır. Cemiyetinizin adını “HATAY EGE-<br />

21 Hilmi Yücebaş, Filozof Rıza Tevfik, Hayatı-Şiirleri-Hatıraları, İstanbul<br />

l957, s. 106-108. Röportajı yapan kişi Yüzelliliklerden Tarık Mümtaz’dır)


880<br />

MEHMET TEKİN<br />

MENLİK CEMİYETİ” olarak değiştirin ve faaliyetinizi bu isim altında<br />

yürütün.... Gazânız mübarek olsun, Allah utandırmasın ve muvaffak<br />

etsin” diyerek gerekli talimatı verip Sökmen’i gönderdi 22 .<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün talimatı yerine getirilerek “Antakya İskenderun<br />

Türkleri Yardım Birliği”’nin adı 12 Aralık 1936 günü ı “Hatay Erkinlik<br />

Cemiyeti” olarak değiştirildi.<br />

Aralık 1936’da Hatay Bayrağı’nın şeklini bizzat <strong>Atatürk</strong> belirledi<br />

ve Hataylılara armağan etti...<br />

16. <strong>Atatürk</strong>’ün Hatay konusunda İstediği dinamizmi göremeyince<br />

basın yoluyla hükûmeti eleştirip baskı uygulaması:<br />

Gece gündüz Hatay meselesiyle uğraşan <strong>Atatürk</strong>, çözüm konusunda<br />

gelişme olmayınca Meclis’teki müzakerelerin sonucunu ve<br />

hükûmetin kararını da değerlendirerek meseleyi bizzat halletmek<br />

üzere 5 Ocak 1937 günü Istanbul’dan trenle yola çıktı. Hedef Hatay<br />

idi…Yola çıkar çıkmaz ordunun güneydeki birliklerinin komutanlarına<br />

birliklerini güney sınırlarına doğru kaydırmalarını emreden<br />

<strong>Atatürk</strong>, bu arada Basvekili, Hariciye ve Dahiliye Vekillerini ve Mareşal<br />

Fevzi Çakmak’ı da Eskişehir’e çağırtmıştı<br />

6 Ocak günü Eskisehir’de Basbakan Inönü, Maresal Fevzi<br />

Çakmak, İçisleri ve Dışisleri Bakanlari ile yapılan ve 4 saat süren<br />

Hatay toplantısında <strong>Atatürk</strong>’e Ikinci Dünya savaşının pek yakın olduğu,<br />

Hatay konusunda “bir askerî harekât şıkkına girmenin mahzurlu<br />

olacağı” konusunda görüş bildirildi. Bu açıklamalar üzerine<br />

<strong>Atatürk</strong> onların görüşüne katildığıni ifade ederek girisiminden vazgeçti.<br />

Eskişehir’den ayrılıp Afyon’a uğradıktan sonra 7 Ocak günü<br />

Konya’ya vardı, sonra yoluna devam ederek Ulukışla’ya geçti. Aynı<br />

gün Paris’te gerçekleşen Davaz-Viénot görüşmesinden sonra Fransızlar<br />

tutum değiştirdi 23 ve bundan sonra <strong>Atatürk</strong> Niğde üzerinden<br />

22 Mehmet Tekin, Hatay Tarihi, s.166-167; Mehmet Tekin, Hatay Devlet Reisi<br />

Tayfur Sökmen, Antakta 2002, s.65-66<br />

23 7 Ocak günü, bir <strong>Atatürk</strong> hayranı olan Fransız Meclis Başkanı Herriot<br />

Türkiye’nin Paris Büyükelçiliğine giderek Büyükelçi Suat Davaz’a, “Aman<br />

azizim Büyükelçi, hemen Hükûmetinize yazınız, Fransa Hükûmeti<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün isteğini yerine getirecektir” demiştir. Hamdi Selçuk, Hatay’ın<br />

O Günleri, s.88


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 881<br />

Ankara’ya döndü. Ama bu yolculuk süresince başta güney bölgeleri<br />

olmak üzere bütün millet savaş çıkacakmış gibi, adeta <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

bir işaretini beklemişti..<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün yolculuğundan beş gün sonra Antakya’da yapılan ve<br />

60 bin (ya da 80 bin) Türk’ün katıldığı muazzam gösteri, sanki ona<br />

“Paşam, hazırız” mesajı veren bir cevaptı.<br />

17. <strong>Atatürk</strong> Hatay davası konusunda çok kararlı olmasına ve sabırsızlanmasına<br />

rağmen başvekilin bu konudaki isteksizliği ve gizli<br />

muhalefeti ona sıkıntı veriyordu. Bu yüzden Kurun gazetesinin 22-<br />

26 Ocak 1937 tarihleri arasındaki nüshalarında Asım Us imzasıyla<br />

yayınlanan yazılarla hem hükûmeti eleştirip harekete geçmeye,<br />

dinamik bir politika izlemeye davet etti, hem de Fransa’yı eleştirerek<br />

gözdağı verdi. (<strong>Atatürk</strong> aynı yöntemi daha önce Aralık 1936’da<br />

uygulamıştı.). Böyle bir yöntem bir devlet başkanı tarafından belki<br />

de dünyada ilk defa kullanılıyordu. Sonbahara doğru Başvekil değişikliği<br />

yapılarak İnönü’nün yerine Celal Bayar Başvekil olmuş,<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün istediği çizgide bir Hatay politikası izlenmeye başlamıştı.<br />

Nihayet Milletler Cemiyeti İskenderun Sancağı’na (Hatay) bağımsızlık<br />

verilmesini kabul etti. Şimdi seçimler yapılacaktı. Suriye<br />

Milletler Cemiyeti’nin bu kararına gösterilen tepkilerle çalkalandı.<br />

Böyle gergin bir ortamda Mart 1938’de Suriye Başveziri Cemil<br />

Mürdüm’ün Şam’da kendisiyle görüşen Cumhuriyet gazetesi<br />

muhabirine söylediği sözler çok anlamlıydı. Başvekil diyordu<br />

ki: <strong>Atatürk</strong> yalnız Türklerin değil, bütün şarkın atasıdır. Bütün şark<br />

milletleri onun açtığı nurlu yolu takip etmektedir ve bu yolda devam<br />

edeceklerdir. Eğer <strong>Atatürk</strong> olmasaydı Şark milletlerinin hali ne olacaktı?<br />

Binaenaleyh, onun adı “<strong>Atatürk</strong>” değil, “Ataşark” tır… 24<br />

Herbert Melzig ise <strong>Atatürk</strong>’le ilgili olarak yazdığı kitabında<br />

hemen hemen buna yakın ifadeler kullandıktan sonra “Onun hüviyeti<br />

Nil sahillerinden eski Çin denizine kadar bir efsane olmuştur”<br />

diyordu25 .<br />

<strong>Atatürk</strong> 1938 yılı başlarında rahatsızlanmış, tedavisine başlanmıştı.<br />

Hatay davasına zarar vereceği endişesiyle basında bu konuda<br />

haber yayınlanmamasına özen gösteriliyor, olumlu haberler verilme-<br />

24 Mehmet Tekin, Hatay Basınında <strong>Atatürk</strong>, s. 106<br />

25 Mehmet Tekin, a.g.e., s. 107


882<br />

MEHMET TEKİN<br />

sine çalışılıyordu. Ama dış basın bu haberleri abartarak verdiğinden<br />

Fransızlar işi ağırdan almaya başlamış, adeta bir beklenti içine girmişlerdi.<br />

Amaç, Hatay Türklerinin maneviyatını sarsmak ve mücadelenin<br />

yararsızlığını kabul ettirmekti.<br />

19 Mayıs 1938 günü Beyrut’tan Avrupa ve Amerika’nın her tarafina<br />

çekilen ve <strong>Atatürk</strong>’ün tehlikeli bir surette ve devlet ilerine bakamayacak<br />

derecede ağır hasta olduğunu duyuran telgraflar <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

tepki göstermesine, üzülmesine yol açtı.<br />

Doktorlar <strong>Atatürk</strong>’ün günde 23 saat dinlenmesi gerektiğini söylüyorlardı.<br />

Ama o, Hatay meselesini ve milletine verdiği sözü düşünerek<br />

19 Mayıs günü Ankara’da Gençlik ve Spor Bayramı törenlerini<br />

izledikten sonra, saat 17.00’de özel treniyle Ankara’dan Mersin’e<br />

doğru önemli bir yolculuğa çıktı. Hem güneyde durumu sınıra yakın<br />

bir yerden inceleyecek, Adana-Mersin civarındaki askerî birlikleri<br />

teftiş edecek, hem de Fransa’ya ve dünya kamuoyuna gerekli mesajları<br />

verecektir. (Bu sırada Türkiye’nin 30 000 kişilik bir kuvveti<br />

beklemekte, birliklerin manevraları devam etmektedir.)<br />

20 Mayıs günü saat 13.00’te Mersin’e varan <strong>Atatürk</strong> halkın coşkun<br />

sevinç gösterileriyle karşılandı. Sonra istasyonda askerî birliklerin<br />

dört saat süren geçit resmini ayakta izledi.<br />

<strong>Atatürk</strong> kendisiyle ilgili propagandaları etkisiz hale getirmek<br />

amacıyla, geçit resmi sırasında bol bol resim çekilip, mümkün olduğu<br />

kadar çabuk çoğaltıldıktan sonra Hatay’a gönderilmesini emretti.<br />

Fotoğrafçılar bütün gece çalışarak resimleri çoğalttılar. Ertesi gün<br />

bu resimler Mersin Valiliği’nce özel kuryelerle Hatay’a gönderildi26<br />

. Mersin’den gelen resimler Antakya’da gazeteci Selim Çelenk’e<br />

ulaştırıldı. Selim Çelenk gece Halep’e giderek klişe yaptırıp döndü<br />

ve resim 25 Mayıs günü Antakya’da Atayolu, Iskenderun’da “Hatay”<br />

gazetelerinde yayınlandı. Bu gazetede resmin üstünde” Büyük<br />

Şef Mersin istasyonunda dünyanın karşısında ayak üstündedir.” Resmin<br />

altında ise: Şarkın güneşi başucumuza indi. SEVİN HATAY<br />

ÖĞÜN ŞARK SELAM DUR EMPERYALİZM” yazıları vardır 27 .<br />

Gerek bu iki gazeteden, gerekse diğer ajanslardan <strong>Atatürk</strong>’le<br />

26 Selim Çelenk, Hatay Kurtuluş Mücadelesi Anıları, Yayına hazırlayan: Günay<br />

Çelenk, Antakya 1997, s.96-97<br />

27 Hatay 25.5.1938


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 883<br />

ilgili fotoğraf ve haberleri gören Türkler ümitle doldu, Araplar ve<br />

Fransızlar askerî harekat endişe ve telaşına kapıldılar.<br />

Diğer yandan, Ankara’da Hatay’la ilgili olarak yabancı ülkelerin<br />

elçileri ile yapılan görüşmeler günü gününe <strong>Atatürk</strong>’e ulaştırılıyordu...<br />

<strong>Atatürk</strong>, bu mesele çözümlenmeden Ankara’ya dönmeyeceğini<br />

söylemişti. Gelişmelerle ilgili yeni durumu Ankara’dan telefonla<br />

kendisine arzeden Başvekil Celal Bayar’a şöyle talimat verdi :<br />

“- Ecnebi sefirlere deyiniz ki, <strong>Atatürk</strong> Mersin’dedir ve Hatay<br />

meselesi halledilinceye kadar Mersin’de kalacaktır” 28 .<br />

23 Mayıs 1938 günü Milletler Cemiyeti, Türkiye’nin talebi üzerine<br />

yaptığı toplantıda Türk tezini kabul etti, “hiçbir Türk’ün İslam-<br />

Sünni yazılamayacağına” karar verdi. Karar telgrafla Antakya’daki<br />

heyet sekreterliğine (Seçim Komisyonu Sekreterliği) bildirildi. 24<br />

Mayıs günü Mersin’e telefon eden Başvekil Celal Bayar Valiye,<br />

“- <strong>Atatürk</strong>’e arzediniz. Fransız ve İngiliz Elçileri ile görüştüm.<br />

Bütün şartlarımızı kabul ediyorlar” mesajını iletti. <strong>Atatürk</strong> bunu öğrenince<br />

memnun oldu 29 .<br />

Aynı gün <strong>Atatürk</strong> Adana’ya gitti. Şehirde kendisini mahşeri<br />

bir kalabalık sevinç gösterileriyle karşıladı.. Bundan sonra piyade<br />

ve topçu birliklerinin geçit resmi başladı. Tören için dört tümenden<br />

oluşan sefere hazır bir tören birliği hazırlanmıştı ve her türlü tören<br />

protokolünün ötesinde, generaller de tümenlerinin başında yaya geçiyorlardı.<br />

Geçit resmi uzadıkça rahatsızlığı ve yorgunluğu arttığından<br />

<strong>Atatürk</strong> törenin çabuk bitmesi için “daha çabuk, daha çabuk”<br />

diye hızlı geçmeleri emrini verdi. Asker hızlı yürüyüşle geçit resmini<br />

bitirdi. Aynı akşam trenle Ankara’ya hareket edildi. 25 Mayıs<br />

günü Ankara’ya varan <strong>Atatürk</strong>, oradan İstanbul’a gitti. Hastalığın<br />

ağır günleri başlıyordu.<br />

Bundan sonra Hatay süreci hızlandı. İki hafta sonra Org. Asım<br />

Gündüz başkanlığında bir Türk askerî heyeti Antakya’ya giderek<br />

Fransız askerî heyeti ile görüşmeler yaptı. Seçim güvenliğini sağlamak<br />

için Türkiye ve Fransa Sancak’a asker gönderecektir, ama bazı<br />

28 Bedi Şehsuvaroğlu, <strong>Atatürk</strong>’ün Sağlık Hayatı, İstanbul 1981, s. 70-71<br />

29 Şehsuvaroğlu, <strong>Atatürk</strong>’ün … s. 70-71


884<br />

MEHMET TEKİN<br />

hususlarda anlaşma sağlanamayınca Asım Gündüz’ün görüşmeleri<br />

keserek dönmesi gündeme geldi. Celal Bayar Mareşali, Emniyet<br />

Umum Müdürü Şükrü Sökmensüer’i ve Numan Menemencioğlu’nu<br />

da alarak, durumu <strong>Atatürk</strong>’e arzetmek üzere birlikte İstanbul’a gittiler<br />

ve Savarona yatında dinlenmekte olan <strong>Atatürk</strong>’ün huzuruna çıktılar.<br />

<strong>Atatürk</strong>, kendisine arzedilen bilgileri dinledikten sonra en uygun<br />

çözümü gösteren bir talimat verdi, bu çözümü Fransızlar da kabul<br />

ettiler 30 . Bu talimatın Antakya’daki heyete iletilmesinin hemen ardından<br />

Antakya’da son oturumlarda anlaşma sağlandı... 2 Temmuz<br />

1938 günü parafe edilen Askeri Anlaşma 3 Temmuz 1938 günü saat<br />

08.00’de imza ve teati edildi 31 . Askeri heyet Antakya’dan ayrıldı..<br />

Ertesi gün pazar olmasına rağmen Fransız Dışişleri Bakanlığı çalıştırılır<br />

ve Türkiye ile Fransa arasında askerin Hatay’a girişini sağlayan<br />

anlaşma imzalandı. 5 Temmuz 1938 günü 48. Takviyeli Dağ Alayı,<br />

halkın coşkun ve hasret dolu gösterileri ve sevinç gözyaşları arasında<br />

iki koldan (Hassa ve Payas) Hatay’a girerek <strong>Atatürk</strong> tarafından<br />

belirlenmiş olan yerlerde konuşlandırıldı. 32 .<br />

Türk askerinin girişiyle Hatay kurtulmuştu!<br />

19. İnsani duyguların ve büyüklüğün zaferi:<br />

Yüzelliliklerin affı<br />

1938 yılı Cumhuriyetin 15. yıldönümüdür. <strong>Atatürk</strong> Meclis tatile<br />

girmeden af çıkmasını ister ve bu işin takibiyle Dışişleri Bakanını<br />

görevlendirir. Sonuçta <strong>Atatürk</strong>, bu defa da şiddetle karşı çıkanlar<br />

bulunmasına rağmen, olayı bizzat takip eder ve “Büyük milletin eseri<br />

kadar affı da büyüktür” diyerek genel af çıkartır 33 .<br />

Ve bu af çıkarılırken devlet hiç kimseye de sormaz!<br />

Yüzellilikler affedilmişlerdir. Ama 10 yıl görev alamayacaklardır.<br />

Bu yüzden kimse kendilerine iş vermez. <strong>Atatürk</strong> bunu öğrendiğinde<br />

