28.09.2015 Views

SÖYLEV (1919 - 1927) ve DEMEÇLER (1928 - 1938)

SÖYLEV VE DEMECLER NUTUK HEPSİ

SÖYLEV VE DEMECLER NUTUK HEPSİ

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong> - <strong>1927</strong>)<br />

<strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong> - <strong>1938</strong>)<br />

Editör:<br />

Yrd.Doç.Dr. Erkan Şenşekerci<br />

Yayıma Hazırlayanlar:<br />

Yrd.Doç.Dr. Erkan Şenşekerci<br />

Dr. Mine Ersevinç<br />

Okt. Hayrettin Şahin<br />

Okt. Nilüfer İnceman Akgün<br />

Gözden Geçirilmiş II. Baskı<br />

BURSA - 2014


T.C. Uludağ Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yayınıdır.<br />

Atatürk, Mustafa Kemal, 1881-<strong>1938</strong><br />

Söylev (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> demeçler (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) / Mustafa Kemal<br />

Atatürk; editör: Erkan Şenşekerci ; yayıma haz. : Erkan Şenşekerci…[<strong>ve</strong><br />

başkaları]<br />

1. Atatürk, Mustafa Kemal, 1881-<strong>1938</strong>-Nutuk 2. Atatürk, Mustafa<br />

Kemal, 1881-<strong>1938</strong>-Siyasal <strong>ve</strong> sosyal görüşler 3. Türkiye-Tarih-Kurtuluş<br />

Savaşı, <strong>1919</strong>-1923 I. Şenşekerci, Erkan.<br />

923.1561 At17s 2014<br />

ISBN 978-975-6149-71-3<br />

Uludağ Üni<strong>ve</strong>rsitesi Basımevi<br />

Bursa - 2014


Çağımızın en büyük ulus yaratıcısı<br />

Mustafa Kemal Atatürk’e …


Önsöz<br />

Zaman yalnızca maddenin değil, düşünüşlerimizin, duyuşlarımızın,<br />

önceliklerimizin <strong>ve</strong> duyarlılıklarımızın da değişmesidir. Zaman aktıkça başka<br />

açılardan bakarak düşünmeye, başka türlü düşündükçe başka etkiler altında<br />

duyular geliştirmeye başlarız. Bu değişim önce önceliklerimizi, ardından duyarlıklarımızı<br />

dönüştürür. Geride kalana yönelik ayrıntılar, bilinç içinde ait oldukları<br />

yerlere yerleştirilirken, güncel üzerindeki belirleyiciliğini yitirmiş iyi ya da<br />

kötü anılara dönüşürler. Böylece geçmişle ilişki kurarken bizi kuşatıp sağlıklı<br />

düşünmemizi engelleyen gerilim azalır. Kozmik zamanın son noktası bizmişçesine,<br />

“yolun sonuna geldik” hissiyatı içinde yansıttığımız kavgacı üslup kendimize<br />

bile yersiz <strong>ve</strong> çocuksu görünmeye başlar.<br />

Toplumların kolektif zaman bilinci de böyledir. Birlikte yaşamanın getirdiği<br />

aidiyet <strong>ve</strong> sahiplenme ilişkileri çoğu zaman birleştirici fakat bazen de ayrıştırıcı<br />

kimlik inşalarını <strong>ve</strong> kimlikler üzerinden yürüyen çatışmaları kaçınılmaz<br />

kılar. Ebedi <strong>ve</strong> ezeli bir kimlik olmamasına <strong>ve</strong> dönüşmeyecek hiçbir kimlik bulunmamasına<br />

rağmen, toplumsal kutupların kimlik çatışmasına evren sanki<br />

kendi kimlikleri üzerine kurulmuş <strong>ve</strong> kıyamet de o kimlik üzerinde kopacakmış<br />

saplantısıyla girmeleri, kimliğin geçmişin argümanlarına göre kodlanmasından<br />

kaynaklanmaktadır. Gelecek, fizik gerçeklik olarak henüz yoktur. Bugün ise,<br />

olmakta olandır; oluşumu henüz tamamlanmamış <strong>ve</strong> doğal olarak henüz tanımlanmamıştır.<br />

Yaşanmamış bir gelecek <strong>ve</strong> belirsiz bir bugün, aidiyet <strong>ve</strong> sahiplik<br />

arayışındaki rotamızı “maddi kaçınılmazlık” olarak geriye yöneltir <strong>ve</strong><br />

geçmişte bir yerde konumlandırır.<br />

Bu bağlamda meşrebi, mezhebi, kökeni, dili ya da dini ne olursa bütün<br />

toplumsal kutuplar bir kimliğin etrafında birleşmek için geçmişe doğru yolculuğa<br />

çıkmak ortak paydasında toplanır <strong>ve</strong> aynı davranışı sergilerler. Aralarındaki<br />

tek fark, bugün içinde bulundukları durum <strong>ve</strong> o durumun izin <strong>ve</strong>rdiği<br />

gelecek tasarımına uygun geçmiş temsilleridir. Her toplumsal kutbun bir gelecek<br />

tasarımı vardır <strong>ve</strong> doğal olarak her kutup o tasarımla özdeşleşen kimliğini<br />

o tasarımın miladı olduğunu varsaydığı bir geçmiş noktasından başlatır. Dolayısıyla,<br />

kimimiz biraz uzak bir tarihten yola çıkarken, kiminiz ise daha yakın bir<br />

tarihten başlarız. Fakat asla kaçamayacağımız şey, nereden başlamış olursak<br />

olalım ondan giderek uzaklaşacağımız gerçeğidir.<br />

Sevilsin ya da sevilmesin, onaylansın ya da reddedilsin, Atatürk, bu<br />

ülkenin tarihinde, kuruluşunda, kurumlarında <strong>ve</strong> kurallarında vardır. Bedenen<br />

var olduğu dönemde hakkında neredeyse hiç konuşulamamıştır. Sonra uzunca<br />

bir zaman yalnızca “iyi şeyler” konuşulmuştur. Ve nihayet neredeyse “yalnızca<br />

kötü şeyler”in konuşulmasının meşru sayıldığı bir aşamaya gelinmiştir. İnsanların<br />

bir gün önce hayal bile edemeyeceklerinin yarın gerçeğe dönüşmesi tarihin<br />

diyalektiği gereğidir <strong>ve</strong> bu bağlamda bu geçişlerin hepsi toplumun geçmişiyle<br />

yüzleşmesinin sancılarıdır. Sözgelimi Atatürk’ün bir zaman hiç konuşulmamış<br />

olması, zaten haklarında hiç konuşulamamış bir hükümdarlar tarihinin ardın-


dan çok sıra dışı bir durum olmasa gerektir. Atatürk’ün bir dönem yalnızca “iyi<br />

şeyler” çerçe<strong>ve</strong>sinde konuşulmuş olması, “Kralım çok yaşa!” ya da “Padişahım<br />

çok yaşa!” yüceltmesinin yanında, abartılı bir methiye sayılmasa gerektir. Ve<br />

nihayet Atatürk hakkında konuşulacak kötü şeyler de olduğuna inananların da<br />

konuşmaya başlamış olması, devrimleri takip eden güç çatışmalarına bakıldığında<br />

hiç de beklenmedik bir gelişme sayılmaz.<br />

Yaşamı okurken, bilim penceresinden bakmayı ihmal etmeyen eğitilmiş<br />

insanların tüm bu dönüşümler hakkında unutmamaları gereken iki şey<br />

vardır: (i) Tüm bu geçişler olabildiğince gerilimli başlar, fakat hiçbir ateşin kaçamayacağı<br />

gibi, bütün gerilimlerin sonu küllenmektir. (ii) Gerilimin doruk<br />

noktasına ulaştığı nokta, sübjektivite <strong>ve</strong> bilgi kirliliğinin en yoğun olduğu noktadır.<br />

Gerilim azaldıkça, kolektif bilgi giderek elekten geçirilip nesnelleşir.<br />

Türk toplumu bazen ağır bazen aksak, bazen iç bazen dış dinamiklerle<br />

modernleşmekte <strong>ve</strong> demokratikleşmektedir. Yerel kimlikleri dönüşmekte, evrensel<br />

olanla karşılaşmaktadır. Tüm kurum <strong>ve</strong> kuralları sorgulanmakta, birlikte<br />

yaşanabilir ortak değerler aranmaktadır. Tüm bunlar olup biterken, sürecin<br />

akışkanlığı gerek bilgi birikimimiz gerekse de çatışma <strong>ve</strong> uzlaşma konusundaki<br />

tutum <strong>ve</strong> becerilerimiz nispetinde yol almaktadır.<br />

Atatürk, bir bakıma bu büyük değişme girdabının merkezi olarak kabul<br />

edilebilir. Herkes, baktığı yere, sahiplendiği kimliğe, ardından koşturduğu gelecek<br />

tasarımına, bilgi birikimine <strong>ve</strong> tartışma kültürüne bağlı olarak ona kendince<br />

bir anlam yüklemekte <strong>ve</strong> değer biçmektedir. Kimisi yalnızca anlamaya<br />

çalışmakta, kimisi tamamen kayıtsız kalıp umarsız bir tutum takınmakta, kimisi<br />

yılmaz bir savunucu üslubunu benimseyip göğsünü ona siper etmekte, kimisi<br />

ise yılmaz bir savcı ya da yargıç rolüne bürünerek onu tarih önünde mahkûm<br />

etmeye çalışmaktadır. Tüm bu farklı bakış açıları en az Atatürk kadar vardırlar,<br />

en az Atatürk kadar gerçektirler <strong>ve</strong> en az onun kadar olağandırlar. Toplumların,<br />

gerilimi azaltacak bilgi <strong>ve</strong> fikir çatışması süreçlerinde anormal olan insanların<br />

farklı olması değil, ortak bir metodoloji <strong>ve</strong> evrensel bir adalet anlayışında<br />

buluşamamış olmalarıdır. Toplumlar gerilim dönemlerinde tarihi yargılarlar,<br />

gerilim sona erdiğinde ise tarih bir “öğrenme” nesnesine dönüşür. Başka deyişle,<br />

tarihin kendinde içkin bir anlamı yoktur. Ona anlamı biz yükleriz.<br />

İşte tarih ister yargıladığımız bir şey olsun, isterse öğrendiğimiz bir şey;<br />

eğitilmiş insanlara, vicdan sahiplerine, adalet duygusu <strong>ve</strong> hakkaniyet bilinci<br />

gelişmiş yurttaşlara düşen görev, aydınlatmaya <strong>ve</strong> aydınlanmaya çalıştıkları<br />

konu her ne olursa olsun, bakılabilecek tüm açılardan bakmaksızın mutlak<br />

yargılar <strong>ve</strong> dahası kalıp yargılar geliştirmekten kaçınmak olmalıdır. Bu bağlamda,<br />

kendisine hemen her açıdan bakılan, çözümlenen, eleştirilen <strong>ve</strong> değer<br />

biçilen Atatürk’ün, ister yalnızca öğrenmek, ister övmek, ister yermek, isterse<br />

yargılamak amacıyla ele alınmış olsun, ona onun penceresinden de bakmamak<br />

adil yargılama açısından, ahlak açısından <strong>ve</strong> bilimsel nesnellik açısından<br />

sığ bir bakış olur.


Sonuç olarak bilgili ya da bilgisiz, cahil ya da âlim, taraf ya da karşıt<br />

olalım, Atatürk hakkında konuşmak nasıl bir hak ise, onun “özsavunma”sını<br />

(Nutuk) dinlemek de o ölçüde ödevdir. Böyle bir ilişki, konuya tamamen yabancı<br />

kalmayı yeğleyenler için elbette bağlayıcı değildir; ancak bir “özsavunma”ya<br />

kulak <strong>ve</strong>rmek, müdahil olmak isteyenler ya da gerçeğin arayışında<br />

olanlar için bilimsel bir yöntem, hukuksal bir norm, ahlaki <strong>ve</strong> felsefi bir erdem<br />

konusudur.<br />

Atatürk <strong>ve</strong> Türk Devriminin bilim, hukuk <strong>ve</strong> felsefe zemininde, gerilimden<br />

uzak, nesnel <strong>ve</strong> birleştirici bir bakış açısıyla doğru okunması konusunda<br />

özenli <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>rili çalışmalar yürüten tüm Rektörlerimize <strong>ve</strong> ortak derslerin Üni<strong>ve</strong>rsitemizin<br />

ulaştığı bilimsel düzeye koşut bir gelişme göstermesi için yoğun<br />

çaba harcamış tüm Bölüm Başkanlarımıza teşekkür ediyor <strong>ve</strong> derin saygılarımızı<br />

sunuyoruz.


Sunuş<br />

Atatürk’ün Büyük Söylevi, önemi <strong>ve</strong> vazgeçilmezliğine karşın, okunması<br />

güç bir yapıttır. Gerek hacmi, gerek özgün dili <strong>ve</strong> gerekse de odaklandığı<br />

konuların ayrıntılarına girişiyle; okurun, güçlü bir okuma alışkanlığının, zengin<br />

bir sözcük dağarcığının <strong>ve</strong> yeterli düzeyde bir tarih bilgisinin bulunmasını zorunlu<br />

kılmaktadır. Bütün okurlarda böylesine bir çok yönlülük beklemek çözüm<br />

olmadığına <strong>ve</strong> Söylev’in önemini göz ardı ederek okunmasından vazgeçemeyeceğimize<br />

göre; izlenmesi gereken en uygun çözümün Söylev’in okura<br />

uyarlanması olduğu anlaşılmaktadır.<br />

Ne var ki aslında böyle bir çalışma da gerektirdiği uzmanlık <strong>ve</strong> disiplinler<br />

arası işbirliği nedeniyle aslında son derece güç <strong>ve</strong> risklidir. Çünkü okunabilir<br />

bir Söylev, ortalama okura ulaşabilmek açısından, Söylev’in kendisi dışında<br />

birçok dışsal çalışma gerektirmektedir: Doğru bir başlıklandırma, Söylev’in<br />

yazıldığı koşulları <strong>ve</strong> tarihsel dayanaklarını içeren kapsamlı bir önsöz,<br />

Söylev’in aslına sadık kalan güçlü bir özleştirme <strong>ve</strong> sadeleştirme; harita, kroki,<br />

fotoğraf <strong>ve</strong> karikatür gibi canlandırıcı görsel öğeler; kişi, yer <strong>ve</strong> kuruluş adları<br />

dizini, kavramlar sözlüğü <strong>ve</strong> zamandizin çizelgesi bu dışsal öğeler arasında ilk<br />

akla gelenlerdir.<br />

Milli Eğitim Bakanlığı’nın okunmasını önerdiği Temel Eserler listesinde<br />

arasında yer aldığı için Söylev’in her geçen gün farklı bir kuruluştan yayımlanmış<br />

örneklerini görmek sevindirici bir gelişmeyse de yukarıda belirttiğimiz<br />

gereklilikleri karşılayan Söylev baskılarının çok sayıda olduğunu ne yazık ki<br />

şimdilik söylemek olanaklı değil. Kaldı ki okunabilir olduğu kadar eğitim amaçlı<br />

bir materyal niteliği taşıyan Söylev baskıları gelecekte artsa bile, yüzlerce<br />

baskı örneği arasından doğru baskıları seçme ölçütlerine sahip olmak <strong>ve</strong> bunları<br />

herhangi bir dersler ilişkilendirerek kullanabilmek de başlı başına bir sorun<br />

gibi görünüyor.<br />

Konuya yetişkin eğitimi düzeyinde bakıldığında, üni<strong>ve</strong>rsite yönetimlerinin<br />

yaratıcı girişimlerde bulunarak her zaman alternatifler üretebildikleri <strong>ve</strong><br />

üretebilecekleri söylenebilir. Söylev gibi bir başyapıtın temel <strong>ve</strong> orta öğretim<br />

düzeyinde ihmal edilmiş olmasından kaynaklanan eksiklikleri gidermek adına<br />

üni<strong>ve</strong>rsitelerin özerk kararları görece çözüm olabilir. Kaldı ki üni<strong>ve</strong>rsiteler geriye<br />

dönük “yerine koyma” çalışmalarını yalnızca belirli yapıtların öğrenciye kazandırılması<br />

konusunda değil, genel olarak eğitim sisteminin bütününde gerçekleştirmektedir.<br />

Söylev’in okunması konusunda bir örnek <strong>ve</strong>recek olursak, Uludağ<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi Senatosu’nun 2002-2003 akademik yılından başlayarak, Söylev’i<br />

tüm lisans programlarına zorunlu seçmeli ders olarak koymuş olması üzerinde<br />

durabiliriz. Sonradan başka bazı üni<strong>ve</strong>rsitelerde de uygulanmaya başlayan bu<br />

ders, Söylev’in okunması konusunda, ilk yıllarda bekleneni <strong>ve</strong>rememişse de<br />

birinci sınıf öğrencilerine okutulmakta olan Atatürk İlkeleri <strong>ve</strong> İnkılâp Tarihi<br />

derslerinin tamamlanması, derinleştirilmesi <strong>ve</strong> pekiştirilmesi anlamında kesin-


likle yararlı olmuştur. Dersin, Söylev’in okutulmasına katkı sağlama konusundaki<br />

sıkıntıları ise, edindiğimiz deneyimlere bakarak söylersek, sırf bu ders için<br />

bir program geliştirme çalışması yapılamamış olmasından kaynaklanmaktadır.<br />

Böyle olunca da ders genellikle iyi niyetli içerik önerilerinin listelendiği <strong>ve</strong> bir<br />

yarıyıl içinde tamamlanmaya çalışıldığı bir ders olmuştur. Sonuç olarak da ya<br />

aşırı güncelleşerek Söylev’den uzaklaşan ya da Söylev’e aşırı derecede odaklanarak<br />

onu güncelle ilişkilendirme başarısı gösteremeyen çeşitli denemeler,<br />

zaten homojen bir topluluk oluşturmayan öğrenciler üzerinde bütüncül bir etki<br />

uyandıramamıştır.<br />

Bu nedenle bu çalışma öncelikle, önemli hedefleri olan bir dersin yeniden<br />

programlanmasına dayanıyor olması açısından önem taşımaktadır. Yapılan<br />

ön çalışma ile dersin genel amacı <strong>ve</strong> kazanımları konusundaki belirsizlikler<br />

giderilmiş <strong>ve</strong> dersin adının hakkını <strong>ve</strong>rebilmek için Söylev’in okunmasından<br />

ödün <strong>ve</strong>rmeyen, fakat onu tarihsel <strong>ve</strong> tematik bir bağlam ile ilişkilendiren bir<br />

içerik oluşturulmuştur. Böylece ortaya şöyle bir tablo çıkmıştır:<br />

• Öğrenciler bu derste ilk iki hafta boyunca Söylev’in yaratıcısını <strong>ve</strong> yaratının<br />

bütün yönlerini tanıyacaklardır.<br />

• İzleyen altı hafta boyunca, bir ekip çalışmasıyla <strong>ve</strong> özgün metinden yola çıkarak<br />

sil baştan özleştirip sadeleştirdiğimiz Söylev’i okuyacaklardır.<br />

• Sonraki altı hafta boyunca da Atatürk’ün, Söylev’in okunmasından sonraki<br />

<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong> dönemindeki diğer söylev <strong>ve</strong> demeçlerinden özel bir seçkiyi inceleyip<br />

yorumlayacaklar <strong>ve</strong> böylece Atatürk’ün Samsun’a çıkışından ölümüne<br />

uzanan yaklaşık 20 yıllık bir dönemi süreklilik, bütüncüllük <strong>ve</strong> tutarlılık<br />

içinde kavrayacaklardır. Öğrencilerin bu bölümde okuyacakları hukuk,<br />

ekonomi, eğitim, bilim, kültür, sanat <strong>ve</strong> dış politika konuları özellikle seçilmiştir.<br />

Çünkü birincisi, Söylev’in kendisi bir askeri <strong>ve</strong> siyasal tarih yapıtı<br />

olarak bu konuları içermemektedir. İkincisi ise, Söylev’in okunmasından<br />

sonraki dönem bir savaş dönemi değil, Türkiye’nin bu alanlarda kat ettiği<br />

bir restorasyon dönemi olmuştur. Dolayısıyla, oluşturulan bölümler yalnızca<br />

zamandizinsel değil, ama aynı zamanda tematik açıdan da birbirini tamamlayıcı<br />

niteliktedir.<br />

• Atatürk’ün Demeçleri üzerine kurulan bu son altı ünitede, dil <strong>ve</strong> anlatım<br />

yönünden Atatürk’ün Söylev’inin sunulduğu birinci bölümün havasına sadık<br />

kalınmış <strong>ve</strong> belirtilen temalar, bu çalışmayı yapan akademisyenlerin öznel<br />

yorum <strong>ve</strong> değerlendirmeleriyle değil, yoğun bir biçimde Atatürk’ün düşünce<br />

<strong>ve</strong> sözleriyle sunulmuştur.


İÇİNDEKİLER<br />

BÖLÜM I.<br />

KISIM I<br />

ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE DÜNYASI<br />

ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE DÜNYASINI ETKİLEYEN<br />

SÜREÇ VE ETMENLER ................................................................... 3<br />

I.1. Atatürk’ün Düşünce Dünyasını Etkileyen Olaylar <strong>ve</strong> Olgular .................... 3<br />

I.2. Atatürk’ün Düşünce Dünyasını Etkileyen Düşünce Akımları .................... 6<br />

I.3. Atatürk’ün Düşünce Dünyasını Etkileyen Kişiler ...................................... 7<br />

BÖLÜM II.<br />

BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong> ÜZERİNE ........................................................... 11<br />

II.1. Söylev’in Okunduğu Dönemin Değerlendirilmesi .................................. 11<br />

II.2. Söylev’in Hazırlanışı <strong>ve</strong> Amaçları ......................................................... 12<br />

II.3. Söylev’in İçerik Özellikleri <strong>ve</strong> Dili .......................................................... 14<br />

II.4. Söylev’in Yapısı <strong>ve</strong> Niteliği ................................................................... 17<br />

KISIM II<br />

ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>)<br />

BÖLÜM I.<br />

ULUSAL DİRENİŞİN ÖRGÜTLENMESİ ......................................... 21<br />

I.1. Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da ........................................................... 21<br />

I.2. Amasya Genelgesi <strong>ve</strong> Kongreler Süreci .................................................. 33<br />

I.3. Sivas Kongresi <strong>ve</strong> Savaşımın Ulusallaşması ............................................ 49<br />

BÖLÜM II.<br />

İSTANBUL HÜKÜMETLERİNİN İHANETİ ..................................... 65<br />

II.1. Damat Ferit Paşa Hükümeti Dönemi .................................................... 65<br />

II.2. Ali Rıza Paşa Hükümeti Dönemi ........................................................... 82<br />

II.3. Amasya Görüşmeleri <strong>ve</strong> Bırakışma Döneminin Sonu ............................ 98<br />

BÖLÜM III.<br />

ULUSAL DİRENİŞİN ANKARA’DA TOPLANMASI ....................... 119<br />

III.1. Ankara’nın Direniş Merkezi Olması .................................................... 119<br />

III.2. Son Osmanlı Parlamentosu <strong>ve</strong> Ulusal Ant .......................................... 132<br />

III.2. İstanbul’un İşgali <strong>ve</strong> Ulusal Bir Meclise Doğru .................................... 150


BÖLÜM IV.<br />

ULUSAL BAĞIMSIZLIK SAVAŞI ................................................. 159<br />

IV.1. TBMM’nin Açılması <strong>ve</strong> Tepkiler ........................................................ 159<br />

IV.2. Cephelerin Açılması <strong>ve</strong> İlk Zaferler .................................................... 178<br />

IV.3. İlk Utkuların Etki <strong>ve</strong> Sonuçları ........................................................... 195<br />

BÖLÜM V.<br />

BÜYÜK UTKU VE ONURLU BARIŞ............................................. 215<br />

V.1. Büyük Taarruz Hazırlıkları ................................................................. 215<br />

V.2. Mudanya Mütarekesi ......................................................................... 219<br />

V.3. Lozan Barışı <strong>ve</strong> Monarşinin Sonu ....................................................... 241<br />

BÖLÜM VI.<br />

CUMHURİYETİN KURULMASI VE SİYASAL DEVRİM ................ 255<br />

VI.1. Cumhuriyetin Kurulması ................................................................... 255<br />

VI.2. Halifeliğin Kaldırılması ...................................................................... 265<br />

VI.3. Gericiliğin Yenilgisi <strong>ve</strong> Atatürk’ün Gençliğe Seslenişi ......................... 277<br />

KISIM III<br />

DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

BÖLÜM I.<br />

ATATÜRK’ÜN EGEMENLİK KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ ......... 297<br />

I.1. Temel Kavramlar: Egemenlik <strong>ve</strong> Ulusal Egemenlik ............................... 297<br />

I.2. Atatürk’ün Ulusal Egemenlik Konusundaki Demeçleri .......................... 300<br />

BÖLÜM II.<br />

ATATÜRK’ÜN HUKUK KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ ................. 305<br />

II.1. Temel Kavramlar: Hukuk <strong>ve</strong> Hukuk Düzeni ........................................ 305<br />

II.2. Atatürk’ün Hukuk Konusundaki Demeçleri ......................................... 306<br />

BÖLÜM III.<br />

ATATÜRK’ÜN EKONOMİ KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ ............ 313<br />

III.1. Temel Kavramlar: Ekonomi <strong>ve</strong> Ekonomik Sistem ............................... 313<br />

III.2. Atatürk’ün Ekonomi Konusundaki Demeçleri ..................................... 314


BÖLÜM IV.<br />

ATATÜRK’ÜN EĞİTİM VE BİLİM KONULARINDAKİ<br />

<strong>DEMEÇLER</strong>İ ............................................................................... 323<br />

IV.1. Eğitim <strong>ve</strong> Bilimin Devlet <strong>ve</strong> Toplum İçin Önemi ................................ 323<br />

IV.2. Atatürk’ün Eğitim <strong>ve</strong> Bilim Konusundaki Demeçleri ........................... 325<br />

BÖLÜM V.<br />

ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR VE SANAT KONULARINDAKİ<br />

<strong>DEMEÇLER</strong>İ ............................................................................... 333<br />

V.1. Kültür <strong>ve</strong> Sanatın Devlet <strong>ve</strong> Toplum İçin Önemi ................................. 333<br />

V.2. Atatürk’ün Kültür <strong>ve</strong> Sanat Konusundaki Demeçleri ............................ 334<br />

BÖLÜM VI.<br />

ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ ...... 341<br />

VI.1. Atatürk’ün Uyguladığı Dış Politika Stratejileri <strong>ve</strong> Sonuçları ................. 341<br />

VI.2. Atatürk’ün Dış Politika Konusundaki Demeçleri ................................. 346<br />

KAYNAKÇA ............................................................................... 349


KISIM I<br />

ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE<br />

DÜNYASI


ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE DÜNYASI 3<br />

BÖLÜM I<br />

ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE DÜNYASINI ETKİLEYEN<br />

SÜREÇ VE ETMENLER<br />

I.1. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE DÜNYASINI ETKİLEYEN OLAYLAR VE<br />

OLGULAR<br />

Tüm insanlar gibi Mustafa Kemal Paşa de hiç kuşkusuz içinde bulunduğu<br />

toplumsal <strong>ve</strong> kültürel çevrenin <strong>ve</strong> yaşadığı döneme damgasını vuran<br />

büyük olay <strong>ve</strong> akımların etkisi altında kalmıştır. Ancak büyük liderlere<br />

özgü bir ayrıcalık olarak etkilendiği tüm değişkenleri toplu bir değerlendirme<br />

içinde yeni bir bireşime, özgün bir anlatım dünyası olan yeni bir düşünsel<br />

çerçe<strong>ve</strong>ye <strong>ve</strong> uygulanabilir bir eylemselliğe dönüştürerek çağına <strong>ve</strong><br />

toplumuna etki eden bir baş aktör olmuştur. Fransız yazar Paul Gentizon,<br />

bu ayrıcalığı onun Makedonya bölgesinde doğmuş <strong>ve</strong> yetişmiş olmasına<br />

bağlamış <strong>ve</strong> Makedonya’nın önemli ihtilal girişimlerinin kaynağı olduğunun<br />

<strong>ve</strong> Niyazi Bey, Talat, En<strong>ve</strong>r, Mustafa <strong>ve</strong> Mehmet Ali Paşalar gibi ihtilalcileri<br />

de üretmiş olduğunun göz ardı edilmemesi gerektiğini öne sürmüştür.<br />

Atatürk’ün düşünce dünyasını etkilediği belirtilen olay <strong>ve</strong> olgular<br />

konusunda geniş bir yelpaze oluşturmak olanaklıdır. Ancak biz, belirlemiş<br />

olduğumuz amaç <strong>ve</strong> kazanımlar kapsamında Atatürk’ün düşünsel kimliğinin<br />

felsefî derinlik, dayanak, gerekçe <strong>ve</strong> hedeflerini belirleyen beş temel<br />

başat olay üzerinde durmakla yetineceğiz: Fransız Devrimi, Osmanlı Devleti’nin<br />

Çöküşü, Doğu Sorunu, Meşrutiyet Denemeleri <strong>ve</strong> Ulusal Bağımsızlık<br />

Savaşı.<br />

Fransız Devrimi: Atatürk’ün düşünce <strong>ve</strong> eylemlerinde Fransız<br />

Devrimi’nin büyük bir etkisi olduğu açıktır. Bunun en geçerli kanıtı da<br />

Fransız Devrimi hakkındaki değerlendirmeleri <strong>ve</strong> Türk demokrasisinin,<br />

1789 devriminin açtığı yolda ancak kendine özgü nitelikte gelişmekte olduğuna<br />

dikkat çekmiş olmasıdır. Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı yıllarında,<br />

Fransız Devriminin yıldönümü nedeniyle 14 Temmuz 1922’de Ankara’daki<br />

Fransız Temsilciliğinde düzenlenen törene katılması <strong>ve</strong> bir konuşma<br />

yapması, onun 1789 Devrimine <strong>ve</strong>rdiği önemi göstermektedir. Ko-


4 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

nuşmasına, “Fransız ulusunun 14 Temmuz ulusal bayramı, biraz da ruhunda<br />

özgürlük <strong>ve</strong> bağımsızlık aşkını taşıyan bütün ulusların bayramıdır.”<br />

diye başlayan Mustafa Kemal, ihtilallerin başlıca üç nedeni bulunduğunu<br />

belirterek bunları “özgürlükten yoksunluk”, “ekonomik yapı” <strong>ve</strong> “yönetimsizlik,<br />

halka karşı davranış” olarak sıraladıktan sonra sözlerini şöyle sürdürmüştü:<br />

“Başlangıçta ayaklanma <strong>ve</strong> ihtilal biçiminde görülen hareket, yerini<br />

bir devrime bırakır. Fransız İhtilali de bu dönemlerden geçmiş <strong>ve</strong> ulusun<br />

toplumun vicdanında yerleşmiştir. Onun için evrensel olmuştur. Baylar, işte<br />

bugün 1789 Temmuzunun 14. gününü burada kutluyoruz <strong>ve</strong> bu, Fransızların<br />

ulusal bayramı olduğu kadar henüz özgürlüklerine kavuşmamış<br />

ulusların da sevinecekleri bir gündür. Türk tarihinde de istilacı orduların<br />

İzmir’den denize dökülmesi, bizim ulusal tarihimiz için dünya tarihinde<br />

yepyeni bir dönem olacaktır. Bu da artık istila için hiçbir memleketin özgürlük<br />

<strong>ve</strong> bağımsızlıklarını yok etmeye olanak bulunmayışıdır. Eğer haksızlığa<br />

uğramış Asya <strong>ve</strong> Afrika ulusları, bizim bağımsızlık mücadelemizden bir<br />

ibret dersi almışlarsa kendileri için pahalıya da mal olsa, bu yola gireceklerdir.<br />

Özgürlük <strong>ve</strong> bağımsızlıktan yoksun bir ulus için, yaşamanın ne anlamı<br />

ne de zevki vardır. Baylar, bizim Asya’yı ayaklanmaya <strong>ve</strong> savaşmaya<br />

sürükleyişimiz, Fransız ulusunu kahramanca hareketlere sürükleyen nedenlerden<br />

daha az kuv<strong>ve</strong>tli <strong>ve</strong> daha az mantıkî değildir.”<br />

Bu sözler, Mustafa Kemal’in özgürlük <strong>ve</strong> bağımsızlık anlayışının kökeninde<br />

Fransız Devrimi’nin yattığını, onun Türk Kurtuluş Savaşı ile Fransız<br />

Devrimi arasında kurduğu ilişkiyi <strong>ve</strong> Türk bağımsızlık savaşımının sömürgeci<br />

devletlerin yönetimi altında bulunan Asya <strong>ve</strong> Afrika ülkelerinin<br />

ulusal bağımsızlıkları için ilk büyük örnek olacağı hakkındaki inancını, hiç<br />

yoruma yer bırakmayacak açıklıkta göstermektedir. Mustafa Kemal Paşa,<br />

yeni Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olarak Le Matin gazetesi muhabirine <strong>ve</strong>rdiği<br />

<strong>ve</strong> 8 Mart <strong>1928</strong> günkü Hâkimiyeti Milliye’de yayımlanan demecinde,<br />

Fransız Devrimi’nin önemini bir kez daha vurgulayarak Türk Devrimi ile<br />

ilişkisini şöyle belirtiyordu:<br />

“Fransa İhtilali bütün dünyaya özgürlük düşüncesini yaymıştır <strong>ve</strong><br />

bu düşüncenin bugün de esas <strong>ve</strong> kaynağı bulunmaktadır. Ancak o tarihten<br />

bu yana insanlık ilerlemiştir. Türk demokrasisi, Fransa İhtilalinin açtığı yolu<br />

izlemiş ancak kendine özgü belirgin nitelikte gelişmiştir. Çünkü her ulus,<br />

devrimini, toplumsal ortamın baskılarına <strong>ve</strong> gereksinmelerine bağlı olan<br />

durum <strong>ve</strong> konumuna <strong>ve</strong> bu ihtilal <strong>ve</strong> devrimin olduğu zamana göre yapar.”<br />

Fransız Devriminden esinlenmek <strong>ve</strong> ona dayanarak, kendi döneminin<br />

koşullarına <strong>ve</strong> ulusal gereklere uygun yeni bir devrimin baş düşünü-


ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE DÜNYASI 5<br />

rü olmak, hiç kuşkusuz, Fransız Devrimine yol açan düşünceleri, akımları<br />

kabullenmek <strong>ve</strong> özgürlük, bağımsızlık gibi ana kavramları yerleştirmeye,<br />

geçerli kılmaya çalışmak demektir.<br />

• Osmanlı Devleti’nin Çöküşü: Osmanlı toplumunun iç dinamikleri,<br />

mevcut toprak <strong>ve</strong> siyaset düzenini sürdürecek değil, bozacak biçimde<br />

bir değişim geçirmiş <strong>ve</strong> 19. yüzyıla girilirken çeşitli iç <strong>ve</strong> dış etkenlerin<br />

baskısı altında devleti, çöküşün eşiğine getirmişti. Öte yandan devletin<br />

yoğun baskı <strong>ve</strong> gücü nedeniyle, bu iç dinamikten iktidar seçeneği olabilecek<br />

güçte kurtarıcı <strong>ve</strong> devrimci bir toplumsal muhalefet de ortaya çıkamamıştı.<br />

Dolayısıyla siyasal bir muhalefetin olmadığı çöküş sürecinde, devletin<br />

tüm dizginleri bürokrasinin eline geçmiş <strong>ve</strong> bu sayede daha seçkin <strong>ve</strong><br />

dokunulmaz bir konum elde eden bürokrasi giderek kendini <strong>ve</strong> devleti de<br />

yozlaştıran bir yönetim zihniyetini kurumsallaştırmaya yönelmişti. Bu çözülmenin<br />

doğal sonucu olarak, Osmanlı Devleti, bütün bir 19. yüzyıl boyunca,<br />

bir yandan devletin dağılması öte yandan da bunun önlenmesi uğrunda<br />

gerçekleştirilen yenilikler üzerinde gelişme gösterdi. Ancak eski olan<br />

ile yeni olanı bir arada yaşatma tutkusu nedeniyle yeniliklerden beklenilen<br />

amaçlar bir türlü gerçekleşmiyor; devlet hızla çözülürken, sürekli yitirdiği<br />

savaşlar sonucunda da kaygı <strong>ve</strong>rici ölçüde küçülüyordu. Nitekim 1878<br />

Berlin Barışı’nın ardından Balkanlardaki konumu iyice zayıflamış; Kuzey<br />

Afrika, Akdeniz, Ege <strong>ve</strong> Doğu Anadolu’daki topraklarını büyük ölçüde yitirmişti.<br />

Daha da kötüsü 20. yüzyıl başlangıcında tüm umudunu, diktatör<br />

bir partinin entrikalarıyla kendisini içinde bulu<strong>ve</strong>rdiği bir savaşa bağlamıştı<br />

<strong>ve</strong> bilindiği gibi sonuç, Mustafa Kemal Paşa’nın görev yaptığı Çanakkale<br />

dışında, tüm cephelerde Osmanlı’nın aleyhine olmuştu. Bu askerî olduğu<br />

kadar siyasal anlamda da Osmanlı varlığının sonu anlamına geliyordu. İmparatorluğun<br />

çöküşüne tanık olmak, Mustafa Kemal <strong>ve</strong> kuşağını endişelendirmekteydi.<br />

Duyarlı kimseler olmaları, birtakım gizli örgütlenmelere gitmelerine<br />

yol açtı <strong>ve</strong> bu durum onları -kendileri asker olmasına karşın- ekonomik,<br />

siyasal <strong>ve</strong> toplumsal alanlarda araştırmaya yöneltti.<br />

• Doğu Sorunu: Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecine<br />

girmesiyle birlikte, Batılı Devletlerin “Türklerin Avrupa’dan atılması <strong>ve</strong> Doğulu<br />

kalmaya zorlanması” bağlamında bir içerik kazanmış olan bu politikası,<br />

Atatürk’ün gençlik yıllarından başlayarak bu konuda yoğun bir okuma<br />

<strong>ve</strong> inceleme uğraşısı içinde olmasına yol açmıştır.<br />

• Meşrutiyet Denemeleri: Meşruti demokrasi ya da diğer bir<br />

ifadeyle iktidarın sınırlandırılması arayışları, Atatürk’ü, bir yandan Avrupa’da<br />

gelişmekte olan anayasal devlet <strong>ve</strong> temel hak <strong>ve</strong> özgürlüklere dayalı<br />

siyasal geleneklerin oluşumuna yol açmasından dolayı, öte yandan da bu<br />

gelenekleri kurumsallaştırma arzusu içinde olan değişim yanlısı genç bir<br />

kuşağın doğumunu sağlaması nedeniyle etkilemiştir.


6 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

• Ulusal Bağımsızlık Savaşı: Bağımsızlık Savaşımız Atatürk’ün<br />

toplumsal <strong>ve</strong> kültürel yapının derinliklerine inmesine yol açmış <strong>ve</strong> bu eşsiz<br />

deneyim içerisinde, büyük öndere kuramsal <strong>ve</strong> düşünsel birikimini ülke<br />

gerçeklerine uyarlama <strong>ve</strong> eyleme dökülebilir bir biçimde tasarlama şansını<br />

<strong>ve</strong>rmiştir.<br />

I.2. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE DÜNYASINI ETKİLEYEN DÜŞÜNCE AKIMLARI<br />

Atatürk’ün düşünce yapısının oluşumunda öncelikle dikkati çeken<br />

şey, onun tekil <strong>ve</strong> öğretiye dayalı bir kaynaktan beslenmek yerine, esnek<br />

bir “çok perspektiflilik” içinde çağının tüm akım <strong>ve</strong> düşünce sistemlerinden<br />

yararlanma yoluna gitmiş olmasıdır. Kuşkusuz bu kaynakların tümü eşit bir<br />

önem <strong>ve</strong> ağırlığa sahip değildir. Türk ulusunun nesnel koşullarına, kişilik<br />

özelliklerine <strong>ve</strong> doğasına en uygun <strong>ve</strong> dönemin temel sorunlarının çözülmesinde<br />

en çok yarar sağlayabilecek olanlar ön plana çıkmıştır. Sözgelimi<br />

bir model olarak Fransız Devrimi <strong>ve</strong> onun etki <strong>ve</strong> serpintileri içinde ulusalcılık,<br />

cumhuriyetçilik <strong>ve</strong> laiklik akımları; Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması<br />

sürecinde Türk aydınları tarafından üretilmiş düşünsel çözüm yollarından<br />

Türkçülük <strong>ve</strong> Batıcılık gibi akımlar <strong>ve</strong> yine Bolşevik Devrimi’nin<br />

kimi halkçı <strong>ve</strong> devletçi uygulamaları, onun düşünce yapısının oluşumunda<br />

daha belirleyici olan öğeler olarak görülmektedir. Elbette, tümünün seçiminde<br />

<strong>ve</strong> kaynağında öncelikle toplumsal koşul <strong>ve</strong> gereksinimler vardır ki<br />

büyük önder de bu durumu şöyle dile getirmektedir:<br />

“… Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız<br />

Türk ulusu <strong>ve</strong> bir de uluslar tarihinin bin bir facia <strong>ve</strong> ıstırap kaydeden<br />

yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır…”<br />

Bu, “Ata-Türk Devrimi”nin ulusun koşul <strong>ve</strong> gereksinimleri doğrultusunda<br />

halk adına <strong>ve</strong> demokratik bir hükümet kurulması yoluyla yapılmış<br />

olduğu” anlamına gelen bir açıklamadır. O koşul <strong>ve</strong> gereksinimleri kısaca<br />

anımsayalım: Devrim <strong>ve</strong> özgürlük, varlık <strong>ve</strong> onurun kurtarılmasına yönelik<br />

bir bağımsızlık savaşı sürecinde <strong>ve</strong> sonrasında gerçekleştirilmiş <strong>ve</strong> tüm bu<br />

süreçte üç kutuplu bir koalisyonun aşılması gerekmiştir:<br />

• Dünya Savaşı’ndan yengiyle çıkmış <strong>ve</strong> Türk ulusunun bağımsız<br />

var oluş haklarını tanımayan devletler,<br />

• Gerek teknik yapısı <strong>ve</strong> işleyişiyle gerek kadro yapısıyla <strong>ve</strong> gerekse<br />

de toplum üzerindeki olumsuz etkileriyle ömrünü <strong>ve</strong> görevini<br />

tamamlamış Osmanlı bürokrasisi <strong>ve</strong> o bürokrasinin temel kurumları,<br />

• Yüzyıllar içinde kökleşmiş olan toplumsal <strong>ve</strong> siyasal kültür.


ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE DÜNYASI 7<br />

Tüm bu siyasal düşünce akımlarının yanı sıra Atatürk’ün düşünce<br />

<strong>ve</strong> eylemlerinde Akılcılık (Rasyonalizm) <strong>ve</strong> Olguculuk (Pozitivizm)’un da<br />

belirgin izleri görülmektedir. Özellikle de din konusunda <strong>ve</strong> inançla ilgili<br />

tüm gerçeklerin ölçütü olarak bireysel düşünceyi temel almasında, akılcılığın<br />

tüm özelliklerinden yararlanmıştır. Nitekim akılcılığın büyük temsilcilerinden<br />

Descartes’in Discours sur la Méthode adlı yapıtını Türkçe’ye çevirterek<br />

Milli Eğitim Bakanlığı’na yayımlatmış olması da bu eğilimin önemli bir<br />

göstergesidir.<br />

Yine olguculuk da Mustafa Kemal’in gençlik yıllarına damgasını vuran<br />

önemli düşünsel akımlardan birisidir. Ancak, “Yaşamda en gerçek yol<br />

gösterici bilimdir” diyen Atatürk’ün olguculuğu, bir Auguste Comte izleyiciliğinden<br />

çok, insan düşüncesinin eriştiği bir aşama biçiminde gelişme göstermiştir.<br />

Nitekim Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin “Allah’ı İnkâr mümkün<br />

müdür?” adlı yapıtını okuyan büyük önder, kitapta anılan doğulu <strong>ve</strong> batılı<br />

düşünürleri şu sözlerle değerlendirmişti:<br />

“Allah’ı inkâr mümkün müdür? eserini bitirdim. Bütün filozoflar,<br />

değişik dinlere bağlı olan doğalcılar, akılcılar, maddeciler, bilgeler, düşünürler,<br />

mutasavvıflar, hepsi, ruhun var olup olmadığını, ruh <strong>ve</strong> maddenin<br />

bir ya da ayrı olup olmadığını <strong>ve</strong> ruhun kalıcı olup olmadığını inceliyor. Bu<br />

incelemelerde bilim <strong>ve</strong> tekniğe dayananlar kabul edilebilir. İmam Gazali,<br />

İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi Müslüman imamların sözleri ise genel anlayıştan<br />

büsbütün başkadır. Dindar düşünürler kuralları, bilimleri, teknikleri <strong>ve</strong> felsefeyi<br />

şeriatın sözlerini yorumlamak için evirip çevirmeye çaba göstermişler.”<br />

Bu sözler, yukarıda da belirttiğimiz gibi Mustafa Kemal’in tek bir<br />

öğretinin ya da düşünürün izleyicisi olmadığını, onların tümünü değerlendirerek<br />

kendince bir sonuca <strong>ve</strong> senteze varmak istediğini bir kez daha göstermektedir.<br />

I.3. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE DÜNYASINI ETKİLEYEN KİŞİLER<br />

• Arkadaşları <strong>ve</strong> Öğretmenleri: Atatürk, gerek gittiği okullarda<br />

gerekse karargâhlarda, dönemindeki kimi arkadaşlarından da etkilenmiştir.<br />

Bunlar arasında, Manastır Askeri Lisesi’nde iken arkadaş olduğu <strong>ve</strong> başta<br />

şiir olmak üzere yazınla tanışmasını sağlayan Ömer Naci ile yine okulda<br />

tanımış olduğu <strong>ve</strong> Fransız yazarlarını keşfedeceği kapıyı açan (Ali) Fethi<br />

Okyar’ı ilk sırada anmak doğru olacaktır. Selanik Askeri Ortaokulu’nda öğrenim<br />

görürken kendisinden hem Fransızca’yı hem de ülkenin temel sorunlarını<br />

öğrendiği <strong>ve</strong> Vatan <strong>ve</strong> Hürriyet Derneğini kurarken yardım aldığı<br />

Fransızca Öğretmeni Yzb. Nakiyüddin Yücekök ile Manastır Askeri Lise-


8 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

si’nde öğrenciyken tarih öğretmeni olan <strong>ve</strong> hakkında “Kendisine minnet<br />

borcum var, bana yeni bir ufuk açtı” diye söz ettiği Topçu Kolağası Mehmet<br />

Tevfik Bilge ise Atatürk’ün düşünce dünyasına yön <strong>ve</strong>ren öğretmenleri<br />

arasında ilk anılacak simalardır.<br />

• Dönemin Türk Aydınları: Romantizm akımını benimsememekle<br />

birlikte, “Türk ulusunun yüzyıllardan beri beklediği sesi” sözleriyle değerlendirdiği<br />

Namık Kemal; yine Meşrutiyet dönemi düşünürlerinden <strong>ve</strong><br />

ünlü “Tahlil-i <strong>ve</strong> Tenkidi Tarih-i İslam” adlı yapıtın da yazarı olan Şehbenderzade<br />

Filibeli Ahmed Hilmi; ulusalcı ozanlardan Mehmet Emin (Yurdakul);<br />

zorbalığa karşı direnip insanlığı yükseltmeye yönelen Tevfik Fikret;<br />

kültür, uygarlık, halk <strong>ve</strong> ulus kavramları üzerinde önemli bilimsel çalışmalar<br />

yürütmüş olan toplumbilimci Ziya Gökalp; aslen Polonya kökenli olan <strong>ve</strong><br />

ünlü “Eski <strong>ve</strong> Yeni Türkler” adlı araştırmanın sahibi tarihçi Mustafa Celalettin,<br />

Atatürk’ün etkilendiği Türk aydınları arasında sayılabilir.<br />

• Yabancı Düşünür <strong>ve</strong> Bilimciler: Cumhuriyetçilik, anayasacılık<br />

<strong>ve</strong> özgürlük gibi konularda, başta ünlü “Toplumsal Sözleşme” olmak<br />

üzere bütün yapıtlarını okuduğunu Meclis kürsüsünden dahi övünçle belirttiği<br />

Fransız düşünür J.J. Rousseau; yine güçler ayrılığı ilkesi <strong>ve</strong> yasaların<br />

yargısal denetimi konusunda önemli çalışmaları bulunan <strong>ve</strong> ünlü “Yasaların<br />

Ruhu” adlı yapıtın da yazarı olan Montesquieu; Türk tarihinin uzun<br />

geçmişi <strong>ve</strong> büyüklüğü konusunda bulgular içeren çalışmalarından etkilendiği<br />

Fransız tarihçi Leon Cahun; Türk tarihinin İslamiyet öncesinde de var<br />

olduğunu <strong>ve</strong> bütünsel bir uygarlık olarak ele alınması gerektiğini ortaya<br />

koyan ünlü tarihçi Deguignes; İslam tarihini İslam toplumlarının toplumsal<br />

yapısı açısından <strong>ve</strong> nesnel bir biçimde inceleyerek 5 ciltlik bir İslam Tarihi<br />

yapıtı yazmış olan tarihçi Leone Caetani; bölgesel antlaşmalardan başlayarak<br />

bir Birleşik Dünya Devletinin kurulmasına uzanan perspektifte dünya<br />

barışı için çaba harcamış ünlü İngiliz tarihçi Herbert George Weels; ırkçılığın<br />

yaygın olduğu bir dönemde uygarlık tarihine ırkçı olmayan bir bakış<br />

açısıyla yaklaşan <strong>ve</strong> Türklerin “barbar” olarak tanımlandığı bir dünyada<br />

ırksal olarak Ari özellikleri gösterdiklerini ortaya koyan J.A. Gobineau <strong>ve</strong><br />

Eugéne Pittard, Atatürk’ün etkilendiği yabancı düşünür <strong>ve</strong> bilimciler arasında<br />

öncelikle akla gelenlerdir.<br />

Gerek Türk gerekse yabancı olsun, Atatürk’ü kitaplarıyla etkileyen<br />

aydın, düşünür <strong>ve</strong> bilimci listesini uzatmak olanaklıdır. Ancak Atatürk’ün<br />

3750 dolaylarında kitap okumuş olduğu dikkate alındığında, böyle bir listenin<br />

çalışma amaçlarımızın sınırlarını aşacağı açıktır. Kaldı ki Atatürk,<br />

önemli bilgi <strong>ve</strong> düşüncelerin altını çizerek, özel işaretler <strong>ve</strong> uyarılar koyarak,<br />

kişisel notlar <strong>ve</strong> özel yazılar düşerek okuduğu için, aslında uzun bir<br />

okuma listesi sunmak da anlamlı değildir. Onun iç dünyasına kitaplar üze-


ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE DÜNYASI 9<br />

rinden yapılacak bir yolculuğun, tüm bu kişisel notları da çözümlemesi gerekir<br />

ki örneğin Gürbüz Tüfekçi’nin 1983 yılında yapmış olduğu “Atatürk’ün<br />

Okuduğu Kitaplar” adlı böyle bir özet çalışma ancak 2 cilde sığabilirken;<br />

Anıtkabir Derneğince yürütülen benzeri, fakat daha ayrıntılı bir çalışmanın<br />

ise 24 cilde ulaşacağı öngörülmüştür. Sonuç olarak burada, Atatürk’ün<br />

Okuduğu Kitaplar başlıklı bir listeye yer <strong>ve</strong>rmek hem olanaksız hem<br />

de anlamsızdır. Bu nedenle Atatürk’ün okuma türlerini tematik olarak sınıflandırmak<br />

daha yararlı <strong>ve</strong> düşündürücü olacaktır. Buna göre, okuduğu<br />

Türkçe kitapların ağırlıklı olarak “dilbilim, yabancı dil, İslam tarihi, kamu<br />

hukuku, felsefe, devrimler tarihi, Osmanlı tarihi, Türklerin tarihi <strong>ve</strong> uygarlık<br />

tarihi” konularında olduğu söylenebilir. Yabancı dildeki kitaplar arasında<br />

ise daha çok “farklı ülkelerin tarihi <strong>ve</strong> coğrafyaları, dünya <strong>ve</strong> okyanus coğrafyası,<br />

dünya tarihi, devrimler tarihi, uygarlık tarihi <strong>ve</strong> eski kavimlerin dilleri”<br />

ön plana çıkmaktadır.<br />

Bu denli bir okuma alışkanlığının yaşam deneyimleriyle de birleşerek<br />

üst düzey bir birikime yol açmış olması; kitapların, Atatürk’ün düşünce<br />

dünyasında yalnızca okuduğu değil, yazarak <strong>ve</strong>rdiği kişisel ürünler olarak<br />

da yer almasına yol açmıştır. Bir bakıma, Çiçero’nun “Kitaplar, kitaplardan<br />

yapılır” sözünde olduğu gibi, eylem sahnesinin arka dekorunu kitaplardan<br />

inşa eden büyük önder, eylemlerinin arasında yazma etkinliğini de katmış<br />

<strong>ve</strong> yazılı kültürümüzün harcına unutulmaz yapıtlar bırakmıştır: Bölüğün<br />

Muharebe Eğitimi, Cumalı Ordugâhı, Takımın Muharebe Eğitimi, Taktik <strong>ve</strong><br />

Tatbikat Gezisi, Geometri, Subay <strong>ve</strong> Komutan ile Konuşmalar, Medenî Bilgiler.<br />

Ve elbette, bir ulusun başı, başkomutanı <strong>ve</strong> cumhurbaşkanı olarak bir<br />

başyapıtı bırakmıştır: Söylev. Nedir Söylev <strong>ve</strong> neden bir başyapıttır? Bu soruya<br />

da izleyen bölümde yanıt arayalım.


ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE DÜNYASI 11<br />

BÖLÜM II<br />

BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong> ÜZERİNE<br />

II.1. <strong>SÖYLEV</strong>’İN OKUNDUĞU DÖNEMİN DEĞERLENDİRİLMESİ<br />

Cumhuriyetin 1930 Dünya Ekonomik Bunalımı’na kadar olan ilk<br />

yedi yıllık evresi, dünyada da savaş sonrası süregelen bunalımların, geçici<br />

bir dengeye bağlandığı dönemdi. Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı<br />

sonunda ortaya çıkan siyasal tablo <strong>ve</strong> yenenlerce bir bakıma dayatılan<br />

sözde barış antlaşmaları, enkazı <strong>ve</strong> tozları henüz kalkmamış dünya savaşının<br />

her an güçlü bir artçısının olabileceğini göstermekteydi. Bu nedenle,<br />

sağlanan istikrar ortamı aslında oldukça temelsiz <strong>ve</strong> göreliydi. ABD, Almanya<br />

<strong>ve</strong> Japonya’da refahın yükselmesi, Avrupa’nın demokrasi <strong>ve</strong> dikta<br />

rejimleri arasında bir bölünme sürecine girmesi, Latin Amerika’da sosyalizm,<br />

Kuzey Afrika’da ise bağımsızlık arayışlarının güçlenmesi, dönem içinde<br />

öncelikle dikkati çeken gelişmeler olacaktı. Bu arada, Birinci Dünya Savaşı’nın<br />

Batı demokrasilerinde uyandırdığı imgeler “ölüm, yıkım, dehşet,<br />

ziyan <strong>ve</strong> savaşın tümüyle boşuna olduğu” yönünde gelişmekteydi. Ayrıca<br />

var olan tüm kötülükler de 1914 Temmuzunda alınan kararın budalalığına<br />

mal edilmeye başlanmıştı. Dolayısıyla, savaştan yenik çıkan Alman <strong>ve</strong> Macar<br />

ulusları ile İtalya <strong>ve</strong> Fransa’nın doyumsuz faşistleri dışında; savaş <strong>ve</strong><br />

militarizm karşıtlığı gündemin ana maddesi haline gelmeye başlamış <strong>ve</strong> silahsızlanma<br />

politikaları öne çıkmıştı. Bu tablo içersinde, Türkiye’nin de bir<br />

demokrasi arayışı içinde olduğu, ancak çevresini kuşatan komşularının ise<br />

henüz bu aşamaya gelememiş oldukları dikkat çekmekteydi. Dolayısıyla,<br />

sıklıkla tanık olunan bir yanılsamanın tersine; Türkiye, 20. yüzyılı bir demokrasi<br />

yüzyılına taşımak konusunda Avrupa’ya öykünmek şöyle dursun,<br />

pek çok Avrupa ulusuna yol göstericilikte bulunduğu bir noktadaydı.<br />

Ne var ki demokratikleşme konusundaki bu içtenlik <strong>ve</strong> istikrar, ne<br />

yazık ki ülkenin nesnel koşullarından kaynaklanan çeşitli engellerden de<br />

olumsuz yönde etkilenmekteydi. Ülkenin, özellikle de ekonomik, toplumsal<br />

<strong>ve</strong> kültürel koşulları, demokrasiyi yaygın <strong>ve</strong> yerleşik bir yaşam biçimi durumuna<br />

getirebilmek için, daha yapılması gereken bir çok yenilik <strong>ve</strong> deği-


12 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

şiklik olduğunu gösteriyordu. Söylev’in okunduğu <strong>1927</strong> yılının ortam <strong>ve</strong><br />

panoramasını kavramanın, yalnızca Söylev’i değil, fakat Türk Devriminin<br />

koşullarını kavramaya da katkı sağlayacağı düşüncesiyle, bazı temel göstergelere<br />

ana çizgileriyle bir göz atalım: 1<br />

<strong>1927</strong> Türkiye’si, ilk bakışta, yalnızca % 10,6’sı okur-yazar olan <strong>ve</strong><br />

% 16,3’ü kentlerde oturan 14 milyon nüfuslu bir köylü toplumu görüntüsü<br />

<strong>ve</strong>rmekteydi. İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Bursa <strong>ve</strong> Konya dışında nüfusu<br />

40 bini aşan kent yoktu. Çalışan nüfusun ezici bir bölümü tarım kesiminde<br />

üretim yaparken, başta sanayi <strong>ve</strong> ticaret olmak üzere diğer meslek<br />

kollarında istihdam edilenler yok denecek kadar azdı.<br />

Tüm bu tarım ülkesi görüntüsüne karşın, ülke topraklarının yalnızca<br />

% 4,86’sı ekilmiş durumdaydı <strong>ve</strong> bu ekili alanların da % 89,5’i tahıl idi.<br />

Dolayısıyla bu genç tarım ülkesinde; pamuk, tütün, susam, afyon <strong>ve</strong> patates<br />

gibi sınaî bitkiler ya da baklagiller henüz eser miktarda üretim düzeyindeydi.<br />

Tarımda makineleşmenin “yüz dönüm başına 3 tarım makinesi”<br />

oranını aşamadığı dikkate alındığında, bu acı tablodan başka türlüsü de<br />

düşünülemezdi.<br />

İlkel bir geçimlik üretim düzenini karşılayan bu koşullar elbette, sanayi<br />

sektörü için de geçerliydi. Sayıları 65 bine ulaşan sanayi kuruluşlarının<br />

yarısının etkinlik alanı, tarımsal sanayi idi. Kaldı ki bütün kuruluşların<br />

% 79’u, çalışan sayısının 3 kişiyi geçmediği küçük atölyelerden oluşmakta<br />

<strong>ve</strong> % 95,68’i de motor gücünden yoksun bir biçimde üretim yapmaktaydı.<br />

Tüm bu koşullar, gençliğe bırakılan olumlu kazanım <strong>ve</strong> yapıtların<br />

yanında, onlara derin sorumluluklar da yükleyen <strong>ve</strong> çağdaşlaşmak için neyi<br />

aşmaları gerektiğini açık bir biçimde tanımlayan koşullardı. İç siyasal<br />

kavga, görece sona ermiş; Bağımsızlık Mahkemelerinin etkinliğine son <strong>ve</strong>rilmiş<br />

<strong>ve</strong> Mustafa Kemal Paşa <strong>ve</strong> kadrosu üstünlük gücünü tümüyle ellerine<br />

almışlardı. Şimdi sıra toplumu dünü, bugünü <strong>ve</strong> yarını açısından aydınlatmak<br />

<strong>ve</strong> tasarlanan köklü devrimlerin arkasına, toplumsal bir destek koyabilmekteydi.<br />

Büyük Söylev, bu amaç için çalışan en görkemli araçlardan<br />

birisi olacaktı.<br />

II.2. <strong>SÖYLEV</strong>’İN HAZIRLANIŞI VE AMAÇLARI<br />

Büyük Önder, <strong>1927</strong> yılı başlarından itibaren Ankara’da geceli gündüzlü<br />

süren <strong>ve</strong> belgelere dayanan büyük bir incelemeye koyulmuştu. Son<br />

derece önemli belgelerle yüklü bu kişisel dosyalarını tek tek açıyor; her ba-<br />

1<br />

İstatistiksel bilgiler için bkz.: Cavit Orhan Tütengil, “<strong>1927</strong> Yılında Türkiye”, Atatürk’ün Büyük Söylev’inin<br />

50. Yılı Semineri, Ankara: TTK Yay., 1980, s. 55-70.


ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE DÜNYASI 13<br />

kanlığa ayrı ayrı hazırlattırdığı 1920-1926 dönemine ait ayrıntılı raporları<br />

tarıyordu. Ulaştığı bulgu <strong>ve</strong> düşünceleri, baygın düşüren bir yoğunluk içerisinde<br />

yazıcılarına kaleme aldırıyor, gündüz yazılan tüm bu metinleri, akşam<br />

olduğunda Ankara’daki aydınların eleştiri <strong>ve</strong> değerlendirmelerine sunuyordu.<br />

2 Beklenmedik bir kalp krizi geçirmemiş olsaydı, Çankaya’da başlattığı<br />

bu çalışmayı yine Çankaya’da tamamlayacaktı. Ancak bu rahatsızlık, doktorlarının<br />

da önerisiyle, deniz havasında dinlenmesini gerektirdiğinde, 1<br />

Temmuz <strong>1927</strong>’de, 8 yıldır ayak basmadığı İstanbul’a geçmeye karar <strong>ve</strong>rdi.<br />

Sağlık durumu değişmiş ancak çalışma kararlılığı değişmemişti. Çankaya’daki<br />

gizemli çalışmasını Dolmabahçe Sarayı’na taşıdı <strong>ve</strong> aynı yılın 30<br />

Eylülüne dek süren bir çabayla incelemesini tamamladı. 3<br />

Ardından Ankara’ya döndü <strong>ve</strong> incelemesini TBMM’nin ikinci binasında,<br />

İsmet Paşa’nın Parti Başkan Vekili olarak başkanlık ettiği Cumhuriyet<br />

Halk Partisi’nin ilk büyük kongresinin 15-20 Ekime denk gelen ilk altı<br />

gününde okuyarak sundu. Millet<strong>ve</strong>killeri, parti temsilcileri, hükümet temsilcileri,<br />

üst düzey komutanlar, yabancı diplomatlar <strong>ve</strong> özel da<strong>ve</strong>tlilerin bulunduğu<br />

bir topluluğa yapılan konuşma 36 saat 31 dakika sürmüş <strong>ve</strong> başta<br />

Hâkimiyet-i Milliye olmak üzere altı gün boyunca gazetelerden günü gününe<br />

yayımlanmıştı. CHP’nin savaş kazanan <strong>ve</strong> devlet kuran parti niteliğini<br />

vurgulamak amacıyla, Sivas Kongresi birinci kongre kabul edildiğinden<br />

“ikinci” sıfatıyla açılan Kongrede, Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasının<br />

ana teması, Kurtuluş Savaşının <strong>ve</strong> kurulan yeni devletin bilânçosu idi. Gazi,<br />

dünya hitabet tarihinde eşine az rastlanır kapsamda bir hesap <strong>ve</strong>rmekte<br />

<strong>ve</strong> Batılıların tanımladığı gibi bir “Konuşma Maratonu” 4 ortaya koymaktaydı.<br />

Bu bir Söylev idi. Genç bir subay olduğu yıllarda hitabet yeteneği ile<br />

tanınan, bu yeteneklerini gerek Kurtuluş Savaşını yönetirken gerekse de kişisel<br />

külliyatını oluştururken en etkin bir biçimde kullanan büyük önder,<br />

gündemi yeni bir yapıt, bir başyapıt ile denetimi altına almıştı.<br />

Peki, ama neden? Bu sorunun yanıtını En<strong>ve</strong>r Ziya Karal’ın saptamalarında<br />

arayalım.<br />

“Atatürk, önemli gördüğü konularda düşüncelerini yazı ile saptamayı<br />

se<strong>ve</strong>rdi. Askerlik görevleri sırasında bu görevleri ile ilgili 5 kitap <strong>ve</strong> iki<br />

büyük rapor yazmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında, gazetelerde isimsiz maka-<br />

2<br />

3<br />

4<br />

Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları, İstanbul, 1953, s. 460; Yakup Kadri Karaosmanoğlu,<br />

“Hatıralar: Yorulmak Bilmez Atatürk”, Ulus, 13 Temmuz 1961.<br />

İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: III, İstanbul, 1948, s. 714; Afet İnan, “Atatürk’ün Büyük Nutuk’unun Müs<strong>ve</strong>ddeleri<br />

Üzerinde Arkadaşlarının Eleştirilerini Dinlemesi <strong>ve</strong> Gençliğe Seslenişi”, Atatürk’ün Büyük<br />

Söylev’inin…, s. 33-38; Muzaffer Erendil, “Atatürk’ün Nutuk (Söylev) Adlı Eseri Üzerine Bir İnceleme”,<br />

IX.Tarih Kongresi-Bildiriler, Cilt: III, Ankara: TTK Yay., 1989, s. 1872.<br />

İsmail Arar, Büyük Nutuk’un Kapsamı, Niteliği, Amacı”, Atatürk’ün Büyük Söylev’inin…, s. 120.


14 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

leleri çıkmıştır. Daha sonraları, yine çeşitli konularda, isimsiz makaleleriyle,<br />

mütareke devri anılarını da yayımlamıştır. Öte yandan Kurtuluş Savaşı sırasında<br />

Ankara Hükümetinin haberleşme araçları yetersizdi. İstanbul’da da<br />

sıkıyönetim vardı. Devrim olayları yalnız yabancılar için değil, kendi yurttaşlarımız<br />

için de oluşum <strong>ve</strong> nedenleri bakımından yeteri kadar açık değildi.<br />

Bir açıklama gerekti. Kurtuluş Savaşından sonra, savaşa karışmış olan<br />

kişiler, anılarını yayımlamaya başlamışlar <strong>ve</strong> kimileri, savaşı başlatmış olduklarına<br />

başlıca etken oldukları iddiası içindeydiler.” 5<br />

Atatürk, Kurtuluş Savaşı bittikten sonra, komutanların, <strong>ve</strong> devlet<br />

adamlarının yayınladıkları anı kitaplarında <strong>ve</strong> gazetelerde yoğun olarak çıkan<br />

beyanat, demeç <strong>ve</strong> röportajlarda, Ulusal Bağımsızlık Savaşı hakkında<br />

doğru olmayan bilgilerin bulunduğunu görmüştür. Bu yanlış bilgilerin, gelecek<br />

kuşaklarda bilgi kirliliğine neden olacağını düşünmüş <strong>ve</strong> olayların<br />

gerçek nitelikleri hakkında bilgi sahibi olabilmek için, onların asıl nedenlerinin<br />

<strong>ve</strong> etmenlerinin bilinmesi gerektiğini savunmuştur. Bu nedenle Söylev’i,<br />

belgelere dayalı olarak kaleme almıştır. Bu belgeler, 19 Mayıs <strong>1919</strong><br />

gününden başlayarak, özellikle kendisinin karargâhında sakladığı tüm yazışmalardan,<br />

Meclis açıldıktan sonraki tutanaklardan <strong>ve</strong> bakanlıklara hazırlattığı<br />

ayrıntılı raporlardan oluşmaktadır.<br />

İşte bu koşul <strong>ve</strong> gerekçeler içerisinde, Mustafa Kemal Paşa <strong>1927</strong> yılının<br />

ilk yarısında bir anlamda halkın belleğinden <strong>ve</strong> görüş alanından uzakta<br />

yaşanan 9 yıllık bir dramı belgelerle sunmak, bu dönemde rol oynayan<br />

kişi <strong>ve</strong> grupların sicilini ortaya koymak, gelinen noktayı çözümlemek <strong>ve</strong> gidilmekte<br />

olan yolu göstermek amacıyla esaslı bir konuşma için yoğun bir<br />

çalışma içerisine girmişti. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın kendisi de Söylev’inin<br />

amacını, yine Söylev’indeki bir kesitte şöyle açıklamıştı:<br />

• Geçmişte kalan kimi olayların yani tarihin doğru anlaşılmasına<br />

yardımcı olmak.<br />

• Ulusal varlığımız için önemli olan konularda, ulusun <strong>ve</strong> gelecek<br />

kuşakların dikkatli <strong>ve</strong> uyanık olmasını sağlamak.<br />

II.3. <strong>SÖYLEV</strong>’İN İÇERİK ÖZELLİKLERİ VE DİLİ<br />

Söylev, zamansal olarak 19 Mayıs <strong>1919</strong> ile Çerkes Ethem <strong>ve</strong> Reşit<br />

Bey’den para <strong>ve</strong> silah yardımı almış Hacı Sami çetesinin, Atatürk’e suikast<br />

girişiminin anlatıldığı 27 Ağustos <strong>1927</strong> tarihleri arasında kalan dönemi konu<br />

edinmektedir. Bununla birlikte metnin güncel <strong>ve</strong> geleceğe yönelik bir<br />

uyarı niteliğini taşıyan Gençliğe Hitabe ile bittiği göz önüne alınırsa zaman-<br />

5<br />

En<strong>ve</strong>r Ziya Karal, Atatürk’ün Büyük Söylev’inin…, s. 30 (Tartışmalar <strong>ve</strong> Açıklamalar Bölümü).


ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE DÜNYASI 15<br />

sal kapsamın bitiş tarihi olarak Söylev’in okunduğu son gün, yani 20 Ekim<br />

<strong>1927</strong> tarihi de kabul edilebilir. Nitekim Atatürk de Söylev’de “Dokuz senelik<br />

ef’al <strong>ve</strong> icraatımız” cümlesine yer <strong>ve</strong>rerek kapsamın <strong>1927</strong>’ye kadar<br />

uzandığını belirtmiştir. Zamansal kapsam konusunda dikkati çeken bir başka<br />

nokta da zaman sınırları konusunda esnek bir tutumun izlenmesi <strong>ve</strong> dönemlere<br />

eşit ağırlıklı yer <strong>ve</strong>rilmemiş olmasıdır. Şöyle ki Atatürk metin boyunca<br />

sık sık bir anıyı aktarmak ya da bir belgeyi <strong>ve</strong>ri olarak sunmak amacıyla<br />

<strong>1919</strong>’dan önceki dönemlere de değinirken; 1924 sonrası yılları ele<br />

alan bölümleri, sağlık sorunları nedeniyle olsa gerek, birkaç sayfayla özetlemeyi<br />

yeğlemiştir. Dolayısıyla zamansal kapsam <strong>1919</strong>-<strong>1927</strong> yılları arasındaki<br />

dokuz yıllık dönem üzerine kurulmakla birlikte, metnin ağırlık noktasının<br />

<strong>1919</strong>-1922 yılları arasında kalan Kurtuluş Savaşı dönemi olduğu söylenebilir.<br />

Metnin büyük bölümü telgraf, mektup, bildiri, rapor, kongre tutanakları,<br />

TBMM açık <strong>ve</strong> kapalı oturum tutanakları <strong>ve</strong> CHP grup görüşmeleri<br />

tutanaklarından oluşan belgelere dayandırılmıştır. Bu belgelerin bir kısmı<br />

metin içerisinde <strong>ve</strong>rilirken, büyük bir kısmı da 226 belge ile Trakya Teşkilatına<br />

ait belgelerden oluşan “Vesikalar” cildinde toplanmıştır.<br />

İçerik olarak bakıldığında, söz konusu dönemin belirli askerî, politik<br />

<strong>ve</strong> diplomatik olaylarının olabildiğince zamandizinsel bir sıra içinde anlatıldığı<br />

<strong>ve</strong> “Samsun’a çıkış, ulusal kongreler, İstanbul Hükümetlerinin yıpranması,<br />

iç ayaklanmalar, Sakarya <strong>ve</strong> Başkomutanlık Savaşları, Lozan Antlaşması<br />

<strong>ve</strong> Yeni Türkiye’deki gelişmeler” zinciri içinde kurgulanmış olan bir<br />

metin söz konusudur. Metnin bu niteliği, Atatürk Ararştırma Merkezi’nce<br />

yapılmış bir yayınının Önsöz’ünde Zeynep Korkmaz tarafından şu tümcelerle<br />

tanımlanmıştır:<br />

“Bu eserde, kendini her şeyi ile ulusuna adamış olağanüstü yetenekleri<br />

ile dehanın en iyi örneğini <strong>ve</strong>rmiş büyük bir komutanın, devrimci<br />

bir liderin <strong>ve</strong> ileri görüşlü bir devlet adamının, askerî <strong>ve</strong> siyasî aksiyonları<br />

ile Türkiye Cumhuriyeti’ne şekil <strong>ve</strong>ren temel düşünce <strong>ve</strong> görüşleri yer almıştır.<br />

Ayrıca eserde, ulusal değerler sistemine bağlı Cumhuriyet rejiminin,<br />

tarih bilinci içindeki gelişmesinin adım adım nasıl olgunlaştırıldığını, sosyal<br />

<strong>ve</strong> kültürel alanlara yön <strong>ve</strong>rici siyasî <strong>ve</strong> idarî koşulların nasıl hazırlandığını<br />

yakından görebilmekteyiz.”<br />

Metin, bütün bu olaylar kapsamının içinde özetle “Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

nereden başlayıp, hangi olumsuz koşullar altında, hangi engel <strong>ve</strong><br />

aşamalardan geçilerek nasıl kurulduğunu, Türk ulusunun her zaman çağa<br />

uyma, kendi gücüne inanma <strong>ve</strong> toplumsal bütünleşme koşuluyla sonsuza<br />

dek yaşayabileceğini <strong>ve</strong> bunun yolunun da akıl <strong>ve</strong> bilimin egemenliği olduğunu”<br />

dile getirmektedir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin yönetsel yapısın-


16 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

daki gerileme <strong>ve</strong> emperyalizmin Anadolu’da uyguladığı yöntemler de anlatının<br />

önemli bir parçasını oluşturmaktadır.<br />

Söylev, kişiler açısından da kapsamlı bir metin oluşturmaktadır.<br />

İsmail Arar’ın incelemesine göre, yapıt 820 kişiye yer <strong>ve</strong>rmiştir. 6 Bunların<br />

dağılımı ise daha çok din adamları, söylensel kişiler, Osmanlı padişahları,<br />

Türk <strong>ve</strong> Moğol cihangirleri, Batılı hükümdar <strong>ve</strong> devlet adamları, I. Dünya<br />

Savaşının ünlü komutanları, Bolşevikler, bakanlar, şeyhülislamlar, gazeteciler,<br />

tarihçiler, isyancılar <strong>ve</strong> Kurtuluş Savaşının kahramanları gibi kişilikler<br />

üzerinde yoğunlaşmaktadır. 7 Metinde yer alan ilk kişi Vahdettin olurken,<br />

son kişi de Nurettin Paşa’dır. Kişiler açısından ilgi çekici olan bir başka<br />

nokta ise; metinde yer alan kişilerin Halide Edip (Adıvar), Yahya Kaptan’ın<br />

eşi Şevket Hanım <strong>ve</strong> Vahdettin’in büyük kızı Ulviye Sultan olmak üzere üç<br />

kişi hariç, tümünün erkek olmasıdır. 8<br />

Dikkatle incelendiğinde, Söylev’in, Türkiye’nin askerî <strong>ve</strong> siyasal tarihi<br />

ile o tarihe mal olmuş kişiliklerine odaklandığı; bu nedenle de 1929 tarihli<br />

Rusça çevirisinde de belirtildiği üzere toplumsal <strong>ve</strong> ekonomik konulara<br />

açıklık getirmek gibi bir hedef gütmediği görülmektedir. Bununla birlikte<br />

yapıt, “Batı emperyalizminin sömürüsü altındaki öbür ezilmiş ulusları etkileyip<br />

onların günümüze dek süregelen bağımsızlık savaşlarına da örneklik<br />

<strong>ve</strong> önderlik ettiği için mazlum halkların evrensel önderi niteliğine hak kazanan<br />

<strong>ve</strong> böylece dünya tarihinde yeni bir dönem başlatan bir liderin yaşamından<br />

önemli bir bölümü ayrıntılarıyla ortaya koyması” bağlamında son<br />

derece önemlidir.<br />

Diline baktığımızda ise, Söylev, Atatürk’ün dil <strong>ve</strong> yazın alanına askerî<br />

lise <strong>ve</strong> harbiye yıllarından bu yana büyük bir ilgisi olduğu gerçeğini<br />

çok açık biçimde göstermektedir. Yapıtın dilinin, sözcük dağarcığı <strong>ve</strong> tümce<br />

yapısı bakımından, Atatürk’ün yetiştiği dönemin, ‘Milli Edebiyat’ döneminin<br />

genel dil yapısını yansıttığı gözlemlenmektedir. Dönem içinde Arapça<br />

<strong>ve</strong> Farsça’nın etkisinden tam olarak uzaklaşılamamış olması <strong>ve</strong> Önder’in<br />

güçlü bir Osmanlıca kültürüne sahip olması, bu dillere ait sözcüklerin Söylev’de<br />

yoğun bir biçimde yer almasıyla sonuçlanmıştır. Ancak yine de Klasik<br />

Osmanlıca’ya oranla oldukça sadeleşmiş <strong>ve</strong> Türkçe’nin zenginlik <strong>ve</strong> güzelliklerini<br />

sergileyen seçkin bir dilin söz konusu olduğu yadsınamaz. Örneğin<br />

hiçbir tümcede sözcük yinelemesi yapılmamış olması oldukça dikkat<br />

çekicidir. Bu, doğal olarak zengin bir sözcük dağarcığının <strong>ve</strong> bu dağarcığın<br />

büyük bir ustalıkla kullanılmış olmasının yansımasıdır. Kaldı ki sözcükler<br />

6<br />

7<br />

8<br />

Arar, s. 144.<br />

Arar, s. 146 vd.<br />

Arar, s. 146.


ATATÜRKÜN DÜŞÜNCE DÜNYASI 17<br />

yalnızca doğru seçilmekle kalmamış, birbirleriyle uyumlu bir biçimde de<br />

kullanılmış oldukları için, yapıta şiirsel bir anlatım <strong>ve</strong> akıcılık kazandırmışlardır.<br />

Bu nedenle, yapıtı inşa eden tümcelerin önemli bir bölümü özlü söz<br />

niteliğini taşımaktadır.<br />

Yine yazım <strong>ve</strong> noktalama kullanımı konusunda da benzer görüşleri<br />

öne sürmek söz konusudur. Bu öğelerin özenli <strong>ve</strong> başarılı kullanımı, uzun<br />

tümcelerin bile kolayca anlaşılmasını sağlamaktadır ki bu durum ulu önderin<br />

dilimize bakışının güzel bir yansıması olmuştur: “Türk dili zengin, geniş<br />

bir dildir. Her kavramı karşılama yeteneği vardır. Yalnız onun, bütün varlıklarını<br />

aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak gereklidir.”<br />

II.4. <strong>SÖYLEV</strong>’İN YAPISI VE NİTELİĞİ<br />

Necati Cumalı, Söylev’i yapı <strong>ve</strong> nitelik açısından “Türk nesrinin en<br />

büyük örneği” olarak tanımlamıştır. 9 Bu yapısıyla Söylev, hem Ulusal Bağımsızlık<br />

Savaşı <strong>ve</strong> Türk Devrimi’nin üst düzeyde <strong>ve</strong> ilk elden tutulmuş bir<br />

güncesi hem de Atatürk’ün yaşamından özyaşam öyküsüsel bir kesit niteliğini<br />

taşımaktadır. Söylev’in bir özyaşam öyküsü olarak da okunabileceğini,<br />

Zeynep Korkmaz’ın yine Söylev’in Önsöz’ünde yer <strong>ve</strong>rdiği şu tümcelerden<br />

de anlamak olanaklıdır.<br />

“Söylev, devrim tarihimizin birinci elden pek değerli bir kaynağıdır.<br />

Çünkü eserin sahibi, tarihî olayları yalnızca belgelerle inceleyerek objektif<br />

gerçeğe ulaşmak isteyen bir tarih yazarı değil, doğrudan doğruya o<br />

tarihi yapanın kendisidir. Tarihi yapan ile yazanın aynı kişilikte birleşmiş<br />

olması, Söylev’i, benzerleri ile karşılaştırılmayacak üstün değerde bir eser<br />

durumuna getirmiştir.” 10<br />

Suat Sinanoğlu’nun bu konudaki tanımlaması da oldukça ilgi çekicidir:<br />

“Atatürk’ün Nutuk’u, Caesar’ın Gallia Harbi adlı yapıtı ile Thukydides’in<br />

Peloponnessos Harbi adlı yapıtlarındaki özellikleri taşımaktadır.<br />

Gerçekten Atatürk, hem Caesar gibi, anlattığı olayların başkahramanıdır<br />

hem de Thukydides gibi, olayları öykülemekle kalmayıp onların en derin<br />

nedenlerini çözümlemesini bilen büyük bir tarihçidir.” 11<br />

9<br />

Necati Cumalı, “Nutuk”, Vatan, 10 Kasım 1961.<br />

10 Nutuk, Önsöz, Bugünkü dille yayına hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi<br />

Yayınları.<br />

11 Arar, s. 159.


18 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Sabahattin Selek ise Söylev için şunları dile getirmektedir:<br />

“Bu öyle bir hesap <strong>ve</strong>riştir ki bir ihtilalci kavrayışıyla, başından sonuna<br />

kadar, karşı düşünce <strong>ve</strong> güçleri yıkmaya, mahkûm etmeye dayanır.<br />

Bir benzetme yapmak gerekirse 15-20 Ekim <strong>1927</strong> günlerinde, Atatürk savcı,<br />

Nutuk iddianame, kongre jüri, memleket <strong>ve</strong> dünya kamuoyu da dinleyicidir.”<br />

12<br />

Söylev’in bu yargılayıcı niteliği Lord Kinross’ta da şöyle vurgulanır:<br />

“Nutuk, aslında siyasal bir söylevdir. Dolayısıyla, özellikle Rauf<br />

Bey’le arkadaşlarını gözden düşürmek isteğiyle, birçok yerlerinde tek yönlü<br />

görünür. Bununla beraber Nutuk, Kemalist ihtilâlin klasik bir anlatımı olarak<br />

kalacaktır.” 13<br />

Söylev’in siyasal yaşamımızda <strong>ve</strong> ulusal tarihçiliğimizde özel bir yeri<br />

bulunmaktadır. Yayımlandığı tarihten bu yana tarih incelemelerinde birincil<br />

kaynak işlevi gören Söylev, bir yandan da Kemalist ideolojinin manifestosu<br />

niteliğini taşımıştır. Çünkü içeriğinin temel konusu, tarihsel anlatının<br />

yanı sıra birçok başlığa dağılmış söylemler birleştirildiğinde, genel olarak<br />

“ulusun varlığını <strong>ve</strong> onurunu her şeyin üzerinde tutan, ulusa duyulan<br />

gü<strong>ve</strong>ni belirten, bağımsızlığa ilişkin bağlılığı dile getiren, dinin siyasete alet<br />

edilmesine karşı çıkan, ulusal modelin gerekçesini ortaya koyarak başka<br />

uluslar üzerinde egemenlik kurma arayışının yanlışlıklarını sergileyen,<br />

cumhuriyetçiliği bir ideal olarak ortaya koyan; uygarlık, bilim <strong>ve</strong> kültürü<br />

öncelikle kabul eden <strong>ve</strong> ulaşılan sonucu Türk gençliğine emanet eden” 14<br />

devrimci bir manifesto ortaya çıkmaktadır. Fakat bu içeriğin yanı sıra, derinde<br />

yer alan bir amaç olarak, çeşitli tartışmalar çerçe<strong>ve</strong>sinde lider kadro<br />

içinde yer alan kimi kişilerle hesaplaşılmak istendiği de anlaşılmaktadır.” 15<br />

Söylev, özgün diliyle okunması güç olduğu için, dil devriminin ardından<br />

1934 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nca yeni Türk harfleriyle üç cilt<br />

olarak yeniden yayımlanmıştır. Atatürk’ün, yayım haklarını Türk Hava Kurumu’na<br />

bağışladığı Söylev, günümüze değin Milli Eğitim Bakanlığı, Türk<br />

İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Türk Dil Kurumu <strong>ve</strong> Türk Tarih Kurumu gibi kurumlar<br />

ile çeşitli özel kuruluşlar tarafından Türkçe’de; Almanca, İngilizce,<br />

Fransızca, Rusça <strong>ve</strong> İtalyanca olmak üzere Batı dillerinde defalarca yayımlanmıştır.<br />

12 Arar, s. 160.<br />

13 Arar, s. 160.<br />

14 Sami N. Özerdim, “Nutuk’ta Altı Çizilmiş Satırlar”, Belleten, Cilt: XLV/1, S: 177, Ocak 1981, s. 74-77.<br />

15 Arar, s. 166.


KISIM II<br />

ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ<br />

(<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>)


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 21<br />

BÖLÜM I<br />

ULUSAL DİRENİŞİN ÖRGÜTLENMESİ<br />

I.1. MUSTAFA KEMAL PAŞA ANADOLU’DA<br />

<strong>1919</strong> yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum<br />

<strong>ve</strong> görünüş:<br />

Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk 1 , Genel Savaşta 2<br />

yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir Silah Bırakışması<br />

imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca, ulus yorgun <strong>ve</strong><br />

yoksul durumda. Ulusu <strong>ve</strong> yurdu Genel Savaşa sürükleyenler, kendi yaşamlarının<br />

kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Saltanat <strong>ve</strong> halifelik katında<br />

oturan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini <strong>ve</strong> yalnız tahtını koruyabileceğini<br />

umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki<br />

hükümet, güçsüz, onursuz, korkak yalnız Padişahın isteklerine<br />

uymuş <strong>ve</strong> onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma<br />

boyun eğmiş. Ordunun elinden silahları <strong>ve</strong> cephanesi alınmış <strong>ve</strong> alınmakta…<br />

Anlaşma Devletleri 3 Silah Bırakışması’nın ilkelerine uymayı gerekli<br />

görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, Anlaşma donanmaları <strong>ve</strong> askerleri<br />

İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş <strong>ve</strong> Antep İngilizlerce ele geçirilmiş.<br />

Antalya <strong>ve</strong> Konya’da İtalyan birlikleri; Merzifon <strong>ve</strong> Samsun’da İngiliz<br />

askerleri bulunuyor. Her yanda, yabancı devletlerin subay, memur <strong>ve</strong> özel<br />

adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten<br />

dört gün önce, 15 Mayıs <strong>1919</strong>’da Anlaşma Devletleri’nin onayıyla<br />

Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor. Bundan başka, yurdun dört bir yanında<br />

Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek <strong>ve</strong> amaçlarının elde edilmesine,<br />

devletin bir an önce çökmesine çabalıyorlar.<br />

1<br />

2<br />

3<br />

Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan<br />

Birinci Dünya Savaşı<br />

İngiltere, Fransa, İtalya


22 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Sonradan elde edilen gü<strong>ve</strong>nilir bilgi <strong>ve</strong> belgeler ile doğrulandı ki İstanbul<br />

Rum Patrikliğinde kurulan Mavri Mira Kurulu, illerde çeteler kurmak<br />

<strong>ve</strong> yönetmekle, gösteri toplantıları <strong>ve</strong> propagandalar yaptırmakla uğraşmakta.<br />

Yunan Kızılhaçı, Resmî Göçmenler Komisyonu, Mavri Mira Kurulunun<br />

çalışmalarını kolaylaştırmaya yardım ediyor. Mavri Mira Kurulunca<br />

yönetilen Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını aşmış gençleri de<br />

içine alarak her yerde geliştiriliyor. Ermeni Patriği Za<strong>ve</strong>n Efendi de Mavri<br />

Mira Kurulu ile düşünce birliği içinde çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tam<br />

Rum hazırlığı gibi ilerliyor.<br />

Trabzon, Samsun <strong>ve</strong> tüm Karadeniz kıyılarında kurulan <strong>ve</strong> İstanbul’daki<br />

merkeze bağlı Pontus Derneği kolaylıkla <strong>ve</strong> başarıyla çalışıyor.<br />

Durumun korkunçluğu <strong>ve</strong> ağırlığı karşısında, her yerde <strong>ve</strong> her bölgede<br />

birtakım kişilerce kurtuluş yolları düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünceyle<br />

girişilen çalışmalar, birtakım örgütler doğurdu. Örneğin; Edirne <strong>ve</strong><br />

yöresinde Trakya Paşaeli adlı bir dernek vardı. Doğuda, Erzurum <strong>ve</strong> Elazığ’da,<br />

genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilâyatı Şarkiye Müdafaa-i<br />

Hukuku Milliye Cemiyeti 4 kurulmuştu. Trabzon’da, Muhafaza-i Hukuk 5 adlı<br />

bir dernek bulunduğu gibi İstanbul’da da Trabzon <strong>ve</strong> Havalisi Âdemi<br />

Merkeziyet Cemiyeti 6 vardı. Bu dernek merkezinin gönderdiği delegeler, Of<br />

ilçesi <strong>ve</strong> Rize 7 yöresinde şubeler açmışlardı.<br />

İzmir’in ele geçirileceğine ilişkin Mayısın on üçünden beri açık belirtiler<br />

gören İzmirli kimi genç yurtse<strong>ve</strong>rler, ayın 14-15’inci gecesi, bu acıklı<br />

durumu aralarında görüşmüşler <strong>ve</strong> bir oldubittiye geldiğinde kuşku kalmayan<br />

bu Yunan işgalinin katma ile sonuçlanmasını önlemek düşüncesinde<br />

birleşmişler <strong>ve</strong> Redd-i İlhak 8 ilkesini ortaya atmışlardır. Bu ilkenin yayılması<br />

için aynı gece İzmir’de Yahudi Maşatlığı’na 9 toplanabilen halkça bir gösteri<br />

toplantısı yapılmışsa da ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda<br />

görülmesi üzerine, bu toplantıdan umulduğu ölçüde sonuç alınamamıştır.<br />

Bu derneklerin kuruluş amaçları <strong>ve</strong> siyasal erekleri üzerine, kısaca<br />

bilgi <strong>ve</strong>rmek uygun olur düşüncesindeyim.<br />

Trakya-Paşaeli Derneği’nin ileri gelenlerinden kimileriyle daha İstanbul’dayken<br />

görüşmüştüm. Osmanlı Devleti’nin çökeceğini kesinliğe yakın<br />

bir olabilirlik içinde görüyorlardı. Osmanlı yurdunun parçalanacağı<br />

4<br />

5<br />

6<br />

7<br />

8<br />

9<br />

Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneği<br />

Hakları Koruma<br />

Trabzon <strong>ve</strong> Yöresi Özerklik Derneği<br />

O zamanki adı Lâzistan<br />

Katmayı Önleme<br />

Müslüman olmayanların, özellikle Yahudilerin Mezarlığı


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 23<br />

korkusu karşısında, Trakya’yı, olabilirse Batı Trakya’yı da birleştirerek İslam<br />

<strong>ve</strong> Türk topluluğunu bir bütün olarak kurtarmayı düşünüyorlardı. Ancak<br />

bu amaca ulaşmak için o zaman akıllarına gelen tek çıkar yol İngiltere’nin,<br />

olmazsa Fransa’nın yardımını sağlamaktı. Bu düşünceyle kimi yabancı<br />

devlet adamlarıyla ilişki kurmak <strong>ve</strong> konuşmak yollarını da aramışlardı.<br />

Amaçlarının bir Trakya Cumhuriyeti kurmak olduğu anlaşılıyordu.<br />

Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneği’nin kuruluş amacı<br />

da (tüzüklerinin ikinci maddesi) doğu illerindeki bütün halkın dinsel <strong>ve</strong><br />

siyasal haklarının özgürce gelişimini sağlayacak yasal yollara başvurmak;<br />

adı geçen illerdeki Müslüman halkın tarihsel <strong>ve</strong> ulusal haklarını, gerektiğinde<br />

uygar toplumlar önünde savunmak; doğu illerinde yapılan kıyım <strong>ve</strong> cinayetlerin<br />

nedenleriyle etmenleri <strong>ve</strong> bunları yapanlar <strong>ve</strong> yaptıranlarla ilgili<br />

yansız bir soruşturma açarak suçluların i<strong>ve</strong>dilikle cezalandırılmalarını istemek;<br />

Türklerle azınlıklar arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi <strong>ve</strong> eskisi<br />

gibi iyi bağların pekiştirilmesi için çaba göstermek; hükümet katında girişimlerde<br />

bulunarak doğu illerindeki savaştan doğan yıkım <strong>ve</strong> yoksulluğu<br />

elden geldiğince giderme yollarını aramaktı. İstanbul’daki yönetim merkezinden<br />

<strong>ve</strong>rilmiş olan bu yönerge gereğince, Erzurum Şubesi, doğu illerinde<br />

Türklerin haklarını korumakla birlikte; Ermenilerin göçü sırasında yapılan<br />

kötü işlerle halkın kesinlikle ilgisi bulunmadığını <strong>ve</strong> buralara Ruslar gelene<br />

dek Ermeni mallarının korunduğunu; buna karşılık Müslümanlara çok kıyasıya<br />

davranıldığını <strong>ve</strong> dahası buyruk dışı olarak göçten alıkonulan kimi<br />

Ermenilerin, koruyucularına yaptıkları kötülükleri, kanıtlanmış belgelerle<br />

uygarlık dünyasına sunmaya <strong>ve</strong> doğu illerine dikilen açgözlü bakışları söndürmek<br />

için çalışmaya karar <strong>ve</strong>riyor (Erzurum Şubesinin Bildirisi).<br />

Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneğinin, ilk Erzurum<br />

Şubesini kuran kişiler, doğu illerinde yapılan propagandaları <strong>ve</strong> bunların<br />

amaçlarını, Türklük- Kürtlük- Ermenilik sorunlarını, bilim, teknik <strong>ve</strong> tarih<br />

bakımından inceleyip araştırdıktan sonra, gelecekteki çalışmalarını şu üç<br />

noktada topluyorlar (Erzurum Şubesi’nin basılı raporu).<br />

1. Kesinlikle göç etmemek,<br />

2. Hemen bilim, ekonomi, din örgütleri kurmak,<br />

3. Saldırıya uğrayacak doğu illerinin herhangi bir bucağını savunmada<br />

birleşmek.<br />

Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneğinin İstanbul’daki<br />

yönetim merkezinin amaçlarına, bilim <strong>ve</strong> uygarlık yöntemleriyle ulaşabileceği<br />

konusunda çok iyimser olduğu anlaşılıyor. Gerçekten bu yolda çaba<br />

göstermekten geri durmuyor. Doğu illerinde Müslüman halkın haklarını sa-


24 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

vunmak için Le Pays 10 adında Fransızca bir gazete yayımlıyor. Hâdisat 11<br />

gazetesinin sahipliğini üzerine alıyor. Bir yandan da Anlaşma Devletleri’nin<br />

başbakanlarına <strong>ve</strong> İstanbul’daki temsilcilerine birer andırı <strong>ve</strong>riyor. Avrupa’ya<br />

bir kurul yollamaya girişiyor. Bu açıklamalardan kolaylıkla anlaşılacağını<br />

sanırım ki Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneği’nin kurulmasına<br />

yol açan önemli neden <strong>ve</strong> kaygı, doğu illerinin Ermenistan’a <strong>ve</strong>rileceği<br />

olasılığına dayanıyor. Bu olasılığın da doğu illeri nüfusunda Ermenilerin<br />

çoğunlukta gösterilmesine çalışanların, bilimsel <strong>ve</strong> tarihsel belgelerle<br />

dünya kamuoyunu aldatmayı başarmaları <strong>ve</strong> Müslüman halkın Ermenileri<br />

toptan öldüren yırtıcılar olduğu iftirasını doğruymuş gibi kabul ettirmeleri<br />

durumunda gerçekleşebileceği varsayımı ağır basıyor. Bundan dolayı dernek,<br />

aynı gerekçe <strong>ve</strong> araçlarla donanmış olarak tarihsel <strong>ve</strong> ulusal hakları<br />

savunmaya çalışıyor.<br />

Karadeniz kıyılarındaki bölgelerde de bir Rum Pontus Hükümeti<br />

kurulacağı korkusu vardı. Müslüman halkı Rumların boyunduruğu altında<br />

bırakmayıp yaşama haklarını <strong>ve</strong> varlıklarını koruma amacıyla, Trabzon’da<br />

da birtakım kişiler ayrıca bir dernek kurmuşlardı.<br />

Merkezi İstanbul’da olan Trabzon <strong>ve</strong> Havalisi Adem-i Merkeziyet<br />

Cemiyeti’nin siyasal amaç <strong>ve</strong> hedefi adından anlaşılmaktadır. Herhalde,<br />

merkezden ayrılmak amacını güdüyor.<br />

Kurulmaya başlayan bu örgütlerden başka, yurt içinde daha birtakım<br />

girişimler <strong>ve</strong> kuruluşlar da ortaya çıkmıştı. Özellikle Diyarbakır, Bitlis,<br />

Elazığ 12 illerinde, İstanbul’dan yönetilen Kürt Teali Cemiyeti 13 vardı. Bu<br />

derneğin amacı, yabancı devletlerin koruyuculuğu altında, bir Kürt Hükümeti<br />

kurmaktı.<br />

Konya <strong>ve</strong> dolaylarında İstanbul’dan yönetilen Teali-i İslam Cemiyeti’nin<br />

14 kurulmasına çalışılıyordu. Yurdun hemen her yanında İtilaf <strong>ve</strong><br />

Hürriyet, Sulh <strong>ve</strong> Selamet Cemiyetleri 15 de vardı. İstanbul’da türlü amaçlarla<br />

gizli <strong>ve</strong> açık olmak üzere de birtakım parti ya da dernek adı altında<br />

kuruluşlar vardı. İstanbul’da önemli sayılacak kuruluşlardan biri, İngiliz<br />

Muhipler Cemiyeti 16 idi. Bu addan, İngilizleri se<strong>ve</strong>nlerin kurdukları bir dernek<br />

olduğu anlaşılmasın! Bence, bu derneği kuranlar, kendilerini <strong>ve</strong> kişisel<br />

10 Yurt<br />

11 Olaylar<br />

12 Eski adı, Elâziz<br />

13 Kürt Yükselme Derneği<br />

14 İslam Yükselme Derneği<br />

15 Uzlaştırma <strong>ve</strong> Özgürlük, Barış <strong>ve</strong> Esenlik Dernekleri<br />

16 İngiliz Dostları Derneği


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 25<br />

çıkarlarını se<strong>ve</strong>nler <strong>ve</strong> kendi varlıklarıyla çıkarlarının dokunulmazlık yolunu<br />

Loyt Corc (Lloyd George) hükümeti aracılığıyla İngiltere’nin desteğini sağlamakta<br />

arayanlardır. Bu uğursuzların, İngiliz Devleti’nin, Osmanlı Devleti’ni<br />

hiç parçalamadan bırakmak <strong>ve</strong> korumak isteğinde olup olamayacağını,<br />

bir kez olsun düşünüp düşünmedikleri üzerinde durmak gerekir. Bu<br />

derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı <strong>ve</strong> Yeryüzü Halifesi sanını taşıyan<br />

Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı 17 Ali Kemal, Âdil <strong>ve</strong><br />

Mehmet Ali Beyler <strong>ve</strong> Sait Molla bulunuyordu. Dernekte İngiliz ulusundan<br />

kimi serü<strong>ve</strong>nciler de vardı. Örneğin: Rahip Fru (Frew) gibi. Yapılan işlerden<br />

<strong>ve</strong> işlemlerden anlaşıldığına göre, derneğin başkanı Rahip Fru idi.<br />

Bu derneğin iki görünüşü <strong>ve</strong> niteliği vardı. Biri, dış görünüşü <strong>ve</strong><br />

uygarca girişimlerle İngiliz desteğini istemeye <strong>ve</strong> sağlamaya yönelen niteliğiydi.<br />

Öteki gizli yönüydü. Asıl çalışma bu yöndeydi. Yurt içinde örgütler<br />

kurarak ayaklanma <strong>ve</strong> başkaldırma düzenlemek, ulusal bilinci işlemez kılmak,<br />

yabancı devletlerin işe karışmalarını kolaylaştırmak gibi haince girişimler,<br />

derneğin bu gizli kolunca yönetilmekteydi. Sait Molla’nın, derneğin<br />

açık girişimlerinde olduğu gibi, ondan daha çok gizli işlerinde de rol oynadığı<br />

görülecektir. Bu dernek için söylediklerim, sırası geldikçe yapacağım<br />

açıklamalar <strong>ve</strong> gerektiğinde göstereceğim belgelerle daha iyi anlaşılacaktır.<br />

İstanbul’daki kadın erkek birtakım ileri gelen kişiler de gerçek kurtuluşu<br />

Amerika’nın güdümünü istemek <strong>ve</strong> sağlamakta görüyorlardı. Bu<br />

kanıda olanlar düşüncelerinde çok direndiler, kesinlikle doğru olan yolun,<br />

kendi görüşlerinin desteklenmesi olduğunu kanıtlamak için çok çalıştılar.<br />

Bu konuda da sırası gelince kimi açıklamalar yapacağım.<br />

Genel durumu saptamak için ordu birliklerinin nerelerde <strong>ve</strong> ne durumda<br />

olduklarını açıklamak isterim. Anadolu’da başlıca iki ordu müfettişliği<br />

kurulmuştu. Ateşkes Antlaşması yapılır yapılmaz, birliklerin savaşçı erleri<br />

koyu<strong>ve</strong>rilmiş, silah <strong>ve</strong> cephanesi elinden alınmış, savaş gücünden yoksun<br />

birtakım kadrolar durumuna getirilmişti.<br />

(Atatürk, bu noktada İkinci Ordu Müfettişliğine bağlı birlikler hakkında<br />

bilgi <strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)<br />

Üçüncü Ordu Müfettişliği ki müfettişi bendim, karargâhımla Samsun’a<br />

çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya buyruğum altında iki kolordu<br />

bulunacaktı. Biri, merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu (Komutanı<br />

yanımda getirdiğim Albay Refet Bey). Bu kolorduya bağlı bir tümenin (5.<br />

Kafkas Tümeni) merkezi Amasya’da, öteki tümenin (15. Tümen) merkezi<br />

Samsun’daydı. Diğeri, merkezi Erzurum’da bulunan 15. Kolordu idi. Komutanı<br />

Kâzım Karabekir idi. Tümenlerinden birinin (9. Tümen) merkezi Er-<br />

17 İçişleri Bakanı


26 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

zurum’da, komutanı Rüştü Bey. Diğerinin (3. Tümen) merkezi Trabzon’da<br />

idi. Komutanı Yarbay Halit Bey idi. Halit Bey, İstanbul’a çağrılmış olduğundan<br />

komutanlıktan çekilerek Bayburt’ta saklanmış, tümen, <strong>ve</strong>killikle<br />

yönetiliyor, kolordunun diğer iki tümeninden 12. Tümen, Hasankale doğusunda<br />

sınırda, 11. Tümen Beyazıt’ta bulunuyordu. Diyarbakır yöresinde<br />

bulunan iki tümenli 13. Kolordu bağımsızdı, İstanbul’a bağlıydı. Bir tümeni<br />

(2. Tümen) Siirt’te öbür tümeni (5. Tümen) Mardin’de idi.<br />

Benim yetkim, bu iki kolorduyu doğrudan doğruya buyruğum <strong>ve</strong><br />

komutam altında bulundurmaktan daha genişti. Müfettişlik bölgeme yakın<br />

birliklere de bildirim yapabilecektim. Bu arada bölgemde bulunan <strong>ve</strong> bölgeme<br />

yakın olan valiliklere de bildirimde bulunabilecektim. Bu yetkiye göre,<br />

Ankara’da bulunan Yirminci Kolordu <strong>ve</strong> bunun bağlı olduğu müfettişlik<br />

ile Diyarbakır’daki Kolordu ile hemen bütün Anadolu’da sivil örgütlerin<br />

yöneticileriyle yazışabilecek <strong>ve</strong> ilişkiler kurabilecektim. Bu geniş yetkiyi,<br />

beni İstanbul’dan sürmek <strong>ve</strong> uzaklaştırmak amacıyla Anadolu’ya gönderenlerin<br />

bana nasıl <strong>ve</strong>rdiklerine şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki bana<br />

bu yetkiyi, onlar bilerek <strong>ve</strong> anlayarak <strong>ve</strong>rmediler. Her ne olursa olsun, benim<br />

İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe, “Samsun <strong>ve</strong><br />

yöresindeki gü<strong>ve</strong>nsizliği yerinde görüp önlemek için Samsun’a değin gitmek”<br />

idi. Ben, bu işin başarılmasının makam <strong>ve</strong> yetki <strong>ve</strong>rilmesine bağlı olduğunu<br />

ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O günlerde Genelkurmayda<br />

bulunan <strong>ve</strong> benim amacımı bir dereceye kadar sezinleyen kişilerle<br />

görüştüm. Müfettişlik görevini buldular <strong>ve</strong> yetkiyle ilgili yönergeyi de<br />

ben kendim yazdırdım. Dahası, Harbiye Nazırı 18 olan Şakir Paşa bu yönergeyi<br />

okuduktan sonra, imzalamaktan çekinmiş, anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde<br />

mührünü basmıştır.<br />

Bu açıklamalardan sonra genel durumu daha dar bir çerçe<strong>ve</strong> içine<br />

alarak, çabucak <strong>ve</strong> kolayca, hep birlikte gözden geçirelim:<br />

Düşman Devletler, Osmanlı Devleti’ne <strong>ve</strong> ülkesine nesnel <strong>ve</strong> tinsel<br />

bakımdan saldırmışlar; yok etmeye <strong>ve</strong> paylaşmaya karar <strong>ve</strong>rmişler. Padişah<br />

<strong>ve</strong> halife olan kişi, kendi çıkarları <strong>ve</strong> rahatları doğrultusunda çareler<br />

aramaktan başka bir yol düşünmüyor. Hükümeti de aynı durumda. Farkında<br />

olmadığı halde başsız kalmış olan ulus, karanlık <strong>ve</strong> belirsizlik içinde<br />

olup bitecekleri bekliyor. Felaketin korkunçluğunu <strong>ve</strong> ağırlığını anlamaya<br />

başlayanlar, bulundukları çevreye <strong>ve</strong> sezebildikleri etkilere göre kurtuluş<br />

yolu saydıkları yollara başvuruyorlar… Ordu, adı var, kendi yok bir durumda.<br />

Komutanlar <strong>ve</strong> subaylar, Genel Savaşın bunca sıkıntı <strong>ve</strong> güçlükleriyle<br />

yorgun, yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlı-<br />

18 Milli Savunma Bakanı


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 27<br />

yor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumunun kıyısında kafaları<br />

çıkar yol, kurtuluş yolu aramakta…<br />

Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli <strong>ve</strong> açıklamalıyım.<br />

Ulus <strong>ve</strong> ordu, Padişah <strong>ve</strong> Halifenin hainliğinden habersiz olmanın yanında,<br />

o makama <strong>ve</strong> o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği<br />

din <strong>ve</strong> gelenek bağlarıyla içten bağlı <strong>ve</strong> uysal. Ulus <strong>ve</strong> ordu, kurtuluş yolu<br />

düşünürken, bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce, yüce<br />

halifeliğin <strong>ve</strong> padişahlığın kurtuluşunu <strong>ve</strong> dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz<br />

<strong>ve</strong> padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksun…<br />

Bu inançla bağdaşmayan oy <strong>ve</strong> düşüncelerini açığa vuracakların vay haline!<br />

Hemen dinsiz, yurtsuz, hain, istenmez olur.<br />

Bir başka önemli noktayı da söylemek gerekir. Kurtuluş yolu ararken<br />

İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkeleri gücendirmemek temel ilke gibi görülmekteydi.<br />

Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu,<br />

hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında,<br />

koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere<br />

seren Anlaşma Devletleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek<br />

durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık <strong>ve</strong> akılsızlık olamazdı.<br />

Bu anlayışta olan yalnızca halk değildi; özellikle seçkin denilen kimseler<br />

de böyle düşünüyordu. Öyleyse kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu<br />

olmayacaktı. İlkin, Anlaşma Devletlerine karşı düşmanlık durumuna<br />

girilmeyecekti, sonra da Padişah <strong>ve</strong> Halifeye canla başla bağlı <strong>ve</strong> sadık<br />

kalmak temel koşul olacaktı.<br />

Şimdi Baylar, izin <strong>ve</strong>rirseniz size bir soru sorayım: Bu durum <strong>ve</strong> koşullar<br />

karşısında kurtuluş için, nasıl bir karar düşünülebilirdi? Açıkladığım<br />

bilgilere <strong>ve</strong> gözlem sonuçlarına göre üç türlü karar ortaya atılmıştı: Birincisi,<br />

İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek, İkincisi, Amerika’nın güdümünü<br />

istemek. Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün<br />

olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin birtakım devletlerin arasında<br />

paylaşılmasındansa bu ülkeyi, bütün olarak bir büyük devletin koruyuculuğu<br />

altında bulundurmayı yeğleyenlerdir. Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş<br />

yollarına yönelikti. Örneğin; kimi bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti’nden<br />

koparılacağı görüşüne karşı, ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor.<br />

Kimi bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına <strong>ve</strong><br />

Osmanlı ülkesinin paylaşılacağı düşüncesine, oldubitti gözüyle bakarak<br />

kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Bu üç türlü kararın gerekçesi, yapmış<br />

olduğum açıklamalar arasında vardır.<br />

Baylar, ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü bu<br />

kararların dayandığı gerekçe <strong>ve</strong> mantıkların tümü çürüktü, temelsizdi. Gerçekte,<br />

içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çök-


28 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

müş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkeleri bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada<br />

bir avuç Türkün barındırdığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun, bunun<br />

da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktan başka bir şey değildi. Osmanlı<br />

Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet bunların tümü,<br />

anlamını yitirmiş birtakım anlamsız sözlerdi. Neyin <strong>ve</strong> kimin dokunulmazlığı<br />

için kimden <strong>ve</strong> ne gibi yardım istemek düşünülüyordu? Öyleyse sağlam<br />

<strong>ve</strong> gerçek karar ne olabilirdi?<br />

Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus<br />

egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!<br />

İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz <strong>ve</strong> Samsun’da<br />

Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız<br />

karar, bu karar olmuştur.<br />

Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş <strong>ve</strong> mantık şuydu:<br />

Temel ilke, Türk ulusunun onurlu <strong>ve</strong> şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır.<br />

Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin <strong>ve</strong><br />

gönençli olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde<br />

uşaklıktan öteye gidemez. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu <strong>ve</strong> kollayıcılığını<br />

istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü <strong>ve</strong> beceriksizliği<br />

benimsemekten başka bir şey değildir. Bu aşağılık duruma gerçekten<br />

düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri<br />

hiç düşünülemez. Oysa Türkün onuru, kendine gü<strong>ve</strong>ni <strong>ve</strong> yetenekleri<br />

çok yüksek <strong>ve</strong> büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun,<br />

daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm! İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin<br />

parolası bu olacaktı. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa<br />

uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı? Tutsaklık! Peki efendim,<br />

öteki kararlara uymakla da sonuç bunun aynı değil miydi!<br />

Şu ayrımla ki bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur<br />

<strong>ve</strong> özsaygısının gereği olan her öz<strong>ve</strong>riye başvurduğunu düşünerek avunur<br />

<strong>ve</strong> kuşkusuz, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz<br />

bir ulusla karşılaştırılınca, dost <strong>ve</strong> düşman gözündeki yeri çok başka<br />

olur. Sonra, Osmanlı soyunu <strong>ve</strong> saltanatını sürdürmeye çalışmak, elbette,<br />

Türk ulusuna karşı en büyük kötülüğü işlemekti. Çünkü ulus, her türlü öz<strong>ve</strong>riye<br />

başvurarak bağımsızlığını sağlasa da saltanatlık sürüp giderse bu bağımsızlığa<br />

gü<strong>ve</strong>nle bakılamazdı. Artık yurtla, ulusla hiçbir vicdan <strong>ve</strong> düşünce<br />

bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet <strong>ve</strong> ulus bağımsızlığının <strong>ve</strong> onurunun<br />

koruyucusu durumunda bulundurulması nasıl uygun görülebilirdi?<br />

Halifeliğin durumuna gelince bunun bilim <strong>ve</strong> tekniğin ışığa boğduğu gerçek<br />

uygarlık dünyasında, gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 29<br />

Görülüyor ki <strong>ve</strong>rdiğimiz kararın uygulanmasını sağlamak için ulusun<br />

daha alışmadığı sorunlara el atmak gerekiyordu. Kamuca konuşulmasında<br />

büyük sakıncalar bulunacağı düşünülen noktaların söz konusu edilmesinde<br />

kesin zorunluluk vardı. Osmanlı Hükümetine, Osmanlı Padişahına<br />

<strong>ve</strong> Müslümanların Halifesine başkaldırmak, tüm ulusu <strong>ve</strong> orduyu ayaklandırmak<br />

gerekiyordu. Türk ata yurduna <strong>ve</strong> Türk’ün bağımsızlığına saldıranlar<br />

kimler olursa olsun, onlara bütün ulusça silahlı olarak karşı çıkmak <strong>ve</strong><br />

onlarla savaşmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini <strong>ve</strong> zorunluluklarını,<br />

ilk gününde açıklamak <strong>ve</strong> söylemek elbette yerinde değildi.<br />

Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak <strong>ve</strong> olaylardan yararlanarak ulusun<br />

duygu <strong>ve</strong> düşüncelerini hazırlamak <strong>ve</strong> adım adım ilerleyerek amaca ulaşmaya<br />

çalışmak gerekiyordu. Sonuçta öyle olmuştur. Ancak dokuz yılda<br />

yaptıklarımız bir mantık dizisiyle düşünülürse ilk günden bugüne dek izlediğimiz<br />

genel gidişin, ilk kararın çizdiği çizgiden <strong>ve</strong> yöneldiği amaçtan hiç<br />

ayrılmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır.<br />

Burada, akıllarda yer tutabilecek kimi duraksama düğümlerinin çözülmesini<br />

kolaylaştırmak için, bir gerçeği hep birlikte gözden geçirmeliyiz.<br />

Beliren ulusal savaşın tek amacı, yurdu dış saldırıdan kurtarmak olmasına<br />

karşın, bu savaşın başarıya ulaştıkça, ulusal istence dayalı yönetimin bütün<br />

ilkelerini <strong>ve</strong> biçimlerini evre evre bugünkü döneme değin gerçekleştirmesi,<br />

olağan <strong>ve</strong> kaçınılmaz bir tarih akışı idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını, gelenekten<br />

gelen alışkanlığı ile hemen sezinleyen hükümdar soyu, ilk andan başlayarak<br />

ulusal savaşın amansız bir düşmanı oldu. Bu kaçınılmaz süreci, ilk<br />

anda ben de gördüm <strong>ve</strong> sezinledim. Ancak baştan sona, bütün evreleri<br />

kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık <strong>ve</strong> söylemedik.<br />

İleride olabilecekler üzerine çok konuşmak, giriştiğimiz gerçek <strong>ve</strong> nesnel<br />

savaşa boş kuruntular niteliği <strong>ve</strong>rebilirdi; dış tehlikenin yakın etkileri karşısında<br />

üzüntü duyanlar arasında ise geleneklerine, düşünme yeteneklerine,<br />

tinsel durumlarına uymayan olası değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnmelerine<br />

yol açabilirdi. Başarı için uygun <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nilir yol; her evreyi,<br />

zamanı geldikçe uygulamaktı. Ulusun gelişmesi <strong>ve</strong> yükselmesi için esenlik<br />

yolu buydu. Ben de böyle yaptım. Ancak bu uygun <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nilir başarı yolu;<br />

yakın çalışma arkadaşlarımdan kimileriyle de aramızda, zaman zaman<br />

görüşlerde, davranışlarda, yapılan işlerde beliren temelli <strong>ve</strong> ikinci derecede<br />

anlaşmazlıkların, kırgınlıkların <strong>ve</strong> giderek ayrılıkların da nedeni <strong>ve</strong> açıklaması<br />

olmuştur. Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan kimileri, ulusal<br />

yaşamın bugünkü cumhuriyete <strong>ve</strong> cumhuriyet yasalarına kadar uzayan gelişmelerinde,<br />

kendi düşünce <strong>ve</strong> psikolojilerinin kavrama sınırı bittikçe bana<br />

direnmeye <strong>ve</strong> karşı çıkmaya başlamışlardı. Bu noktaları, aydınlanmanız<br />

için, kamuoyunun aydınlanmasına yardımcı olmak için, sırası geldikçe birer<br />

birer göstermeye çalışacağım.


30 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse diyebilirim ki ben, ulusun<br />

vicdanında <strong>ve</strong> geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal<br />

giz gibi kendi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak<br />

zorundaydım.<br />

Şimdi Baylar, ilk iş olmak üzere bütün orduyla ilişki kurmak gerekliydi.<br />

Erzurum’da 15. Kolordu Komutanına 21 Mayıs <strong>1919</strong>’da yazdığım bir<br />

gizli telde; “Genel durumumuzun almakta olduğu korkunç biçimden pek<br />

üzgün olduğumu; ulusa <strong>ve</strong> yurda borçlu olduğumuz en son vicdan ödevini<br />

yakından, elbirliğiyle çalışarak en iyi yerine getirebileceğimiz kanısıyla bu<br />

son görevi kabul ettiğimi; bir an önce Erzurum’a gitmek isteğinde bulunduğumu,<br />

ama Samsun <strong>ve</strong> yöresinin, gü<strong>ve</strong>nsizlik yüzünden kötü durumlarla<br />

karşılaşması olasılığından ötürü, buralarda ister istemez birkaç gün kalmak<br />

gerekeceğini” bildirdikten sonra “beni şimdiden aydınlatmaya yarayacak<br />

bir şey varsa bildirilmesini” rica ettim. Gerçekten Samsun <strong>ve</strong> yöresinde<br />

Rum çetelerinin Müslüman halka saldırması <strong>ve</strong> öteden beri araçsız bırakılmış<br />

olan bu bölge yöneticilerinin yabancı devletlerin işe karışmasından dolayı<br />

bir önlem alamaması, durumu güçleştirmişti.<br />

Tanıdığımız <strong>ve</strong> kendisinden büyük çaba umduğumuz bir kişinin<br />

Samsun’a mutasarrıf 19 olarak atanmasını sağlamaya girişmekle birlikte,<br />

Üçüncü Kolordu Komutanını geçici olarak Samsun 20 mutasarrıflığına atadım.<br />

Elden gelen bölgesel önlemlerin alınmasına <strong>ve</strong> özellikle halkın gerçek<br />

durum üzerinde aydınlatılmasına <strong>ve</strong> orada bulunan yabancı birlik <strong>ve</strong> subaylardan<br />

ürküp çekinmeye yer olmadığının anlatılmasına önem <strong>ve</strong>rildi <strong>ve</strong><br />

hemen o bölgede ulusal örgütler kurmaya girişildi.<br />

23 Mayıs <strong>1919</strong>’da Ankara’da bulunan Yirminci Kolordu Komutanına:<br />

“Samsun’a geldiğimi <strong>ve</strong> kendisiyle daha sıkı ilişki kurmak <strong>ve</strong> İzmir<br />

yöresinden daha kolaylıkla alabileceği bilgileri öğrenmek istediğimi” bildirdim.<br />

(Atatürk Söylev’in bu bölümünde Yirminci Kolordu Komutanı ile<br />

yaptığı görüşmeleri aktarır. Bu görüşmeler sonucunda, İzmir’le ilgili düzenli<br />

bir bilginin bulunmadığını öğrenir. Ardından, Anadolu <strong>ve</strong> Trakya’daki<br />

türlü askerî birliklerin komutanlarıyla olan yazışmalarına değinir. Bu yazışmalardan<br />

Manisa <strong>ve</strong> Aydın yörelerine de Yunan ordusunun girdiğini,<br />

Afyonkarahisar’daki Yirmi Üçüncü Tümenin güçlendirilmesi gerektiğinin<br />

haberini alır. Edindiği bu bilgileri diğer kolordu komutanlıklarına aktarır <strong>ve</strong><br />

sözlerini şöyle sürdürür.)<br />

19 Tanzimattan sonra, Osmanlı yönetim yapısında sancakların yöneticisi.<br />

20 Bu sancağın o zamanki adı Canik’tir.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 31<br />

Bir hafta kadar Samsun’da, 25 Mayıstan 12 Hazirana dek, Havza’da<br />

kaldıktan sonra Amasya’ya gittim. Bu süre içinde, bütün yurtta, ulusal<br />

örgütler kurulması gerektiğini bir genelge ile bütün komutanlara <strong>ve</strong> devletin<br />

sivil görevlilerinin üst düzey yöneticilerine bildirdim.<br />

Dikkate değer ki İzmir’i <strong>ve</strong> daha sonra Manisa <strong>ve</strong> Aydın’ı düşmanın<br />

ele geçirişi <strong>ve</strong> yapılan her türlü saldırı <strong>ve</strong> kıyım konusunda ulus daha aydınlanmamış<br />

<strong>ve</strong> ulusal varlığa vurulan bu korkunç yumruğa karşı açıkça<br />

hiçbir üzüntü <strong>ve</strong> yakınma gösterisinde bulunmamıştı. Ulusun, bu haksız<br />

saldırı karşısında sessiz <strong>ve</strong> durgun kalması, elbette ulusun iyiliğine yorumlanamazdı.<br />

Bundan dolayı, ulusu uyarıp eyleme geçirmek gerekliydi. Bu<br />

amaçla 28 Mayıs <strong>1919</strong> gününde valilere, bağımsız mutasarrıflıklara, Erzurum’da<br />

On Beşinci, Ankara’da Yirminci, Diyarbakır’da On Üçüncü Kolordu<br />

Komutanlıklarına, Konya’da Ordu Müfettişliğine genelge ile bildirimde<br />

bulundum.<br />

İzmir’e <strong>ve</strong> daha sonra ne yazık ki Manisa’ya <strong>ve</strong> Aydın’a düşmanın<br />

girişi, gelecek tehlikeyi daha açık olarak sezdirmiştir. Yurt bütünlüğümüzün<br />

korunması için, ulusal tepkilerin daha canlı olarak gösterilmesi <strong>ve</strong> sürdürülmesi<br />

gerekir. Ulusal yaşayışı <strong>ve</strong> bağımsızlığı bozan düşmanın yurda girişi<br />

<strong>ve</strong> yurt parçalarını koparıp alması gibi olaylar, bütün ulusa kan ağlatmaktadır.<br />

Üzüntüler önlenemiyor. Katlanılamayacak <strong>ve</strong> dayanılamayacak bu<br />

olayların hemen önlenmesi, bütün uygar uluslarla, büyük devletlerin adaleti<br />

<strong>ve</strong> etkisinden sabırsızlıkla beklendiği yolunda, önümüzdeki hafta içinde<br />

<strong>ve</strong> çeşitli illere göre, pazartesi başlayıp çarşamba gününe dek gerekli işlemlerin<br />

arkası alınarak yapılacak büyük <strong>ve</strong> coşkun toplantılarla ulusal gösterilerde<br />

bulunulması <strong>ve</strong> bunun köylere varıncaya dek bütün çevrede yapılması<br />

<strong>ve</strong> bütün büyük devletlerin temsilcileriyle Bâbıâlîye 21 etkili teller çekilmesi<br />

<strong>ve</strong> yabancıların bulunduğu yerlerde bunlara da etki yapmakla birlikte,<br />

ulusal gösterilerde düzenin son derece korunması <strong>ve</strong> Hıristiyan halka<br />

karşı bir saldırıya <strong>ve</strong> düşmanlık gösterisine, kırıcılığa benzer tutumlarda bulunulmaması<br />

çok gereklidir. Sizler bu konularda duyarlı <strong>ve</strong> etkili bulunduğunuzdan,<br />

işin iyi yönetileceğine <strong>ve</strong> başarılacağına tam gü<strong>ve</strong>nim vardır.<br />

Sonucun bildirilmesini rica ederim.<br />

Verdiğim bu yönerge üzerine her yerde gösteriler yapılmaya başlandı.<br />

Ancak sayılı yerlerde, kimi kuruntular yüzünden, duraksamalar olduğu<br />

anlaşılmıştır. Örneğin On Beşinci Kolordu Komutanının Trabzon ile<br />

ilgili olarak gönderdiği 9 Haziran <strong>1919</strong> günlü gizli telden; “Gösteri toplantısı<br />

sırasında Rumların uygunsuz davranışlarda bulunabilecekleri <strong>ve</strong> hiç yoktan<br />

kötü bir olay çıkabileceği düşünülerek, gösteri toplantısına karar <strong>ve</strong>ril-<br />

21 Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da Başbakanlık, İçişleri <strong>ve</strong> Dışişleri Bakanlıkları ile Danıştay<br />

dairelerinin bulunduğu yapı


32 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

miş iken bu kararın uygulanmadığı… gösteri düzenleyen kurulun toplantısında<br />

İstrati <strong>ve</strong> Polidi’nin de bulunduğu” anlaşılıyordu. Trabzon, Karadeniz<br />

kıyısında önemli bir merkez olduğundan orada, ulusal girişim <strong>ve</strong> çalışmalarda<br />

kararsızca davranış <strong>ve</strong> Yunanlılara karşı yapılacak ulusal gösterilerle<br />

ilgili görüşmelerde İstrati <strong>ve</strong> Polidi Efendileri bulundurmak gibi, girişimin<br />

ciddi olmadığını gösterecek gevşeklikler, elbette İstanbul <strong>ve</strong> düşmanlar için<br />

pek değerli belirtiler sayılır.<br />

Verdiğim yönergedeki görüşü, kötüye kullanacak kadar ustalık gösterenler<br />

de oldu. Örneğin; Sinop’a yeni atanan bir mutasarrıf, orada yapılan<br />

gösterileri kendisi yönetiyor <strong>ve</strong> gösteri kararlarını kendisi yazıp halka<br />

imza ettirdiğini söylüyor <strong>ve</strong> bize de bir örneğini gönderiyor. Bu adamın zavallı<br />

halka gürültü patırtı arasında imza ettirdiği uzun yazılar içinde, şu satırlar<br />

gizleniyordu: “Türkler ilerleyip gelişemediyse <strong>ve</strong> Avrupa’nın uygarlık<br />

ilkelerini kabul edip sindiremediyse bu, şimdiye dek iyi bir yönetime kavuşamadığından<br />

ileri gelmiştir. Türk ulusu, ancak kendi Padişahının buyruğu<br />

<strong>ve</strong> egemenliği altında olmak koşuluyla Avrupa’nın gözetim <strong>ve</strong> denetiminde<br />

kurulacak bir yönetim örgütü ile yaşayabilir.”<br />

Baylar, Sinop halkı adına Anlaşma Devletleri temsilcilerine <strong>ve</strong>rilen<br />

3 Haziran <strong>1919</strong> günlü bu andırının altındaki imzalara göz gezdirirken müftü<br />

<strong>ve</strong>kili efendinin imzasının yanında gördüğüm imza, bilginize sunduğum<br />

satırları yazan <strong>ve</strong> yazdıran ruhu bulup çıkarmama yaradı. O imza, Hürriyet<br />

<strong>ve</strong> İtilaf Fırkası 22 ikinci başkanı olan kişinin imzasıydı.<br />

(Atatürk bu noktada Milli Savunma Bakanı tarafından gönderilen<br />

<strong>ve</strong> İngiltere’den bildirilen bir notaya yer <strong>ve</strong>rilen 31 Mayıs <strong>1919</strong> tarihli bir<br />

tele değinir. Buna göre, Notada Sivas’ta bulunan Ermeni sığınmacıların<br />

esenliklerinin kaygı <strong>ve</strong>rici olduğu, bu bölgedeki Ermenilerin korunması <strong>ve</strong><br />

gözetilmesi gerektiği, eğer bir öldürme ya da kötü davranış olursa kendisinin<br />

sorumlu tutulacağı, bu nedenle gerekenin yapılması konusundaki isteği<br />

yer almaktaydı.)<br />

Sivas Vali Vekilinden aldığım 2 Haziran <strong>1919</strong> günlü bir telyazıda:<br />

“Bugün Albay Dömanj (Demange) imzasıyla alınan telde ‘Yunanlıların İzmir’e<br />

girişi üzerine Aziziye’de Hıristiyanların ölümle korkutulduğu öğrenilmiştir.<br />

Bu ise uygun değildir. Size haber <strong>ve</strong>riyorum ki bu durumlar, müttefik<br />

askerlerinin ilinize girmesine neden olur’ anlamında bildirim yapılmaktadır…”<br />

denilmekte idi. Gerçekte ne Sivas’ta kaygı <strong>ve</strong>rici bir durum vardı<br />

ne de Hıristiyanlar ölümle korkutulmuştu. Sorunu, ulusça yapılmaya başlanılan<br />

gösteri toplantılarından kaygılanan <strong>ve</strong> bunu, amaçlarının gerçek-<br />

22 Hürriyet <strong>ve</strong> Anlaşma Partisi


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 33<br />

leşmesine engel sayan Hıristiyan azınlıkların, yabancıların dikkatini çekmek<br />

için bile bile yaydıkları uydurma haberler olarak kabul etmek gerektir.<br />

(Atatürk, bunun üzerine Milli Savunma Bakanlığı, bütün komutanlıklar,<br />

vali <strong>ve</strong> mutasarrıflıklara bu suçlamayı kabul etmediğini bildiren genelge<br />

ile bildirimde bulunmuş <strong>ve</strong> bağımsızlık tehlikeye düştüğü anda bunun<br />

önüne kimsenin geçemeyeceğini bildirmiştir. Ayrıca komutanlık <strong>ve</strong> valiliklere,<br />

Barış Konferansında İstanbul Hükümetinin durumu <strong>ve</strong> tutumu<br />

üzerinde bilgi <strong>ve</strong>rerek, konferansa gidecek kurulun iyi sonuç alabilmesi için<br />

kayıtsız, koşulsuz ulusal bağımsızlığın sağlanmasının <strong>ve</strong> ulus çoğunluğunu<br />

oluşturan Türklere ilişkin hakların korunmasının, ulusça temel ilke olarak<br />

benimsendiğinin bildirilmesini istemiş <strong>ve</strong> sözlerini şöyle sürdürmüştür:)<br />

Bu tarihten beş gün sonra, yani 8 Haziran <strong>1919</strong>’da Milli Savunma<br />

Bakanı beni İstanbul’a çağırdığını <strong>ve</strong> gizli olarak sormam üzerine kimlerin<br />

isteğiyle <strong>ve</strong> niçin çağrıldığımı, devlet büyüklerinden bir kişinin bildirdiğini<br />

daha önce yaptığım bir açıklama sırasında söylemiştim. O devlet büyüğü,<br />

Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunan Cevat Paşa idi. Bunun üzerine,<br />

İstanbul ile yapılmış yazışmaların bir kısmı herkesçe öğrenilmiştir. Bu<br />

yazışmalar, Erzurum’da görevimden çekildiğim güne değin değişik Savunma<br />

Bakanlarıyla <strong>ve</strong> doğrudan doğruya saray ile süregelmiştir.<br />

Anadolu’ya geleli bir ay olmuştu. Bu süre içinde bütün orduların<br />

birlikleriyle ilişki <strong>ve</strong> bağlantı sağlanmış <strong>ve</strong> ulus elden geldiğince aydınlatılarak<br />

uyarılmış, ulusça örgütleşme düşüncesi yayılmaya başlamıştı. Durumu<br />

artık bir komutan kimliğiyle yürütüp yönetmeye olanak kalmamıştı. Yapılan<br />

çağrıya uymamak <strong>ve</strong> gitmemekle birlikte, ulusal örgütleri <strong>ve</strong> eylemi yönetmeyi<br />

sürdürdüğüme göre, başkaldırır duruma girdiğim kuşku götürmezdi.<br />

Bundan başka <strong>ve</strong> özellikle uygulamaya karar <strong>ve</strong>rdiğim girişim <strong>ve</strong> yürütümlerin<br />

köklü <strong>ve</strong> sert olacağını tasarlamak güç değildi. Bu nedenle girişim<br />

<strong>ve</strong> uygulamalarımın bir an önce kişisel olmak niteliğinden çıkarılması <strong>ve</strong><br />

tüm ulusun birlik <strong>ve</strong> dayanışmasını sağlayacak <strong>ve</strong> yansıtacak bir kurul adına<br />

yapılması gerekliydi.<br />

I.2. AMASYA GENELGESİ VE KONGRELER SÜRECİ<br />

18 Haziran <strong>1919</strong> günü Trakya’ya <strong>ve</strong>rdiğim yönergede işaret ettiğim<br />

bir noktanın uygulanması zamanı gelmiş bulunuyordu. Anımsarsınız ki<br />

o nokta, Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli ulusal örgütlerini birleştirerek bunları bir merkezden<br />

yönetmek <strong>ve</strong> adlarına iş görmek üzere, Sivas’ta genel bir kurultay<br />

toplamaktı. Bu amaçla emir subayım Cevat Abbas Bey’e 21-22 Haziran<br />

<strong>1919</strong> gecesi Amasya’da söyleyip yazdırdığım genelgenin başlıca noktaları<br />

şunlardı:


34 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

1. Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.<br />

2. İstanbul Hükümeti üstlendiği sorumluluğun gereklerini yerine<br />

getirmemektedir. Bu durum, ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.<br />

3. Ulusal bağımsızlığı, ulusun azmi <strong>ve</strong> kararlılığı kurtaracaktır.<br />

4. Ulusun durumunu görüşmek <strong>ve</strong> hakkının sesini dünyaya duyurmak<br />

için, her türlü yabancı etki <strong>ve</strong> denetimden uzak, ulusal<br />

bir kurulun bulunması kararlaştırılmıştır.<br />

5. Anadolu’nun her bakımdan en gü<strong>ve</strong>nli yeri olan Sivas’ta ulusal<br />

bir kongrenin i<strong>ve</strong>dilikle toplanması gerekmektedir.<br />

6. Bunun için her sancaktan, yetenekli <strong>ve</strong> halkın gü<strong>ve</strong>nini kazanmış<br />

üç kişinin, olabildiğince çabuk yetişmek üzere, hemen yola<br />

çıkarılması gerekmektedir.<br />

7. Çıkabilecek herhangi bir kötü duruma karşı, bu ulusal bir giz<br />

olarak saklanmalı <strong>ve</strong> gereken yerlerde delegeler kimlik değiştirmelidir.<br />

8. Doğu illeri adına 10 Temmuz <strong>1919</strong>’da Erzurum’da bir kongre<br />

toplanacaktır. O güne değin öteki il delegeleri de Sivas’a ulaşabilirlerse,<br />

Erzurum Kongresinin üyeleri de Sivas’ta yapılacak genel<br />

toplantıya katılmak üzere yola çıkarlar.<br />

Görüyorsunuz ki bu yazdıklarım, aslında <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> dört gün önce<br />

Trakya’ya bildirmiş olduğum bir kararın Anadolu’ya da genelge ile bildirilmesinden<br />

başka bir şey değildir. Bu kararın 21-22 Haziran <strong>1919</strong> gecesi,<br />

karanlık bir odada alınmış korkunç <strong>ve</strong> gizemli yeni bir karar olmadığı, kolaylıkla<br />

anlaşılır sanırım. Bu noktanın aydınlanması için, isterseniz küçük<br />

bir açıklamada bulunayım. Baylar, o müs<strong>ve</strong>dde işte aynen şu kâğıtlardır<br />

(göstererek), dört maddeliktir, içindekileri söyledim. Altında benim imzam<br />

vardır. Bir de görevi dolayısıyla, kurmay başkanım bulunan Albay Kâzım<br />

Bey’in (şimdi İzmir Valisi Kâzım Paşa), kurmaylarımdan bildirim işleriyle<br />

görevli Husrev Bey’in (şimdi elçi), askerî makamlara şifre eden emir subayım<br />

Muzaffer Bey’in, sivil makamlara şifre eden bir sivil görevlinin imzaları<br />

vardır. Bundan başka daha birtakım imzalar vardır. Bu imzaların bu müs<strong>ve</strong>ddeye<br />

konması güzel bir talih <strong>ve</strong> rastlantıdır.<br />

Daha, Havza’da bulunduğum sırada, Ankara’da bulunan Yirminci<br />

Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa’dan bir gizli tel aldım. Bu tel: “Tanıdığınız<br />

bir kişi kimi arkadaşlarla İstanbul’dan buraya gelmiştir. Ne yapmalarını buyuruyorsunuz?”<br />

anlamındaydı. Bilmeceyi andıran bu tel, beni çok ilgilendirdi<br />

<strong>ve</strong> şaşırttı. Söz konusu kişiyi tanıyorum, benden ne yapacağını soruyor,<br />

Ankara’da arkadaşım olan gü<strong>ve</strong>nilir bir komutanın yanında, tel de gizli


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 35<br />

bir teldir. Öyleyse neden adını gizli bile yazdırmaktan çekiniyor? Epeyce<br />

düşündüm. Anlar gibi oldum, kestirilebilir ki bilmece çözmekle uğraşacak<br />

zamanım yoktu. Ama Fuat Paşa’yı yakından görmek; bölgeleri, çevreleri,<br />

düşünceleri üzerinde görüşmek bence çok istenilir bir şeydi. Bu bilmeceli<br />

telin uyandırdığı düşünceyle kendisine şu ricada bulundum: “Ankara’dan<br />

ayrıldığınızı belli etmeyecek biçimde gereken düzenlemeleri yaptıktan sonra,<br />

ad <strong>ve</strong> kılık değiştirerek birkaç gün için i<strong>ve</strong>dilikle yanıma geliniz. İstanbul’dan<br />

gelen arkadaşları da birlikte getiriniz.”<br />

Gerçekten Fuat Paşa, dediğim gibi Havza’ya doğru yola çıkar.<br />

Ama benim birtakım zorlayıcı nedenlerden dolayı, hemen Havza’dan ayrılıp<br />

Amasya’ya gitmem gerekmişti. Fuat Paşa, Havza yolunda durumu anlar<br />

<strong>ve</strong> Amasya’ya yönelir. İşte böylece 21-22’de Amasya’da yanımda bulunuyor.<br />

Adı telde bildirilmeyen kişi de Rauf Bey idi. İstanbul’dan ayrılmak üzere,<br />

evimden otomobile bineceğim sırada Rauf Bey yanıma gelmişti. Bineceğim<br />

vapurun izleneceğini <strong>ve</strong> İstanbul’da iken tutuklamadıklarına göre<br />

belki de Karadeniz’de batırılacağımı gü<strong>ve</strong>nilir kimselerden işitmiş, onu bildirdi.<br />

Ben İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı yeğledim<br />

<strong>ve</strong> yola çıktım. Kendisine de eninde sonunda İstanbul’dan çıkmak zorunda<br />

kalırsa yanıma gelmesini söyledim.<br />

Rauf Bey gerçekten İstanbul’dan çıkmak gereğini duymuş <strong>ve</strong> çıkmış<br />

ama benim yanıma gelmedi. Arkadaşı olan 56. Tümen Komutanı Albay<br />

Bekir Sami Bey’le buluşmak istemiş <strong>ve</strong> İzmir savaş boyuna daha yakın<br />

bir yerde, daha etkili <strong>ve</strong> daha yararlı olacağını sanarak Bandırma-Akhisar<br />

yoluyla Manisa bölgesine gitmiş. Gittiği yerde; halkın iç gücünü yitik, durumu<br />

öldürücü <strong>ve</strong> korkunç görmüş. Hemen adını değiştirerek oradan<br />

Ödemiş, Nazilli, Afyonkarahisar üzerinden Aziziye – Sivrihisar yoluyla <strong>ve</strong><br />

araba ile de Ankara’ya, Fuat Paşa’nın yanına gelmiş <strong>ve</strong> bana başvurmuş.<br />

Pek güzel ama adını saklayarak beni üzmenin anlamı var mıydı? Öte yandan<br />

Üçüncü Kolordu Komutanım olup Samsun Mutasarrıflığında bıraktığım<br />

Refet Bey’i, artık Sivas’a, kolordu merkezine göndermek istiyordum.<br />

Birkaç kez, gelmesi için buyruk <strong>ve</strong>rmiştim. Bölgesinde geziye çıkmış. Buyruklarıma<br />

yanıt bile alamıyordum. En son o da bir rastlantıyla o gün gelmişti.<br />

(Atatürk bu noktada, Rauf <strong>ve</strong> Refet Beylerin Genelgeye imza atmak<br />

konusunda kararsız kaldıklarını anlatarak sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Kongreye çağrı genelgesi, sivil <strong>ve</strong> askerî katlara gizli olarak gönderildi.<br />

Bundan başka İstanbul’da bulunan kimi kişilere de gönderildi. Ama<br />

bu kişilere ayrıca bir de genelge niteliğinde mektup yazdım. Kendilerine<br />

mektup yazdığım kişiler şunlardı: Abdurrahman Şeref Bey, Reşit Akif Paşa,


36 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Ahmet İzzet Paşa, Seyit Bey, Halide Edip Hanım, Kara Vasıf Bey, Nafıa<br />

Nazırı 23 Ferit Bey, Sulh <strong>ve</strong> Selamet Fırkası 24 Başkanı Ferit Paşa (sonradan<br />

Milli Savunma Bakanı oldu), Câmi Bey, Ahmet Rıza Bey. Bu mektupta<br />

söylediğim noktaları özet olarak yineleyeceğim:<br />

1. Yalnız mitingler <strong>ve</strong> gösteriler, büyük amaçları hiçbir zaman gerçekleştiremez.<br />

2. Bunlar ancak doğrudan doğruya ulusun bağrından doğan ortak<br />

güce dayanırsa kurtarıcı olur.<br />

3. Aslında acı olan, durumu öldürücü biçime sokan en keskin etken,<br />

İstanbul’daki karşı akımlar <strong>ve</strong> ulusal erekleri zararlı biçimde<br />

desteksiz bırakan siyasal <strong>ve</strong> ulus yararına aykırı propagandalardır.<br />

Bunun cezasını yurdumuzun nasıl çektiğini pek çok görmekteyiz.<br />

4. Artık İstanbul Anadolu’ya egemen değil, bağlı olmak zorundadır.<br />

5. Size düşen öz<strong>ve</strong>ri pek büyüktür.<br />

25 Hazirana dek Amasya’da kaldım. Anımsarsınız ki o günlerde<br />

İçişleri Bakanlığında bulunan Ali Kemal Bey, benim görevimden çıkarıldığım<br />

<strong>ve</strong> artık benimle hiçbir resmî işlem yapılmaması <strong>ve</strong> hiçbir isteğimin yerine<br />

getirilmemesi konusunda şifre ile bir genelge yayımlamıştı. 23 Haziran<br />

<strong>1919</strong> gün <strong>ve</strong> 84 sayılı olan bu genelgeyi, ilginç bir anlayışı gösterir belge<br />

olduğu için olduğu gibi bilgilerinize sunacağım.<br />

İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey’in 23.06.<strong>1919</strong> günlü <strong>ve</strong> 84 numaralı<br />

gizli telinin çözülmüş örneğidir.<br />

Mustafa Kemal Paşa büyük bir asker olmakla birlikte güncel siyaseti<br />

o derecede bilmediği için, olağanüstü yurtse<strong>ve</strong>rlik <strong>ve</strong> çaba gösterdiği halde,<br />

yeni görevinde hiç başarılı olamadı. İngiliz Olağanüstü Temsilciliğinin<br />

isteği <strong>ve</strong> üstelemesi üzerine görevinden alındı <strong>ve</strong> alındıktan sonra yaptıkları<br />

<strong>ve</strong> yazdıklarıyla da bu kusurlarını daha çok açığa vurdu. Redd-i İlhak cemiyetleri<br />

gibi, Balıkesir 25 <strong>ve</strong> Aydın dolaylarında Müslüman halkı haksız yere<br />

kırdırmaktan <strong>ve</strong> böyle bir durumdan yararlanarak halkı haraca kesmekten<br />

başka bir iş görmeyen; emirsiz, saygısız <strong>ve</strong> kanunsuz kurulan kimi kurullar<br />

için öteden beri çektiği tellerle de siyasal yanılgılarını yönetimde de<br />

arttırdı. Adı geçenin İstanbul’a getirilmesi Milli Savunma Bakanlığını ilgilendiren<br />

bir görevdir. Ama İçişleri Bakanlığının size kesin buyruğu, artık o<br />

23 Bayındırlık Bakanı<br />

24 Barış <strong>ve</strong> Esenlik Partisi<br />

25 Eski adı, Karesi


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 37<br />

kişinin görevinden çıkarılmış olduğunu bilmek, kendisiyle hiçbir resmî işleme<br />

girişmemek, hükümet işleriyle ilgili hiçbir isteğini yerine getirmemektir.<br />

Bu yönergeye uygun iş görmekle ne gibi sorumlulukların ortadan kalkacağını<br />

anlayacağınızı biliyorum. Bu önemli <strong>ve</strong> korkulu dakikalarda memur<br />

olsun, halktan olsun, her Osmanlı’ya düşen en büyük ödev, Barış<br />

Konferansınca yazgımız üzerine karar <strong>ve</strong>rilirken <strong>ve</strong> beş yıldır yaptığımız deliliklerin<br />

hesapları görülürken, artık aklımızı başımıza devşirdiğimizi göstermek;<br />

akıllıca <strong>ve</strong> tedbirlice davranışlara uymak; parti mezhep, ırk ayrılıkları<br />

gözetilmeksizin, herkesin yaşamını, malını, ırzını korumakla uygarlık dünyası<br />

karşısında bu yurdu bir daha lekelememek değil midir?”<br />

Bu genelgeden, ben, ancak Sivas’a vardığım 27 Haziran <strong>1919</strong> günü<br />

haberim oldu. Ali Kemal Bey, 23 Haziran günü bu genelgesiyle düşmanlara<br />

<strong>ve</strong> Padişaha karşı önemli bir görevi yaptıktan sonra, 26 Haziran<br />

<strong>1919</strong> günü hükümetten çekilmiştir. Ali Kemal Bey’in Sadrazama <strong>ve</strong>rdiği<br />

resmî çekilme yazısından başka, Saray’a gidip Padişaha kendi eliyle <strong>ve</strong>rdiği<br />

çekilme yazısı örneklerini <strong>ve</strong> sözlü olarak bildirdiklerini <strong>ve</strong> Padişahın ona<br />

<strong>ve</strong>rdiği yanıtı çok sonra öğrendim.<br />

Ali Kemal Bey çekilme yazılarında, özellikle Padişaha sunduğunda:<br />

“Osmanlı ülkesinin türlü yerlerinde baş gösteren ayaklanma <strong>ve</strong> kargaşa belirtileri<br />

üzerine, ayaklanma ateşinin hemen <strong>ve</strong> yayılmadan durdurulup söndürülmesi<br />

<strong>ve</strong> yok edilmesi için önlem almak yalnız kendi makamını ilgilendirirken,<br />

Padişahtan gördüğü yakın ilgi <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>ni çekemeyen kimi arkadaşlarının,<br />

birçok boş nedenler ileri sürerek, ayaklanmanın genişlemesine<br />

yol açmakta olduklarından” söz ettikten sonra “Resmî görevinden çekilmekle<br />

birlikte özel olarak hizmet edeceğini <strong>ve</strong> bağlılıktan ayrılmayacağını”<br />

yazısına ekliyor <strong>ve</strong> sözlü olarak da “Resmî görevden ayrılmamı fırsat sayan<br />

hasımlarımın saldırılarından kulunuzu koruyunuz.” diye yalvarıyor.<br />

Padişah yanıt olarak: “Beni büsbütün yalnız bırakmayacağına gü<strong>ve</strong>niyorum.<br />

Bağlılığınız bana büyük umut <strong>ve</strong> teselli <strong>ve</strong>rmiştir. Saray her dakika<br />

size açıktır. Refik Bey’le işbirliği yapmaktan ayrılmayınız.” gibi okşayıcı<br />

sözler söylüyor. Bağlılığından padişahın büyük umut <strong>ve</strong> teselliye kapıldığı<br />

Ali Kemal’i, bakanlık görevinde <strong>ve</strong> Padişahın yanında gördükten sonra,<br />

bir de asıl gerçek görevi başında görelim! Canınız sıkılmazsa Sait Molla’nın<br />

Rahip Fru’ya yazdığı mektuplardan birini gözden geçirelim. “Ali Kemal<br />

Bey’e son felaketi üzerine, üzüntü duyduğumuzu söyledim. Bu değerli kişiyi<br />

elde bulundurmak gerek, bu fırsatı kaçırmayalım. Bir armağan sunmak<br />

için en uygun zamandır.” “Ali Kemal Bey, dün o kişi ile görüşmüş. Basın<br />

işinde biraz ağırdan almak gerektiğini söylemiş. Bir kez herhangi bir düşünceye<br />

kazanılan düşünür <strong>ve</strong> yazarları, öncekine aykırı bir amaca yöneltmek<br />

bizde kolay olmaz. Bütün resmî görevliler ulusal ayaklanmayı şimdilik


38 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

iyi görüyorlar, demiş. Ali Kemal Bey, yönergenize eksiksiz uyacak. Zeynelâbidin<br />

Partisi ile de işbirliği yapmaya çalışıyor. Kısacası işler bulandırılacak.”<br />

Bu mektupta bir çıkma yapılmış, şimdi onu da okuyalım: “Birkaç<br />

kezdir söylemek istediğim halde unutuyorum. Mustafa Kemal Paşa’ya <strong>ve</strong><br />

yandaşlarına biraz arka çıkar gibi görünmeli ki kendisi tam gü<strong>ve</strong>nle buraya<br />

gelebilsin. Bu işe olağanüstü önem <strong>ve</strong>riniz. Kendi gazetelerimizle onu destekleyemeyiz.”<br />

Bu belgeler üzerinde sırası gelince daha çok bilgi <strong>ve</strong>ririm.<br />

Şimdilik bu kadarı yeter.<br />

Ali Kemal Bey’in, Amasya’dayken daha duymadığımı söylediğim<br />

genelgesi, görevlilerin <strong>ve</strong> halkın kafalarını gerçekten karıştırmış. Her yerde<br />

eksik olmayan yıkıcı ruhlu kimseler, hemen bana karşı propagandaya <strong>ve</strong><br />

çalışmaya girişmişler. Bu yoldaki baltalayıcı gösterilerin <strong>ve</strong> işlerin en önemlisi,<br />

Sivas’ta düzenlenmeye başlamış.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde, İstanbul’dan Elazığ Valisi olarak<br />

gönderilen Ali Galip Bey’in, Sivas’ta halkı ulusalcılara karşı kışkırtmak için<br />

yaptığı girişimleri ayrıntılarıyla ele aldıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:)<br />

Ayın 25’inci günü, Sivas’ta beni kötüleyici birtakım uygunsuz olaylar<br />

geçmeye başladığını öğrendim. 25-26 Haziran gecesi ya<strong>ve</strong>rim Cevat<br />

Abbas Bey’i çağırdım <strong>ve</strong> yarın sabah karanlıkta Amasya’dan güneye gideceğiz,<br />

dedim. Bu gidişimizin gizli tutulması <strong>ve</strong> hazırlanılması için emir <strong>ve</strong>rdim.<br />

Bir yandan da Beşinci Tümen Komutanı <strong>ve</strong> kurmaylarımla, gizli olarak<br />

şu önlemi kararlaştırdık: Beşinci Tümen Komutanı, tümeninden seçme<br />

subay <strong>ve</strong> erlerle olabildiğince güçlü bir atlı piyade birliğini hemen o geceden<br />

başlayarak çabucak kuracaktı. Ben, 26 Haziran sabahı karanlıkta arkadaşlarımla<br />

birlikte otomobil ile Tokat’a gitmek üzere yola çıkacaktım.<br />

Birlik kurulur kurulmaz, Tokat üzerinden Sivas’a doğru gönderilecek <strong>ve</strong><br />

benimle bağlantı kurulacaktı. Gidişimiz, hiçbir yere telle bildirilmeyecek <strong>ve</strong><br />

elden geldiğince Amasya’da da açığa vurulmayacaktı.<br />

26 Haziran’da Amasya’dan yola çıktım. Tokat’a varır varmaz telgrafhaneyi<br />

gözaltına aldırarak benim varışımın Sivas’a <strong>ve</strong> hiçbir yere bildirilmemesini<br />

sağladım. 26-27 Haziran gecesini orada geçirdim, 27 Haziran’da<br />

Sivas’a doğru yola çıktım. Otomobille Tokat’tan Sivas’a aşağı yukarı<br />

altı saattir. Sivas valisine, Tokat’tan Sivas’a gelmek üzere yola çıktığımı<br />

bildiren açık bir tel yazdım. İmzada Ordu Müfettişliği sanını kullanmıştım.<br />

Telde, özel bir düşünce ile yola çıkış saatimi bildirmiştim. Ama bu telin, ayrılışımdan<br />

altı saat sonra çekilmesini <strong>ve</strong> o zamana değin hiçbir yoldan Sivas’a<br />

bilgi <strong>ve</strong>rilmemesini sağlayacak önlemleri aldırdım.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 39<br />

Şimdi Baylar, gözlerimizi yeniden Sivas’ta bıraktığımız görüntüye<br />

çevirelim. Ali Galip Bey’le Reşit Paşa arasında bana karşı ne gibi bir işlem<br />

yapılacağının tartışılması sahnesine… Tartışmanın kızıştığı bir sırada, Reşit<br />

Paşa’nın eline, benim Tokat’tan çekilen telimi <strong>ve</strong>rirler. Reşit Paşa hemen<br />

Ali Galip Bey’e uzatır: “İşte kendisi geliyor; buyurun, tutuklayın!” der. Reşit<br />

Paşa, telde yazılı olan çıkış saatini görünce hemen kendi saatini çıkarır, bakar…<br />

“Efendim geliyor değil, gelmiş olacaktır.” diye ekler.<br />

Bunun üzerine Ali Galip: “Ben tutuklarım dedimse benim ilim içinde<br />

olursa tutuklarım, demek istedim.” deyince, toplantıda bulunanları bir<br />

heyecan kaplar… Hep birden: “Haydi öyleyse karşılamaya gidelim.” diyerek<br />

toplantıya son <strong>ve</strong>rirler… Ancak kentin ileri gelenleri ile halkla <strong>ve</strong> askerle<br />

parlak bir karşılama hazırlığı yapabilmek için biraz zaman kazanmak gerektiğini<br />

oysa hesapça benim, Sivas kenti kapılarına yaklaşmış olacağımı<br />

göz önünde bulundurarak beni, kentin yakınında bulunan Ziraat Numune<br />

Çiftliği’nde biraz dinlendirmenin yolunu aramışlar. Vali Paşa karargâhımın<br />

sağlık başkanı olup daha önce, gerekli örgütleri kurmak için Sivas’a göndermiş<br />

olduğum Talî Bey’i çağırtarak, bu görevin yapılmasını ondan rica<br />

etmiş <strong>ve</strong> karşılama hazırlıklarını bitirince hemen kendisinin de yanımıza geleceğini<br />

söylemiş…<br />

Gerçekten, tam Numune Çiftliği yakınında, karşımıza çıkan bir<br />

otomobilin içinde Talî Bey göründü. Otomobillerden indik, çiftliğin avlusunda<br />

oturduk. Talî Bey, anlattığım durumu ayrıntılarıyla açıkladıktan sonra,<br />

görevinin beni burada biraz oyalamak olduğunu söyleyince hemen<br />

ayağa kalktım: “Çabuk otomobillere <strong>ve</strong> Sivas’a!” dedim.<br />

Bunun nedenini anlatayım. O anda aklıma gelen şuydu: Karşılama<br />

töreni yapacağız diye Talî Bey’i aldatmış olabilir <strong>ve</strong> gerçekte ters bir düzen<br />

yapmak için zaman kazanmak isteyebilirlerdi. Otomobillere binmek üzere<br />

iken Sivas yönünden başka bir otomobil yanımıza yaklaştı. İçinde Vali Paşa<br />

vardı. Reşit Paşa: “Efendim, birkaç dakika daha dinlenmez misiniz?” diye<br />

söze başladı. “Yarım dakika bile dinlenmeye gereksinim duymuyorum.<br />

Hemen gideceğiz <strong>ve</strong> sen benim yanımda gel.” dedim.<br />

- Efendim, dedi, sizin yanınıza Rauf Bey binsin, ben arkadaki otomobille<br />

de gelirim.<br />

- Hayır, hayır, dedim. Siz buraya…<br />

Bu küçük önlemin neden alındığı kendiliğinden anlaşılır. Sivas kentine<br />

vardığımızda, caddenin iki yanı büyük bir kalabalık ile dolmuş, askerî<br />

birlikler tören duruşu almış bulunuyordu. Otomobillerden indik. Yürüyerek<br />

askeri <strong>ve</strong> halkı selamladım… Bu görünüş, Sivas’ın saygıdeğer halkının <strong>ve</strong><br />

Sivas’ta bulunan yiğit subay <strong>ve</strong> erlerimizin bana, ne denli bağlı olduğunu<br />

<strong>ve</strong> sevgi beslediğini belirten canlı bir tanık idi… Bundan sonra, doğruca


40 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Kolordu Komutanlığına gittim <strong>ve</strong> hemen Ali Galip’i <strong>ve</strong> onun yardakçısı olduklarını<br />

anladığım bozguncuları getirttim. Onlara ne yaptığımı açıklayarak<br />

aslında epey yorgunluk <strong>ve</strong>rdiğinden kuşku duymadığım ayrıntıları uzatmak<br />

istemem. Yalnız bir noktayı belirtmekle yetineceğim. Baylar, bu Ali Galip,<br />

karşılaştığı kötü durumdan sonra, gizli diyecekleri olduğunu söyleyerek,<br />

geceleyin yalnızca yanıma gelmek istedi. Kabul ettim. Davranışlarının dış<br />

yüzüne önem <strong>ve</strong>rmemizi ricayla Elazığ valiliğini kabul ederek gelmekten<br />

amacının, benim görüşüme hizmet etmek olduğunu <strong>ve</strong> Sivas’ta kalışının,<br />

benimle buluşup buyruk almak için olduğunu açıklamaya <strong>ve</strong> bin türlü kanıtla<br />

bizi inandırmaya çalıştı <strong>ve</strong> sabaha dek oyalayarak başarı da sağladığını<br />

açıkça söylemeliyim.<br />

Sivas’ta, kurulan örgütler <strong>ve</strong> yapılacak işler üzerine gerekenlere<br />

yönerge <strong>ve</strong>rdikten sonra, hiç uyumadan geçen 27-28 gecesinin sabahında,<br />

bir bayram günü, Sivas’tan Erzurum’a doğru yola çıkıldı. Bir haftalık sıkıntılı<br />

bir otomobil yolculuğundan sonra 3 Temmuz <strong>1919</strong> günü, halkın <strong>ve</strong> askerin<br />

gerçekten içten gelen gösterileri arasında, Erzurum’a varıldı. İstanbul<br />

Hükümetinden gelebilecek yıkıcı bildirimleri denetlemek <strong>ve</strong> durdurmak<br />

için, haberleşme kanalı olan önemli merkezlerde gereken önlem <strong>ve</strong> düzenleme<br />

alınması için, bütün komutanlara, 5 Temmuz <strong>1919</strong> tarihinde buyruk<br />

<strong>ve</strong>rdim. Komutan, Vali <strong>ve</strong> Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneğinin<br />

Erzurum Şubesi ile görüşüldü. Vali Münir Bey, İstanbul Hükümetince<br />

görevinden çıkarılmıştı. Gitmeyip Erzurum’da kalmasını bildirmem üzerine<br />

daha Erzurum’da bulunuyordu. Bitlis valiliğinden ayrılıp İstanbul’a gitmek<br />

üzere Erzurum’dan geçen Mazhar Müfit Bey de Münir Bey gibi Erzurum’da<br />

beni bekliyordu.<br />

Bu iki vali beyle, On Beşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir<br />

Paşa <strong>ve</strong> yanımda bulunan Rauf Bey, eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey <strong>ve</strong><br />

karargâhımdan Kurmay Başkanı Kâzım Bey <strong>ve</strong> Kurmay Hüsrev Bey, Doktor<br />

Refik Bey arkadaşlarımla önemli bir görüşme yapmayı uygun gördüm.<br />

Kendilerine genel <strong>ve</strong> özel durumu <strong>ve</strong> tutulması zorunlu olan yolu anlattım.<br />

Bu arada en el<strong>ve</strong>rişsiz durumları, genel <strong>ve</strong> kişisel tehlikeleri, her olasılığa<br />

göre nelerin göze alınması zorunlu olacağını açıkladım Bir de, “Ulusal<br />

amaçlarla ortaya atılacakların yok edilmesini düşünenler, yalnız Saray, İstanbul<br />

Hükümeti <strong>ve</strong> yabancılardır. Ancak bütün halkın aldatılabileceğini <strong>ve</strong><br />

bize karşı çevrilebileceğini de düşünmek gerektir. Önder olacakların her ne<br />

olursa olsun, amaçtan dönmemeleri, yurtta barınabilecekleri son noktada,<br />

son nefeslerini <strong>ve</strong>rinceye değin, amaç uğrunda öz<strong>ve</strong>riyi sürdüreceklerine,<br />

işin başında karar <strong>ve</strong>rmeleri gerekir. Yüreklerinde bu gücü duymayanların<br />

işe girişmemeleri çok daha iyi olur. Çünkü böyle bir durumda, hem kendilerini<br />

hem de ulusu aldatmış olurlar. Bir de söz konusu görev, resmî makam<br />

<strong>ve</strong> üniformaya sığınarak el altından yapılamaz. Böyle bir tutum, bir


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 41<br />

ölçüye değin yürüyebilir. Ama artık o dönem geçmiştir. Açıkça ortaya çıkmak<br />

<strong>ve</strong> ulusun hakları adına yüksek sesle bağırmak <strong>ve</strong> bütün ulusun, bu<br />

sese katılmasını sağlamak gerektir.<br />

Benim, görevden çıkarıldığım <strong>ve</strong> her türlü sonuçla karşı karşıya bulunduğum<br />

kuşku götürmez. Benimle açıkça işbirliği yapmak, o sonuçları<br />

şimdiden kabul etmektir. Bundan başka, söz konusu ettiğim durumun istediği<br />

adam, daha birçok bakımdan da ille ben olabilecekmişim gibi bir sav<br />

yoktur. Yalnız herhalde, bu ülke çocuklarından birinin ortaya atılması zorunlu<br />

olmuştur. Benden başka bir arkadaş da düşünülebilir. Yeter ki o arkadaş,<br />

bugünkü durumun gerektirdiği yolda yürümeyi kabul etsin.” dedim.<br />

Bu konuşma <strong>ve</strong> açıklamadan sonra, hemen bir karar almak uygun<br />

olmayacağından bir süre düşünmek <strong>ve</strong> özel konuşmalar yapabilmek için,<br />

görüşmelere son <strong>ve</strong>rdiğimi bildirdim.<br />

Yeniden toplandığımızda, işin başında benim bulunmamı istediler<br />

<strong>ve</strong> kendilerinin bana yardımcı <strong>ve</strong> destek olacaklarını bildirdiler. Yalnız bir<br />

arkadaş, Münir Bey, önemli özrü dolayısıyla bir süre için kendisinin eylemli<br />

görev almaktan bağışlanmasını rica etti. Ben, görünüşte, görevden <strong>ve</strong> askerlikten<br />

ayrıldıktan sonra, şimdiye değin olduğu üzere üst komutanmışım<br />

gibi buyruklarımın yerine getirilmesinin başarı için temel koşul olduğunu<br />

söyledim. Bu da eksiksiz onaylandıktan sonra toplantıya son <strong>ve</strong>rildi.<br />

Baylar, İstanbul’da Genelkurmay Başkanlığı katında, görevden ayrılan<br />

Cevat Paşa ile göre<strong>ve</strong> başlayan Fevzi Paşa’dan <strong>ve</strong> İstihzaratı Sulhiye<br />

Komisyonu’nda 26 çalışan İsmet Bey’den başlayarak Erzurum’a gelinceye<br />

değin, her yerde gördüğüm <strong>ve</strong> karşılaştığım komutan, subay, her türlü devlet<br />

adamı <strong>ve</strong> ileri gelen kişilerle burada, Erzurum’da yaptığım gibi görüşmeler<br />

<strong>ve</strong> anlaşmalar yapmıştım. Bunun yararını değerlendirebilirsiniz.<br />

Erzurum’a varışımın ilk günlerinde Erzurum Kongresinin toplanmasını<br />

sağlamak için gerekli önlemleri almakla uğraşmaya önem <strong>ve</strong>rildi.<br />

Baylar, Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneğinin, 3<br />

Mart <strong>1919</strong> günü, bir çalışma kurulu meydana getirilerek kurulmuş olan Erzurum<br />

şubesi, Trabzon ile de anlaşarak <strong>1919</strong> yılı Temmuzunun onuncu<br />

günü Erzurum’da bir Vilâyatı Şarkiye Kongresi 27 toplamaya girişti. Benim,<br />

daha Amasya’da bulunduğum günlerde, Haziran içinde, doğu illerine delege<br />

göndermeleri için öneri <strong>ve</strong> çağrı mektubu yolladı. İllerden delege getirilmesi<br />

için, o günden başlayarak benim Erzurum’a varışıma değin <strong>ve</strong> ondan<br />

sonra da bu konuda olağanüstü çaba gösterdi. Ancak o günlerin koşulları<br />

içinde, böyle bir amacın gerçekleştirilmesindeki güçlüğün büyüklüğü<br />

26 Barış Hazırlıkları Komisyonu<br />

27 Doğu İlleri Kongresi


42 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

kolaylıkla anlaşılır. Kongrenin toplanma günü olan 10 Temmuz yaklaşmasına<br />

karşın, illerden gerekli delegeler seçilip gönderilmiyordu. Oysa bu<br />

kongrenin toplanmasını sağlamak artık pek önemli bir iş olmuştu. Bu nedenle,<br />

sağlam girişimlerde bulunmamız gerekti. İllerin her birine bildirimler<br />

yapmakla birlikte, bir yandan da gizli tellerle valilere, komutanlara gereği<br />

gibi bildirimler yapıldı. Sonunda on üç gün gecikmeyle yeterince delege<br />

toplanması başarıldı.<br />

Baylar, ulusal çabayı ordunun desteklemesi <strong>ve</strong> askerî <strong>ve</strong> ulusal çalışmaları<br />

birbiriyle düzenli duruma getirmek, önemli bir konuydu. Trabzon’daki<br />

tümeni, komutan <strong>ve</strong>kili yönetiyordu. Asıl komutan Halit Bey<br />

Bayburt’ta gizlenmişti. Halit Bey’i gizlendiği yerden çıkarmak iki bakımdan<br />

gerekliydi. Biri <strong>ve</strong> en önemlisi, İstanbul’a çağrılmanın <strong>ve</strong> bu çağrıya gitmemenin<br />

korkulacak, gizlenilecek bir yönü olmadığını ulusa <strong>ve</strong> özellikle<br />

askerlere göstererek onların yürek gücünü yükseltmek gerekiyordu. Bir de<br />

kıyıda önemli bir yer olan Trabzon’a, dışarıdan bir saldırı olursa oradaki<br />

tümenin başında ateşli bir komutan bulundurmak uygun olacaktı. Bunun<br />

için, Halit Bey’i Erzurum’a getirttim; ona, kendim özel bir yönerge <strong>ve</strong>rdikten<br />

sonra, gerektiğinde hemen tümenin başına geçmek üzere Maçka’da<br />

bulunması için buyruk <strong>ve</strong>rdirdim. Biz bu işlerle uğraşırken bir yandan da<br />

İstanbul’da Milli Savunma Bakanlığı katında bulunan Ferit Paşa’nın <strong>ve</strong><br />

Padişahın, İstanbul’a dönmemi sağlamak için sürüp giden aldatıcı tellerine<br />

de türlü karşılıklar <strong>ve</strong>rmekle zaman yitirmek zorunda kalıyorduk.<br />

Milli Savunma Bakanlığı: “İstanbul’a gel!” diyor. Padişah: “Önce<br />

hava değişimi al, Anadolu’da bir yerde otur ama bir işe karışma!” diye<br />

başladı. Sonunda, ikisi birlikte: “İlle gelmelisin!” dedi. “Gelemem.” dedim.<br />

En sonra 8-9 Temmuz <strong>1919</strong> gecesi, Saray’la açılan bir telgraf başı konuşması<br />

sırasında, birdenbire perde kapandı <strong>ve</strong> 8 Hazirandan 8 Temmuza değin,<br />

bir aydır süren oyun sona erdi. İstanbul, o dakikada benim resmî görevime<br />

son <strong>ve</strong>rmiş oldu. Ben de o dakika da 8-9 Temmuz <strong>1919</strong> gecesi<br />

22.50’den sonra Milli Savunma Bakanlığına saat 23.00’dan sonra da Padişaha<br />

görevimle birlikte askerlik mesleğinden çekildiğimi bildiren telleri<br />

çekmiş oldum.<br />

Durumu, ordulara <strong>ve</strong> ulusa kendim bildirdim. O günden<br />

sonra resmî görev <strong>ve</strong> yetkiden ayrılmış olarak, yalnız ulusun sevgisine,<br />

soyluluk <strong>ve</strong> cömertliğine gü<strong>ve</strong>nerek, onun bitmez <strong>ve</strong>rim <strong>ve</strong><br />

güç kaynağından esin <strong>ve</strong> güç alarak, vicdan görevimizi sürdürdük.<br />

(Atatürk Söylev’in bu bölümünde, askerî <strong>ve</strong> ulusal örgütler kurma<br />

konusunda sürekli yazıştığı <strong>ve</strong> olumlu yanıtlar aldığı İkinci Ordu Müfettişi<br />

Cemal Paşa’nın izinli olarak İstanbul’a gittiğini, ancak, akıl almaz bir çeliş-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 43<br />

kiyle, geri dönmek yerine, orada kalıp Ali Rıza Paşa Kabinesinde Milli Savunma<br />

Bakanı olarak göre<strong>ve</strong> başladığını anlatmaktadır. Kısa bir süre sonra<br />

Selahattin Bey de aynı çelişkili tutumu sergileyince, duruma tepki gösterme<br />

gereği doğmuş <strong>ve</strong> Atatürk, 7 Temmuz <strong>1919</strong>’da yayımladığı bir genelge ile<br />

ulusal örgütlere dokunulamayacağı; gü<strong>ve</strong>ni sarsan komutanların görevden<br />

alınacağı; hükümetin askerî <strong>ve</strong> ulusal örgütlerin dağıtılmasına yönelik olası<br />

buyruklarına uyulmayacağını duyurmuştur. Daha sonra, Albay Refet<br />

Bey’le olan yazışmalarına yer <strong>ve</strong>ren Atatürk, konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, ben askerlikten çekilince tüm Erzurum halkının <strong>ve</strong> Doğu İllerinin<br />

Haklarını Savunma Derneğinin Erzurum Şubesinin, bana karşı pek<br />

açık olarak gösterdikleri gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> yakınlığın bende bıraktığı unutulmaz izlenimleri<br />

burada açıkça anmayı, bir ödev sayarım.<br />

Derneğin Erzurum Şubesinden aldığım 10 Temmuz <strong>1919</strong> günlü<br />

yazıda, “Derneğin başına geçmemi <strong>ve</strong> Çalışma Kurulu Başkanlığını kabul<br />

etmemi öneriyorlar <strong>ve</strong> birlikte çalışmak üzere ayırdıkları beş kişinin adlarını<br />

bildiriyorlardı.” Bu beş kişi: Raif Efendi, Emekli Binbaşı Süleyman Bey,<br />

Emekli Binbaşı Kâzım Bey, Albayrak Gazetesi Müdürü Necati Bey, Dursunbeyoğlu<br />

Cevat Bey idi. Söz konusu ettiğim yazıda Rauf Bey’in de Çalışma<br />

Kurulu İkinci Başkanlığına seçildiği bildiriliyordu. O günlerde, Erzurum<br />

Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Raif Efendi <strong>ve</strong> üyeler Hacı Hafız<br />

Efendi, Süleyman Bey, Maksut Bey, Mesut Bey, Necati Bey, Ahmet Bey,<br />

Kâzım Bey <strong>ve</strong> yazman Cevat Bey idi.<br />

Erzurum Şubesi, İstanbul’daki Genel Merkez Başkanlığına ulaştırmaya<br />

çalıştıkları bir telle, “Genel Merkez adına söz söyleme yetkisinin bana<br />

<strong>ve</strong>rildiğinin telle bildirilmesini” de rica ettiler. Bundan başka, bizim Erzurum<br />

Kongresine girmemizi kolaylaştırmak için, Kongreye Erzurum delegesi<br />

olarak seçilmiş olan Emekli Binbaşı Kâzım <strong>ve</strong> Dursunbeyoğlu Cevat Beyler<br />

delegelikten çekildiler.<br />

Baylar, bildiğiniz gibi Erzurum Kongresi <strong>1919</strong> yılı Temmuzunun<br />

23’ncü günü, pek gösterişsiz bir okul salonunda açıldı. İlk günü beni, başkanlığa<br />

seçtiler. Kongre üyelerini durum <strong>ve</strong> bir ölçü dek, düşünülenler üzerinde<br />

aydınlatmak için yaptığım konuşmada; Tarih <strong>ve</strong> olayların sürükleyişiyle,<br />

gerçekten içine düştüğümüz kanlı <strong>ve</strong> kara tehlikeleri görmeyecek <strong>ve</strong><br />

bundan coşmayacak hiçbir yurtse<strong>ve</strong>rin düşünülemeyeceğini, belirttim. Silah<br />

Bırakışması koşullarına aykırı olarak yapılan saldırı <strong>ve</strong> salgınlarından<br />

söz açtım. Tarihin, bir ulusun varlığını <strong>ve</strong> hakkını hiçbir zaman tanımazlıktan<br />

gelemeyeceğini, bunun için de yurdumuzu, ulusumuzu kötüleyici yargıların<br />

yüzde yüz değerden düşeceğini söyledim. Yurt <strong>ve</strong> ulusun kutsal varlıklarını<br />

kurtarma <strong>ve</strong> koruma konusunda, son sözü söyleyecek <strong>ve</strong> bunun ge-


44 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

reğini yaptıracak gücün, bütün yurda bir elektrik ağı gibi yayılmış olan ulusal<br />

akımdan doğan yiğitlik ruhu olduğunu söyledim. Yürek gücünün artırılmasına<br />

yaramak üzere de bütün kıyım görmüş ulusların, ulusal amaçlarına<br />

ulaşmak için -içinde bulunduğumuz gündeki- çalışmaları üzerine elde<br />

edilen kimi bilgileri özetledim. Ve ulusun yazgısında, sözünü yürütecek<br />

bir ulusal istencin ancak Anadolu’dan doğabileceğini belirttim<br />

<strong>ve</strong> ulusal istence dayanan bir ulusal kurul oluşturulmasını <strong>ve</strong><br />

gücünü ulusal istençten alacak bir hükümetin kurulmasını ilk çalışma<br />

ereği olarak gösterdim.<br />

Baylar, Erzurum Kongresi 14 gün sürdü. Çalışmasının sonucu, düzenlediği<br />

tüzük <strong>ve</strong> bu tüzüğün içindekileri kamuya duyuran bildiriden<br />

oluşmaktadır. Bu tüzük <strong>ve</strong> bildiri, o zamanın <strong>ve</strong> çevrenin gerektirdiği ikinci<br />

derecede düşünceler çıkarılarak incelenirse birtakım köklü <strong>ve</strong> geniş kapsamlı<br />

ilkeleri <strong>ve</strong> kararları ortaya koyabiliriz. İzin <strong>ve</strong>rirseniz bu ilkelerin <strong>ve</strong><br />

kararların, bence, daha o zaman nelerden oluştuğunu açıklayayım:<br />

1. Ulusal sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden<br />

ayrılamaz.<br />

2. Ne türlü olursa olsun, yabancıların topraklarımıza girmesine <strong>ve</strong><br />

işlerimize karışmasına karşı <strong>ve</strong> Osmanlı Hükümetinin dağılması<br />

durumunda ulus, birlikte direnecek <strong>ve</strong> savunacaktır.<br />

3. Yurdun <strong>ve</strong> bağımsızlığın korunmasına <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğin sağlanmasına<br />

İstanbul Hükümetinin gücü yetmezse, amacı gerçekleştirmek<br />

için, geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet üyeleri,<br />

ulusal kongrece seçilecektir. Kongre toplanmamışsa bu seçimi<br />

Temsilciler Kurulu yapacaktır.<br />

4. Kuva-yi Milliyeyi 28 etken <strong>ve</strong> ulusal istenci egemen kılmak temel<br />

ilkedir.<br />

5. Hıristiyan azınlıklara siyasal üstünlük <strong>ve</strong> toplumsal dengemizi<br />

bozacak ayrıcalıklar <strong>ve</strong>rilemez.<br />

6. Yabancı devletlerin güdümü <strong>ve</strong> koruyuculuğu kabul olunamaz.<br />

7. Millet Meclisinin hemen toplanmasını <strong>ve</strong> hükümet işlerinin Meclis<br />

denetiminde yürütülmesini sağlamak için çalışılacaktır.<br />

Bu ilke <strong>ve</strong> kararlar türlü türlü yorumlanmışsa da temel nitelikleri hiç<br />

değiştirilmeksizin uygulanabilmiştir.<br />

Baylar, biz, kongrede özetlediğim bu kararları <strong>ve</strong> bu ilkeleri saptamaya<br />

çalışırken Sadrazam Ferit Paşa da ajanslarla birtakım demeçler yayımlıyordu.<br />

Bu demeçlere, Sadrazamın ulusu ihbar etmesi dense yeridir.<br />

28 Ulusal Güçler


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 45<br />

23 Temmuz <strong>1919</strong> günlü ajansla, dünyaya şunu duyuruyordu: “Anadolu’da<br />

karışıklık çıktı. Anayasaya aykırı olarak Mebuslar Meclisi adı altında toplantılar<br />

yapılıyor. Bu işlerin sivil <strong>ve</strong> askerî görevlilerce yasak edilmesi gerekir.”<br />

Buna karşı gereken önlemler alındı <strong>ve</strong> Mebuslar Meclisinin toplantıya çağrılması<br />

istendi. Ağustosun yedinci günü Kongre toplantısını kapatırken<br />

Kongre üyelerine: “Önemli kararlar alındığını <strong>ve</strong> bütün dünyaya ulusumuzun<br />

varlık <strong>ve</strong> birliğinin gösterildiğini” söyledim <strong>ve</strong> “Tarih, bu Kongremizi<br />

çok az görülebilen büyük bir eser olarak yazacaktır.” dedim. Sözlerimin<br />

yersiz olmadığını, zaman <strong>ve</strong> olayların kanıtladığı kanısındayım, Baylar.<br />

(Atatürk burada, Erzurum Kongresinin, tüzük gereğince oluşturduğu<br />

Temsilciler Kurulunu açıklamaktadır: Mustafa Kemal (Eski Üçüncü Ordu<br />

Müfettişi, askerlikten çekilmiş), Rauf Bey (Eski Bahriye Nazırı) 29 , Raif<br />

Bey (Eski Erzurum Millet<strong>ve</strong>kili), İzzet Bey (Eski Trabzon Millet<strong>ve</strong>kili), Ser<strong>ve</strong>t<br />

Bey (Eski Trabzon Millet<strong>ve</strong>kili), Şeyh Fevzi Efendi (Erzincan’da Nakşî<br />

Şeyhi), Bekir Sami Bey (Eski Beyrut Valisi), Sadullah Efendi (Eski Bitlis<br />

Millet<strong>ve</strong>kili), Hacı Musa Bey (Mutki Aşiret Başkanı))<br />

Baylar, yeri gelmişken şunu bilginize sunayım ki bu kişiler hiçbir<br />

zaman bir araya gelip birlikte çalışmış değildir. Bunlardan İzzet, Ser<strong>ve</strong>t,<br />

Hacı Musa Beyler <strong>ve</strong> Sadullah Efendi hiç gelmemişlerdir. Raif <strong>ve</strong> Şeyh<br />

Fevzi Efendiler, Sivas Kongresine katılmışlar <strong>ve</strong> ondan sonra biri Erzurum’a,<br />

ötekisi Erzincan’a dönerek bir daha aramıza katılmamışlardır. Rauf<br />

Bey <strong>ve</strong> Sivas Kongresinde aramıza katılan Bekir Sami Bey, İstanbul’daki<br />

Mebuslar Meclisine gidinceye dek, bizimle birlikte bulunmuşlardır.<br />

Baylar, anı olarak küçük bir noktaya da dokunmak isterim. Benim<br />

bu Erzurum Kongresine üye olarak girip girmeyeceğim düşünülmeye değer<br />

görüldüğü gibi, Kongreye katıldıktan sonra da başkan olup olmayacağım<br />

üzerinde duraksayanlar bulunmuştur. Bu duraksayanlardan kimilerinin düşüncelerini<br />

iyi niyetlerine <strong>ve</strong> içtenliklerine yormakla birlikte, başka birtakım<br />

kimselerin bu konuda içtenlikten büsbütün uzak olduklarına, tersine büyük<br />

kötülük amacı güttüklerine daha o zaman kuşkum kalmamıştı. Örneğin,<br />

düşman casusu olup her nasılsa Trabzon ili içinde bir yerden kendini<br />

Kongreye delege göstertip gelen Ömer Fevzi Bey <strong>ve</strong> bunun arkadaşları gibi.<br />

Bu kişinin hainliği, sonradan Trabzon’daki <strong>ve</strong> oradan kaçtıktan sonra<br />

İstanbul’daki işleri <strong>ve</strong> davranışlarıyla kesin olarak anlaşılmıştır.<br />

Kongrenin bitiminden iki üç gün önce başka bir tartışma da söz<br />

konusu olmaya başlamıştı. Kimi yakın arkadaşlarım, benim Temsilciler Kuruluna<br />

girip açık olarak çalışmamı sakıncalı görüyorlardı. Düşünceleri şu<br />

noktalarda özetlenebilir: “Ulusal girişim <strong>ve</strong> çalışmaların bütün anlamıyla<br />

29<br />

Eski Donanma Bakanı


46 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

ulustan doğduğunu, gerçekten ulusal olduğunu göstermek gerekir. Böyle<br />

olursa girişimler daha güçlenir <strong>ve</strong> kimsenin kötü yorumuna <strong>ve</strong> özellikle yabancıların<br />

olumsuz düşüncelerine yer kalmaz. Ama tanınmış <strong>ve</strong> hele İstanbul<br />

Hükümetine <strong>ve</strong> Halifelik ile Padişahlığa karşı başkaldırıcı durumuna<br />

düşmüş; saldırı noktası olan benim gibi bir adamın, bütün bu ulusal girişimlerin<br />

başında bulunduğu görülürse çalışmaların ulusal amaçlar yolunda<br />

olmaktan çok, özel istekleri gerçekleştirmek için olduğu kanısına yol açabilir.<br />

Bunun için, Temsilciler Kurulu üyeleri, illerle bağımsız sancakların seçeceği<br />

kişiler olmalıdır. Ancak böylelikle, ulusal bir güç gösterilebilir.”<br />

Bu düşüncelerin yerinde olup olmadığını araştıracak değilim. Yalnız<br />

benim de bu düşüncelere karşı olan düşüncelerimin dayanak noktalarından<br />

kimilerini sayayım: Öncelikle ben, ne olursa olsun, Kongreye katılmalı<br />

<strong>ve</strong> onu yönetmeliydim. Çünkü zaman geçirmeksizin, ulusal istencin işler<br />

duruma getirilmesini <strong>ve</strong> ulusun kendi başına silahlı <strong>ve</strong> eylemli olarak<br />

önlemler almaya başlamasını sağlamak zorunluluğuna inanıyordum. Bu<br />

temel ilkeleri benimsetip karara bağlatabilmek için, Kongrede çalışmayı <strong>ve</strong><br />

yönetici olarak üyeleri aydınlatmayı çok gerekli görüyordum. Nitekim öyle<br />

oldu. Erzurum Kongresinin, daha önce açıkladığım ilke <strong>ve</strong> kararlarını herhangi<br />

bir Temsilciler Kurulunun uygulatabileceğine benim gü<strong>ve</strong>nim olmadığını,<br />

açıkça söyleyebilirim. Nitekim zaman <strong>ve</strong> olaylar beni doğrulamıştır.<br />

Bundan başka, daha Amasya’da iken kararlaştırdığım <strong>ve</strong> bütün ulusa her<br />

türlü araçlarla duyurttuğum Sivas Genel Kongresinin toplanmasını sağlamak,<br />

bütün ulusu <strong>ve</strong> yurdu tek bir kurulla temsil etmek, sonra yalnız doğu<br />

illerini değil, yurdun bütün parçalarını aynı dikkat <strong>ve</strong> duyarlıkla savunma<br />

<strong>ve</strong> kurtarma yollarını bulmaya çalışmak gibi işleri, herhangi bir kurulun başarabileceği<br />

kanısında olmadığımı açıkça söylemek zorundaydım. Çünkü<br />

bende böyle bir kanı bulunsaydı, işe giriştiğim güne dek, bu konuda girişim<br />

yapan <strong>ve</strong> uğraşanların çalışma sonuçlarını bekleyerek görevimden çekilmemek<br />

yolunu tutardım. Hükümet, Padişah <strong>ve</strong> Halifeye karşı başkaldırmayı<br />

gerekli görmezdim. Tersine ben de kimi ikiyüzlü <strong>ve</strong> iki yanlılar gibi dış<br />

görünüşü pek parlak <strong>ve</strong> gösterişli olan, o günün ordu müfettişliğini <strong>ve</strong> Padişah<br />

Hazretlerinin ya<strong>ve</strong>rliği sanını elden bırakmazdım. Gerçi benim açıkça<br />

ortaya atılmamda <strong>ve</strong> bütün ulusal <strong>ve</strong> askerî işlerin başına geçmemde kuşkusuz<br />

sakınca vardı. Ama o sakınca, başarısızlığa uğradığımda herkesten<br />

önce <strong>ve</strong> herkesten çok benim en büyük cezaya çarptırılmamdan başka bir<br />

şey olabilir miydi? Oysa bütün yurdun <strong>ve</strong> koskoca bir ulusun, ölüm kalımı<br />

söz konusu olurken yurtse<strong>ve</strong>rim diyenlerin kendi sonlarını düşünmelerine<br />

yer var mıdır?<br />

Baylar, ben kimi arkadaşlarca ileri sürülen düşünce <strong>ve</strong> kuruntulara<br />

uysaydım, iki bakımdan büyük sakıncalar doğacaktı. Birincisi; düşüncelerimde,<br />

kararlarımda <strong>ve</strong> bütün kişiliğimde tutarsızlık <strong>ve</strong> yetersizlik olduğunu


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 47<br />

açığa vurmak ki bu davranış, benim vicdan buyruğu ile üstlendiğim görev<br />

bakımından düzeltilemeyecek bir yanılgı olurdu.<br />

Baylar, tarih, söz götürmez bir şekilde ortaya koymuştur ki büyük<br />

işlerde başarı için yeteneği <strong>ve</strong> gücü sarsılmaz bir başkanın varlığı çok gereklidir.<br />

Bütün devlet büyüklerinin umutsuzluk <strong>ve</strong> güçsüzlük içinde… bütün<br />

ulusun başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada, yurtse<strong>ve</strong>rim diyen<br />

bin bir çeşit kişinin, bin bir türlü tutum <strong>ve</strong> inanç gösterdiği kargaşalı bir zamanda<br />

danışmalarla, birçok saygın <strong>ve</strong> güçlü kişilerin sözlerine uyma zorunluluğuna<br />

inanmakla, sağlam, esaslı <strong>ve</strong> özellikle sert yürünebilir mi <strong>ve</strong> en<br />

sonunda ulaşılması çok güç olan hedefe varılabilir mi? Tarihte, buna ulaşmış<br />

bir topluluk gösterilebilir mi? İkincisi Baylar; ulus, ülke, siyaset <strong>ve</strong> ordu<br />

yöneticiliğinde hiç bulunmamış <strong>ve</strong> bu alanda değeri belirmemiş <strong>ve</strong> denenmemiş<br />

gelişigüzel kişilerden, örneğin, Erzincanlı bir Nakşî Şeyhi <strong>ve</strong> Mutkili<br />

bir aşiret başkanı gibi zavallılardan da kurulabilecek herhangi bir Temsilciler<br />

Kuruluna, söz konusu durum <strong>ve</strong> görev bırakılabilir miydi? Bırakıldığında<br />

yurdu <strong>ve</strong> ulusu kurtaracağız, dediğimiz zaman, ulusu <strong>ve</strong> kendimizi aldatmış<br />

olmak gibi kötü bir yanılgıya düşmeyecek miydik? Böylesine bir kurula,<br />

perde arkasından yardım edilebileceği düşünülse bile bu yöntem, gü<strong>ve</strong>nilir<br />

sayılabilir miydi?<br />

Bu söylediklerimin, o günlerde değilse bile, artık bugün, bütün<br />

dünyaca kabul edilebilecek gerçeklerden olduğuna hiç kuşkum yoktur. Bununla<br />

birlikte ben, bu söylediklerimi o günlerden kalma kimi anı <strong>ve</strong> belgelerle<br />

burada doğrulamayı, gelecek kuşakların siyasal <strong>ve</strong> toplumsal eğitimi<br />

bakımından ödev sayarım. Bu dakikaya değin olduğu gibi buradan sonra<br />

da sözünü edeceğim olaylar dolayısıyla, bu yön, kendiliğinden aydınlanmaya<br />

başlayacaktır.<br />

Baylar, Erzurum Kongresinin bitiminde, Ferit Paşa’dan sonra Milli<br />

Savunma Bakanlığına yeni geldiği anlaşılan bir Nâzım Paşa imzasıyla, 15.<br />

Kolordu Komutanlığına 30 Temmuz <strong>1919</strong> günü şöyle bir buyruk geldi:<br />

Mustafa Kemal Paşa ile Refet Bey’in Hükümet kararlarına karşı<br />

gelmelerinden ötürü hemen yakalanarak İstanbul’a gönderilmeleri,<br />

Bâbıâlice uygun görülüp ilgili görevlilere gerekli buyruklar <strong>ve</strong>rildiğinden,<br />

kolorduca önemle yardım edilmesi <strong>ve</strong> sonucundan bilgi <strong>ve</strong>rilmesi rica olunur.<br />

Bu buyruğa, Kolordu Komutanlığınca gereği gibi yanıt <strong>ve</strong>rildi. Bu<br />

yanıtı öteki komutanlara da, olduğu gibi gönderterek dikkatlerini çektirdim.<br />

Kongre bildirisi, yurt içinde her yere <strong>ve</strong> yabancı devlet temsilcilerine<br />

türlü yollarla bildirildi. Tüzük de komutanlara <strong>ve</strong> başka gü<strong>ve</strong>nilir makamlara<br />

gizli tel ile bölüm bölüm <strong>ve</strong>rilerek bulundukları yerlerde basılıp çoğaltılmasına<br />

<strong>ve</strong> yayımının sağlanmasına çalışıldı. Bu iş, doğal olarak gün-


48 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

lerce sürdü. Bununla ilgili olarak Sivas’ta Üçüncü Kolordu Komutanı Selahattin<br />

Bey’den, 22 Ağustos <strong>1919</strong> günlü aldığım bir telde: “Tüzüğün ikinci<br />

<strong>ve</strong> dördüncü maddelerinin yayımını sakıncalı bulduğu, bir kez daha incelenmesi<br />

gereği” bildiriliyordu. İkinci madde – Birlik olarak savunma <strong>ve</strong> direnme<br />

ilkesinin kabul edildiğine; Dördüncü madde - Geçici yönetim kurulabileceğine<br />

ilişkin maddelerdir.<br />

Biz Erzurum’da, Kongre kararlarının her yerde anlaşılmasını <strong>ve</strong> birlikte<br />

uygulanmasını sağlamaya çalışırken “Karakol Cemiyetinin Teşkilâtı<br />

Umumiye Nizamnamesi” 30 <strong>ve</strong> “Karakol Cemiyeti Vezaifi Umumiye Talimatnamesi”<br />

31 diye basılı birtakım kâğıtların, bütün orduya, komutanlara,<br />

subaylara <strong>ve</strong> herkese dağıtıldığı bildirildi. Bu yönetmeliği okuyan, bana en<br />

yakın komutanlar bile, bu işi benim yaptığımı sanarak iyiden iyiye kuşku<br />

<strong>ve</strong> duraksamalara düşmüşler. Benim, bir yandan kongrelerle açık olarak<br />

ulusal ortak çalışmalar yaparken, bir yandan da gizemli <strong>ve</strong> korkunç bir<br />

komite kurmakla uğraştığım kanısına kapılmışlar. Gerçi bu işleri <strong>ve</strong> girişimleri<br />

yapanlar, ki İstanbul’da bulunuyorlarmış, her şeyi benim adıma <strong>ve</strong> hesabıma<br />

yapmaktaymışlar.<br />

Karakol Derneğinin Genel Kuruluş Tüzüğü’ne göre, genel merkez<br />

üyeleri <strong>ve</strong> sayıları, toplanma yerleri <strong>ve</strong> nasıl toplandıkları, nasıl seçilip görevlendirildikleri<br />

kesin olarak gizli <strong>ve</strong> saklı tutulur. Bir de en ufak bir gizi<br />

açığa vuran ya da Karakol Derneğine tehlike getiren <strong>ve</strong> dahası tehlike getirici<br />

bir kuşku uyandıran, hemen asılır. Genel Görevler Yönetmeliği’nde de<br />

“bir ulusal ordu”dan söz ediliyor <strong>ve</strong> “Bu ordunun başkomutanı <strong>ve</strong> genelkurmay<br />

başkanı, ordu, kolordu <strong>ve</strong> tümen komutanları <strong>ve</strong> kurmayları seçilmiş<br />

<strong>ve</strong> atanmış olup gizli <strong>ve</strong> saklı tutulur. Bunlar, görevlerini gizli olarak<br />

yaparlar.” deniliyordu. Baylar, hemen komutanları uyardım; bu tüzük <strong>ve</strong><br />

yönetmelik kararlarını kesinlikle uygulamamaları gerektiğini <strong>ve</strong> bu girişimin<br />

kaynağını araştırmakta olduğumu bildirdim. Sivas’a varışımdan sonra,<br />

oraya gelen Kara Vasıf Bey’den anladım ki bu işi yapan kendisi <strong>ve</strong> kimi arkadaşlarıymış.<br />

Kesinlikle, böyle bir davranış doğru değildi. Herkesi asmakla korkutarak<br />

bilinmeyen bir merkezin, bilinmeyen bir başkomutanın, bilinmeyen<br />

birtakım komutanların buyruklarına uymaya zorlamak, çok tehlikeliydi.<br />

Gerçekten orduda görevli herkeste, hemen birbirlerine karşı gü<strong>ve</strong>nsizlik <strong>ve</strong><br />

bir korku başladı. Örneğin, herhangi bir kolordu komutanının, “Benim<br />

komutam altındaki kolordunun, acaba saklı <strong>ve</strong> gizli komutanı kimdir? Bu<br />

gizli komutan, acaba ne zaman <strong>ve</strong> nasıl komutanlığı ele alacak <strong>ve</strong> acaba<br />

30 Karakol Derneğinin Genel Kuruluş Tüzüğü<br />

31 Karakol Derneğinin Genel Görev Yönetmeliği


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 49<br />

bana karşı nasıl davranacak?” gibi birtakım haklı kuruntulara kapılması<br />

beklenilmez değildir.<br />

Sivas’ta Kara Vasıf Bey’e, gizli merkezin, gizli başkomutanın <strong>ve</strong> gizli<br />

genelkurmay başkanının kimler olduğunu sorduğum zaman, “Hepsi siz <strong>ve</strong><br />

arkadaşlarınızdır.” yanıtını <strong>ve</strong>rmişti. Bu, beni büsbütün şaşırtmıştı. Bu karşılık,<br />

elbette, akla <strong>ve</strong> mantığa uygun olamazdı. Çünkü hiç kimse bana böyle<br />

bir düzen <strong>ve</strong> kuruluştan söz açmış <strong>ve</strong> benden bu iş için izin almış değildi.<br />

Bu derneğin daha sonra, özellikle İstanbul’da, bu ad altında çalışmasını<br />

sürdürmeye çabaladığı anlaşıldıktan sonra, kuruluşunda <strong>ve</strong> sıkışınca bize<br />

<strong>ve</strong>rmek zorunda kaldıkları bilgilerin doğruluğunda iyi niyet ileri sürülemez.<br />

İstanbul Hükümetini, ulusal girişimleri önlemekten vazgeçirmek,<br />

başarıyı çabuklaştırmaya <strong>ve</strong> kolaylaştırmaya yarayacağı için önemliydi. Bu<br />

düşünceyle, Ferit Paşa’nın doğal olarak hiçbir başarı sağlayamadan, hemen<br />

hemen onuru kırılmış bir durumda İstanbul’a dönüşünden yararlanarak,<br />

kendisine 16 Ağustos <strong>1919</strong> günü gizli bir tel yazdım.<br />

(Atatürk bu telde, İstanbul Hükümetinin, ulusal akıma karşı gelmek<br />

yerine, ona dayanacak yönde bir siyaset izlemesi gerektiğini belirtmektedir:)<br />

I.3. SİVAS KONGRESİ VE SAVAŞIMIN ULUSALLAŞMASI<br />

Baylar, Sivas’ta toplanmasını sağlamaya çalıştığımız Kongreye her<br />

yerden delege seçtirmek <strong>ve</strong> onların Sivas’a gelmelerini sağlamak için,<br />

Amasya’da başlamış olan çalışma <strong>ve</strong> yazışmalar daha sürüp gidiyordu. Bütün<br />

komutanlar <strong>ve</strong> her yerde birçok yurtse<strong>ve</strong>r olağanüstü çaba gösteriyordu.<br />

Ancak yine, her yerde olumsuz <strong>ve</strong> karşıtçı propagandalar <strong>ve</strong> özellikle<br />

İstanbul Hükümetinin engelleyici önlemleri, işi zorlaştırıyordu. Kimi yerlerden,<br />

hem delege seçmiyorlar hem de halkın yürek gücünü kıracak <strong>ve</strong> herkesi<br />

umutsuzluğa sürükleyecek karşılıklar <strong>ve</strong>riyorlar. Örneğin; Yirminci Kolordu<br />

Komutanı adına Kurmay Başkanı Ömer Halis Bey’in İstanbul’dan<br />

alınan bilgileri kapsayan 9 Ağustos <strong>1919</strong> günlü gizli telinde şu maddeler ilgi<br />

çekici görüldü.<br />

1. İstanbul delege göndermiyor. Orda yapılan işleri uygun görmekle<br />

birlikte, atılgan bir duruma girmek istemiyor.<br />

2. İstanbul’dan delege göndermek olanak dışındadır. Önerilen kişiler,<br />

orada <strong>ve</strong>rimli, başarılı iş göreceklerine gü<strong>ve</strong>nemediklerinden,<br />

boşuna para harcamamak <strong>ve</strong> yolculuk sıkıntıları çekmemek<br />

için yola çıkmıyorlar (Bilindiği gibi kimi kişileri özel mektupla<br />

da çağırmıştık).


50 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Biz, dört bir bucaktan delege seçtirmek <strong>ve</strong> göndertmekte karşılaşılan<br />

güçlükleri yenmeye çalışırken öte yandan, Kongre için en gü<strong>ve</strong>nilir yer<br />

olarak seçtiğimiz Sivas’ta da bir endişe <strong>ve</strong> çalkantı başladı.<br />

Baylar, burada, sırası gelmişken söyleyeyim ki ben Sivas’ı gerçekten<br />

her yönden gü<strong>ve</strong>nilir saymış olmakla birlikte, daha Amasya’da iken,<br />

Sivas’a gelen bütün yollar üzerinde uzaktan <strong>ve</strong> yakından her türlü askerî<br />

önlem <strong>ve</strong> düzeni aldırmayı da uygun bulmuştum.<br />

Sivas’taki çalkantı şöyle öğrenildi. 20 Ağustos günü öğleyin, Sivas’taki<br />

Vali Reşit Paşa’nın istemesiyle telgraf başına çağrıldığım zaman<br />

Paşa’nın uzun bir teli <strong>ve</strong>riliyordu.<br />

(Vali bu uzun telinde, Sivas’a gelen bir Fransız Binbaşısı ile arasında<br />

geçen konuşmayı <strong>ve</strong> bu konudaki kaygılarını dile getirmekte; Fransız<br />

Binbaşısının sözlerinden, Sivas Kongresinin toplanmasının tehlike oluşturacağını<br />

<strong>ve</strong> kongrenin toplanması durumunda Fransızların, kongre üyelerini<br />

ele geçirecekleri kanısına vardığını iletmektedir. Bu nedenle de kongrenin<br />

Erzincan’da toplanması konusunda, Mustafa Kemal Paşa’ya ricada bulunmuştur.<br />

Yanıtında, bunun yersiz bir kaygı olduğunu <strong>ve</strong> Fransız subayının<br />

gözdağı <strong>ve</strong>rmeye çalıştığını belirten Atatürk ise; bu asılsız haberlerin<br />

halkın yürek gücünü sarsacağını düşündüğünden halka duyurulmaması gerektiğini<br />

de önemle vurgulamış <strong>ve</strong> sözlerini şöyle sürdürmüştür:)<br />

Baylar, Diyarbakır <strong>ve</strong> Bitlis yöresinde, halkı aydınlatmak düşüncesiyle,<br />

oralarda ordu komutanı olarak bulunduğum sıralarda kendileriyle tanıştığım<br />

birtakım ileri gelen kişilere özel mektuplar yazdım <strong>ve</strong> Van, Bayazıt<br />

çevrelerinde bulunan kimi aşiret başkanlarıyla da bağlantı <strong>ve</strong> ilişki kurdum.<br />

Daha sonra Baylar, ağustos içinde, her yerde birtakım delegelerin Sivas’a<br />

yola çıktıkları <strong>ve</strong> kimilerinin de Sivas’a varmaya başladıkları anlaşıldı. Sivas’a<br />

varan delegeler bizim ne zaman yola çıkacağımızı sormaya başladılar.<br />

Artık Erzurum’dan ayrılmak gerekiyordu. Ama şimdiye değin <strong>ve</strong>rdiğim<br />

bilgiden anlaşılmıştır ki Sivas Kongresi doğu <strong>ve</strong> batı illerinin <strong>ve</strong> Trakya’nın<br />

yani bütün ülkenin birliğini sağlamak amacını güdüyordu. Bunun için doğu<br />

illerinin bu Kongrede delegelerinin bulunması gerekirdi. Bu illerden, Sivas<br />

Kongresi için delegeler seçtirmeye kalkışmak, el<strong>ve</strong>rişli olmayan bir düşünceydi.<br />

Erzurum Kongresinde bulunan delegelerin de Sivas’a götürülmeye<br />

kalkışılamayacağı da anlaşılıyordu. Kaldı ki geldikleri yerlerden Doğu İllerinin<br />

Haklarını Savunma adına yetki almış olan bu delegelerin daha genel<br />

bir amaca ilişkin yetkileri de yoktu. Yine bu nedenle, Erzurum Kongresinin,<br />

Sivas Kongresine doğu illeri adına bir delege topluluğu gönderme yetkisi<br />

olmayacağı da ortadaydı. Yeniden delege seçtirmeye kalkışmak ne ölçüde<br />

işe yaramaz idiyse, birtakım kuramsal düşüncelerin çerçe<strong>ve</strong>si içinde sıkışıp<br />

kalmak da o ölçüde işe yaramazdı. En kolay <strong>ve</strong> çıkar yol, Doğu İllerinin


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 51<br />

Ulusal Haklarını Savunma Derneğinin Temsilciler Kurulunu Sivas’a götürüp<br />

Kongreye katmaktı.<br />

(Üyeler çeşitli gerekçe <strong>ve</strong> özürler bildirerek Kongrede bulunmamıştır.)<br />

Sonunda, Temsilciler Kurulu üyesi olarak, Erzurum’dan üç kişi, Erzincan’dan<br />

bir kişi <strong>ve</strong> Sivas’ta bulduğumuz Bekir Sami Bey’le beş kişi olduk<br />

<strong>ve</strong> Sivas Kongresini oluşturan delegelerin belgelerini incelemek gereği<br />

duyulduğu zaman, ben, orada şöyle bir belge yazdım <strong>ve</strong> altını Temsilciler<br />

Kurulu mührüyle mühürledim.<br />

Temsilciler Kurulundan:<br />

Mustafa Kemal Paşa<br />

Rauf Bey<br />

Din bilginlerinden Raif Efendi<br />

Şeyh Fevzi Efendi<br />

Bekir Sami Bey<br />

Yukarıda adları yazılı kişiler, Doğu Anadolu adına Sivas Kongresi’nde<br />

bulunmak üzere Erzurum Kongresince görevlendirilmiştir.<br />

Mühür<br />

Baylar, Erzurum’dan çıktığımız gün, 29 Ağustos <strong>1919</strong>’dur. Amasya’dan<br />

Erzurum’a gelirken, Sivas’ta küçük bir öyküye konu olan olayı<br />

unutmamışsınızdır. Şaşırtıcıdır ki Erzurum’dan Sivas’a giderken de buna<br />

benzer küçük bir durumla karşılaştık. Erzincan’dan batıya doğru yola çıktığımız<br />

günün sabahı, Erzincan boğazına gelir gelmez, birtakım jandarma erlerinin<br />

<strong>ve</strong> subaylarının, tedirgin <strong>ve</strong> korkulu bir davranışla otomobillerimizi<br />

durdurduklarını gördük. Durumu açıkladılar: “Dersim 32 Kürtleri, Boğazı<br />

tutmuşlardır. Tehlike var. Geçilemez.” Bir subay, merkeze güç gönderilmesini<br />

yazmış, o güç gelince gerekli düzenlemeyi yapacak, saldırıp haydutları<br />

püskürtecek <strong>ve</strong> yolu açacakmış… Pek iyi ama bu haydutların gücü nedir,<br />

neresini nasıl tutmuş, ne kadar güç gelecek <strong>ve</strong> ne zaman gelecek?!<br />

Bu bilmeceler çözülünceye değin, geriye, Erzincan’a dönmek <strong>ve</strong><br />

kim bilir kaç gün beklemek gerek! Bizim ise, işimiz pek i<strong>ve</strong>diydi. Ben, Erzurum<br />

ile Sivas arasındaki yolu belli süre içinde aşıp belli günde, Sivas’ta bulunamazsam<br />

şurada <strong>ve</strong>ya burada, şundan ya da bundan ötürü korktuğum<br />

<strong>ve</strong> beklediğim Sivas’ta <strong>ve</strong> her yerde duyulursa bozgun başlayabilir, işler altüst<br />

olabilirdi. Öyleyse karar? tehlikeyi göze alıp yola devam etmek. Başka<br />

32 Tunceli


52 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

çözümümüz de yoktu. Yalnız küçük bir düzenleme yapmayı uygun buldum.<br />

Ellerinde hafif makineli tüfekler bulunan öz<strong>ve</strong>rili arkadaşlarımızdan<br />

birkaçını (Şimdi bir alay komutanı olan Osman Bey ki Tufan bey adıyla<br />

tanınmıştır, bunların başında idi.) bir otomobil ile kendi otomobilimizin<br />

önüne geçirdik. Sağdan soldan gelecek, uzaktan açılmış ateşlere önem <strong>ve</strong>rilmeyerek<br />

otomobiller hızla şose üzerinde ileri yürümeye devam edecekler.<br />

Vurulan, ölen olursa, onlarla ilgilenilmeyecek… Tam şose üzerinde <strong>ve</strong><br />

yakınında, yolu kapayan haydutlarla karşılaşılırsa, hepimiz otomobillerden<br />

atlayacağız <strong>ve</strong> bunlara saldırarak yolu açacağız <strong>ve</strong> kalanlar yine, kullanılabilecek<br />

durumda olan otomobillere binerek <strong>ve</strong> hızla ilerleyerek yola devam<br />

edecekler… İşte <strong>ve</strong>rilen buyruk da buydu…<br />

Bu düzenleme <strong>ve</strong> davranışı akla uygun <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nilir görmeyenler<br />

bulunabilir. Gerçi o günlerde Elazığ Valisi Ali Galip Bey’in Dersim’de dolaştığı<br />

<strong>ve</strong> kimi oyalayıcı işler yapmaya <strong>ve</strong> türlü düzenler kurmaya çalıştığı<br />

biliniyorduysa da açıklayayım ki ben, her şeyden önce, boğazın gerçekten<br />

tutulduğuna inanmadım. Bunu, İstanbul Hükümetinin yardakçısı olabileceğini<br />

sandığım kimi kişilerin, yalnızca beni durdurmaya zorlamak için uydurdukları<br />

bir düzen saydım. İkincisi, Dersim Kürtleri Boğazı tutmuşlarsa<br />

bunların yapabilecekleri işin, uzak tepelerden yola ateş etmekten başka bir<br />

şey olmayacağı bence çok olasıydı. Kısacası yürüdük, Boğazı geçtik <strong>ve</strong> 2<br />

Eylül <strong>1919</strong> günü Sivas’a vardık. Halkın, kentin çok uzaklarından başlayan<br />

büyük <strong>ve</strong> parlak gösterileriyle karşılandık.<br />

Üçüncü Kolordu Komutanı olan Selahattin Bey, Sivas’ta bulunuyordu.<br />

Vali Paşa ile birlikte, Kongreye gelen delegelerin yerleştirilmesinde<br />

<strong>ve</strong> Temsilciler Kurulu için lise binasının <strong>ve</strong> kongre toplantı salonunun düzenlenmesinde<br />

<strong>ve</strong> her türlü önlemin alınmasında konukse<strong>ve</strong>rliğe örnek<br />

olacak biçimde olağanüstü çalışmışlardı. Refet Bey orada değildi. Nerede<br />

bulunduğunu da kimse bilmiyordu. Oysa 7 Temmuz <strong>1919</strong> günlü yönergemiz<br />

gereğince, kendi bölgesi olan Üçüncü Kolordu bölgesinden ayrılmaması<br />

gerekli <strong>ve</strong> üstelik tam Sivas’ta Kongre toplanacağı günlerde orada bulunması<br />

da uygun olacaktı. Yazışma sonunda kendisinin Ankara’da olduğu<br />

anlaşıldı. Ankara’da Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa’ya, “Hemen <strong>ve</strong> kesinlikle<br />

Sivas’a gönderilmesini” buyurdum. 7 Eylülde geldi. Kendisini Temsilciler<br />

Kurulu üyesi olarak Kongre üyelerine tanıttım.<br />

Baylar, bizden önce gelmiş olan delegeler, bizi beklerken aralarında<br />

toplantılar yapmışlar <strong>ve</strong> hazırlık niteliğinde kimi tasarılar kaleme almışlar.<br />

Bizim varışımızdan sonra da kimi özel toplantılar <strong>ve</strong> görüşmeler olmuş<br />

<strong>ve</strong> bu kez birtakım kararlar da <strong>ve</strong>rilmiş. İzin <strong>ve</strong>rirseniz, çok özel bir niteliği<br />

olduğu için, bu noktayı açıklayayım:


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 53<br />

Sivas Kongresi <strong>1919</strong> Eylülünün dördüncü Perşembe günü öğleden<br />

sonra saat ikide açıldı.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu noktasında, Hüsrev Sami Bey’den Rauf Bey<br />

<strong>ve</strong> birtakım kişilerin Refet Bey’in evinde toplanarak kendisini başkan yapmama<br />

kararı aldıklarını öğrendiğini <strong>ve</strong> buna başlangıçta inanamadığını anlatır.<br />

Ancak, Kongre sırasında, Rauf Bey’in, Atatürk’ün “Kim Başkan olsun?”<br />

yönündeki sorusuna “Siz olmayın” biçiminde yanıt <strong>ve</strong>rmesi <strong>ve</strong> ardından<br />

da yaşlı bir delegenin abece sırasına göre başkan olunmasını önermesi,<br />

bu bilgiyi büyük ölçüde doğrulamıştır. Arkadaşlarının sergilediği bu<br />

olumsuz tutum karşısında büyük üzüntü duyduğunu belirten Atatürk, duygularını<br />

‘Baylar, ben yurdun, öneriyi yapanla birlikte bütün ulusun, hepimizin<br />

nasıl bir felaket çıkmazında bulunduğumuzu göz önüne getirerek,<br />

kurtuluş çaresi olduğuna inandığım girişimleri bitmez tükenmez güçlükler<br />

<strong>ve</strong> engellere karşın nesnel <strong>ve</strong> tinsel bütün varlığımla yürütmeye çalışırken,<br />

benim en yakın arkadaşlarım, daha dün İstanbul’dan gelmiş olup <strong>ve</strong> işlerin<br />

içyüzünü elbette bilmeyen, saygı duyduğum yaşlı bir kişinin diliyle bana,<br />

senlikten benlikten söz ediyorlar.’ Tümcesiyle dile getirmiştir. Tüm bunlara<br />

karşın, büyük önder, yapılan gizli oylamada, üç kişi dışında diğer bütün<br />

üyelerin oylarını alarak başkan seçilmiştir.)<br />

Sivas Kongresi’nin gündemi, Erzurum Kongresi’nin tüzük <strong>ve</strong> bildirisi<br />

<strong>ve</strong> bir de bizden önce Sivas’a gelmiş olan yirmi beş kadar üyenin düzenlediği<br />

bir andırıdan oluşacaktı. İlk açılış günü olan 4 Eylül günü ile beşinci,<br />

altıncı günleri, yani üç gün.<br />

İttihatçı olmadığımızı açıkça belirtmek için ant içmek gereğini konuşmakla<br />

<strong>ve</strong> ant örneğini düzenlemekle; Padişaha sunulacak yazıyı yazmakla<br />

<strong>ve</strong> Kongrenin açılışı dolayısıyla gelen tellere karşılık <strong>ve</strong>rmekle <strong>ve</strong> daha<br />

çok da Kongre, siyasetle uğraşacak mı, uğraşmayacak mı konusunun<br />

tartışılmasıyla geçti. İçinde bulunulan didişme <strong>ve</strong> uğraşmalar, siyasetten<br />

başka bir şey değilken bu son tartışmalara şaşılmaz mı? Sonunda, Kongrenin<br />

dördüncü günü asıl konuya geldik <strong>ve</strong> o gün, Erzurum Kongresi Tüzüğü’nü<br />

görüşerek hemen sonuca bağladık. Çünkü Erzurum Kongresi Tüzüğü’nde<br />

yapılması gereken değişiklikleri önceden hazırlamış <strong>ve</strong> gerekli gördüğümüz<br />

üyeleri bu konuda aydınlatmış bulunuyorduk. Bununla birlikte,<br />

yapılan değişiklikler, sonradan kimi direnmelere, anlaşmazlıklara <strong>ve</strong> birçok<br />

yazışma <strong>ve</strong> tartışmalara yol açtığı için, bu değiştirilen noktaların önemlilerini<br />

bildireceğim:<br />

1. Derneğin adı “Şarki Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti” 33 idi,<br />

“Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti” 34 oldu.<br />

33 Doğu Anadolu’nun Haklarını Savunma Derneği


54 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

2. “Temsilciler Kurulu Doğu Anadolu’nun bütününü temsil eder”<br />

sözü yerine “Temsilciler Kurulu yurdun bütününü temsil eder.”<br />

dendi. Üyeler arasına da altı kişi daha eklendi.<br />

3. “Nasıl olursa olsun, yurdumuza girmeyi <strong>ve</strong> işimize karışmayı<br />

Rumluk <strong>ve</strong> Ermenilik örgütleri oluşturma amacıyla yapılmış sayacağımızdan<br />

elbirliğiyle savunma <strong>ve</strong> direnme ilkesi kabul edilmiştir.”<br />

yerine “Nasıl olursa olsun, yurdumuza girmeyi <strong>ve</strong> işimize<br />

karışmanın <strong>ve</strong> özellikle Rumluk <strong>ve</strong> Ermenilik örgütleri oluşturma<br />

amacını güden davranışların durdurulması için elbirliğiyle<br />

savunma <strong>ve</strong> uğraşma ilkesi kabul edilmiştir.” denildi. Bu iki<br />

tümcedeki ayrılık, anlam bakımından elbette pek büyüktür. Birincisinde<br />

Anlaşma Devletleri’ne karşı düşmanca bir durum alınacağı<br />

<strong>ve</strong> direnileceği söylenmiyor. İkincisinde bu yön açıkça<br />

belirmiş oluyor.<br />

4. Tüzüğün dördüncü maddesini oluşturan sorun, oldukça tartışmalara<br />

yol açtı. Madde şuydu: “Osmanlı Hükümetinin yabancı<br />

devletler baskısı karşısında, buraları (yani doğu illerini) bırakmak<br />

<strong>ve</strong> buralarla ilgilenmemek zorunda kaldığı anlaşılırsa yönetim,<br />

siyaset, askerlik bakımlarından nasıl davranılacağının belirtilmesi<br />

<strong>ve</strong> saptanması” yani geçici yönetim kurma işi.<br />

Sivas Kongresi Tüzüğü’nde bu maddedeki “buraları” yerine “ülkemizin<br />

her hangi bir parçasını bırakmak <strong>ve</strong> orası ile ilgilenmemek…” biçiminde<br />

kapsayıcı <strong>ve</strong> genel sözler kondu.<br />

Bundan sonra, 8 Eylül toplantısında, söz ettiğim andırıya değinildi.<br />

Bu andırıda başlıca Amerikan güdümü sorunu üzerinde duruluyordu.<br />

O günlerde, İstanbul’dan gelen kimi kişiler, Amerikalı Bay Bravn<br />

(Browne) adında bir gazeteciyi de Sivas’a getirmişlerdi. Bu işle ilgili olarak<br />

Kongrede geçen görüşmelerden söz açmadan önce konu üzerinde, yüce<br />

kurulunuzun yeterince aydınlanmasını sağlamak üzere, ilkin, bu konuya giriş<br />

olarak birtakım bilgileri sunayım. Bu bilgiler, Erzurum’dan beri başlayan<br />

kimi yazışmalardan daha iyi anlaşılacağı için, onları olduğu gibi sunacağım.<br />

(Atatürk Söylev’in bu bölümünde, Amerikan güdümüyle ilgili çok<br />

ilginç on bir telyazısına yer <strong>ve</strong>rmektedir. Bu telyazılarında özetle şunlar dile<br />

getirilmektedir:<br />

1. Beşinci Kafkas Tümeni Komutanı Vekili Arif Bey, kendisiyle<br />

görüşme yaptığı Bekir Sami Bey’in Amerikan güdümünü doğ-<br />

34 Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli’nin Haklarını Savunma Derneği


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 55<br />

ru bulduğunu bildirmekte <strong>ve</strong> Sivas Kongresinin toplanma tarihi<br />

konusunda bilgilendirilmek istemektedir.<br />

2. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, doğrudan Bekir Sami<br />