üzülür ve “bir kimsenin ekmeksiz kalmasını istemeyiz. Onları<br />

30 Arı İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, Ankara 1997, s.92-94 (Şükrü<br />

Sökmensüer’le mülakat bölümü: s.87-158<br />

31 Yenigün, 3.7.1938, 5.7.1938<br />

32 Hasan Rıza Soyak, <strong>Atatürk</strong>’ten Hatıralar, C. 2, s. 648-651: Mehmet Tekin, Mehmetçik<br />

Hatay’da, Antakya 1988; Arı İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, Ankara 1997,<br />

s. 92-94<br />

33 Hulusi Turgut (derl.), <strong>Atatürk</strong>’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Hatıraları… s. 350


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 885<br />

memlekete aç bırakmak için getirmedik” diyerek bu olumsuz davranışa<br />

engel olur.<br />

Yüzelliliklerin affı küçümsenmeyecek önemde ve dünya çapında<br />

bir olaydır ama <strong>Atatürk</strong>’ün bu yiğitliğini kimse anlayamamış,<br />

takdir edememiştir:<br />

Refik Halid’e göre, Meclis’te karşı çıkanlara rağmen ittifakla<br />

kabul edilen Yüzelliliklerin affı, Türkiye dışında yabancı ülkelerde<br />

tek bir politika suçlusu bırakmamıştır ve bu, dünya çapında bir rekordur!<br />

34<br />

Yüzelliliklerin affı <strong>Atatürk</strong>’ün değme yiğite nasip olmamış, çok<br />

yüksek ve çok insanca hareketlerinden bir tanesidir ve umumi politika<br />

tarihinde bile yer alacak değerdedir. Çünkü o listede Refik<br />

Halid ve benzeri birkaç kişi dışında, eli silahlı, beli tabancalı niceleri<br />

vardır! Ve hepsi kayıtsız şartsız affedilmiştir. Refik Halid, bunun<br />

küçümsenmeyecek bir iş olduğunu belirttikten sonra, bu bahsi <strong>Atatürk</strong>çü<br />

muharrirlerin ve hatıracıların yazılarında belirtmeyişlerine ve<br />

onun parlak icraatı arasında anmayışlarına hayret eder. Çünkü bu,<br />

emsalsiz ve küçümsenmeyecek bir iştir 35 .<br />

20. Bir devlet adamının kurduğu İkinci devlet - <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

son eseri:<br />

Hatay Devleti. 2.9.1938,<br />

Hatay’da seçimler Türk askerinin varlığı sayesinde huzur içinde<br />

yapıldı ve Hatay Devleti meclisini oluşturacak milletvekilleri seçildi.<br />

<strong>Atatürk</strong>, müstakbel Hatay Cumhurreisinin Tayfur Sökmen olmasını<br />

istediğinden, Tayfur Sökmen, kuruluş hazırlıklarına katılmak<br />

üzere 25 Ağustosta Dörtyol’dan Antakya’ya gitti.<br />

34 Refik Halit, Bir Ömür… s. 212<br />

35 Refik Halit, Bir Ömür…209-212; Cemal Kutay, Yüzellilikler Faciası, İstanbul<br />

1955, s. 16-17; Barış Andlaşması, Lozan, 24 Temmuz 1923, VIII-Genel<br />

Affa ilişkin Açıklama ve Protokol (Protokol), İsmail Soysal, Tarihçeleri ve<br />

Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, I.Cilt (1920-<br />

1945), 2. Baskı, Ankara 1989, s.189-190; Ayrıntılı bilgi ve 150’liklerin listesi<br />

için bkz: Kazım Öztürk, Türk Parlamento Tarihi TBMM II:Dönem, 1923-<br />

1927, TPT <strong>Araştırma</strong> Grubu-TBMM Vakfı Yayını no:1, Ankara 1993, s. 567-<br />

585.


886<br />

MEHMET TEKİN<br />

2 Eylül 1938 günü Hatay Millet Meclisi’nin Antakya’da Gündüz<br />

Sineması’nda toplanmasıyla Hatay Devleti kurulmuş oldu. Meclis<br />

başkanlığına Abdulgani Türkmen seçildi, yapılan konuşmalardan<br />

sonra yemin töreni yapıldı, bütün milletvekilleri Türkçe yemin ettiler.<br />

Daha sonra Tayfur Sökmen 40 Mebusun oy birliği ile Devlet<br />

Reisliğine seçildi.. Devletin adı “HATAY DEVLETİ” olarak kabul<br />

ve ilan edildi. Hatay Devleti bir Türk devleti, bayrağı <strong>Atatürk</strong>’ün<br />

çizdiği bayrak ve millî marşı Türk İstiklal Marşı’ydı 36 .<br />

21. Türkiye’nin ve dünyanın büyük kaybı, Hatay’ın<br />

En Büyük Yası<br />

10 Kasım 1938 günü Türk dünyası eşsiz bir lideri, Türkiye<br />

Cumhurbaşkanını, Hatay en büyük âşığını, kurucu ve kurtarıcısını<br />

kaybetti. <strong>Atatürk</strong>’ün ölümünün öğrenilmesi Hatay’da derin bir üzüntü<br />

yarattı. Bütün halk yas tutuyordu. Hatay’da bir ay millî matem<br />

ilan edildi.<br />

Bayraklar yarıya indirildi ve dükkânlar kapatıldı, okullar tatil<br />

edildi. Minarelerde salâlar verildi, kiliseler çanlarını çaldılar.<br />

Lübnan Meclisinde milletvekilleri <strong>Atatürk</strong> için 5 dakikalık saygı<br />

duruşu yaptı.<br />

Beyrut’ta <strong>Atatürk</strong> için muazzam bir cenaze töreni düzenlendi,<br />

şehir baştan başa bir matem havasına büründü, Lübnan’da millî matem<br />

ilan edildi.. Lübnan müftüsü tarafından verilen bir emirle bütün<br />

Beyrut camilerinde gaip namazı kılındı, büyük ölünün ruhuna dualar<br />

okundu. Şam’da bayraklar yarıya indirilerek matem ilan edildi,<br />

Cuma günü namazdan sonra Emevi camiinde <strong>Atatürk</strong> için gaip namazı<br />

kılındı, dualar edildi 37 .<br />

Çin gazeteleri <strong>Atatürk</strong>’ün Asya’daki bütün milletlerin babası,<br />

mürşidi, rehberi ve kurtarıcısı olduğunu, Çin milletinin, en büyük<br />

şefin ölümüne kardeş Türk milleti ile birlikte ağladığını yazdı.Batı<br />

basınında olduğu gibi Ortadoğu basınında da <strong>Atatürk</strong> hakkında çok<br />

etkileyici yazılar yayınlandı. Örnek olarak, Beyrut’ta çıkan Ebabil<br />

36 Mehmet Tekin, Hatay Tarihi, s. 98<br />

37 Yenigün, 15.11.1938; Mehmet Tekin, Hatay Basınında <strong>Atatürk</strong>, s. 135-136


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 887<br />

gazetesi şöyle yazıyordu:<br />

“Ataşark ölmüştür. Sultanları kovan, orduları tarumar eden,<br />

Çanakkale kahramanı, sakarya’nın halikı Mustafa Kemal öldü.<br />

Türkiye’yi yoktan var eden, onu en kuvvetli devletler mertebesine<br />

çıkaran, vatanı kölelikten efendiliğe, zilletten şerefe götüren<br />

<strong>Atatürk</strong> öldü. Zulmün en büyük düşmanı, ebedi Kemalizm rejiminin<br />

ilâhı öldü. Adı anılınca önünde en kahhar başların eğildiği<br />

Gazi öldü. Kalplerimiz bu azim haile karşısında titriyor. Mantık<br />

durmuştur.” 38<br />

……….<br />

<strong>Atatürk</strong>, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. yüzyıla<br />

en büyük armağanıdır. O, başarı merdivenlerinde hızla yükselmiş,<br />

ama bu yükseliş onu hırsın çılgın dalgaları arasına sürükleyememiş,<br />

o, gerçekçi bir dünya insanı olarak kalmış, gücünün temelindeki<br />

halkçı kaynağı asla gözardı etmemiştir.<br />

<strong>Atatürk</strong>, çağını çok iyi kavrayarak savaş meydanlarına sığmayan<br />

bir kumandan, çağına ve bölgesine sığmayan dünya çapında bir<br />

devlet adamıdır.<br />

O, tarihte iki devlet kuran devlet adamı olma ayrıcalığına<br />

sahip tek insandır.<br />

Sonuç olarak söylemek gerekirse, <strong>Atatürk</strong>’ün hayatında Hatay,<br />

gerek Yıldırım Orduları Komutanlığı, gerekse Cumhurbaşkanlığı<br />

döneminde çok özel bir yere sahip olmuş, ve hayatının son dakikalarına<br />

kadar bu konu ile meşgul olmuştur.<br />

10 Kasım1918’de Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığından<br />

ve Adana’dan buruk ayrılışından 10 Kasım 1938’e kadar olan<br />

dönemde <strong>Atatürk</strong> hem Hatay’ın işgalinin acılarını, hem de gerçekten<br />

müstesna bir zafer olan Türk askerinin Hatay’a tekrar girişini<br />

ve Hatay Devleti’nin kuruluşunu görmenin doyulmaz mutluluğunu<br />

yaşamıştır. Böyle bir mutluluk her faniye nasip olmaz. Onun ölümüyle<br />

Hatay’la ilgili projeleri de bir sır olarak kalmıştır. Nihayet<br />

Hatay Devleti de 29 Haziran 1939’da kendi varlığına son vererek<br />

Türkiye’ye katılma kararı almış ve 23 Temmuz 1939’da 18 yıldır<br />

ayrı kaldığı Türkiye’ye katılarak anayurdunun seçkin bir ili olmuş-<br />

38 Yenigün, 15.11.1938; Mehmet Tekin, Hatay Basınında <strong>Atatürk</strong>, s. 134-135


888<br />

MEHMET TEKİN<br />

tur.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün, Hatay mücadelesi sırasında başvurduğu yöntem ve<br />

yaklaşımların hepsi yeni, özgün, amaca, çağa ve uluslararası hukuka<br />

uygun uygulamalar olup, her biri örnek birer gelişme olarak tarihe<br />

geçmiştir. O sadece Türklerin değil, tüm mazlum milletlerin atası<br />

ve önderiydi. Bu yüzden ölümüne milletler ağlamış, çağında ve çağımızda<br />

bir emsali de henüz yetişmemiştir. Ama onu iyi kavramış<br />

nesillerin yetişmesi ve bu nesillerin onun emanetine sahip çıkması<br />

onun varlığı kadar önemli bir zenginlik olacaktır.. Millî Eğitim Bakanlığı<br />

ile Kültür ve Turizm Bakanlığı bu konuda gecikmeden tedbir<br />

almalı, yeni nesillerin test ve tost arasında sıkışmış, kültürüne yabancılaşmış,<br />

yabancı dizi ve çizgi film kahramanlarına hayran nesiller<br />

olarak değil, <strong>Atatürk</strong>’ün ilkelerini, ideallerini ve hayat felsefesini<br />

özümsemiş fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller olarak yetişmeleri<br />

için her şey yapılmalıdır. Böylece Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti<br />

sonsuza kadar yaşayacak ve <strong>Atatürk</strong>’ün ruhu şad olacaktır.


ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK 889<br />

KAYNAKLAR:<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV (1917-1938),<br />

Türk Inkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara 1964<br />

Atay, Falih Rıfkı, <strong>Atatürk</strong>’ün Bana Anlattıkları, İstanbul 1998<br />

Banoğlu, Niyazi Ahmet, Nükte ve Fıkralarla <strong>Atatürk</strong>, Ankara 1981<br />

Borak, Sadi, <strong>Atatürk</strong>’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç,<br />

Yazışma ve Söyleşileri, 2. Basım, İstanbul 1997<br />

Çelenk, Selim, Hatay’ın Kurtuluş Mücadelesi Anıları, Yayına Hazırlayan:<br />

Günay Çelenk, Antakya 1997<br />

Dumont, Paul, Mustafa Kemal, Çeviren: Zeki Çevikkol, Kültür Bakanlığı<br />

yayını, Ankara 1993<br />

Ebcioğlu, Hikmet Münir, Kendi Yazılarıyla Refik Halid, İstanbul<br />

1943<br />

İnan, Arı, Tarihe Tanıklık Edenler, Ankara 1997<br />

Karay, Refik Halit, Bir Ömür Boyunca, İstanbul1990<br />

Konuralp, Nuri Aydın, Hatay Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi Tarihi,<br />

Yayına Hazırlayan: Abdurrahman Konuralp, İskenderun 1996<br />

Konyalı, İsmail Hakkı (Sefil Molla), Sefil Molla Divanı (Yazma)<br />

Mechin, Benoist, Mustafa Kemal-Bir İmparatorluğun Ölümü,<br />

Türkçesi: Zeki Çelikkol<br />

Miralay Sedad, Yıldırımın Akıbeti, Erkânı Harbiyei Umumiye Talim<br />

ve Terbiye Dairesi yayını, Ankara 1927<br />

Mumcu, Ahmet, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve<br />

Gelişimi, İstanbul 1992<br />

Mumcu, Ahmet, M.Kamil Su, Lise ve Dengi Okullar İçin T.C. İnkılap<br />

Tarihi ve <strong>Atatürk</strong>çülük, 4.Basım, İstanbul 2003<br />

Müderrisoğlu, Alptekin, Kurtuluş Savaşı’nın Mali Kaynakları, Ankara<br />

1981<br />

Rafik, Abdulkerim, “Türkiye-Suriye İlişkileri” Çeviren: Sebahattin<br />

Samur, Türk Dünyası <strong>Araştırma</strong>ları, Sayı 88 (Şubat 1994)<br />

Selçuk, Hamdi, Hatay’ın O Günleri, İstanbul 1972<br />

Şehsuvaroğlu, Lütfi, <strong>Atatürk</strong>’ün Sağlık Hayatı, Ankara 1981<br />

Sherrill, Charles H., Bir Elçiden Gazi Mustafa Kemal, Çeviren: Alp<br />

Ilgaz, Tercüman yayınları.<br />

Soyak, Hasan Rıza, <strong>Atatürk</strong>’ten Hatıralar, C. 2, İstanbul 1973


890<br />

MEHMET TEKİN<br />

Şimşir, Bilal N., <strong>Atatürk</strong>’ün Hastalığı, Ankara 1989<br />

Tekin, Mehmet, Hatay Basın Tarihi, Antakya 1985<br />

------------------, Hatay Basınında <strong>Atatürk</strong>, Antakya 1994<br />

------------------, “Hatay basın tarihinin altın sayfalarından biri: Yeni<br />

Mecmua”, Güneyde Kültür, Sayı: 111 (Mayıs 1998)<br />

------------------, Hatay Tarihi (2. Basım), Antakya 1999<br />

------------------, “İşgal yıllarında Antakya’da bir spor kulübü: Gençspor<br />

Kulübü”, Güneyde Kültür, Sayı: 16 (Haziran 1990)<br />

-----------------, Mehmetçik Hatay’da, Antakya 1988<br />

Turgut, Hulusi (Derleyen), <strong>Atatürk</strong>’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları,<br />

2.Basım, İstanbul 2005<br />

Vaidis, Thomas A., Kemal <strong>Atatürk</strong>, Yeni Türkiye’nin Kurucusu,<br />

Çeviren:Ahmet Angın, İstanbul 1967<br />

Yavuz, Bige, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri-<br />

Fransız arşiv belgeleri açısından, 1919-1922, Ankara 1994<br />

Yıldırım, Mustafa, 58 Gün- Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun<br />

Dağlarına, İstanbul 2004<br />

Yücebaş, Hilmi, Filozof Rıza Tevfik, Hayatı, Şiirleri, Hatıraları,<br />

İstanbul 1957


TÜRKÇÜLÜK, ATATÜRK VƏ AZƏRBAYCAN<br />

Hidayət ORUCOV<br />

Hörmətii simpozium iştirakçılar,<br />

əziz bacılar, qardaşlar,<br />

ilk öncə sizin hamımzı salamlayır, <strong>Atatürk</strong> Kültür, Dll və Tarix Qurumu<br />

Başqanlığının keçirdiyi bu beynəlxalq simpoziumun Böyük <strong>Atatürk</strong> irsinin<br />

dərindən öyrənilməsi və çağdaş nəsillərə çatdınlması işinə yeni töhfə<br />

olacağına ümdli olduğumu bildirirəm.<br />

Varlığı və tarix səhnəsində özünütəsdiqi neçə min illerle ölçülən Türk<br />

xalqı Tannnın ona verdiyi hürr və qəhrəmanca yaşamaq duyğusunu həmişə<br />

bağrının başında bəsləmiş, könlündə bayraq kimi dalğalandırmışdır. Tarix<br />

səhnəsinə çıxdığ. gündən ağlı, gücü, qüdrəti, qehremanlığı, insanseverliği<br />

və ədaləti ilə öz kimliyini dünya xalqlanna tanıtdırmış, böyük və şərəfli tarixi<br />

bir keçmişdən bu günə gəlib çıxmışdır..<br />

Tarix boyunca iqlimdən - iqlimə, coğrafiyadan -coğraflyaya adlayaadlaya<br />

bir-birinin ardınca 16 imperatorluq quran ulu milletimiz bu şanl.<br />

tarixi təkcə gücü-qüdrəti bahasına yox, həm də içimizdə din-iman kimi<br />

bəslədiyimiz müqəddəs Türklük və Türk adı eşqinə yaza bilmişdir.<br />

Bu gün biz həmin tarixi qürur və fərəh hissilə oxuyuruq. Bütün şanlı<br />

tarixlər, bu cür biməfəsə, iftixarla oxunur, amma onlar təbii ki, oxunduğu<br />

qədər asan yazılmayıb. Onun hər səhifəsində dədə-babalarımızın min<br />

illər boyu çəkdiyi ağrı-acılar, tökülən qanlarımız durur. Bu mənada ən böyük<br />

zəfərlərimiz ən acı günlərimizdən başlayır. Bayramlarımızın yaranma<br />

səbəblərini axtarsaq, ulu babalarımızın olum-ölüm döyüşlərindən üzüağ,<br />

başı dlk çıxdıqlarının və gələcək nəsillərə həm təcrübə, həm də görk olsun<br />

deyə bu günləri bayram kimi qeyd edib yadigar qoyduqlarının şahidi olarıq.