Bey’e bir telyazı göndererek, Amerikan güdümüne taraftar olmasının<br />

ayrıntılı gerekçelerini bildirmelerini istemiştir.<br />

3. Bekir Sami Bey yine Arif Bey aracılığıyla Mustafa Kemal Paşa’ya<br />

tel yazdırmış <strong>ve</strong> Amerikan güdümünün, savaştan önceki<br />

sınırlarıyla Osmanlı Ülkesinin bizde kalması <strong>ve</strong> Padişah soyunun<br />

egemenlik haklarına dokunulmaması koşullarıyla isteneceğini<br />

belirtmiştir.<br />

4. Atatürk, Bekir Sami Bey’e 1 Ağustos <strong>1919</strong>’da gönderdiği telde,<br />

böyle bir güdümcülüğün Amerika’ya ne gibi bir çıkar sağlayacağını<br />

<strong>ve</strong> kendisinin bu konudaki kişisel düşünce <strong>ve</strong> bilgilerinin<br />

ne olduğunu sormaktadır.<br />

5. Bunun üzerine Bekir Sami Bey, Amerika ile yapılan görüşmelerin<br />

resmî değil özel olduğunu, bu nedenle güdümün koşulları<br />

üzerinde durulmadığını söylemiştir.<br />

6. Halide Edip (Adıvar) 10 Ağustos <strong>1919</strong>’da çok uzun bir tel<br />

göndererek; Fransa, İngiltere <strong>ve</strong> İtalya’ya neden gü<strong>ve</strong>nilemeyeceğini<br />

anlatmakta <strong>ve</strong> Amerikan güdümünü ‘katlanılabilir kötü<br />

durum’ olarak tanımladıktan sonra, bu öneri üzerinde düşünülüp<br />

çalışılmasını beklediklerini iletmektedir.<br />

7. Afyonkarahisar’daki 12. Kolordu Komutanı Selahattin Bey’den<br />

12 Ağustos <strong>1919</strong>’da gelen gizli telde, İstanbul’daki çeşitli partilerin<br />

Amerikan Komisyonuna <strong>ve</strong>rilmek üzere aldıkları ortak kararlar<br />

bildirilmektedir. Buna göre: 1- Türkiye’nin doğu sınırlarında<br />

bir Ermenistan kurulması; 2- Bu amaçla bölgeden boşaltılacak<br />

Türk <strong>ve</strong> Kürtlere Amerika’nın yardım etmesi; 3- Erzincan<br />

<strong>ve</strong> Sivas yöresindeki Ermenilerin yeni Ermenistan sınırları<br />

içine gönderilmelerinin sağlanması; 4- Ermenistan hesabına<br />

toprak <strong>ve</strong>rmenin bağımsız bir Ermenistan değil, büyük <strong>ve</strong> uygar<br />

bir devletin güdümü altında bulunacak bir Ermenistan olacağının<br />

bilinmesi; 5- Amerikan Komisyonundan bir kişinin bu<br />

amaçla oralara gönderilmesi; 6- Bu işin yasal bir karara bağlanmasının<br />

Mebuslar Meclisine bırakılması önerilecektir.<br />

8. Mustafa Kemal Paşa, On İkinci <strong>ve</strong> Yirminci Kolordu Komutanlıklarına<br />

yazdığı yanıtta, İstanbul’daki çeşitli siyasal partilerin<br />

aldıkları kararların Erzurum’da, Hakları Koruma Derneği Temsilciler<br />

Kurulunda büyük üzüntü ile karşılandığını, bu kararların<br />

kabul edilemez olduğunu, İstanbul’daki parti <strong>ve</strong> derneklerin


56 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

kendi yetkileri dışına çıkmamaları gerektiğini <strong>ve</strong> bu telin olduğu<br />

gibi İstanbul’a gönderilmesini istediğini bildirir.<br />

9. Ali Fuat Paşa 14 Ağustos <strong>1919</strong>’da gönderdiği yanıtında, İstanbul’dan<br />

gelen yanıtlarda Amerikan güdümünün kabulünden<br />

söz edildiğini <strong>ve</strong> yazılan mektuplardan, bu görüşün tanınmış<br />

pek çok kişinin düşüncesine uygun olduğunun anlaşıldığını bildirmektedir.<br />

10. 17 Ağustos <strong>1919</strong> tarihli telde ise Ali Fuat Paşa, Kara Vâsıf<br />

Bey’in yolladığı ek bilgiden söz etmekte <strong>ve</strong> Amerikan güdümünün<br />

kabul edilmesi durumunda İngiliz, Fransız <strong>ve</strong> İtalyanları çıkarma<br />

olanağının doğacağının <strong>ve</strong> yalnızca Amerikalarla uğraşmanın<br />

daha kolay olacağının düşünüldüğü bildirilmektedir.<br />

11. Mustafa Kemal Paşa 20. Kolordu Komutanlığı aracılığıyla Kara<br />

Vâsıf Bey’e gönderdiği telde; “Sözü edilen Amerikan güdüm<br />

<strong>ve</strong> yardımının pek çok dikkatle incelenmesi, ulusal amacımızla<br />

karşılaştırılması pek önemlidir. İstanbul’da çalışanların amacının,<br />

ulusal birliğin, yurdun bütünlüğünün, bağımsızlık <strong>ve</strong> egemenliğinin<br />

sağlanması diye anlatıldığına <strong>ve</strong> gösterildiğine göre,<br />

Amerika’nın güdümü kabul edilince bu amaç, dokunulmaz olarak<br />

kalabilir mi” diye sormuş <strong>ve</strong> ulusal onaya bağlanmamış<br />

olan kararların, ulusça hiçbir zaman tanınmayacağını kesin bir<br />

dille belirtmiştir.)<br />

Şimdi Baylar, Kongrede güdüm işi üzerine yapılan görüşme <strong>ve</strong> tartışmayı,<br />

elden geldiğince orada geçtiği gibi yüce kurulunuza dinletmeye çalışacağım:<br />

Birçok kişi söz aldılar. Kimseye söz <strong>ve</strong>rmeden önce, başkanlık yerinden<br />

tutanaklara olduğu gibi geçen şu kısa düşünceleri öne sürdüm: “Bu<br />

andırıdaki konular üzerinde görüşmeye başlamadan önce, kimi noktalara<br />

dikkatinizi çekmek isterim. Bu raporda, örneğin Bay Bravn’dan söz edilmekte<br />

<strong>ve</strong> elli bin kişilik bir işçi ordusu getirileceğini söylediği yazılmaktadır.”<br />

Baylar, Bay Bravn: “Ben resmî bir kişi olarak görüşmüyorum, büsbütün<br />

özel olarak görüşüyorum.” diyor <strong>ve</strong> Amerika’nın güdümü kabul<br />

edeceğini değil, belki etmeyeceğini söylüyor! Onun için sözleri, Amerika<br />

adına değil, kendi adınadır; güdümün ne olduğunu kendisi de bilmiyor!<br />

“Güdüm, siz ne derseniz odur!” diyor. Bu andırıda önemli olarak güdüm<br />

sorunu vardır. Bunun üzerinde görüşme açmadan önce on dakika dinlenelim<br />

(saat: 15.25).<br />

Sonraki oturumda - İlk söz Vâsıf Bey’indir dedim. Vâsıf Bey ilkin,<br />

güdümün tanımı üzerinde uzun bir konuşma yaptı. Sözü başkalarına bırak-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 57<br />

tı. Bir daha söz aldı <strong>ve</strong> “İlkin genel olarak güdümü kabul edelim de koşulları<br />

üzerinde sonradan görüşürüz.” dedi.<br />

Üyelerden Macit Bey adında bir kişi – “Genel kurulca asıl görüşülecek<br />

konu, şimdiden sonra yalnız yaşayabilecek miyiz, yaşayamayacak<br />

mıyız? Güdümü ne türlü anlayarak güdümcü ile nasıl görüşeceğiz? Güdümcü<br />

kim olacaktır? Asıl sorun budur” yollu konuştu. Ben, başkanlık yerinden<br />

- “Sanırım bu raporda iki görüş beliriyor: Bunların birincisi, devletin<br />

iç <strong>ve</strong> dış bağımsızlığından vazgeçmemesi <strong>ve</strong> ikincisi de devlet <strong>ve</strong> ulusun zararlı<br />

dış baskılara karşı bir yardım <strong>ve</strong> desteğe gereksinmesi bulunup bulunmamasıdır.<br />

Asıl duraksamayı gerektiren nokta budur. İzin <strong>ve</strong>rilirse, bu<br />

nokta üzerinde düşünülmesi için raporu, Öneri Komisyonuna <strong>ve</strong>relim.<br />

Sonra da yüce kurulunuza sunalım. Herhalde iç <strong>ve</strong> dış bağımsızlığımızı yitirmek<br />

istemiyoruz.” dedim. Bunun üzerine söz alan Bekir Sami Bey: “Üzerimize<br />

aldığımız görev çok ağır <strong>ve</strong> önemlidir; boş tartışmalara ayıracak hiçbir<br />

dakikamız yoktur. Bu andırımız üzerinde görüşelim <strong>ve</strong> i<strong>ve</strong>dilikle zaman<br />

geçirmeksizin bir karara varalım.” dedi. Ben, başkanlık yerinden: “Bu sorunu,<br />

Komisyon Başkanı olmak dolayısıyla, açıklayayım (Ben aynı zamanda<br />

Öneri Komisyonu Başkanı idim): Bu andırı, Komisyonda okundu <strong>ve</strong><br />

pek çok görüşüldü, tartışıldı ancak kesin karar oluşturacak bir kanıya varılamadı.<br />

Daha önce, genel kurulda okunmaksızın Öneri Komisyonuna <strong>ve</strong>rilmişti.<br />

Bunun için bir kez de burada okunup genel kurulun görüşü belli<br />

olduktan sonra gene Öneri Komisyonuna sunarak kesin kararı <strong>ve</strong>rmek istemiştik.”<br />

dedim. İsmail Fazıl Paşa (rahmetli) da söz alarak şunları söyledi:<br />

“Bekir Sami Bey’in düşüncesine katılırım; yitirecek zamanımız yoktur. Aslına<br />

bakılırsa iş de kolaylaşmıştır: Tam bağımsızlık mı, yoksa yabancı bir<br />

devletin güdümünü mü isteyeceğiz? Alacağımız karar budur. Böyle önemli,<br />

en önemli olan bir işi, bir daha komisyona göndermek <strong>ve</strong> ondan sonra yeniden<br />

genel kurula getirmekle zaman geçirmeyelim. İş uzar. Zamanımız<br />

değerlidir. Buna, bugün, yarın ya da öbür gün her durumda genel kurulda<br />

bir karar <strong>ve</strong>relim. Komisyonda zaman geçirmeyelim. Çünkü pek önemli bir<br />

sorundur.”<br />

Bundan sonra Hâmi Bey söz alarak İsmail Paşa Hazretleri ile Bekir<br />

Sami Beyefendi’nin düşüncelerine katıldığını söyledikten sonra “Herhalde<br />

bize bir yardım gereklidir; bunun en ilkel kanıtı da devlet gelirlerinin ancak<br />

borcumuzun faizini karşılayabilmesidir.” buyurdular.<br />

Bundan sonra, Raif Efendi, güdüme karşı konuştu. İsmail Fâzıl Paşa<br />

ona karşılık yollu uzun bir konuşma yaptı. Ondan sonra yeniden Bekir<br />

Sami Bey konuştu <strong>ve</strong> dedi ki: “İsmail Fâzıl Paşa Hazretlerinin her bakımdan<br />

katıldığım konuşmasına bir şey ekleyeceğim: Kırım Savaşını, düşmanı<br />

yenerek bitirdikten sonra katıldığım Paris Kongresinde, savaş ortaklarımızın


58 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

bize yükledikleri o bilinen koşullarla, bu şimdi okunan andırıdaki isteklerimiz<br />

karşılaştırılacak olursa, hangisinin daha çok bağımsızlığı zedeleyeceği<br />

anlaşılır sanırım!”<br />

Bekir Sami Bey’den sonra Hâmi Bey <strong>ve</strong> Hâmi Bey’den sonra da<br />

Refet Bey (Refet Paşa) konuştular. Refet Bey’in söylediği şuydu: “Güdümün<br />

bağımsızlığı zedelemeyeceği kuşku götürmez iken, kimi arkadaşlarımız:<br />

‘Bağımsız mı kalacağız, yoksa güdümümü kabul edeceğiz?’ yollu birtakım<br />

düşünceler ileri sürüyorlar! Onun için her şeyden önce güdümün ne<br />

olduğu anlaşılmalıdır. Bununla birlikte, güdümden söz açmadan önce de<br />

zihinleri gıcıklayan bu raporda, bu deyime ne gözle bakıldığını anlamak gerekir.<br />

Fâzıl Paşa Hazretleri ‘bağımsızlığı koruma koşulu ile güdüm’ buyuruyorlar.<br />

Hâmi Beyefendi’nin güdümle ilgili olarak <strong>ve</strong>rdiği andırı iki bölüme<br />

ayrılıyor: Bir gerekçe bölümü var, ondan sonra bir de güdümün tanımıyla<br />

ilgili bölüm var… Güdüm sorununu bunlardaki görüşlere göre ele almak<br />

için önce bir noktayı anlamak isterim; bu andırının içindekiler genel kurulca<br />

görüşülmüş müdür, görüşülmemiş midir?” İsmail Fâzıl Paşa: “Yanlış anlamaya<br />

yol açtığından biz üçümüz -yani Fâzıl Paşa, Bekir Sami <strong>ve</strong> Hâmi<br />

Beyler- bu andırıyı geri alıyoruz. Verilmemiş saydık.” dedi. (Bu andırının<br />

müs<strong>ve</strong>ddesi de temizi de kendilerinde kalmıştır.)<br />

Başkanlıktan - “Andırı geri alınmıştır.” dedim.<br />

Andırının geri alındığına bakmayarak söz alan Refet Bey, tutanakta<br />

beş altı sayfa yer tutan anlaşılır bir söylev <strong>ve</strong>rdi. Bu söylevin tutanaktan olduğu<br />

gibi aldığım kimi tümceleri, konuşmacının amacını açıklamaya yetecektir<br />

sanırım.<br />

Refet Bey diyor ki: “Bizim Amerikan güdümünü yeğlemekten amacımız,<br />

bütün toplumları tutsak kılan; yürekleri, vicdanları söndüren İngiliz<br />

güdümünden kurtulmak, yumuşak <strong>ve</strong> ulusların vicdanlarına saygı gösteren<br />

Amerika’yı kabul etmektir. Yoksa asıl iş, para sorunu değildir. ………. söz<br />

olarak, güdüm ile bağımsızlık birbirine engel şeyler değildir; yalnız, eğer biz<br />

gerçekte güçlü olmazsak işte o zaman güdüm altında eziliriz <strong>ve</strong> o zaman<br />

güdüm bizim için bağımsızlığı bozucu olur. Bir de diyelim ki biz içerde <strong>ve</strong><br />

dışarıda tam bir bağımsızlık isteriz. Ama acaba kendi başımıza yapabilecek<br />

miyiz, yapamayacak mıyız? Ondan önce, acaba bizi kendi başımıza bırakacaklar<br />

mı, bırakmayacaklar mı? bunu düşünelim! Şurası kuşku götürmez ki<br />

bugün İngiltere, Fransa, İtalya <strong>ve</strong> Yunanistan bizi paylaşmak istiyorlar ama<br />

eğer biz, bugün bir devletin kefilliği altında bir barış yapacak olursak ileride,<br />

uygun koşullar altında bulunur bulunmaz, hemen döner <strong>ve</strong> kendi çıkarımızı<br />

sağlarız. Ama eğer olumsuz bir durum ortaya çıkacak olursa, acaba<br />

büsbütün zarar etmiş olmayacak mıyız? ………. Her durumda bir Amerika<br />

kefilliğini kabul etmek zorundayız. Yirminci yüzyılda beş yüz milyon lira


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 59<br />

borcu, yıkık bir yurdu, pek <strong>ve</strong>rimli olmayan bir toprağı <strong>ve</strong> ancak on, on beş<br />

milyon lira geliri olan bir ulus için bir dış yardım olmaksızın yaşamak olanağı<br />

bulunmaz! Eğer bundan sonra da bu durumumuzda kalır <strong>ve</strong> bir dış<br />

yardımla kalkınmayacak olursak belki ileride Yunanistan’ın bile saldırılarına<br />

karşı kendimizi savunamayız… Tanrı korusun, eğer İzmir Yunanlılarda<br />

kalsa <strong>ve</strong> aramızda bir savaş açılsa düşmanımız, Yunanistan’dan vapurla<br />

asker getirecek durumda iken, acaba biz Erzurum’dan hangi trenlerle ulaştırmamızı<br />

yapabileceğiz? Bundan dolayı Amerikan güdümü her şeyden önce<br />

bir kefil <strong>ve</strong> destek bulmak için gereklidir.” Konuşmacı sözlerini şöyle bitirdi:<br />

“Eğer bu söylediklerimle gelecek görüşmelere bir başlangıç yapabildimse<br />

buna sevinirim.”<br />

Baylar, bu parlak <strong>ve</strong> ustaca söylevin, dinleyenlerin düşünce <strong>ve</strong> kanıları<br />

üzerinde yapabileceği yanıltıcı etkinin ölçüsünü kolaylıkla kavrayabilirsiniz…<br />

Bunun ardından, gelebilecek olan aynı düşüncedeki konuşmacıların<br />

söylevleriyle, Kongre üyelerinin büsbütün zehirlenmesine ortam hazırlamamak<br />

<strong>ve</strong> özel aydınlatma <strong>ve</strong> uyarmalara zaman bulabilmek için, hemen:<br />

-On dakika dinlenelim efendim, diyerek oturuma ara <strong>ve</strong>rdim (saat:<br />

17:30)<br />

Baylar, bu söylevin son tümceleri dikkat çekicidir. Refet Beyefendi,<br />

Yunanlıları İzmir’de geçici sayıyor <strong>ve</strong> onlarla savaşmakta olduğumuzu kabul<br />

etmiyor. Yunanlılar İzmir’de kalırsa <strong>ve</strong> savaş durumuna girilirse başa<br />

çıkamayacağımız kanısında bulunuyor. Bundan sonraki oturumda Bursa<br />

delegelerinden Ahmet Nuri Bey, güdüme karşı uzun bir konuşma yaptı.<br />

Hâmi Bey buna daha uzun bir konuşma ile karşılık <strong>ve</strong>rdi <strong>ve</strong> gerçekten pek<br />

uzun olan konuşmasının sonlarına doğru konuşmasını şu bilgileri <strong>ve</strong>rerek<br />

pekiştiriyordu: “Ama şimdi biraz da işin kesin bildiğim bir yönünden söz<br />

açacağım. İşin bu evresinde ilgili kişi ile kendim görüştüğümden sözlerim<br />

yaklaşık değil, kesindir. İstanbul’dan ayrılmadan önce eski Sadrazam İzzet<br />

Paşa Hazretlerini görmeğe gitmiştim; kendileri de kesinlikle bir güdümün<br />

bizim için gerekli olduğu kanısında idiler; benden de bu konudaki düşüncemi<br />

sordular, ben de düşündüklerimi söyledim; birkaç gün sonra beni çağırtıp<br />

şu sorunu açıkladılar: Suriye <strong>ve</strong> Adana bölgesinde dolaştıktan sonra<br />

İstanbul’a gelip siyasal partilerin görüşlerini öğrenmeye çalışan Amerika<br />

Soruşturma Kurulu üyeleri, İzzet Paşa’yı konağında ziyaret ederek Anadolu’daki<br />

ulusal örgütün Türk ulusunu temsil ettiğine inandıklarını <strong>ve</strong> Paşa’yı<br />

da -yani İzzet Paşa’yı- bu işe önayak olan bir kişi olarak bildiklerini söylemişler<br />

<strong>ve</strong> “Eğer siz, Erzurum <strong>ve</strong> Sivas Kongrelerine Amerika’nın güdümünü<br />

istetecek olursanız, Amerika da Osmanlı Devleti’nin güdümcülüğünü kabul<br />

edecektir.” demişler. Paşa, bana bunu anlattıktan sonra, bu ulusun bir savaşa<br />

daha gücü kalmadığını <strong>ve</strong> her durumda böyle bir yola başvurmak zorunda<br />

bulunduğumuzu söyledi <strong>ve</strong> Sivas’a gittiğim zaman oradakilere bu


60 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

durumu anlatmamı öğütledi. İzzet Paşa’nın kanısı da bu yolla istenecek bir<br />

güdümün yüzde doksan kabul edilebileceği <strong>ve</strong> yalnız bizim için birtakım<br />

koşullar ileri sürmenin zorunlu bulunduğu yolundadır. Hatta Paşa, ulusun<br />

isteğine dayanmaksızın Amerika’nın güdümcülüğü kabul etmeyeceğini,<br />

Kongrece belirtilecek isteğin Avrupa Devletlerine karşı Amerika için bir dayanak<br />

olacağını bile söyledi. Ben bu sorunu İstanbul’dan gizli telle Erzurum’da<br />

Rauf Bey’le bildirdim.” “Güdümün kendisinden çok adına takılanlar<br />

yok yere kaygıya düşüyorlar, sözcüğün önemi yoktur. Önem, işin özünde<br />

<strong>ve</strong> niteliğindedir. Güdüm altına girdik demeyelim de isterlerse, sonsuza<br />

dek yaşayacak devlet olduk! diyelim.”<br />

(Bunun üzerine Vâsıf Bey de söz almış <strong>ve</strong> Refet Bey’in konuşmasını<br />

destekler nitelikte bir konuşma yapmıştır.)<br />

Eylülün dokuzuncu salı günü yapılan toplantıda güdüm konusuna<br />

dokunan Rauf Bey’in tutanağa geçen sözleri şudur: “Bu güdüm sorunu<br />

üzerine şimdiye dek gerek basın <strong>ve</strong> gerekse başka çevrelerce birçok sözler<br />

söylendi. Yüce kurulunuz, dış destek düşüncesini kabul buyurduysa da bu<br />

desteği kimden isteyeceğimiz belirtilmedi. Amerika olduğu kapalı olarak<br />

anlatılıyorsa da bence, doğrudan doğruya adının söylenmesinde bir sakınca<br />

olamaz.”<br />

Bu sözlere bakılırsa Rauf Bey’in görüşüyle, gerek Sivas Kongresi <strong>ve</strong><br />

gerek Erzurum Kongresi Genel Kurullarının görüşleri arasında bir yanlış anlama<br />

olduğu kuşku götürmez. Rauf Bey’in konuşmasında yorumlanan bu<br />

anlayışın, gerek Erzurum <strong>ve</strong> gerek Sivas Kongreleri bildirilerinin yedinci<br />

maddesindeki yazılış özelliğinden doğduğu kanısına varılabilir. Gerçekten,<br />

bu maddenin yazılışında, belki güdüm istemede pek ileri giderek sonu<br />

gelmez propagandalarıyla kamuoyunu bulandıranları susturmak <strong>ve</strong> belki<br />

bundan daha çok, onların savlarına bir karşılık olmak üzere bir tür özellik<br />

vardır. Maddede yazılanlar mantık ışığında okunup incelenince bunların<br />

içinde ne güdümü ne de Amerika’nın güdümcülüğünü isteme düşüncesinin<br />

bulunmadığı anlaşılır. Bu noktayı açıkça göstermek için söz konusu maddeyi<br />

olduğu gibi anımsatmak isterim:<br />

Madde 7- Ulusumuz, bu çağın ülkülerini yüce bilir; teknik, sanayi<br />

<strong>ve</strong> ekonomi durumumuzu <strong>ve</strong> bize gerekli olanları iyice anlar. Bundan ötürü,<br />

devletimizin <strong>ve</strong> ulusumuzun içte <strong>ve</strong> dışta bağımsızlığı <strong>ve</strong> yurdumuzun<br />

bütünlüğü korunmak koşuluyla, altıncı maddede belirtilen sınır içinde ulusçuluk<br />

ilkelerine saygılı <strong>ve</strong> yurdumuzu ele geçirme amacı gütmeyen herhangi<br />

devletin, teknik, sanayi, ekonomi yardımını sevinçle karşılarız <strong>ve</strong> bu adaletlice,<br />

insanca koşulları kapsayan bir barışın da i<strong>ve</strong>dilikle gerçekleşmesi,<br />

insanlığın esenliği <strong>ve</strong> dünyanın rahatlığı adına ulusal isteklerimizin en<br />

önemlisidir.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 61<br />

Baylar, bu maddenin hangi noktasında güdüm <strong>ve</strong> güdümcünün<br />

Amerika olacağı düşüncesi vardır? Olsa olsa: “Herhangi devletin teknik,<br />

sanayi, iktisat yardımını sevinçle karşılarız.” sözlerinden güdüm düşüncesine<br />

kapılanlar bulunabilir. Ama güdümün anlamı <strong>ve</strong> özü elbette bu değildir.<br />

Her zaman <strong>ve</strong> bugün de bu açık anlama göre yapılacak yardımları sevinçle<br />

karşılamaktayız <strong>ve</strong> karşılarız. Sonuçta Ankara-Ereğli <strong>ve</strong> Fevzipaşa 35 -<br />

Diyarbakır demiryollarının yapılması için bir İs<strong>ve</strong>ç grubunun <strong>ve</strong> Kayseri-<br />

Sivas-Turhal yollarının yapılması için de bir Belçika grubunun teknik, sanayi,<br />

ekonomi yardımlarını se<strong>ve</strong> se<strong>ve</strong> kabul ettik <strong>ve</strong> sözgelişi Ankara kentinin<br />

<strong>ve</strong> öbür Anadolu kentlerimizin bir an önce bayındırlaşmasına <strong>ve</strong> bütün<br />

öteki demiryollarımızla karayollarımızın <strong>ve</strong> limanlarımızın yapımına yardım<br />

etmek isteyecek yabancı sermaye sahiplerinin yardımlarını se<strong>ve</strong> se<strong>ve</strong> kabul<br />

ederiz. Yeter ki yurdumuza sermaye getireceklerin, devletimizin <strong>ve</strong> ulusumuzun<br />

iç <strong>ve</strong> dış bağımsızlığını <strong>ve</strong> yurdumuzun bütünlüğünü zedeleme ereğini<br />

güden gizli düşünceleri olmasın. Bu maddede yer alan “ulusçuluk ilkelerine<br />

saygılı <strong>ve</strong> yurdumuzu ele geçirme amacı gütmeyen herhangi devlet”<br />

sözünden Amerika Devleti anlamı çıkarılmasına yer yoktur. Çünkü bu ilkelere<br />

saygılı dünya devleti yalnız Amerika değildir. Örneğin İs<strong>ve</strong>ç Devleti,<br />

Belçika Devleti de bu nitelikte devletler değil midir? Bu devletlerden herhangi<br />

birinin güdümcülüğü de söz konusu olabilir mi? Bir de eğer Amerika<br />

Devleti’ne kapalı olarak gönderme yapılmak istenseydi “herhangi devletin”<br />

yerine “bir devletin” ya da hiç olmazsa sadece “devletin” sözleriyle yetinmek<br />

gerekirdi. Demek ki maddenin açıkladığı koşullar içinde teknik, sanayi,<br />

ekonomik yardımın iyiye yorulduğu, bütün devletleri kapsar görüldüğü<br />

açıktır.<br />

Baylar, bu güdüm konusundaki görüşümü –ki bundan önce yapılan<br />

<strong>ve</strong> bu dakikada yüce kurulunuzun da bilgi edinmiş bulunduğu bunca<br />

yazışma <strong>ve</strong> tartışmalarımızla kanıtlanmıştır- aylardan beri, gece gündüz yanımda<br />

bulunan bir arkadaşın daha anlamamış olduğu düşünülebilir mi?<br />

Öyle ise ya Rauf Bey’in öteden beri benimle görüş birliği yoktu ya da görüş<br />

birliği vardı da Sivas’ta, İstanbul’dan gelenlerle konuştuktan sonra düşüncesini<br />

değiştirmişti. Burasını kestirmek bence güçtür. Şimdi biraz daha<br />

Rauf Bey’i dinleyelim. Rauf Bey, sözlerine şöylece devam ediyor: “Ateşkes<br />

Antlaşmasının yapıldığı sıralarda Almanlar Barış Antlaşmasını imza etmeyecek<br />

sanılırken İngiliz basını kimi gizli şeyleri açığa vurdu. Bunlardan birincisi,<br />

Almanya’nın barış antlaşmasını imza edeceği konusuydu. Bu gerçekleşti.<br />

İkincisi de Türkiye’nin paylaşılması konusuydu. Bu çok şükür gerçekleşmedi.<br />

Buna göre: Konferansın kararı gereğince Kızılırmak’ın doğu<br />

yanı Ermenistan sayılarak Amerika koruyuculuğuna <strong>ve</strong>riliyor. Belki Gürcis-<br />

35 Eski adı, Keller


62 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

tan’la Azerbaycan da Amerika’ya bırakılıyor deniliyordu. Kızılırmak’ın batısındaki<br />

toprakların, İzmir <strong>ve</strong> İstanbul dışındaki kısımları da denize çıkış kapısı<br />

Antalya limanı olmak üzere, Türkiye oluyordu. Bu bölgenin kuzeyi,<br />

İtalyan <strong>ve</strong> Fransız; güneyi de İngiliz koruyuculuğuna <strong>ve</strong> yönetimine <strong>ve</strong>riliyordu.<br />

İzmir’in ele geçirilişi bunların doğruluğunu ortaya koymaya başladı.<br />

Demek ki bu tehlike karşısında ülkemiz için en yansız durumda bulunan<br />

Amerika’nın yardımını kabul etmek zorundayız. Ben bu kanıdayım.”<br />

Rauf Bey’in düşüncesini anlamak için, bundan sonra daha uzun<br />

süren sözlerini dinlemeye bilmem gereklik kaldı mı?<br />

Baylar, pek uzun <strong>ve</strong> tartışmalı geçen bu güdüm görüşmeleri, güdüm<br />

isteyenleri susturacak ortalama bir çözüm yolu bulunarak bitirildi.<br />

Hem de bunu öneren yine Rauf Bey oldu: “Amerika’da yıllardan beri bize<br />

karşı yapılmakta olan kötüleyici propagandaların doğurduğu düşünce akımını<br />

düzeltmek için, her şeyden önce Amerika Kongresinden ülkemizi inceleyecek<br />

<strong>ve</strong> gerçeği görecek bir kurulu çağırmak.” Bu öneri oybirliğiyle kabul<br />

olundu. Kongre Başkanlık Kurulunun imzalarıyla bu yolda bir mektup<br />

müs<strong>ve</strong>ddesi hazırlandığını anımsıyorsam da bu mektubun gönderilip gönderilmediğini<br />

pekiyi anımsamıyorum. Doğrusu, bu mektuba özel bir önem<br />

<strong>ve</strong>rmiş değildim.<br />

Baylar, bu arada şunu da söyleyeyim: Belge olarak başvurduğum<br />

Kongre tutanakları, Başkanlık Kurulu yazmanlığında bulunan Afyonkarahisar<br />

delegesi Şükrü <strong>ve</strong> güdümü savunan konuşmalarını dinlediğimiz Hâmi<br />

Bey’ler eliyle tutulmuş <strong>ve</strong> Hâmi Bey’in yazısıyla düzgün bir deftere temize<br />

çekilmiştir.<br />

Baylar, Kongre 11 Eylülde sona erdi. 12 Eylülde Sivas halkının da<br />

katıldığı bir açıkoturum yapılarak kimi söylevler <strong>ve</strong>rildi. Kongre görüşmeleri<br />

sırasında önemli olarak Mebuslar Meclisinin tez elden seçilmesi <strong>ve</strong> toplantı<br />

yerinin neresi olması gerekeceği konularına değinildi. Ancak şimdi açıklayacağım<br />

sorunlar, Kongre görüşmelerini kısa kesmeyi gerektiriyordu. Bu<br />

son noktalarla daha sonra Temsilciler Kurulu uğraştı. 9 Eylül <strong>1919</strong> günü<br />

toplanmış olan kimi bilgiler Kongreye şöylece açıklandı: “Eskişehir <strong>ve</strong> Afyonkarahisar’daki<br />

İngiliz kuv<strong>ve</strong>tleri iki katına çıkarıldı. General Miln (Milne),<br />

Konya’ya geldi. Konya Valisi Cemal Bey <strong>ve</strong> Ankara Valisi Muhittin<br />

Paşa karşı koymakta duraksıyorlar. Yeni Kastamonu Valisi Ali Rıza Bey de<br />

Cemal Bey türünden bir adammış. Değerli arkadaşlarımın böyle durumlar<br />

karşısında sert davranmak isteyeceklerini bildiğimden, çabuk <strong>ve</strong> sert önlemler<br />

alınmasını Fuat Paşa’dan rica etmiştim. Fuat Paşa da Kongrenin<br />

kendisine olan gü<strong>ve</strong>nine dayanarak Kongre adına gereken bildirim <strong>ve</strong> girişimlerde<br />

bulunmuştur. Bu türlü yürütümün yüce kurulunuzca kabul edilmesini<br />

rica ediyor. Fuat Paşa, valilere sert uyarmalar yapıyor. Bölgelere üst


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 63<br />

subaylardan ulusal komutanlar atıyor <strong>ve</strong> bu komutanlara ulus adına her<br />

türlü yetki <strong>ve</strong>rilmiştir, diyor.” Kongre öneriyi kabul etti. Bundan sonra açıklamaları<br />

şu yönde sürdürdüm.<br />

“Buraya Galip Bey adında bir vali atanmış, geliyormuş ama bunun<br />

Harput Valisi Ali Galip Bey mi, yoksa Trabzon Valisi Mehmet Galip Bey mi<br />

olduğu anlaşılamadı. Ancak biz başka bir bilgi elde ettik. Bay Novil (Noel)<br />

adında bir İngiliz Binbaşısı, Bedirhanlılardan Kâmuran, Celâdet <strong>ve</strong> Cemil<br />

Beylerle birlikte yanında on beş kadar Kürt atlısı ile Malatya’ya gelmiş <strong>ve</strong><br />

kendilerini Mutasarrıf Bedirhanlı Halil Bey karşılamıştır. Harput Valisi de<br />

bir posta hırsızını izliyor görünerek otomobille Malatya’ya gelmiştir. Bu<br />

amaçla bunlara Adıyaman’daki 36 birlik de <strong>ve</strong>rilmiştir. Amaçlarının Kürtleri,<br />

Kürdistan kurmaya söz <strong>ve</strong>rerek işlerimizi bozmaya <strong>ve</strong> bizi öldürtmeye yollamak<br />

olduğu anlaşılmış <strong>ve</strong> karşı önlemlere de başvurulmuştur. Bu arada<br />

valiyi <strong>ve</strong> ötekilerini yakalatmak istiyoruz. Malatya Mutasarrıfı da Kürt aşiretlerini<br />

Malatya’ya çağırmıştır. Bunun üzerine On Üçüncü Kolordu bölgesinde<br />

işe giriştik. Gereken önlemler alınmıştır. Yarın akşam Harput’tan<br />

gönderilen bir birlik, ortalığı karıştıranları tepeleyecektir. Buradaki Kolordu<br />

Komutanı da gereken önlemleri almıştır. Malatya’ya <strong>ve</strong> öbür yerlere de gereken<br />

buyruklar <strong>ve</strong>rilmiştir.”<br />

Baylar, hemen hemen Sivas Kongresinin toplantı süresince, sinirlere<br />

gerginlik <strong>ve</strong>recek nitelikte haberler almaktan geri kalmıyordum. Ancak<br />

aldığım bütün bilgileri olduğu gibi Kongre üyelerine sunmakta yarardan<br />

çok sakınca buluyordum. Gördünüz ki şimdi açıklayacağım üzere, gerçekten<br />

tehlikeli sayılabilecek nitelikte olan Ali Galip sorunundan da söz ederken<br />

sakıngan bir dil kullanmayı yeğ tutmuştum. Bence en önemli sorun,<br />

her türlü güçlüklere <strong>ve</strong> tehlikelere göğüs gererek Sivas Kongresi görüşmelerini<br />

bir an önce sonuçlu kararlarla bitirmek <strong>ve</strong> bu kararları yurtta uygulamaya<br />

girişmekti. Bu dileğim gerçekleşti. Bütün ülkeyi kapsayan ulusal örgüt<br />

tüzüğünün <strong>ve</strong> Genel Kongre Bildirisi’nin hemen basılıp dağıtılması için<br />

gereken işler yapıldı. Yalnız beklenenin üstünde yeni olaylar karşısında kalındığından<br />

Kongre sona erdiği halde Kongre üyelerinin, durum gelişinceye<br />

değin, Sivas’ta kalmalarını uygun gördüm <strong>ve</strong> gerekirse daha güçlü bir olağanüstü<br />

Kongre toplamak için de hazırlıklar yaptım. Ali Galip’in kaçması<br />

üzerine Kongre üyelerinin Sivas’ta alıkonulmasından vazgeçildiği gibi, Ferit<br />

Paşa Hükümetinin düşmesi üzerine olağanüstü kongre toplamaya da gereklik<br />

görülmedi.<br />

36 Eski adı, Hısnımansur


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 65<br />

BÖLÜM II<br />

İSTANBUL HÜKÜMETLERİNİN İHANETİ<br />

II.1. DAMAT FERİT PAŞA HÜKÜMETİ DÖNEMİ<br />

Şimdi Baylar, savaş tarihimizde önemli bir olay olan Ali Galip sorunu<br />

üzerinde, izin <strong>ve</strong>rirseniz, biraz geniş bilgi <strong>ve</strong>reyim.<br />

“Baylar, daha temmuz başında, Erzurum’da bulunduğumuz sırada<br />

Celâdet <strong>ve</strong> Kâmuran Âli adında iki kişinin yabancılarca, pek çok para ile İstanbul’dan<br />

Kürdistan’a gönderileceği, bunların türlü yalanlar söyleyerek<br />

kafaları karıştırmak <strong>ve</strong> bize karşı halkı kışkırtmakla görevlendirildikleri <strong>ve</strong><br />

bir iki gün içinde yola çıktıkları ya da çıkacakları haber alındı. Bu haber<br />

üzerine, bunların, sessizce gözetlenmeleri <strong>ve</strong> tutulmaları gereğini 3 Temmuz<br />

gününde Diyarbakır’da On üçüncü Kolordu Komutanına <strong>ve</strong> ayrıca<br />

Kurmay Başkanı olan Halit Bey’e <strong>ve</strong> Samsun Mutasarrıfına bildirdim. 20<br />

Ağustosta, On Üçüncü Kolordu Komutanına <strong>ve</strong>rdiğim buyrukta, söz konusu<br />

kişilerin, İstanbul’dan yola çıktıklarının bildirildiğini <strong>ve</strong> alınacak önlemler<br />

arasında özellikle Mardin istasyonunda sıkı bir denetleme yapılmasının uygun<br />

olacağını yazdım.<br />

Sivas Kongresinin ikinci günü, yani 6 Eylül gününde, “Bedirhanlı<br />

ailesinden Celâdet <strong>ve</strong> Kamuran ile Diyarbakırlı Cemil Paşaoğlu Ekrem adlarında<br />

üç kişinin, yanlarında, eskiden Diyarbakır ilinde bize karşı propaganda<br />

yapan bir yabancı subayla birlikte, silahlı Kürtler koruyuculuğunda<br />

Elbistan <strong>ve</strong> Akçadağ 37 üzerinden Malatya’ya geldikleri <strong>ve</strong> mutasarrıf, belediye<br />

başkanınca karşılandıkları, On Üçüncü Kolordunun yazısından anlaşılıyor.”<br />

15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’nın 3. Kolordu Komutanlığına<br />

bununla ilgili olarak gönderdiği 6 Eylül <strong>1919</strong> gün <strong>ve</strong> 529 sayılı<br />

gizli telinde <strong>ve</strong>rilen bilgide: “Yabancı subayın, Türk, Kürt <strong>ve</strong> Ermeni nüfusunu<br />

incelemek üzere İstanbul Hükümetinin izniyle dolaştığını söyledikleri;<br />

Malatya’da bulunan atlı alayının, er sayısı az olduğundan bunları yakalamaktan<br />

çekindiği; bununla birlikte, bunların hemen yakalanması için İs-<br />

37<br />

Eski adı, Arga


66 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

tanbul’a başvurulduğu 13. Kolordudan bildirilmiştir. Bu adamların ne<br />

amaçla <strong>ve</strong> ne görev için nereleri gezecekleri konusundaki bilgisini, Harput<br />

Valisinden sordum.” denilmekteydi. Harput Valisi Ali Galip Bey’dir. Bu<br />

adamların ne amaçla geldiklerini 3 Temmuzdan beri biliyoruz. Beş-on silahlı<br />

Kürt’e karşı bir atlı alayının er sayısı az görülmüş, tutuklamaktan çekinilmiş,<br />

asıl dikkate değer şey, bunların yakalanması için İstanbul’a başvurulmuş<br />

olduğu haberidir! Bu küçük <strong>ve</strong> önemsiz gibi görünen noktaları; o<br />

zamanki durumu görüşte dikkati çeken düşünce <strong>ve</strong> anlayış ayrılıklarını gösterdiği<br />

için anıyor <strong>ve</strong> belirtiyorum.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde, Ali Galip ile yanındaki hainleri<br />

yakalatmak için <strong>ve</strong>rdiği buyruk <strong>ve</strong> yönergeleri, aldığı askerî önlemleri, bu<br />

konuda karşılaştığı olumsuz durumları, yapılan işbirliği sonucunda hainlerin<br />

yakalanmak yerine elden kaçırıldığını <strong>ve</strong> bu gelişmelere ilişkin yazışmaların<br />

ayrıntılarını anlatmakta <strong>ve</strong> konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)<br />

10 Eylülde İlyas Bey’e 38 <strong>ve</strong>rdiğim yönergede başlıca belirttiğim<br />

noktalar:<br />

1. Kaçakların i<strong>ve</strong>dilikle yakalanmaları,<br />

2. Kürtlük akımına hiçbir el<strong>ve</strong>rişli alan bırakılmaması,<br />

3. Malatya’da mutasarrıflık görevini Jandarma Komutanı Tevfik<br />

Bey’in üstlenmesi; uygun görülecek namuslu <strong>ve</strong> yurtse<strong>ve</strong>r bir kişinin<br />

de Harput’a valilik görevine hemen başlaması,<br />

4. Malatya <strong>ve</strong> Harput’taki Hükümet gücünün, eksiksiz ele alınarak<br />

ulusa <strong>ve</strong> yurda karşı hiçbir davranışa meydan <strong>ve</strong>rilmemesi,<br />

5. Kaçaklara uyanların aman <strong>ve</strong>rilmeden acımasızca yok edileceğinin<br />

duyurulması <strong>ve</strong> namuslu halka gerçeğin bildirilmesi,<br />

6. Ulusal varlığımızı tehlikeye sokacak olan yabancı askerlere de<br />

karşı konulacağının göz önünde bulundurulması gibi önlemlerin<br />

<strong>ve</strong> düzenlenmelerin bildirilmesinden oluşmaktaydı.<br />

Baylar, kaçakların, o çevredeki aşiretlerden birtakım Kürtleri toplayabileceklerini<br />

<strong>ve</strong> Maraş’ta bulunan yabancı birliklerden bile yararlanabileceklerini<br />

yüzde yüz olacakmış gibi kabul etmek gerekiyordu. Onun için,<br />

alınmış olan düzeni pekiştirmek <strong>ve</strong> bu işe ayrılmış olan birlikleri artırmak<br />

gerekiyordu. Bu amaçla Sivas’tan katıra bindirilmiş bir birlik daha 9 Eylül<br />

akşamı Malatya’ya gönderildiği gibi, Üçüncü Kolordu da elden geldiğince,<br />

birliklerini güneye indirecek; On Üçüncü Kolordu, izleme işini sağlayacak<br />

<strong>ve</strong> –hainlere kıpırdayacak el<strong>ve</strong>rişli bir durum yaratmamak için en geniş ölçüde<br />

etkin olmak gerekli olduğundan- Mamahatun’daki atlı alayı da Har-<br />

38 Malatya’da 15. Alay Komutanı


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 67<br />

put’a doğru gönderilecekti. Bu konuda 3., 13. <strong>ve</strong> 15. Kolordu Komutanlarına<br />

gereği gibi bildirimler yapıldı <strong>ve</strong> dileklerde bulunuldu.<br />

Baylar, <strong>ve</strong>rdiğimiz yönergeler çerçe<strong>ve</strong>sinde kaçakları izletirken, bir<br />

yandan da elimize geçen kimi belgeleri gözden geçirelim. Bu belgelerin,<br />

olayı <strong>ve</strong> Ali Galip’in giriştiği işleri, İstanbul Hükümetinin kötülüklerini, her<br />

türlü açıklamadan daha iyi belirteceğini sandığımdan, olduğu gibi okunmaları<br />

gereksiz görülmez düşüncesindeydim.<br />

(Burada Atatürk, İçişleri Bakanı Adil Bey’in Milli Savunma Bakanı<br />

Süleyman Şefik Paşa ile birlikte imzalayıp Elazığ Valisi Ali Galip Bey’e<br />

gönderdiği 3 Eylül <strong>1919</strong> tarihli yönergeyi okumuştur. Bu yönergede, yapılan<br />

Kongrelerin önemsiz olduğu ancak Avrupa’ya bunu anlatmanın olanaksızlığı<br />

vurgulanmakta <strong>ve</strong> bu nedenle Sivas’ta toplanacak olan yeni<br />

Kongrenin durdurulması gerektiği bildirilip bu konuda yapılması gerekenlere<br />

yer <strong>ve</strong>rilmektedir. Her türlü önlemi almak için İstanbul Hükümetinin<br />

de desteğiyle valilik görevine Ali Galip getirilmiştir. Ayrıca Ali Galip’in Sivas’ta<br />

yapılacak toplantıya engel olması için buyruğuna, gü<strong>ve</strong>nilir iki yüz<br />

kişinin <strong>ve</strong>rildiği <strong>ve</strong> oradaki Kürtlerden de 100-150 kadar atlıyı alması gerektiği<br />

belirtilmiş <strong>ve</strong> Ali Galip’in kendisine de bu görevi kimseye söylememesi<br />

gerektiği vurgulanmıştır.<br />

İçişleri Bakanı Adil Bey, Ali Galip Bey’e daha sonra yolladığı 6 <strong>ve</strong> 9<br />

Eylül <strong>1919</strong> tarihli telyazılarında da Mustafa Kemal Paşa’nın <strong>ve</strong> arkadaşlarının<br />

yakalanması için gereken paranın ildeki maliye kasasından alınmasını<br />

<strong>ve</strong> Sivas’a doğru, bir an önce yola çıkılmasını bildirmiştir. Ali Galip, bunlara<br />

<strong>ve</strong>rdiği 9 Eylül <strong>1919</strong> tarihli yanıtta şöyle diyor: ‘İçinde bulunduğumuz<br />

ayın on dördüncü günü yeterince güçle haydutların (yani Mustafa Kemal<br />

Paşa <strong>ve</strong> arkadaşlarının) yakalanması için Malatya’dan yola çıkmak üzere<br />

gerekli önlemler alınmıştır. Tanrının yardımıyla çarpışmada başarı sağlanacağına<br />

gü<strong>ve</strong>nilsin.)<br />

9-10 Eylül gecesini hükümet konağında yürek çarpıntıları içinde<br />

sabaha dek uykusuz geçiren Ali Galip’in, 9 Eylül <strong>1919</strong> günü daha yiğitliğinin<br />

üzerinde olduğu <strong>ve</strong> Tanrı’nın yardımıyla çarpışmada başarı sağlayacağından<br />

çok umutlu olduğu bu telden anlaşılıyor.<br />

Baylar, olaydan <strong>ve</strong> bu belgelerden kendilerine bilgi <strong>ve</strong>rilen sivil yönetim<br />

başkanlarının, İçişleri Bakanı Adil Bey’e <strong>ve</strong> komutanların da Milli<br />

Savunma Bakanı Süleyman Şefik Paşa’ya gü<strong>ve</strong>nsizliklerini bildiren teller<br />

çekmelerinin uygun olacağı düşünüldü. Herkesin dikkati çekildi.<br />

Sivas Valisi Reşit Paşa’nın teline karşılık <strong>ve</strong>ren Adil Bey’in şu sözleri<br />

pek şaşılmaya <strong>ve</strong> yadırganmaya değer. Adil Bey, sözünü ettiğim telini şu<br />

cümlelerle bitiriyordu: “…Elbette Padişah <strong>ve</strong> Halife Hazretlerinin yüksek is-


68 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

tençlerine uymak gereğini anlarsınız!” Baylar, bir rastlantıyla bu telin alındığı<br />

sırada ben de telgrafhanede bulunuyordum. Bir aralık dayanamadım,<br />

şu teli yazdım <strong>ve</strong> çekilmek üzere görevliye <strong>ve</strong>rdim:<br />

11 Eylül <strong>1919</strong><br />

İçişleri Bakanı Adil Bey’e<br />

Ulusun düşünce <strong>ve</strong> dileklerini Padişahına bildirmesine engel oluyorsunuz.<br />

Alçaklar, cana kıyıcılar! Düşmanlarla birlik olup ulusa karşı haince<br />

düzenler kuruyorsunuz. Ulusun gücünü <strong>ve</strong> istencini anlamaya gücünüzün<br />

yetmeyeceğine kuşkum yoktu. Ancak yurda <strong>ve</strong> ulusa karşı, haincesine<br />

<strong>ve</strong> bütün gücünüzle uğraşacağınıza inanmak istemiyordum. Aklınızı başınıza<br />

toplayın. Galip Bey <strong>ve</strong> yardakçıları gibi akılsızların bönce <strong>ve</strong> kuruntuya<br />

dayanan sözlerine kapılarak <strong>ve</strong> Bay Novil gibi ulusumuz <strong>ve</strong> yurdumuz için<br />

zararlı olan yabancılara vicdanınızı satarak işlediğiniz alçaklıkların ulusça<br />

yükletilecek sorumluluğunu göz önünde tutunuz. Gü<strong>ve</strong>ndiğimiz kişilerin <strong>ve</strong><br />

gücün sonunu öğrendiğiniz zaman kendi sonunuzla karşılaştırmayı unutmayınız.<br />

Mustafa Kemal<br />

Bütün komutanlar ilgililere, gerektiği gibi başvurdular. 12 Eylüle<br />

değin aldığımız raporlardan kaçakların, 10-11 Eylül gecesini Raka’da geçirdikleri<br />

<strong>ve</strong> 11-12 Eylül gecesini de Raka’nın yarım saat yakınında bir<br />

köyde, bir aşiret başkanının yanında geçireceklerinin anlaşıldığı bildiriliyordu.<br />

Bu bilgi 20., 15. <strong>ve</strong> 13. Kolordu Komutanlarına bildirildi.<br />

11 Eylülde <strong>ve</strong> 11-12 Eylülde Malatya ile telgraf başında yapılan<br />

haberleşme, Malatya’da, kesin buyruk <strong>ve</strong> yönerge almış kişilerin kafalarında<br />

hâlâ karışıklık olduğunu gösterir nitelikteydi.<br />

(Atatürk, bu noktada öncelikle Malatya’daki birlik komutanlarıyla<br />

yaptığı yazışmalara <strong>ve</strong> Ali Galip ile yanındakilerin yakalanması için <strong>ve</strong>rdiği<br />

buyruklara değinmektedir. Bu yazışmalardan birinde, P. Pil (Peel) adında<br />

bir İngiliz subayının Malatya’ya gelmiş olduğunu bildiren İlyas Bey’e <strong>ve</strong>rdiği<br />

yanıtta, bu subayın, memur <strong>ve</strong> ileri gelenlerle konuşturulmamasını istemekte<br />

<strong>ve</strong> bu subaya, ‘kaçak Ali Galip Bey’in yurt hainliğiyle suçlandığının,<br />

yakalanır yakalanmaz adalete <strong>ve</strong>rileceğinin <strong>ve</strong> başka türlü bir işlem yapılamayacağının’<br />

söylenmesi buyruğunu <strong>ve</strong>rmiştir.)<br />

Baylar, alınan önlemler, yapılan düzenlemeler <strong>ve</strong> özellikle gösterilen<br />

hırslı <strong>ve</strong> sert tutum sonucunda, Ali Galip <strong>ve</strong> Halil Beylerin kandırmaya<br />

çalıştıkları aşiretler dağılmış, umutsuz kalan Ali Galip ilkin Urfa’ya <strong>ve</strong> oradan<br />

Halep’e kaçmıştır. Bay Novil de gözaltında rahatça Elbistan üzerinden


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 69<br />

gitmiştir. Ötekiler de birer yol bulup kaçmışlardır. Bu evreleri, daha çok<br />

açıklamayı yararlı görmüyorum. Bu konuda söylediklerime ek olarak yayımlanacak<br />

olan belgeler okununca bugün <strong>ve</strong> yarın için uyarıcı sonuçlar<br />

çıkarılacağını umarım.<br />

Baylar, Ali Galip’in giriştiği işin, Padişahın <strong>ve</strong> Ferit Paşa Hükümetinin<br />

<strong>ve</strong> yabancıların ortak bir girişimi olduğuna, bilginize sunduğum belgeleri<br />

gördükten sonra, kimsenin kuşkusu kalmaz, sanırım. Bu hainliğin, ortak<br />

girişimlerine karşı takınılması gereken tutum açıktır. Ancak karşı girişimde<br />

elden geldiğince açık saldırıdan sakınmak, o günün gereği olmakla<br />

birlikte, girişim gücünü türlü hedeflere çevirmekten sakınarak bir noktada<br />

toplamak, uygun bir davranış olacaktı. Biz de saldırılacak hedef olarak yalnız<br />

Ferit Paşa Hükümetini seçtik <strong>ve</strong> bu işte Padişahın parmağı olduğunu<br />

bilmezlikten geldik. Ferit Paşa Hükümetinin, gerçekleri bildirmeyerek Padişahı<br />

aldatmakta olduğu tezini tuttuk.<br />

(Atatürk bu noktada, kendi buyruğuyla tüm birlik komutanlarınca<br />

Ferit Paşa’ya telgraflar çekilmiş olduğunu anlatmakta <strong>ve</strong> en sonunda İstanbul<br />

ile ilişkileri kesme aşamasına gelindiğini belirterek, konuşmasını şöyle<br />

sürdürmektedir:)<br />

12 Eylül <strong>1919</strong> günü tüm komutanlara <strong>ve</strong> illere şu genel bildirim<br />

yapıldı:<br />

“Bir saate değin, örneği aşağıda bulunan telyazısı, Kongre Genel<br />

Kurulunca Sadrazama çekilecektir. Bundan dolayı siz de hemen buna uygun<br />

<strong>ve</strong> bu anlamda birer telyazısı çekiniz <strong>ve</strong> hemen bildiriniz efendim.”<br />

Genel Kongre Kurulu<br />

Saat beşte Sadrazama da bilgi için diye ulaştırılan <strong>ve</strong> bütün komutanlara,<br />

valilere gönderilen bildirim şu idi:<br />

1. Hükümet, ulusun sevgili padişahına dileklerini ulaştırmasını engelleyip<br />

onunla bağlantısını kesmekte <strong>ve</strong> gerçekleşen haince davranışını<br />

sürdürmekte direndiğinden, ulus da yasal bir hükümet başa geçinceye dek<br />

İstanbul Hükümeti ile yönetim yönünden ilişkisini <strong>ve</strong> İstanbul ile her türlü<br />

telgraf <strong>ve</strong> posta haberleşme <strong>ve</strong> ulaştırmasını büsbütün kesmeye karar <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

Her yerdeki sivil memurlar, askerî komutanlarla birlikte, bu kararı<br />

yerine getirecek <strong>ve</strong> sonucu Sivas’ta Kongre Genel Kuruluna bildirecektir.<br />

2. İşbu bildirim tüm komutanlara <strong>ve</strong> sivil yönetim başkanlarına<br />

gönderilmiştir.<br />

12.09.<strong>1919</strong> Genel Kongre Kurulu


70 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, ayın on ikinci günü İstanbul Hükümetiyle genel olarak haberleşme<br />

<strong>ve</strong> bağlantı kesildi. Buna uymayan kimi yerler <strong>ve</strong> bu yerlerle olan<br />

tartışmamızı ayrıca açıklayacağım. Ondan önce izin <strong>ve</strong>rirseniz, daha önemli<br />

sayılması gereken bir sorun üzerinde bilgi sunayım. Bildiğiniz gibi Ferit<br />

Paşa Hükümeti, millet<strong>ve</strong>killeri seçimi için sözde bir buyruk <strong>ve</strong>rmişti. Ama<br />

içinde bulunduğumuz güne değin, yani Anadolu’nun İstanbul’la bağlantıyı<br />

kestiği 12 Eylül gününe dek, bu buyruk uygulanmamıştı. Son durum üzerine<br />

en önemli işin millet<strong>ve</strong>killeri seçimini tez elden sağlamak olacağını çok<br />

iyi anlarsınız. Bunun için, 13 Eylülde hemen bu konuyla uğraşılmaya başlanıldı.<br />

Uzun ayrıntılara girmektense, sözünü ettiğim gün (tüm birlik komutanlıklarına,<br />

illere, bağımsız sancaklara, belediyelere <strong>ve</strong> Hakları Koruma<br />

dernek merkez kurullarına) gönderilen ilk genel yönergeyi, olduğu gibi bilginize<br />

sunmayı daha yararlı sayarım. Bildirim şudur:<br />

İstanbul Hükümetinin tuttuğu <strong>ve</strong> sürdürdüğü gerici yönteme <strong>ve</strong> yaşamakta<br />

olduğumuz günlerin büyük korku <strong>ve</strong> tehlikelerine karşı haklarımızı<br />

savunmak <strong>ve</strong> varlığımızı korumak için Ulusal Meclisin seçilmesini <strong>ve</strong> toplanmasını<br />

sağlamak <strong>ve</strong> çabuklaştırmak bugünün en önemli işidir.<br />

İstanbul Hükümeti ulusu aldatarak millet<strong>ve</strong>kili seçimlerini aylarca<br />

yaptırmamış olduğu gibi, son zamanda <strong>ve</strong>rdiği seçim buyruğunun yerine<br />

getirilmesini de türlü nedenlerle geciktirmekte <strong>ve</strong> geri bırakmaktadır. Ferit<br />

Paşa’nın, Toros’un ötesindeki illerimizi gözden çıkardığı, Barış Konferansına<br />

<strong>ve</strong>rdiği nota ile kanıtlanmış; Aydın ilinde Yunanlılarla aramızda sınır<br />

çizmeye girişmesi de orada düşman eline düşen yerlerin bir oldubitti biçiminde<br />

Yunan topraklarına katılmasını kabul ettiğine kanıt sayılmıştır. Düşmanın<br />

akılsızca <strong>ve</strong> haince siyaset güderek ülkenin <strong>ve</strong> ulusun bölünüşüne<br />

yol açması kesinlikle beklenir. Ulusal Meclis toplanmadan önce Barış Antlaşmasını<br />

imza ederek ulusu bir oldubitti karşısında bulundurmak istediği<br />

sanılmaktadır. Bundan dolayı, Genel Kongre, orduyu <strong>ve</strong> ulusu uyanıklığa<br />

çağırır <strong>ve</strong> aşağıdaki işlerin i<strong>ve</strong>dilikle yapılmasını, ulusun var ya da yok oluşu<br />

ile sonuçlanacak önemde saydığını bildirir:<br />

Birincisi- Seçim hazırlıklarının yürürlükteki yasada gösterilen en kısa<br />

süre içinde yapılıp bitirilmesi için Belediyeler <strong>ve</strong> Hakları Savunma Dernekleri<br />

bütün güçleriyle çalışmalıdırlar.<br />

İkincisi- Sancaklardan çıkarılacak millet<strong>ve</strong>killerinin sayısı, nüfusa<br />

göre, hemen saptanarak Temsilciler Kuruluna şimdiden bildirilmelidir.<br />

Adaylar sorunu, daha sonra haberleşme ile çözümlenecektir.<br />

Üçüncüsü- Gerek seçim hazırlıkları sırasında, gerek seçim yapılırken<br />

gecikmeye yol açacak nedenler şimdiden düşünülerek ortadan kaldırılmalı<br />

<strong>ve</strong> hiçbir gecikmeye yer <strong>ve</strong>rilmeyerek en kısa süre içinde seçimlerin<br />

sonuçlandırılması.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 71<br />

Bu kararın bölgenizdeki bütün belediyelere <strong>ve</strong> Hakları Savunma<br />

Derneklerine bildirilmesine <strong>ve</strong> gereğinin tez elden yapılmasına yardım buyurmanız<br />

rica olunur.<br />

Temsilciler Kurulu<br />

Ferit Paşa Hükümeti, direnmesini sürdürüyordu. Bilindiği üzere,<br />

devrilinceye değin de sürdürdü. Ülkeyi günlerce başsız bırakmak kuşkusuz<br />

pek büyük sakıncalar doğururdu. Bundan dolayı, önce ne düşünüldüğünü<br />

sormak üzere, sonra da –ileri sürülen kimi aykırı görüşlere bakmaksızınbuyruk<br />

olarak ilgililere bildirdiğimiz kararları, Eylülün 13-14’üncü gecesi,<br />

şöylece saptamış <strong>ve</strong> yazmıştım:<br />

“Kongrece alınması düşünülen önlemleri kapsayan buyruk örneği<br />

aşağıda bilginize sunulmuştur: Bu konudaki yüksek görüş <strong>ve</strong> düşünceleriniz<br />

alındıktan sonra Genel Kurulca görüşülerek yürürlüğe konulacaktır.<br />

15.09.<strong>1919</strong> günü öğleye değin görüşlerinizi bildirmenizi bekliyoruz efendim.<br />

Ulusal amaçları haincesine yorumlayan <strong>ve</strong> başka anlamlara çeken;<br />

girişimlerimizin <strong>ve</strong> ulusal ayaklanmamızın yasa dışı olduğunu ilan eden,<br />

padişahlık <strong>ve</strong> halifelik katına karşı ulusun sonsuz bağlılığını yasaya <strong>ve</strong> türeye<br />

uygun her türlü araçla belirtmeye can attığımız halde, Padişah ile ulus<br />

arasında bir engel duvarı kuran; halkı birbirine karşı silahlandıran <strong>ve</strong> birbirini<br />

öldürmeye yöneltip kışkırtan İstanbul Hükümeti ile bağlantıyı kesmek<br />

zorunda kalan Genel Kongre Kurulu, aşağıdaki kararları size bildirmeyi<br />

ödev sayar:<br />

1. Devlet işleri, Padişah Hazretleri adına <strong>ve</strong> yürürlükteki yasalara<br />

göre, eskisi gibi yürütülecektir. Soy <strong>ve</strong> mezhep ayrılığı gözetilmeksizin<br />

halkın canı, malı, ırzı <strong>ve</strong> her türlü hakları gü<strong>ve</strong>n altında<br />

bulundurulacaktır.<br />

2. Hükümet görevlilerinin kendilerine <strong>ve</strong>rilmiş görevleri, ulusun<br />

yasal isteklerine göre yürütmeleri doğaldır. Bununla birlikte, görev<br />

yapmaktan çekinenlerin özür bildirmeleri, görevden çekilme<br />

sayılarak yerlerine uygun görülen kişiler <strong>ve</strong>kil olarak atanacaklardır.<br />

3. Görev sırasında ulusal amaç <strong>ve</strong> gidişe aykırı davranışları görülecek<br />

<strong>ve</strong> anlaşılacak olanlar, din <strong>ve</strong> ulusun esenliği adına kesin<br />

olarak ağır cezalara çarptırılacaklardır.<br />

4. Görevden çekilmiş memurlardan <strong>ve</strong> halktan, her kim olursa olsun<br />

ulusal kararlara aykırı davranışlarda bulunan <strong>ve</strong> bozgunculuk<br />

aşılayanlar da ağır cezalara çarptırılacaklardır.


72 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

5. Ülkenin <strong>ve</strong> ulusun esenliği <strong>ve</strong> mutluluğu, adalet <strong>ve</strong> haktanırlıkla<br />

<strong>ve</strong> ülkede dirlik <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nin sağlanmasıyla gerçekleşebilir. Bu<br />

yolda gereken her türlü önlem alınması, kolordu komutanlarıyla<br />

valiliklerden <strong>ve</strong> bağımsız mutasarrıflıklardan beklenir.<br />

6. Ulusun dileklerinin Padişah Hazretlerine bildirilmesi başarıldıktan<br />

sonra ulusça inanılıp gü<strong>ve</strong>nilecek, yasal bir hükümet kuruluncaya<br />

dek, yazışmalar Sivas’taki Genel Kongre Temsilciler Kuruluyla<br />

yapılacaktır.<br />

7. İşbu kararlar, bütün ulusal örgütlerin merkezlerine bildirilecek <strong>ve</strong><br />

halka duyurulacaktır.”<br />

Mustafa Kemal<br />

Baylar, bilginize sunduğum bu son genelgemiz üzerine, kimi hafif<br />

kimi de oldukça ağır karşı görüşler, direnmeler <strong>ve</strong> dahası, karşı girişimler<br />

<strong>ve</strong> korkutmalarla bile karşılaştık. Karşı görüşler <strong>ve</strong> yermeler, yalnız son genelgemiz<br />

içeriği üzerinde de kalmadı. Bununla ilgili olarak, daha başka<br />

noktaları da kapsadı. Bu konuda yüksek kurulunuzu özel olarak aydınlatmak<br />

için bu yolda geçmiş olan yazışmalardan bir bölümünü kısaca sunmama<br />

izin <strong>ve</strong>rmenizi rica ederim.<br />

(Söylev’in bu bölümünde Atatürk, İstanbul Hükümeti ile ilişkiyi<br />

kesme konusunda Erzincan Hakları Savunma Derneği, Diyarbakır 13. Kolordu<br />

Komutanı Cevdet Bey, Erzurum Merkez Kurulu, Malatya’daki İlyas<br />

Bey, Sivas Hakları Savunma Derneği, Temsilciler Kurulu üyesi <strong>ve</strong> birçok<br />

çağrıya karşın Sivas Kongresine gelmemiş olan Ser<strong>ve</strong>t Bey <strong>ve</strong> 15. Kolordu<br />

Komutanı Kâzım Karabekir Paşa gibi kişi <strong>ve</strong> kurumların kaygılarına, düşüncelerine,<br />

direnmelerine <strong>ve</strong> kendisinin bunlara <strong>ve</strong>rdiği yanıtlara, belgelere<br />

dayalı olarak yer <strong>ve</strong>rmiştir.)<br />

Bu tartışmalar üzerinde daha birçok sorular soruldu <strong>ve</strong> açıklamalar<br />

yapıldı. Üstelik “Hakları Savunma Kurulunun Trabzon Merkezi” uydurma<br />

imzasıyla, başka illere bizi yeren teller de çekildiği görüldü. On beş gün<br />

sonra da Trabzon’dan bir tel aldık. Ama Ser<strong>ve</strong>t Bey’den değil… Olduğu<br />

gibi bildirirsem durum anlaşılır.<br />

Sivas’ta Temsilciler Kurulu Adına<br />

Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne<br />

Trabzon Belediye Kurulunun, örneği aşağıda bulunan telyazısı İstanbul’a<br />

şimdi çekiliyor. Bir örneğinin de 15. Kolordu Komutanlığına yazdırıldığı<br />

bilgilerinize sunulur.<br />

1 Ekim <strong>1919</strong> Mevki Komutanı<br />

Ali Rıza


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 73<br />

Örnek<br />

İstanbul, Sadrazam Ferit Paşa Hazretleri’ne<br />

Bugüne dek Anadolu’dan yükselen ulusal çığlığı Trabzon, kendisine<br />

özgü ağırbaşlılıkla inceledi <strong>ve</strong> izledi. Ülke bu duruma daha çok katlanamaz.<br />

Yurt sevginiz varsa artık görevinizi bırakınız Paşa Hazretleri.<br />

Belediye Başkanı Üye Üye Üye<br />

Hüseyin Ahmet Mehmet Avni Mehmet Salih<br />

Üye Üye Üye Üye<br />

Hüsnü Temel Mehmet Şefik<br />

Kâzım Karabekir Paşa’dan 17 Eylül <strong>1919</strong> günü de kişiye özel bir<br />

gizli tel aldım. Pek içten <strong>ve</strong> kardeşçe bir dille yazılmış olan bu telde bir iki<br />

uyarma vardı. Kâzım Karabekir Paşa: “Paşam!” diyor, “Sivas’tan gelen<br />

bildirimler <strong>ve</strong> genelgeler, kimi zaman Temsilciler Kurulu adına kimi zaman<br />

da doğrudan doğruya sizden geliyor. 10 Eylül <strong>1919</strong> günü, İstanbul’daki<br />

Hükümete doğrudan doğruya bildirim yaptığınız <strong>ve</strong> uyarma yazıları yolladığınız<br />

olmuştur. Şuna inanmalısınız ki böyle imzanızla yaptığınız bildirimler,<br />

sizi çok sevgi <strong>ve</strong> saygıyla se<strong>ve</strong>nler arasında bile, büyük bir içtenlik <strong>ve</strong><br />

düşünce esenliği ile eleştiriliyor… Bunun ne denli etkili olacağını <strong>ve</strong> tepkilere<br />

yol açacağını çok iyi bilirsiniz. Bu bakımdan Temsilciler Kurulu <strong>ve</strong><br />

Kongre kararlarının her zaman imzasız, yalnızca Temsilciler Kurulu diye<br />

yayılmasını rica ederim.” Telyazısı şu sözlerle son buluyordu. “Yüksek kişiliğinizin,<br />

elbette ortada tek başına görülmemesi ülke yararı bakımından gereklidir.<br />

Oy birliği ile (bu işte oyları toplanan kişilerin ya da kurulun bugüne<br />

değin öğrenilememiştir.) bilginize sunulan bu dileklerimin iyi karşılanacağına<br />

inanıyorum, ellerinizden öperim.”<br />

Kâzım Karabekir Paşa’yı gerçekten duraksattığını <strong>ve</strong> bizi eleştirmeye<br />

dek götürdüğünü gördüğünüz noktaları elden geldiğince belirgin olarak<br />

yorumlamanın <strong>ve</strong> açıklamanın gerekli olduğu besbellidir. O günlerdeki<br />

duygu <strong>ve</strong> düşüncelerimden esinlenen görüşlerimi, bugünün yeni etkilerine<br />

kendimi kaptırmaktan çekinerek belirtmek için, o gün <strong>ve</strong>rdiğim karşılığı olduğu<br />

gibi bilginize sunmayı yeğlerim.<br />

19 Eylül <strong>1919</strong><br />

On Beşinci Kolordu Komutanı Kâzım Paşa Hazretleri’ne<br />

Sayın Kardeşim,<br />

Derin bir içtenliğe dayandığından kuşku duymadığım kanılarınızı<br />

açık <strong>ve</strong> kardeşçe bir dille bildirmiş olmanız, kardeşlik bağlarımızı pekiştirmiş<br />

<strong>ve</strong> beni yürekten sevindirmiştir. Aklınıza gelen sakıncaları çok iyi anlıyorum.<br />

10 Eylül günü Hükümete doğrudan doğruya yazılmış bir bildirim yok-


74 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

tur. Yalnız telgrafhanede bulunduğum bir sırada İçişleri Bakanı Adil Bey’le<br />

makine başında bir rastlantı sonucu karşı karşıya geli<strong>ve</strong>rdik. Onun Sivas<br />

Valisi Reşit Paşa’ya <strong>ve</strong>rdiği yersiz karşılıklar üzerine, ben de ona karşı, salt<br />

kişisel olmak üzere, bildiğiniz biraz sertçe uyarmalarda bulundum. Bu,<br />

basbayağı bir konuşma biçiminde olup geçmiştir. Bundan başka gerek hükümete<br />

gerek Padişaha, gerekse yabancılara başvurmalarımızda hep<br />

“Kongre Kurulu” ya da “Temsilciler Kurulu” sözleri, imza yerine geçmiştir.<br />

Yalnız Amerika Senatosuna yazılan <strong>ve</strong> sizin de bildiğiniz bir mektuba<br />

Kongre kararıyla beş kişi imza koymuştur ki bu arada benim de imzam<br />

vardır. İçerde yapılan açık yazışmalara gelince bunda da “Temsilciler Kurulu”<br />

sözlerini imza yerine kullanmakta idik. Ancak bunun kimi çevrelerde<br />

kötü etki yaptığı, gü<strong>ve</strong>nsizliğe yol açtığı görüldü. Gerçekten böyle genel bir<br />

deyimin bildirdiği kişiler <strong>ve</strong> güç gizli kalıyor. Ortada sorumlu kimdir? (…)<br />

İşte bu nedenlerden dolayı, bu imza işi siz kardeşimin bildirmenizden önce,<br />

Temsilciler Kurulunda görüşülmüştü. Temsilciler Kurulunun gizli bir komitenin<br />

yürütme kurulu olmayıp hükümetten resmî izin almış, yasal <strong>ve</strong> türeye<br />

uygun bir derneğin temsilcilerinden meydana gelmiş olması dolayısıyla, ilgili<br />

yasaya uyularak kararları <strong>ve</strong> bildirimleri sorumlu bir kişinin imzalaması<br />

zorunlu görülmüştü. Temsilciler Kurulunun bildirim <strong>ve</strong> yayımlarını genel <strong>ve</strong><br />

belirsiz bir ad altında yaparak düşeceği yasa dışı durumdan doğacak sakıncalar,<br />

bu bildirim <strong>ve</strong> yayımlara imza atılması üzerine ulusal akıma karşı<br />

olanların yapmakta oldukları zararlı propagandalara katabilecekleri zarardan<br />

üstün görüldü <strong>ve</strong> sonuç olarak, bildirim <strong>ve</strong> yayımlara imza atılması, oy<br />

birliği ile karar altına alındı. Bu karar alındığı halde, bu kez yaptığınız kardeşçe<br />

uyarma üzerine, sorunun bir daha görüşülmesini Temsilciler Kuruluna<br />

önerdim. Daha önce ileri sürülmüş olan gerekçe <strong>ve</strong> düşüncelerden dolayı,<br />

yazılan şeylerin, Temsilciler Kurulu kararıyla olduğu açıklanmak üzere<br />

yazılmasına oy birliğiyle karar <strong>ve</strong>rdiler. Kendimle ilgili bulunduğundan, bu<br />

görüşmelerde yansız kalmayı uygun gördüm. İlke olarak, bir kişinin imza<br />

etmesi kabul edildikten sonra, benim yerime başka bir kişinin imza etmesi<br />

söz konusu oldu. Bu noktada, Kurulun ileri sürdüğü sakıncalar şunlardır:<br />

Bütün dünya, benim bu işin içinde bulunduğumu bilir. Bugün başka bir kişinin<br />

imzasıyla bildirimler yapmaya başlanınca <strong>ve</strong> benim adımın ortadan<br />

kalkmasıyla, ya aramızda bir bozuşma <strong>ve</strong> ayrılık olduğu sanılacak ya da<br />

herhangi bir kişi imza eylediği halde benim ortaya çıkmaktan çekinir, yasal<br />

olmayan bir durumda bulunduğum <strong>ve</strong> böylelikle, yapılan işlerin de yasal<br />

olmadığı sanısına düşülecektir. Bundan başka, kamuya inan <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>rici<br />

başka bir arkadaşımız, imzasıyla ortaya çıkınca, bugün benim için düşünülen<br />

sakıncalar o arkadaşımız için de düşünülecektir. O zaman onun da<br />

çekilip başka birinin imza atmaya başlaması gibi sonunda bizim için güçsüzlük<br />

belirtisi olacak bir sıra gütmek gerekecektir. Bilmem böyle bir tutu-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 75<br />

mu ne ölçüde uygun bulursunuz? (…) Benim, kamu yararına <strong>ve</strong> geniş kapsamlı<br />

olan işlerimizde kendi görüşlerime göre değil, bütün değerli arkadaşlarımın<br />

candan <strong>ve</strong> gönülden birliği ile çalışmayı yeğlediğimi, siz kardeşim<br />

de kabul edersiniz. Bununla birlikte bu konuda başkaca düşünceleriniz<br />

olursa bildirmenizi siz kardeşimden bekler, üstün saygı <strong>ve</strong> içtenlikle gözlerinizden<br />

öperim kardeşim.<br />

Mustafa Kemal<br />

Baylar, İstanbul Hükümetiyle yazışmayı kestiğimiz 12 Eylül <strong>1919</strong><br />

gününden sonra Ferit Paşa Hükümetinin düştüğü güne dek değişik zamanlarda<br />

Padişaha, yabancı devlet temsilcilerine, İstanbul Belediyesine <strong>ve</strong> bütün<br />

basına çeşitli andırı <strong>ve</strong> bildiriler yazıldı. 20 Eylül <strong>1919</strong> günlü, Sadrazam<br />

Damat Ferit imzalı bir genel bildirim ile Padişahın da bir bildirisinin yayımlandığını<br />

anımsayacaksınız. Bu bildirinin önemli yerlerini bir daha anımsatmak<br />

isterim. Bunları sıra ile göstereceğim:<br />

1. Hükümetin izlediği siyaset sonucunda, İzmir’de geçen acıklı<br />

olaylar, Avrupa’daki uygar devlet <strong>ve</strong> ulusların dikkatlerini çekti<br />

<strong>ve</strong> kardeşlik duygularını uyandırdı.<br />

2. Bir özel kurul, olay yerinde yansız olarak soruşturmaya başladı.<br />

Hakkımız uygarlık dünyasının gözleri önünde belirmektedir.<br />

3. Ulusal birliğimizi bozacak hiçbir karar <strong>ve</strong> öneri olmadı.<br />

4. Kimi kimselerce, sözde halk ile hükümet arasında karşıtlık olduğu<br />

ilan ediliyor.<br />

5. Bu durum, yasa koşullarına uygun olarak bir an önce yapılmasını<br />

istediğimiz seçimleri de geri bıraktırdığı gibi barışın yaklaşmakta<br />

bulunduğu bir sırada, varlığı çok gerekli olan Millet Meclisinin<br />

toplanmasını da geciktirecektir.<br />

6. Bugün bütün ulusumdan beklediğim, Hükümetin buyruklarına<br />

tam uymaktır.<br />

7. Büyük devletlerin adalet duyguları, Avrupa <strong>ve</strong> Amerika kamuoyunun<br />

ılımlı davranışı, durumumuzu <strong>ve</strong> onurumuzu koruyacak<br />

bir barışa yakında kavuşmak umudumu sağlamlaştırmaktadır.<br />

Bilirsiniz ki bu bildirinin yayımlanması bizim, ülke ile İstanbul Hükümeti<br />

arasında yazışmayı <strong>ve</strong> ilişkiyi kestiğimiz <strong>ve</strong> bunda direnmekte bulunduğumuz<br />

günlerde oluyor. Her halde, <strong>ve</strong>rdiğimiz yönerge <strong>ve</strong> genel buyruklara<br />

uyulsa, hiçbir yerden alınmaması <strong>ve</strong> halka okutturulmaması gerekirdi.<br />

Oysa karar <strong>ve</strong> bildirilerimize uyulmayarak <strong>ve</strong> görüşümüze büsbütün<br />

aykırı olarak bu bildirinin kimi yerlerce alındığı, şimdi bilginize sunacağım<br />

bir telyazısından anlaşıldı.