892<br />

HİDAYƏT ORUCOV<br />

“Ey Turk, Yuxarıda mavi göy çökmədikcə, aşağıda qara yer<br />

dəlinmədikcə sənin elini və töreni kim poza bilər”. — Ulu Türk öndəri<br />

Bilgə Xaqanın səkkizinci yüzilliyin başlarından gələn səsi, indi də damarlarda<br />

qanımızı oynadan bu harayı əslində böyük Osmanlı İmperatorluğunun<br />

yaranmasıyla nəticələnən və yüz illər boyu sürən gələcək zəfərfərə bir<br />

çağırış idi.<br />

Türk millətinin ən ağır gürıündə Tanrı həmişə özünün sevib seçdiyi<br />

sərkərdəni onun qabağına çıxarmış, bir millət olaraq bizi var edən ruhu,<br />

gücü və qüdrəti içimizdə ayağa qaldırmışdır. Bu mənada iyirminci yüzilliyin<br />

əvvəllərində Türk kimliyi və qüdrətinin yeganə simvolu sayılan sonuncu<br />

Türk imperatoriuğu - Osmanlı İmperiyası çökməyə başladığı zaman bir<br />

millət və dövlət olaraq olum-ölüm həddinə gəldiyimiz vaxt Ulu Öndər<br />

Mustafa Kamal <strong>Atatürk</strong>ün tarix səhnəsınə çıxması da Tanrının Türklüyə<br />

və bütün Türk xalqlarına əvəzsiz ərməğanıydı.<br />

<strong>Atatürk</strong>, Azərbaycan xalqının ümummillî lideri Heydər Əliyevin<br />

sözləriylə dəsək: ‘Türk xalqının içindən çıxaraq Osmanlı İmperatorluğunun<br />

dağıntılarının, külünün yerində yeni bir çağdaş dövlət yaratdı”.<br />

O, Balkanlarda, qansoran imperialist dövlətlərin ac qurd kimi Osmanlı<br />

İmperiyasına nə cür hücum çəkdiyinin şahidi olmuşdu. Din qardaşlarımızın<br />

yaşadığı Ərəbistanda həmin dövlətlərin əl aitından dindaşlarımızı<br />

Osmanlıdan ayırmaq və özlərini millî maraqlarını təmin etmək xatirinə<br />

nələr etdiyini görmüşdü. Osmanlı dövləti eyniə Hun İmperiyası kimi dağıiırdı,<br />

ancaq bu dağıntıların külündən yeni, müasir dünya düzəninə uyğun,<br />

çağdaş və demokratik əsaslı dövlət yaranmalıydı. Bu dövlət öz millî xarakterini<br />

qoruyub saxlamış, ən qədim Türk demokratiyasını, Türk əxlaqını,<br />

insanpərvərliyini, mülətsevərliyini hifz edən bir qurğuya malik olmalıydı.<br />

<strong>Atatürk</strong> bu fikirləri hələ zabitliyində beyninə həkk etmiş və bu müqəddəs<br />

yolda dönməz addımlar atmağa başlamışdı. Balkan savaşlarından sonra<br />

Birinci Dünya müharibəsi başlamış və tarixin ən qanlı döyüşlərindən biri<br />

hesab edilən Çanaqqala hərbində nə dərəcədə böyük sərkərdə olduğunu<br />

dosta, düşmənə sübut etmişdi. O, hərb meydanında dünyanın ən müasir<br />

silahlarla təchiz olunmuş ordularını hardasa əliyalın sayıla biləcək, ancaq<br />

vətəni qorumağa and içmiş, hər biri dünyaya bədəl mehmetçiklərlə məğlub<br />

etmişdi. Bu cür dar ayaqda Bakıdan, Şamaxıdan yola düşüb Gəlibolu yanmadasında<br />

mehmetçiklərlə çiyirvçiyinə döyüşən Əziz kimi oğullarımızın<br />

şəhidlik şərbətini içməsi bizlər üçün də böyük qürur mənbəyidir. Anadolu


TÜRKÇÜLÜK, ATATÜRK VƏ AZƏRBAYCAN 893<br />

torpaqlannda şəhid düşmüş babalarımızın qoyduğu qardaşlıq mirasını bu<br />

gün bizlər təhvil almışıq və biz də gələcək nəsillərə onu ürək açıqlığı ilə<br />

təhvil verəcəyık.<br />

<strong>Atatürk</strong> bu döyüşlərdə qalıb gəlsə də Osmanlı dövləti parçalanmaqdan<br />

özünü xilas edə bilmədi və imperialist dovlətlər Xərəi’möQn işğal<br />

olundu. Orduları dağıdılmış, fabrikləri bağlanmış, hər bir küncü düşmən<br />

çəkmələri altında çığnanan bir ölkədə o millətinə olan inama arxalanıb,<br />

hərbi übasını soyunub sadə vətəndaş libasında Azadlıq Hərbinə başladı.<br />

Ulu öndər <strong>Atatürk</strong>, mənsub olduğu mülətin qadir olduğu qüdrət haqda<br />

bu fikirdə idi: “And içərək sizi inandırıram ki, bizim millətimizin mənəvi<br />

qüdrəti bütün millətlərdən üstündür.<br />

Türk milləti, gözəl olan hər şeyi, hər mədəni hadisəni, hər yüksək şeyi<br />

sevər, onu layiqincə qiymətləndirər. Ancaq hər şeydən üstün tutduğu bir<br />

şey vardırsa, o da qəhrəmanlıqdır”.<br />

<strong>Atatürk</strong>ün rəhbərliyində Anadoluda azadlıq hərbi aparılarkən,<br />

Azərbaycanda da çar imperiyasının caynağından xilas olmaq uğrunda bir<br />

mübarizə gedirdi. Bu mübarizəyə qoşulanlar da ilhamını Anadoludakı<br />

azadhq hərbindən alırdı.<br />

1918-ci İldə hələ Türkiyə Cümhuriyyəti yaranmadan Azərbaycanda,<br />

şərqdə ilk demokratik cümhuriyyət quruldu. Ancaq bu demokratik<br />

cümhuriyyətin ömrü çox da uzun olmadı. 1920-ci ildə Azərbaycan Qızıl<br />

Ordu tərəfindən işğal olundu. Hakimiyyətə bolşeviklər gəlsələr də xalqm<br />

ürəyində Anadoludakı qardaşlarına duyduğu sevgi azalmadı. Əksinə, onlara<br />

hər vasitə ilə köməklik etmək, bu mübarizədə daim onların yanında<br />

yer tutmaq arzuları daha da artdı. O vaxtlar Azərbaycan Sovet Sosialist<br />

Respublikasına rəhbərlik edən Nəriman Nərimanov xalqın bir oğlu kimi<br />

qəlbində Türkiyəyə qarşı böyük sevgi bəsləyir və ölüm-dirim savaşı içində<br />

çabalayan Türkiyə ilə yaxın əlaqələr saxlayır, qardaş Türk xalqına əlindən<br />

gələn hər cür köməkliyi göstərməyə çalışırdı. Təsadüfi deyil ki, 3 May<br />

1920-ci il tarixində <strong>Atatürk</strong> Şərq Cəbhəsi komandiri Kazım Qarabəkir<br />

Paşaya yolladığı məktubunda yazırdı: “Hal-hazırda dövlətin əlində bir quruş<br />

belə pul qalmayıb. Daxildə dövlətə pul tapa biləcəyimiz bir mənbə də<br />

yoxdur. Başqa mənbələrdən pul tapana qədər Azərbaycan hökümətindən<br />

mümkün qədər borc pul almağımız üçün əlinizdən gələni etməyinizi xahiş<br />

edirəm”.<br />

1921-ci ilin içində Türk ordusunun dalbadal qazandığı birinci və ikin-


894<br />

HİDAYƏT ORUCOV<br />

ci İnönü savaşları Azərbaycanda böyük bir coşğuya səbəb oldu. Nərimanov<br />

23 Mart 1921-ci ildə <strong>Atatürk</strong>ə yazdığı məktubunda bu nailiyyətlərə görə<br />

Türkiyə Böyük Millet Məclisi hökümətini, onun rəhbərini və qəhrəman<br />

Türk ordusunu təbrik etdikdən sonra deyirdi: “Paşam, Türk millətində<br />

bir ənənə vardır: qardaş qardaşa borc verməz, qardaş hər şəraitdə qardaşının<br />

əlindən tutar. Biz qardaş xalqlarıq və hər zaman və hər şəraitdə birbirimizin<br />

əlindən tutacağıq. Bu gün etdiyimiz də qardaşlıqdan savayı heç<br />

nə deyildir”.<br />

<strong>Atatürk</strong> yeni yaranan Azərbaycan Sovet Sosialist Respublikasının<br />

varlığından böyük sevinc duyur, bunu Azərbaycanda yaranacaq müstəqil<br />

dövlətin ilkin addımı sayırdı. 1921-ci ilin 18 Oktyabrında Azərbaycanın<br />

Ankarada səfirliyinin açılışında Ulu Öndər <strong>Atatürk</strong> Azərbaycan bayrağını<br />

qaldırarkən söylədiyi nitqində demişdir:<br />

“Səfir həzrətləri,<br />

Bu gün bizə sevincli bir bayram yaşatdığınıza görə Böyük Millət<br />

Məclisi Höküməti və şəxsim adına təşəkkür edirəm. Bu bay ram gününün<br />

mənim üçün xoşbəxt bir yönü vardır ki, o da müstəqil Azərbaycan Şura<br />

Hökümətinin bayrağını qaldırmaq şərəfini mənə bəxş etmiş olmasıdır.<br />

Bəylər! Ankaraya yunanlıların, düşmənlərin bayrağı asılmaq istənirdi.<br />

Bu fürsəti həmd olsun ki, düşmənlərimiz əldə edə bilmədilər. Burada qardaş<br />

hökümətin, qardaş millətin bayrağını qaldırmaqla bəxtiyarlıq duyuruq.<br />

Türkiyə və Azərbaycan arasındakı səmimi əlaqələrin, qardaşlığın<br />

dərəcesini izaha gərək yoxdur. Bu gün bayraq qaldırılması münasibətilə<br />

duyduğum bəxtiyarlığı iftixarla yad etmək istəyirəm.<br />

Əziz dostumuz Əbilov həzrətləri! Bu gün Azərbaycanın müstəqilliyini<br />

təmsil edən bayrağı qaldırarkən əllərimin müəyyən duyğular və təsirlərlə<br />

titrədiyini duyuram. Həqiqətdə bayrağı qaldıran mənim əllərimdi; ancaq<br />

əllərimi hərəkətə gətirən, bugünkü bayramda mənən müşterək olan bütün<br />

Türkiyə xalqının həqiqi və səmimi qardaşlıq duyğularıydı”.<br />

Türkiyədə 1923-cü ildə Cümhuriyyət rəsmi şəkildə quruldu və Anadolu<br />

bütün düşmənlərdən biryolluq azad olundu. <strong>Atatürk</strong> ömrünün<br />

axırına kimi dövlətin güclənməsi, möhkəmlənməsi, xalqın rifaha qovuşması<br />

və Türkiyə Cümhuriyyətinin dünya dövlətləri arasında özünə layiq<br />

yer tutması uğrunda yorulmaq bilmədən çalışdı. O, dövrün tələblərini


TÜRKÇÜLÜK, ATATÜRK VƏ AZƏRBAYCAN 895<br />

çox yaxşı duyan, uzaqgörən bir dövlət adamıydı. Mustafa Kamal sadəcə<br />

Türkiyənin deyil, bütövlüktə Türk dünyasının gələcəyinin qayğısına qalır,<br />

nə zamansa bütün türk xalqlarının öz azadlıqlanna qovuşacaqlarına və<br />

millî dövlətlərini yaradacaqlarına inanırdı. <strong>Atatürk</strong> 1933-cü ildə Türkiyə<br />

Böyük Millet Məcllsinin açılması münasibətilə etdiyi çıxışında deyirdi:<br />

“Bu gün Sovetlər Birliyi dostumuzdur, qonşumuzdur, müttəfiqimizdir. Bu<br />

dostluğa ehtiyacımız vardır. Ancaq sabah nə olacağını heç kəs bu gündən<br />

bilə biiməz. Eynilə Osmanlı kimi, eynilə Avstriya-Macarıstan kimi parçalana<br />

bilər, dağıla bilər. Bu gün əlində möhkəm-möhkəm tutduğu millətlər<br />

əllərindən çıxa bilər. Dünyada təzə bir tarazlıq yaranar. Belə bir vaxtda<br />

Türkiyə nə edəcəyini bilməlidir... Bizim bu dostumuzun idarəsində dili<br />

bir, inamı bir, özü bir qardaşlanmız vardır. Onlara sahib çıxmağa hazır olmalıyıq.<br />

Hazır olmaq, sadəcə olaraq o günü gözləmok deyildir, hazırlıq<br />

görülməlidir. Millətlər buna nə cür hazırlaşır? Dil bir körpüdür... İnam bir<br />

köprüdür... Tarix bir köprüdür...<br />

Köklərimizə enməii və hadisələrin böldüyü tariximizin içində<br />

bütövləşməliyik. Onların bizə yaxınlaşmasım gözləyə bilmərik. Biz oniara<br />

yaxınlaşmalıyıq...”<br />

Böyük <strong>Atatürk</strong>ün uzaqgörənliklə söylədiyi bu sözlər aradan 58 il<br />

ötdükdən sonra çin oldu. Başda Azərbaycan olmaqla keçmiş Sovetlər Birliyi<br />

tərkibində olan bütün Türk cümhuriyyətləri öz müstəqilliklərinə qovuşdu<br />

və millî dövlətiərini yaratdı. Bu yolda həm Ulu Öndər Mustafa Kamal<br />

<strong>Atatürk</strong>, həm də onun yaratdığı Türkiyə Cümhuriyyəti bütün Türk ulusları<br />

üçün bir nümunə oldu. Əslində millî təəssübkeşliyi olan və daim onurı<br />

yolunu izləyən Türk Cümhuriyyətlərinin aydınları, ictimai-siyasi, dövlət<br />

xadimləri kommunist rejimində də <strong>Atatürk</strong>ə böyük məhəbbət bəsləyir<br />

və daim ondan öyrənməyə və bəhrəiənməyə, onun yolu ilə getrnəyə çalışırdılar.<br />

Bu mənada, bütün həyatı millətə şərəfü xidmət örnəyi olan<br />

ümummillî İiderimiz Heydər Əliyevin şəxsiyyəti, onun Böyük <strong>Atatürk</strong>ün<br />

milü dövlətçilik ənənələrinə bağlılığı xüsusi maraq doğurur.<br />

<strong>Atatürk</strong>ün dövlət quruculuğu təcrübəsi, müasir Azərbaycan<br />

dövlətçiliyinin banisi Heydər Əliyevin fəaliyyətində bilavasitə təzahür edir.<br />

<strong>Atatürk</strong> Türk xalqını, Türk dövlətçiliyini, Heydər Əliyev isə Azərbaycan<br />

xalqını və Azərbaycan dövlətçiliyini xilas etmişdir.<br />

<strong>Atatürk</strong> Azərbaycana nə cür məhəbbət bəsləyibsə, Heydər Əliyev də<br />

Türkiyəyə, Türk xalqına və <strong>Atatürk</strong>ə o cür məhəbbət bəsləyibdir. Dahi


896<br />

HİDAYƏT ORUCOV<br />

Şəxsiyyətin “Biz bir millət, iki dövlətik” sözləri birliyimizin və qardaşlığımızın<br />

bəyannaməsi kimi qəlblərimizdə iftixar və qürur hissləri doğurmaqdadır.<br />

Ümummillî liderimiz çıxışlannın birində deyirdi: “Azərbaycan<br />

xalqı öz millî azadlığı uğrunda mübarizə apararkən, millî istiqlaliyyətə nail<br />

olmaya, millî dövlətçiliyini yaratmağa çalışarkən daim Türkiyə xalqının<br />

dəstəyinə, dayağma arxalanmış, Mustafa Kamal <strong>Atatürk</strong>ün qoyduğu yolla<br />

gedən Türkiyə Cümhuriyyətinin təcrübəsindən bəhrələnmişdir”.<br />

<strong>Atatürk</strong> ruhu, <strong>Atatürk</strong>çülük gəncindən ixtiyarınacan daim hər bir<br />

Azərbaycan vətəndaşının qəlbində yaşamış və bundan sonra da yaşayacaqdır.<br />

Böyük <strong>Atatürk</strong>ün ideyalarını öz idealı hesab edərək donmədən<br />

həyata keçirən ümummillî İiderimiz Heydər Əliyev Azərbaycan<br />

gəncliyinin <strong>Atatürk</strong> irsini daha dərindən öyrənməsi, Türkçülük ideologiyasına<br />

daha dərindən yiyələnməsi üçün 2001-ci il martin 9-da Bakıda<br />

<strong>Atatürk</strong> Mərkəzinin yaranması üçün sərəncam verdi. Heydər Əliyev<br />

uzaqgörənliyilə yaradılan bu mərkəz görkəmli türkoloq-alim, akademik<br />

Nizami Cəfərovun rəhbərliyi ilə qarşısına qoyulan vəzifələri bugün uğurla<br />

yerinə yetirir, Türkiyə-Azərbaycan əlaqələrinin möhkəmlənməsi, millîmənəvi<br />

dəyərlərimizin öyrənilməsi və təbliği sahəsində səmərəli fəaliyyət<br />

göstərir.<br />

“Mustafa Kamal <strong>Atatürk</strong> bütün Türk dünyasının əvəzsiz, ölməz lideridir”<br />

deyən Heydər Əliyev ideyaları da <strong>Atatürk</strong>ün ideyaları kimi<br />

ölməzdir. Bu iki tarixi şəxsiyyət, öz böyüklüyü, millətə, dövlətçiliyimizə<br />

sədaqəti ilə bir-birini tamamlayır və onların ölməz ruhu Türk Dünyasının<br />

işıqlı gələcəyi naminə bizim hamımızı birliyə, bütövlüyə və ortaq şanlı<br />

keçmişimizə, dədə-babalarımızın adına layiq qəhrəmanlıqlar göstərməyə<br />

səsləyir.


Değerli Dinleyenler,<br />

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN<br />

ATATÜRK SEVGİSİ<br />

Hüseyin ÖZER*<br />

“Millet, bir kültür etrafında kenetlenmiş insan topluluğudur.<br />

Kültür ise; toplumun en yüksek seviyede benzeşmesini sağlayan; insana,<br />

hayata ve varlıklara yaklaşışta, daha hoş, daha güzel, daha ulvî,<br />

daha aklî, daha ahlakî, daha iktisadî, daha rahat olduğuna inanılan<br />

bir yaşayış kurmayı hazırlayan, imân, kanaat, bilgi ve davranışlardan<br />

oluşan hayat tarzıdır.” 1<br />

Kültürün taşıyıcı yanı dil’dir. Dil edebiyat eseri adı verilen kelimelerden<br />

oluşmuş söz birlikleriyle yaşatılır. Edebî eserlerin bir<br />

kısmı düz yazı (nesir) bir kısmıysa nazım’dır. Nazım çeşitli insan<br />

topluluklarında farklı şekilde algılanıp bu yöndeki ihtiyaç farklı karşılanmaktadır.<br />

Şehirli kültürün hâkim olduğu bölgeler de, tabiî ki<br />

anlamca üstü çok örtülenmiş nazım öne çıkmaktadır. Halk arasındaki<br />

kültür tabakaları da, zevkler de, biraz farklıdır. ‘Halk Edebiyatı’,<br />

‘Aşık Edebiyatı’ konularında kendisiyle yapılmış bir söyleşi de Prof.<br />

Dr. Sadık Tural şu cümleleri kuruyor:<br />

“Âşık edebiyatı dediğimiz, halkın bediî ihtiyaçlarına (beğenisine)<br />

cevap veren özel saha bu zihniyetlerin yansımalarıdır. Âşık<br />

edebiyatı, yahut saz şiiri veyahut ferdî mahsul, hangisini kullanırsak<br />

kullanalım, bu gruba giren şâirleri, iki alt grupta toplamak mümkündür.<br />

İlk grup, duygu, düşünce ve hayallerini, belirli bir objeyi,<br />

* Aşık Veysel Kültür Derneği Genel Başkanı<br />

1 Sadık Tural, Sorulara Cevaplar, 2.bs., Yeni Avrasya y., Ank., 2003, s., 203.


898<br />

HÜSEYİN ÖZER<br />

merkeze koymak suretiyle terennüm edenler; âşığın objesi ferdî ise,<br />

bu umumiyetle zıt cinsten bir hanımdır. Subje bir hanım ise, bunun<br />

macerası da farklıdır.<br />

“Diğer yandan mahallî problemleri ele alan bir mahallî grubun<br />

veya bir aşiretin, siyasi ve sosyal meselelerini nazm edip terennüm<br />

eden şâir ayrıdır. Gündeşlioğlu yahut Dadaloğlu ve benzerleri… Ancak<br />

kat’iyetle bildiğimiz şey, Dadaloğlu, Gündeşlioğlu gibi aşiret<br />

şâirleri, Osmanlı’nın arazi kanunnamesi 1858’de çıkıncaya kadar<br />

devletin kendisinden vergi almak üzere iskân etmeğe gayret ettiği bu<br />

yaylak kışlak nizamını benimsemiş Türk aşiretlerinin sözcüsüdür;<br />

çünkü, bu nizama bu intizama uymaya, kanunların ve vergi sistemlerinin<br />

dışına çıkmağa çalışır. Bu yaylak kışlak, hayvan besleme<br />

esaslı göçerliğe, gayet tabiî devlet razı olmaz. “Ferman padişahınsa<br />

dağlar bizimdir” anlayışı, aşiret şâirlerinin (aşiret âşıklarının mı demeliyim?)<br />

bir bakıma göstergesidir.<br />

“Gerek Avşarlar, gerek Beydilliler, gerekse hususî bir nazım<br />

formu yaratacak kadar hususileşmiş olan Farsak boyunun (Varsak/<br />

Varsağ/Farsak) kendi aşiretleri arasındaki iskân problemlerini dile<br />

getirirken, nazmın imkanlarından faydalandıklarını (varsağı) ve<br />

bunlara da âşık denildiğini biliyoruz. Bunların saz çalıp çalmadığını<br />

bilmiyoruz. Bunlar bir bakıma eski ozan geleneğinin tipik örneğidir.<br />

Çünkü İslamiyet öncesi devrede bahşı, yırcı ne deniyorsa beşerî aşkla<br />

sınırlanmış bir insan değildir” 2 .<br />

Şehirleşen toplumlarda yazılı kültür daha çok önem kazandı ve<br />

zaman içinde yazılı kültür, sözlü kültürün önüne geçmeye başladı.<br />

Âşıkların ve diğer folklorik görüntülerin giderek şehirlileşen hayatımızdan<br />

ağır ağır çekildiği görüldü. Bunlar ortadan kalkmadı; kendi<br />

mahallî çevrelerinde varlıklarını sürdürdüler. Özellikle 20.yy.da<br />

Kars, Iğdır, Erzurum, Erzincan, Sivas, Kırşehir ‘Âşık’ kavramına<br />

bağlı insanların genellik çalıp söyleyerek nadiren sazsız söyledikleri<br />

edebi parçalarıyla aşıklık geleneği sürdürüldü, gitti. Bunlardan bir<br />

kısmı radyo yayınlarının desteğini alarak, bir kısmı ise televizyonun<br />

veya üniversitenin ilgi ve desteğiyle varlıklarını sürdürmeye çalıştılar.<br />

2 Sadık Tural, Sorulara Cevaplar, 2.bs., Yeni Avrasya y., Ank., 2003, s., 153-<br />

154.


AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ 899<br />

Ülkemizde yalnızca 2 üniversitenin ve 2 radyo olduğu bir zaman<br />

diliminde, 1950 öncesinde, ününü Türkiye’ye yayan 1 tek kişi vardır.<br />

Bu kişi Âşık Edebiyatının da, halk zevki ve şiirinin de, mahallî<br />

olandan millîye geçebilen bilincin de temsilcisiyidi. O örnek insan,<br />

Âşık Veysel idi. 79 yıllık ömründe, onu Sivas’ta keşfeden Ahmet<br />

Kutsi Tecer, Muzaffer Sarısözen ikilisinin köy enstitülerinde türkü<br />

ve bağlama öğretmenliği yaptırdığı yıllar dışında Âşık Veysel Sivrialan<br />

köyünden hiçbir zaman uzun süre ayrılmamıştır.<br />

Yaşamını yeniden yazalım.<br />

Veysel, Horasandan Batıya göçen Müslüman Türklüğün Alevi<br />

Bektaşi topluluklarından Sivas’a yerleşenlerinden birinin torunu<br />

olarak doğmuş, küçük yaşta suçiçeği hastalığından dolayı görmesini<br />

kaybetmiştir. Âşık Veysel kendisini Horasan’dan göçen Şatıroğlu<br />

Oymağının Şarkışla’ya göçen kolundan olduğunu söylüyordu. Âşık<br />

Veysel’in biyografisi kadar kendisine mahsus bir senaryoyla çok<br />

ilgi çekecek bir diziye dönüştürebilir pek az insan bulunur. Çünkü,<br />

gözleri görmeyen Veysel’in insanların boylarını tanımlayacak, elmaların<br />

olgunluğunu söyleyebilecek kadar sezgilerinin gelişmişliği<br />

dahil, Türkiye’deki sosyal problemlere bakış ve yorumlaması dahil,<br />

bir çok konu bu senaryoda yer alabilir.<br />

Sivas ilinin Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde hayatını sürdürüp<br />

tamamlayan büyük halk şairi Âşık Veysel 3 âşk ile yaşayıp öldü:<br />

Birincisi ‘Yâr âşkı’, ikincisi ‘tabiat âşkı’, üçüncüsü ‘ilâhi âşk’.<br />

Âşık Veysel’in ilâhi aşkı algılayışı ve nazma taşıması da, vatan<br />

sevgisi ve millet aşkını benimseyişi ve şiire dökmesi de, insanı hayran<br />

bırakacak kadar başarılıdır. Türk olmaktan şeref duyan Veysel’in<br />

uzun bir şiirinden aldığımız şu iki dörtlükle, bazı insanlara mesaj<br />

vermek isteriz. 3<br />

3 Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel, Hayatı ve bütün şiirleri, Anka bs.,<br />

Inkılap y., İstanbul, 2001, s.164-165.<br />

‘ TÜRKÜZ TÜRKÜ ÇIĞIRIRIZ’<br />

Dünya dolsa şarkıyınan<br />

Türküz türkü çığırırz<br />

Yola gitmek korkuyunan<br />

Türküz türkü çığırırız


900<br />

HÜSEYİN ÖZER<br />

Türküz Türkler yoldaşımız<br />

Hesaba gelmez yaşımız<br />

Nerde olsa savaşımız<br />

Türküz türkü çağırırız<br />

Türküz Türkler yoldaşımız<br />

Hesaba gelmez yaşımız<br />

Nerde olsa savaşımız<br />

Türküz türkü çığırırız<br />

Türklerdir bizim atamız<br />

Halis Türküz kanı temiz<br />

Şarkı gazeldir hatâmız<br />

Türküz türkü çığırırız<br />

Bayramlarda düğünlerde<br />

Toplantıda yığınlarda<br />

Sıkılınca dar günlerde<br />

Türküz türkü çığırırız<br />

Yaylalarda yataklarda<br />

Odalarda otaklarda<br />

Koyun gibi koytaklarda<br />

Türküz türkü çığırırız<br />

Su başında sulaklarda<br />

Türkün sesi kulaklarda<br />

Beşiklerde beleklerde<br />

Türküz türkü çığırırız<br />

Hep beraber gelin kızlar<br />

Bile coşar o yıldızlar<br />

Koşulunca çifte sazlar<br />

Türküz türkü çığırırız<br />

İnler Veysel arı gibi<br />

Bülbüllerin zârı gibi<br />

Turnalar katarı gibi<br />

Türküz türkü çığırırız.


AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ 901<br />

İnler Veysel arı gibi<br />

Bülbüllerin zârı gibi<br />

Turnalar katarı gibi<br />

Türküz türkü çığırırız.<br />

Âşık Veysel Şatıroğlu’nun <strong>Atatürk</strong> sevgisi bu bildirimizin<br />

ana konusudur.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> Cumhuriyetin temelini attığı Sivas’ta,<br />

Anadolu aydınlanma hareketini de başlatır. Ahmet Kutsi Tecer gibi<br />

iyi yetişmiş bir cumhuriyet aydınını Sivas’a millî eğitim müdürü<br />

olarak görevlendirir. Ozan ve yazın eri Ahmet Kutsi Tecer bu görevi<br />

sırasında, 5-7 Kasım 1931 tarihlerinde Halk Ozanları bayramını düzenler.<br />

O tarihte Sivas’ta komutan olan, daha sonra MİT Müsteşarlığı<br />

da yapmış bulunan General Fuat Doğu, bu anlamlı mahallî bayrama<br />

maddî ve manevî katkıda bulunur. Veysel’in bu bayrama katıldığını<br />

biliyoruz. Veysel’in bu bayramda henüz kendi demesi yoktur. Usta<br />

malı şiirler söyler. Kendine güveni gelir ve Veysel olayı şekillenmeye<br />

başlar. Cumhuriyetimizin 10 yıl kutlamalarında <strong>yılında</strong> ilk şiirini<br />

yazar. Yıl 1933’dür. Veysel’in bu şiirinin ilk dörtlüğünü okuyayım:<br />

<strong>Atatürk</strong>’tür Türkiye’nin ihyası,<br />

Kurtardı vatanı düşmanımızdan…<br />

Cananı bu yolda eyledi feda,<br />

Biz dahi geçelim öz canımızdan.<br />

Görüldüğü gibi Veysel’i çekip çıkaran Cumhuriyettir. Aşık<br />

Veysel Cumhuriyetin ozanıdır. Âşık Veysel, Veysel Baba, Koca Veysel<br />

olarak da anılan büyük halk şâiri Veysel Şatıroğlu’nun <strong>Atatürk</strong><br />

konulu bu 16 (onaltı) dörtlükten meydana gelen şiirin öğrencilere<br />

ezberletilmesi gerektiğine inanıyorum. 4<br />

4 Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel, Hayatı ve bütün şiirleri, Anka bs.,<br />