76 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

(Burada, Karabekir Paşa’nın Trabzon Mevki Komutanına yazdığı<br />

<strong>ve</strong> bu bildirinin yayılması yolundaki düşüncelerini içeren bir teline yer <strong>ve</strong>ren<br />

Atatürk; Kâzım Karabekir Paşa’ya bu bildirinin yayılması için aracılık<br />

yapmayı doğru bulmadığını, ancak, her merkezden İstanbul’a bir tel çekilmesinin<br />

daha uygun olacağını bildirmekte <strong>ve</strong> sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Padişahın bu bildirisinin, ulus üzerinde yapacağı kuşku götürmeyen<br />

kötü etkilerin bir ölçüde önüne geçebilmek için, söz konusu bildirinin<br />

içindekileri yalanlamaya <strong>ve</strong> etkisiz bırakmaya yarayacak nitelikte Padişaha<br />

bir karşılık yazmayı <strong>ve</strong> bunu yurtta dağıtıp yayarak okutturmayı tek çıkar<br />

yol olarak düşündük <strong>ve</strong> öyle yaptık.<br />

(Atatürk Söylev’in bu bölümünde, ulusal girişim <strong>ve</strong> kararların gereği<br />

gibi yürütülmediği Trabzon’da ulusal örgütlenmeyi sağlayabilmek için<br />

Yarbay Halit Bey’in görevlendirildiğini <strong>ve</strong> Karabekir Paşa’nın bu görevlendirmeye<br />

karşıcıl bir tutumla yaklaştığını anlatmaktadır. Öte yandan Ferit<br />

Paşa Hükümetinden dolayı pek çok sorunla karşılaşıldığı da vurgulanmakta<br />

<strong>ve</strong> bu sorunlara bazı örnekler <strong>ve</strong>rilmektedir. İstanbul Hükümetince Dersim<br />

Mutasarrıflığına atanan Osman Nuri Bey, Ankara Valisi Muhittin Paşa, Çorum<br />

Mutasarrıfı Samih Fethi Bey, Niğde Mutasarrıfı, Saymanı <strong>ve</strong> Komiserinin<br />

tutuklanmaları bu örnekler arasında sayılabilir. Atatürk daha sonra,<br />

İstanbul Hükümetinin Kastamonu Valisini değiştirmesi sonucunda çıkan<br />

olayları ayrıntılı bir biçimde ele almakta <strong>ve</strong> Kastamonu’daki birlik komutanı<br />

Albay Osman Bey ile yaptığı yazışmalarına yer <strong>ve</strong>rmektedir. Kendisine 16-<br />

17 Eylülde çekmiş olduğu şu teli okuyarak sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Önlemlerinizde <strong>ve</strong> işlerinizde başarılar dilerim. Bize durumunuzdan<br />

<strong>ve</strong> gelmekte olan valinin tutuklandığından bilgi <strong>ve</strong>rmenizi bekleriz.<br />

Mustafa Kemal<br />

Ferit Bey, Vali Vekili; Albay Osman Bey, Kastamonu <strong>ve</strong> dolayları<br />

Komutanı olarak çalışmaya başladıktan bir iki gün sonra, kendilerini yeniden<br />

telgraf başına çağırarak bilgi istemiştim. İstanbul’dan gereken yerlere,<br />

istenildiği gibi halkın imzası altında teller yazıldığı <strong>ve</strong> bütün illerle <strong>ve</strong> sancaklara<br />

da bu tellerin gönderildiği bildirilmekle birlikte, birtakım sorular da<br />

soruluyordu. Bu arada “Halk diyormuş ki:<br />

1. Başka illerin kamuoyu bizimle birlik değiller midir?<br />

2. Bu olağan dışı durum ne zamana dek sürecektir?<br />

3. Hükümetin direnmesine karşı ne gibi önlem alındı? Bizi aydınlatmak<br />

iyiliğinde bulununuz Paşam!”


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 77<br />

Halktan geliyormuşçasına sorulan bu soruların Vali Vekili <strong>ve</strong> Komutan<br />

Beylerin de kafalarında yer etmekte olduğunu düşünmek, ona göre<br />

karşılık <strong>ve</strong>rmek yorulmaya değerdi. Bundan dolayı Sivas- Kastamonu telini<br />

saatlerce tutan uzun bilgi <strong>ve</strong>rildi <strong>ve</strong> açıklamalar yapıldı. Bu açıklamaları<br />

şöylece özetleyebilirim:<br />

1. Ulusal tepki yurdun her köşesinde sarsılmaz <strong>ve</strong> ateşli olarak<br />

vardır. Bütün illerin en ufak köylerine değin halk <strong>ve</strong> en ufak birliğine değin<br />

bütün ordularımız baştan aşağı duyarlı <strong>ve</strong> tam birlik olarak kendilerine bildirilen<br />

kararları uygulamakta <strong>ve</strong> yürütmektedirler <strong>ve</strong> halkın ikinci <strong>ve</strong> üçüncü<br />

sorularına yanıt olmak üzere de:<br />

2. Ne zaman ki Kastamonu halkı, bu durumu olağan dışı bulup<br />

kaygıya düşmekten kurtulacak <strong>ve</strong> amacımızı gerçekleştirinceye dek dayanmakta<br />

kararsızlık belirtisi göstermeyecektir; işte o zaman bu olağan dışı<br />

durum kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Hükümetin direnmesi olağandır.<br />

Buna karşı başka önlem almadan önce, ilk önlemimizi gereği gibi <strong>ve</strong> her<br />

yerde kesinlikle uygulama yollarını düşünelim. Örneğin: Bolu durumu üzerine<br />

ne yapılmıştır? Bolu kesimine dek bütün yerlerin İstanbul’la resmî iletişiminin<br />

kesildiğine gü<strong>ve</strong>nebilir miyiz? Bununla ilgili olarak beklediğimiz bilgi<br />

daha gelmedi. İşte bu dediğim önlem İstanbul’a değin yayılabilirse Hükümetin<br />

direnme gücü kalmayacağını sanırım. Ama bundan sonra da gene<br />

çok bilinçsizce <strong>ve</strong> çok bönce bir direnmeyi sürdürmek isterlerse, elbette<br />

daha etkili önlemler uygulanabilir.<br />

(Sonra edinilen bilgilerden, Yeni Valinin -İçişleri Bakanından- Zonguldak’ta<br />

kalması yönünde buyruk aldığı, ancak barınamayınca İstanbul’a<br />

döndüğü öğrenilmiştir.)<br />

Sırası gelince bildirmiştim ki 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa,<br />

Kongre adına, kimi kararlar <strong>ve</strong> önlemler almıştı. Ali Fuat Paşa’ya Kongrece<br />

“Batı Anadolu Ulusal Güçler Komutanı” diye bir san <strong>ve</strong>rildi. Paşa, Eskişehir<br />

<strong>ve</strong> dolaylarını ulusal bir bölge sayıp komutanlığına Süvari Yarbayı Atıf<br />

Bey’i; Afyonkarahisar dolaylarını da ulusal bir bölge sayıp komutanlığına<br />

23. Tümen Komutanı Ömer Lûtfi Bey’i atamıştı. Bu tümen ile Anadolu’ya<br />

geldiğimizin daha ilk günlerinde ilgilenildiğini o günlerle ilgili konuşmalarım<br />

sırasında söylemiştim. İstanbul Hükümeti Fuat Paşa’nın yerine Hamdi<br />

Paşa’yı atamış <strong>ve</strong> göndermişti. Hamdi Paşa, Eskişehir’e dek geldi. Orada,<br />

kendisine 16 Eylülde İstanbul’a dönmesi gerektiği bildirildi.<br />

İngilizler, Eskişehir Bölgesi Ulusal Güçler Komutanı olan Atıf Bey’i<br />

tutuklayıp İstanbul’a gönderdiler. Ulusal Güçler Komutanı olan bir kişinin<br />

kendini kolaylıkla düşman eline düşürmeyecek önlemleri almış olması gerekirdi.<br />

Bu konudaki dikkatsizlik <strong>ve</strong> önlemsizlik, kendisini kurtarmak için<br />

uzun süre üst üste girişimlerde bulunmamızı gerektirdi. Bilirsiniz, o sırada


78 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Eskişehir’de İngiliz birlikleri vardı. Fuat Paşa toplayabildiği Ulusal Güçler<br />

ile birlikte Eskişehir’e yakın Cemşit denilen yere gitmişti. Eskişehir’i uzaktan<br />

sardı. Eskişehir’de bulunan Anlaşma Birlikleri Komutanı General’un<br />

Soli Flud (Solly Flood) Fuat Paşa’ya gönderdiği bir mektupta kullanılan<br />

deyimler <strong>ve</strong> Ulusal Güçlerimizi niteleyişi; komutanlarımızın <strong>ve</strong> Ulusal Güçlerimizin<br />

yüksek onur <strong>ve</strong> özsaygılarına karşı bir saldırı sayıldığından <strong>ve</strong> adı<br />

geçen Generalin hak <strong>ve</strong> yetkisi dışında görüldüğünden, bu konu üzerine İstanbul’da<br />

bulunan Anlaşma Devletleri siyasal temsilcilerinin bir andırı ile<br />

dikkatleri çekilmişti. 25 Eylül <strong>1919</strong> günü General Soli Flud’un Fuat Paşa’ya<br />

gönderdiği bir kurul –ki bir kurmay binbaşı ile Eskişehir’deki İngiliz<br />

denetleme subayından meydana gelmişti- İngilizlerin içişlerimize <strong>ve</strong> ulusal<br />

hareketimize hiç karışmayacaklarına söz <strong>ve</strong>rdi. Bu sıralarda, İngilizler, Merzifon’da<br />

bulunan birliklerinin geriye alınmasına memnun olup olmayacağımızı<br />

sormuşlardı. Elbette, pek memnun olacağımızı bildirmiştik. Gerçekten<br />

oradaki kuv<strong>ve</strong>tlerini bütün ağırlıkları ile birlikte önce, Samsun’a çektiler.<br />

Sonra oradan da İstanbul’a götürdüler. Eskişehir’de üstünlük sağladıktan<br />

sonra, Fuat Paşa’yı, Bilecik <strong>ve</strong> Bursa dolaylarına göndermeyi düşünüyorduk.<br />

Baylar, Konya’da Vali Bulunan Cemal Bey, Ferit Paşa Hükümetinin<br />

Anadolu’da önemli bir dayanak noktası durumuna girdi. Konya’da<br />

Ordu Müfettişi olan Cemal Paşa’nın İstanbul’a gidip gelememesi, orada<br />

bulunan Kolordu Komutanı Selahattin Bey’in kararsızca davranışları <strong>ve</strong><br />

sonunda habersizce İstanbul’a çekilip gitmesi, Konya <strong>ve</strong> dolaylarını Vali<br />

Cemal Bey’in etkisi altında bırakmıştı. Oraya, amacı yakından anlamış bir<br />

kişinin gönderilmesi gerekiyordu. Sivas’ta yanımızda bulunan Refet Bey’in<br />

gönderilmesi, uygun görüldü. Refet Bey yola çıktı. Konya’da Temsilciler<br />

Kurulunca gönderilen bir komutanın gelmekte olduğu haber alınınca, yurtse<strong>ve</strong>r<br />

kişiler canlanmış; öte yandan da Vali Cemal Bey cezaevinde ne kadar<br />

kanlı katil, ne kadar tutuklu varsa hepsini çıkarıp silahlandırarak kendisine<br />

bir güç sağlamak istemişti. Ancak Konya’nın sayın halkı, bu alçakça<br />

davranışa karşı ayaklanarak, yurtse<strong>ve</strong>rliğin gerektirdiğini yapmaya karar<br />

<strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> bunu sezen Cemal Bey, 26 Eylülde İstanbul’a kaçmıştır. Halk,<br />

belediye dairesinde toplanarak Hoca Vehbi Efendi’yi vali <strong>ve</strong>killiğine getirmişti.<br />

(Atatürk burada, Albay Refet Bey’in istediği 2. Ordu Müfettişliği<br />

unvan <strong>ve</strong> yetkisinin yerinde olmadığını belirtmekte <strong>ve</strong> konuşmasını şöyle<br />

sürdürmektedir:)<br />

Baylar, her yeri çalışmaya <strong>ve</strong> ulusal örgütler kurmaya yöneltmek<br />

için uğraşırken İstanbul Hükümetinin isteklerine hizmet eden kimi sivil örgütlerin<br />

baş yöneticilerinin sözde ruhsal gözdağı <strong>ve</strong>ren telyazılarını da alı-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 79<br />

yorduk. Örneğin; Urfa Mutasarrıfı Ali Rıza adında biri, yaptıklarımızın Anlaşma<br />

Devletleri’ne saldırı sayıldığını <strong>ve</strong> bu yüzden bütün Osmanlı ülkesinin<br />

Anlaşma Devletleri askerlerince ele geçirileceğini, böylelikle Türk Hükümetine<br />

son <strong>ve</strong>rileceğini, ilgililerle görüşerek öğrendiğini bildiriyor <strong>ve</strong> İstanbul<br />

Hükümeti ile anlaşmamızı öneriyordu. Bu telin mutasarrıfa yabancılarca<br />

yazdırıldığına kuşku yoktu. Buna, elbette gereği gibi karşılık <strong>ve</strong>rildi.<br />

Baylar, anımsarsınız ki yurdumuzda <strong>ve</strong> Kafkasya’da inceleme<br />

yapmak üzere Amerika Hükümeti, General Harbord’un başkanlığı altında<br />

bir kurul göndermişti. Bu kurul Sivas’a geldi. 22 Eylül <strong>1919</strong> günü General<br />

Harbord ile uzun uzadıya görüşmelerde bulunduk. Generale, ulusal ayaklanmanın<br />

amacı <strong>ve</strong> ereği, ulusal örgüt <strong>ve</strong> birliğin ortaya çıkış nedeni, Müslüman<br />

olmayan azınlıklara karşı olan duygular, yabancıların ülkemizde yıkıcı<br />

propagandaları <strong>ve</strong> işleri üzerine geniş <strong>ve</strong> kanıtlı açıklamada bulundum.<br />

Generalin kimi beklenmedik sorularıyla karşılaştım. Örneğin; Ulus düşünülebilen<br />

her türlü girişim <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>ride bulunduktan sonra da başarı elde edilemezse<br />

ne yapacaksın? sorusuna <strong>ve</strong>rdiğim karşılıkta –yanlış anımsamıyorsam-<br />

demiştim ki: Bir ulus varlığını <strong>ve</strong> bağımsızlığını korumak için düşünülebilen<br />

girişim <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>riyi yaptıktan sonra başarır. Ya başarmazsa demek, o<br />

ulusu ölmüş saymak demektir. Öyle ise, ulus yaşadıkça <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>rili girişimlerini<br />

sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz.<br />

Generalin sorduğu sorudan asıl amacın ne olabileceğini araştırmak<br />

istemedim. Ama <strong>ve</strong>rdiğim karşılığı onun beğendiğini bugün yeri gelmişken<br />

söylemek isterim.<br />

Baylar, Eylülün 25. günü akşamı, Ankara’da bulunan 20. Kolordu<br />

Komutan Vekili Mahmut Bey’den aldığım bir gizli telde şunlar bildiriliyordu:<br />

(Atatürk, Söylev’in bu noktasında Selanik’ten tanıyıp sevdiği <strong>ve</strong><br />

aynı zamanda bir tarikat üyesi de olan Abdülkerim Paşa’nın, kendisine İstanbul<br />

Hükümeti ile Ulusal Güçler arasında arabuluculuk yapmayı önerdiğini<br />

anlatmakta, bu öneriye yönelik yazışmaların ayrıntılarına değinmekte<br />

<strong>ve</strong> bu girişimin herhangi bir sonuç <strong>ve</strong>rmediğini bildirmektedir. Kerim Paşa<br />

ise bu yazışmaları <strong>ve</strong> bunlardan doğan sonuçları doğal olarak Padişaha da<br />

bildirmiş <strong>ve</strong> Ferit Paşa Hükümetinin direnci iyice kırılmıştır. Bu noktaya gelindikten<br />

sonra; Atatürk elbette, Padişah ile görüşmek isteyen Ali Galip,<br />

Ser<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> Zeki Beylere de engel olduğunu belirtmekte <strong>ve</strong> sözlerini şöyle<br />

sürdürmektedir:)<br />

Baylar, bu son söylediklerimle bir gerçek üzerinde daha sizleri aydınlatmak<br />

isterim. Trabzon Valisi Galip Bey ile Zeki Bey’in, Saray <strong>ve</strong> Ferit<br />

Paşa ile ilişkileri vardır. Bir kurul olarak İstanbul’a gitmek istemelerinin,<br />

ulusal amaca hizmet için olmayıp İstanbul’da gerekenleri aydınlatmak <strong>ve</strong>


80 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

kimi önlemler önermek <strong>ve</strong> yeni buyruklar almak gibi ereklere dayandığından,<br />

bence kuşkulanmaya yer yoktu. Nitekim Zeki Bey daha sonra İstanbul’a<br />

gittiğinde arkadan yeterince para <strong>ve</strong> cephane yollamaya söz <strong>ve</strong>rilerek<br />

<strong>ve</strong> özel yönerge ile Trabzon <strong>ve</strong> Gümüşhane dolaylarında, örgütler kurmak<br />

üzere gönderilmiştir. Adı geçeni İnebolu’da tutuklatarak Ankara’ya getirtmiştim.<br />

Bana, bu söylediklerimin tümünü itiraf etti. Yalnız, sözde İstanbul’u<br />

aldattığını, alacağı para <strong>ve</strong> silahları bize teslim etmek isteğinde bulunduğunu<br />

söyledi. Buna, o gün <strong>ve</strong> dahası, bugün bile inanacak kolay kandırılabilen<br />

kimseler bulunabilir mi? Bununla birlikte ben, bu kişiyi Erzurum Kongresi<br />

ile ilişkisine saygı gösterip yalnız gerekli uyarma <strong>ve</strong> öğütlemelerle yetinerek<br />

salı<strong>ve</strong>rmiştim.<br />

Baylar, İstanbul Hükümetince, Kolordu Komutanı olarak Konya’ya<br />

gönderilen Sait Paşa’yı 30 Eylülde İstanbul’a geri gönderdik. Konya Valisi<br />

kaçak Cemal Bey’in, kaçmadan önce düzenlediği ilk bozkır olayının önüne<br />

geçmek için, Yirminci Kolordu <strong>ve</strong> Niğde’deki On birinci Tümenin aracılık<br />

<strong>ve</strong> yardımlarıyla gereken önlemler alındı <strong>ve</strong> İstanbul’un beklediği kötülüğü<br />

durdurduk. Ereğli, Bolu, Adapazarı, İzmit dolaylarında kurulmasına çalışılan<br />

Ulusal Güçler, eylül ayının son günlerinde büyük duyarlık göstermeye<br />

başladı <strong>ve</strong> o çevrelerdeki Ulusal Güçlerin başkanları, Hükümet çekilmemekte<br />

direnirse İstanbul’a yürümeye hazır bulunduklarını bildiriyorlardı.<br />

Bu durumu, 28 Eylülde, bütün yurda <strong>ve</strong> elbette İstanbul’a da genelge ile<br />

bildirdik. Ancak İzmit kentinde 2 Ekim günü olumsuz denebilecek yeni bir<br />

durum karşısında kaldık. O sırada İzmit Mutasarrıfı, Suat Bey adında bir kişi<br />

idi. Kendisini telgraf başına çağırdık. Son günlerdeki bildirimlerimizin<br />

tümü alınarak gereğinin yapılıp yapılmadığını sordum. Mutasarrıf Bey yaptığı<br />

açıklamada diyordu ki: “Bildirimleri aldım. Anlaşmazlık <strong>ve</strong> karşıtlık olmaması<br />

için, halkı serbest bırakarak dinlemeyi, en doğru bir tutum olarak<br />

gördüm. Olumsuz söylentiler vardır. Temsilciler Kurulundan açıklama istemek<br />

<strong>ve</strong> özellikle amacın, İttihat Hükümetini önceki biçimde diriltmek<br />

olup olmadığını kesin olarak anlamak istemektedirler. Ben en yansız bir<br />

adam olmak üzere düzeni <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliği korumakla yükümlüyüm. Ben her<br />

kim <strong>ve</strong> her ne için olursa olsun, sonucu bilinmeyen bir serü<strong>ve</strong>ne başkalarını<br />

sürüklemeyi doğru görmem. Ölçülü <strong>ve</strong> ağır davranılması düşüncesinde<br />

olduğumu tam bir tecrübem üzerine bilginize sunarım.”<br />

Verdiğim yanıt tam olarak şöyleydi:<br />

Sivas, 2 Ekim <strong>1919</strong><br />

Suat Bey’e<br />

İzmit’te en küçük anlaşmazlığa <strong>ve</strong> karışıklığa meydan <strong>ve</strong>rmemek,<br />

temel göreviniz olduğu gibi bizim de özelikle rica ettiğimiz bir iştir. Örgütlerimizin<br />

<strong>ve</strong> ulusal eylemimizin yasal amacını <strong>ve</strong> niteliğini gerek size <strong>ve</strong> gerek


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 81<br />

İzmit’te birçok kişiye <strong>ve</strong> bütün dünyaya karşı yazdığımız <strong>ve</strong> yazmakta bulunduğumuz<br />

bildiri <strong>ve</strong> açıklamalarla, en kinci düşmanlarımıza bile anlatmış<br />

olduğumuza kuşkumuz kalmamıştır. Artık ancak ayak takımının söylentisinden<br />

başka bir niteliği olmayan dedikoduların karar <strong>ve</strong>rmede etkili olabileceğine<br />

olanak <strong>ve</strong>rmiyoruz. Bundan başka, halkın sorup öğrenmeyi gerekli<br />

gördüğü noktalar vardıysa, bunlar neden hemen sorulup çözümlenmemiş<br />

bulunuyor? Siz yansız durumda kalmayı yeğ görüyorsunuz. Oysa tutumunuz<br />

hiçbir zaman yansızlık olamaz. Çünkü siz ulusun yasal ayaklanmasına<br />

karşı yansızlığınızı ileri sürdüğünüz halde, haince davranışlarıyla yasa dışı<br />

olan <strong>ve</strong> aslında yok sayılan Ferit Paşa Hükümetinin memurluğunu yapıyorsunuz.<br />

İttihatçılığın diriltilmesiyle uğraşacak dar görüşlülerden olmadığımızı<br />

siz pek güzel anlayabilirsiniz. Size, pek temiz duygularla fakat bütün<br />

kesinliği ile şunu bildiririm ki siz artık Ferit Paşa Hükümetine gü<strong>ve</strong>n beslemiyorsanız<br />

bunu, İçişleri Bakanlığına resmî olarak bildirmelisiniz. Eğer ulusun<br />

buyruk <strong>ve</strong> isteğine aykırı olarak Ferit Paşa Hükümetine gü<strong>ve</strong>niniz varsa<br />

İzmit’in sayın halkını, yasal <strong>ve</strong> ulusal eyleminde serbest bırakmak üzere<br />

hemen görevinizden ayrılıp İstanbul’a gidiniz. Bu iki noktadan herhangi birine<br />

uymazsanız, sizin için doğabilecek durumun yaratıcısı <strong>ve</strong> sorumlusu<br />

yine siz olacağınızı tam bir içtenlikle bildirmeyi bir vicdan görevi sayarım.<br />

Temsilciler Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal<br />

Mutasarrıf Bey’in: “Kulunuzu soğukkanlılıkla dinleyiniz efendim;<br />

ben iyi anlatamadım. Amacınızın yüceliği <strong>ve</strong> yasallığı üzerine hiç söz söylenemez.”<br />

cümleleriyle başlayan yanıtında, yazılan satırlar: “Bizi yarınki cuma<br />

namazı toplantısına dek, kendi hâlimize bırakınız. Ferit Paşa’ya, kim bilir<br />

kaç kez kalemle saldıran beni ne denli kötü gözle görüyorsunuz efendim?”<br />

cümleleriyle sona eriyordu. Bunun üzerine, ertesi günkü cuma namazı<br />

toplantısına değin bekleyeceğimizi bildirmek için yazdığım telyazısına,<br />

şu iki cümleyi ekledim: “Sizi kötü gözle gördüğümü sanmanız doğru değildir.<br />

Çünkü vicdanımız sızlamaksızın varabileceğimiz yargılar, ancak gerçek<br />

sonuçların alınmasına bağlıdır efendim.”<br />

O günlerde İzmit’te, Albay Asım Bey adında bir kişi, tümen komutanı<br />

olarak bulunuyordu. Asım Bey’e de bir iki günden beri, telgraf başında<br />

bildirimde bulunulmuştu. Ama hiçbir yanıt alınamıyordu. Onu da 2 Ekim<br />

günü makine başına çağırdım, konuştum. Kendisine: “Hükümetin düşeceği<br />

<strong>ve</strong> belki de düşmüş olması kesin olarak beklenir; bu durumda ulusun dayancı<br />

<strong>ve</strong> istenci her türlü kuşkunun üstünde bir sağlamlık gösteriyor.” dedikten<br />

sonra, kesin düşünce <strong>ve</strong> kararını beklemekte olduğumu söyledim.<br />

Tümen Komutanı Asım Bey’in uzun uzun özür <strong>ve</strong> düşünce bildirmekle dol-


82 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

durduğu karşılığından çıkan somut anlam, şimdiye dek yanıt <strong>ve</strong>rmeyişinin<br />

nedeni, İstanbul’daki Kolordu Komutanına yazdığı buyruk isteme yazısına<br />

karşılık alamayışından ileri geldiği <strong>ve</strong> yarınki cuma namazında kararlar alınacağı,<br />

cümleleriyle özetlenebilir. Kimi öğüt <strong>ve</strong> özendirmeleri kapsayan<br />

yanıtımda başlıca şunları dedim: “Ferit Paşa’nın, yarına dek çekilmesi çok<br />

kuv<strong>ve</strong>tle beklenebilir. Böyle olunca, yarınki toplantınız sonunda Padişah<br />

Hazretlerinden <strong>ve</strong> belli olursa yeni hükümet başkanından, hükümetin ulusal<br />

isteklere tam olarak uyacak yansız kişilerden kurulmasının rica edilmesini<br />

<strong>ve</strong> bunun beklendiğinin bildirilmesini sağlayınız. Bir de yurdumuzu <strong>ve</strong><br />

ulusal bağımsızlığımızı kurtarmak için, kurulacak yeni hükümet ile birlik<br />

olarak, daha pek çok çalışmamız gerektiğinden Temsilciler Kurulu kararı ile<br />

bildirdiğim noktaları göz önünde bulundurarak tam sessizlik içinde örgütler<br />

kurulmasının sürdürülmesini rica ederim.”<br />

Baylar, ben Asım Bey’e bu son cümleleri yazdırırken (2 Ekim<br />

<strong>1919</strong>, saat 15.40’tan sonra) araya imzasız şöyle bir özel tel girdi:<br />

“Paşa Hazretleri, İstanbul’da yakın arkadaşlar söylediler. Bütün akşam<br />

gazeteleri yazıyormuş. Ferit Paşa sağlık durumu dolayısıyla çekilmiş.<br />

Tevfik Paşa, hükümeti kurmakla görevlendirilmiş. Daha sabahtan söyleniyordu<br />

fakat doğrulanmamıştı, şimdi doğrulandı efendim.” Bu teli kim <strong>ve</strong>riyor?<br />

Anlayınız, dedim. Sormaya zaman kalmadan telin şöylece arkası geldi:<br />

“Biz, Ankara telgrafçıları! Paşa Hazretlerine saygılarımızı sunarız <strong>ve</strong><br />

yurdumuzun başına karabasanlı bir bela olan bu Hükümetin devrilmesi<br />

için, ulusun başında bulunup başarı sağlayışınızı kutlarız. Lütfen söyleyiniz.”<br />

Telgraf iletişimi kesildi. Gerçekten 2 Ekim günü Ferit Paşa Hükümeti<br />

düşmüş bulunuyordu. Ancak yeni hükümeti kuran Tevfik Paşa değil,<br />

Senato üyelerinden Korgeneral Ali Rıza Paşa idi. Baylar, sırası gelmişken<br />

bilginize sunayım; bütün telgrafçılarımızın, ulusal girişim <strong>ve</strong> eylemlerimize<br />

yaptıkları öz<strong>ve</strong>rili hizmetlerin ulusal tarihimizde önemli yeri vardır. Kendilerine<br />

bugün açıkça teşekkür etmeyi bir ödev sayarım.<br />

II.2. ALİ RIZA PAŞA HÜKÜMETİ DÖNEMİ<br />

Baylar, Ferit Paşa Hükümetinin düştüğünü <strong>ve</strong> Ali Rıza Paşa’nın<br />

yeni hükümeti kurmakla görevlendirildiğini 2-3 Ekim <strong>1919</strong> günü yazdığım<br />

bir genelge ile bütün ulusa bildirdim. Bu genelgenin bir örneğini de bilgi<br />

edinilmesi için, yeni Sadrazama ulaştırdım. 2 Ekim günü, yeni hükümet<br />

başkanıyla, görüşmek istemiştik. Ertesi gün, Bakanlar Kurulunun toplantısı<br />

sırasında, Temsilciler Kurulu ile görüşeceklerine söz <strong>ve</strong>rmişlerdi. Bilginize<br />

sunduğum bu genelgede belli başlı noktalar şunlardı:


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 83<br />

1. Yeni Hükümet, Erzurum <strong>ve</strong> Sivas Kongrelerinde kararlaştırılan<br />

<strong>ve</strong> saptanan örgütlere <strong>ve</strong> ulusal amaçlara saygı gösterirse, Ulusal<br />

Güçler ona yardımcı olacaktır.<br />

2. Yeni Hükümet, Mebuslar Meclisi toplanarak gerçekten denetleme<br />

işine başlayıncaya dek, ulusun yazgısı ile ilgili hiçbir yüküm<br />

altına girmeyecektir.<br />

3. Barış Konferansına atanacak delegeler, ulusun isteklerini gerçekten<br />

anlamış <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nini kazanmış bilgili <strong>ve</strong> güçlü kişilerden<br />

seçilecektir.<br />

Bildiride; bu saydığım ilkelerin, yeni hükümetçe kabul edilmesinin<br />

önerileceği belirtildikten sonra, “Bu konuda başkaca düşündükleri varsa<br />

yarın öğleye değin tez elden bildirilmesi” istendi. 3 Ekim <strong>1919</strong> günü, Sadrazam<br />

Ali Rıza Paşa’ya yazdığım telyazısında, “Ulus, şimdiye dek başa geçenlerin,<br />

Anayasa’ya <strong>ve</strong> ulusal isteklere aykırı davranışlarından üzüntü<br />

duydu. Bundan dolayı yasal haklarını tanıtmak <strong>ve</strong> yazgısını yetkili <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nilir<br />

ellerde görmek için kesin kararını <strong>ve</strong>rdi. Gereken sağlam girişimlere<br />

başladı. Düzenli örgütlere bağlı Ulusal Güçler, ulusun kesin istencini, bütünüyle<br />

gösterme <strong>ve</strong> kanıtlama gücünü kazandı. Ulus, Padişahın gü<strong>ve</strong>ndiği<br />

yüce kişiliğinizle yüksek arkadaşlarınızı, güç durumda bırakmak istemez.<br />

Tersine, yardımcı olmaya bütün içtenliğiyle hazırdır. Ancak hükümet üyeleri<br />

arasında Ferit Paşa ile işbirliği yapmış bakanların bulunuşu, yüksek hükümetinizin<br />

görüşleriyle, ulusal isteklerin uygunluk derecesini, büyük bir<br />

açık yüreklilikle anlamak zorunluluğunu doğurmuştur. Ulusa tam gü<strong>ve</strong>n<br />

gelmeden, iyiliğe doğru atılmış olan adımın durdurulması <strong>ve</strong> yarım önlemlerle<br />

yetinilmesi uygun görülmemektedir. Bundan dolayı şu ilkelerin sizce,<br />

kabul edilip edilmeyeceğini kesin <strong>ve</strong> açık olarak anlamak isteriz.” dedik <strong>ve</strong><br />

genelge dolayısıyla bildirdiğim üç ilkeyi saydık. Daha sonra, “Bu temel<br />

noktalarda uyuşma olduğu anlaşıldıktan sonra, olağandışı durumun düzeltilmesi<br />

amacıyla, ikinci derecede kimi diyeceklerimizin de” bulunduğunu<br />

bildirdik. Ali Rıza Paşa, bugün, ant içmek üzere Saray’a gideceklerinden<br />

telyazımıza, yarın yanıt <strong>ve</strong>rileceği bildirildi.<br />

Biz, bu davranışlardan, Ali Rıza Paşa Hükümetinde, bir duraksama,<br />

bu hükümette bulunan kişilerin de kafalarında bir bulanıklık sezer gibi<br />

olduk. Onun için kimi önlemler almayı uygun gördük. Aynı gün, bir genelge<br />

yazdık. Bunda, “Hükümet ile ulus arasında, görüş <strong>ve</strong> istek yönünden<br />

uyuşma sağlandığı, genelge ile bildirilinceye dek, resmî yazışmanın eskisi<br />

gibi kesilmiş bir durumda bulundurulması” gerektiğini bildirdik. Bundan<br />

başka, her yerden gelen öneri <strong>ve</strong> düşünceleri birleştirerek bütün kolordu<br />

komutanlarına <strong>ve</strong> ulusal eyleme yardımcı olan valilere de 3 Ekim günü,<br />

kimi gizli bildirimlerde bulunduk. Yeni hükümet ile ilk yazışmalarımızı gös-


84 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

teren bu belgeleri, olduğu gibi, yüksek görüşlerinize sunmayı -bundan sonraki-<br />

yazışmalarımızın <strong>ve</strong> ilişkilerin kolaylıkla anlaşılabilmesi için uygun görüyorum.<br />

İzin <strong>ve</strong>rir misiniz?<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde 3 Ekim <strong>1919</strong>’da Kolordu Komutanlıklarına,<br />

Valiliklere, bağımsız mutasarrıflara, Ali Fuat Paşa’ya <strong>ve</strong><br />

Refet Beye göndermiş olduğu üç farklı tele yer <strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> bu telyazılarda,<br />

sivil <strong>ve</strong> askeri görevlere atanacak kişiler hakkında İstanbul Hükümetine<br />

telyazılar çekilmesini <strong>ve</strong> gelecek yanıtlar hakkında kendisine bilgi <strong>ve</strong>rilmesini<br />

istediğini bildirmektedir. 4 Ekimde Ali Rıza Paşa’dan gelen bir telyazıda,<br />

Erzurum <strong>ve</strong> Sivas Kongrelerinde alınan kararların bildirilmesinin istendiğini<br />

belirten Atatürk, sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Sadrazam Paşa <strong>ve</strong> sayın arkadaşlarının –içlerinde, biraz sonra görüleceği<br />

gibi, Ulusal Güçlerin delegesi olarak hükümete girdiğini bildiren<br />

Cemal Paşa bulunmasına rağmen- hükümeti kurdukları güne değin, ulusal<br />

amaçların neler olduğunu bilmediklerini söylemeleri şaşılacak iş değil midir?<br />

Bundan daha çok dikkati çeken nokta, ulusal isteklere uyup uymamak<br />

konusunda karar <strong>ve</strong>rebilmek için, her şeyden önce, Kongrelerin kararlarını<br />

istemeleridir. Oysa bu denli gürültü doğuran <strong>ve</strong> uygulanması kendilerinden<br />

önceki hükümetin düşmesi sonucunu <strong>ve</strong>ren Kongre kararlarını bilmemeleri<br />

düşünülebilir miydi? Amaçlarının zaman kazanmak <strong>ve</strong> bize karşı hiçbir<br />

yüklemeye girmeksizin, yeni <strong>ve</strong> şeytanca önlemlerle ulusu aldatarak kurulmuş<br />

olan dayanışmayı <strong>ve</strong> bağlantıyı gevşetmek olduğuna hiç kuşku etmedim.<br />

Ama bozuşma olacaksa, ben de her şeyden önce onların içlerinde<br />

sakladıklarını ulus önünde belirtecek bir yol tutmayı yeğledim. Bundan dolayı,<br />

Sadrazamın <strong>ve</strong> sayın arkadaşlarının isteklerini yerine getirdim. 4 Ekim<br />

<strong>1919</strong> günlü telyazısı ile Kongre bildirisini, olduğu gibi <strong>ve</strong> tüzüğün yalnız örgütle<br />

ilgili temel noktalarını da özet olarak bildirdim. Hiçbir yerden resmî<br />

yazışmalara girişilmemesi için yeniden genel bildirimler yapıldı.<br />

Baylar, o gün şöyle bir tel aldık:<br />

(4 Ekim tarihli, başlıksız <strong>ve</strong> imzasız bu telde, ülkede yaşanacak ikiliğin<br />

yabancı devletlerin yararına olacağı belirtilmekte <strong>ve</strong> tehlikeli sonuçların<br />

oluşmasına karşı tedirginlik duyulduğu anlatılmaktadır. Bu nedenle, yapılacak<br />

seçimde, Mustafa Kemal Paşa’dan, el konulan resmî dairelerin boşaltılması<br />

<strong>ve</strong> millet<strong>ve</strong>kili seçimlerinde halkın özgür bırakılması için söz <strong>ve</strong>rmesi<br />

istenmektedir:)<br />

Sayın Baylar, dikkat edilirse, bu telyazısında ne adres vardır ne de<br />

imza… Sadrazamlık katından yazıldığı anlaşılıyordu. Fakat başka bir şey<br />

daha anlaşılıyordu ki bu satırları yazan kişi ya da kişiler bir defa, Temsilciler<br />

Kurulunu tanımak <strong>ve</strong> onunla imzalı olarak resmî yazışma <strong>ve</strong> görüşmelerde<br />

bulunmak istemiyorlardı. Bir de bizim, Kongrelerde aldığımız kararla-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 85<br />

rın <strong>ve</strong> kendilerine önerdiğimiz üç noktanın dikkate alınmasını, yeni Hükümetin<br />

Sadrazamı <strong>ve</strong> bakanları olağan buluyorlar. Bu karar <strong>ve</strong> ilkelerin sağlanmasına<br />

çalışmakta olduklarını söylüyorlar. Ancak, Hükümetin kılavuzu<br />

yasa kararlarıdır. Görevi, aykırı durumları önleyip ortadan kaldırmaktır, gibi<br />

bir başlangıçtan sonra, bizim durumumuzun <strong>ve</strong> davranışlarımızın olağandışı<br />

<strong>ve</strong> yasaya aykırı olduğuna dokundurarak bu durum sürüp giderse,<br />

merkezle Anadolu’nun birbirinden ayrılığı sonucunu <strong>ve</strong>receğini bildirip<br />

bundan doğacak tehlikeleri sayıyor <strong>ve</strong> sonunda baklayı ağzından çıkararak;<br />

Sizin el koyduğunuz resmî dairelerin boşaltılacağına, hükümet işlerindeki<br />

kesikliğin giderileceğine <strong>ve</strong> hükümet erkine saygı gösterileceğine, yabancılarla<br />

siyasal ilişkilere girişilmeyeceğine, millet<strong>ve</strong>kili seçimlerinde halkın<br />

özgürlüğüne hiç dokunulmayacağına söz <strong>ve</strong>rmemizi isteyerek, bizim<br />

varlığımızı <strong>ve</strong> çalışmalarımızı ortadan kaldırmak amacında olduğunu anlatmış<br />

bulunuyor.<br />

Baylar, belki unuturum, ayrıntılara geçmeden önce söylemeliyim ki<br />

bizim el koyduğumuz resmî daire yoktu. Yalnız Sivas Valiliği, Temsilciler<br />

Kurulunu okulların tatil bulunması dolayısıyla lisede konuklamıştı. Söz konusu<br />

edilmek istenilen resmî daire bu olacaktı. Yeni hükümet her türlü yürütümüne<br />

başlangıç olmak üzere Temsilciler Kurulunu buradan kovarak,<br />

onun erkini <strong>ve</strong> onurunu kamunun gözü önünde kırmak istiyordu.<br />

(Sivas’taki Kongre Merkezince, kimin tarafından yazıldığı belirsiz<br />

olan bu telgrafın kabul edilmediğine ilişkin, İstanbul Merkez Müdürlüğüne<br />

telyazısı yazılmış <strong>ve</strong> ardından bu telin kimin tarafından hangi makama<br />

gönderildiği saptanmaya çalışılmıştır.)<br />

Baylar, ertesi gün yani 5 Ekim <strong>1919</strong> günü, imzasız telin, Sadrazam<br />

tarafından, Temsilciler Kuruluna yazıldığı <strong>ve</strong> o kurulun teline yanıt olduğu<br />

söylendi. Bunu resmî olarak saptayan, resmî <strong>ve</strong> imzalı bir bildirme olmamakla<br />

birlikte, biz böyle küçük bir noktada daha çok durmayı yararlı <strong>ve</strong><br />

uygun görmedik. Sadrazam Paşa’ya yanıt yazmayı uygun bulduk. 5 Ekimde<br />

yazdığımız uzun yanıtın temel noktalarını özetleyeyim: Önerilerimizin<br />

tümünün uygun görülüp kabul edilmiş olduğu anlaşıldı, dedikten sonra, bizim<br />

söz <strong>ve</strong>rmemizi istedikleri noktalar üzerinde açıklama yaptık <strong>ve</strong> dedik ki:<br />

“Olağandışı <strong>ve</strong> yasaya aykırı durumların etkeni <strong>ve</strong> yaratıcısı Ferit Paşa Hükümeti<br />

idi. Ferit Paşa Hükümetinin yaptığı yasal olmayan eylem <strong>ve</strong> davranışların<br />

doğurduğu sonuçların kaldırılması için sizler kesin önlem alırsanız,<br />

bu durum kendiliğinden ortadan kalkar.” “Derneğimizin, şimdiki hükümete<br />

karşı yüküm altına girmesi <strong>ve</strong> desteklemesi için önce, hükümetin ulusal örgütlerimizi<br />

iyi karşıladığını açık <strong>ve</strong> kesin bir dille söylemesi gerekir. Yoksa<br />

karşılıklı gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> yakınlığın doğduğu kuşkulu kalacak <strong>ve</strong> karşıt davranış<br />

<strong>ve</strong> girişimlerin belirmesi beklenecektir.”


86 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Ali Rıza Paşa’nın imzasız telyazısındaki, “Ülkemizde, meşrutiyet<br />

yöntemi gereğince, ulusal egemenliğin yürürlükte olduğu” noktasına da<br />

“Gerçekten öyle ise de Mebuslar Meclisinin dağıtıldığı günden sonra, dört<br />

ay içinde toplanması Anayasa’mızın açık kararlarından iken, bugüne değin<br />

temel seçim defterleri bile düzenlenmemiştir. Bu davranış, Ferit Paşa Hükümetinin<br />

açıktan açığa meşrutiyeti vurması <strong>ve</strong> Anayasa’ya kesin saldırısı<br />

demektir <strong>ve</strong> Ceza Yasası’nın özel maddesine göre ağır bir suç sayılarak bu<br />

suçu işleyenlere yasa kararlarının eksiksiz uygulanması, ulusal egemenliği<br />

kabul eden <strong>ve</strong> yasa kararlarının uygulanmasını kendisi için yasal bir ödev<br />

sayan her yasal hükümetin, ilk kutsal görevidir.” diye yanıt <strong>ve</strong>rdik. Ondan<br />

sonra şu önerileri ileri sürmeye başladık:<br />

1. Yurtta esenlik <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik olduğunu <strong>ve</strong> ulusal isteklerin yüzde<br />

yüz haklı <strong>ve</strong> yasal olduğunu resmî bir bildiri ile açıklayarak ulusun<br />

genel birliğine hükümetin de katıldığını gösteriniz.<br />

2. Düşük hükümetin haince davranışlarına alet olmuş bulunan birtakım<br />

yüksek memurlar vardır. Onları ilgili mahkemelere <strong>ve</strong>riniz.<br />

Ulusal eyleme engel olan kimi eski valilerin devlet hizmetinde<br />

kullanılmamaları için gerekli işlemi yapınız. Ulusal eyleme hizmet<br />

ettikleri için çıkarılanları eski görevlerine atayınız.<br />

3. Önceki rütbeleriyle göre<strong>ve</strong> alınmaları Mebuslar Meclisinin onayından<br />

geçmemiş olan <strong>ve</strong> çalıştırılmamalarının tek nedeni birtakım<br />

kötü siyasal düşüncelerden başka bir şey olmayan emeklileri,<br />

hemen eski durumlarına getiriniz. Önemli askerî görevleri<br />

yetkili ellere <strong>ve</strong>riniz.<br />

4. Eski bakanlardan Ali Kemal <strong>ve</strong> Âdil Beylerle Süleyman Şefik<br />

Paşa’nın, Mebuslar Meclisi açılınca Yüce Divana <strong>ve</strong>rilmek üzere,<br />

hiçbir yere kaçmalarına meydan bırakılmamasını; Posta <strong>ve</strong><br />

Telgraf Genel Müdürü Refik Halit Bey’in hemen tutuklanarak ilgili<br />

mahkemeye <strong>ve</strong>rilmesini; yasanın dokunulmazlığı <strong>ve</strong> ulusal<br />

hakların kutsallığı adına isteriz.<br />

5. Ulusal eyleme katılmış ya da ulusal eylemi desteklemiş olanlara<br />

karşı başlanan kovuşturma <strong>ve</strong> baskılara son <strong>ve</strong>riniz.<br />

6. Basını yabancı sansüründen kurtarınız.<br />

İşte Baylar, özet olarak saydığım bu noktalarla ilgili düşünce <strong>ve</strong><br />

önerilerden sonra telimizi şöyle bitirdik:<br />

Bilginize sunduğumuz şeylere <strong>ve</strong> ileri sürdüğümüz önerilere ulusu<br />

inandıracak açık <strong>ve</strong> uygun yanıt <strong>ve</strong>rilinceye dek, ulusal amaçları gerçekleştirmek<br />

için, ulusça alınmış olan eylemli önlemlerin, eskisi gibi sürdürülmesinin<br />

zorunlu olacağını, bütün illerle bağımsız sancaklardan <strong>ve</strong> bunlara<br />

bağlı yerlerden aldığımız kararlar üzerine tam kesinlikle bildiririz.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 87<br />

İmza: Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Hakları Savunma Derneği Temsilciler<br />

Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal.<br />

Baylar, İstanbul’la iletişim biter bitmez, şu genelge ile ülkeye durumu<br />

bildirdim:<br />

Genelge<br />

Belediyelere <strong>ve</strong> Basına<br />

5.10.<strong>1919</strong><br />

Sadrazam Paşa Hazretleri Erzurum <strong>ve</strong> Sivas Kongrelerindeki temel<br />

kararları <strong>ve</strong> ulusal örgütlerin isteklerini yerinde görüyorlarsa da düşüncelerinde<br />

açıklanması gerekli kimi yönler bulunduğundan, hükümetle ulusun<br />

gerçekten anlaşmasının sağlanması amacıyla <strong>ve</strong> bütün merkezlerden alınan<br />

düşüncelerin özüne dayanılarak <strong>ve</strong>rilen yanıt <strong>ve</strong> ileri sürülen öneriler, aşağıda<br />

gösterilmiştir. Kamuoyuna bildirilir. Gelecek yanıt <strong>ve</strong> ona göre alınacak<br />

kararlar da hemen bildirilecektir.<br />

Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Hakları Savunma Derneği<br />

Temsilciler Kurulu adına,<br />

Mustafa Kemal<br />

Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümetinin iş başına geçtiğinin beşinci gününe<br />

geldik. Daha da anlaşamıyoruz. Ülkenin, İstanbul ile olan resmî yazışması<br />

<strong>ve</strong> resmî ilişkisi kopmuş durumda sürüp gidiyor. Sadrazam Paşa<br />

Hazretleri, önerilerimize karşılık <strong>ve</strong>rmiyor <strong>ve</strong> hiçbir zaman da <strong>ve</strong>rmemiş olduğunu<br />

göreceksiniz. Hükümet üyelerinden hiç kimse, bizimle görüşmek<br />

istemiyor. Bugün, yani 6 Ekim <strong>1919</strong> günü, Yunus Nadi Bey arkadaşımız,<br />

Milli Savunma Bakanı olan Cemal Paşa’yı, çağrısı üzerine, dairesinde ziyarete<br />

gitmiş. Cemal Paşa, Yunus Nadi Bey’e durumdan, özellikle Hükümetle<br />

Temsilciler Kurulu arasında, daha anlaşmaya varılamadığından söz açmış<br />

<strong>ve</strong> anlaşıldığına göre, bizi haksız göstermiş <strong>ve</strong> kendilerinin her şeyi kabule<br />

<strong>ve</strong> uygulamaya hazır bulunduklarını anlatmış <strong>ve</strong> her halde anlaşmazlık çıkaran<br />

<strong>ve</strong> bunda direnen yanın, Temsilciler Kurulu olduğunu söylemiş; belki<br />

de Yunus Nadi Bey’in bizimle yakından tanışıklığı dolayısıyla, arabuluculuk<br />

yapmasını önermiş olacak. Yunus Nadi Bey, bu arabuluculuk isteğini<br />

kıvançla kabul etmiş; yalnız Yunus Nadi Bey’in, Cemal Paşa’nın <strong>ve</strong>rdiği<br />

bilgiyi temel <strong>ve</strong> gerçek olarak aldığı <strong>ve</strong> durumu ona göre yorumladığı şimdi<br />

sözünü edeceğim telyazısından anlaşılmaktaydı.<br />

(Bu telyazısı, Yunus Nadi Bey’in Hükümet ile Temsilciler Kurulu<br />

arasında görünüşte de olsa anlaşmayı sağlaması bakımından önemlidir.


88 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Yunus Nadi, bu görüşmede Mustafa Kemal’e anlaşma sağlamak gerektiğinden<br />

söz etmiş <strong>ve</strong> kimi dileklerde bulunmuştur. Görüşme Yunus Nadi’nin<br />

ilk sorun olarak gördüğü şu düşünceleriyle sürmüştür.)<br />

1. Ferit Paşa Hükümetinde bulunmuş olan kimi kişilerin, bu hükümete<br />

katılmalarından dolayı kötü gözle görülmelerinin doğru<br />

olmadığını <strong>ve</strong> Abuk Paşa’nın, Ferit Paşa Hükümetinin düşürülmesinde<br />

rol oynadığını,<br />

2. Rıza Paşa Hükümetinin, geçiş dönemi hükümeti olduğunu, yaşamının<br />

millet<strong>ve</strong>kili seçimleri sonuna dek sürebileceğini,<br />

3. Şimdiki Hükümetin, ulusal isteklerin tümünü iyi karşılamak <strong>ve</strong><br />

iyi sonuçlanmasına çalışmak konusunda en ufak bir kuşkuya<br />

yer <strong>ve</strong>rmemekte olduğunu söylediler <strong>ve</strong><br />

4. Özelikle, Cemal <strong>ve</strong> Abuk Paşalar gibi kişilerin, hükümette ulusal<br />

örgütlerin birer delegesi <strong>ve</strong> kefili gibi görülmelerinde duraksamaya<br />

yer yoktur, yargısına vardılar.<br />

İkinci sorun olarak da Yunus Nadi Bey, kişilerle ilgili yöne dokundular;<br />

bunda bizimle tam duygu birliğinde olmakla birlikte: “Biraz ılımlı<br />

davranmayı salık <strong>ve</strong>rmeye cesaret edeceğim.” dedi <strong>ve</strong> görüşünü, ulusal başarının<br />

sağladığı iyi etkilerin, kimilerince öç alma olarak yorumlanıp lekelenmekten<br />

korunmasının önemli olduğu sözleriyle açıkladı. Yunus Nadi<br />

Bey: “Şimdiki hükümetin ileri gelenleriyle yaptığım görüşmelerden, ulusal<br />

örgütün isteklerinin tümünü yerine getirmeye <strong>ve</strong> yürütmeye kararlı oldukları<br />

anlaşılıyor” dedikten sonra, şu bilgiyi <strong>ve</strong>rdi: “Milli Savunma Bakanı Cemal<br />

Paşa, bugün yayımlanacak bildiride, bu yönün yeterince belirtilmiş olduğunu<br />

<strong>ve</strong> ancak bildiri, hükümetin resmî diliyle yazıldığına göre, her yön<br />

dikkate alınılarak yazılmış olduğunu, göstermelik birkaç sözcüğe önem <strong>ve</strong>rilmemesi<br />

gerektiğini söyledi.” Yunus Nadi Bey, yeni Sadrazamın <strong>ve</strong> hükümetinin<br />

–her türlü yanlış anlamayı ortadan kaldırmak için- ulusal örgütlerin<br />

ileri gelenlerinin göstereceği bir kurulla, doğrudan doğruya görüşmek<br />

konusundaki gönülden isteğini bildirdikten sonra, bütün düşüncelerini şu<br />

cümle ile özetledi: “Şimdi benim en önemli saydığım yön, bunalımın geçmemiş<br />

olması <strong>ve</strong> karışık durumda sürüp gitmemesidir.”<br />

Yunus Nadi Bey, düşüncemi beklediğini söylediği için ben de şu<br />

yanıtı <strong>ve</strong>rdim:<br />

(Atatürk burada, Yunus Nadi ile yaptığı yazışmalara yer <strong>ve</strong>rmekte<br />

<strong>ve</strong> kendisine bazı konularda yanlış bilgilendirildiğini açıkladıktan sonra sözlerini<br />

şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, Yunus Nadi Bey, <strong>ve</strong>rdiğim bilgilerden <strong>ve</strong> yaptığım açıklamalardan<br />

gerçek durumu anladı. Bizimle yazışmayı sürdürmeye gereklilik


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 89<br />

görmedi. Tersine, yeni hükümeti <strong>ve</strong> özellikle Cemal Paşa’yı uyarmaya çalışmış…<br />

Gerçekten, anlayacağım üzere, görünüşte olsun bir uzlaşma durumu<br />

<strong>ve</strong> görünümü belirdi.<br />

Baylar, 6 Ekim <strong>1919</strong> günü de geçti. Biz, alınmış olan önlemlerin<br />

önemle <strong>ve</strong> özenle yürütülmesi gereğini genelgeyle duyurduk.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde, Yunus Nadi Bey ile yazışmalarının<br />

ertesi günü, bekledikleri yanıtın Sadrazam yerine Cemal Paşa’dan<br />

geldiğini <strong>ve</strong> bu yanıtta yurdun kurtarılması için elbirliğiyle çalışılacağının<br />

bildirildiğini açıklamaktadır. Bunun üzerine Atatürk de bu tele olumlu <strong>ve</strong><br />

içten bir tel ile yanıt <strong>ve</strong>rmiş; Temsilciler Kurulunun, bundan sonra hükümetin<br />

gücünü <strong>ve</strong> erkini pekiştirmek amacıyla çalışacağını dile getirmiş <strong>ve</strong><br />

sağlanan uzlaşma sonucunda, iletişim konusundaki kısıtlamaların kaldırılacağını,<br />

ancak hükümetin bildirimi yayımlamadan önce, olduğu gibi göndermesini<br />

<strong>ve</strong> ilgililere bildirimi yapabilmek için 48 saat süreye gereksinim<br />

olduğunu belirtmiştir. Temel konularda birlik sağlandığı anda, ayrıntılar<br />

konusundaki birliğin kendiliğinden sağlanacağını belirten Atatürk, Hükümetin,<br />

Temsilciler Kurulunun yurdun kurtuluşu için çalıştığına gü<strong>ve</strong>nmesi<br />

konusunda da ricada bulunmuştur.)<br />

Cemal Paşa, bu telyazımıza o gece yanıt <strong>ve</strong>rdi. Bunda “Bildiriyi<br />

çabuk yayımlamanın zorunlu olduğunu, ancak gerekli noktalara dikkat<br />

olunduğunu” bildiriyordu. Biz de aynı gecede incelik gereği, yanıt <strong>ve</strong>rdik.<br />

Ancak Baylar, hükümetin bildirisini yayımlamadan önce, bize göstermek<br />

istemediği anlaşılınca, biz de ulusa olan bildirimizi, onlara danışmadan yayımladık<br />

<strong>ve</strong> Padişaha yazılan teli de öylece çektik. Baylar, 7 Ekim <strong>1919</strong><br />

günlü olan bildirimiz; ulusu, yürüdüğümüz yolun doğru <strong>ve</strong> başarıya ulaştırıcı<br />

olduğu <strong>ve</strong> bugüne dek olduğu gibi, tutulan yolda birliği koruyarak yürünmesi<br />

gerektiği konusunda, dolaylı olarak aydınlatıp uyarmaya <strong>ve</strong> yürek<br />

gücünü artırmaya yardım etmek amaçlarını güdüyordu. Padişaha yazılan<br />

tel de ulus adına teşekkürü kapsıyordu.<br />

Baylar, söz arasında küçük bir bilgi <strong>ve</strong>receğim. Kurulumuz, bütün<br />

yurda, ortak ulusal amacın gerektirdiği işleri yaptırmaya çalıştığı sırada,<br />

düşman elinde bulunan İzmir’e de doğrudan doğruya bildirimler yapıyordu.<br />

Ali Rıza Paşa Hükümetiyle anlaşmakta olduğumuz 7 Ekim <strong>1919</strong> tarihinde,<br />

İzmir’e de şu teli çekiyorduk.


90 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

İ<strong>ve</strong>didir Sivas, 7 Ekim <strong>1919</strong><br />

İzmir Valiliği Yüksek Katına<br />

Şimdiye dek yapılan bildirimler ulaşarak gereği yapılmakta olup<br />

olmadığının, ulaşmamış ise ne gibi engeller bulunduğunun tezlikle bildirilmesi<br />

rica olunur.<br />

Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Hakları<br />

Savunma Derneği Temsilciler Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal<br />

İzmir’in <strong>ve</strong> İzmir Valisinin hangi koşullar içinde bulunduğunu, kuşkusuz<br />

biliyorduk. Bildirimlerimizi alıp alamayacağı kuşkulu olsa bile, uygulayamayacağı<br />

besbelliydi. Ancak biz, bütün yurdun alınyazısıyla uğraşan<br />

<strong>ve</strong> düşmanın yurda girişini tanımayan bir güç merkezi bulunduğunu düşmanlarımıza<br />

da bildirmekte yarar görüyorduk.<br />

(Atatürk, içinde bulunulan sorunları vurgularken, ‘küçük bir nokta’<br />

diye tanımladığı bir ayrıntıya da yer <strong>ve</strong>rir. Bu, Karabekir Paşa’nın, Atatürk<br />

<strong>ve</strong> Rauf Bey gibi etkin kişilerin İstanbul’daki hükümete katılmak yerine denetsel<br />

<strong>ve</strong> gözlemci bir konumda kalmalarına yönelik önerisidir. Bu öneriye<br />

olumlu bakmayan Atatürk, görevlerinin öncelikle ülkede ulusal örgütler<br />

kurmak, sonra da gücünü bu örgütlerden alan Mecliste çalışmak olduğunu<br />

dile getirmekte <strong>ve</strong> doğru olanın ‘ulusun çoğunluğunu temsil eden <strong>ve</strong> özel<br />

amacı belli olan partinin, hükümeti kurma sorumluluğunu üzerine alması<br />

<strong>ve</strong> kendi amaç <strong>ve</strong> ilkelerini yurtta uygulaması’ olduğunu düşünmektedir.<br />

Atatürk daha sonra, TBMM açılıp da hükümet kurulurken, Karabekir Paşa’nın<br />

da hükümet başkanlığına eğilimli olduğunu, Fevzi Paşa’nın aracılığında<br />

Karabekir Paşa <strong>ve</strong> Fethi Bey arasında bir tercih noktasına gelindiğini<br />

<strong>ve</strong> yapılan görüşmeler sonucunda Fethi Bey üzerinde anlaşma sağlanınca<br />

Fethi Bey kabinesi kurulduğunu anlatarak, sözlerini şöyle sürdürür:)<br />

Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümeti ile başladığımız görüşme noktasına<br />

gelelim: Söylemiştim ki hükümet, bize, bildirisini yayımlamadan önce <strong>ve</strong>rmediği<br />

için, biz de ulusa olan bildirimizi, hükümetin düşüncesini almadan<br />

yayımlamıştık. Bunun üzerine, Hükümet, Cemal Paşa aracılığıyla daha<br />

dört maddenin türlü araçlarla yayılmasını gerekli görmekte olduğunu, 9<br />

Ekimde bildirdi. Bu maddeler, şunlardı:<br />

1. İttihatçılıkla ilişki bulunmadığı,<br />

2. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşına karışmasının doğru<br />

olmadığı <strong>ve</strong> savaşa sürükleyenlere karşı adları açıklanarak, kimi<br />

yayımlar yapılması <strong>ve</strong> kendilerinin yasa yoluyla kovuşturulup<br />

cezalandırılmaları,


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 91<br />

3. Savaş sırasında her türlü ağır suçları işleyenlerin yasaya göre<br />

cezalanmaktan kurtulamayacakları,<br />

4. Seçimlerin serbest yapılacağı.<br />

Cemal Paşa, bu maddeleri saydıktan sonra, bunların açıklanması<br />

<strong>ve</strong> yayılmasının, içerde <strong>ve</strong> dışarıda birtakım yanlış anlamaların önüne geçeceğinden<br />

söz açarak ülkenin yüksek çıkarları gereği olarak özellikle iyi<br />

karşılanmasını rica ediyordu.<br />

Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümetinin, ne denli yetersiz <strong>ve</strong> cılız düşündüğünü<br />

<strong>ve</strong> gerçeği görmekteki kısa görüşlülüğünü anlamak için, bu<br />

maddeler sanki birer ölçüdür. Devletin, içine düştüğü dağılış çıkmazının<br />

derinliğini <strong>ve</strong> korkunçluğunu göremeyen zavallılar, elbette gerçek <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nilir<br />

çözümü görmemek için gözlerini yumarlar. Çünkü o gerçek <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nilir<br />

çözüm, kendilerini daha çok korkutur. Akıl <strong>ve</strong> anlayışlarındaki sınırlılık,<br />

yaratılış <strong>ve</strong> karakterlerindeki gevşeme <strong>ve</strong> duraksama gereği böyledir. Çoktan<br />

köle olduğuna kuşku kalmamış olması gereken Padişah <strong>ve</strong> Halifenin,<br />

köleliği ile kazanılabilecek iktidarın, iktidarsızlığa örnek olması olağan değil<br />

midir? Ferit Paşa’nın yerine geçen Ali Rıza Paşa <strong>ve</strong> önceki hükümetten kalan<br />

<strong>ve</strong> hükümete yeni giren çalışma arkadaşları, aslında Ferit Paşa’nın bıraktığı<br />

yerden başlayarak, onun gerçekleştiremediği yabancı isteklerini izleyip<br />

sonuçlandırmaktan başka, ne yapabileceklerdi? Bu, bizce, açık olarak<br />

biliniyordu. Ama kolayca kestirip kavrayabileceğiniz birçok nedenlerden <strong>ve</strong><br />

düşüncelerden dolayı, sabırlı <strong>ve</strong> dayanıklı davranmaktan başka başarı yolu<br />

yoktu.<br />

Baylar, uzlaşmış görünmeyi uygun bulduğumuz bu yeni hükümetle,<br />

bizim görüşlerimiz arasındaki uyuşmazlığın gelişen başlangıcını görmek<br />

için, bu dört madde ile ilgili düşüncelerimizi kapsayan yanıtımızı, Büyük<br />

Millet Meclisi tutanaklarının ilk günlerle ilgili sayfalarında, bir kez daha<br />

gözden geçirmek iyiliğinde bulunursunuz.<br />

Baylar, bu günlerde İstanbul’daki basın ilgilileri, bir dernek kurmuşlar<br />

<strong>ve</strong> Tasviri Efkâr, Vakit, Akşam, Türk Dünyası <strong>ve</strong> İstiklâl gazeteleri<br />

adına, 9 Ekimde, kimi sorular soruyorlar <strong>ve</strong> bu konuda yapacakları yayına<br />

temel olacak görüşlerin bildirilmesini istiyorlardı. Bunlara, gereken konu <strong>ve</strong><br />

bilgiler <strong>ve</strong>rildi. Bu basın kurulunun başkanı olan Velit Bey’in de kendi gazetesi<br />

adına dikkate değer soruları içine alan bir teli vardı. Ona da ya<strong>ve</strong>rim<br />

aracılığıyla yanıt <strong>ve</strong>rdirdim. Bunları belgeler arasında okuyacaksınız.<br />

Baylar, yeni hükümete girmiş olan <strong>ve</strong> Temsilciler Kurulunun delegesi<br />

durumunda bulunan Cemal Paşa ile yapılan yazışmaların anlatılması,<br />

yüksek topluluğunuza, İçişleri Bakanlığı makamını ele geçirmiş olan Damat<br />

Mehmet Şerif Paşa’dan söz açmayı geciktirdi. Biz, yeni hükümet ile uzlaşma<br />

yolu ararken Şerif Paşa, çoktan ulusu zehirlemeye başlamış bulunu-


92 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

yordu. Bakanlığa geçtiğini ilk bildiren 2 Ekim günlü genelgesinde yer alan<br />

şeyler anımsanırsa, orada, şu cümlelere rastlanır: “Yurttaşların tam uzlaşmış<br />

<strong>ve</strong> birleşik durumda bulunması, devletin gerçek çıkarları için gerekli<br />

olduğu halde, bir süredir, yurt içinde uyuşmazlık <strong>ve</strong> bölünme belirtileri görülmesi,<br />

güçlükleri bir kat daha artırması dolayısıyla, pek çok acınacak bir<br />

durumdur.” “…….. başarı ……… hükümetin isteklerine uymakla; yurt yararına<br />

aykırı davranışlardan kaçınmakla sağlanabileceğinden, hemen merkezlere<br />

<strong>ve</strong> onlara bağlı yerlere bu yolda öğütlemelerde bulununuz.”<br />

(Şerif Paşa’nın acemi davranışlar sergilediğini anlatan Atatürk, sözlerini<br />

şöyle sürdürüyor.)<br />

Bir de Baylar, hükümetin İçişleri Bakanı Mehmet Şerif imzasıyla<br />

yayımlanan bildirinin birkaç noktasına hep birlikte göz gezdirelim. “Şimdiki<br />

bakanlar kurulu bağdaşıktır.” Çok doğrudur. Bu yön bütünüyle açığa çıkacaktır.<br />

“Temel ilkelerde düşünce birliğindedir. Hiçbir partiden değildir. Türlü<br />

siyasal grupların hiçbirine de eğilimi yoktur. Hepsinden tinsel yardım<br />

bekliyor.” Bu cümlelerden çıkan anlam açıktır. Hükümet, ulusal örgütler <strong>ve</strong><br />

onu yöneten Temsilciler Kurulu ile birlik değildir. Üstelik buna eğilimi bile<br />

yoktur. Anlaşma <strong>ve</strong> Hürriyet Partisinden, İngiliz Dostları Derneğinden, Kızıl<br />

Hançercilerden, Nigehbancılardan 39 , bunlara benzer derneklerden ne ölçüde<br />

yardım bekliyorsa bizden de ancak o ölçüde… Cemal Paşa aracılığıyla<br />

bizi oyalamak <strong>ve</strong> aldatmak için gelen tellerde sözü edilen şeyler hep yalandır.<br />

Sonra Baylar, şu cümleyi okuyalım: “Yurt yazgısına, ulusun <strong>ve</strong>killeri<br />

aracılığıyla yön <strong>ve</strong>rilmesi, isteklerimizin en başta gelenidir.” Bundan çıkan<br />

anlam da şudur: Sivas’ta birkaç kişi toplanmış, ulus adına konuşuyor, ulusun<br />

yazgısıyla ilgileniyor. Temsilciler Kurulu diye bir ad takınarak ulusun <strong>ve</strong><br />

yurdun işlerine –görevleri olmadığı halde- karışıyorlar. Bunların sözünü<br />

dinlemeyiniz. Çünkü bunlar ulusun <strong>ve</strong>kili değildir!<br />

Hükümet, bu bildiride, barış üzerindeki görüşünü de şöylece açıklıyor:<br />

“Vilson ilkelerinden gereği gibi yararlanılarak, Osmanlı Devleti’nin birlik<br />

halinde <strong>ve</strong> padişahına bağlı, bağımsız bir devlet olarak yaşatılması için<br />

hiçbir girişimden geri durulmayacaktır.” Yeni hükümet, bu görüşlerini başarabileceği<br />

görüşünü desteklemek üzere şunları söylüyor: “Aslında büyük<br />

devletlerin adaletli duyguları <strong>ve</strong> gerçekten gittikçe belirmekte olan Avrupa<br />

<strong>ve</strong> Amerika kamuoyunun ılımlı davranma isteği, bu konuda gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>rmektedir.”<br />

Baylar, bütün bu düşünceler, Ferit Paşa Hükümetinin Padişah ağzı<br />

ile yayımladığı bildirinin harfi harfine benzeri değil midir? Bu biçim bildiriler<br />

yayımlamanın amacı, ulusu aldatmak <strong>ve</strong> uyuşukluğa sürüklemek değil<br />

midir? Hangi adaletten söz ediliyor? Hangi ılımlı davranma isteğinden dem<br />

39<br />

Askeri Gözcü Derneği


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 93<br />

vuruluyor? Bunların asılları var mıydı? Ülkenin merkezinden başlayarak<br />

her yerde yabancıların davranışları, gerçekte bunun tersini ortaya koyacak<br />

eylemli <strong>ve</strong> seçik kanıtlar değil miydi? Gerçekte Vilson; ilkeleriyle birlikte,<br />

ortadan çekilmiş <strong>ve</strong> Osmanlı ülkesinin Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta, İzmir’de,<br />