Inkılap y., İstanbul, 2001, s.168-169.<br />

‘ATATÜRK’<br />

<strong>Atatürk</strong>’tür Türkiye’nin ihyası<br />

Kurtardı vatanı düşmanımızdan<br />

Canını bu yolda eyledi fedâ


902<br />

Biz dahi geçelim öz canımızdan<br />

Sinesini hedef etti düşmana<br />

Ölmüşken vatanı getirdi cana<br />

Çekti kılıcını çıktı meydana<br />

Gören ibret aldı meydanımızdan<br />

Çekildi sancaklar dayanmaz canlar<br />

Şarktan garpa gitti Türk’teki şanlar<br />

O kadar paşalar o zabitanlar<br />

Ayrılmadı asla sağ yanımızdan<br />

Dumlupınar Sandıklı’nın cephesi<br />

Dağları yıkıyor topların sesi<br />

Kahraman askerin hücum etmesi<br />

Cihan sele gitti al kanımızdan<br />

Kaçırdık düşmanı bulunmaz izi<br />

Bir hücumda geçti öte denizi<br />

Siyanet ettiler askerimizi<br />

Vatan memnun kaldı zabitanmızdan<br />

Şeh Said yüzün tuttu isyana<br />

Milletini hor baktırdı vatana<br />

Fakir fukarayı boyadı kana<br />

Öyle şeyhler çoktur külhanımızdan<br />

Çağırdım Şeyh Said sağır mı diye<br />

Başında sarığı değirmi diye<br />

Tarttılar şeyhleri ağır mı diye<br />

Haberin doğrulttun urganımızdan<br />

Şeriatı düşündüler şerciler<br />

Birtakım millete fesad verdiler<br />

Her biri bir yerde hep geberdiler<br />

Onlar kurtulmadı toplarımızdan<br />

Aklı başınd’olan düşünür bunu<br />

Şeriatçı oldu tüketen onu<br />

Dağda belde fukaraya soygunu<br />

Veren onlar idi vatanımızdan<br />

HÜSEYİN ÖZER<br />

Menemen meseles(*) geldi meydana<br />

Orda birkaçları uydu şeytana


AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ 903<br />

Bilindiği gibi şiirde bir çok söz ve anlam sanatı bulunur. Âşık<br />

Veysel’in şiirinde de bu edebî sanat denilen, bazı söyleyiş ve anlam<br />

oyunları bulunur. Şairlerin hepsi “mübalâğa” denilen bir sanata başvururlar.<br />

Âşık Veysel’de mübalâğa sanatı dense yanlış olmaz.<br />

<strong>Atatürk</strong> 10 Kasım 1938’de öldü. Türkiye’yi laik cumhuriyete<br />

kavuşturan, bu kahraman askerin, bu millî liderin, bu uluslararası<br />

ünü olan ulu kişinin ölümü üzerine, dünyanın sözü dinlenen insanları,<br />

fikirlerini ifade ettiler. Türkiye’de, hem aydın sayılan şairler, hem<br />

de halk şairi adı verilen nazım yazıcılar <strong>Atatürk</strong>’ün ölümü üzerine<br />

şiirler yazdılar. <strong>Atatürk</strong> konulu şiir antolojilerine bakmış olanlar bilirler<br />

ki, bu yönde bini aşkın nazım vardır.<br />

Bizim iddiamız şudur:<br />

Samimiyeti, yalın ve dürüst ifadeyi bu ölçüde nazma taşımış kaç<br />

şair var bilinmez; ama Âşık Veysel bu konuda gerçekten samimi bir<br />

naat yazmıştır. Âşık Veysel’in halk şiiri geleneğindeki ağıt-destanların<br />

birini <strong>Atatürk</strong> için yazmış olması düşündürücüdür. Bildirimin<br />

asıl konusu olan on dörtlükten meydana gelen bu şiir Âşık Veysel<br />

tarafından 78 devirli eski taş plaklarla okunmuştur.<br />

“Ağlayalım <strong>Atatürk</strong>”e adıyla meşhur olan bu şiir Türkiye’deki<br />

büyük değişim ve dönüşümlerinin, bir halk adamının ağzından anlatması<br />

bakımından da çok önemlidir. Onun boğuk sesiyle eski teknolojinin<br />

oluşturduğu taş plağın cızırtısına Veysel’in özel düzen ve<br />

bir sesle çaldığı sazının karıştığı çığlık, şöyle başlıyor:<br />

Ağlayalım <strong>Atatürk</strong>’e<br />

Bütün Dünya kan ağladı.<br />

Süleyman olmuştu mülke<br />

Geldi ecel can ağladı.<br />

Değerli dinleyenler, Âşık Veysel <strong>Atatürk</strong>’ü Hz. Süleyman’a benzetiyor.<br />

Hazreti Süleyman gibi idi demek istiyor: Peygamber Süleyman,<br />

hem dini lider, hem de siyasi lider idi. Halkını hem doğruların<br />

yoluna hak yoluna ulaştırdı, hem de maddi bakımdan zengin, siyasi<br />

Mehdi diye kendi kendin urgana<br />

Taktı kurtulmadı dârlarımızdan


904<br />

HÜSEYİN ÖZER<br />

bakımdan bağımsız kılmayı başardı.<br />

Süleyman olmuştu mülke mısrasındaki mülk ise, hem devlet<br />

hem de memleket/vatan anlamındadır.<br />

Türkiye’deki sanayileşme hamlelerinin, ve kültürel kimliğin,<br />

kültürel varlığın, millî değerlerin korunmasında, ayakta durmasında<br />

emperyalizm karşısında alınan tedbirlerin insanın, toplumun, milletin<br />

kendi öz gücüne güvenerek devam ettirilebileceğini ifade eden<br />

mısralara bakalım:<br />

Fabrikalar icâdetti<br />

Gazi Paşa Haziretli bir kişi<br />

Ne kadar cesaret tuttu bu işi<br />

Sarmıştı vatanı düşman ateşi<br />

Esirgedi bizi ziyanımızdan<br />

İddiacı Türkiye’nin insanı<br />

Çalışmakla kazandık bzi vatanı<br />

Aç kurt gibi parçaladık düşmanı<br />

Şecaat görünce aslanımızdan<br />

Kurtardık vatanı bu belâlardan<br />

Tiren hattı küşat ettik her yerden<br />

Terakk’etti(*) mektebimiz hep birden<br />

Teşekkür kazandık müşranımızdan<br />

Hükûmet de milletini kayırdı<br />

Bir af etti(**) hapisleri koyverdi<br />

Adaletle tebligatlar duyurdu<br />

Çok şeref kazandık bayramımızdan<br />

Türkiye’yi adalette yaşattı<br />

Dağları deldirdi demir döşetti<br />

Millete bir altın kemer kuşattı<br />

Hâşâ nankör olman devranımızdan<br />

Âşık Veysel bunu böyle söyledim<br />

Benden de yadigâr bu kalsın dedim<br />

Sözlerim yalan mı dinle efendim<br />

Kürrei arz doldu hep şanımızdan


AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ 905<br />

Atalığın ispat etti<br />

Varlığın Türk’e terketti<br />

Döndü çark devran ağladı.<br />

Tiren hattı tayyareler<br />

Türkler giydi hep karalar<br />

****<br />

Deli gönül değme çayda bulanmaz<br />

Coşarsa dalgası kendinden olur<br />

Dertsiz aşık diyar diyar dolanmaz<br />

Gezdirir kendinden olur<br />

Yüce dağlar ova gibi düzlenmez<br />

Veysel muhannetten kerem gözlenmez<br />

Tilki gölgesinde arslan gizlenmez<br />

Yiğidin gölgesi kendinden olur<br />

Değerli dinleyenler şiirin tamamını metinler yayınlandığında<br />

okuyabilirsiniz. 5 10 Kasım 1938’in hemen arkasından yazılan bu<br />

5 Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel, Hayatı ve bütün şiirleri, Anka bs.,<br />

Inkılap y., İstanbul, 2001, s.173-174.<br />

“AĞLAYALIM ATATÜRK’E<br />

Ağlayalım <strong>Atatürk</strong>’e<br />

Bütün dünya kan ağladı<br />

Süleyman olmuştu mülke<br />

Geldi ecel can ağladı<br />

Doğu batı cenup şimal<br />

Aman Tanrım bu nasıl hâl<br />

<strong>Atatürk</strong>’e erdi zevâl<br />

Memur mebusan ağladı<br />

İskenderun Zûlkarneyin<br />

Çalışmadı buncalayın<br />

Her millet <strong>Atatürk</strong> deyin<br />

Cemiyet’Akvam(*) ağladı


906<br />

HÜSEYİN ÖZER<br />

ağıt şiirden iki veya üç yıl sonra yazdığı 19 Mayıs’ta Parlayan Zafer<br />

Şiirinde <strong>Atatürk</strong>’ün hem askerî dehâsını, hem de sivil önderliğini<br />

doğru algılamış bir şair olarak karşımıza çıkıyor. Âşık Veysel Baba:<br />

19 Mayıs’ta parlayan zafer<br />

İptida Samsun’a bastı ayağı<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün eserleri<br />

Söylenecek bundan geri<br />

Bütün dünyanın her yeri<br />

Ah çekti vatan ağladı<br />

Fabrikalar icâdetti<br />

Atalığın ispat etti<br />

Varlığın Türk’e terk etti<br />

Döndü çark devran ağladı<br />

Tiren hattı tayyareler<br />

Türkler giydi hep karalar<br />

Semerkant’la Buharalar<br />

İşitti her yan ağladı<br />

Bu ne kuvvet bu ne kudret<br />

Var idi bunda bir hikmet<br />

Bütün Türkler İnön’İsmet(*)<br />

Gözlerinden kan ağladı<br />

Siz sağ olun Türk gençleri<br />

Çalışanlar kalmaz geri<br />

Mareşal’in askerleri<br />

Ordular teğmen ağladı<br />

Zannetme ağlayan gülmez<br />

Arslan yatağı boş kalmaz<br />

Yalnız gidenler gelmez<br />

Her gelen insan ağladı<br />

Uzatma Veysel bu sözü<br />

Dayanmaz herkesin özü<br />

Koruyalım yurdumuzu<br />

Dost değil düşman ağladı


AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ 907<br />

Ne mutlu Samsun’a zafer kapısı<br />

Her an için hatırlarız bu çağı<br />

Samsun’a çıkınca bir asker isi<br />

Bir aydınlık şarka doğru yürüdü<br />

Emsâli bulunmaz bir cevher idi<br />

Edep erkân medeniyet membağı<br />

Haykırdı orduya: “Yürümek gerek<br />

Zafer bizim haydi yürü” diyerek<br />

Akdeniz’den Trakya’dan geçerek<br />

Hudutlara çaktı şanlı bayrağı<br />

İşte bugün <strong>Atatürk</strong>’ün günüdür.<br />

Her yana yayılan onun ünüdür.<br />

Her tarafta şenlik Türk düğünüdür<br />

Nûr içr’olsun <strong>Atatürk</strong>’ün yatağı<br />

Veysel bu sözünde var mıdır hatâ<br />

Yurdumuzu benzetelim cennet’e<br />

Bu vatanı ısmarladı millete<br />

Türk korusun dedi yine bu bağı<br />

Biz, Türklüğü, <strong>Atatürk</strong>’ü ve Türkiye’yi seven, bu yolda yüreğini<br />

tutuşturup saza ve söze dönüştürmüş Âşık Veysel Şatıroğlu’nun düşünce<br />

ve felsefesini yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak üzere<br />

kurulmuş, bir sivil toplum örgütüyüz. 6 “Bilgelerin Yolunda” adlı kitabında<br />

aklı gönüllere birleştiren mesajlarıyla dostluk ve birlik düşüncesini,<br />

fikrî ve felsefî zemine taşıyan Sadık Tural hocaya uyarak<br />

şu cümleyi söylememe izin verilsin: Biz <strong>Atatürk</strong>’ün yolunda olduğumuzdan<br />

mezhepçiliği de, tarikatçılığı da, bunlara dayalı mürşitliği ve<br />

6 Bilgelerin Yolunda 4. bs., Yüce Erek Yay., Ank. 2006


908<br />

HÜSEYİN ÖZER<br />

irşatçılığı da şiddetle reddederiz. Bizler ve bizim derneğimiz, Âşık<br />

Veysel yolunu yaşatmaya çalışanlar olarak, Türklüğü, <strong>Atatürk</strong>çülüğü<br />

ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını laik bir hukuk devleti<br />

olarak sonsuza kadar sürdürülmesini vazgeçilmez ilke sayarız.<br />

Türkülerin, ezgilerin, deyişlerin arkasında millî birlik düşüncemiz,<br />

devletimizin bağımsızlığı ve milletimizin bütünlüğü imanı var. Bu<br />

vazgeçilmez, reddedilmez ilkenin izleyicisiyiz. Âşık Veysel’in doğruları<br />

bizim doğrularımızdır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’ümüzü ve Âşık Veysel’imizi rahmet ve minnetle anıyoruz.


BULGAR BASININDA ATATÜRK VE TÜRK<br />

HALKININ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI (1919-1938)<br />

Mümün TAHİR<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı, büyük<br />

ıslahatçı ve devlet adamı, halklar arasında barış ve anlaşmanın<br />

büyük gayretkeşi Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong> hakkında Türk basınında<br />

olduğu gibi, yabancı basında da nice yazılar yazılmış ve yayımlanmıştır.<br />

<strong>Atatürk</strong>’e ilişkin birçok kitaplar basılmış, monografiler, bilimsel<br />

araştırmalar neşredilmiştir. <strong>Atatürk</strong> hakkında dünyaca anılmış<br />

nice politikacı ve devlet adamı türlü iltifatlarda bulunmuşlardır.<br />

Türk halkının Mustafa Kemal’in başında bulunduğu Kurtuluş<br />

Savaşı Bulgaristan’da da büyük yankılara neden olmuştur. Bu<br />

da herşeyden önce onun Bulgaristan’ da tanınmasından kaynaklanmaktadır.<br />

Çünkü <strong>Atatürk</strong>, Birinci Dünya Savaşı arifesinde bir yıldan<br />

fazla Sofya’da ataşemiliter görevinde bulunmuştur. Bu bağlamda<br />

“Kemalizm” adındaki Türk dergisinin 1965 <strong>yılında</strong> yayımlanan 38.<br />

sayısında şöyle yazmaktadır: “Türkiye’nin büyük kurtarıcısı, son<br />

derece değerli <strong>Atatürk</strong> Bulgaristan’da ataşemiliter görevini yerine<br />

getirirken çok sayıda dost edinmiştir. Bunun neticesi olarak yüce önderimiz<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün talihini değiştiren Bulgaristan’dan büyükyardım<br />

aldı.”<br />

“Türk halkından sonra Türkiye’de Kemalizmin zaferinden kayıtsız<br />

şartsız olarak ancak onun komşuları ilgilenmektedir, diyor<br />

Prof. Dr. Stoyan Radev. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Balkanlardaki<br />

komşularının, özellikle Bulgaristan’ın Almanya ve Fransa örneğini<br />

izleyebilmesi için gereken koşulları ancak Kemalist devrimin derinleşip<br />

zafere ulaşması sağlayabilir. Nihayet, Fransa ve Almanya aralarında<br />

“Ebedi düşmanlık” güdüyorlardı, o yüzden de Avrupa’da


910<br />

MÜMÜN TAHİR<br />

Alman-Fransız antagonizminin neden olmadığı tek bir savaş yoktur.<br />

Şu an Fransa ile Almanya ilişkileri mükemmeldir.” 1<br />

Birinci Dünya Savaşı’nda Bulgaristan da yenilgiye uğrayan ülkeler<br />

arasındadır. Galip gelen Antant devletleri 1919 <strong>yılında</strong> imzalanan<br />

adaletten uzak Nöy Antlaşmasını uyguladılar. Buna rağmen<br />

Bulgaristan, Kemalistlere yabancı işgalcilere karşı yürüttüğü savaşta<br />

silah ve cephane yardımında bulundu. Bulgaristan ile Türkiye Birinci<br />

Dünya Savaşı sonunda hemen hemen aynı talihe sahiptirler. Her<br />

ikisi de yenilgiye uğrayan devletler arasındadır. Nöy Antlaşmasınca,<br />

Bulgaristan Batı Trakya, Güney Dobruca ve Batı Eyaletleri topraklarından<br />

mahrum ediliyordu. Bulgaristan 2, 25 milyar altın frank tazminat<br />

ödemeye mecbur edildi.<br />

Türkiye itilaf devletlerin kendisini bölüşme niyetine karşı koydu.<br />

1919-1923 döneminde Türkiye birkaç cephede savaştı. Bir yandan<br />

Sultana ve Halife ordusuna karşı, öte yandan itilaf devletlerin<br />

işgal güçlerine ve üçüncü bir cephede de Yunan ordusuna karşı savaşması<br />

gerekiyordu. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mudros<br />

Antlaşmasından sonra Osmanlı İmparatorluğunun önüne son derece<br />

ağır şartlar kondu. İngiliz ordusu zengin petrol kaynakları bulunan<br />

Musul’u ve Anadolu-Bağdat Demiryolu hattını, İskenderiye’ye bağlayan<br />

eyaletleri işgal etti.<br />

Karadeniz ve Akdeniz limanlarını kontrol altına aldılar. Fransız<br />

ordusu Adana’ya ve Doğu Trakya’ya hâkim oldu. Yunanistan askerleri<br />

İngiliz, Fransız ve Amerikan fıloları koruması altında 15 Mayıs<br />

1919 tarihinde İzmir’i ve Orta Anadolu’da daha bir sıra ili işgal etti.<br />

İngiliz askerî 16 Mayıs 1920 tarihinde İstanbul’u işgal ederek tüm<br />

devlet müesseselerini ele geçirdi ve birçok milletvekilini ve politikacıyı<br />

tutuklayarak Malta Adasına sürgün etti. Böylece İngilizler<br />

Boğazlara yaslanmış şehre tamamen hâkim oldular.<br />

Sultan hükûmeti 10 Ağustos 1920 tarihinde Versay sisteminin<br />

sonuncu halkası hesap edilen Sevr Antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşma<br />

ile Türkiye’nin bağımsızlığı sona ermiş oldu. Bütün memleket<br />

yasa büründü. Bu antlaşma gereğince, Boğazlar uluslararası bir ko-<br />

1 Radev Stoyân, Balkanskite Voys ki bili Tsarigrat “Literaturen Forum” Gazetesi,<br />

09.11.1998


BULGAR BASININDA ATATÜRKVE TÜRK HALKININ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI<br />

(1919-1938)<br />

misyona teslim ediliyor, Doğu Trakya keza Yunanistan’a veriliyordu.<br />

Beş yıl sonra da İzmir, Manisa, Ayvalık illeri de Yunanistan’a<br />

bağlanacaktı. Doğu Anadolu’da bağımsız Ermeni devleti oluşturulmuştu.<br />

Yeni oluşturulan Ermenistan dışında kalan Doğu ve Güney-Doğu<br />

Anadolu toprakları ise Kürt otonom iline bağlanıyordu.<br />

Antalya, Silifke, Niğde, Aksaray, Akşehir, Afyon, Balıkesir, Muğla<br />

İtalya’ya veriliyor, Mardin, Urfa, Antep, Ceyhan Suriye’ye bağlı olarak<br />

Fransız mandası altında kalıyordu. Daha bir sıra toprak Antant<br />

ülkeleri kontrolü altına geçiyordu. Böylece, galip devletler yalnız<br />

Osmanlının hâkim olduğu toprakları değil, temiz kutsal Türk topraklarını<br />

dahi aralarında bölüşmüş oluyorlardı. Sevr Antlaşmasınca<br />

Türkiye’ye Ankara ile Karadeniz arasında küçük bir bölge kalıyordu.<br />

Öyle ki, sözkonusu bölge doğal zenginliklerden, sanayiden, iletişim<br />

ve ulaşım ağından, lafın kısası bağımsız varolabilecek her çeşit<br />

araç ve gereçten mahrum, yoksun bir bölgeydi.<br />

Bu durum karşısında, iç savaş koşulları içersinde Mustafa Kemal<br />

yeni oluşturulan orduyu seferber etti, bütün halkı düşmana karşı<br />

ayaklandırarak işgalcilere ağır darbesini indirmiş oldu. Mustafa<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> kumandası altında bulunan orduyla Yunan ordusunu<br />

görülmedik yenilgiye uğratarak 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir şehri<br />

üzerinde zafer bayrağını dalgalandırdı. 11 Ekim 1922 tarihinde<br />

Antant devletleri ile Ankara hükûmeti arasında antlaşma imzalandı.<br />

Bu antlaşma gereğince, İtilaf devletleri İstanbul ve Boğazlardan, Yunanlılar<br />

da İzmir ve Doğu Trakya topraklarından çekilmeliydi. 23<br />

Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’de Lozan Antlaşması imzalandı ve<br />

nihayet Yeni Türkiye böylece uluslararası tanınmış oldu.<br />

Küçük Asya’da (Anadolu’da) bütün bu olup biten olaylar<br />

Bulgaristan’ı çok yakından ilgilendirmektedir. Oradaki savaş<br />

Bulgaristan’ın iki komşusu arasında yürütülen bir savaştır. Bu, dikkate<br />

alınması gereken bir durumdur. Çünkü bu veya şu koşullarda<br />

savaş Bulgaristan topraklarına da sıçrayabilirdi. Bu savaşın sonuçlarından<br />

Bulgaristan’ın belirli bir yarar sağlayabileceğini de dile getirmek<br />

yerli olacaktır fıkrindeyim. Ve öyle de oluyor. Aleksandır Stamboliyski<br />

hükûmeti, Mart 1920’de iktidara gelince, Bulgaristan’ın da<br />

Sevr Antlaşmasını iptal etmesi hususunda bir şans olarak görmektedir.<br />

Çünkü Antant devletleri bütün bu olup bitenlerden sonra di-<br />

911


912<br />

MÜMÜN TAHİR<br />

ğer antlaşmaları da gözden geçirmeye mecbur kalacaklardır. Antant<br />

temsilcilerinin Sofya’da yayınladıkları rapora göre, Haziran 1920’de<br />

Burgaz limanma vasıl olan üç Türk gemisi kömür yerine silah ve<br />

cephane ile limandan ayrılıyorlar. Gemilerden birinin kaptanı, hatta<br />

şehrin askerî komutanı tarafından karşılanmıştır. Yine Mart 1922’de<br />

iki yük kamyonu silah ve cephane ile, on dolayında Bulgar ve Türk<br />

askerî himayesinde Edirne üzerinden Türk topraklarına geçer. Kaptan<br />

Abdülrezak, İbrahim Çavuş, Ali Çavuş vb. subayların kumandanlığında<br />

Trakya’daki Yunan ordusuna karşı Bulgar-Türk çeteleri<br />

oluşturuluyor.<br />

General Cafer Tayyar’ın Doğu Trakya’da uğradığı yenilgiden<br />

sonra 385 subay, 3239 er, 22 000 sivil Türk Bulgaristan topraklarına<br />

sığınıyor. Aleksandır Stamboliyski hükûmeti onlara Bulgar parasıyla<br />

2 milyon leva yardım sağlıyor. Bulgar Çiftçiler Birliği hükûmeti<br />

tarımcı göçmenlere toprak veriyor, tarlalarını işleyebilmek için araç<br />

ve gereç sağlıyor, tohum dağıtıyor vs.<br />

Bulgaristan’dan Türk hilaline 25 vagon un, 5 vagon fasulye,<br />

1 vagon da yağ ve peynir gönderiliyor. Bu yardım İzmir, Bursa ve<br />

Trakya halkına yapılmıştır. Prof. Stoyan Andreev’in araştırmalarınca,<br />

Aleksandır Stamboliyski, başında <strong>Atatürk</strong>’ün bulunduğu Türk<br />

güçlerinin imkanlarını Batılı devlet adamlarından, politikacılardan<br />

çok daha önce anlamış ve değerlendirmiştir. Yaklaşık iki yıla yakın<br />

bir dönem Antant kontrol makamlarından gizlice <strong>Atatürk</strong> ordusuna<br />

yardım etmektedir. Basiretli bir devlet adamı ve politikacı olarak<br />

Aleksandır Stamboliyski Mustafa Kemal’in zaferinde bir gün<br />

Bulgaristan’ın da Nöy Antlaşmasının esiredici koşullarını iptal etme<br />

olanaklaır görmektedir. 2 O, yeni Turk devletinin simasında dostluk<br />

ve iyi komşuluk ilişkileri izleyecek bir ülke görmektedir. 26 Ekim<br />

1922 tarihinde Aleksandır Stamboliyski XIX. Millet Meclisi’nde<br />

büyük bir nutuk irad ediyor. Nutukta Bulgaristan’ın dış politikasına<br />

açıklık getiriyor. Nutuk 29 Ekim 1922 tarihinde “Zemedelsko<br />

Zname” (Çiftçi Bayrağı) gazetesinde yayımlanıyor. Orada Stamboliyski:<br />

“Yakındoğu sorunu! Sayın milletvekilleri, biz büyiik devlet<br />

adamı Kemal Paşa’nın simasında Türkiye’nin hizmetini tanımalıyız.<br />

O’nun bir zamanlarki maceraperestliği sayesinde, onun ve dolayın-<br />

2 Andreev Stoyan, Kemal <strong>Atatürk</strong>i, Balkonite Dnes


BULGAR BASININDA ATATÜRKVE TÜRK HALKININ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI<br />

(1919-1938)<br />

dakilerin sonsuz gayretleri sayesinde, biz bu sorunun müzakere için<br />

masaya konduğunu görüyoruz. Ankara şu an haksızlığa uğramış<br />

Müslümanların Mekke’si, Hıristiyanların Kudüs’ü halinegelmiştir.<br />

Eğer hakarete uğrayan insanlık herhangi bir zaman, herhangi biri<br />

için anıt dikmek isterse, bu anıt herşeyden önce Ankara faaliyetçilerinin<br />

anıtı olmalıdır. Antlaşmaların teftişi sorunu gözden geçirmek<br />

için artık masaya konmuştur. Türkiye’nin zaferi olmasaydı, bunu<br />

hiçbir kimse aklından bile geçiremezdi. Sevr Antlaşmasının teftişi ile<br />

yanyana bütün diğer antlaşmalardaki ağır koşulları içeren maddeler<br />

de gözden geçirilecektir. Türkiye büyük güçlerin anlaşması neticesi,<br />

gelecekte de bizim komşumuz olarak kalmaktadır. Bizim Türkiye<br />

ile ilişkilerimiz ancak dostane ilişkiler olabilir. Umum çıkarlarımız<br />

aramızda, barış içinde yaşamamızı dikte etmektedir.” demiştir bu<br />

önemli nutukta.<br />

“Pryaporets” gazetesi 9 Temmuz 1923 tarihli sayısında<br />

“Hükûmetin Programı ve Görevleri’ne yer vermiştir. Bu, Başbakan<br />

Al. Tsankov’un nutkudur. Aleksandır Tsankov Bulgaristan<br />

ile Türkiye ilişkileri hakkında şöyle diyor: “Bizim Türkiye ile artık<br />

paylaşacağımız bir şey yok ortada. Türkiye Asya’da geniş bir sahayayaslanmış<br />

bulunuyor. O, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de bizim<br />

sanayisel ve tarım ürünlerimiz için bir pazardır. Biz bu komşumuzla<br />

ancak iyi ticari ilişkiler kurabiliriz. Sizler biliyorsunuz ki, ticaret,<br />

ticari ilişkiler halklar arasında dostluk için sağlam bir zemin yaratmaktadır.”<br />

O dönem Bulgar basını Türk halkının Kurtuluş Savaşını uzun<br />

uzadıya yansıtmaktadır. “Novo Vreme” (Yeni Çağ) gazetesi 19 Haziran<br />

1919 tarihinde çıkan 104. sayısında Atina’dan alınan bir habere<br />

istinaden, Yunanlıların İzmir dolaylarında Türkleri büyük bir hezimete<br />

uğrattıklarını yazıyor. Bu yazı fakat “Yunan Uydurmaları”<br />

başlığını taşımaktadır.<br />

Adı geçen gazete 12 Mayıs 1920 tarihli sayısında “Türkler ve<br />

Bulgarlar” başlığı altında bir yazıya yer vermektedir. Bu yazıda<br />

şunları görüyoruz: “Balkan Savaşı geçmişin sayfalarını ebedi olarak<br />

kapattı. Bulgarlar ile Türkler anlaşma ve dostluk yolunda ilerlemektedirler.<br />

İmzalanan anlaşmalar sonucu her iki ülke de aynı talihe<br />

boyun eğmek zorunda kaldık. Bizim topraklarımız Yunanistan’a<br />

verildi “<br />

913


914<br />

MÜMÜN TAHİR<br />

Bir ay sonra “Novo Vreme” gazetesi şöyle yazıyor: “Nice devletler<br />

güzelim Boğaziçi sahillerinde gereken dersi aldılar. Yunanistan<br />

hala yabancı topraklar işgal etme düşüncelerinden vazgeçmiş değil.<br />

Fakat o, şu an kazmakta olduğu mezara yine kendi düşecektir.”<br />

“Nezavisimost” (Bağımsızlık) buna cevaben: “Beklenilmeyen<br />

mucize gerçek oldu” diye yazdı ve devamla: “Ölmüş hesap edilen<br />

Anadolu yeniden uyandı. Bu ancak Kemal Paşa’nın sayesinde oldu.<br />

Sahneye yeni başkent Ankara çıktı. Sevr Antlaşmasının mimarları<br />

şaşkınlık içinde kaldılar. Kemal hepsinin hesabını gördü.” diyerek<br />

yazısını tamamlamış olur.<br />

“Nezavisimost” gazetesi 6 Ocak 1921 tarihinde “Sevr Antlaşması<br />

ve Doğudaki Yankıları” başlığını attı. Bu yazıda İtilaf güçleri,<br />

Yunanlıların 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıkartma yapmalarına<br />

izin verdikleri için yerle bir edici bir tenkit ateşine tutulmaktadırlar.<br />

Yazının devamında da: “Bu Türklerin millî duygularını şahlandırdı,<br />

hiç kimsenin düşünemediği irade ve dayanıklığa sahip olduklarını<br />

gösterdiler. Yunanlar giriştikleri askerî saldırıya çabuk elden<br />

sona erdireceklerini hesap ediyorlardı. Hatta birkaç defa Mustafa<br />

Kemal’in başını ezme süresini belirleyen beyanatlar da yayınladılar.<br />

İttifakçılar yandan seyrediyorlardı. Yeni asker de gönderemiyorlardı,<br />

çünkü Yunanlılar Anadolu’da başlattıkları görevini kısa bir zaman<br />

içersinde yerine getireceklerine emindiler. Uzun sürünce ve müzakerelerden<br />

sonra hazırlanan Sevr Barışı ıstırap verici duygularla<br />

imzalandı ve uygulanması bekleniyordu. Gerçekten bu ölü doğmuş<br />

bir antlaşmaydı, hiçbir şey getirmedi. Ancak konferans ve müzakerelerönü<br />

bir dönem olarak nitelendirilir. Loyd Corç, Venizelos ve Vasil<br />

Zaharov tarafından redakte edilmiş olan bu antlaşma Türkiye’nin<br />

önüne çok ağır koşullar koymuştu. Daha önceleri bir planda olduğu<br />

gibi, Türkiye Avrupa’dan tamamıyla kovulmuş değildi, fakat cezaya<br />

çarptırılmıştı. Türkiye’nin buna boyun eğeceğinden kimsenin asla<br />

kuşkusu yoktu. Çünkü Türkiye artık ölmüş hesap ediliyordu.<br />

Fakat Kemal Paşa’nın Türkiye’si birden derin uykulardan uyandı.<br />

Savaşta kayba uğrayan Türkiye hala kendinde büyük bir güç gizliyordu.”<br />

Aynı yazının devamı şöyledir: “Uzun zaman yalancı galibiyetler<br />

beyanatında bulunan Yunan ordusu, Antant’ın Kemalistlere


BULGAR BASININDA ATATÜRKVE TÜRK HALKININ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI<br />