Adana’da <strong>ve</strong> her yerde düşmanlarca ele geçirilmesine ilgisiz kalmıyor<br />

muydu? Bunca kesin dağılış belirtileri karşısında, aklı, anlayışı, vicdanı<br />

olan adamların kendilerini aldatmaları düşünülebilir mi? Bu gibi adamlar,<br />

doğrusu kendilerini aldatacak kadar enayi olurlarsa onların yurdun yazgısını<br />

yönetmelerine, aklı eren, gerçeği <strong>ve</strong> acıklı durumu gören kişiler dayanabilirler<br />

mi? Eğer bu adamlar, gerçeği biliyor <strong>ve</strong> kendilerini aldatmıyorlarsa,<br />

bunların ulusu aldatarak koyun sürüsü gibi düşmanın pençesine bırakmaya<br />

canla başla çalışmalarına ne anlam <strong>ve</strong>rilebilir? Bu yönler düşünülerek<br />

yargıya varılmasını kamuoyuna bırakırım.<br />

Baylar, hükümetin bildirisi, yersiz <strong>ve</strong> kapsadığı düşünceler yanlış<br />

olduğu halde, biz Temsilciler Kurulu adına aynı gün, 7 Ekim günü, yeni<br />

hükümeti desteklemeye karar <strong>ve</strong>riyoruz. Yeni hükümet ile ulusal amaçlar<br />

arasında tam uzlaşma olduğunu ulusa muştuluyoruz <strong>ve</strong> her yerde hükümet<br />

işlerine kesinlikle karışılmamasını sağlayacak <strong>ve</strong> hükümetin erkini <strong>ve</strong> yürütümünü<br />

berkitecek önlemler alıyoruz. İçeride <strong>ve</strong> dışarıda, tam birlik olduğunu<br />

eylemle kanıtlayacak biçimde davranıyoruz. Kısacası, ülkenin esenliğini<br />

sağlamayı temiz yürek <strong>ve</strong> içtenlikle düşünenlerin, akılca <strong>ve</strong> vicdanca<br />

yapmak zorunda oldukları –akla gelebilen- her şeyi yapmaya çalışıyoruz.<br />

Bir an önce millet<strong>ve</strong>killerinin seçimini sağlamak için özendirmelerde <strong>ve</strong><br />

öğütlemelerde bulunuyoruz. Yalnız bir şey yapmıyoruz. Ulusal örgütleri<br />

kaldırmıyoruz <strong>ve</strong> Temsilciler Kurulunu dağıtmıyoruz. Biricik suçumuz budur.<br />

Damat Ferit Paşa’dan sonra, başka bir Damat Paşa’nın çevresinde,<br />

sadrazam diye, bakan diye toplanmış birtakım beyinsizleri, alçak bir Padişahın<br />

alçakça düşüncelerini kolaylıkla uygulamakta serbest bırakmayacağımızı<br />

sezdiriyoruz. Delegemiz Cemal Paşa, bizim, hükümete karşı iyi niyet<br />

<strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>n göstermemizi sağlamak için her yola başvurmaktan geri durmuyor.<br />

Ahmet İzzet Paşa’ya da hükümeti övdürerek varlığımızın silinmesi gereği<br />

üzerine öğütler <strong>ve</strong>rdiriyordu.<br />

(Atatürk bu noktada, Ahmet İzzet Paşa’nın Cemal Paşa aracılığıyla<br />

gönderdiği öğüt teli ile kendisinin buna <strong>ve</strong>rdiği yumuşak yanıta yer <strong>ve</strong>rmekte<br />

<strong>ve</strong> bir gün Ahmet İzzet Paşa’yı ziyaret eden Ali Rıza Paşa’nın<br />

“Cumhuriyet yapacaklar, cumhuriyet!” diye bağırdığını anımsatarak, Paşanın,<br />

ulusal savaşımın cumhuriyet kurma amacı güttüğünü bu denli çabuk<br />

kavramasını beğenmemenin olanaksız olduğunu belirterek, konuşmasını<br />

şöyle sürdürmektedir:)


94 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, Cemal Paşa 9 Ekim <strong>1919</strong> günlü bir gizli telle, Temsilciler<br />

Kurulu ile yakından görüşmek üzere, Donanma Bakanı Salih Paşa’nın yola<br />

çıkmasının uygun görülmekte olduğunu bildirdi. Ama Salih Paşa, biraz rahatsız<br />

olduğu için görüşme yerinin olabildiğince yakın olması <strong>ve</strong> İstanbul’dan<br />

deniz yoluyla gitmesinin düşünüldüğü belirtildikten sonra, Temsilciler<br />

Kurulundan kimlerle <strong>ve</strong> nerede buluşmalarının tasarlandığı soruldu.<br />

10 Ekimde <strong>ve</strong>rdiğimiz yanıtta, buluşma yeri olarak Amasya’yı bildirdik.<br />

Görüşmek üzere, Temsilciler Kurulundan benimle birlikte Rauf <strong>ve</strong> Bekir<br />

Sami Beyler gidecekti. Bunu da bildirdik. Salih Paşa’nın İstanbul’dan hangi<br />

gün ayrılacağının <strong>ve</strong> Amasya’ya hangi gün ulaşabileceğinin zamanında<br />

bildirilmesini rica ettik.<br />

Baylar, ülkenin her yerinde, ulusal örgütleri genişletme <strong>ve</strong> sağlamlaştırma<br />

işlerini sürdürüyorduk. Bir yandan da millet<strong>ve</strong>killeri seçimini sağlamaya<br />

<strong>ve</strong> çabuklaştırmaya çalışıyor, bu konudaki görüşlerimizi de gerekenlere<br />

bildiriyor <strong>ve</strong> kimi kişilerin seçilmesini de öğütlüyorduk. Ancak Dernek<br />

adına, aday göstermemeyi ilke olarak kabul etmekle birlikte, millet<strong>ve</strong>kili<br />

olmak için çalışanların, Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli’nin Haklarını Savunma<br />

Dernekleri ilkelerini <strong>ve</strong> kararlarını iyi karşılamış kişilerden olmasını, pek çok<br />

istiyor <strong>ve</strong> bu gibi kimselerin, kendiliklerinden dernek adına adaylıklarını<br />

koymaları gereğini de duyuruyorduk. 11 Ekim <strong>1919</strong> günü, bu bildirdiğim<br />

işlerle ilgili olarak, yeniden kimi buyruklar <strong>ve</strong>rdik.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde, Askerî Gözcü Derneği 40 adıyla<br />

İstanbul’da kurulan bozguncu bir örgütten söz etmekte; bu sorunun çözümü<br />

için Cemal Paşa’ya uyarıda bulunduğunu <strong>ve</strong> kendisinden olumlu yanıt<br />

almasına karşın, gelişmeler hakkında bir daha bilgi sahibi olamadığını anlatarak,<br />

konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, anımsarsınız, İngilizler Merzifon’u <strong>ve</strong> arkasından Samsun’u<br />

boşaltmışlardı. Bu nedenle <strong>ve</strong> Ferit Paşa Hükümetinin düşmesi üzerine, Sivas<br />

halkı fener alayı yaptı, gösterilerde bulundu. Birtakım söylevler <strong>ve</strong>rildi.<br />

Bu sırada halk da “Kahrolsun işgal!” diye bağırdılar. Sivas’ta çıkmakta olan<br />

İrade-i Milliye 41 gazetesi, bu olayı olduğu gibi yazdı. İçişleri Bakanı Damat<br />

Şerif Paşa, bu gazetenin haberini söz konusu ederek Sivas Valiliğine yaptığı<br />

bir bildirimde, “Kahrolsun işgal!” gibi yazılar, hükümetin şimdiki politikasına<br />

uygun değildir, diyordu. Bu ne demektir, Baylar? Hükümet, düşmanların<br />

yurdumuza girişini kötü görmeyen bir siyaset mi güdüyordu?<br />

Yoksa kahrolsun işgal dedikçe, ülkenin daha çok işgaline mi yol açılacaktı?<br />

Düşmanın yurda girişi <strong>ve</strong> saldırılar karşısında ulusun durup susması, bun-<br />

40 Askeri Nigehban Cemiyeti<br />

41 Ulusal İrade


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 95<br />

dan üzülmüş görünmemesi mi akla <strong>ve</strong> siyasete uygundu? Böyle bozuk <strong>ve</strong><br />

bilinçsiz bir düşünce, batış <strong>ve</strong> dağılış uçurumuna dek tekmelenmiş bir devleti<br />

kurtarabilecek siyasete temel olabilir miydi?<br />

İşte bunun üzerine, 13 Ekim <strong>1919</strong>’da, Milli Savunma Bakanı Cemal<br />

Paşa’ya çektiğim bir telde; “Yurdun kimi yerlerinin boşaltıldığını gören<br />

ulusun, böylece <strong>ve</strong> daha da belirgin olarak, duygusunu göstermesini pek<br />

uygun <strong>ve</strong> yerinde gördüğümüzü” <strong>ve</strong>: “Ulusun gerçek duygularına dayanarak<br />

hükümetin, haksız ele geçirişleri tanımadığını, resmî siyaset diliyle bildirmesini<br />

<strong>ve</strong> Ateşkes Antlaşması kararlarına aykırı olarak, düşmanların bugüne<br />

dek işlerimize karışmalarını protesto etmesini <strong>ve</strong> düzeltilme istemesini<br />

beklemekteyiz.” dedikten sonra, “Bu durumdan yararlanarak hükümetin<br />

güttüğü siyasette, Temsilciler Kurulunca, daha öğrenilmemiş yönler varsa<br />

aydınlatılmasını” rica ettim. Delegemiz <strong>ve</strong> Milli Savunma Bakanı olan Cemal<br />

Paşa’nın <strong>ve</strong>rdiği yanıt, çok ilgi çekicidir. 18 Ekim <strong>1919</strong> günlü olan bu<br />

yanıtta; şu cümlelerin anlamları dikkate değer. “Ulusal isteklere uygun olarak<br />

işleri yürütme sorumluluğunu yüklenen İstanbul Hükümeti, tutumunda<br />

<strong>ve</strong> yürütümünde siyasetin gereklerini kollamak, yabancılara karşı daha konukse<strong>ve</strong>rce<br />

<strong>ve</strong> ılımlıca davranmak zorunda”dır.<br />

Baylar, Rıza Paşa Hükümeti <strong>ve</strong> o hükümette Milli Savunma Bakanı<br />

olan kişi; sevgili yurdumuza giren, süngülerini ulusun can evine saplayan<br />

yabancıları, konuk sayıyor <strong>ve</strong> onlara karşı konukse<strong>ve</strong>rce <strong>ve</strong> ılımlıca davranmakta<br />

zorunluluk görüyor! Bu ne düşüncedir, bu ne kafadır? Ulusal istekler<br />

bu muydu? Milli Savunma Bakanı, “Özellikle ulusal girişimlerin yanlış<br />

yorumlanması yolundaki çalışmaların daha güçten düşmediği şu sıralarda,<br />

bildirmiş olduğum sakıngan davranışların yersiz olmadığı kabul buyrulur.”<br />

inancında olduğunu söyleyerek, ulusal girişimlerin zarar <strong>ve</strong>rmiş olduğunu<br />

kapalıca anlatıyor <strong>ve</strong> bu yüzden doğan kötülüğü gidermek için aldığı<br />

önlemlerin yersiz olmadığını bize de kabul ettirmek ustalığını göstermeye<br />

çalışıyor. Milli Savunma Bakanı telyazısını şu cümle ile bitiriyor: “Erginliğini<br />

kanıtlamış olan soylu ulusumuzun gü<strong>ve</strong>nini kazanmış bulunan şimdiki<br />

hükümetin yürütümünde serbest kaldıkça, dışarıya karşı daha çok sözünü<br />

dinletebileceği açık bir gerçek olduğuna göre, Sayın Temsilciler Kurulundan,<br />

hükümetin yaptığı işleri daha çok destekleyici olmalarını rica ederim.”<br />

Baylar, Cemal Paşa, gerçekten önemli noktalara değiniyor. Önce,<br />

ulusun erginliğini kanıtladığını söyleyerek bizim, ulus adına yol göstermemize<br />

<strong>ve</strong> uyarmalarımıza gereklik olmadığını anlatıyor <strong>ve</strong> bununla, bizi ulus<br />

yanında gereksiz birtakım karışıcılar sayıyor. İkincisi; bizim, hükümeti serbest<br />

bırakmadığımızı <strong>ve</strong> bu yüzden dışarıya karşı sözünü dinletmeye engel<br />

olduğumuzu söylüyor.


96 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, soylu ulusumuzun erginliğini kanıtlayan eserler; Erzurum,<br />

Sivas Kongreleri <strong>ve</strong> bu kongrelerde aldığı kararlar <strong>ve</strong> bu kararların uygulanmasına<br />

çalışmakla, birlik <strong>ve</strong> dayanışma doğması <strong>ve</strong> Sivas Kongresini<br />

yapanları yok etmeye kalkışan Ferit Paşa Hükümetini devirmek gibi işler,<br />

davranışlar <strong>ve</strong> uyanıklılık idi. Bu kadarla yetinmek, bütün bu çalışma <strong>ve</strong><br />

davranışlarda olduğu gibi bundan sonra da, ulusa yaptığımız kılavuzluk<br />

ödevinden vazgeçerek, hükümeti serbest bırakabilmek, ancak bir koşulla<br />

olabilirdi. O da özgür davrandığını kanıtlayacak, bir Millet Meclisine dayanan<br />

ulusal bir hükümetin, ülkenin <strong>ve</strong> ulusun yazgısını tam anlamıyla sağlama<br />

bağladığına inanmaktı. Ulusun “Kahrolsun işgal!” diye yükselen yakınma<br />

çığlığını boğmaya çalışan, duygusuz <strong>ve</strong> anlayışsız kimselerden kurulmuş,<br />

dokusunda bilinçsizlik <strong>ve</strong> hainlik bulunan bir hükümetin, böncesine,<br />

bilgisizcesine <strong>ve</strong> miskincesine davranışlarına seyirci kalmak; aklı, anlayışı<br />

<strong>ve</strong> yurtse<strong>ve</strong>rliği olan kimselerden istenebilir miydi?!<br />

Bir de Baylar, Cemal Paşa: “Ulusun gü<strong>ve</strong>nini kazanmış bulunan<br />

şimdiki hükümet” sözleriyle pek büyük <strong>ve</strong> açık bir yalan söylüyordu. Ulusun<br />

hükümete gü<strong>ve</strong>ni daha gerçekleşmemişti. Bu söz, ancak <strong>ve</strong> hiç olmazsa,<br />

Millet Meclisi önünde hükümetin gü<strong>ve</strong>noyu almasından sonra söylenebilirdi.<br />

Oysa daha Millet Meclisinin üyeleri bile seçilmiş değildi. Milli Savunma<br />

Bakanı, bu sözü söylediği dakikada, yalnız bir kişinin gü<strong>ve</strong>nini kazanmış<br />

bulunuyordu. O kişi de devlet başkanlığını kirletmekte olan hain<br />

Vahdettin’di. Temsilciler Kurulunun kendileriyle uzlaşmayı gerekli görmüş<br />

olması, ulustan alınmış bir gü<strong>ve</strong>n gibi sayılmak isteniyordu. Eğer amaçları<br />

bu idiyse, ulusun kendilerine gü<strong>ve</strong>n aracı olan bu Kurulu aradan çıkarmaya<br />

çalışmak neden gerekli oluyordu?<br />

Baylar, Ferit Paşa Hükümetinin düşmesi, yurtta kararsız görünen<br />

kimi yerlerin de duygusu <strong>ve</strong> iç gücü üzerinde iyi etki yaptı. Her yerde, yüksek<br />

sivil memurlarla üst komutanlar başta olmak üzere, örgütlenmeye hız<br />

<strong>ve</strong>rildi. Ali Fuat Paşa, batı illerinin hemen hepsi ile ilgilendi. Kendisi Eskişehir,<br />

Bilecik <strong>ve</strong> daha sonra Bursa dolaylarında dolaşarak <strong>ve</strong> gerekenlerle<br />

yazışarak iş görüyordu.<br />

Balıkesir’de bulunan Albay Kâzım Bey (Meclis Başkanı Kâzım Paşa)<br />

o bölgede ulusal örgütler <strong>ve</strong> askerî düzenlemelerle ilgileniyor <strong>ve</strong> uğraşıyordu.<br />

Bursa’da Albay Bekir Sami Bey, 8 Ekimde, Ferit Paşa’nın adamı<br />

olan valiyi İstanbul’a göndererek Kongre kararlarını uygulatmaya başlamış<br />

<strong>ve</strong> bir merkez kurulu kurdurmuştu. Ulusal örgütlenme ile uğraşıldığı kadar,<br />

millet<strong>ve</strong>killeri seçimi ile de büyük ilgi ile uğraşılıyordu. Ülkede, bütün ulusal<br />

örgütlerin, tek ad altında, Temsilciler Kuruluna bağlılığı ilkesine uyuluyordu.<br />

Eskişehir, Kütahya, Afyonkarahisar dolaylarında örgütlerin sağlamlaştı-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 97<br />

rılması <strong>ve</strong> Aydın, Konya, Bursa, Balıkesir 42 bölgelerinin bağlantılarının kolaylaştırılması<br />

için önlemler alınıyordu. Batı cepheleri üzerinde Milli Savunma<br />

Bakanlığının aydınlatılmasına <strong>ve</strong> hükümetçe ne gibi önlemler düşünüldüğü<br />

de sorularak hükümetin bu konuya ilgisinin çekilmesine çalışılıyordu.<br />

Efelerce yönetilen Aydın Cephesi kesimlerine bir komutan gönderme<br />

konusu, düşünülmeye başlandı. 14 Ekimde düşman elindeki yerlerde,<br />

gizli ulusal örgütler kurulması için Fuat Paşa’ya <strong>ve</strong> Afyonkarahisar’da<br />

23. Tümen Komutanı Ömer Lütfi Bey’e yazıldı. Bununla birlikte, bu sıralarda,<br />

kimi yerlerde, amacın daha tam anlaşılamadığı görülüyordu. Örneğin,<br />

Katmayı Önleme Derneğinin kendi adlarına bildirim yapmakta olduğu<br />

<strong>ve</strong> 10 Ekim <strong>1919</strong> gününde, Katmayı Önleme Derneği Başkanı imzasıyla,<br />

Ekimin yirmisinde, bir büyük kongre toplanacağı <strong>ve</strong> bu kongreye iki delege<br />

gönderilmesi illerden isteniyor <strong>ve</strong> birtakım önlemler alınması bildiriliyordu.<br />

Bir yandan, Karakol Derneğinin de İstanbul’dan başka, Bursa dolaylarında<br />

da çalışmakta olduğu anlaşıldı. Bu karışıklığın önüne geçmek<br />

için gerekli önlemler alındı. Özellikle, Ali Fuat Paşa’ya, Balıkesir’de Kâzım<br />

Paşa’ya, Bursa’da Bekir Sami Bey’e, Bursa Merkez Kuruluna gereği gibi<br />

yazıldı. Anlaşma <strong>ve</strong> Hürriyet Derneği de, düşmanlarla birlikte Anadolu’da<br />

karşıt örgüt kurmak üzere yetmiş beş kişi kadar göndermiş, bu haber alındı.<br />

Kolorduların dikkati çekildi. İstanbul’da gizli çalışmaya karar <strong>ve</strong>rildi. Trakya’ya<br />

örgütlerinin genişletilmesi için Cafer Tayyar Bey aracılığıyla yönerge<br />

<strong>ve</strong>rildi.<br />

Baylar, millet<strong>ve</strong>killerinin seçilmesine çalışırken, bir yandan da Mebuslar<br />

Meclisinin nerede toplanabileceği düşüncesi, kafamızı kurcalıyordu.<br />

Anımsayacaksınız ki Erzurum’dan, Refet Paşa’nın bu konu ile ilgili bir teline<br />

karşılık <strong>ve</strong>rirken “Meclis toplanmalı, ama İstanbul’da değil, Anadolu’da”<br />

demiştim. Gerçekten, ben, Meclisin İstanbul’da toplanması kadar mantıksız<br />

<strong>ve</strong> amaçsız bir davranış düşünemiyordum. Ancak bu konuda yetkili olanları<br />

<strong>ve</strong> kamuoyunu, bu gerçeğe inandırmadıkça, düşüncemiz gerçekleşemezdi.<br />

İstanbul’da toplanmanın sakıncalarını, açık olarak belirtmek gerekiyordu.<br />

Bu amaçla, ulusal isteklerimizi Rumlarla yabancılara yani Hıristiyanlara<br />

karşıymış gibi göstermek için, Ali Kemal <strong>ve</strong> Mehmet Ali Beylerin çalışmaları,<br />

Ermeni Patrikhanesinde yapılan toplantılar <strong>ve</strong> Hürriyet <strong>ve</strong> Anlaşma Partisinin<br />

girişimleri üzerine, Milli Savunma Bakanı aracılığı ile, İstanbul Hükümetinin<br />

dikkatini çektik.<br />

13 Ekim <strong>1919</strong> günü, Mebuslar Meclisinin açılışından sonra, Hakları<br />

Savunma Derneğinin nasıl bir siyasal durum alması düşünüldüğünü, Ce-<br />

42<br />

Eski adı, Karesi


98 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

mal Paşa aracılığı ile hükümetten sorarken, Mebuslar Meclisinin İstanbul’da<br />

toplanmasında ne gibi siyasal gü<strong>ve</strong>nce elde edilmesinin düşünüldüğünü<br />

de sorduk. Aynı gün, Mebuslar Meclisinin İstanbul’da esenliğini sağlama<br />

yolunda, ne gibi kolluk <strong>ve</strong> koruma düzeni alınacağını <strong>ve</strong> neler yapılmak<br />

gerektiğini, İstanbul örgütümüzün merkez kurulunda bulunan <strong>ve</strong> Çanakkale<br />

Müstahkem Mevki Komutanı olan Albay Şevket Bey’den sorduk.<br />

II.3. AMASYA GÖRÜŞMELERİ VE BIRAKIŞMA DÖNEMİNİN SONU<br />

Baylar, anımsayacaksınız Donanma Bakanı Salih Paşa’yla, Amasya’da<br />

buluşmak kararlaşmıştı. Bakan Paşa ile hükümetin dış siyaseti, iç<br />

yönetimi <strong>ve</strong> ordunun geleceği ile ilgili konular üzerinde görüşme olasılığı<br />

vardı. Bunun için, daha önce kolordu komutanlarının düşünce <strong>ve</strong> görüşlerini<br />

bilmek, bence pek yararlı olacaktı. 14 Ekim <strong>1919</strong> günlü gizli telimde,<br />

kolordu komutanlarının bu üç nokta ile ilgili görüşlerini rica ettim. Komutanların<br />

raporlarını belgeler arasında okursunuz. Salih Paşa, 15 Ekimde İstanbul’dan<br />

yola çıktı. Biz de 16 Ekimde, Sivas’tan yola çıktık. 18 Ekimde<br />

Amasya’da olduk. Salih Paşa’ya, uğrayacağı iskelelerde, ulusal örgütlerce<br />

parlak karşılama törenleri yapılması <strong>ve</strong> bizim adımıza “Hoş geldiniz” denilmesi<br />

için yönerge <strong>ve</strong>rilmişti. Biz de kendisini, Amasya’da pek büyük gösterilerle<br />

karşıladık. Salih Paşa’yla, Amasya’da, 20 Ekimde başlayan görüşmelerimiz,<br />

22 Ekimde sona erdi. Üç gün süren görüşmeler sonunda, ikişer<br />

nüsha olmak üzere beş tane protokol düzenlendi. Bu beş protokolden üçü<br />

-Salih Paşa’da kalanlar, bizim tarafımızdan, bizde kalanlar, Salih Paşa tarafından-<br />

imzalandı. İki tane protokol, gizli sayılarak imza edilmedi. Amasya<br />

buluşması sonucu olan kararlar, kolordulara da bildirildi.<br />

Baylar, sırası gelmişken bir noktayı belirtmek isterim. Biz, ulusal<br />

örgütlerin <strong>ve</strong> Temsilciler Kurulunun, İstanbul Hükümetince resmî olarak<br />

tanınmış bir siyasal varlık olduğunun, görüşmelerimizin resmî olduğunun<br />

<strong>ve</strong> sonuçlarına göre iş görmek gerektiğinin, taraflarca kabul edilmiş bulunduğunu<br />

açıkça ortaya koydurmak istiyorduk. Bunun için, görüşme sonuçları<br />

ile ilgili tutanakların protokol olduğunu kabul ettirmek <strong>ve</strong> İstanbul Hükümetinin<br />

delegesi olan Donanma Bakanına imzalatmak, önemli idi. 21<br />

Ekim <strong>1919</strong> günlü protokolün içeriği, denilebilir ki hemen hepsi Salih Paşa’nın<br />

önerileri olup kabulünde sakınca görülmeyen birtakım maddelerden<br />

oluşmaktaydı. 22 Ekim<strong>1919</strong> günlü ikinci protokol, uzun süren bir görüşme<br />

<strong>ve</strong> tartışmanın tutanak özetidir. Bu görüşmede, yanların halifelik <strong>ve</strong> saltanat<br />

konusunda karşılıklı gü<strong>ve</strong>nceleriyle ilgili ayrıntıları gösteren bir başlangıçtan<br />

sonra, Sivas Kongresinin 11 Eylül <strong>1919</strong> günlü bildirisindeki maddelerin<br />

görüşülmesine başlandı:


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 99<br />

1. Bildirinin birinci maddesinde, tasarlanıp kabul olunan sınırın,<br />

en az bir istek olmak üzere, elde edilmesi gerektiği, birlikte kabul olundu.<br />

Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta<br />

olan karıştırıcılığın önüne geçmek uygun görüldü. Şimdi yabancıların<br />

elinde bulunan bölgelerden, Kilikya’yı 43 Arabistan ile Türkiye arasında<br />

bir “tampon devlet” oluşturmak için, anayurttan ayırmak isteği söz konusu<br />

edildi. Anadolu’nun, en koyu Türk ortamı <strong>ve</strong> en <strong>ve</strong>rimli <strong>ve</strong> zengin bir bölgesi<br />

olan bu toprakların, hiçbir yolla ayrılmasının kabul edilmeyeceği; Aydın<br />

ilinin de aynı kesinlikle (<strong>ve</strong> yeğlikle) yurdun bölünmez parçalarından<br />

olduğu ilkesi, genel olarak kabul edildi. Trakya sorununa gelince: Burada<br />

da, sözde bağımsız bir hükümet <strong>ve</strong> gerçekte bir sömürge kurmak <strong>ve</strong> böylelikle<br />

Doğu Trakya’dan da Midye-Enez çizgisine kadar olan bölgeyi, bizden<br />

ayırmak amacı güdülebileceği düşünüldü. Ancak Edirne’yi <strong>ve</strong> Meriç sınırını,<br />

bir bağımsız İslam Hükümetine bağlamak için bile olsa, hiçbir şekilde<br />

bırakmamak ilkesi ortaklaşa uygun görüldü. Bununla birlikte, bütün bu<br />

maddede söz konusu edilen şeyler üzerinde yasama kurulunun <strong>ve</strong>receği en<br />

son karara elbette uyulacaktır, dendi.<br />

2. Bildirinin dördüncü maddesinde, Müslüman olmayan halka, siyasal<br />

egemenliğimizi <strong>ve</strong> toplumsal dengemizi bozacak nitelikte ayrıcalıklar<br />

<strong>ve</strong>rilmesinin kabul edilmeyeceğini belirten bölüm, önemle görüşüldü. Bu<br />

ilkenin, bağımsızlığımızı gerçekten sağlamak için, elde edilmesi zorunlu bir<br />

istek niteliğinde sayılması <strong>ve</strong> bundan yapılacak en ufak bir kısıntının bağımsızlığımızı<br />

kökten sarsacağı ortaya konuldu. Bu dördüncü maddede söz<br />

konusu olan, Hıristiyan halka çok ayrıcalıklar <strong>ve</strong>rmemek ilkesi, gerçekleştirmemiz<br />

gerekli bir amaç olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte gerek bu<br />

konuda gerekse yaşama hakkımızın savunulması yolundaki başka isteklerimizle<br />

ilgili konularda –birinci maddenin sonunda olduğu gibi burada da-<br />

Ulusal Meclisin oy <strong>ve</strong> kararına uyulacağı koşulu konuldu.<br />

3. Bildirinin yedinci maddesine göre bağımsızlığımız, tam korunmak<br />

koşuluyla, teknik, sanayi <strong>ve</strong> ekonomik gereksinimlerimizin nasıl sağlanacağı<br />

konusu tartışıldı. Ülkemize pek çok sermaye dökecek bir devlet bulunursa,<br />

bunun parasal işlerimiz üzerinde isteyebileceği denetleme hakkının<br />

kapsamı kestirilemeyeceğinden, bu konunun bağımsızlığımızı <strong>ve</strong> gerçek<br />

ulusal çıkarlarımızı zarara sokmayacak yolda, uzmanlarca iyiden iyiye düşünülerek<br />

sınırlandırılıp saptanmasından sonra, Ulus Meclisince uygun görülecek<br />

çözümün kabulü görüşüldü.<br />

43<br />

Aşağı yukarı şimdiki Çukurova


100 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

4. 11 Eylül <strong>1919</strong> günlü Sivas Kongresi kararlarının başka maddeleri<br />

de Mebuslar Meclisinin kabulüne sunulmak koşuluyla genel olarak uygun<br />

görüldü.<br />

5. Bundan sonra, Sivas Kongresinin 4 Eylül <strong>1919</strong> günlü kararlarının<br />

örgütler bölümü ile ilgili 11. maddesinde yer alan Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli’nin<br />

Haklarını Savunma Derneğinin durumu <strong>ve</strong> bundan sonraki çalışma<br />

biçimi <strong>ve</strong> alanı söz konusu oldu. Bu maddede, ulusal istenci egemen kılacak<br />

olan Ulusal Meclisin, yasama <strong>ve</strong> denetleme haklarına gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> serbestlikle<br />

sahip olduktan <strong>ve</strong> bu gü<strong>ve</strong>n Meclisçe belirtildikten sonra, Derneğin ne<br />

olacağının kongre kararıyla belli edileceği açıklanmıştır. Burada söz konusu<br />

olan kongrenin, şimdiye değin yapılmış olan Erzurum <strong>ve</strong> Sivas Kongreleri<br />

gibi dışarıda ayrı bir kongre durumunda olması koşula bağlı değildir, dendi.<br />

Derneğin, programını kabul eden millet<strong>ve</strong>killeri, Derneğin tüzüğünde<br />

açıklanmış olan delegeler gibi sayılarak yapacakları özel toplantı,<br />

kongre yerine geçebilir. Bundan sonra, Ulusal Meclisin İstanbul’da, tam<br />

gü<strong>ve</strong>nlik içinde, serbest olarak görev yapabilmesi gerekir, dendi. Bunun,<br />

şimdiki koşullara göre ne ölçüde sağlanabileceği düşünüldü. İstanbul’un<br />

yabancılar elinde bulunması dolayısıyla, millet<strong>ve</strong>killerinin yasama görevlerini<br />

gereği gibi yapmalarına durumun pek el<strong>ve</strong>rişli olmayacağı düşüncesi<br />

belirdi. Yetmiş Savaşı’nda 44 Fransızların Bordo’da (Bordeaux) <strong>ve</strong> yakın<br />

zamanlarda Almanların Vaymar’da (Weimar) yaptıkları gibi, barışın yapılmasına<br />

değin, Ulusal Meclisin geçici olarak Anadolu’da, İstanbul Hükümetinin<br />

uygun göreceği gü<strong>ve</strong>nilir bir yerde toplanması kararlaştırıldı. Ulusal<br />

Meclisin toplanmasından sonra, gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> dokunulmazlık derecesi belli<br />

olacağından, tam gü<strong>ve</strong>n görülürse Dernek Temsilciler Kurulunun dağıtılarak<br />

örgütlerinin çalışma ereğinin, az önce bildirdiğim gibi kongre yerine<br />

geçecek olan özel bir toplantıda kararlaştırılacağı belirtildi. Millet<strong>ve</strong>killerinin<br />

tam özgürlük içinde seçilmesi gerektiği hükümetçe buyrulmuş olduğundan<br />

seçimler yapılırken, Dernek Temsilciler Kurulunca, karışılmamakta olduğu<br />

bildirildi. Millet<strong>ve</strong>killeri arasında, İttihat <strong>ve</strong> Terakki üyesi <strong>ve</strong> orduda kötülüğü<br />

görülmüş kimseler bulunursa, bunların millet<strong>ve</strong>kili seçilmesine meydan<br />

<strong>ve</strong>rilmemek için, Temsilciler Kurulunca uyarma yollu, uygun biçimde kimi<br />

öğütlemelerde bulunulmasının yerinde olacağı da düşünüldü. Temsilciler<br />

Kurulunun bu konuda nasıl aracılık yapacağı da ayrıca bir formül halinde,<br />

üçüncü bir protokol olarak saptandı. Gizli sayılıp imzalanmayan dördüncü<br />

protokol şuydu:<br />

44<br />

1870 Savaşı


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 101<br />

1. Kimi komutanların askerlikten kovulması <strong>ve</strong> bir kısım subayların<br />

askerî mahkemeye <strong>ve</strong>rilmesi ile ilgili olarak çıkan padişah<br />

buyruklarının <strong>ve</strong> diğer buyrukların düzeltilmesi,<br />

2. Malta’ya sürülmüş olanların ilgili mahkemelerimizde yargılanmak<br />

üzere, İstanbul’a getirilmeleri yoluna gidilmesi,<br />

3. Zulüm yapmış Ermenilerin de mahkemeye <strong>ve</strong>rilmesi (Ulusal<br />

Meclise bırakılacaktır),<br />

4. İzmir’in boşaltılması için İstanbul Hükümetince yeniden protesto<br />

yapılması <strong>ve</strong> gerekirse gizli yönerge ile halka gösteri toplantıları<br />

yaptırılması,<br />

5. Jandarma Genel Komutanı, Merkez Komutanı, Polis Müdürü<br />

<strong>ve</strong> İçişleri Bakanlığı Müsteşarının değiştirilmeleri (Savunma <strong>ve</strong><br />

İçişleri Bakanlıklarınca)<br />

6. İngiliz Dostları Derneğinin (kapı kapı dolaşıp) halka kâğıt mühürlettirmelerine<br />

engel olunması,<br />

7. Yabancı parasıyla satın alınmış derneklerin çalışmalarına <strong>ve</strong> bu<br />

gibi gazetelerin dokuncalı yayımlarına son <strong>ve</strong>rilmesi (özellikle<br />

subayların <strong>ve</strong> memurların bu gibi derneklere girmelerinin kesin<br />

olarak yasaklanması),<br />

8. Aydın’daki Ulusal Güçlerin gücünün artırılması <strong>ve</strong> beslenmelerinin<br />

kolaylaştırılmasının sağlanması (Bu iş Milli Savunma Bakanlığınca<br />

düzenlenir. Donanma Derneğinin 400.000 lirasından<br />

gereği kadar hükümetçe bu işe <strong>ve</strong>rilebilir.),<br />

9. Ulusal eyleme katılmış görevlilerin, her yerde yatışma <strong>ve</strong> tam<br />

gü<strong>ve</strong>nlik sağlanıncaya değin yerlerinden kaldırılmamaları <strong>ve</strong><br />

ulusal amaçlara karşı gelmelerinden dolayı, ulusça işten el çektirilmiş<br />

görevlilerin yeni görevlere atanmalarından önce, bu işin<br />

özel olarak görüşülmesi,<br />

10. Batı Trakya göçmenlerinin taşınma işlerinin sağlanması,<br />

11. Acemi Sadun Paşa ile buyruğundaki kişilerin, uygun bir yolla<br />

geçimlerinin sağlanması.<br />

İmzasız beşinci protokol de Barış Konferansına gidebilecek kişilerin<br />

adlarını gösteriyordu. Böyle olmakla birlikte hükümet, bu konuda ilkelere<br />

uymak koşuluyla, serbest bulunacaktı.<br />

Baylar, bu görüşmelerimizin tutanakları arasında, en önemli noktanın,<br />

Ulusal Meclisin toplantı yeri ile ilgili olduğu yüksek dikkatinizi çekmiş<br />

olacaktır. Meclisin, İstanbul’da toplanmasının doğru olmadığı konusundaki<br />

düşünce <strong>ve</strong> görüşümüzü, Salih Paşa’ya kabul ettirdik <strong>ve</strong> onaylattık. Ancak


102 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Paşa, kendisi bu görüşe katılmakla birlikte, bu katılmanın kişisel olduğu,<br />

şimdiden bütün hükümet adına söz <strong>ve</strong>remeyeceği yolundaki çekimserliğini<br />

de ileri sürmüştü. Kendisi, hükümet üyelerini inandırmak <strong>ve</strong> bu düşünceye<br />

katılmalarını sağlamak için elinden geleni yapacağına söz <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> başaramazsa<br />

hükümetten çekilmekten başka yapacak bir şey olmadığını bildirmişti.<br />

Salih Paşa bu konuda başarı sağlayamamıştır. Ulusal Meclisin toplanacağı<br />

yer konusuna yeniden dönmek üzere, Amasya görüşmeleri ile ilgili<br />

sözlerime son <strong>ve</strong>riyorum.<br />

Baylar, biz Amasya’ya gelmek üzere Sivas’tan ayrılır ayrılmaz, Sivas’ta<br />

pek hoşa gitmeyen bir olay geçmiştir. Bu olay üzerine kısaca bilgi<br />

<strong>ve</strong>reyim: Amasya’ya vardığımızda, Anlaşma <strong>ve</strong> Hürriyetçilerin, yabancılarla<br />

ortaklaşa birtakım haince işlere giriştiklerini gösteren bilgiler almıştık.<br />

Bunu hemen genelge ile bildirmiştim. Sivas’ta da Padişaha, beni kötüleyen<br />

teller çekilmek gibi bir girişim olduğunu haber aldım ama inanmadım. Elbette,<br />

Temsilciler Kurulu arkadaşlarımızın <strong>ve</strong> karargâhımızda bulunan kişilerin,<br />

Valinin <strong>ve</strong> başkalarının dikkati buna engeldir, dedim. Oysa Şeyh Recep<br />

ile arkadaşlarından Ahmet Kemal <strong>ve</strong> Celâl adındaki kişiler, bir gece<br />

telgrafhanede, kendilerinden olan bir telgrafçı aralığıyla, istedikleri telleri<br />

çekmişler…<br />

(Burada Atatürk, Şeyh Recep <strong>ve</strong> arkadaşları tarafından kendisine,<br />

Salih Paşa’ya <strong>ve</strong> Padişaha çekilen telgrafları <strong>ve</strong> bunlarla ilgili yazışmaları<br />

okumakta <strong>ve</strong> konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, düşmanlar, Şeyh Recep’e, gerçekten önemli bir rol yaptırmış<br />

bulunuyorlardı. Sırası gelince bilginize sunacağım belgelerden, Sait<br />

Molla’nın Rahip Fru’ya yazdığı 24 Ekim günlü bir mektubunda, Molla, Rahip’e:<br />

“Sivas olayını nasıl buldunuz? Biraz düzensiz ama yavaş yavaş düzelecek.”<br />

diyordu. Bütün ulusun birlik <strong>ve</strong> dayanışmasından <strong>ve</strong> ulusal örgütlerin<br />

ülkenin her köşesine yayıldığından söz eden, ulusun ortak dileğine uyarak,<br />

ulusal örgütlere <strong>ve</strong> askerî güce dayanarak hükümeti düşüren; yeni hükümetle<br />

karşı karşıya geçen bir kurulun başkanını kötülemek üzere –tam<br />

yeni hükümetin delegesi ile görüşmeye girişeceği bir sırada <strong>ve</strong> bu amaçla<br />

Sivas’tan çıktığının ertesi günü- bütün Sivas halkı adına ayaklanmayı gösterir<br />

bir telyazısının, telgrafhane korkutularak çektirilebilmesi elbette anlamlı<br />

idi. Böyle bir kurulu, kendi bulunduğu Sivas’taki halk, kötüleyince bütün<br />

ulusun da böyle duyup düşünmeyeceğini kanıtlamak gerçekten güçtür. Öyleyse,<br />

temsil niteliği böyle olan bir kurulun <strong>ve</strong> başkanının dayandığı gücün<br />

de çürük olacağına inanmak neden geçerli olmasın! Sivas’tan yükseltilen<br />

bu sesin düşmanlar için ne denli güçlü <strong>ve</strong> önemli olduğu kolaylıkla anlaşılır.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 103<br />

Baylar, Salih Paşa’ya gelen telyazısını, Amasya’ya geldiğinde kendisine<br />

<strong>ve</strong>rdirdim. Ama Şeyh Recep <strong>ve</strong> arkadaşlarının hükümetçe cezalandırılmasını<br />

istedim. Sivas’taki Temsilciler Kurulu üyelerine de telgraf başında,<br />

19 Ekimde şunları sordum:<br />

1. Şeyh Recep, Ahmet Kemal <strong>ve</strong> Celâl imzasıyla çekilen telyazısını<br />

gördünüz mü?<br />

2. Telgrafhanede nöbetçi subayı yok mu?<br />

3. Hepiniz orada bulunduğunuz halde, böyle bir küstahlık nasıl<br />

olabilir? Hem de bu delilerin girişimleri hepinizce biliniyor. Salih<br />

Paşa’ya <strong>ve</strong> Naci Bey’e çekilmek üzere üç imza ile telyazısı hazırladıklarını<br />

biz, buradan işitmiştik. Sizin bundan haberiniz yok<br />

muydu?<br />

4. Yabancılarla birlikte İtilaf <strong>ve</strong> Hürriyetçilerin birtakım haince işlere<br />

giriştikleri üzerine dün genelge ile yapılan bildirim alınmadı<br />

mı?<br />

5. Baskı yapılan <strong>ve</strong> korkutulan telgraf görevlilerinin hemen durumu<br />

gerekenlere, Vali Paşa’ya <strong>ve</strong> başka ilgililere haber <strong>ve</strong>rmemelerinin<br />

<strong>ve</strong> nöbetçi subayının bu işte uyanık davranmamasının<br />

nedeni nedir?<br />

6. Başmüdür Bey’in bildirmesi üzerine alınan önlemler nelerdir?<br />

Mustafa Kemal<br />

Valiliğin, sorunu askerlere bıraktığının anlaşılması üzerine Kolordu<br />

Kurmay Başkanı Zeki Bey’e de şunu yazdım:<br />

Söz konusu olan soruna karışmış bulunanların tutuklanıp cezalandırılmaları<br />

için valilikçe, buyruğu altındaki güçler kullanılmış ya da bunlar<br />

yetmemiş de onun için mi iş Kolorduya bırakılıyor? Yoksa bu küstahça<br />

davranışlara karşı bile, valilikçe önlem almakta duraksanıyor mu? Bunlar<br />

anlaşıldıktan sonra sorunun çözümlenmesi daha kolay <strong>ve</strong> kökten olur.<br />

Mustafa Kemal<br />

(Atatürk, Sivas’ta bulunanlara, telgrafhanenin tam denetim altına<br />

alınması, Sivas’taki düzen için ilgililerce sağlam önlemlerin alınması <strong>ve</strong><br />

küstah davranışlarda bulunmuş olanlara gereken cezanın uygulanması<br />

buyruğunu <strong>ve</strong>rdiğini <strong>ve</strong> yine Osman Tufan <strong>ve</strong> Recep Zühtü Beylere de ulusal<br />

eyleme karşı küstahlık yapanlar hakkında yapılması gerekenleri içeren<br />

bir tel yazdığını belirttikten sonra, konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)


104 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

20 Ekimde Vali Reşit Paşa, uzun uzadıya olayı anlattıktan sonra,<br />

“Olay genişleyebilecek iken önüne geçilmiş <strong>ve</strong> yapılan çabuk <strong>ve</strong> sert işlemlerden<br />

dolayı, buna benzer olayların artık çıkmayacağının anlaşılmış” olduğunu<br />

yazıyordu.<br />

Baylar, İstanbul Hükümetinin, Şeyh Recep ile arkadaşlarını cezalandırmış<br />

olduğunu, elbette, düşünmediniz. “Sivaslı Şemsettin oğullarından”<br />

diye imza atan bu uyuşuk <strong>ve</strong> aşağılık Şeyh’in, bundan sonra da düşman<br />

oyuncağı olarak işleyeceği kötülüklere rastlayacağız.<br />

Baylar daha Amasya’da iken, karşılaştığımız durum, yalnız Şeyh<br />

Recep olayı ile kalmadı. Adapazarı dolaylarında da buna benzer bir olay<br />

çıktı. İzin <strong>ve</strong>rirseniz, bunu da kısaca bilginize sunayım. Adapazarı ilçesinin<br />

Akyazı yörelerinde türeyen Talostan Bey, İstanbul’dan para <strong>ve</strong> yönerge <strong>ve</strong>rilerek<br />

gönderilen <strong>ve</strong> atlı olacaklara 30 <strong>ve</strong> piyade yazılacaklara 15 lira aylık<br />

<strong>ve</strong>rileceğini söyleyen Bekir Bey <strong>ve</strong> Sapanca’nın Avçar köyünden Beslân<br />

adında bir tahsildar birleşiyorlar. Bu adamlar, başlarına topladıkları atlı,<br />

yaya birtakım kimselerle Adapazarı kasabasını basmaya karar <strong>ve</strong>riyorlar.<br />

Tahir Bey adındaki Adapazarı kaymakamı bunu haber alıyor. Tahir Bey,<br />

İzmit’ten gönderilen bir binbaşıyı <strong>ve</strong> bulduğu yirmi beş kadar atlıyı alarak<br />

kasabayı basmaya gelenlere karşı çıkar. Lûtfiye denilen bir köyde karşılaşırlar.<br />

Bu kalabalığa ne yapmak istedikleri sorulmuş… <strong>ve</strong>rdikleri yanıt şu<br />

imiş: “Padişah Hazretlerinin sağ olup olmadığını <strong>ve</strong> yüksek halifelik makamında<br />

oturup oturmadığını öğrenmek için Adapazarı’na telgraf başına<br />

gelmek istiyoruz, Mustafa Kemal Paşa’yı, Padişah yerine kabul edemeyiz…”<br />

Tahir Bey’in makine başında, İzmit Mutasarrıfına <strong>ve</strong>rdiği bilgide:<br />

“Adı geçenlerin İstanbul’da önemlice kişilerle ilişkileri olduğundan <strong>ve</strong> Padişahın<br />

bile bu yaptıklarından haberli bulunduğunu söylediklerinden” söz<br />

ediliyordu. Resmî olarak <strong>ve</strong>rilen bilgide, Bekir’in, toplanan kimselere, “Bu<br />

iş için İstanbul’ca, bir hafta süre <strong>ve</strong>rdiler. Beş gün geçti. İki günümüz kaldı.<br />

İşi çabuklaştıralım” diye söylediği de bildiriliyordu.<br />

(Atatürk, bu ayaklanmanın, alınan önlemlerle dağıtıldığını ancak<br />

Bekir Bey’in yakalanamadığını belirtmektedir.)<br />

İstanbul’da hükümetin gözü önünde düzenlenen <strong>ve</strong> iç, dış düşmanların,<br />

Padişahın bildikleri <strong>ve</strong> uygun buldukları kuşku götürmeyen girişimlerinin,<br />

başarıya ulaşacakları dakikaya dek, beklemek <strong>ve</strong> elbette hükümet<br />

önlem alır <strong>ve</strong> engel olur, diye her şeye böncesine boyun eğmek doğru<br />

olamazdı.<br />

Baylar, Amasya’da görüşmelere başladığımız 20 Ekim gününde gelen<br />

bilgilerin özeti şu idi: İstanbul’da, Hürriyet <strong>ve</strong> Anlaşma Partisi, Askerî<br />

Gözcü Derneği <strong>ve</strong> Dostlar Derneği bir birlik kurdular. Bu birlik <strong>ve</strong> Ali Ke-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 105<br />

mal, Sait Molla gibi kişiler, Müslüman olmayan halkı durmadan Ulusal<br />

Güçlere karşı kışkırtmaya başladılar. Rum <strong>ve</strong> Ermeni patrikleri, Ulusal Güçleri<br />

kötülemek için Anlaşma Devletleri temsilcilerine başvurdular. Ermeni<br />

Patriği Za<strong>ve</strong>n Efendi, Neologos gazetesinde yayımladığı bir mektupla son<br />

ulusal eylem yüzünden Ermenilerin göç etmekte olduklarını ilan etti.<br />

Asılan Kâzım’ın kardeşi Hikmet adında biri, İstanbul’dan aldığı yönerge<br />

ile Adapazarı yakınlarında, başına birtakım silahlı adamlar toplamaya<br />

başladı. Bu Hikmet adına, önemli bir belgede de rastlayacağız. Adapazarı<br />

yakınında, Değirmendere’de de para ile adam toplanmaya başlandı.<br />

Çete olarak toplananların, Gey<strong>ve</strong>’de hükümeti basmaya karar <strong>ve</strong>rdikleri<br />

haber alındı. Karacabey’de de buna benzer ufak tefek davranışlar görüldü.<br />

Bursa’da, Gümülcineli İsmail’in kurduğu çetelerin Ulusal Güçlere karşı kıpırtıları<br />

sezilmeye başlandı. Gözcülerden tutuklu bulunanların bir günde<br />

hepsi cezaevinden çıkarıldı. Düşmanlarımızın, Ulusal Güçlere karşı kurdukları<br />

çetelerin çatışmalara başlaması, karşı birliğin açıktan açığa yaptığı işler,<br />

İstanbul Polis Müdürünün karşıt çalışmaları, Ali Rıza Paşa Hükümetinin tutumuna<br />

aykırı davranışta bakanların varlığı, ulusal örgütlerimizin kimi merkezlerimizi,<br />

özellikle İstanbul merkezimizi umutsuzluğa düşürmeye başladı.<br />

Hükümetin genel olarak bir amacı <strong>ve</strong> kararı olduğunu gösterecek davranışta<br />

bulunamaması <strong>ve</strong> yalnız İçişleri Bakanı Şerif Paşa’nın olumsuz <strong>ve</strong> hızlı<br />

çalışmalarını uygun bulur gibi davranması, gerçekten düşünülecek <strong>ve</strong> kaygı<br />

duyulacak bir görüntü ortaya koyuyordu. Bu konuda ilk duyarlığı <strong>ve</strong> girişimi<br />

gösteren Ankara oldu. Ankara Vali Vekili Yahya Galip Bey’in Sivas’a<br />

çektiği 15 Ekim <strong>1919</strong> günlü bir gizli telini, rahmetli Hayati Bey’in imzasıyla<br />

gelen başka bir gizli tel içinde 22 Ekimde Amasya’da aldım.<br />

(Bu telde, İstanbul Hükümetince Ankara’ya atanan valinin kabul<br />

edilmeyeceği belirtilmekte; Cemal Paşa’nın yazdığı telde ise, İstanbul Hükümetinin<br />

atama kararının uygulanması rica edilmektedir.)<br />

Gerçekten, başta Müftü Efendi (şimdi Diyanet İşleri Başkanı bulunan<br />

Sayın Rıfat Efendi Hazretleri idi) olduğu halde, Ankaralılar, protesto<br />

niteliğinde olarak İstanbul Hükümetine başvurmuşlardı. Ankara’yı yatıştırarak,<br />

hükümet erkini kırmamak için, telgraf başında, birçok öğütlemelerde<br />

bulundum. Ancak Ankara’nın haklı olduğunu kabul etmemek, elde değildi.<br />

Sonunda Cemal Paşa aracılığı ile hükümete yazdığım telyazısından söz<br />

ederek alınacak yanıta değin, durumun iyi idare edilmesini Ankara’da Kolordu<br />

Komutanı Vekili Mahmut Bey’e yazdım.<br />

Burada yeri gelmişken bir gerçeği bilginize sunmak uygun olur. Biz,<br />

Temsilciler Kurulu, hükümetin durumunu <strong>ve</strong> içyüzünü pek güzel anlamıştık.<br />

Hükümet üyelerinden kimilerinin, hükümete girmekten pişman olduklarını<br />

<strong>ve</strong> bu gibilerin çekilmek için neden aradıklarını da anlıyorduk. Bun-


106 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

dan başka iç <strong>ve</strong> dış düşmanların <strong>ve</strong> padişahın birlik olarak, Ali Rıza Paşa<br />

Hükümeti yerine, kendi görüşlerini, açıktan açığa <strong>ve</strong> çabucak uygulayacak<br />

başka bir hükümeti iş başına getirmeye kararlı bulunduklarını da bilmiyor<br />

değildik. Bunun için de Ali Rıza Paşa Hükümetini, daha katlanılabilir buluyorduk.<br />

Bir de Ferit Paşa’nın düşmesinden sonra, yeni hükümetle anlaşmak<br />

için, geçen dört beş gün içinde kimi kişilerin, elden geldiğince çabuk<br />

uyuşmamız yolunda yaptıkları öğütlemeler de dikkate alınacak anlam <strong>ve</strong><br />

nitelikte idi. Bundan dolayı, amaca gü<strong>ve</strong>nle ulaşıncaya dek, gerekirse kimi<br />

isteklerimizden vazgeçmek zorunluluğunu duyuyorduk. Mahmut Bey’e<br />

yazdığım gizli telde bunlar da sezdirilmişti. Cemal Paşa’ya <strong>ve</strong>rdiğim yanıtı<br />

olduğu gibi bilginize sunacağım:<br />

(24 Ekim tarihli bu yanıtta Atatürk, Ankara’da oluşan tepki hareketlerinin,<br />

İstanbul’daki kimi örgütlerin kışkırtıcılığından kaynaklandığını<br />

bildirmekte <strong>ve</strong> Ziya Paşa’nın Ankara Valiliğine atanmasını kabul ettiklerini<br />

ancak şimdilik gönderilmesinin doğru olmadığını vurgulayarak konuşmasını<br />

şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, Ali Fuat Paşa, 28 Ekim <strong>1919</strong> günlü bir gizli tel ile İstanbul’daki<br />

örgütümüzden benim adıma gelen bir teli bildirdi. Bu telde <strong>ve</strong>rilen<br />

bilgiler önemli idi. Çerkez Bekir’in çıkardığı bilinen olay, Adapazarı <strong>ve</strong> çevresinde<br />

Ulusal Güçlere karşı ayaklanma başlangıcı sayılmış. Bundan ne<br />

yolda yararlanılacağını görüşmek üzere, “Padişah, Ferit Paşa, Âdil Bey <strong>ve</strong><br />

Sait Molla ile Ali Kemal Bey’den oluşan” bir kurul, birtakım tasarlamalarda<br />

bulunmuşlar.<br />

Bu telyazısında, yukarıda adı geçen Hikmet üzerine de bilgi <strong>ve</strong>riliyordu.<br />

Bu Hikmet, iki ay önce Amasya’dan Adapazarı’na gelmiş. O çevrede<br />

öteden beri kendisine <strong>ve</strong> ailesine karşı olanların ulusal örgüte girdiklerini<br />

anlamış. Hikmet Bey, Amasya’dan geldiğini <strong>ve</strong> beni tanıdığını, ulusal<br />

örgüt kurma yetkisinin ancak kendisine <strong>ve</strong>rilmiş olduğunu ileri sürerek, Sivas’la<br />

haberleşmeye girişmek ister. Karşı taraf engel olur. Hikmet, karşıt<br />

örgüt kurar. Bunu sezen Sait Molla, Hikmet’i elde edecek yolu bulur. Kendisini<br />

Hıristiyanlara karşı bir ayaklanmaya kışkırtır. Baylar, Hikmet üzerine<br />

<strong>ve</strong> düşmanlarımızın Hıristiyanlara karşı kurdukları düzenler üzerine <strong>ve</strong>rdiğim<br />

bilgi, daha sonra değineceğimiz kimi durumların kolaylıkla anlaşılmasına<br />

yarayacağından, gereksiz sayılmamasını rica ederim. Baylar, bu bilgiler<br />

üzerine Cemal Paşa’ya çektiğim teli, olduğu gibi görmenizi isterim:<br />

Şifre Sivas, 31.10.<strong>1919</strong><br />

Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa Hazretlerine,<br />

Adapazarı dolaylarında, hükümete <strong>ve</strong> ulusal örgütlere karşı oluşan<br />

olayı biliyorsunuz. Bu olay, ulusal birliğin dayancı <strong>ve</strong> yüce hükümetin ke-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 107<br />

sin <strong>ve</strong> yerinde önlemleri ile bastırılmış ise de daha oralarda bozgunculuk<br />

tohumu vardır. Ulusun birliği karşısında, büsbütün ortadan kalkacağına<br />

kuşku yoktur. Ancak, bu bozgunculuk olaylarını Damat Ferit Paşa, Eski<br />

İçişleri Bakanı Âdil <strong>ve</strong> daha önceki İçişleri Bakanı Ali Kemal Beylerle Sait<br />

Molla’nın düzenledikleri anlaşılmıştır. Adları bildirilen bu kişiler, kendilerinin<br />

yaptıkları vatan hainliğinden başka, çok büyük <strong>ve</strong> tehlikeli bir yanlış iş<br />

daha yapmışlardır. O da bu haince işlerinden sanki yüce padişahımızın da<br />

bilgisi olduğu söylentisini yaymak gibi bir büyük alçaklıktır. Sayın hükümet<br />

üyelerinden tam bir yürek temizliği ile rica ederiz. Zamanında durumu, uygun<br />

bir yolla yüce Padişaha bildirsinler. Ulusun <strong>ve</strong> örgütlerinin bu gibi uydurma<br />

<strong>ve</strong> yalan sözlere önem <strong>ve</strong>rmeyeceği açık bir gerçektir. Bozguncuların,<br />

yalanlarla ulusal birliği bozmak istedikleri ileri sürülerek, olayın geçtiği<br />

yerlerde, söylentilerin hükümetçe resmî olarak yalanlanmasını; böylece her<br />

türlü yanlış anlaşılmanın ortadan kaldırılmasını <strong>ve</strong> bu dokuncalı kişiler üzerinde<br />

gereken inceleme yapılarak yasa yoluyla kovuşturmaya girişilmesini,<br />

çok önemli bir sorun saymaktayız efendim.<br />

Temsilciler Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal<br />

Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümetinin kuruluş niteliğini bildiğimiz halde,<br />

tutmayı <strong>ve</strong> elden geldiğince desteklemeyi neden gerekli gördüğümü bir<br />

parçacık anlatmıştım. Amasya’dan Sivas’a dönüşümüzden sonra, Temsilciler<br />

Kurulu <strong>ve</strong> orada bulunan öteki arkadaşlarımızla yaptığımız toplantıda,<br />

Amasya buluşması <strong>ve</strong> başka konular üzerinde arkadaşlara uzun uzadıya<br />

açıklamada bulundum. Bu toplantıda, Temsilciler Kurulu kararı tutanaklarının<br />

29 Ekim <strong>1919</strong> günkü görüşmelerle ilgili sayfasında, olduğu gibi yazılı<br />

olan şu kararı aldık: Başta Sadrazam Ali Rıza Paşa olmak üzere tümünün<br />

yetersiz, Padişahın gözüne girmek isteyen kişilerden oldukları; kimisinin<br />

ulusal eylemden yana, kimisinin de buna karşı oldukları; bununla birlikte<br />

Padişah, kısa zamanda bunları düşürerek yerine zorbalığı sürdürebilecek<br />

bir hükümet getirmek isteyeceğinden Ulusal Meclis kurulup yasama görevini<br />

yapmaya başlayıncaya değin Temsilciler Kurulunun bu hükümeti tutmasının<br />

yurt <strong>ve</strong> ulus için daha doğru bir iş olduğu kabul olundu.<br />

(Atatürk, bu noktada bu kararın uygulanması adına yapılan girişimlerden<br />

söz etmekte <strong>ve</strong> konuşmasını sürdürmektedir.)<br />

Baylar, Salih Paşa’nın, İstanbul’a dönüşü üzerine, 21 Ekim günlü<br />

protokolde yazılı <strong>ve</strong> önemli olduğuna önceki sözlerim arasında işaret ettiğim<br />

nokta üzerinde, yani Ulusal Meclisin toplantı yeri konusunda, hükümetle<br />

aramızda tartışma başladı. Hükümetin Cemal Paşa aracılığı ile yazdıkları,<br />

bizim ileri sürdüğümüz düşünceler, bir kez daha, gözden geçirilmeye<br />

değer sanırım. Bu yazışmalarımızın esaslarını Büyük Millet Meclisinin ilk


108 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

toplantı tutanaklarında görebileceğiniz için burada, ondan bir daha söz etmeyeceğim.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde İstanbul’daki ulusal örgütlerin<br />

durumuna; bunların, İstanbul Hükümetinin tutumu üzerine <strong>ve</strong>rdikleri bilgiye<br />

<strong>ve</strong> kendisine millet<strong>ve</strong>kili seçilmeme <strong>ve</strong> barış yapılana kadar İstanbul’a<br />

gelmeme konusunda yaptıkları öğüde değinip, örgütün zayıf <strong>ve</strong> kararsız tutumu<br />

karşısında onlara <strong>ve</strong>rdiği yönergeyi açıkladıktan sonra; Meclisin toplanma<br />

yerine ilişkin düşüncelere yer <strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> bu konuda görüşmek<br />

üzere kimi birlik komutanlarıyla Temsilciler Kurulu üyelerini 16 Kasım<br />

<strong>1919</strong> günü Sivas’ta bir toplantıya çağırdığını açıklayarak konuşmasını şöyle<br />

sürdürmektedir:)<br />

Görüşme gündemimiz yalnız şu üç madde ile sıralanacaktı:<br />

1. Mebuslar Meclisinin toplantı yeri,<br />

2. Toplantıdan sonra Temsilciler Kurulu <strong>ve</strong> Ulusal Örgütün alacağı<br />

biçim <strong>ve</strong> çalışma yöntemi,<br />

3. Paris Barış Konferansının bizim için olumlu ya da olumsuz bir<br />

karar <strong>ve</strong>rmesi üzerine nasıl davranılacağı.<br />

Baylar, bu zamana değin, dernek merkez kurullarından sorduklarımıza<br />

gelen yanıtlar, dört görüşe ayrılıyordu:<br />

1. Birinci görüşe göre, Mebuslar Meclisinin dışarıda toplanması<br />

uygun görülüyordu.<br />

2. İkinci görüşe göre, ki bu görüşü ileri sürenlerin başında Erzurum,<br />

Trabzon <strong>ve</strong> bütün Karesi 45 , Saruhan 46 kurulları bulunuyordu;<br />

İstanbul’da… İstanbul’daki ileri gelen kişilerin hemen hepsinin<br />

bu düşüncede olduğunu biliyoruz. Padişahın isteği, Hükümetin<br />

üstelediği de buydu.<br />

3. Üçüncü görüş ki Trakya-Paşaeli’nin düşüncesiydi: İstanbul yakınlarında…<br />

4. Bir kısım merkez kurulları da, Salih Paşa’nın kişisel görgüsüne<br />

dayanarak Hükümet uygun bulursa dışarıda toplanmasında bir<br />

sakınca görmüyorlardı.<br />

Baylar, İstanbul Hükümetinin <strong>ve</strong> onun yardakçılarının, kamuoyunu<br />

ne denli ayrılığa <strong>ve</strong> karışıklığa uğratmış oldukları, ulusun gösterdiği bu görüş<br />

ayrılığından kolaylıkla anlaşılabilir. Artık bunun üzerine, direnmenin,<br />

zararlı sonuç <strong>ve</strong>receği kanısına varmak da zor değildir.<br />

45<br />

Merkezi Balıkesir olan sancak<br />

46 Merkezi Manisa olan sancak


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 109<br />

Şimdi, 16 Kasım <strong>1919</strong>’dan 29 Kasım <strong>1919</strong> gününe değin, günlerce<br />

süren görüşme <strong>ve</strong> tartışmalardan çıkan sonuçlarla varılan kararların tutanaklarını,<br />

olduğu gibi yüksek bilginize sunuyorum:<br />

1. Ulusal Meclisin İstanbul’da toplanmasında sakıncalar <strong>ve</strong> tehlikeler<br />

olmasına karşın, toplantının İstanbul dışında yapılmasını Hükümet uygun<br />

bulmadığı için <strong>ve</strong> ülkeyi sarsıntıya uğratmaktan çekindiğinden İstanbul’da<br />

toplanma zorunluluğu kabul edildi.<br />

a. Bütün millet<strong>ve</strong>killerini durum üzerinde aydınlatarak teker teker<br />

düşüncelerini sormak,<br />

b. Millet<strong>ve</strong>killerinin, İstanbul’a gitmeden önce Trabzon, Samsun,<br />

İnebolu, Eskişehir <strong>ve</strong> Edirne gibi yerlerde kısım kısım toplanarak<br />

Ulusal Meclis, İstanbul’da toplanacağına göre, gerek İstanbul’da<br />

<strong>ve</strong> gerek dışarıda alınması gerekli gü<strong>ve</strong>nlik önlemlerini <strong>ve</strong> programımızın<br />

esaslarını savunacak güçlü bir grubun kurulması yollarını<br />

düşünüp görüşmeleri,<br />

c. Derneğin örgütlerini, çabucak yaymak <strong>ve</strong> güçlendirmek için Kolordu<br />

Komutanlarının, bölge komutanları <strong>ve</strong> askerlik şubesi başkanları<br />

aracılığıyla çabuk <strong>ve</strong> eylemli yardımda bulunmaları,<br />

d. Sivil örgütlerin başında bulunan bütün yüksek görevlilerden her<br />

olasılığa karşı, ulusal örgüte bağlı kalacakları üzerine söz almak<br />

<strong>ve</strong> kendilerinin ellerinde bulunan bütün araçlarla Derneğin örgütlerini<br />

kurmaya i<strong>ve</strong>dilikle girişmelerini istemek.<br />

2. Ulusal Meclis İstanbul’da toplandıktan sonra, millet<strong>ve</strong>killerinin,<br />

tam gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> serbestlik içinde yasama görevlerini yapmakta olduklarını<br />

doğrulayacakları güne değin, Temsilciler Kurulu, şimdiye dek olduğu gibi,<br />

dışarıda kalarak ulusal ödevini yapacaktır. Ancak bütün sancaklardan birer,<br />

illerle bağımsız sancaklardan ikişer olmak üzere, millet<strong>ve</strong>killeri arasından<br />

seçilecek kişiler, tüzüğün sekizinci maddesi gereğince Temsilciler Kurulu<br />

üyesi olarak Eskişehir yakınında toplanacaklar; burada durumun açıklanması<br />

<strong>ve</strong> Meclisteki yönetimimizin belirtilmesi ile ilgili görüşmeler yapılacaktır.<br />

Bunun için Temsilciler Kurulu da oraya gidecektir. Bu toplantıdan<br />

sonra Temsilciler Kurulunun üye sayısı uygun şekilde artırılacak, öteki millet<strong>ve</strong>killeri<br />

İstanbul’a Ulusal Meclise gideceklerdir. Temsilciler Kurulunun<br />

görevde bulunduğu sürece, ulusal örgütlerin kuruluşu <strong>ve</strong> çalışma yöntemi,<br />

tüzükteki gibi olacaktır. Mebuslar Meclisi tam gü<strong>ve</strong>nlik içinde bulunduğunu<br />

doğruladığı zaman, Temsilciler Kurulu, tüzükteki yetkisine dayanarak Genel<br />

Kongreyi toplantıya çağırıp 11. madde gereğince, Derneğin ileride alacağı<br />

durumun belirtilmesini Kongrenin kararına bırakacaktır. Kongrenin<br />

nerede <strong>ve</strong> nasıl toplanacağı, o zamanki duruma bağlı olacaktır. Kongrenin<br />

toplantıya çağrıldığı zaman ile toplanması arasında geçecek süre içinde


110 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Temsilciler Kurulu, İstanbul Hükümeti <strong>ve</strong> Mebuslar Meclisi Başkanlığı ile<br />

kesin zorunluluk görmedikçe resmî ilişkide bulunmaz.<br />

3. Paris Barış Konferansı, bizim için olumsuz bir karar <strong>ve</strong>rir <strong>ve</strong> Hükümet<br />

ile Ulusal Meclisçe bu karar kabul edilirse en uygun yolla <strong>ve</strong> çabuk<br />

olarak ulusal iradeye başvurulacak <strong>ve</strong> tüzükte açıklanmış olan ilkelerin gerçekleştirilmesine<br />

çalışılacaktır.<br />

Mustafa Kemal<br />

Rüstem Mazhar Müfit Ali Fuat Hüsrev<br />

Hüseyin Rauf Kâzım Karabekir Hakkı Behiç Hüseyin Salâhattin<br />

İ. Süreyya Bekir Sami Ömer Mümtaz Vâsıf<br />

12. Kolordu Kurmay Başkanı Şemsettin<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde, bu kararlar gereğince millet<strong>ve</strong>killerine<br />

<strong>ve</strong>rilen yönergeyi okumuştur. Buna göre, birinci maddede, İstanbul’un<br />

düşman eline geçmesi <strong>ve</strong> Rumların millet<strong>ve</strong>kili adayları belirlemiş<br />

olması gibi nedenlerden dolayı, Meclisin İstanbul’da toplanmasının birtakım<br />

tehlikeler doğuracağı belirtilmekte <strong>ve</strong> çözüme yönelik görüşmeler<br />

planlanmaktadır. İkinci maddede ise, görüşme sonuçlarının Temsilciler Kuruluna<br />

sorunsuz ulaştırılması için gereken önlemlerin alınması <strong>ve</strong> millet<strong>ve</strong>killerinin<br />

seçim bölgelerince çağırtılması istenmektedir.)<br />

Baylar, <strong>1919</strong> yılı Ekim ayı ile ilgili olup dokunmak istediğim kimi<br />

olayları da birkaç sözcükle özetlememe izin <strong>ve</strong>rmenizi rica ederim. İzmir ili<br />

içinde, ele geçirilmiş olan yerlerde bulunan Müslüman halk zulüm görüyor<br />

<strong>ve</strong> öldürülüyordu. Bunun için, Anlaşma Devletlerinin temsilcileri katında<br />

etkili girişimlerde bulunmasını, hükümetten rica ettik. Yunanlılar zulümlerini<br />

<strong>ve</strong> yolsuzluklarını sürdürürlerse misilleme yapmak zorunda kalacağımızı<br />

da bildirdik. İzmir’de geçen acıklı olaylar üzerine İstanbul’da bir gösteri<br />

toplantısı yapılmak istenmişti. Buna engel olunduğu haberini alınca, Cemal<br />

Paşa’nın dikkatini çektik.<br />

Anzavur, Bandırma dolaylarında, haince <strong>ve</strong> canavarca işlere başlamıştı.<br />

Onların dokuncalarını giderme önlemlerini <strong>ve</strong> Karabiga, Bandırma<br />

yönlerine çıkan Gözcü Derneğinden subaylara karşı yapılacak işlemi, Balıkesir’de<br />

Kâzım Paşa’ya <strong>ve</strong> başka ilgililere yazdık. Otuz kadar Gözcü subayın<br />

da yabancı işgaline yol açmak için, Hıristiyanlara karşı saldırıda bulunmak<br />

üzere, Trabzon <strong>ve</strong> Samsun’a çıkacaklarını haber aldık. Hemen 15.<br />

Kolordu Komutanının <strong>ve</strong> Samsun Mutasarrıfının dikkatlerini çektik. Bildiğiniz<br />

gibi Maraş, Urfa, Antep’te, başlangıçta İngiliz birlikleri vardı. Bu birlikleri<br />

Fransız askerleri değiştirdi. Bu nedenle yeniden Fransız işgalini önlemeye<br />

çalıştık. Sonra da ilkin siyasal girişimlerde; daha sonra eylemli girişimde<br />

bulunduk. Bozkır’da, yeniden önemlice bir ayaklanma oldu. Onun bastı-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 111<br />

rılması için çeşitli önlemler aldık. Maraş <strong>ve</strong> Antep’e Kılıç Ali Bey’i, Çukurova<br />

bölgesine de Topçu Binbaşısı Kemal <strong>ve</strong> Yüzbaşı Osman Tufan Beyleri<br />

göndererek sağlam örgütler kurmaya <strong>ve</strong> girişimlere başladık.<br />

Baylar, bu arada aklıma gelen bir noktayı da bildirmiş bulunayım:<br />

Sivas Kongresinden sonra, kongrelerin tüzük <strong>ve</strong> bildirilerinden başka,<br />

Temsilciler Kurulu, sorumluluğu üzerine alarak, Sivas Kongresi tüzüğüne<br />

ek olmak üzere “Hakları Savunma Derneği Kuruluş Tüzüğü’ne ektir (I)”<br />

başlıklı, yalnız ilgililere özel <strong>ve</strong> gizlidir işaretli, silahlı örgütler için gizli bir<br />

yönerge düzenledi. Düşmanla çatışılan yerlerde bu yönergeye göre silahlı<br />

birlikler kuruldu.<br />

(Atatürk Söylev’in bu bölümünde Cemal Paşa ile yürüttüğü yazışmalara<br />

değinmekte <strong>ve</strong> İstanbul Hükümeti tarafından Ankara Valiliğine<br />

atanmasına karşın halk tarafından istenmediği için Eskişehir’e dönen Ziya<br />

Paşa konusuna, ulusal örgüte karşıymış gibi davranışlarda bulunan İçişleri<br />

Bakanına, millet<strong>ve</strong>kili seçimlerine <strong>ve</strong> Meclisin toplantı yerine yönelik açıklamalarda<br />

bulunmaktadır. Yine bu noktada, Refet Paşa’nın Aydın <strong>ve</strong> Salihli<br />

cephelerine komutan olarak gönderilmesine karşın, görev yerinde durmayıp<br />

sürekli dolaşmasından yakınan Atatürk; bu durumun, düzenli ordu kurulana<br />

kadar Aydın <strong>ve</strong> Salihli cephelerinde gü<strong>ve</strong>nilir bir komuta düzeninin<br />

sağlanamamasına yol açtığını anlatmaktadır. Bu arada, olayların İstanbul<br />

cephesinde de çeşitli sorunlar yaşanmaktadır. Örneğin İçişleri Bakanı,<br />

Adapazarı, Karacabey, Aznavur <strong>ve</strong> Bozkır olaylarını suç saymayan kuşkulu<br />

bir yaklaşım sergilerken, Cemal Paşa da hükümetin bu yaklaşımını savunur<br />

bir tutum takınmaktadır.)<br />

Cemal Paşa: “Ulusal ayaklanmadan yana olmayan görevlilerin kodamanları,<br />

arkalarını, yurttaki düşman ordularına dayamış gibidirler.” yollu,<br />

sanki bilinmeyen bir bilgi de <strong>ve</strong>rdikten <strong>ve</strong> bu bilgiyi, “Eski hükümet<br />