(1919-1938)<br />

karşı savaşında son bir araçtı Mustafa Kemal Ankara’dan dünyaya<br />

şöyle haykırıyordu: “İZMİR VE TRAKYA’DAN GAYRI, TÜM KA-<br />

PİTÜLASYONLARIN YOKEDİLMESİNİ, BOĞAZLAR REJİMİNİN<br />

İPTALİNİ, ANTLAŞMADAKİ BÜTÜN EKONOMİK KOŞULLARIN<br />

TEFTİŞİNİ İSTİYORUZ!” O, (Kemal) tam bir zafer üstünlüğüne<br />

sahip bir kişi. O, Birleşik Amerika Devletleriyle müzakerelerde bulunuyor,<br />

Bolşeviklerle işbirliği yapıyor, istediklerini Antant’a dikte<br />

ediyordu... Ve hakikaten politikacı general yaptıklarından memnuniyet<br />

duymakta haklıdır. O, Almanya ve Avusturya-Macaristan devletlerinin<br />

yapamadıklarını yaptı. Yenilgiye uğratılan en zayıf ulus<br />

nihayet savaştan galip çıkanlara kendi iradesini kabul ettirecekti.”<br />

Gazetenin sayfalarında makaleden sonra şu yoruma yer verilmiştir:<br />

“Sevr Antlaşmasının teftişe tabi tutulmaması mümkün değildi.<br />

Bugün onu hazırlamış olanlar dahi çok gaddarca ve uygulanması<br />

mümkün olmayan bir antlaşma olarak kabul ediyorlar. Lakin insan<br />

vicdani bununla da yetinmiyor. Onlar bütün barış antlaşmalarının<br />

hatalarını, bunların zafer sarhoşluğu neticesi hazırladıklarını kabul<br />

etmeye mecbur kalmışlardır.”<br />

“Nezavisimost” gazetesinin 6 Nisan 1921 tarihli yazısı<br />

“Ankara’nın Büyük Sevinci” başlığını taşıyor. O yazıda şunları<br />

okuyoruz: “Türk Ordusunun Anadolu’daki büyük zaferleriyle ilgili<br />

Londra’dan alınan bir telgrafta şöyle bir haber var: “Ankara sevinçler<br />

içinde. Küçük Asya’da Yunanlılar ile Türkler arasında yürütülen<br />

amansız savaş, İstanbul’da meydana gelmiş olan uluslararası<br />

durumun sonu demektir. Avrupa’daki diplomatik kançelaryaların<br />

eski nizamı koruyabilme hususundaki son gayretleri Yunan halkını<br />

bedbaht bir silah durumuna getirdi, ona gayet ağır bir görev verildi.<br />

...Ankara yeni bir hareketin temellerini attı ki, bu yalnız Türk<br />

ulusunu işgal altına almak isteyenlere karşı yönelik bir hareket değildir.<br />

Bu hareket yeni dönemin ihtiyaçlarını anlamak istemeyen,<br />

galip devletlerin gücünü sırtında hissedenlerin, korkunç talihlerini<br />

birleştirme arzusu hareketidir. Anadolu’daki Kemalist hareket<br />

Avrupa’nın talihinin artık birkaç kişinin elinde olmadığını dünyaya<br />

gösterecektir...” Yazının müellifi Statev devamla İngiliz hükûmetinin<br />

resmi temsilcisi Keynis’in Paris Barış Konferansına ilişkin izlenimlerini<br />

dile getirmektedir. Keynis, adaletli bir sonuca varılamayacağı-<br />

915


916<br />

MÜMÜN TAHİR<br />

nı anlayınca, konferansı terk eder. Müellif daha sonra: “Gerçekten<br />

Paris “kararları” günün olaylarını gözönünde bulundurmamışlardır,<br />

Anadolu’da devam eden müthiş savaş da bunu göstermektedir.<br />

Mustafa Kemal Türkiye’deki ulusal hareketin ideolojik ve pratik<br />

yöneticisi olarak yalnız ulusal kahraman olarak değil, Paris protokollerindeki<br />

kararlara saldıran tarihi bir kahraman olarak önem<br />

kazanmıştır. Kemal bu kararları ihlal etti ve yiğitçe ayakları altına<br />

aldı, onları kimseye lüzumu olmayan kağıt haline getirdi. Türk<br />

millîyetçilerinin galibiyeti tüm mazlumların, esirlerin zaferi olacaktır.<br />

Yunanlıların zaferi ise asil İngiliz temsilcisinin çizdiği tablodakilerin<br />

geçici bir zaferi olacaktır. Eğer son anlarını yaşayan, kendini<br />

unutmuş galiplerin adaletsizliği, hayasızlığı ve güç kullanışı devam<br />

ederse, üstünlük alma hevesleri sona ermezse, Kemalistler savaşı<br />

belki kaybedebilirler. Fakat Mustafa Kemal örneğin, O’nun büyük<br />

kahramanlığı ve büyük idealizmi tarihte yeni bir dönem açtı ve bu<br />

savaşa behemehal bir yeni güçler de katılacaktır. Umumdan ayrılma<br />

süreci başgösterdi, yeniyeni cepheler oluştu... Moskova ile Ankara<br />

kayıtsız şartsız halkların yürüyebileceği iki farklı yön çizdiler. Kimi<br />

izleyeceklerini önümüzdeki yakın zaman gösterecektir. Biri de, diğeri<br />

de kan akmasını ve şehitler verilmesini istiyor. Şüphesiz çoğunluğun<br />

sempatisi Mustafa Kemal’den yanadır. O’nun savaş sloganları<br />

herkesçe bilinmektedir ve onlar yığınların psikolojisine daha yakın<br />

şiarlardır” diyor Statev “Ankara Sevinç İçinde” yazısında.<br />

“Politika” gazetesi ise hemen hemen her sayısında Türk-Yunan<br />

savaşına ilişkin haberlere yer vermektedir. 22 Eylül 1929 tarihli sayısında<br />

Kemal Paşa’nın bir beyannamesi yer almaktadır. Türk Haber<br />

Bürosu Kemal Paşa’nın şu beyannamesini yayınlamıştır: “Eğer<br />

birkaç yıl savaşmamız icabederse, biz savaştan vazgeçecek değiliz,<br />

savaşımız Yunanlıları Küçiik Asya’dan kovuncaya kadar sürecektir...<br />

...İstanbul bizimdir, bizim olması gerekir. Boğazlar konusunda<br />

biz nispeten başkentimizi tehlikeye düşürmeyen koşullara razıyız.”<br />

Aynı sayıda “Kemal Paşa Sultanın Tahttan Çekilmesini İstiyor”<br />

makalede, “Kemal Paşa Sultana bir mektup göndererek onun<br />

tahtan inmesini istiyor. Kemal Paşa diyor ki, Yunanlıları yendikten<br />

sonra Ankara ordusunun İstanbul’a yönelmesi için emir verecektir.<br />

O halde iki ordunun, hakikatte aynı ordunun iki kısmının çarpışma-


BULGAR BASININDA ATATÜRKVE TÜRK HALKININ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI<br />

(1919-1938)<br />

ması için Sultanın tahttan çekilmesi gereklidir” beyanatında bulunmuştur.<br />

Türk halkının Ulusal Kurtuluş Savaşına “Zora” gazetesi hayli<br />

yer ayırmaktadır. Gazete, 3 Temmuz 1920 tarihli sayısında “Küçük<br />

Asya’da Askeri Savaş” başlığı altında bir yazıya yer vermektedir.<br />

Yazıda şunlar dikkati çekiyor: “Yunanlılar Alaşehir ve İzmir yörelerindeki<br />

başarılarını ilan etmeye acele ettiler, bunu da pek tabii<br />

Venizelos’a konferans önünde itibar, saygınlık kazandırmaktı niyetleri.<br />

Yunanlıların önünde duran güçlükleri yabancı muhabirlerin<br />

Kemalistlerin güç ve araçlarına ilişkin verdikleri haberlerden<br />

algılıyoruz.”, deniyor gazete sayfalarında ve şöyle devam ediyor:<br />

“23 Haziran sayısında “Nev York Herald” Fransız - Türk Antlaşmasının<br />

süresinin sona ermesiyle ortaya çıkan durumun tahlilini yaparak<br />

gazete şunları yazıyor: “Fransa’nın Suriye komutanı general<br />

Guro’nun Mustafa Kemal ile yaptığı üç haftalık ateşkes süresi 30<br />

Mayıs’ta sona erdi. Kemalistler görüşmeleri yenileme tecrübesinde<br />

bulunmadan Adana’yı Bağdat demiryolu hattına Kilikya limanı bağlayan<br />

Mersin’e saldırdılar. Böylece Fransız askerî güçsüz hale düştü.”<br />

Gazete devamla: “Nev York Herald” gazetesine göre Fransız<br />

- Türk müzakerelerinin nedenleri şunlar: “Mustafa Kemal’in ordusu<br />

ilkbaharda Kilikya’daki Fransız işgal ordusuna saldırıda bulundu.<br />

Maraş, Antep ve Urfa’da Fransızlar tamamen hezimete uğradı. Kemalistler<br />

bu zaferle tüm Kilikya’yı ele geçirdi...<br />

...Kemal’in bu ateşkes süresinin devamına razılık göstereceği<br />

zannediliyordu, lakin hiç de öyle olmadı. Kemal’in ordusu zaferden<br />

zafere koşuyordu. Türk ordusu tüm Anadolu’yu geri aldı. İngilizlerin<br />

elinde ise ancak Boğazlar etrafında birkaç kilometrelik bir mesafe<br />

kalmıştı. O da güç bela... İngiliz subayları Kemal’in askerlerinin en<br />

yakın zamanda İstanbul’a hücum edeceklerini kabulleniyorlardı.”<br />

diye yazıyor sözü geçen gazetede.<br />

Makale devamında Kemal’in askerlerinin Sultan, itilafçılar ve<br />

Yunan güçleri karşısındaki galibiyetlerini dile getiriyordu. Gebze,<br />

İzmit, Alemdağ vs. gibi kent ve kasabalar için yürütülen cenkler hakkında<br />

ayrıntılara gidiyordu. “Öyle, çünkü bugün artık Trabzon’dan<br />

İzmir’e kadar tüm Küçük Asya sahilleri Kemalistlerin elinde bulunuyordu...”<br />

diyor “Zora” gazetesi.<br />

917


918<br />

MÜMÜN TAHİR<br />

Yine “Zora” gazetesi iki gün sonra, 5 Temmuz 1920 tarihinde,<br />

“Türkiye’den Mektuplar” başlığı altında bir başka makale yayımlıyor.<br />

Yunan ordusunun Doğu Trakya’daki mevkilerini ayrıntılarıyla<br />

dile getirerek gazete yazısını şöyle sürdürüyor: “Burada Türkler<br />

yüksek halet-i ruhiyeye, yüksek morale sahip. Aydın Türkler gerçek<br />

bir Avrupa ülkesi olarak kalacaklarını umarak kendilerini aldatmıyorlar,<br />

lakin İstanbul ve Edirne vasıtasıyla Avrupa ile ilişkilerini her<br />

ne pahasına olursa olsun korumak istiyorlar.”<br />

Bu makalede Trakya Hak Savunması Komutanı Cafer Tayyar’ın<br />

resmi beyannamesine de yer veriliyor. Beyanname şu ifadelerle<br />

dikkati çekiyor: “Yunan ordusu kendini güçlü hissedeceği ve Doğu<br />

Trakya sınırlarını geçmek isteyeceği, bir günde iyi örgütlenmiş ve<br />

son damla kana kadar özgürlüğünü savunmaya kararlı olan bir<br />

halk ordusu ile göğüs göğüse gelecektir....Türkler ve Bulgarlar tek<br />

bir Yunan köyüne saldırmış değillerdir. Onlar, kardeşlerinin derin<br />

ağrı ve ıstıraplarını hissedip içlerinde yaşatmalarına rağmen ölçülü<br />

davranıyorlar ve soğukkanlılığını layıkıyla koruyabiliyorlardı. Ki<br />

bura ahalisi Batı Trakya’daki evini, barkını, topraklarını terkedip<br />

Bulgaristan’da sığınak bulmuşlardı.”<br />

“Zora” gazetesi Türk ordusunun umum ilerleyişini dikkatle izliyor<br />

ve ayrıntılarıyla yansıtıyor. Gazetenin sayfalarında “İstanbul<br />

Dolaylarında” (8 Ağustos 1922), “İstanbul Önlerinde” (9 Ağustos<br />

1922), “Savaş veya Macera” (3 Ağustos 1922), “İstanbul Önlerinde<br />

Neler Oluyor” (5 Ağustos 1922), “Yunanistan Teslim Bayrağını<br />

Kaldırdı” (10 Ağustos 1922) gibi makalelere yer verilir.<br />

Yazıların büyük bir kısmında “Zora” gazetesi “Politika” ve<br />

“Katimerini” Yunan gazetelerine, “Deyli Meyl”, “Nev York Herald’,<br />

“Tayms”, “Tan”, “Berliner Tagebalt”, “Deyli Telegraf’<br />

gibi İngiliz, Fransız ve Alman gazetelerinden yararlanmaktadır.<br />

“Zora” gazetesi 4 ve 6 Ağustos 1922 tarihlerinde “Yunan Macerası”<br />

umum başlığı altında geniş bir makale basıyor. Bu yazıda<br />

Yunan iddiaları dile getiriliyor, büyük güçlerin Türkiye politikası,<br />

Yunan ordusunun yenilgisi, İngiltere ve Fransa’nın Barış Konferansı<br />

düzenlenmesi için razılığı dile getiriliyor. Bundan sonra da bir yandan<br />

Türkiye ile Antant ülkeleri ve öte yandan da Yunanistan’la savaşkes<br />

antlaşması imzalanacaktır deniyor.


BULGAR BASININDA ATATÜRKVE TÜRK HALKININ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI<br />

(1919-1938)<br />

“Ulusal Gücün Orta Direği” 25 Haziran 1923 tarihli “Pryaporets”<br />

(Bayrak) gazetesinin en önemli yazısıdır. O yazıda şunlar<br />

dikkat çekmektedir: “Türkler büyük zafer sevinci yaşıyorlar. Lozan<br />

Barışı onlara istediklerini verdi. Türkiye bugün bağımsız bir devlettir.<br />

Utanç verici kapitülasyon rejimi ortadan kaldırıldı. Türkiye<br />

bu büyük zaferi halkının olanca varlığını kurban etmeye hazırlığı<br />

sayesinde elde etti. Bu hususta Ankara Millet Meclisi büyük ve halledici<br />

rol oynadı. Meclis, tüm Türk halkının etrafında tek vücut olduğu<br />

bir bayraktan farksızdı. Zaferin örgütleyicileri ve galipleri ancak bu<br />

Meclis saflarından çıktı. Mustafa Kemal yalnız yetenekli bir asker<br />

gibi değil, aynı zamanda fevkalade bir teşkilatçı ve birinci mevkili<br />

diplomat olarak sahnede yer aldı. O bir fikir dehasıydı, ilham kaynağıydı<br />

ve son derece yararlı bir dava peşinde koşuyordu. Mustafa Kemal,<br />

Türkiye varolmazdan önce aşağılanıp küçümsendiği ve savaşta<br />

yok edildiği hesap edilen bir anda bir Millet Meclisi oluşturmayı başardı.<br />

Mustafa Kemal, Meclisi İstanbul’dan uzak, Ankara şehrinde<br />

meydana getirdi ve ondan sonra da Türkiye’nin savunmasına girişti.<br />

Türk halkı Ankara Millet Meclisi etrafına toplandı, parçalanmış ve<br />

bölünmüş Türk illeri keza bu Meclis etrafında birleşti, yine bu Meclis<br />

vasıtasıyla kitlelerde teşkilat ve zafer iktisadi ve kültürel kalkınma<br />

ruhu aşılandı. Politik yönde geri kalmış Türkiye’nin tarihi dersi<br />

başka halklar için de değerlidir. Türk halkı hemen hemen her şeyini<br />

kaybetmiş, hatta ölüm döşeğine yatırılmış bir halkın nasıl yeniden<br />

dirilebileceğini gösterdi.”<br />

Türk halkının savaşlarına “Rabotniçeski Vestnik” gazetesi<br />

de ilgi göstermektedir. Gazetenin 23 Kasım 1922 tarihli sayısının<br />

başyazısında şunları okuyoruz: “Mudanya mütarekesinden bu yana<br />

çok kısa bir zaman geçti. Ama tarih büyük devletlere acı bir lokma<br />

hazırladı, bu lokmayı büyük devletler ister istemez Lozan’da yutmaya<br />

mecbur kaldılar. Bu acı lokma, Türkiye’de düzenlenen Cumhuriyet<br />

Devrimci Darbedir. Türk halkı tarihin tekerleğinin General<br />

Harington’un kılıcı ile döndürülmesini beklemek istemiyordu.<br />

Bundan üç yıl önce Ankara’da başlayan Devrimci Ulusal Hareket,<br />

İstanbul’a ulaşmalı ve o yuvadan, zayıf ve müstemleke halkların üzerinde<br />

kırbaç oynatan zalimleri silah gücüyle diplomatik girişimler<br />

yardım etmeyince kovmalıydı. Türkiye’deki darbe yalnız Türkiye’deki<br />

Avrupa emperyalist hâkimiyetinin değil, bütün Asya müstemleke-<br />

919


920<br />

MÜMÜN TAHİR<br />

lerindeki hâkimiyetin temellerini sarstı.”<br />

Bulgar gazetelerinin büyük bir kısmı sayfalarında 29 Kasım<br />

1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edilmesine de gereken<br />

yeri ayırmış oldular. Gazeteler hemen hemen aynı görüşü paylaşıyordu,<br />

ki bu olay tarihin vekayinamesinde yer alacaktır. Gazetelerin<br />

belirttiklerine göre, bir imparatorluğun yıkıntılarından yepyeni, bağımsız<br />

bir Türk devleti doğdu. Böylece Türk halkının sosyal-politik<br />

ve ekonomik hayatında temelli değişiklikler meydana geldiğini gazeteler<br />

hem fikir olarak dile getirmişlerdir.<br />

Ben burada yorumlara meydan vermeden Bulgar gazetelerinin<br />

sayfalarında yer verdikleri yazıları olduğu gibi aktarıyorum. Bu, Bulgar<br />

halkı, Bulgar toplumu Türk halkının Ulusal Kurtuluş Savaşı’na<br />

büyük bir ilgi göstermekte, özgürlük ve bağımsızlık savaşında ona<br />

maddi ve manevi destek veriyor demektir.<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün ömrünün son nefesine dek<br />