üyelerinin çoğu böyledir.” cümlesiyle tamamladıktan sonra “örneğin Polis<br />

Müdürünün değiştirilmesinde bu durum iyice belli oldu” diye bir de örnek<br />

<strong>ve</strong>riyor. Cemal Paşa, Hükümet birçok işler yapmayı düşünmüşse de: “Köklü<br />

bir girişim için, dayandığı gücün sağlamlığına daha inanamadı.” sözleriyle<br />

bizi suçladıktan sonra, şu kanısını ortaya atıyordu: “İçişleri Bakanı bu<br />

güce –yani Ulusal Güçlere- gereksinme gösterenlerin başında desem ileri<br />

gitmiş olmam.” Cemal Paşa’nın mektubunu imzaladıktan sonra, yine kendi<br />

imzasıyla mektubuna eklediği bir özette, şu cümleler vardı: “Karşıcıllar <strong>ve</strong><br />

yabancılar, Meclisin açılmasını engellemeye karar <strong>ve</strong>rmişlerdir. Temsilciler<br />

Kurulu da toplantı yeri üzerindeki çekişmeyle bu engellemeyi sürdürürse<br />

işimiz Tanrı’ya kalıyor demektir.”<br />

Baylar, bu mektuptaki bundan önce gelen yazılardaki <strong>ve</strong> bundan<br />

sonra boyuna bildirilecek olan düşüncelerdeki mantık, yorum <strong>ve</strong> görüş


112 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

sağlamlığı üzerinde söz söylemeyeceğim. Yalnız, bu mektuba, 28 Kasım<br />

<strong>1919</strong> günü, <strong>ve</strong>rdiğimiz açıklamalı yanıtın bir cümlesini, olduğu gibi aktarmakla<br />

yetineceğim. O cümle şudur: “Yüksek Hükümetin, köklü bir girişim<br />

için dayandığı gücün sağlamlığına gü<strong>ve</strong>nemediğini ortaya koyan sözlerini,<br />

gerçeğe uygun bulmuyoruz.”<br />

(Atatürk, bu noktada, sırtlarını yabancılara dayamış gizli derneklerin,<br />

başta İçişleri Bakanı Damat Şerif Paşa olmak üzere hükümetin hoşgörüsüne<br />

sığınarak ulusal birliği bozacak etkinliklerini artırdıklarını <strong>ve</strong> Cemal<br />

Paşa’nın da hükümeti savunmayı sürdürdüğünü anlatmaktadır.)<br />

Ulusal savaşımlar sırasında karşılaştığımız açık <strong>ve</strong> gizli güçlükler<br />

üzerinde, köklü bir bilgi edinmeye <strong>ve</strong> gelecek kuşakların ders almasına <strong>ve</strong><br />

uyanmasına yarayacak nitelikte olan söz konusu belgeleri, olduğu gibi bilginize<br />

sunmayı uygun buluyorum. Bu belgeler, İngiliz Dostları Derneğinin<br />

sözde başkanı olarak tanınan Sait Molla’nın Bay Fru adındaki rahibe gönderdiği<br />

mektupların örnekleridir.<br />

Baylar, bu mektupların örneklerinin alındığını sezen Sait Molla,<br />

Türkçe İstanbul gazetesinin 8 Kasım <strong>1919</strong> günlü sayısında, bu mektuplardan<br />

söz açarak uzun <strong>ve</strong> sert bir dille yalanlama yayımlamış olsa da gerçeği<br />

yadsımanın olanağı yoktur. Bu mektupların örnekleri, Sait Molla’nın evinden<br />

<strong>ve</strong> mektup karalamalarının yazılı bulunduğu bir defterden, olduğu gibi<br />

çıkarılmıştır. Bunlar bir yana, mektupların içindekiler, ülkede beliren durumlara,<br />

olaylara <strong>ve</strong> kimi kişilere tam bir uygunluk göstermektedir. Şimdi<br />

izin <strong>ve</strong>rirseniz, bu mektupları yazılış sırasıyla sunayım.<br />

(Atatürk burada Sait Molla’nın Fru’ya yazdığı on iki mektuba yer<br />

<strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> Sait Molla’nın, Anadolu halkını Mustafa Kemal Paşa’ya karşı<br />

nasıl ayaklandırdığını, ulusal savaşımı tehlikeye düşürmek için nasıl ajanlar<br />

kullandığını <strong>ve</strong> bu yönde nasıl gizli planlar yapmış olduğunu tüm çıplaklığıyla<br />

gözler önüne sermekte <strong>ve</strong> konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, bu geniş düzene engel olmak <strong>ve</strong> yaratılan tehlikeli durumları<br />

ortadan kaldırmak için elimizden gelen her yola <strong>ve</strong> önleme başvurduk.<br />

Şimdiye değin anlattığım <strong>ve</strong> bundan sonra sırası geldikçe anımsatmaya çalışacağım<br />

o hepinizin bildiği başkaldırmaları, karışıklıkları, resmî düşman<br />

güçlerinin saldırılarını bastırmak, ortadan kaldırmak için çok uğraştık. Ali<br />

Rıza Paşa Hükümeti, gözüne batan Ulusal Güçleri bastırmaya <strong>ve</strong> bunun<br />

için bizimle didişmeye bakmaktan başka bir yardımda bulunmadığı gibi,<br />

ondan sonra hükümet kuran yüksek arkadaşları da, onun yolunda gitmekten<br />

<strong>ve</strong> sonunda yıkımdan yıkıma, rezillikten rezilliğe sürüklenmekten başka<br />

bir iş görmediler.<br />

Baylar, bütün bu gizli düzen kaynaklarının, Rahip Fru’nun kafasında<br />

toplandığını <strong>ve</strong> oradan din kardeşlerimiz olacak hainlerin kafalarına so-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 113<br />

kularak uygulama alanına çıkarıldığını kestirdiğimden, Rahip Fru’nun bir<br />

zaman için olsun durmasını <strong>ve</strong> işten uzaklaşmasını sağlamaya yarar düşüncesiyle,<br />

kendisine bir mektup yazdım. Mektubun iyi anlaşılabilmesi için şu<br />

bilgiyi de ekleyeyim ki ben, Bay Fru ile İstanbul’da bir iki kez görüşmüş <strong>ve</strong><br />

tartışmıştım. Fru’ya Fransızca olarak gönderdiğim mektubun Türkçesi şudur:<br />

Bay Fru’ya<br />

Sizinle Bay Marten aracılığıyla, yaptığımız görüşmelerin anısını se<strong>ve</strong><br />

se<strong>ve</strong> gönlümde saklıyorum. Yıllarca ülkemizde <strong>ve</strong> ulusumuz arasında<br />

yaşamış olan sizin, bizim için en doğru düşünce <strong>ve</strong> kanılarla dolu bulunacağınızı<br />

umardım. Oysa ne yazık ki İstanbul çevresinde karşılaştığınız kimi<br />

aymaz <strong>ve</strong> çıkarcı kişilerin, sizi yanlış yönlere sürüklediklerini pek çok üzülerek<br />

anlıyorum. En başta Sait Molla ile düzenlemeye <strong>ve</strong> uygulamaya başladığınız,<br />

gü<strong>ve</strong>nilir kaynaklardan öğrenilen planın, İngiliz ulusunun gerçekten<br />

kınayacağı bir nitelikte olduğunu bildirmeme izninizi rica ederim. Ulusumuza<br />

Sait Molla’nın değil, ancak gerçek yurtse<strong>ve</strong>rlerin gözüyle bakıldığı<br />

zaman, böyle planların artık yurdumuza <strong>ve</strong> ulusumuza uygulanabilecek bir<br />

yanı olmadığı yargısına kolaylıkla varılır. Nitekim daha bugünün olaylarından<br />

olan Adapazarı <strong>ve</strong> Karacabey olaylarının başarısızlığa uğraması, sözümüzü<br />

doğrulamaya yeter. Ancak buna neden gerek vardı? İngiliz Subayı<br />

Novil’in, Diyarbakır dolaylarında, Müslüman Kürt halkı yoldan çıkarmaya<br />

pek çok çalıştıktan sonra, Malatya’da Eski Elazığ Valisi Galip <strong>ve</strong> Malatya<br />

Mutasarrıfı Halil Beylerle, Sivas’a karşı yaratmaya çalıştığı olay, sonucu<br />

bakımından bütün uygarlık dünyasına karşı utanç <strong>ve</strong>rici değil miydi?<br />

Size önemle <strong>ve</strong> içtenlikle bildiririm ki İngiliz ulusu, ulusumuzun<br />

dostluğuna <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nine değer <strong>ve</strong>rmiyorsa bundaki yanılgı pek derindir.<br />

Tersi durumda, kullandığınız araçlar pek yanıltıcı olup, sonuç <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rim alınacak<br />

nitelikte değildir. Sait Molla aracılığıyla Adapazarı’na gönderilen iki<br />

bin liranın, yakında <strong>ve</strong>rimli sonuç sağlayacağı yolunda <strong>ve</strong>rilen sözün yalan<br />

olduğunu, olaylar size anlatmış olacağından, uzun sözü gerekli görmem.<br />

Hele sizinle ilişki kuran düzmeciler tarafından, Osmanlı Padişahının da ortaklaşa<br />

yaptığınız işlerinizde <strong>ve</strong> çalışmalarınızda eli varmış gibi gösterilmesi<br />

pek tehlikelidir. Siz çok iyi düşünebilirsiniz ki Padişah, sorumsuz <strong>ve</strong> yansız<br />

olup, ulusal istenç <strong>ve</strong> egemenliğimizle ilgili gerçekleri değiştirmez <strong>ve</strong> bozmazlar.<br />

Ülkemizde bulunan İngiliz siyasal görevlilerinin, elbette İngiliz ulusunun<br />

eğilimine <strong>ve</strong> çıkarına aykırı olarak, yurdumuza <strong>ve</strong> ulusumuza karşı<br />

insanlığa <strong>ve</strong> uygarlığa yaraşmaz bir biçimdeki girişimlerini, elimizde bulunan<br />

belgelerle İngiliz ulusunun gözü önüne serersek, sonuç dünyaca iyi<br />

karşılanmaz sanırım. Fakat bu konuda ilginç olması bakımından şunu da<br />

bildirmek zorundayım ki siz, bir din adamı olarak siyaset oyunlarına, özel-


114 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

likle öldürmelere varacak işlere karışmak he<strong>ve</strong>sine kapılmamalıydınız. Sizinle<br />

yaptığım görüşmelerde, sizi bu türden bir siyaset adamı olarak değil,<br />

insanlığa hizmet eden, adaleti se<strong>ve</strong>n erdemli bir kişi olarak tanımıştım.<br />

Bunda ne denli aldandığımı son aldığım sağlam bilgilerin doğrulamakta<br />

olduğunu size bildirmekle onur duyarım.<br />

Mustafa Kemal<br />

Baylar, İstanbul’da, Hükümetin gözü önünde <strong>ve</strong> bilgisi altında yapılmış<br />

<strong>ve</strong> yapılmakta olan alçakça girişimlerin <strong>ve</strong> bu girişimlerin bütün yurtta<br />

uğursuz belirtileri olduğunu açıkça ortaya koyan olayların gerçek kaynaklarını<br />

<strong>ve</strong> etmenlerini, İstanbul Hükümetinin, Temsilciler Kurulundan<br />

daha iyi bildiği, şimdi de kuşku götürür mü?<br />

Baylar, işlerin içyüzünü bilen bir hükümetin üyelerinden, düşmanların,<br />

salt yanıltmak <strong>ve</strong> yoldan çıkarmak amacıyla ortaya attıkları kara çalma<br />

<strong>ve</strong> söylentilere gerçek gözüyle bakıp yine onların öğütlerini çözüm <strong>ve</strong><br />

önlem diye uygulamaya kalkışmak gibi bir davranış beklenebilir mi? Bu sorulara<br />

yanıt <strong>ve</strong>rerek yüksek topluluğunuzu yormaktan çekindiğim için sözü,<br />

Ali Rıza Paşa Hükümetinin düşüncesini yansıtan Milli Savunma Bakanı<br />

Cemal Paşa’ya bırakmayı yeğ tutarım.<br />

(Atatürk, bu konuları aydınlatabilmek için, Cemal Paşa ile olan yazışmalarına<br />

değinmektedir.)<br />

Baylar, İstanbul’da yurdun kurtarılmasıyla ilgili en önemli görevlerde<br />

çalışan saygıdeğer <strong>ve</strong> akıllı tanınmış kişilerin, o zamanlar, İstanbul’un<br />

zehirli havasını almaları yüzünden, anlayış <strong>ve</strong> görüşlerinde ne denli olumsuz<br />

sapmalar olduğuna bir örnek <strong>ve</strong>rmek için, daha Sivas’ta iken karşılaştığım<br />

küçük bir olayı, izin <strong>ve</strong>rirseniz bilginize sunmak isterim. Belki sayın<br />

üyeler arasında anımsayanlar vardır. Senato üyelerinden Çürüksulu Mahmut<br />

Paşa, Bosphore (Bosfor) gazetesi yazarlarından birisine, siyasal durumumuz<br />

üzerine demeç <strong>ve</strong>rmişti. Mahmut Paşa’nın, o sıralarda, Barış Hazırlıkları<br />

Komisyonu üyesi olduğunu da anımsarsınız. Paşa’nın 31 Ekim <strong>1919</strong><br />

günlü Tasviri Efkâr gazetesinde de yayımlanan demecini, 17 gün sonra Sivas’ta<br />

okudum. “Ermenilerin pek çok olan isteklerine hak <strong>ve</strong>rmeksizin, sınırlarda<br />

kimi düzeltmeler yapmayı kabul ederiz.” sözleri dikkatimi çekti.<br />

Doğu Anadolu’da, Ermenistan yararına toprak bırakılacağına söz <strong>ve</strong>rme niteliğinde<br />

olan bu cümlenin, Barış Komisyonu üyelerinden bir devlet adamınca<br />

söylemiş bulunması gerçekten düşünülmeye <strong>ve</strong> şaşılmaya değerdi.<br />

Bundan ötürü 17 Kasım <strong>1919</strong> günü, Çürüksulu Mahmut Paşa Hazretlerine<br />

göndermeyi yararlı saydığım bir telyazısında, demecindeki işaret ettiğim<br />

cümleden dolayı, “Doğu Anadolu halkının, pek haklı olarak son derece üzgün<br />

<strong>ve</strong> kırgın olduğunu” belirttikten sonra: “Erzurum <strong>ve</strong> Sivas Kongreleri-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 115<br />

nin kararları uyarınca ulusun Ermenistan’a bir karış toprak bırakmayacağını;<br />

dahası, hükümet bu denli acı bir zorunluluk karşısında boyun eğerse<br />

ulusun, kendi haklarını kendisinin savunmaya karar <strong>ve</strong>rdiğini <strong>ve</strong> bunun<br />

bütün dünyaya ilan edilmiş olduğunu” yazdım <strong>ve</strong> bu ulusal karar <strong>ve</strong> direncin,<br />

herkesten önce Barış Hazırlıkları Komisyonu yüksek üyelerince bilinmesi<br />

<strong>ve</strong> benimsenmesi gerektiğini bildirdim.<br />

Baylar, Sivas’ta kaldığımız sırada, birçok olaylar <strong>ve</strong> sorunlarla karşılaşılmış<br />

<strong>ve</strong> zorunlu olarak ulusal, idarî, askerî siyasal girişim <strong>ve</strong> yürütümlerde<br />

bulunulmuştur. Bunların tümünü ayrıntılarıyla anlatmak uzun sürer.<br />

Yalnız, izlediğimiz olaylar zincirinin birbirine bağlanmasına yarayacak kimi<br />

noktalara dokunarak <strong>ve</strong> işaret ederek geçeceğim.<br />

(Atatürk bu noktada, ulusal örgütlerin düzene sokulması için alınan<br />

önlemler, seçimler dolayısıyla ortaya çıkan görüş ayrılıklarını giderme çabası,<br />

Osmaniye <strong>ve</strong> Dörtyol bölgelerindeki Fransız yöneticisinin kimi Çerkez<br />

yurttaşlarca Maraş’a çağrılması, Bolu dolaylarında alınan gü<strong>ve</strong>nlik önlemleri<br />

<strong>ve</strong> ulusal savaşıma karşı olduğu bildirilen Gebze Kaymakamının değiştirilmesi<br />

gibi konulara değinmiştir. Yine bu bölümde, Sait Molla’nın davranışlarının<br />

başarıya ulaşmasından <strong>ve</strong> İstanbul’daki örgütün aldanışına dek<br />

varan yanılgılardan yakınmakta <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nilir bir ulusalcı olan Yahya Kaptan’ın<br />

İstanbul Hükümetince yollanan askerî birlikler tarafından nasıl sorgusuz<br />

bir biçimde yakalanıp öldürüldüğünü anlatmaktadır.)<br />

Baylar, Yahya Kaptan’ın öldürüldüğüne kuşku kalmamıştı. Bu gerçek<br />

bilindikten sonra, öldürtmüş olan hükümetin, yasal kovuşturmaya girişmiş<br />

bulunması, cinayeti işleyenlerin ortaya çıkmayacağına yanıt değil<br />

miydi? Ama baylar, zaman her şeyin, her gerçeğin, tarihin içten kucağında<br />

incelenmesini sağlayacaktır.<br />

Saygıdeğer baylar, Hükümeti <strong>ve</strong> İstanbul’daki örgütümüzün başkanlarını,<br />

böyle çirkin bir cinayetin işlenmesine aracı olmaya sürükleyen<br />

nedenlerin <strong>ve</strong> etmenlerin incelenmesiyle gerçekten ders alınmaya değer<br />

sonuçlar çıkacağına inandığım içindir ki dıştan bakılınca önemsiz gibi görülebilecek<br />

olan bir olayı kanıtlara <strong>ve</strong> belgelere dayanarak açıkladım. Bu<br />

açıklamamla ulusun gözü önünde aydınlık bir inceleme ortamı doğmasına<br />

yardım edebildimse vicdan ödevlerimden birini yapmış olduğuma inanacak<br />

<strong>ve</strong> gönül rahatlığına ereceğim. Baylar, bu olayı incelerken, iki noktayı<br />

göz önünde tutmak yararlı olur!<br />

Birincisi: Sait Molla’nın üyesi ulunduğu gizli örgüt ile Gebze <strong>ve</strong><br />

Kartal dolaylarında, hepsi bu örgütten olan kişilerin <strong>ve</strong> çetelerin rollerini <strong>ve</strong><br />

bu rolleri, bizim adamlarımız <strong>ve</strong> örgütümüz yapmış gibi göstererek yurtse<strong>ve</strong>r<br />

geçinen kişileri aldatıp kandırmada gösterilen ustalık <strong>ve</strong> başarı,


116 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

İkincisi: İstanbul örgütümüzün başkanları, bize, Temsilciler Kuruluna<br />

bağlı <strong>ve</strong> onun yönerge <strong>ve</strong> bildirimlerine uygun iş görmekle yükümlü bulunuyorlardı<br />

<strong>ve</strong> ancak bu yükümlülüğü, açık yürekle yaparak genel amaç<br />

yönünde tam uygunlukla yürümenin en büyük olasılık olabileceğini kabul<br />

etmeleri gerekirdi. Oysa bu kişiler, kendi akıl <strong>ve</strong> tutumlarını, Temsilciler<br />

Kurulunun uyarmaları karşısında yüksek görmekten vazgeçememişler <strong>ve</strong><br />

bağımsız olarak çalışmalarına engel olunmasını, onur işi yaparak sinirlenmişler<br />

<strong>ve</strong> bu yanlış duygunun etkisi altında, aldatılmaya kadar varmışlardır.<br />

(Atatürk, burada Yahya Kaptan’ın eşinden gelen tele <strong>ve</strong> bunun yürekleri<br />

dağlayan bir tel olduğuna değinmekte <strong>ve</strong> sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, Yahya Kaptan sorununa 20 Kasım <strong>1919</strong> günündeki olaylar<br />

dolayısıyla dokunduk. Gene olaydan yer <strong>ve</strong> zaman bakımından çokça<br />

uzaklaşarak Yahya Kaptan olayının açıklanmasını bütünlemek zorunda<br />

kaldık. Şimdi, izin <strong>ve</strong>rirseniz bıraktığımız yere dönerek olayları izleyelim.<br />

Ankara-Eskişehir demiryolunun işletilmesine Anlaşma Devletlerince<br />

engel olunmuştu. Bu yolun işletilmesi için, Anlaşma Devletleri temsilcilerine,<br />

sert bir protesto notası <strong>ve</strong>rilmesi, 21 Ekim <strong>1919</strong>’da Ankara Merkez Kuruluna<br />

bildirildi. Adana örgütü kurucularının, Niğde’ye ya da Kayseri’ye<br />

gelerek, bizimle görüştükten sonra çalışmalarını sürdürmeleri sağlandı. Aydın<br />

cephelerinde, durum her gün güçleşmekte <strong>ve</strong> ağırlaşmakta olduğundan,<br />

Salih Paşa ile Amasya’da kararlaştırdığımız üzere, Donanma Derneğinin<br />

dört yüz bin lirasının bu cephelere <strong>ve</strong>rilmesini Milli Savunma Bakanına<br />

yazdık. Bu cephelerde savaşanlara, silah <strong>ve</strong> cephane <strong>ve</strong>rilmesini <strong>ve</strong><br />

cephenin makineli tüfek <strong>ve</strong> topçu birlikleriyle desteklenmesini, Konya’daki<br />

12. Kolordu Komutanından rica ettik. Baylar, Fransızlar, Bandırma-Soma<br />

demiryolunu sözde denetlemek için Bandırma’ya bir birlik çıkarmışlardı.<br />

Gü<strong>ve</strong>nliği çok iyi olan Bandırma’ya, asker çıkarmaya hakları olmadığı<br />

apaçıktı. Bu noktaya 24 Kasım <strong>1919</strong>’da 14. Kolordu <strong>ve</strong> 56. Tümen Komutanlarının<br />

dikkatlerini çektik.<br />

Yabancı subaylar, Aydın cephelerinde dolaşarak propaganda yapıyorlar<br />

<strong>ve</strong> durumu anlıyorlardı. Bu gibi subayların cephedeki birliklerle ilişki<br />

kurmalarına meydan <strong>ve</strong>rilmemesini <strong>ve</strong> resmî olarak hükümete başvurmalarını;<br />

eğer Ulusal Güçler için bir söyleyecekleri olursa, merkez kurullarımız<br />

aracılığıyla bize başvurmaları gerektiğinin kendilerine bildirilmesini <strong>ve</strong> propaganda<br />

yapanlar bulunursa, gözaltında bölgeden çıkarılmalarını <strong>ve</strong> kesin<br />

zorunluluk olursa, cephede görülecek Anlaşma askerlerine karşı da silah<br />

kullanılmasını cepheye bildirdik.<br />

Baylar, biz, İzmir halkının da eylemli olarak seçimlere katılmasını<br />

sağlamak istiyorduk <strong>ve</strong> o yolda çeşitli araçlarla isteğimizi duyuruyorduk.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 117<br />

Ancak Yunanlılar, elbette buna engel oluyorlardı.29 Kasım <strong>1919</strong> günü, bu<br />

davranışı Anlaşma Devletleri temsilcileri ile yansız elçilikler katında protesto<br />

ettik <strong>ve</strong> bunu, o sırada İzmir Telgraf <strong>ve</strong> Posta Başmüdürü bulunan Ethem<br />

Bey’e yazarak İzmir halkına da duyurmak istedik.<br />

Baylar, belki birçoklarınız anımsarsınız. İşgal zamanında, Adana’da,<br />

Ferda adında, Ulusal Güçlere karşı, bir yabancı gazetesi yayımlanıyordu.<br />

Bu gazete, yalnızca Anadolu halkını aldatmak <strong>ve</strong> yanlış yola sürüklemek<br />

amacıyla çıkıyordu <strong>ve</strong> sütunları bizi kötüleyen uydurma yazılarla doluydu.<br />

Elbette, bu gazetenin Anadolu’nun içerlerine sokulmasını yasak ettik.<br />

Ancak, bu gazetenin, yurtta okunmasını elbette yararlı bulan, Ali Rıza<br />

Paşa Hükümetinin İçişleri Bakanı <strong>ve</strong> Cemal Paşa’nın temiz olduğuna birçok<br />

kez tanıklık ettiği Damat Şerif Paşa, Ferda gazetesinin, bu ağı saçan<br />

paçavranın, yurda serbestçe sokulmasına engel olunmaması için buyruklar<br />

<strong>ve</strong>rmişti. Bundan dolayı, Şerif Paşa’nın arkadaşı Cemal Paşa’nın, 3 Aralık<br />

<strong>1919</strong>’da dikkatini çekmeyi gerekli bulduk.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 119<br />

BÖLÜM III<br />

ULUSAL DİRENİŞİN ANKARA’DA TOPLANMASI<br />

III.1. ANKARA’NIN DİRENİŞ MERKEZİ OLMASI<br />

Baylar, Mebuslar Meclisinin İstanbul’da toplanmasını önleyememek<br />

zorunluluğu üzerine, İstanbul’da toplanacak Mecliste, “yurdun bütünlüğünü,<br />

devletin <strong>ve</strong> ulusun bağımsızlığını gü<strong>ve</strong>n altına alma amacımızı korumak<br />

<strong>ve</strong> savunmak için birleşik <strong>ve</strong> dayançlı bir grup oluşturmayı” tek çözüm<br />

olarak düşündük. Bunun sağlanması için, bildiğiniz gibi, 18 Kasım<br />

<strong>1919</strong> günlü yönerge <strong>ve</strong> genelgede, millet<strong>ve</strong>killerinin belli yerlerde grup<br />

grup toplanarak, görüşecekleri önemli noktalardan biri olarak bu konuyu<br />

ele almıştık.<br />

Gene o zaman, düşündük ki bu grubun kurulmasını sağlamak için,<br />

her sancaktan birer millet<strong>ve</strong>kilini Eskişehir’e çağıralım. Eskişehir üzerinden<br />

trenle İstanbul’a gidecek millet<strong>ve</strong>killerini de çağıracağımız millet<strong>ve</strong>killeriyle<br />

birleştirelim <strong>ve</strong> kendimiz de Eskişehir’e giderek, genel bir toplantı yaparak,<br />

işleri enine boyuna görüşelim. Bu arada, İstanbul’da millet<strong>ve</strong>killerinin gü<strong>ve</strong>nliğiyle<br />

ilgili önlemleri de söz konusu etmek istiyorduk. Ancak bundan<br />

sonra açıklayacağım nedenlerle, bu toplantıyı Ankara’da yapmayı yeğledik.<br />

Daha bir ay kadar Sivas’ta kaldıktan sonra artık Ankara yolunu tuttuk.<br />

Ankara’ya gelişimizi 27 Aralık <strong>1919</strong> günlü, şu açık bildirimle her yere duyurduk:<br />

Sivas’tan Kayseri yoluyla Ankara’ya gitmek üzere yola çıkan Temsilciler<br />

Kurulu, bütün yol boyunca <strong>ve</strong> Ankara’da, büyük ulusumuzun sıcak<br />

<strong>ve</strong> içten yurtse<strong>ve</strong>rlik gösterileri içinde bugün buraya geldi. Ulusumuzun<br />

gösterdiği birlik <strong>ve</strong> kararlılık, ülkemizin geleceğini gü<strong>ve</strong>n altına alma konusundaki<br />

inancı sarsılmaz bir biçimde destekleyecek niteliktedir.<br />

Şimdilik Temsilciler Kurulu merkezi Ankara’dadır. Saygılarımızı sunarız<br />

efendim.<br />

Temsilciler Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal


120 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

2 Ocak 1920 günü, Derneğin merkez kurullarına, Hacıbektaş’ta<br />

Çelebi Cemalettin Efendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e ayrıca bir bildirim<br />

yaptık. Bu bildirimimizin içindekiler <strong>ve</strong> yazılış biçimi şöyleydi:<br />

… Yolculuğumuz sırasında görüp incelediklerimiz bizlere, gerçek<br />

koruyucu Ulu Tanrı’nın yardımıyla gerçekleşen ulusal birliğimizin dayanağı<br />

olan Ulusal Örgütün kök salmış <strong>ve</strong> ulusun <strong>ve</strong> ülkenin geleceğini kurtarmak<br />

için gerçekten gü<strong>ve</strong>nilir bir güç <strong>ve</strong> erk durumuna gelmiş olduğunu sevinçle<br />

gösterdi.<br />

Dış durum, bu ulusal dayanç <strong>ve</strong> birlik sayesinde, Erzurum <strong>ve</strong> Sivas<br />

Kongresi ilkelerine göre, ulusun <strong>ve</strong> yurdun çıkarına el<strong>ve</strong>rişli bir yola girmiştir.<br />

Kutsal birliğimize, dayanç <strong>ve</strong> inancımıza gü<strong>ve</strong>nerek yasal isteklerimizin<br />

elde edileceği güne değin, direnerek çalışılması <strong>ve</strong> bu bildirimimizin<br />

köylere varıncaya dek bütün ulusa duyurulması rica olunur.<br />

Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Haklarını Savunma Derneği<br />

Temsilciler Kurulu Adına<br />

Mustafa Kemal<br />

Baylar, Temsilciler Kurulu merkezinin, Ankara’ya taşınması düşüncesi<br />

oldukça eski idi. Bu düşünce, ilk olarak ortaya atıldığı sıralarda, Kâzım<br />

Karabekir Paşa’dan gelmiş olan bir teli olduğu gibi burada bildireceğim:<br />

Üçüncü Kolordu Komutanlığına,<br />

Erzurum’dan, 3 Ekim <strong>1919</strong><br />

Temsilciler Kuruluna: Ulusal Güçleri temsil eden yüksek Kurulun,<br />

değil Ankara’ya gitmek, Sivas’ın batısına bile geçmemesi düşüncesindeyim.<br />

Çünkü doğu illerinin Ulusal Güçleri olan kurulun, bütün bütün uzaklaşması,<br />

dolayısıyla bu illerin örgütsüz kalmasına yol açacaktır. Bundan<br />

başka, şimdiye değin tam yasal <strong>ve</strong> mantıklı olarak yönetilmekte olan ulusal<br />

eylemin, öteden beri her zaman her girişimimizi kötü görmek <strong>ve</strong> göstermek<br />

isteyen düşmanlarımızın yaptıklarını göz önünde tutarak belli bir yerde korunması<br />

için Temsilciler Kurulunun Sivas’tan batıya geçmemesi düşüncesinde<br />

bulunduğumu bilgilerinize sunarım.<br />

On Beşinci Kolordu Komutanı<br />

Kâzım Karabekir<br />

Böyle bir telin, gerçek olamayacağı yargısına varmak istedim. Ancak<br />

ne çare ki bu gizli tel, Erzurum’dan, Sivas’taki Üçüncü Kolorduya çekilmiştir.<br />

Açılan gizli telin altında (Açıldı. Fethi 4-5 Ekim) yazısı <strong>ve</strong> imzası<br />

olduğu halde Üçüncü Kolordudan bize gönderilmiştir.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 121<br />

Baylar, Kâzım Karabekir Paşa, çağrımız üzerine Sivas’a geldikten<br />

<strong>ve</strong> bizimle görüştükten sonra kuşkusuz, bu telle önceden bildirdiği düşünce<br />

<strong>ve</strong> görüşün yerinde olmadığını görmüş olacaktır. Ancak, bu düşünce <strong>ve</strong> görüşteki<br />

yanlışlığı anlamak için, ille yüz yüze gelip görüşmeye hiç de gereklik<br />

olmayacağı apaçık bir şeydir. Bu düşünce <strong>ve</strong> görüşün dayandığı nedenlere,<br />

şöylece bir göz atmak, onların yanlışlığını anlamaya yeter sanırım. Başta<br />

Temsilciler Kurulunun yalnız doğu illerinin Ulusal Güçleri olmadığı ya da<br />

o örgütleri temsil etmediği <strong>ve</strong> belki bütün ülkenin –Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli’nin-<br />

Ulusal Güçlerini temsil ettiği çoktan bilinmeliydi. Özellikle, bu nokta üzerinde,<br />

günlerce süren telgraf başı tartışmaları olmuştu. Bir de Temsilciler<br />

Kurulunun Sivas’tan Ankara’ya taşınması, doğu illerinin örgütsüz kalmasını<br />

gerektirecek bir etmen olamazdı. Temsilciler Kurulunun, doğu illerine Sivas’tan<br />

telle <strong>ve</strong>rdiği buyrukları <strong>ve</strong> yönergeleri, Ankara’dan da eskisi gibi<br />

<strong>ve</strong>rilebileceği kuşku götürmezdi. Ancak Temsilciler Kurulunun, doğu illerinden<br />

daha çok Batı illerine, İstanbul’a yakın bulunmasını gerektiren <strong>ve</strong><br />

haklı gösteren mantıklı nedenler, elbette çoktu. Öncelikle, batı <strong>ve</strong> güneybatı<br />

illerimizden, eylemli olarak düşman eline geçmiş olanlar vardı. Bu illerimize<br />

giren düşman karşısında, sağlam savunma cepheleri kurmak <strong>ve</strong> onların<br />

güçlendirilmesini sağlamak gerekti. Oysa doğu illerimizde, böyle acıklı<br />

bir durum yoktu. Kesin olarak yakın bir eylemli tehlike de doğabileceğe<br />

benzemiyordu. Uzak bir olasılığa göre, sözgelimi doğudan Ermenilerin eylemli<br />

bir saldırıda bulunacağı kabul olunsaydı bile, onun karşısında Ulusal<br />

Güçler ile güçlendirilmesi kararlaştırılmış olan, kendilerinin komutasında<br />

15. Kolordu hazır bulunuyordu. Ancak, İzmir cephelerine, türlü yöntemde<br />

komutanlıklar, türlü nitelikte güçler <strong>ve</strong> türlü türlü olumsuz kaynaklardan<br />

gelen dokuncalı etkiler vardı. Adana’ya giren düşmanlara karşı daha cephe<br />

kurulamamıştı.<br />

Şu durumda yol <strong>ve</strong> yöntem odur ki genel durumu yönetip yürütme<br />

sorumluluğunu yüklenenler, en önemli hedefe <strong>ve</strong> en yakın tehlikeye, elden<br />

geldiğince yakın yerde bulunurlar. Yeter ki bu yaklaşma, genel durumu<br />

gözden uzak bırakacak ölçüde olmasın! Ankara, bu koşulları üzerinde toplayan<br />

bir noktaydı. Her halde cephelerle ilgileneceğiz diye Balıkesir’e, Nazilli’ye<br />

ya da Karahisar’a gitmiyorduk. Ancak cephelere <strong>ve</strong> İstanbul’a demiryolu<br />

ile bağlı <strong>ve</strong> genel durumu yönetme bakımından Sivas’tan hiçbir<br />

ayrılığı olmayan Ankara’ya gelecektik. Mebuslar Meclisinin İstanbul’da toplanması<br />

zorunlu görüldükten sonra ise, Ankara’ya gelmenin ne kadar yerinde<br />

<strong>ve</strong> yararlı sayılması gerektiğini açıklamayı gerekli görmem.<br />

Baylar, Temsilciler Kurulunun Ankara’ya taşınmaması için nedenler<br />

ortaya konulurken, bu arada hele “Öteden beri her zaman her girişimimizi<br />

kötü görmek <strong>ve</strong> göstermek isteyen düşmanlardan” söz edilmiş olmasına<br />

hiçbir anlam <strong>ve</strong>remedim. Gerçekten, kendisinin dediği gibi düşmanlar


122 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

bizim hangi davranışımızı, hangi girişimimizi iyi görmüşlerdir ya da görebilirler<br />

ki ona göre davranalım! Eğer, bu düşünce <strong>ve</strong> görüşe yol açan: “İstanbul’da<br />

ulusal isteğe uygun davranan bir Ali Rıza Paşa Hükümeti vardır.<br />

Mebuslar Meclisi de orada toplanarak ulusun <strong>ve</strong> ülkenin yazgısını denetlemeye<br />

başladıktan sonra, Temsilciler Kurulunun batı cepheleriyle, Mebuslar<br />

Meclisi ile ilgi <strong>ve</strong> ilişki kurmasına ne gereklik kalır. Öyle ise, Temsilciler Kurulunun<br />

yalnız doğu illerinin örgütleri ile ilgilenmesi <strong>ve</strong> bununla yetinmesi<br />

daha yerinde <strong>ve</strong> daha yararlı olmaz mı?” gibi bir düşünce <strong>ve</strong> görüş idiyse,<br />

bir ölçüye dek, üzerinde durulabilir. Ancak böyle olunca da genel durumu<br />

<strong>ve</strong> olaylarla koşulların gerçek yüzünü görüşte <strong>ve</strong> anlayışta Temsilciler Kurulu<br />

ile Kâzım Karabekir Paşa arasında doldurulamayacak bir hendek olduğunu<br />

kabul etmek gerekir. Temsilciler Kurulunun Ankara’ya gelmesini<br />

düşmanlar kötü görecektir, noktasında çok durularak belki, ileri sürülmüş<br />

olan düşünce <strong>ve</strong> görüşün kaynağı <strong>ve</strong> kökeni daha iyi kavranabilirse de bizim<br />

şimdilik buna ayıracak zamanımız yoktur.<br />

Baylar, bundan önce söylediğim gibi, bir iki günlük bir toplantı <strong>ve</strong><br />

görüşme isteğiyle, millet<strong>ve</strong>killerini çağırmak için ilk yazdığımız telde –ki bu<br />

tel örneğini, bir resmî yazı biçiminde, basılı olarak da postayla göndermiştik-<br />

amaç bildirildikten sonra “Temsilciler Kurulunun bulunacağı bir yerde<br />

toplanılacak, toplantı zamanı ise, gönderilecek millet<strong>ve</strong>killerinin adları <strong>ve</strong><br />

adresleri belli olduktan sonra haberleşerek kararlaştırılacaktır. Temsilciler<br />

Kurulu, kısa sürede İstanbul’a yakın bir yere gidecektir.” denilmişti.<br />

Ankara’ya varışımızda, Ankara-Eskişehir demiryolu işlemeye başlamış<br />

olduğundan, önceki bildirimimize 29 Aralık <strong>1919</strong> gününde yaptığımız<br />

bir ekte, millet<strong>ve</strong>killeriyle görüşme yeri olarak Ankara’yı gösterdik <strong>ve</strong><br />

genelge ile bildirdik. Bu genelgenin bir maddesi de öteki millet<strong>ve</strong>killerinden<br />

olabildiğince çok kişinin görüşmelere katılmasının pek çok istenmekte olduğu<br />

yolundaydı.<br />

Baylar, sonucunun pek çok yararlı olacağını umduğumuz bu iyicil<br />

<strong>ve</strong> yurtse<strong>ve</strong>rce girişimin bile, İstanbul Hükümeti üyelerince önüne çıkıldığını<br />

bilginize sunarsam şaşmazsınız sanırım. İzin <strong>ve</strong>rirseniz, bu noktayı biraz<br />

açıklayayım; biz millet<strong>ve</strong>killerini, Ankara’ya çağırırken, onlar da birtakım<br />

kişilerin bu çağrıya gelmemelerini <strong>ve</strong> tasarlanan toplantının yapılmamasını<br />

sağlamak için, karşı önlem alıyorlar <strong>ve</strong> girişimde bulunuyorlarmış. Kimi<br />

millet<strong>ve</strong>killerinin çektikleri teller üzerine bu işi anladık.<br />

(Atatürk burada, Aydın Millet<strong>ve</strong>kili Hüseyin Kâzım tarafından İstanbul’a<br />

çağrıldıklarını bildiren Burdur Millet<strong>ve</strong>kili Hüseyin Baki <strong>ve</strong> Akdağmadeni<br />

Millet<strong>ve</strong>kili Bahri’nin yolladığı birbirine benzer tellere yer <strong>ve</strong>rmektedir.<br />

Atatürk bunlara yanıt olarak bu çağrılarla kendilerinin bir ilgisi<br />

olmadığını açıklamış <strong>ve</strong> bu açıklamayı tüm millet<strong>ve</strong>killerine göndermiştir.)


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 123<br />

30 Aralık <strong>1919</strong> günlü bir gizli telle de İstanbul’daki örgütümüze:<br />

“Hüseyin Kâzım Bey’in girişiminden söz ettikten sonra, bizim bildirimlerimizin<br />

kendisine duyurulmasını <strong>ve</strong> görüşmelere katılmak istiyorsa tez elden<br />

Ankara’ya buyurup gelmeleri gerektiğinin anlatılmasını” bildirdik.<br />

Baylar, biz, İstanbul’daki örgütümüzden haber beklerken, karşımıza<br />

bir kişi çıktı. Bunun kim olabileceğini kestirmede güçlük çekmezsiniz, sanırım.<br />

Bildiğiniz gibi, hem bizim İstanbul’da delegemiz hem de bakan olan<br />

bir kişi… Cemal Paşa… E<strong>ve</strong>t, 1 Ocak 1920 günlü şu tel “Milli Savunma<br />

Bakanı Cemal Paşa” imzasıyla geliyordu.<br />

(Bu telde beş maddelik bir önerge bulunmaktadır. Bu önergeye<br />

göre, Ankara’ya çağrılan millet<strong>ve</strong>killerinin İstanbul’a gelmeleri gerektiği <strong>ve</strong><br />

Ankara’da toplanma kararının doğru olmadığı belirtilmektedir.)<br />

Baylar, böyle bir davranma <strong>ve</strong> bildiride bir içtenlik <strong>ve</strong> soyluluk görüyor<br />

musunuz? İlkin, bizim, millet<strong>ve</strong>killeriyle toplanma kararımız <strong>ve</strong> bununla<br />

ilgili bildirimiz, bundan bir buçuk ay öncesinden beri bilinmekteydi.<br />

Eğer bu girişimimiz, yurt yararına gerçekten uymaz <strong>ve</strong> sakıncalı görülmüş<br />

idiyse, güdülen ulusal amaçta bizimle birlik olduklarını ileri sürmekte bulunan<br />

bayların <strong>ve</strong> Hükümetin, bizim çağırdığımız millet<strong>ve</strong>killerine, İstanbul’a<br />

gelmeleri için tel çekmeden önce bizimle anlaşmaları; hiç olmazsa düşüncelerinden<br />

<strong>ve</strong> girişimlerinden bize bilgi <strong>ve</strong>rmeleri gerekmez miydi? Böyle<br />

yapmayıp da doğrudan doğruya İstanbul’a gidişlerini çabuklaştırmak için<br />

Denetleme Kurulu Başkanlıkları aracılığıyla Şeyh Muhsini Fâni’nin 47 <strong>ve</strong><br />

İçişleri Bakanının imzalarıyla, taşradaki millet<strong>ve</strong>killerini sıkıştırıp şaşırtmak<br />

<strong>ve</strong> olupbittiler yaratarak bizim girişimimizi sonuçsuz bırakmaya kalkışmak<br />

doğru muydu?<br />

İkincisi Baylar, seçimi yenileme işi aylarca <strong>ve</strong> aylarca yapılmayıp<br />

tüzeye göre belli süre çoktan geçirilmiş olduğu sıralarda hiç de tez canlılık<br />

göstermeyi aklına getirmeyen bu baylar, bizim Erzurum’dan, Sivas’tan beri<br />

yaptığımız sonu gelmez girişim <strong>ve</strong> çalışmalarımızın bir başarısı olarak gerçekleştirilen<br />

yeni seçimlerden sonra, ayrıca araya girip izleyerek her birinin<br />

millet<strong>ve</strong>kili seçimlerini sağladıktan sonra, çok çok üç beş gün gibi az bir gecikme<br />

üzerine böyle tez canlılık göstermeli miydiler? Hele bu gecikme, büyük<br />

bir ülkenin gerçekleştirilmesi, özellikle İstanbul’da toplanma aymazlığını<br />

gösterenlerin kendi gü<strong>ve</strong>nlikleri ile ilgili önlemlerin alınması yollarını görüşmek<br />

amacıyla olursa, bu bayları bu denli i<strong>ve</strong>diye sürüklemeli miydi?<br />

Hiçbir önlem <strong>ve</strong> karar almadan, bir an önce, horlanmaya <strong>ve</strong> rezilliğe koşup<br />

gitmek neden ileri geliyordu?<br />

47<br />

Hüseyin Kâzım Kadri’nin takma adı


124 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Üçüncüsü Baylar, temiz <strong>ve</strong> lekesiz arkadaşlarını aldatarak İstanbul’da,<br />

kendilerinin içinde bulundukları tehlike <strong>ve</strong> aşağılama çemberine,<br />

onları da tez elden sokmak isteyen bu baylar, Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Haklarını<br />

Savunma Derneğinden değiller miydi? Bu ulusal derneğin üyesi bulunmuyorlar<br />

mıydı? Bir derneğin üyeleri, millet<strong>ve</strong>kili olsalar bile, derneğin liderleriyle<br />

görüşerek en sonunda saptanacak programa göre iş görmek zorunda<br />

değil midirler? Dünyanın her yerinde, bütün uygar toplumlarda bu, böyle<br />

değil midir? Bir grubun, bir partinin kendi liderleriyle görüşmesinden <strong>ve</strong><br />

ilişki kurmasından, yasama gücünün, başka güçlerin etkisi altında iş görmüş<br />

olduğu sanısının doğacağı kuruntusundan <strong>ve</strong> bunun yabancıların dikkatini<br />

çekeceğinden, niçin korkuluyordu? Bu baylar, seçimin yenilenmesini<br />

<strong>ve</strong> millet<strong>ve</strong>killerinin seçilmesini sağlamış olan örgütün etkisinde kalmış görünmeyi,<br />

yüksek onur <strong>ve</strong> özsaygılarıyla bağdaşmaz mı buluyorlardı? Millet<strong>ve</strong>killerinin,<br />

yurt içinde, güçlü bir ulusal örgüte bağlı olduklarını <strong>ve</strong> o geniş<br />

örgütün saptadığı belirli amaçlardan ayrılamayacaklarını <strong>ve</strong> her olasılığa<br />

karşı, o örgütün etkisi altında bulunduklarını, açık bir vicdan <strong>ve</strong> açık bir<br />

alınla ortaya koymanın, asıl bunun, içte <strong>ve</strong> dışta en büyük gü<strong>ve</strong>ni <strong>ve</strong> saygıyı<br />

sağlayabileceğini, bu baylar, anlamıyorlar mıydı? Ve dahası, böyle bir<br />

vicdan <strong>ve</strong> inanç sağlamlığı içinde, belirli ulusal amacı gerçekleştirme yolunda,<br />

her tehlikeyi göze almaya hazır bir durum <strong>ve</strong> davranış alınmadıkça,<br />

Meclisin, kendisinden beklenilen hizmetleri yapamayacağını anlamak,<br />

kâhinliğe mi, yoksa yapıldığı gibi, saldırı <strong>ve</strong> aşağılamaya uyuşukçasına boyun<br />

eğmeye mi bağlı idi?<br />

Bu baylar, benim, millet<strong>ve</strong>killeriyle aracısız görüşmemi istemiyorlar,<br />

Hükümet <strong>ve</strong> kimi baylar, benim, İstanbul’a gitmemi de uygun görmüyorlar.<br />

Ancak geniş yetki ile bir delegenin gönderilmesini öneriyorlar. Doğrusu<br />

bu noktadaki akıllarına <strong>ve</strong> anlayışlarına diyecek yok! Gönderdiğimiz<br />

delegeler değil miydi ki millet<strong>ve</strong>killerinin düşman pençesine girmesinde en<br />

çok etkili olanlar <strong>ve</strong> sonunda, kendilerini bile savunmak için önlem <strong>ve</strong> çözüm<br />

bulmakta güçsüz olduklarını kanıtlayanlar. Millet<strong>ve</strong>killerinin, kimseye<br />

danışmadan İstanbul’a çağrılmalarında, aldatmayı <strong>ve</strong> oldubittiye getirmeyi<br />

başaramadıktan sonra, bize bildirim yaptırmayı istemekte gösterilen yumuşaklık<br />

da pek ince değil midir Baylar?<br />

(Atatürk, Cemal Paşa’ya, önergeyi <strong>ve</strong>ren millet<strong>ve</strong>killerinin kimler<br />

olduğunu öğrenmeye yönelik tel yazmış <strong>ve</strong> yanıt olarak da bunların, Hüseyin<br />

Kâzım, Tahsin, Celalettin, Arif, Hâmit… <strong>ve</strong> başkaları olduğunu öğrendikten<br />

sonra, sözlerini şöyle sürdürmüştür:)<br />

Baylar, bize sonradan <strong>ve</strong>rilen bilgiye göre, bana tel çeken kişiler,<br />

millet<strong>ve</strong>killerinden bir topluluk değildi. Sadrazam, kendi tanıdığı Hakkı Bey<br />

adında bir kişiyi –Si<strong>ve</strong>rek millet<strong>ve</strong>kili olduğunu öğrenmesi üzerine- <strong>ve</strong> Hü-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 125<br />

seyin Kâzım Bey’i, yanına çağırarak, bana kısa bir tel yazdırmıştır. Bu teli,<br />

elden kimi kişilere imza ettirmişler. Gizli olarak gönderilmek üzere, Hakkı<br />

<strong>ve</strong> Hüseyin Beyler Cemal Paşa’ya götürmüşlerdir. Demek, beş maddelik<br />

olan <strong>ve</strong> önerge adı <strong>ve</strong>rilen telyazısı, sonradan uydurulmuştur. Aslına bakılırsa,<br />

önergeden söz edildiği halde, bunun nereye sunulduğunun bugüne<br />

değin belli olmaması da bu işte dolap <strong>ve</strong> özel erek olduğunu göstermeye<br />

yeterdi. Meclis yeni açılmış <strong>ve</strong> Meclis Başkanlığı daha görevine başlamış<br />

değildi. Bununla birlikte, Cemal Paşa’nın bu telini aldıktan sonra, şu gizli<br />

teli yazdım:<br />

Ankara, 09.01.1920<br />

Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa Hazretlerine,<br />

Hüseyin Kâzım, Tahsin, Arif, Hamit Beyefendilere,<br />

Ankara’ya gelmenin kötü yorumlara yol açacağı üzerine, Milli Savunma<br />

Bakanı Paşa Hazretleri aracılığıyla bildirilen görüşlerinizi öğrendik.<br />

Konu, yurdun <strong>ve</strong> ulusun varlığıyla ilgilidir. Ulusal Mecliste ulusal örgüte<br />

dayanan güçlü bir grup kurulmaz <strong>ve</strong> Sivas Genel Kongresi ile ulusun bütün<br />

dünyaya duyurduğu kararlar, büyük çoğunlukça bir inanç <strong>ve</strong> bir ilke olarak<br />

benimsenemezse ulusal hizmetimizin sağlayacağı başarı boşa gider. Ülke<br />

bir felakete uğrayabilir. Bundan dolayı, birtakım vatansız <strong>ve</strong> dinsizlerin<br />

propagandaları bizim için uyulacak ilke olamaz. Amaç ulusun esenliği <strong>ve</strong><br />

yurdun kurtuluşudur. Bir iki günlüğüne buyurmanız <strong>ve</strong> karşılıklı görüşülerek<br />

ülkü birliğine varmamız bizce pek önemlidir. Buna göre tutulacak yolun<br />

seçilmesi yüksek görüşünüze bağlıdır. Saygılarımızı sunarız efendim.<br />

Temsilciler Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal<br />

Saygıdeğer Baylar, İstanbul’un değindiğimiz <strong>ve</strong> açıkladığımız can<br />

sıkıcı durumuyla uğraşırken, yurdun doğu ucunda da bir yalancı peygamberin<br />

ortaya çıkardığı önemlice <strong>ve</strong> kanlı bir olay geçiyordu.<br />

(Atatürk burada, Bayburt’a dört saat uzaklıktaki Hart köyünde,<br />

kendisini Mehdi ilan eden Şeyh Eşref’in halka Şiilik propagandası yaptığını,<br />

engel olunmak istenilince de gü<strong>ve</strong>nlik güçleriyle silahlı çatışmaya girdiğini<br />

<strong>ve</strong> sonunda Halit Bey komutasındaki 9. Tümen tarafından yok edildiğini<br />

anlatmakta <strong>ve</strong> sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, Milli Savunma Bakanlığı ile Temsilciler Kurulu arasında,<br />

sürüp giden bir sorun vardı. Bakan Paşa, İstanbul’da bulunan generalleri,<br />

kolorduların başına <strong>ve</strong> albayları, tümenlerin başına geçirmek istiyordu.<br />

Öteki üstsubaylarla subayları da Anadolu’daki birliklere göndereceğinden<br />

söz ediyordu. Bu isteği, bir ilke olarak ileri sürmüş <strong>ve</strong> uygulanmasını da


126 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Milli Savunma Bakanlığı Eski Müsteşarı Ahmet Fevzi Paşa’yı, Ankara’da<br />

Ali Fuat Paşa’nın yerine 20. Kolordu Komutanlığına <strong>ve</strong> Nurettin Paşa’yı<br />

da, Konya’da Albay Fahrettin Bey’in yerine 12. Kolordu Komutanlığına<br />

atamakla bir oldubittiye getirmek istemişti. Bu yöntem izlenip uygulandığında,<br />

Genel Savaşta, yetişmiş <strong>ve</strong> kolordu <strong>ve</strong> tümen komutanlıklarına yükselmiş<br />

ne kadar genç general <strong>ve</strong> üstsubay varsa, hiç kuşku yok, bunların<br />

tümü bu görevlerden uzaklaştırılmış olacaklardı. Çünkü İstanbul’da toplanmış<br />

eski general <strong>ve</strong> üstsubaylar, kıdem <strong>ve</strong> rütbe bakımından, ordudaki<br />

büyük birliklerin başında bulunan genç komutanlardan önde idiler. Biz,<br />

hiçbir zaman bu ilkeden yana olamazdık. Özellikle, içinde bulunduğumuz<br />

koşullar unutularak, böyle yanlış işlerin yapılmasına olur diyemezdik. Bunun<br />

için, Cemal Paşa’ya her zaman görüşümüzü <strong>ve</strong> atanan yeni kolordu<br />

komutanlarının gönderilmemeleri gerektiğini bildiriyorduk.<br />

Fahrettin Paşa, kolordusunun başında bulunarak, Aydın cephesine<br />

yardım etmeye <strong>ve</strong> destek olmaya çalışıyordu. Ali Fuat Paşa, Ferit Paşa zamanında<br />

görevden alınmıştı. Cemal Paşa, o haksız işlemi düzeltmek istememişti.<br />

20. Kolorduya, Ankara’da bulunan 24. Tümen Komutanı Yarbay<br />

rahmetli Mahmut Bey, <strong>ve</strong>kil olarak komuta ediyordu. Ali Fuat Paşa, hem<br />

Ulusal Güçlerin Komutanlığını yapıyor hem de gerçekte kolordusunu elinde<br />

tutuyordu. Biz, kolordu <strong>ve</strong> tümen gibi birliklerde komuta değişikliğini<br />

kabul etmemeye; özellikle ulusal isteklere uymuş <strong>ve</strong> o yolda çalışan kişilikleri<br />

belli komutanları, böyle boş <strong>ve</strong> nasıl bir özel amaca dayandığı bilinmeyen<br />

bir ilke için elden çıkarmamaya kesin olarak karar <strong>ve</strong>rdik. Yalnız, İstanbul’da<br />

bulunan genç <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>rili subayların <strong>ve</strong> doktorların, bir an önce<br />

Anadolu’ya, ordu birliklerine gönderilmelerini yararlı buluyor <strong>ve</strong> istiyorduk.<br />

(Atatürk, isteğinde direnen Cemal Paşa’ya yazdığı yanıtta; savaşta<br />

çalışarak yükselmiş kişilerin ast duruma düşmelerinin yerinde olmadığını<br />

<strong>ve</strong> bu gibi girişimlerin ulusal birliğin bozulmasına neden olacağını belirterek<br />

değişikliğe kesinlikle yer olmadığını bildirmiştir.)<br />

Baylar, bu konu üzerinde Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli’de bulunan bütün<br />

komutanlarla yazışmalar yaparak, dikkatlerini çekmiştim. Ocak ayı başında,<br />

Ankara’da bulunan Fuat Paşa’ya olduğu gibi, Konya’da bulunan Fahrettin<br />

Paşa’ya da “Nurettin Paşa atanacak olursa, komutayı bırakmayarak<br />

eskisi gibi ulus <strong>ve</strong> yurt görevinizi sürdürmeniz gerekmektedir. Şu durumda,<br />

bu konuda yapılacak bildirimlerden zamanında bize bilgi <strong>ve</strong>riniz.” diye<br />

buyruk <strong>ve</strong>rdim.<br />

Cemal Paşa Ocak ayı başlarında, o sırada Milli Savunma Bakanlığı<br />

başya<strong>ve</strong>ri olan Salih Bey’i -8. Kolordu Komutanı Salih Paşa’dır.- iki mektubunu,<br />

bu mektuplara ekli olarak Anlaşma Devletleri olağanüstü temsilcilerinin<br />

<strong>ve</strong>rdikleri 24 Aralık <strong>1919</strong> günlü ortak bir nota <strong>ve</strong> bu notaya hükü-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 127<br />

metin <strong>ve</strong>rdiği yanıt örneği ile Ankara’ya gönderdi. Cemal Paşa bu mektuplarında<br />

da komuta değişikliği <strong>ve</strong> yapılacak düzenlemeler konusundaki ilkesinden<br />

<strong>ve</strong> komutanlığa atadığı Ahmet Fevzi <strong>ve</strong> Nurettin Paşaların görev<br />

yerlerine gitmelerini sağlamak zorunluluğundan söz ediyor <strong>ve</strong> özellikle<br />

“Ordunun önemli komuta görevlerinde, son ulusal harekete açıkça katılmış<br />

kişilerin doğrudan doğruya <strong>ve</strong> resmî olarak bulunmaları, dışarıya <strong>ve</strong> özellikle<br />

yabancılara karşı orduda siyasetin hüküm sürdüğü görünümünü <strong>ve</strong>rir<br />

<strong>ve</strong> bu da her halde kötü etki yapar. Bakanlık, eylemli olarak bu etkilerin<br />

baskısı altındadır” diyordu <strong>ve</strong> görevinden yine çekileceğini bildiriyor <strong>ve</strong> bu<br />

kez, şu duruma göre artık Mebuslar Meclisinin toplanmasının gerçekleşmez<br />

bir düş olacağını haber <strong>ve</strong>riyordu.<br />

Baylar, bu konuda <strong>ve</strong>rdiğim yanıtları şöylece özetleyebilirim: “Düşüncelerimizin<br />

yerinde olduğu yolundaki inancımızı yeniden bildiririz. Ferit<br />

Paşa’nın kötülüklerinin sonucu olan, Aydın cephesinin <strong>ve</strong> bölgesinin <strong>ve</strong><br />

oralardaki Ulusal Güçlerin şimdiki durumunu <strong>ve</strong> geleceğini, son derece ilgiyle<br />

dikkate alıyoruz. Gelecek için umut <strong>ve</strong>rici bir durumun sağlanmasını<br />

düşünüyoruz. Ali Fuat Paşa’nın, devlet gözünde olsun, kamunun gözünde<br />

olsun, her türlü eleştiriden uzak bulunduğu kanısının unutulmaması ana<br />

koşuldur. Ulusal eylem sırasında, her nasıl olursa olsun ileri atılmış olanların,<br />

görevlerinin <strong>ve</strong> durumlarının değiştirilmesi, öz<strong>ve</strong>rilerinin suç sayıldığı<br />

yolunda yorumlanır. Bu, bizim değişmez zorunlu görüşümüze göre, hiç de<br />

uygun sayılamaz. Hükümetin olabilir saydığı siyasal sakıncaları ortadan<br />

kaldırmak için gerekli her şey yapılmıştır. Ahmet Fevzi Paşa, bizimle işbirliği<br />

yapacak yeterlikte değildir. Ahmet Fevzi Paşa’nın özel görevle gezip dolaşırken<br />

söylediği mantıksız sözlerini bildirmiştik. Bunu ummam, diye buyurmuştunuz.<br />

Ahmet Fevzi Paşa’nın, arkadaşlara yazdığı özel bir gizli telde,<br />

ordu, bugünkü başıbozuk durumunda kaldıkça ülke için yüzde yüz yıkım<br />

olacaktır, diyor. Bu adam, ordunun ulusal örgüte yardımcı olma durumunu<br />

başıbozukluk sayıyor. Oysa bilmek gerekir ki ordu, ulusal örgütün kadrosu<br />

dışında değildir; belki onun ruhu <strong>ve</strong> temelidir. Ahmet Fevzi Paşa’nın<br />

Gönen’de ilk olarak yaptığı iş, Anzavur olayından dolayı bin güçlükle ele<br />

geçirilen cana kıyıcıların salı<strong>ve</strong>rilmelerini istemek olmuştur. Bizimle görüşmeden<br />

atadığınız iki kişinin, kabul edilmeyeceği yolundaki zorunlu <strong>ve</strong> haklı<br />

düşüncelerimiz üzerine, ortaya bir onur sorunu çıkarmayınız. Bu, yurda <strong>ve</strong><br />

ulusa bağlılıkla bağdaştırılamaz. “Görevinizden çekilirseniz, Mebuslar Meclisinin<br />

toplanmasının gerçekleşmez biz düş olacağı” yolundaki sözlerinizden,<br />

Sadrazamla birlikte bütün hükümetin, meşrutiyetiyle yönetime karşı<br />

olduğu anlaşılmaktadır. Pek önemli olan bu noktanın tam olarak açıklanması<br />

rica olunur.


128 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, şimdi, Başya<strong>ve</strong>r Salih Bey eliyle gönderildiğini bildirdiğim,<br />

Anlaşma Devletleri olağanüstü temsilcilerinin, Ali Rıza Paşa Hükümetine<br />

<strong>ve</strong>rdikleri ortak notadan biraz söz edeyim:<br />

Fransa, Büyük Britanya <strong>ve</strong> İtalya Olağanüstü Komiserleri; Karadeniz<br />

Ordusu Başkomutanı Sayın Corc Miln (George Milne) ile Osmanlı Milli<br />

Savunma Bakanı arasında yapılan birtakım yazışmalara, Osmanlı Hükümetinin<br />

dikkatini çektikten sonra, “Bu yazışmalardan açıkça anlaşılıyor ki<br />

Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa, Karadeniz Ordusu Başkomutanının,<br />

Paris’teki Yüksek Kurul kararlarına uyarak, <strong>ve</strong>rdiği yönergeyi uygulayacak<br />

yerde, yüksek görevinin gerektirdiği sorumluluktan kaçınarak, kabul edilmeyecek<br />

birtakım özürler <strong>ve</strong> nedenler ileri sürmüştür. Olağanüstü Komiserler,<br />

Milli Savunma Bakanının bu davranışından doğacak kötü sonuçlar<br />

üzerine, Osmanlı Hükümetinin dikkatini çekmekle birlikte, Karadeniz Ordusu<br />

Başkomutanının bildirdiği konferans kararını uygulamak için ne gibi<br />

önlemler almayı düşündüğünü öğrenmek isterler. Olağanüstü Komiserler,<br />

olayı öğrenen Anlaşma Devletleri Yüksek Kurulunu aydınlatmak üzere,<br />

Yüksek Kurul adına <strong>ve</strong>rilen buyrukları Milli Savunma Bakanının yerine getirmemesi<br />

karşısında Osmanlı Hükümetinin görüşlerini hemen bildirmesini<br />

isterler.” diyorlar.<br />

Baylar, Osmanlı Hükümeti, bu notaya <strong>ve</strong>rdiği yanıtta: “İzmir’e Yunanlıların<br />

nasıl girdiğini, Karma Komisyonun nasıl soruşturma yaptığını <strong>ve</strong><br />

soruşturmaya değin geçen zaman içinde, Yunan yırtıcılığı karşısında, halkın<br />

nasıl canını kurtarma <strong>ve</strong> namusunu koruma kaygısına düştüğünü; Hükümetle<br />

ordunun her zaman Soruşturma Komisyonunun adaletine <strong>ve</strong> insafına<br />

gü<strong>ve</strong>ndiğini <strong>ve</strong> yalnız akan kanları, geçici de olsa dindirmek için, Osmanlı<br />

Milli Savunma Bakanlığının, General Miln Cenaplarına 23 Ağustos<br />

<strong>1919</strong> günlü yazı ile öneride bulunmuş olduğunu bildiriyor <strong>ve</strong> bu önerinin,<br />

Yunan birlikleriyle Ulusal Güçler arasına Osmanlı birlikleri yerleştirmek olduğunu<br />

ancak bu önerinin kabul edilmediğini” açıklıyor.<br />

Sonra; “Yunanlıların girdikleri bölgeye Yunan birliklerinden başka,<br />

Anlaşma Devletleri birliklerinin girmeleri önerisiyle ilgili, 20 <strong>ve</strong> 27 Ağustos<br />

<strong>1919</strong> günlü iki yazıya <strong>ve</strong> bunların karşılıksız kaldığına” işaret olunuyor.<br />

Bundan sonra da “General Miln Cenaplarının, kendi çizdiği sınırı gösterir<br />

yazılarının (3 Kasım <strong>1919</strong>) Milli Savunma Bakanlığına gönderilmesi noktasına<br />

değinilerek, Milli Savunma Bakanının, böyle bir yazı hükümlerini uygulamaya<br />

tek başına yetkili olmaması dolayısıyla, Hükümete başvurduğundan<br />

<strong>ve</strong> Hükümetçe de Komiserlere durumun bildirildiğinden” söz ediliyor.<br />

Daha sonra -geçici sınır çizgisine değin Yunanlıların girmesine engel<br />

olan- gücün, halk topluluğu olduğu bildiriliyor. Hükümetin <strong>ve</strong> ordunun,<br />

halkın bu tutumunu önleyemediği belirtilerek işe bir çözüm yolu bulunması


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 129<br />

bir daha rica edildikten sonra “Gerek Hükümeti <strong>ve</strong> gerek Milli Savunma<br />

Bakanlığını, sözde Yüksek Kurul kararlarını uygulamıyor gibi bir suçlamadan<br />

artık kurtarmaya iyilikse<strong>ve</strong>rlikle aracı olunması” yolundaki yalvarmalara<br />

üstün saygılar da eklenerek yanıt yazısına son <strong>ve</strong>riliyor.<br />

Saygıdeğer Baylar, şimdi de Cemal Paşa’nın mektuplarında dokunduğu<br />

noktaları işaret edeceğim. Milli Savunma Bakanı, bize Anlaşma<br />

Devletleri Komiserlerinin notasını okuturken bir yandan da öteden beri<br />

yaptırmak ya da bizi yapmaktan alıkoymak istediği noktaları bir daha bildiriyor<br />

<strong>ve</strong> pekiştiriyordu. Cemal Paşa’nın, istediklerini bu kez ileri sürer <strong>ve</strong><br />

önerirken sözü geçen notayı da okutarak, bizim ruhsal <strong>ve</strong> içsel durumumuz<br />

üzerinde etki yapmayı düşünmüş olduğunu kestirmek, bilmem doğru olur<br />

mu?<br />

Cemal Paşa, Anlaşma Devletleri’nin siyasal eğilimlerinden söz ettikten<br />

sonra, Hükümet; Vilson ilkelerine göre kabul edebileceği yenilikleri<br />

yapmaya söz <strong>ve</strong>rir nitelikte bir bildiriyi, yakında yayımlayacaktır. İçişleri<br />

Bakanını gücendirmemelidir çünkü görevinden çekilir. O çekilince de bunalım<br />

olur. Meclis açıldığı zaman İçişleri <strong>ve</strong> Dışişleri Bakanları kesin olarak<br />

değiştirilecektir. Düşmanlar, Meclisi açtırmamak istiyor, dahası, Dostlar<br />

Derneğinin Padişaha başvurarak, bu Meclisin yasal olmadığını bildirip dağıtılmasını<br />

isteyeceği haber alındı diyor <strong>ve</strong> millet<strong>ve</strong>killerinin Ankara’ya<br />

gelmesi işinden söz ediyor.<br />

Şimdi Baylar, bu üç belgeyi göz önünde tutarak, hep birlikte, kısa<br />

bir yorumlama yapalım! Komiserlerin notasından anlıyoruz ki Anlaşma<br />

Devletlerinin Karadeniz Başkomutanı Bay George Miln, Osmanlı Devleti’nin<br />

Milli Savunma Bakanına yani Cemal Paşa’ya, doğrudan doğruya<br />

kendi buyruğu altındaymış gibi yönerge <strong>ve</strong> buyruklar <strong>ve</strong>rmektedir. Cemal<br />

Paşa, şimdiye dek bundan bize söz etmedi. Ve yine anlıyoruz ki Osmanlı<br />

Devleti’nin Milli Savunma Bakanı, aldığı yönerge <strong>ve</strong> buyrukları yerine getirmemekten<br />

<strong>ve</strong> kabul edilemeyecek özürler <strong>ve</strong> nedenler ileri sürmüş olmaktan<br />

ötürü suçlandırılıyor. Milli Savunma Bakanının aldığı buyrukların<br />

ne olduğunu kestiriyoruz <strong>ve</strong> niçin yerine getirmemekte olduğunu da anlıyoruz.<br />

Çünkü Ulusal Güçler engel olmaktadır… Ulusal Güçler, Milli Savunma<br />

Bakanının <strong>ve</strong> Hükümetin, Başkomutan Bay Miln’in buyruklarına <strong>ve</strong><br />

yönergelerine uyarak <strong>ve</strong>rdiği ya da <strong>ve</strong>receği buyruklara boyun eğmiyor…<br />

İşte komiserler, Paris’teki Yüksek Kurul adına, bunu kabul edilebilecek özür<br />

<strong>ve</strong> neden saymıyorlar. Demek istiyorlar ki hükümet iseniz, Milli Savunma<br />

Bakanı iseniz, ülkeye, ulusa, orduya egemen olmalısınız! Egemen iseniz<br />

özürler <strong>ve</strong> nedenler kabul edilemez.<br />

Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümeti, 2 Ekim <strong>1919</strong>’da iş başına geldi.<br />

Ondan önce Ferit Paşa Hükümeti vardı. Buna göre, Ulusal Güçler ile Yu-


130 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

nan birlikleri arasında Osmanlı birlikleri yerleştirilmesiyle ilgili, 23 Ağustos<br />

<strong>1919</strong> günlü öneriyi yapan Ferit Paşa Hükümetidir. Düşman eline geçen<br />

bölgenin, yalnız Anlaşma Devletleri elinde bulunmasıyla ilgili 20 <strong>ve</strong> 27<br />

Ağustos <strong>1919</strong> günlü önerileri yapan da Ferit Paşa Hükümetidir.<br />

Ali Rıza Paşa Hükümeti daha, bir öneri ortaya atmış değildir. Ama<br />

tersine, 3 Kasım <strong>1919</strong> günü Yunanlıların gireceği bölgenin sınırını belirtiyor<br />

<strong>ve</strong> bu sınıra değin Yunanlıların girmesinin sağlanmasını, Başkomutan Miln,<br />

Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa’ya buyuruyor. İşte Cemal Paşa’nın yerine<br />

getiremediği buyruk budur. Teşekkür olunur ki gerek kendisi <strong>ve</strong> gerek<br />

üyesi bulunduğu Hükümet, iş başına geldiklerinden çok çok bir ay sonra,<br />

Ulusal Güçlere karşı güçsüz olduklarını, yabancı komiserlere söyleyebilmişlerdir.<br />

Baylar, bu delegelerden anlaşılması gereken en önemli <strong>ve</strong> en anlamlı<br />

nokta, bence, Hükümetin ortak notaya <strong>ve</strong>rdiği yanıtında, komiserlerin<br />

ileri sürdükleri noktalara büyük bir alçakgönüllülükle <strong>ve</strong> büyük bir incelikle<br />

karşılık <strong>ve</strong>rilirken, bir yön üzerinde hiç durulmamış olmasıdır. O da<br />

Baylar, Bay George Miln’in doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’nin Milli<br />

Savunma Bakanına buyruk <strong>ve</strong> yönerge <strong>ve</strong>rmekte olmasıdır. Bu durum, ne<br />

Ulusal Örgüte karşı, her şeyi onur sorunu yapan Milli Savunma Bakanının<br />

ne de Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını sağlamak sorumluluğunu yüklenmiş<br />

olan Hükümetin onuruna, saygınlığına dokunmuyor. Bu durumun,<br />

kendilerinin onurunu <strong>ve</strong> devletin bağımsızlığını çoktan zedelemiş olduğunu<br />

anlamak istemiyorlar. Hiç olmazsa protesto etmiyorlar. Hiç olmazsa, bağımsızlığı<br />

ortadan kaldıran bu sataşmaya <strong>ve</strong> saldırıya araç olamayız diye<br />

bağırmayı göze alamıyorlar… Göze alamıyorlar Baylar, çünkü korkuyorlar.<br />

Nitekim korktukları başlarına geldi. Bunu yakında göreceğiz. Korkmamak<br />

için, insanlık onuruna <strong>ve</strong> ulusal onura saldırılamayacak bir çevrede <strong>ve</strong> öyle<br />

koşullar içinde bulunmak gerekir. Buna önem <strong>ve</strong>rmeyenlerin, aslında bir<br />

insan için, bir ulus için dokunulmaz olarak kalması, en büyük namus ülküsü<br />

olan kutsal kavramlara karşı, çoktan saygısız <strong>ve</strong> duyarsız oldukları yargısına<br />

varmakta yanlışlık yoktur!<br />

Adalet dilenmekle <strong>ve</strong> başkalarını kendine acındırmakla ulus işleri,<br />

devlet işleri görülemez; ulusun <strong>ve</strong> devletin onuru <strong>ve</strong> bağımsızlığı gü<strong>ve</strong>n altına<br />

alınamaz.<br />

Adalet dilenmek <strong>ve</strong> acındırmak gibi bir ilke yoktur. Türk<br />

ulusu, Türkiye’nin yarınki çocukları, bunu bir an akıllarından çıkarmamalıdırlar.<br />