Bulgaristan’a ve Bulgar halkına en iyi duygular beslediğini kanıtlayan<br />

örnekler bir değil, beş değil. Kemal <strong>Atatürk</strong> hayata gözlerini<br />

yumduğu 10 Kasım 1938 tarihine kadar Bulgaristan ile Türkiye arasında<br />

dostluk ve iyi komşuluğun galebe çalması için tüm gayretlerini<br />

esirgemeden mücadele vermiştir.<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün ölümü zamanın bütün basım araçlarında geniş<br />

çapta yansıtılmıştır. Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün ölümü münasebetiyle<br />

“Slovo” gazetesinin Başyazarı Meçkarov: “Mustafa Kemal Osmanlı<br />

İmparatorluğunun vücudunu acımasızca ameliyat eden bir cerrahtır.”<br />

diye yazmıştır.<br />

“Zora” gazetesinde ise Danail Krapçev: “<strong>Atatürk</strong>’ün davasının<br />

varlığını sürdüreceğinde hiç kimsenin asla kuşkusu olamaz. Fakat<br />

onunla birlikte ortadan üç şey kaybolacaktır: ateşin karakter, güçlü<br />

ve tükenmez enerji, fikir ve metin irade;” diye yazmıştır.<br />

“Slovo” gazetesinin Müdürü ve aynı zamanda milletvekili Todor<br />

Kojuharov 1938 <strong>yılında</strong> şunları kaleme almıştır: “<strong>Atatürk</strong>’ün<br />

şanlı ve şerefli adı Ankara karşısındaki kayalarda unutulmaz bir anı<br />

ve gelecek kuşaklar için bir ibadet dersi olarak ebedi yazılı kalacaktır.<br />

Bu yüce adam dünyamızda, bu topraklarda çağdaşımızcasına<br />

yaşadı. 0, yabancı askerlerin saldırılarını yıldırım darbesiyle<br />

geri itiyor, sanki keskin bir kılıçla yürütülen müzakerelere, imzala-


BULGAR BASININDA ATATÜRKVE TÜRK HALKININ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI<br />

(1919-1938)<br />

nan mukavelelere çözüm getiriyordu. Bir hamlede halifenin çelenk<br />

ve tahtını ortadan kaldırdı. Ülkesini kurtardı, umutsuzluğa kapılmış<br />

halkının ulusal ihtiraslarını uyandırdı ve modern sivil bir toplum yarattı.<br />

İşte, gözlerimizin önünde yoğrulan <strong>Atatürk</strong> mucizesi bundan<br />

ibarettir. Böyle bir eşsiz kişinin ölümünden sonra dünya artık o kadar<br />

ilginç değil.”<br />

Bulgar devletinin taziye arzları, başsağlıkları “Zora” gazetesinin<br />

10 Kasım 1938 tarihinde “Haşmetli Çarın <strong>Atatürk</strong>’ün Ölümü<br />

Münasebetiyle Başsağlıkları” beyannamesinde umumileştirilmiştir.<br />

Başlık altı olarak da “Diğer Taziyeler” ifadesini görüyoruz.<br />

Mustafa Kemal’in ölüm haberini alır almaz saray önündeki bayrak<br />

yarıya indirilmiştir. Çar Hazretleri Türk Meclisi Başkanı Abdülhalik<br />

Renda’ya başsağlığı telgrafı göndermiştir. Dahası var. Haşmetli<br />

Çarın emri üzerine Yaveri General Tsanev ve Kançelarya Müdürü<br />

Popov Sofya’daki Türk Sefiri Sn. Berker’i ziyaret ederek, kendilerine<br />

Çar Hazretlerinin taziyelerini bildirmişlerdir. Bundan başka<br />

Başbakan Dr. Köseivanov, Halk Meclisi Başkanı Sn. S. Moşanov,<br />

aynı zamanda diplomatik misyon yöneticileri de başsağlıklarında<br />

bulunmuşlardır.<br />

Gazetenin aynı sayısında daha birkaç makale yer almıştır. İngiliz<br />

gazetesi “Voyd Prays” anı ve kişisel izlenimler biçiminde şunları<br />

kaleme almıştır: “Eski Türkiye’yi tanıyanlar için, onun getirdiği yenilikler<br />

asla inanılası değildir. Bunlar büyük davanın bir başlangıcı<br />

oldu, ortaçağ Türkiye’si yepyeni bir devlet halini aldı. Kemal <strong>Atatürk</strong><br />

halkını ardıcıl bir surette, tüm gayretleriyle modern bir halka<br />

dönüştürdü. Kısa kısa buyruklarla bin yıllık müessese ve gelenekleri<br />

ortadan kaldırdı, yok etti.”<br />

“Zora” gazetesi 13 Kasım 1938 tarihli sayısında <strong>Atatürk</strong>’ün cenaze<br />

törenine katılan Bulgar heyetine ilişkin aynntılı bilgi vermektedir.<br />

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının ölüm münasebetiyle<br />

defın merasiminde Bulgaristan’ı temsil edecek olan resmi heyet tesbit<br />

edilmiştir. Heyeti oluşturanlar: Çar Hazretleri temsilcisi General<br />

Panov, Bulgar hükûmet temsilcisi - Savunma Bakanı General Teodosi<br />

Daskalov ve Bulgar Ordusu temsilcisi Başkent Garnizon Amiri<br />

General Konstantin Lukaş. Yine bu münasebetle cenaze merasimine<br />

72 Bulgar askerî gönderilecektir.<br />

921


922<br />

MÜMÜN TAHİR<br />

“Zora” gazetesi aynı yılın 17 Kasım sayısında Bulgar heyetinin<br />

ve Bulgar fahri bölüğünün Türkiye’de bulunmasına ilişkin bir yazı<br />

yazmıştır 20 Kasım sayında. General Daskalov, Türkiye Dışişleri<br />

Bakanı Sn. Saraçoğlu ile görüşmesi esnasında şöyle bir beyanatta<br />

bulunmuştur: “Ben sizlere Çar Hazretlerimizin, Bulgar hükûmetinin<br />

ve bütün Bulgar halkının Türkiye’nin kurtarıcısı ve yenilikçisi<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün ölüm sonucu dost Türk halkının uğradığı büyük kayıp<br />

münasebetiyle taziyelerini bildirerek bir memuriyet görevimi yerine<br />

getirmiş oluyorum. Biz onun mezarı önünde büyük saygıyla derinden<br />

başeğmeye ve Türk halkına kaybını metanetle karşılaması dileklerinde<br />

bulunmaya geliyoruz. <strong>Atatürk</strong> öldü. Fakat biz Türkiye’nin<br />

O’nun çizdiği yoldan ayrılmayacağına eminiz.” demektedir. Bakan<br />

Saraçoğlu’nun cevabı şöyledir: “Bulgaristan’ın Türk hükûmeti ve<br />

Türk halkının büyük kederi paylaşmasından büyük bir memnuniyet<br />

duymaktadır.”<br />

“Zora” gazetesi 22 Kasım 1938 tarihli sayısında “Sofya’da<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong>’ü Anma Toplantısı” başlığında bir yazıya yer vermiştir.<br />

(Toplantıda nutuklar irad edilmiştir.) “Geçen akşam Bilimler<br />

Akademisi Salonunda saat 6 buçukta Türkiye Cumhuriyeti Başkanı<br />

Kemal <strong>Atatürk</strong> anısına Bulgar-Türk Derneği girişimiyle bir anma<br />

toplantısı düzenlendi. Toplantıda Başbakan Sn. Köseivanov, bakanlardan<br />

Prof. Filov, İ. Kojuharov, İ. Nedev, Pavel Gruev, başta Sefir<br />

Sn. Berker olmak üzere Türk elçiliğinin tüm personeli, generaller,<br />

Yunanistan Sefıri Diamontopulos, yüksek düzeyde Dışişleri Bakanlığı<br />

memurlan, sabık bakan ve daha bir sıra seçkin kimseler hazır<br />

bulundular... İlk konuşmacı Bulgar-Türk Derneği Başkanı Prof.<br />

Petko Stoyanov: “Kemal <strong>Atatürk</strong> Türk halkının bütün dönemlerde<br />

yetiştirmiş olduğu en büyük şahıstır!” diyerek, bütün katılımcıları<br />

ayağa kalkmaya ve <strong>Atatürk</strong>’ün anısına saygı duruşunda bulunmaya<br />

davet etti.<br />

Sn. Stoyanov’dan sonra sabık Ankara Sefiri Sn. Todor Pavlov<br />

bir konuşma yaptı. O, konuşmasmda: “Türkiye halkı büyük evladı<br />

için yas tutmaktadır. <strong>Atatürk</strong> kimdir? 0, 1923 <strong>yılında</strong> Cumhuriyeti<br />

ilan ederek, egemenlik halka aittir, yasal ve icra kuvveti halkın elindedir,<br />

Türkiye Cumhuriyeti laik bir cumhuriyettir, din işleri tamamen<br />

devlet işlerinden ayrıdır, kadının haysiyet kırıcı durumdan kurtarılması<br />

gibi ilkeler esasına dayanan yeni bir Anayasa kabul ettirdi.<br />

O, sivil vatandaşlık cesaretine gelince Büyük Petro denen başka bir


BULGAR BASININDA ATATÜRKVE TÜRK HALKININ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI<br />

(1919-1938)<br />

büyük şahısla mukayese edilebilir. <strong>Atatürk</strong> fesleri ve feraceleri şahsen<br />

yırtıp atıyordu, bu da Büyük Petro’nun boyarlarının sakallarını<br />

şahsen kesip attığı gibi. Ben onun bahçesinde, <strong>Atatürk</strong> Orman<br />

Çiftliğinde 25 Bulgar bahçıvanının çalışmalarını gayet yakından izlemesine<br />

tanık oldum. Bu bahçıvanlar özel olarak Bulgaristan’dan<br />

davet edilmişlerdi. Sık sık Bulgarların dünyada en güzel bahçıvan<br />

olduğunu tekrarlıyordu. Bakanlarına ve yüksek düzeydeki devlet<br />

memurlarına uzağa gitmeden bazı etkinliklerin Bulgaristan’da nasıl<br />

gerçekleştirildiğine dikkat etmelerini ve onlardan örnek almalarını<br />

hatırlatıyordu.” diyordu.<br />

Üçüncü söz alan kişi sabık Genelkurmay Başkanı Yedek<br />

General Jekov idi. O, Sofya’da ataşemiliterlik görevi esnasında<br />

<strong>Atatürk</strong>’le görüşüp konuştuğu anılarından bazı anlar dile getirdi. “Yıl<br />

1914, mevsim sonbahardı. Ordunun genel kurmayına binbaşı Kemal<br />

de gelmişti. Onunla ilk görüşmemdi bu görüşme. Daha sonra birkaç<br />

defa daha görüşüp konuştuk... O, Bulgar askerinin çevikliğinden<br />

ve ahlaksal gücünden gurur duyduğunu belirtiyordu. Bulgar askerî<br />

bunu en iyi biçimde Balkan Savaşı esnasında göstermişti. Görüşmelerimizde<br />

dinsel, tarihsel ve politik olmak üzere türlü konulara değiniyorduk.<br />

Onun düşüncelerinde derin bir içerik vardı. Bugün onun<br />

büyük davasının meyvelerini görünce, tek iktidar için iktidara geldiğini<br />

asla düşünemeyiz. Hayır, o ancak davasının esiriydi, davasıyla<br />

büyülenmişti. O, açık görüşlüydü, o yüzden de iktidar olması ancak<br />

emellerinin gerçekleşmesine olanaklar yarattı. Onun yeniden doğan<br />

güçlü Türkiye’ye ilişkin planları dünden değildi. Bu plan onun tüm<br />

düşüncelerindeydi, onu çoktandır heyecanlandırıyor ve endişelendiriyordu.<br />

O, Bulgaristan’da bulunduğu esnada Bulgaristan’dan çok<br />

şeyler öğrenmişti. <strong>Atatürk</strong> bunu asla gizlemiyor ve görüşüp konuştuğu<br />

nice Bulgarlar önünde paylaşmaktan da çekinmiyordu.”<br />

Anma törenine gelen resmi katılımcılar Türkiye Cumhuriyeti<br />

Sefiri Sn. Berker’e başsağlığı dileklerinde bulundular.”<br />

Mustafa Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün iç dünyasını, karakter ve ahlakını çizerken<br />

vatan ve ulusuna olan sonsuz sevgisini olduğu gibi, alelade<br />

insanlara olan sevgi ve saygısını da dile getirirken “Deyli Telegraf’ın<br />

Ankara muhabiri “Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün Vasiyeti” başlığını taşıyan<br />

yazısından şu alıntıları anımsatmak isteriz. Alıntılar “Zora” gazetesinin<br />

22 Kasım 1938 tarihli sayısında verilmektedir. Orada şunları<br />

okuyoruz: “Anlıyorum ki, diyor İngiliz gazetecisi, Kemal <strong>Atatürk</strong><br />

923


924<br />

MÜMÜN TAHİR<br />

ölmezden önce 4 milyon İngiliz lirası tutarında olan servetinin üçe<br />

taksim edilmesini vasiyet etmiştir. Üçte biri onun savaş arkadaşı,<br />

halen dava devamcısı İsmet İnönü’nün üç evladının eğitimine, çünkü<br />

İnönü’nün hiçbir serveti olmadığını belirtmektedir. İkinci kısmı<br />

halen uçman olan, edinme kızı Sabiha Gökçen’e ve geri kalanı da<br />

<strong>Atatürk</strong>’ün hizmetinde bulunan kişilere dağıtılmıştır” demiştir.<br />

“Zora” gazetesi 11 Kasım 1938 tarihinde, Cuma günü, Basın<br />

Müdürü Danail Krapçev’in “Kemal <strong>Atatürk</strong>” başlığı altındaki yazısına<br />

yer vermektedir. Müellif yazısında:<br />

“Kemal <strong>Atatürk</strong> etrafa ışıl ışıl saçan gözlerini hayata yumdu.<br />

Politik sahneden kudretli, nttfuzlu, tükenmek bilmeyen enerjiye sahip<br />

birşahıs iniyor. Türk yenilikçisinin davası paha biçilemeyecek<br />

boyuttadır. O, Birinci Dünya Savaşı esnasında param parça edilen<br />

Türkiye’yi bir araya toplayıp bir bütün oluşturduktan sonra durgunluk<br />

içindeki Türk kitlelerini harekete geçirdi ve sivil bir hayata davet<br />

etti. Etrafındaki dava arkadaşları ile hep birlikte Kuran-ı Kerim’de<br />

yazdığı gibi teokratik değil, laik bir devlet örgütü oluşturdu.<br />

...Kemal <strong>Atatürk</strong> damgasını yalnız Türkiye Cumhuriyeti temelleri<br />

üzerine değil, güncel Türk politikası üzerine de vuruyordu. O,<br />

Türkiye’yi ilgilendiren her olaya derhal münasebet alıyor ve coşkuyla<br />

çözüm getirmeye çalışıyordu.”<br />

Adı geçen gazete (“Zora”) iki gün sonra (11 Kasım 1938)<br />

“<strong>Atatürk</strong>’ün Vasiyeti” başlığı altında yeni bir yazı neşretti. “...Vefat<br />

etmiş olan Kemal <strong>Atatürk</strong>’ün şöyle bir vasiyeti vardır, ki Türkiye<br />

bundan böyle dünyaya süngüleriyle değil, süngülerin de dayanağı<br />

olan ekonomisiyle poz verecektir.... Yeni Türkiye geçmişte olduğu<br />

gibi istilacı bir devlet değil, iktisadi bakımdan güçlü bir devlet oluşturmalıdır.<br />

Ordumuz vasıtasıyla eriştiğimiz, elde ettiğimiz zaferler,<br />

ancak gelecek zaferlerimizin zeminini hazırlamışlardır.... Yeni yeni<br />

ekonomik ve bilimsel zaferlere hazır olalım” diyerek sözünü tamamlamıştır.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!