Baylar, Cemal Paşa’ya, komuta değişikliğiyle ilgili noktalarda <strong>ve</strong>rdiğimiz<br />

yanıtı bilginize sunmuştum. İzin <strong>ve</strong>rirseniz, o yanıtın başlangıcını


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 131<br />

oluşturan konular üzerindeki düşüncelerimizi de özetleyeyim. Temel noktalar<br />

üzerindeki görüşlerimiz şunlardı:<br />

1. Anlaşma Devletleri’nin her biri, bütün Türkiye’den en büyük çıkarını<br />

sağlamak amacını gütmektedir. Bu, Türkiye’de, gü<strong>ve</strong>nilir bir dayanak<br />

noktası bulmaya bağlıdır. Yabancıların açıktan açığa karşıt <strong>ve</strong> kırgın<br />

görünmelerinin nedenini, Hükümetin yansızlık durumunda aramalıdır;<br />

güçsüz <strong>ve</strong> dayanaksız olmasında aramalıdır.<br />

2. Hükümet, bildiri yayımlamakta tez canlılık göstermemelidir. Bildiri,<br />

hükümet durumu sağlamlaştıktan sonra yayımlanmalıdır. Hükümetin<br />

güçlü olması, her bakımdan Ulusal Güçlere dayandığı kanısını uyandıracak<br />

bir yol tutturmasına <strong>ve</strong> bunu bütün dünyaya duyurmasına bağlıdır. Meclis<br />

toplandıktan <strong>ve</strong> sonra orada güçlü bir “Hakları Savunma Derneği Grubu”<br />

kurulduktan sonra, bildiriye sıra gelebilir. Herhalde bildiri, Barış Konferansına<br />

gidecek delegeler yola çıkmadan önce, ama grupla görüş birliğine varılarak<br />

düzenlenmelidir. Çünkü böyle olmazsa, önem <strong>ve</strong> değer <strong>ve</strong>rilmeyecektir.<br />

Bir de işe, kabul olunacak yenilikleri duyurmakla başlamak doğru<br />

değildir. Tersine bildiride, ulusun bağımsızlığından <strong>ve</strong> ülkenin bütünlüğünden<br />

başlamak, ancak bunun sağlanması koşullarına bağlı olmak üzere yönetim<br />

işlerinin ana çizgilerini saptamak uygun olur. Bu bildiriye temel olacak<br />

önemli noktalar, Sivas Genel Kongresi Bildirisi’nde <strong>ve</strong> Tüzüğü’nde<br />

vardır. Orada, yarınki sınırlar, devletin <strong>ve</strong> ulusun bağımsızlığı, azınlıkların<br />

hakları, yapılacak yardımın ulusça nasıl anlaşıldığı açıkça belirtilmiştir.<br />

Böyle bir bildiri, şimdiden düzenlenir <strong>ve</strong> Meclis açıldığı zaman çoğunluk<br />

grubuyla görüşüldükten sonra yayımlanır. Uygun olan budur.<br />

3. İçişleri Bakanının çekilmesiyle hükümette bir bunalım çıkmasına<br />

neden görülememektedir. Böyle bir düşünceden İçişleri Bakanına Sadrazam<br />

gözüyle baktığınız anlamı çıkar. Bir hükümette bunalım ancak hükümet<br />

başkanının çekilmesiyle çıkabilir. Hükümetin, İçişleri Bakanı Şerif Paşa’ya,<br />

onun da Ferit Paşa’ya ayak uydurduğu <strong>ve</strong> bağlı olduğu anlaşılıyor.<br />

Meclisin açılması üzerine, İçişleri <strong>ve</strong> Dışişleri bakanlarının kesin olarak değiştirilecekleri<br />

yolundaki işareti anlayamadık. Bu bakanlar, şimdiden böyle<br />

bir söz <strong>ve</strong>rdiler mi? Düşmanların, Meclisi açtırmak istemeyecekleri doğaldır.<br />

Yalnız Padişahın Meclisi dağıtacağı da düşünülebilir mi? Eğer böyle olasılık<br />

varsa o halde Meclisi, İstanbul’da, dağıtmak <strong>ve</strong> ulusu Mebuslar Meclissiz<br />

bırakmak için mi topluyoruz? Öyle ise Padişahın bu konudaki görüşlerinin,<br />

kurulumuzca kesin olarak şimdiden bilinmesi gerekir ki millet<strong>ve</strong>killerini dışarıda,<br />

gü<strong>ve</strong>nli bir yerde toplamak için girişimlerde bulunalım! Yoksa Meclis,<br />

İstanbul’da toplanma yüzünden yukarıda belirtilen durumlara düşerse,<br />

bunun sorumluluğu, İstanbul’da toplanması için direnenlere düşecektir.<br />

4. Millet<strong>ve</strong>killerinin görüşmek üzere Ankara’ya gelmeleri yararlıdır.


132 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

III.2. SON OSMANLI PARLAMENTOSU VE ULUSAL ANT<br />

Baylar, beni gerçekten içten gelen parlak <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>rici duygularla<br />

karşılamış olan Sayın Ankara halkı ile daha yakından tanışmak <strong>ve</strong> onlarla<br />

görüşmek bir ödev olmuştu. Onun için -görüşmek üzere- çağırdığımız<br />

millet<strong>ve</strong>killerinin gelişlerini beklediğimiz günlerde, toplanan Sayın Ankaralılara,<br />

bir konferans <strong>ve</strong>rmiştim. Bu konferansta temel olarak aldığım noktalar<br />

üzerinde kısaca konuşayım.<br />

Vilson ilkeleri: Bu ilkelerin 14 maddesinden Türkiye’yi ilgilendirenleri<br />

vardı. Aslına bakılırsa yenilmiş <strong>ve</strong> Ateşkes Anlaşması imzalamış olan<br />

Osmanlı Devleti, bu ilkelerin gönül okşayıcı göz aldatıcı görünümüyle bir<br />

zaman oyalandı. 30 Ekim 1918, Mondros Ateşkes Anlaşması maddeleri <strong>ve</strong><br />

özellikle bu maddeler arasında yedincisi, beyni yakan ateşli bir ağı idi. Yalnız<br />

bu madde bile, yurdun geri kalan kısmını, düşmanların almasına hazır<br />

bir durumda bulundurmaya yeterdi!<br />

İstanbul’da, birbiri ardınca gelen <strong>ve</strong> güçsüz kişilerle kurulan hükümetler<br />

onursuz, özsaygısız, aşağılık görünüşleriyle, suçsuz <strong>ve</strong> yazgıya boyun<br />

eğmiş ulusun simgesi tanındı, saygıdeğer bir durumda görülmemeye başlandı.<br />

Bu yüzden, dünyanın uygar devletleri, uygarlık gereğini unutacak<br />

kadar saygısız oldular. Öteden beri, Türk ulusuna karşı, dünyanın dört bucağında<br />

yapılan en mantıksız propagandalar, her zamandan çok dinlenmeye<br />

değer görüldü. Dokuz aydan beri, başlayan ulusal uyanış <strong>ve</strong> çalışma,<br />

durumu <strong>ve</strong> görünümü değiştirdi daha da çok değiştirecektir. Ulus, gerçekleşen<br />

birliği korur <strong>ve</strong> bağımsızlığı için öz<strong>ve</strong>riden çekinmezse başarı kesindir.<br />

Erzurum <strong>ve</strong> Sivas Kongrelerinde saptanan ilkeler, ulusun ulaşacağı amaçlar<br />

için temel olacaktır. Ferit Paşa Hükümetini düşüren ulustur. Ancak Ali Rıza<br />

Paşa Hükümetini iş başına getirme sorumluluğu ulusun değildir. Ama bu<br />

konuda uzlaşmış durumdayız.<br />

Baylar, şimdi de Ankara’ya gelen millet<strong>ve</strong>killeriyle ilişki kurmaya <strong>ve</strong><br />

görüşmeye başlayalım: Millet<strong>ve</strong>killeri, hepsi bir günde ya da çeşitli günlerde<br />

topluca bulunamadılar. Tek tek ya da küçük küçük topluluklar olarak<br />

gelip gittiler. Bu kişilerin ya da toplulukların tümüne, ayrı ayrı hemen aynı<br />

temel noktaları günlerce <strong>ve</strong> birçok kez anlatmak zorunda kaldık. Her şeyden<br />

önce, iç gücünün, yürek <strong>ve</strong> vicdan gücünün yüksek tutulması gerekir.<br />

Bunu bilirsiniz. Biz de bu gücü artırmak üzere: İlkin, iç <strong>ve</strong> dış durumun gü<strong>ve</strong>n<br />

<strong>ve</strong> iç açıcı nitelikte gelişim gösteren noktalarını <strong>ve</strong> yönlerini araştırarak<br />

açıklamaya <strong>ve</strong> kanıtlamaya çalıştık. Sonra, belirli bir amaçta bilinçli <strong>ve</strong> kararlı<br />

olarak birleşmenin, sarsılmaz bir güç olduğu gerçeğini, yorulmaksızın<br />

yineledik. Bir toplumun yaşamasının kalıcılığının <strong>ve</strong> mutluluğunun, ancak<br />

dilekte <strong>ve</strong> dileği gerçekleştirme yolunda tam birlik olmasına bağlı bulunduğunu<br />

açıkladık. “Yurdun kurtarılması, bağımsızlığın sağlanması” amacına


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 133<br />

yönelmiş olan ulusal birliğimizin, köklü <strong>ve</strong> düzenli örgütlerin varlığı <strong>ve</strong> bu<br />

örgütleri iyi yönetebilecek kafaların <strong>ve</strong> güçlerin bir tek beyin, bir tek güç<br />

olarak birleşmiş <strong>ve</strong> kaynaşmış duruma gelmesi ile ereğe ulaşılabileceğini<br />

söyledik <strong>ve</strong> bu arada, İstanbul’da açılacak Mebuslar Meclisinde, güçlü, dayanışmalı<br />

bir grup oluşturulması zorunluluğunu ortaya koyduk.<br />

Ulus, ancak devletlerin yıkılma <strong>ve</strong> çökme kargaşaları içinde bulunduğu<br />

zamanlarda, tarihin yazdığı çok önemli <strong>ve</strong> korkunç günler yaşıyordu.<br />

Böyle anlarda, yazgısını kendi eline almak uyanıklığını gösteremeyen ulusların<br />

geleceği, karanlık <strong>ve</strong> yıkım doludur. Türk ulusu bu gerçeği anlamaya<br />

başlamıştı. Bu anlayış sonucuydu ki kurtuluş umudu <strong>ve</strong>ren, her içten çağrıya<br />

koşmakta idi. Ancak uzun yüzyılların uyuşturucu yönetim <strong>ve</strong> eğitiminin,<br />

bir toplumun etkisinden, bir günde, bir yılda kurtulabileceğini düşünmek<br />

<strong>ve</strong> kabul etmek doğru değildir. Bu nedenle, durumu <strong>ve</strong> gerçeği bilenler,<br />

elinden geldiği ölçüde, kendi ulusunu uyarıp aydınlatarak, onlara, kurtuluş<br />

yolunda kılavuzluk etmeyi, en büyük insanlık ödevi bilmelidirler.<br />

Türk ulusunun yüreğinden, vicdanından kopup gelen en köklü, en<br />

belirgin istek <strong>ve</strong> inanç belli olmuştu: Kurtuluş! Bu kurtuluş çığlığı, Türk yurdunun<br />

tüm ufuklarında yankılanmaktaydı. Ulustan, başka bir açıklama istemenin<br />

yeri yoktu. Artık, bu isteği, dile getirmek kolaydı. Nitekim Erzurum<br />

<strong>ve</strong> Sivas Kongrelerinde, ulusal istek belirtilmiş <strong>ve</strong> dile getirilmişti. Bu Kongrelerin<br />

ilkelerine bağlı olduklarını söyledikleri için ulusça <strong>ve</strong>kil seçilen kişiler;<br />

her şeyden önce, bu ilkelere bağlı kimselerden, bu ilkeleri yayan dernekle<br />

ilgisini gösterir ad <strong>ve</strong> sanda bir grup kuracaklardı: “Hakları Savunma<br />

Derneği Grubu”… İşte bu grup, ulusal örgüte <strong>ve</strong> dolayısıyla ulusa dayanarak<br />

her nerede olursa olsun, ulusun kutsal isteklerini korkmadan dile getirecek<br />

<strong>ve</strong> savunacaktı.<br />

Baylar, ulusun istek <strong>ve</strong> amaçlarının da kısa bir programa temel olacak<br />

biçimde topluca yazılması görüşüldü. Ulusal Ant 48 adı <strong>ve</strong>rilen bu programın<br />

ilk karalamaları da bir düşünce <strong>ve</strong>rmek amacıyla kaleme alındı. İstanbul<br />

Meclisinde bu ilkeler, gerçekten toplu olarak yazılmış <strong>ve</strong> saptanmıştır.<br />

Baylar, görüştüğümüz tüm kişi ya da kişiler, bizimle, düşünce <strong>ve</strong><br />

görüş birliği yaparak ayrılmışlardı. Ama İstanbul Meclisinde, “Hakları Savunma<br />

Derneği Grubu” diye bir grup kurulduğunu işitmedik. Niçin?! E<strong>ve</strong>t,<br />

niçin? Buna bugün yanıt isterim! Çünkü Baylar, bu grubu kurmayı, vicdan<br />

borcu, ulus borcu bilmek durum <strong>ve</strong> yeteneğinde bulunan baylar inançsızdılar…<br />

korkaktılar… bilgisizdiler. İnançsızdılar; çünkü ulusal isteklerin gerçekliğine,<br />

kesinliğine <strong>ve</strong> bu isteklerin dayanağı olan ulusal örgütün sağlamlığı-<br />

48<br />

Misak-ı Milli


134 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

na inanmıyorlardı. Korkaktılar; çünkü ulusal örgütten olmayı tehlikeli görüyorlardı.<br />

Bilgisizdiler; çünkü tek kurtuluş dayanağının ulus olduğunu <strong>ve</strong><br />

olacağını kavrayamıyorlardı. Padişaha dalkavukluk ederek, yabancılara<br />

hoş görünerek, yumuşak <strong>ve</strong> nazik davranarak, büyük ülkülerin gerçekleştirilebileceğine<br />

inanma aymazlığını gösteriyorlardı.<br />

Bundan başka, Baylar, iyilikbilmez <strong>ve</strong> bencildiler… Ulusal düşünce<br />

<strong>ve</strong> ulusal örgütün, kısa bir sürede sağladığı onuru <strong>ve</strong> varlığı küçümsüyorlardı.<br />

Yaratılan durumun <strong>ve</strong> varlığın kolayca elde edilebileceği sanısına <strong>ve</strong><br />

kuruntusuna kapılmakla çirkin büyüklenme duygularını doyurup kandırmak<br />

istiyorlardı. Erzurum’da, Sivas’ta söylenmiş, saptanmış bir adı olduğu<br />

gibi kabul etmek küçüklük olmaz mıydı?! O addan daha anlamlı ad mı<br />

yoktu?! E<strong>ve</strong>t, işittik Baylar; varmış: “Fellâh-ı 49 Vatan Grubu”<br />

Baylar, geçmişle ilgili evreleri <strong>ve</strong> olayları; burada anlatabileceğim<br />

çerçe<strong>ve</strong> içinde, gerçeğe uygun olarak saptamak kararındayım. Bunun için,<br />

tam üzerinde bulunduğumuz noktayla ilgili bir konuyu da açık yürekle bilginize<br />

sunacağım.<br />

Ben, Mebuslar Meclisinin, İstanbul’da saldırıya uğrayacağını, dağılacağını<br />

kesinlikle bekliyordum. Böyle bir durumda, başvurulacak önlemi<br />

de kararlaştırmıştım. Hazırlık <strong>ve</strong> gerekli düzenlemeler de başlamıştı. Ankara’da<br />

toplanmak… İşte bu görevi yaparken, ulusça, yanlış anlaşılmaya yol<br />

açmamak için önlem olarak da bir şey düşünmüştüm. Mebuslar Meclisi<br />

Başkanlığına seçilmek… Amacım, dağıtılan millet<strong>ve</strong>killerini, Mebuslar Meclisi<br />

Başkanı niteliği <strong>ve</strong> yetkisiyle, çağırmaktı. Gerçi bu önlem, ancak görünüşü<br />

kurtarmak için <strong>ve</strong> geçici olarak işe yarardı. Ama herhalde, bunalımlı<br />

zamanlarda, yararı geçici olsa da her türlü önlemin alınmış olması gereksiz<br />

sayılamaz. Gerçekte İstanbul’a gitmeyecektim. Ama bunu açığa vurmaksızın,<br />

zaman kazanacak <strong>ve</strong> geçici olarak görev başında bulunmuyormuşum<br />

gibi durum <strong>ve</strong> işler düzenlenecek <strong>ve</strong> Meclis, başkan <strong>ve</strong>killerince yönetilecekti.<br />

Bu önlemin uygulanması, elbette, Meclise katılan <strong>ve</strong> işin aslını kavramış<br />

olması gereken arkadaşların yardım <strong>ve</strong> çalışmalarıyla olabilecekti.<br />

Baylar bunu, gereken kişilere söyledim. Düşüncemi <strong>ve</strong> görüşümü<br />

uygun buldular. Bu yolda çalışacaklarına söz <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nce <strong>ve</strong>rerek İstanbul’a<br />

gittiler. Ama pek az, belki bir ya da iki arkadaştan başkasının, bu konunun<br />

sözünü bile etmediklerini öğrendim. Bu sorunda üstün gelen düşünüş <strong>ve</strong><br />

mantık şu imiş: Bunca millet<strong>ve</strong>kili içinde Meclis Başkanı olacak yeterlikte<br />

bir adam bile yok mudur ki Meclise gelmemiş olan bir millet<strong>ve</strong>kilini kendi<br />

yokken başkan seçeceğiz… Meclisi oluşturan sayın üyeleri bu denli yetersiz<br />

49 Aslı “felâh” olup Atatürk özellikle “fellâh” dediğine işaret ediyor. Felâh, “kurtuluş, esenlik” demektir.<br />

Fellâh ise “çiftçi, zenci, kıpti” anlamına gelimektedir.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 135<br />

göstermek yabancılar üzerinde kötü etki yapmaz mı? Bir başka mantık da<br />

şu: Meclis Başkanlığına Ulusal Güçlerin başkanını seçmekle daha ilk günden,<br />

Meclis üzerine kuşku <strong>ve</strong> saldırı çekmeye yol açmıştır. Akıllı işi değildir.<br />

Bu türlü düşünen <strong>ve</strong> mantık yürütenlerin bana pek de uzak kişiler olmadıklarını<br />

görenler, susmayı yeğ tutmuşlar.<br />

Baylar, açıkça söylemeliyim ki bu önlemin alınmamış olması, Meclis<br />

dağıldıktan sonra, beni küçük bir güçlükle karşılaştırmıştır. Bunu da sırası<br />

gelince bilginize sunacağım.<br />

Baylar, Mebuslar Meclisi, 12 Ocak 1920 günü açılmıştı. Aşağı yukarı<br />

on gün sonra, Milli Savunma Bakanının 21 Ocak 1920 günlü bir telini<br />

aldım. Olduğu gibi bilginize sunuyorum:<br />

Geciktirilmesi sorumluluğu gerektirir. Harbiye, 21.01.1920<br />

Ankara’da Yirminci Kolordu Komutanlığına<br />

Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne,<br />

İngilizler, hükümete <strong>ve</strong>rdikleri bir notada, benimle Cevat Paşa Hazretleri’nin<br />

görevden çekilmemizi istediler. Hükümetçe, olmaz diye şiddetle<br />

bir karşılık <strong>ve</strong>rildiyse de durum hükümetin kalmasını <strong>ve</strong> yalnız benimle Cevat<br />

Paşa’nın çekilmemizi gerektirdi. Milli Savunma Bakanlığına Salih Paşa<br />

<strong>ve</strong>killik edecektir. Hükümeti güç duruma sokacak bir davranışta bulunulmamasını<br />

rica ederim. Yoksa durum düşündüğümüzden daha ağır olur.<br />

Milli Savunma Bakanı<br />

Cemal<br />

(Atatürk burada, Cemal Paşa’ya, notanın olduğu gibi gönderilmesini<br />

<strong>ve</strong> inceleme yapıldıktan sonra kendilerini bilgilendirileceklerini belirten<br />

bir tel yazdığını; ancak, Cemal Paşa’nın, kendilerine kısaltılmış bir nota örneği<br />

gönderdiğini açıklamakta <strong>ve</strong> konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)<br />

Cemal Paşa bu notada, Aydın cephesinin söz konusu edilmediğine<br />

işaret etmekle bilmem ne demek istiyor? Kuşku yok ki söz konusu olan Aydın<br />

Cephesidir, ona yardım işidir <strong>ve</strong> Ulusal Güçlerdir. Yalnız Cemal Paşa<br />

bu dokundurmasıyla, işleri bu duruma sokanın Temsilciler Kurulu olduğunu<br />

anlatmak istemektedir. Cemal Paşa’ya bu teline yanıt olarak yazdığım<br />

telle şu buyruğu <strong>ve</strong>rdim:<br />

22.01.1920<br />

Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa Hazretlerine,<br />

Görevden çekilerek İngilizlerin isteğine uymanız öyle ağır bir durum<br />

yaratır ki sizin çekilmemekle ortaya çıkacağını düşündüğünüz durum-


136 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

dan daha ağır olur. Bundan başka Temsilciler Kurulunun bir delegesi olan<br />

sizin, Temsilciler Kurulunun haberi olmaksızın <strong>ve</strong> dahası, onun görüşüne<br />

karşın çekilmeniz kabul edilemez. İngilizlerin sizi zor kullanarak, görevden<br />

ayırabileceklerini bile biz hesaba kattık <strong>ve</strong> tez elden önlemler aldık. Şu duruma<br />

göre, önce notayı, olduğu gibi bildirmenizi, sonra olup bitenlerden<br />

bilgi <strong>ve</strong>rerek kararımızı beklemenizi <strong>ve</strong> sarsılmaksızın görevinizde kalmanızı<br />

kesin olarak istiyoruz.<br />

Temsilciler Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal<br />

(Atatürk Söylev’in bu bölümünde Sadrazam Ali Rıza Paşa ile Cemal<br />

Paşa’ya yazdığı telyazılar hakkında bilgi <strong>ve</strong>rmektedir. Buna göre, Ali<br />

Rıza Paşa’ya yazdığı telde, İngilizlerin Cemal <strong>ve</strong> Cevat Paşaların görevden<br />

alınmalarını istemelerinin siyasal bağımsızlığa saldırı niteliği taşıdığını bildirirken;<br />

Cemal Paşa’ya yazdığı telde de kendisinden görevini bırakmamasını<br />

beklediklerini iletmiştir. Ali Rıza Paşa, söz konusu notanın her ne kadar<br />

Fransa <strong>ve</strong> İtalya’nın da imzaladığı ortak bir nota olduğunu bildirmiş <strong>ve</strong> tüm<br />

sorunların parlamentonun açılmasıyla çözüleceğini dile getirmişse de Atatürk,<br />

siyasal bağımsızlığa karışan İngilizlerin, Meclisin toplanmasına <strong>ve</strong> alacağı<br />

kararlara da karışacağından kuşku duyduğunu açıklamıştır. Atatürk,<br />

bununla da kalmayıp, önemli birlik komutanlarının dikkatini çekerek düşüncelerini<br />

sormuş, İstanbul’daki telgraf haberleşmesinin gü<strong>ve</strong>nliğinin sağlanması<br />

için ilgili komutanlığa buyruk <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> gizli bir tel ile tüm millet<strong>ve</strong>killerinden<br />

İngiltere’yi kınamalarını <strong>ve</strong> gerekirse Anadolu’ya geçmelerini<br />

istemiştir.)<br />

Baylar, ayrıca Rauf Bey’e de 23 Ocak 1920’de, 10. Kafkas Tümeni<br />

Komutanı aracılığı ile yazdığım gizli telde: “Milli Savunma Bakanının ayrılması<br />

bir oldubitti olmakla birlikte, bu işin önemi sürüp gidiyor” dedim.<br />

Anlaşma Devletleri temsilcileri, Hükümetimizi istedikleri biçimde kurmak<br />

yolunu tutmuş oluyorlardı. Yarın, Meclisin gü<strong>ve</strong>neceği bir Hükümete karşı<br />

da böyle davranmalarına örnek hazırlamış oluyordu. Hükümetin, ulusa <strong>ve</strong><br />

basına bilgi <strong>ve</strong>rmeden, bir hükümet sorunu yapmayarak boyun eğmesi,<br />

ulusun bağımsızlığını zedeliyordu. Olayı kapatmayarak, ulusun bağımsızlığını<br />

koruyamadığı için, Hükümeti Mebuslar Meclisinde açıkça düşürmek<br />

gerekirdi. İşte, bütün bunları Rauf Bey’e yazdım.<br />

Baylar, yabancıların İstanbul’da saldırıları artırarak bakan ya da<br />

millet<strong>ve</strong>killerinden kimilerini tutuklamaya başlayabileceklerini kestirip karşılıklı<br />

olmak üzere, Anadolu’da bulunan yabancı subayların tutuklanmasına<br />

karar <strong>ve</strong>rdim. Bu kararımı <strong>ve</strong> buna göre önlem alınmasını, 22 Ocak 1920<br />

günü Ankara, Konya, Sivas <strong>ve</strong> Erzurum’daki Kolordu Komutanlarına, kişiye<br />

özel olarak gizli bir telle buyurdum.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 137<br />

Baylar, millet<strong>ve</strong>killerine yazdığım tele, Vâsıf, Rauf, Bekir Sami Beylerin<br />

birlikte imzaladıkları yanıt geldi. Bu yanıtta; Meclis resmî olarak görüşmelere<br />

başlayınca, günün sorunu dolayısıyla Hükümet çekilecektir. O<br />

zamana değin, durumun esenliği için Hükümetin iş başında bırakılması gerekmektedir.<br />

Siz, bir girişimde bulunmayınız <strong>ve</strong> karışmayınız. Buyruklarınızı<br />

bize bildiriniz. Görüşlerinizin bütün ilgililer katında gereği gibi savunulacağına<br />

inanınız, denilmekteydi. Ben ne Hükümete ne de Meclise bir şey yazmamaya<br />

karar <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> artık işi sayın millet<strong>ve</strong>kili arkadaşlarımıza bırakmıştım.<br />

Baylar, İstanbul’daki kişilerin ne gibi öğütlere uyarak davranışlarını<br />

düzenlediklerini belirtmek için, şu kısa bilgiyi sunayım: Filan siyasal temsilci,<br />

çok namuslu, doğru sözlü <strong>ve</strong> Türk dostuymuş. Bu kişi, çok içten <strong>ve</strong><br />

üzüntülü bir dille demiş ki eğer Milli Savunma Bakanı ile Cevat Paşa çekilmeseydiler,<br />

Milli Savunma Bakanlığına el konulacaktı. Ulusal Güçlerin<br />

gösterdiği suskunluk <strong>ve</strong> yılmazlık, kimilerini çıldırtıyordu. Ancak tez canlılık<br />

göstermeyin, ezilirsiniz. Bana inanın. Aşağılama varsa, yapanlar utansın.<br />

Belki daha delilikler olacaktır. Ancak siz, sakın delilik yapmayın. İstanbul’daki<br />

kişiler; biz, bu sözlerin içtenliğinden kuşkulanmıyoruz, diyorlardı.<br />

Baylar, millet<strong>ve</strong>killeri, İstanbul’da toplanmalarından bir hafta sonra,<br />

başkanlık kurulu seçimi üzerinde <strong>ve</strong> dolayısıyla Meclis Başkanlığı üzerinde<br />

görüşmeye başlamışlar. Bir yerde işaret etmiştim ki ben, Meclis Başkanı<br />

seçilmeyi, kimi yararlarından ötürü, gerekli bir önlem saymış <strong>ve</strong> gereken<br />

kişilere görüşümü bildirmiştim. İşte, anlattığım gibi, bu konu üzerinde<br />

görüşülmeye başlandığı günlerde, 28 Ocak 1920 <strong>ve</strong> 1 Şubat 1920 günlerinde<br />

Rauf Bey’in yolladığı yazılarda, birtakım düşüncelerden sonra, “Biz,<br />

pek büyük sakınca doğuracak olan bu işi ileri sürmekten vazgeçiyoruz.”<br />

denmekte <strong>ve</strong> “… özel, gizli bir toplantıda yeniden söz konusu oldu. Şeref<br />

Bey, seçilmenizin yararlarından söz etti… Seçimde oyların dağılacağı yeniden<br />

kesin olarak anlaşıldığından, ulusun başında Ulusal Meclise, gözcü olarak<br />

kalmayı öteden beri yeğlediğinizi söyledik <strong>ve</strong> sizin için alkışlarla içten<br />

gösteriler yapıldığını gördük. Genel toplantıda Reşat Hikmet Bey Başkan,<br />

Hüseyin Kâzım Bey birinci <strong>ve</strong> Hoca Abdülâziz Mecdi Efendi ikinci başkan<br />

<strong>ve</strong>kili seçildi.” haberi <strong>ve</strong>rilmekteydi.<br />

Baylar, benim başkanlığımdan söz eden, demek ki yalnız Şeref Bey<br />

oluyor. Öteki kişiler, başkanlığa seçilmemin niçin söz konusu olduğunu,<br />

gizli yapıldığı bildirilen bu toplantıda, anıştırma yoluyla olsun, söyleyemiyor.<br />

Sağlam gerekçelere dayanarak, benim başkan seçilmemi söz konusu<br />

etmeliydiler. Ondan sonra, oyların dağılıp dağılmayacağını incelemeliydiler.<br />

Yalnız Şeref Bey’in sözleri üzerine, genel eğilimin yönü yolunda yargıya<br />

varmak, yerinde bir iş olmayabilirdi.


138 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, Rauf Bey’in başkanlık konusundaki açıklamasına <strong>ve</strong>rdiğim<br />

karşılıkta demiştim ki: “İleri sürülen sakıncalar önceden enine boyuna düşünülen<br />

şeylerdir. Benim başkan olmamı gerektiren nedenler bellidir; Ulusal<br />

Güçlerin ulusça kabul edildiğini berkitmek, Meclis dağılırsa başkanlıkla<br />

ilgili görevleri gü<strong>ve</strong>nle yapmak, hayatımızla uyuşmaz bir barış önerisi karşısında<br />

ulusal ayaklanma yapılırsa başkan olarak ulusun nesnel <strong>ve</strong> tinsel bütün<br />

gücünü savunmayı yöneltmek düşünceleridir. Sözlerinizden, savunmayla<br />

ilgili bu nedenlerin, bugün İstanbul çevresinde savsaklanabilir görüldüğü<br />

anlaşılıyor. Eğer doğru düşünmemek yüzünden, ulusal savunmada<br />

bugün ya da gelecekte aksaklıklar belirirse, sorumluluk, yanlışlığı yapanlara<br />

düşer. Bu işi benim kişisel düşüncelerle istemediğim yolunda gü<strong>ve</strong>nce<br />

<strong>ve</strong>rmeye gereklik yoktur.”<br />

Baylar, Milli Savunma Bakanının <strong>ve</strong> Genelkurmay Başkanının zorla<br />

düşürüldüğünü biliyoruz. Meclis Başkanlığına seçilen rahmetli Reşat<br />

Hikmet Bey’in, bir uydurma nedenle yabancılarca tutuklandığını öğrenmiştik.<br />

İstanbul’da bulunan Temsilciler Kurulu üyelerinin tutuklanmalarının<br />

düşünüldüğü, Rauf Bey’in 28 Ocak 1920 günlü teliyle bildiriliyordu. Bu<br />

olaylardan, Ulusal Güçlere karşıt davranışlar bulunduğu, Meclisin dağıtılma<br />

olasılığı <strong>ve</strong> dolayısıyla, ulusal savunmaya girişme zamanının daha da yaklaştığı<br />

belli oluyordu. Ama bu gerçeği sezinleyen azdı. Baylar, Reşat Hikmet<br />

Bey’in kurtarılması için de Ankara’dan çalışmak gerekti. Rauf Bey’in<br />

Meclis durumunu anlatan 27 Ocak 1920 günlü gizli telinde kaygı uyandıracak<br />

kimi cümleler vardı. Örneğin; Hükümet, başlangıçta çekilmeyi düşünmüş<br />

ama çekilmemiştir. Meclisin bugünkü durumu, bu sorunu çözmeye<br />

el<strong>ve</strong>rişli değildir. Buradaki millet<strong>ve</strong>killerinin durumları, ulusun Maraş çevresindeki<br />

olaylarla ilgili olarak gönderdiği telleri, Genel Kurulda okumaya bile<br />

el<strong>ve</strong>rişli değildir. Anlaşma Devletleri’nden filan falana ayak uydurmamızı<br />

öğütlüyor. Toplanacak yerimiz yoktur.<br />

Rauf Bey’e 7 Şubat 1920’de yolladığımız bir yazıda, şu görüşlerimizi<br />

bildirdik: Millet<strong>ve</strong>killeri, İstanbul’daki iç <strong>ve</strong> dış etkiler altında, barışı<br />

sağlama ülküsünü bir yana bırakarak, kulluk, yükselme isteği, kıskançlık,<br />

kuruntu… gibi etkenlerle bölünmüşlerdir. Arkadaşlarımız, çok sayıda millet<strong>ve</strong>kilinden<br />

oluşan bir çoğunluk elde edebilmek için kendi düşünce <strong>ve</strong><br />

inançlarından boyuna öz<strong>ve</strong>ride bulunmuşlar <strong>ve</strong> uysal davranma ereğiyle,<br />

Hükümet <strong>ve</strong> bilinen çevreler üzerindeki etkilerini büsbütün yitirmişlerdir.<br />

Düzeni bozmamak kaygısıyla sürdürülürse, ulus yararına aykırı isteklere <strong>ve</strong><br />

türlü türlü tutkulara araç olmaktan, ulusal işleri baltalayıcı kararlar alınmasını<br />

önleyememekten, korkulur. Bu duruma karşı önlem şudur: İlkelerimize<br />

yüzde yüz bağlı arkadaşlardan oluşan, azınlık bile olsa, bir grupla yetinmek…<br />

Bunun sakıncası uysallıktan azdır. Hükümeti, kayıtsız koşulsuz düşürmek<br />

gerekir. Kesin savaşım durumu alınması gerekir.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 139<br />

Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümeti çekilmemiş, Meclis de başına iş<br />

açmaktan sakınarak, düşürme yoluna gidememiş <strong>ve</strong> kimi üyeleri değiştirilmiş<br />

olan Ali Rıza Paşa Hükümetine gü<strong>ve</strong>noyu <strong>ve</strong>rmiştir. Ali Rıza Paşa Hükümetinin,<br />

Meclis önünde okuduğu bildiriyi bilmem anımsar mısınız? Bu<br />

bildiride: Sadrazam Paşa, yaptığı en önemli görevi sözlerine başlangıç olarak<br />

alıyor; İstanbul Hükümeti ile Anadolu arasında haberleşmenin kesilmesine<br />

dek varan anlaşmazlığın giderilmesini başardığını, bundan böyle ulusal<br />

istencin yüksek Mecliste belireceğini, artık meşrutiyet kurallarına eksiksiz<br />

uymaya hiçbir engel düşünmediğini söylüyor.<br />

Baylar, bu sözlerle, Temsilciler Kurulunun ulusal istenç adına iş<br />

görmesine <strong>ve</strong> meşrutiyet kurallarına uygun işlere engel olmasına artık yer<br />

olmadığı üstü kapalı olarak anlatılmak isteniyor. Daha dün, Ulusal Meclisin,<br />

İstanbul’da toplantıda bulunduğu sırada, ulusal istence de uluslararası<br />

kurallara da aykırı olarak, kendilerinin <strong>ve</strong> kendileriyle birlikte, Meclisin <strong>ve</strong><br />

ulusun ne denli ağır bir saldırıya uğradığını söylemeyi gerekli görmeyen<br />

Sadrazam, gene Temsilciler Kurulunu jurnal ederek gönlünü rahatlatmaya<br />

çalışıyor <strong>ve</strong> bizim sayın millet<strong>ve</strong>kili arkadaşlarımız da bu sözleri tam bir sessizlikle<br />

dinliyorlar. Hükümet, siyasal topluluklara karşı yansızlıktan ayrılmadığını<br />

<strong>ve</strong> ayrılmayacağını belirtikten sonra, bugüne değin elde ettiği başarıların<br />

değerlendirilmesini Meclise bırakıyor. Sadrazam, devlet işlerinin<br />

düzeltilmesi gerektiğini söylemekle, Osmanlı Devleti’nin, her yabancı devlet<br />

baskısı karşısında kaldıkça izlediği eski yöntemi yeniden dirilterek, dünyaya,<br />

yeni düzeltmelere girişileceği yolunda söz <strong>ve</strong>riyor. Büyük ölçüde yetki<br />

genişliği <strong>ve</strong>receğiz. Azınlıkların haklarını gü<strong>ve</strong>n altına almak için nispi<br />

temsil kuralına başvuracağız. Adalet, maliye, bayındırlık <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik işlerinde,<br />

dahası, sivil yönetim işlerinde bile yabancılara yeterince denetleme<br />

yetkisi <strong>ve</strong>receğiz, diyerek düşündükleri düzeltmelerin ilkelerini sayıyor.<br />

Sadrazam Paşa, dışişlerinden söz ederken de Ateşkes Antlaşması koşullarından<br />

ayrılmamak Hükümetçe gerekli görülmektedir, diye söz <strong>ve</strong>riyor; öte<br />

yandan: “İzmir’e Yunanlıların girişi yüzünden oluşan ayaklanmayı sona<br />

erdirecek, ancak barıştır” demekle yetiniyor <strong>ve</strong> “Dayancın <strong>ve</strong> sağgörünün”<br />

güçlüğü kolaylığa döndüreceğine tam kanısı olduğunu söyleyerek bildirisini<br />

bitiriyor.<br />

Baylar, Mebuslar Meclisinin onayına sunulan bu bildiriyi inceleyip<br />

yorumlamakla burada vakit geçirmeyi gereksiz sayarım. Yalnız Baylar,<br />

Sadrazam Ali Rıza Paşa’nın <strong>ve</strong> Hükümetinin içyüzünü <strong>ve</strong> utanmazlığını<br />

gösteren bir belgeyi, olduğu gibi bilginize sunmama izin <strong>ve</strong>rmenizi rica<br />

edeceğim:


140 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Çok i<strong>ve</strong>didir. İstanbul’dan 14 Şubat 1920<br />

İllere <strong>ve</strong> Bağımsız Sancaklara<br />

Bu kez Mebuslar Meclisinde okunup büyük bir çoğunlukla onaylanan<br />

<strong>ve</strong> Hükümete gü<strong>ve</strong>noyu <strong>ve</strong>rilen programın önemli noktalarından birinde<br />

belirtildiği üzere: Artık meclis toplanarak, ulusun her türlü isteklerinin<br />

belireceği tek yer niteliğiyle Tanrı’ya şükür çalışmaya başladığına göre,<br />

meşrutiyet kurallarının bütün engel <strong>ve</strong> etkilerden uzak olarak, eksiksiz işlemesi<br />

gereken yurdumuzda, bu meclisten başka yerde, ulusal istenç adına<br />

söz söylemeye <strong>ve</strong> istekler ileri sürmeye yer <strong>ve</strong> olanak kalmadığından, hükümet<br />

işlerine karışma sayılıp cezalandırılması gerektiği bildirilir.<br />

Sadrazam<br />

Ali Rıza<br />

Baylar, böyle bir genelgeye ne gerek vardı! Temsilciler Kurulunu<br />

ulus gözünde, küçük düşürmekten, onun cezalandırılabileceğinden söz etmekte<br />

ne yarar vardı? Eğer Temsilciler Kurulu zaman zaman Hükümetin<br />

dikkatini çekmeye gereklik görüyor idiyse, bunun ne denli temiz <strong>ve</strong> yüksek<br />

düşüncelerle olduğundan <strong>ve</strong> ne denli yurtse<strong>ve</strong>r zorunluluklarla yapıldığından<br />

daha da kuşku duyulabilir miydi? Temsilciler Kurulunu, dolayısıyla<br />

ulusun birliğini <strong>ve</strong> dayanışmasını ortadan kaldırmayı başlıca erek bilen<br />

Hükümet, Aydın, Adana, Maraş, Urfa, Antep 50 cephelerinde yapılmakta<br />

olan çarpışmalardan ise hiç de duygulanmış görünmüyordu. Yabancı Devletlerin,<br />

doğrudan doğruya hükümetlerine yapmış oldukları saldırıdan Hükümet<br />

üzüntü duymuyordu. Şunu da açık olarak söylemeliyim ki her türlü<br />

ulusal isteklerin belirdiği tek yer olması gereken Ulusal Meclisin, Sadrazam<br />

Paşa’nın Tanrı’ya teşekkür ederek söylediği gibi çalışmaya başladığı da ne<br />

yazık ki görülmüyordu.<br />

Baylar, Sadrazamın bu bildirisi üzerine biz de şu genel bildirimle<br />

ulusun dikkatini çekmeyi gerekli gördük:<br />

Genelge 17.02.1920<br />

Ulusal istencin yasaya göre belirdiği yer olan Mebuslar Meclisini<br />

açarak ulusal egemenliği berkitmeyi başaran Derneğimizin en önemli <strong>ve</strong><br />

köklü ödevlerinden biri de ulusal isteklere uygun ilkelere göre bir barış yapılıncaya<br />

dek, ulusal birliği korumaktır. Derneğimiz, her güçlüğü yenerek<br />

ulusal varlığı koruma yolundaki kurtarıcı çalışmalarını, ulusal amacın gerçekleştirilmesine<br />

değin, daha büyük bir dayanç <strong>ve</strong> inançla sürdürecektir.<br />

50 Eski adı, Ayıntap


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 141<br />

Bundan dolayı, yaşama <strong>ve</strong> var olma temeline dayanan Ulusal Örgütlerimizin,<br />

yurdun her köşesinde genel <strong>ve</strong> yaygın olarak oluşturulmasının eskisi<br />

gibi sürdürülmesini, bütün merkez <strong>ve</strong> yönetim kurullarından, bir kez daha<br />

yineleyerek rica ederiz.<br />

Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Hakları<br />

Savunma Derneği adına<br />

Mustafa Kemal<br />

Baylar, İstanbul’dan gelen 19 Şubat 1920 günlü yazıda: “İngiltere<br />

Devleti Dışişleri Bakanlığının İstanbul’daki siyasal temsilciliğine gönderdiği,<br />

siyasal temsilciliğin de resmî olarak Hükümete ulaştırdığı sözlü bildirimde,<br />

saltanatlık başkentinin, Osmanlı Devleti’ne bırakıldığı bildirilmiş ancak bununla<br />

birlikte Ermeni kırımının durdurulması <strong>ve</strong> Yunanlılarla bütün Anlaşma<br />

güçlerine karşı olan tutumumuzun değiştirilmesi istenmiş; yoksa barış<br />

koşullarımızın değiştirebileceği de eklenmiştir” denilmekte <strong>ve</strong> kimi noktalarda,<br />

özellikle “sızıntıya yol açacak en küçük olaylara bile meydan bırakılmaması”<br />

öğütlenmekteydi.<br />

Baylar bu sözlü vaadin anlamı <strong>ve</strong> kapsamı ne olabilirdi? Yunanlıların,<br />

Fransızların <strong>ve</strong> başkalarının elinde bulunan ülke parçalarından başka,<br />

İstanbul’a da el konulması kararlaştırılmıştı. Ancak ileri sürülen koşula uyulursa,<br />

İstanbul’u almaktan vazgeçeceğiz mi denilmek isteniyordu? Yoksa<br />

Yunanlıların, Fransızların, İtalyanların yurdumuza girmeleri, aslında geçicidir;<br />

Anlaşma Devletleri yalnız İstanbul’u alacaktı ancak önerdikleri koşula<br />

uyarsak onu da bırakacaklardır, anlamı mı çıkarılıyordu? Yoksa Baylar,<br />

Yunanlıların, Fransızların, İtalyanların yurda girişleri bir olupbittidir. İstanbul’un<br />

alınması da düşünülmektedir. Ancak Yunanlıları, Fransızları, İtalyanları<br />

girdikleri bölgelerde esenlik <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik içinde bırakırsanız, onların<br />

girişini kabul ettiğinizi eylemli olarak gösterirseniz, İstanbul’u ele geçirmek<br />

düşüncesinden vazgeçeriz mi denilmek isteniyordu? Ya da Baylar, Anlaşma<br />

Devletleri, düşman eline geçmiş bölgelerdeki düşman birliklerine karşı,<br />

Ulusal Güçlerin kurduğu cepheleri bozdurmayı, açtığı savaşları <strong>ve</strong> giriştiği<br />

hareketleri durdurmayı, İstanbul Hükümetinin başaramayacağını iyice anladıkları<br />

için, Yunanlılara <strong>ve</strong> Anlaşma Devletleri’ne yapılan saldırının önlenememiş<br />

<strong>ve</strong> aslı olmayan Ermeni kırımına son <strong>ve</strong>rilmemiş olduğu gibi uydurma<br />

nedenlerle İstanbul’u da mı almak düşüncesinde idiler?! Sonraki<br />

olaylar, bu son görüşün doğru olduğunu göstermiştir sanırım. Ancak, İstanbul<br />

Hükümetinin, İngiliz Temsilciliğinin önerisinden, böyle bir anlam çıkarmaya<br />

yanaşmadığı, tersine umuda kapıldığı görülüyordu.<br />

Baylar, yapılan önerinin ne denli yersiz olduğu üzerinde bir düşünce<br />

<strong>ve</strong>rebilmek için biz de o günlerle ilgili kimi durumları anımsayalım. Kuş-


142 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

ku edilmemek gerekirdi ki Ermeni kırımı üzerine söylenen sözler, gerçeğe<br />

uygun değildi. Tam tersine, güney bölgelerinde yabancı güçlerce silahlandırılan<br />

Ermeniler, koruyucularından yüz bularak bulundukları yerlerdeki<br />

Müslümanlara saldırmaktaydılar. Öç alma düşüncesiyle her yerde acımaksızın<br />

öldürme <strong>ve</strong> yok etme yolunu tutmaktaydılar. Maraş’taki o acıklı olay,<br />

bu yüzden oluşmuştu. Yabancı güçlerle birleşen Ermeniler, top <strong>ve</strong> ağır makineli<br />

tüfeklerle Maraş gibi eski bir Müslüman şehrini yerle bir etmişlerdi.<br />

Binlerce güçsüz <strong>ve</strong> günahsız ana <strong>ve</strong> çocukları ezip yok etmişlerdi. Tarihte<br />

bir benzeri görülmemiş olan bu yırtıcılığı yapanlar Ermenilerdi. Müslümanlar<br />

ancak namuslarını <strong>ve</strong> yaşamlarını korumak kaygısıyla karşı koymuşlar<br />

<strong>ve</strong> savunmada bulunmuşlardı. Yirmi gün süren Maraş kırımında, Müslümanlarla<br />

birlikte kentte kalan Amerikalıların, bu olay üzerine İstanbul’daki<br />

temsilciliklerine çektikleri tel, bu acıklı olayı yaratanları, yalanlanamaz bir<br />

biçimde belirlemekteydi.<br />

Adana ili içindeki Müslümanlar, tepeden tırnağa kadar silahlandırılan<br />

Ermenilerin süngü baskısı altında, her dakika ölüm tehlikesiyle karşı<br />

karşıyaydılar. Canını <strong>ve</strong> bağımsızlığını korumaktan başka bir şey istemeyen<br />

Müslümanlara karşı uygulanan bu kıyım <strong>ve</strong> yok etme siyaseti, uygar insanlığın<br />

dikkatini çekecek, acıma duygularını uyandıracak nitelikte iken olayların<br />

tam tersini ileri sürmek <strong>ve</strong> bundan vazgeçilmesini istemek gibi bir öneriye<br />

nasıl gü<strong>ve</strong>nilebilirdi?<br />

İzmir <strong>ve</strong> Aydın bölgesinde durum buna benzer <strong>ve</strong> belki daha da<br />

acıklı değil miydi? Yunanlılar her gün güçlerini, savaş gereçlerini artırıyor<br />

<strong>ve</strong> saldırı hazırlıklarını tamamlıyorlardı. Bir yandan da bölge bölge saldırıdan<br />

geri durmuyorlardı. O günlerde İzmir’e yeniden bir piyade alayı ile<br />

tam donatılmış bir atlı alayı <strong>ve</strong> yirmi dört tane yük otomobiliyle pek çok<br />

yük arabası, altı tane top <strong>ve</strong> birçok savaş gereci çıkarıldığı <strong>ve</strong> cephelere pek<br />

çok cephane gönderilmekte olduğu anlaşılmıştı. Gerçek şu idi ki ulusumuz,<br />

hiçbir yerde, hiçbir yabancıya nedensiz saldırmıyordu. Şu duruma göre<br />

Baylar, yurdumuzun ele geçirilmiş bölgelerinden düşmanların çekildiklerini<br />

görmeden ya da hiç olmazsa çekilecekleri kanısına tam olarak varmadan,<br />

aldatıcı sözlere gereğinden çok önem <strong>ve</strong>rmek akıllı işi miydi? Ülkenin geleceğine<br />

tek dayanak noktası olarak kalmış bulunan Ulusal Güçleri, dağıtma<br />

ereğini güden, bu gibi öneri <strong>ve</strong> girişimleri anlamakta güçlük var mıydı? Geleceğimiz<br />

kuşku dolu <strong>ve</strong> belirsizlik içinde iken ulusal isteklerimizden hemen<br />

vazgeçmek doğru olur muydu? Yalnız İstanbul’un değil, Boğazların, İzmir’in,<br />

Adana dolaylarının, kısaca ulusal sınırlarımız içindeki bütün yurt<br />

parçalarının egemenliğimiz altında bırakılması, ulusal amacımız değil miydi?<br />

Böyle bir durumda, yalnız İstanbul’un, Osmanlı Devletine bırakılacağına<br />

söz <strong>ve</strong>rilmesi karşısında, Osmanlı Devletinin Sadrazamı Ali Rıza Paşa<br />

sevinse de Türk ulusunun sevineceği <strong>ve</strong> bununla yetinerek susacağı <strong>ve</strong> otu-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 143<br />

racağı nasıl düşünülebilirdi? Vahdettin’in Sadrazamı, Ulusal Güçleri dağıtma<br />

ereğini güden bütün bu girişimlerin tarihsel sorumluluğunu ölçüp düşünmek<br />

istemiyor muydu? Baylar, yabancıların önerisine <strong>ve</strong> onu uygulamaya<br />

kalkışan hükümetin istek <strong>ve</strong> buyruğuna, ulusça <strong>ve</strong> Ulusal Güçlerce<br />

uyulamayacağı doğaldı.<br />

(Atatürk Söylev’in bu bölümünde, 19 Şubat 1920 tarihinde Rauf<br />

Bey imzasıyla gelen <strong>ve</strong> hükümet <strong>ve</strong> Meclis hakkında düşündürücü bilgiler<br />

içeren gizli bir tele değinmektedir. Buna göre; Sadrazam, İçişleri Bakanı ile<br />

birlikte, Felâhı Vatan grubunun toplantısına gitmiş <strong>ve</strong> yeni bir ulusal hükümetin<br />

kurulamayacağını dile getirmiştir. Bunun üzerine Atatürk, Anadolu<br />

<strong>ve</strong> Rumeli’deki tüm komutanlıkları telin içeriği konusunda bilgilendirip<br />

uyardıktan sonra; Rauf Bey’e de ‘ulusal birlik <strong>ve</strong> dayanışmayı bozacak<br />

tarzdaki girişimleri yurt hainliği sayacakları’ yanıtını <strong>ve</strong>rmiş, İstanbul Hükümetinin<br />

ulusal güçlere yönelik olumsuz tutumunu eleştirmiş <strong>ve</strong> bu ağır<br />

durum karşısında millet<strong>ve</strong>killerinin susmamaları gerektiğini belirtmiştir. Yine<br />

aynı gün, bir örneği Karabekir Paşa’ya da gönderilen ayrıntılı bir telde<br />

Rauf Bey’e şu düşünce de iletilmiştir: ‘Sadrazamın, ulusal güçlerin yasadışı<br />

olduğunu öne süren konuşması, Temsilciler Kurulu’nu güç durumda bırakmıştır.<br />

Millet<strong>ve</strong>killeri, bu durumda, gereğini yapmak yerine dış güçlere<br />

umut besler görünmektedir.’ Ancak, bu tele Karabekir Paşa’dan gelen yanıt,<br />

şaşırtıcı bir biçimde ‘ulusal güçlerin hükümet karşısında üstün <strong>ve</strong> karşıt<br />

bir durumda olmamasını” öğütleyen bir yanıt olmuştur.)<br />

Baylar, düşmanların İstanbul’u eylemli olarak ele geçirmesinden<br />

aşağı yukarı yirmi gün önce, açığa vurulan bu görüş <strong>ve</strong> düşünce incelenmeye<br />

değer. Ben, yalnız bir noktaya dokunmakla yetineceğim. O nokta,<br />

olayların gidişine bağlı kalma gibi bir yazgıcılıktır. Biz elbette, kendimizi<br />

böyle bir yazgıcılığa bırakamazdık. Tersine, olayların nasıl gelişebileceğini<br />

önceden, gerçeğe yakın olarak kestirip karşı önlemlerini düşünmek <strong>ve</strong> zamanında,<br />

duraksamadan uygulama yanlısıydık. İşte bundan ötürüdür ki<br />

daha önceden düşünceleri yoklamaya başlamıştık.<br />

(Atatürk bu konuda, Hakkâri Millet<strong>ve</strong>kili Mazhar Müfit Bey’e yazdığı<br />

mektuba yer <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> millet<strong>ve</strong>killerinin vurdumduymaz tutumlarını<br />

eleştirerek, ulusun yaşamını <strong>ve</strong> geleceğini korumak yolundaki görevlerini<br />

unuttuklarını dile getirmiştir.)<br />

Baylar, Rauf Bey’e yazdığımız son gizli telde, Akbaş Cephaneliğindeki<br />

cephanenin bir bölümünün İngilizlere <strong>ve</strong>rilmesine yardım ettikleri yolunda<br />

bir dokundurma vardı. Bu konuyu biraz açıklayayım. Rumeli kıyısında,<br />

Gelibolu yakınında, Akbaş denilen yerde, bir cephane deposu vardı.<br />

Orada, Fransızların gözaltında tuttukları pek çok silah <strong>ve</strong> cephane bulunuyordu.<br />

Hükümet Anlaşma Devletleri’ne bütün bütüne boyun eğmiş gö-


144 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

rünmeyi yararlı saydığından, sözünü ettiğim cephanelikteki silah <strong>ve</strong> cephaneden<br />

bir kısmını, Anlaşma Devletlerine bırakmaya söz <strong>ve</strong>rmiş. Onlar da<br />

Vrangel (Wrangel) ordusuna göndereceklermiş. Rusya’ya götürmek için bir<br />

Rus Vapuru da Gelibolu’ya gelmiş. Hükümet daha önce, İstanbul’daki örgütümüz<br />

başkanlarının olurunu <strong>ve</strong> yardımını da sağlamış…<br />

Oysa Baylar, Köprülü Hamdi Bey adında yiğit bir arkadaşımız,<br />

Ulusal Güçlerden bir birlikle, 26-27 Ocak 1920 gecesi, sallarla Rumeli kıyısına<br />

geçti. Akbaş Cephaneliklerine el koydu. Depoyu bekleyen Fransızları<br />

tutukladı <strong>ve</strong> iletişim yollarını kesti. Silahların tümünü, cephanenin bir kısmını,<br />

gözaltına aldığı Fransız erlerini Lapseki’ye getirdi. Silahlarla cephaneyi<br />

yurt içine yolladıktan sonra, Fransız erlerini geri gönderdi. Akbaş deposunda<br />

sekiz bin Rus tüfeği, kırk Rus ağır makineli tüfeği, yirmi bin sandık<br />

cephane olduğu kestiriliyordu. Bu olay üzerine İngilizler, Bandırma’ya iki<br />

yüz kişilik bir birlik çıkardılar. Biz Anlaşma Devletleri askerlerinin, bulundukları<br />

yerlerdeki <strong>ve</strong> ulusal savaş bölgeleri gerilerindeki depolarda bulunan<br />

silah <strong>ve</strong> cephaneyi başka yere götürebileceklerini, kullanılmayacak bir duruma<br />

getirebileceklerini ya da depoların bulunduğu yerleri ele geçireceklerini<br />

düşünerek bütün komutanlara <strong>ve</strong>rdiğimiz buyrukta, kimi önlemler almakla<br />

birlikte tümünün tam kararlı <strong>ve</strong> kesin davranmaları gereğini de bildirdik.<br />

Baylar, hemen gene o günlerde, Anzavur, Balıkesir <strong>ve</strong> Biga dolaylarında<br />

oldukça önemli <strong>ve</strong> korkulu durumlar yaratmayı başarmıştı. Balıkesir’de,<br />

ulusal cephelerimizi arkadan vurmak istiyordu. Başına pek çok<br />

adam toplamıştı. Karşısına gönderilen Ulusal Güçlerle Biga’da kanlı bir savaş<br />

oldu. Anzavur, yendi. Gücümüzü dağıttı. Toplarımızı <strong>ve</strong> ağır makineli<br />

tüfeklerimizi ele geçirdi. Erlerimizi <strong>ve</strong> subaylarımızı tutsak <strong>ve</strong> şehit etti. Akbaş<br />

olayının yiğidi Hamdi Bey de bu şehitler arasında idi. Bundan sonra,<br />

Ahmet Anzavur, kendi adıyla andığı Ahmediye Cemiyeti adı altında, alçaklık<br />

alanını genişletti durdu.<br />

Baylar, 3 Mart 1920 günü çekilen <strong>ve</strong> bize olağanüstü haberler ulaştıran<br />

bir gizli tel aldım. Bu tel, İstanbul’dan, İsmet Paşa’dan geliyordu. İsmet<br />

Paşa, ben Ankara’ya vardıktan sonra, Ankara’ya yanıma gelmişti. Birlikte<br />

çalışıyorduk. Ancak Cemal Paşa’dan sonra, Milli Savunma Bakanlığına<br />

Fevzi Paşa Hazretleri geldi. Fevzi Paşa’nın özel isteği üzerine <strong>ve</strong> çok<br />

önemli bir amaç için, kendisini telin çekilişinden birkaç gün önce, İstanbul’a<br />

göndermiştim. Önemli olarak gördüğümüz nokta şuydu: Yunanlılar<br />

saldırıya hazırlanıyorlardı. Buna karşı akla yakın davranış, bütün güçleri<br />

hazırlayarak düzenli bir savaşa girmekti. Özellikle Fevzi Paşa Hazretleri, bu<br />

gereği <strong>ve</strong> bu zorunluluğu anlamaktaydı. İşte bu hazırlığı yapmak üzere,<br />

İsmet Paşa’nın İstanbul’da bulunması <strong>ve</strong> dahası, Genelkurmay Başkanlığı-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 145<br />

na resmî olarak atanıp çalıştırılması çok yararlı olacaktı. Bu düşünceyle<br />

onun İstanbul’a gitmesini gerekli görmüştüm. İsmet Paşa’nın telyazısı şudur:<br />

Harbiye, 03.03.1920<br />

Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,<br />

Alınan bilgiye göre, İstanbul’da bir dernek kurulmuş <strong>ve</strong> bu dernek,<br />

İngilizlerle birlik olarak şu kararları almış: Şimdiki hükümetin düşürülmesi<br />

<strong>ve</strong> bilinen bir hükümetin kurulması, Meclisin dağıtılması, İzmir <strong>ve</strong> Adana’nın<br />

düşman elinde kalmasını sağlamak için Ulusal Güçlerin ortadan<br />

kaldırılması, dünyaya barış <strong>ve</strong> esenlik getirmek üzere İstanbul’da Müslümanlar<br />

arası bir Halifelik Danışma Kurulu kurulması, Bolşevikliğe karşı fetva<br />

çıkarılması. Bakan Paşa bu derneğin giriştiği işlere önem <strong>ve</strong>riyor. Anadolu’daki<br />

Anzavur’un girişimleri bu çalışmalara dayandığı gibi, İngilizlerin<br />

Hükümete en çok baskı yapmaları da, buradan gelmektedir. Bilgi olarak<br />

sunmamı istediler. (İsmet)<br />

Milli Savunma Bakanlığı Başya<strong>ve</strong>ri<br />

Salih<br />

Baylar, biliyorsunuz ki İngiliz Temsilcisi, Yunanlılarla birlikte, bütün<br />

Anlaşma Devletlerine karşı savaşa son <strong>ve</strong>rilmesini Hükümete önermişti <strong>ve</strong><br />

bu sağlanırsa, İstanbul’un Osmanlı Devletine bırakılacağı yönünde yaldızlı<br />

bir söz de <strong>ve</strong>rmişti. Ancak İstanbul’da bu öneri yapılırken, Şubatın 18., 19.<br />

<strong>ve</strong> 20. günlerinde, Yunanlıların İzmir’e yeni güç, taşıt <strong>ve</strong> pek çok cephane<br />

getirdiğini <strong>ve</strong> cephelere yollayarak yeni bir saldırıya hazırlandığını, biz biliyorduk.<br />

Bu bilgimizi –Hükümet işlerine karışmayınız yaygarasına bakmaksızın-<br />

İstanbul Hükümetine de duyurarak dikkatini çekmekten geri kalmadık.<br />

Yunanlılar böylece saldırıya hazırlanırlarken, Ali Rıza Paşa Hükümeti,<br />

başka bir öneri karşısında kalıyor: “Yunanlılar karşısında bulunan Ulusal<br />

Güçleri üç kilometre geri aldırmak!” Ali Rıza Paşa Hükümetinin, bunu yapamayacağı<br />

besbelliydi. Ama amaç, onun düşürülmesiydi. Sadrazam ister<br />

istemez, bu önerinin yerine getirilemeyeceğini, yanıt olarak bildirmiş.<br />

3 Mart 1920 günü Yunanlılar saldırıya başladılar. Gölcük yaylasında<br />

Bozdağ’ı ele geçirdiler. İşte bu olay üzerine Ali Rıza Paşa’nın, düşünebildiği<br />

tek çıkar yol, yerinde daha uzun kalmaktan vazgeçerek hemen çekilip<br />

bu sorumlu işten yakayı sıyırmak olmuştur. Çünkü ulusal eylemi durdurma<br />

konusunda yapılan öneriyi, yerine getirmeye çalışmış ama başaramamış<br />

olan Ali Rıza Paşa, bu kez de öneriyi uygulattıracağım diye söz <strong>ve</strong>rip<br />

de bunu başaramazsa Anlaşma Devletleri’nce sorumlu tutulması olasılığı<br />

da akla gelmez miydi? Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa, Başkomutan


146 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Bay George Miln’in buyruklarını uygulattıramadığından ötürü en sonunda<br />

Hükümetten çıkarılmak durumunda kalmamış mıydı? Ali Rıza Paşa için de<br />

böyle bir işlem yapmaya kalkışılırsa, kendisini Padişah’ın koruyabileceğine<br />

gü<strong>ve</strong>nebilir miydi? Böyle bir durumda, ulusal isteklerin tek belirme yeri olduğunu<br />

söylediği İstanbul’daki Ulusal Meclise gü<strong>ve</strong>nebilecek miydi? Ulusal<br />

istenç adına konuşmasının <strong>ve</strong> isteklerde bulunmasının artık yeri <strong>ve</strong> olanağı<br />

kalmadığını söyleyerek cezalandıracağım diye gözdağı <strong>ve</strong>rdiği Temsilciler<br />

Kurulunda destek aramaya katlanmalı mıydı? Demek ki kendisi için çekilmekten<br />

daha uygun bir yol olamazdı. İşte o da öyle yapmıştır. Ali Rıza Paşa,<br />

Hükümete ilk saldırıldığında çekilmesi gerektiği yolundaki uyarımızı kabul<br />

etmedi. Görevde kalmakla yurda yararlı olacağını söyledi. Ulusal Meclis<br />

de bu bilgisizce görüşü uygun bularak onu yerinde tuttu. Acaba, yapılması<br />

söz konusu olan ödev, Yunanlılara, saldırı hazırlıklarını tamamlayarak<br />

yurdun kutsal topraklarından bir kısmını daha çiğnetmek <strong>ve</strong> pek sevgili<br />

yurttaşlarımızdan bir bölümünü daha süngüler altında inletmek için, gerekli<br />

fırsatı ses çıkarmadan bağışlamak mıydı?!<br />

3 Mart 1920 günlü gizli tellerle, Rauf <strong>ve</strong> Kara Vâsıf Beyler, hükümetin<br />

çekildiği haberini <strong>ve</strong>rirken, Felâhı Vatan Grubu Başkanı ile Meclis<br />

Başkan Vekillerinin saraya gönderildiklerini de bildiriliyorlardı. Bu başkanlar,<br />

Padişah katına kabul olunmamışlar. Başyazman <strong>ve</strong> Başmabeyinci ile<br />

görüşmeleri buyrulmuş. Grup Başkanı, Ulusal Örgütün Padişaha bağlılığını<br />

bildirmiş. Sözü Hükümetin çekilmesine getirmiş. Padişah, Başyazman ararcılığıyla<br />

şu buyruğu bildirmiş: “Bütün millet<strong>ve</strong>killerine selam. İşin <strong>ve</strong> durumun<br />

ağırlığını ben de onlar kadar anlıyorum. İşin <strong>ve</strong> durumun gereğine göre<br />

bir kişiyi Sadrazamlığa seçeceğim. Onun yetkisine el uzatarak arkadaşlarının<br />

seçimine karışamam. Ancak, ona, çoğunluk grubuyla anlaşmasını<br />

öğütleyeceğim.”<br />

Başkanlardan oluşan kurul, teşekkür ederek ayrılmış. Verilmekte<br />

olan bilgiler arasında şunlar da vardır: “Millet<strong>ve</strong>killeri telaşlı ama isteğe uygun<br />

bir Hükümet kurulacağına gü<strong>ve</strong>niyorlar. Yabancıların, Hürriyet <strong>ve</strong> Anlaşmacıların<br />

<strong>ve</strong> Gözcülerin, düzenledikleri gerici hareketlerde başarıya ulaşabilmek<br />

için, Ferit Paşa’yı ya da yakınlarından birini iş başına getirmeleri<br />

de düşünülebilir. Meclisi, elbette dağıtacaklardır. Padişah katında etkili olacak<br />

önlemlerin oraca alınması buyruklarınıza sunulur.”<br />

Baylar, tuhaf değil midir ki bugün bunları bildirenler, daha birkaç<br />

hafta önce: “Meclis resmî olarak açıldığına göre, bundan sonraki buyruklarınızın<br />

bana bildirilmesini <strong>ve</strong> görüşlerinizin her yerde gereği gibi savunulacağına<br />

gü<strong>ve</strong>nmenizi” diye yazan kişilerdir. Birkaç hafta önce, İstanbul Hükümeti<br />

ile görüş birliğine vararak beni, işlere <strong>ve</strong> yürütüme karışmaktan alıkoymak<br />

isteyen kişiler, bugün, İstanbul’da hiçbir şey yapmaya güçleri yet-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 147<br />

mediğini açığa vurarak buradan, Temsilciler Kurulundan etkili önlemler<br />

bekliyorlar. Biz, bu isteği de yerine getireceğiz. Ama bu kişilerin isteği olduğu<br />

için değil; yurdun yararı böyle gerektirdiği için…<br />

Baylar, 3 Mart günü <strong>ve</strong> 3-4 Mart gecesi, İstanbul’la iletişim kurmak<br />

<strong>ve</strong> oradaki durumu anlatmakla geçti. 4 Mart günü, gerek İsmet Paşa’dan<br />

gerekse öbür kişilerden aldığım bilgiler üzerine durumu genelgeyle bütün<br />

ordularla örgüt merkezlerimize <strong>ve</strong> ulusa bildirdim. Mebuslar Meclisi Başkanlığına<br />

şunu yazdım:<br />

(Bu yazıda özetle; ulusal güçlerin düşmana karşı savaşmakta olduğu<br />

<strong>ve</strong> yurtse<strong>ve</strong>r çocukların bu yolda canlarını <strong>ve</strong>rdikleri; bunun hiçbir güç<br />

<strong>ve</strong> yetki tarafından durdurulamayacak ulusal bir görev olduğu, ulusun yatışabilmesinin<br />

ancak ulusun tam gü<strong>ve</strong>nebileceği bir hükümetin iş başına getirilmesiyle<br />

olanaklı olabileceği dile getirilmektedir. Atatürk, bu yazının ardından<br />

Padişaha da bir tel göndermiş <strong>ve</strong> ‘Hükümetin çekilmesiyle bir hükümet<br />

bunalımının oluştuğunu <strong>ve</strong> bu bunalımın, olabildiğince çabuk <strong>ve</strong><br />

ulusal amaçlara uygun bir hükümetin kurulması yoluyla çözülmesinin beklendiğini’<br />

bildirmiştir.)<br />

Bu telin birer örneğini, bilgi için Mebuslar Meclisi Başkanlığına <strong>ve</strong><br />

kolordu komutanlarına yollamakla birlikte, birer örneğini de İstanbul gazetelerine<br />

<strong>ve</strong> Basın Derneğine <strong>ve</strong>rmesini İstanbul telgrafhanesine buyurduk.<br />

Bundan başka Baylar, komutanlara, valilere, mutasarrıflara <strong>ve</strong> Hakları Savunma<br />

merkez kurullarına ayrıca şu genelgeyi de yolladık.<br />

(Atatürk, 4 Mart tarihli bu genelge ile tüm vali <strong>ve</strong> örgütlerden Padişaha,<br />

Meclis Başkanlığına <strong>ve</strong> basına ‘ulusun, ulusal amaçları gerçekleştiremeyecek<br />

bir hükümet başkanına katlanamayacağını’ çok sert bir dille bildirmelerini<br />

istemiştir.)<br />

Baylar, <strong>ve</strong>rdiğimiz yönerge gereğince, ülkenin her yanından, ulusun<br />

her yönetim katından 4-5 Mart gecesi başlayan telgraf fırtınası, ayın<br />

beşinci <strong>ve</strong> altıncı günleri, Padişah <strong>ve</strong> Mebuslar Meclisi saraylarında istenilen<br />

etkiyi yaptı.<br />

(Atatürk, Halit Bey adında bir kişi <strong>ve</strong> Meclis Başkanı Celadettin Arif<br />

Bey’den almış olduğu tellerde, Sadrazamlık görevinin Donanma Bakanı<br />

Salih Paşa’ya <strong>ve</strong>rildiğinin bildirildiğini açıklamakta <strong>ve</strong> daha Hükümet Başkanı<br />

belli olmadan önce Rauf Bey’den almış olduğu bir telde de Rauf<br />

Bey’in Padişahın adamlarından birine kendisini Sadrazam olarak önerdiğini<br />

öğrendiğini anlatmakta <strong>ve</strong> sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, Rauf Bey’in, sadrazam bulmak söz konusu olurken benden<br />

söz açması elbette gereksizdi. Aramızda hiç böyle bir söz konuşulmuş değildi.<br />

Ben, aslında İstanbul Hükümetinin yaşayacağından umutlu değildim.<br />

Osmanlı Devleti’nin yaşamını bitirdiğine ise çoktan inanmıştım. Osmanlı


148 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Devletinin Sadrazamlığını üzerime almak gibi cılız <strong>ve</strong> anlamsız bir düşüncenin<br />

benim kafamda yeri olamayacağı kuşkusuzdu. Ben, doğal bir biçimde<br />

geçmekte olan devrim evrelerini soğukkanlılıkla izlerken, yarının önlemlerinden<br />

başka bir şey düşünmüyordum.<br />

Rauf Bey söz konusu ettiği Celalettin Arif Bey’in rapor örneğini de<br />

gönderdi. Hükümet kurulduktan sonra da şu bilgiyi <strong>ve</strong>rdi:<br />

(Atatürk, Rauf Bey’den gelen bu rapor örneğini <strong>ve</strong> 8 Mart 1920 tarihli<br />

telgrafta yer alan bakanların adlarını okuyarak konuşmasını sürdürür.)<br />

İzin <strong>ve</strong>rirseniz, yeniden İstanbul’a dönmek üzere, biraz da Edirne<br />

dolaylarındaki duruma göz atalım. Şimdiye değin genel olarak söylediklerim<br />

arasında yeri geldikçe Trakya’yı da hiçbir zaman örgütlerimizin <strong>ve</strong> tasarılarımızın<br />

dışında tutmadığımızı anlatmış olduğumu umarım. Edirne ile<br />

ilişkimiz <strong>ve</strong> iletişimimiz, yurdun her yeri ile olduğu gibi sürdürülmekteydi.<br />

Yaptığımız yazışmalardaki dikkate değer kimi noktaları yüce topluluğunuza<br />

açıklayarak bildirmek uygun olur.<br />

Birinci Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Bey, 31 Aralık <strong>1919</strong> günlü<br />

çok ayrıntılı bir raporunda, Trakya’da <strong>ve</strong> özellikle Batı Trakya’da, Yunanlıların<br />

yaptıkları girişimleri <strong>ve</strong> çalışmaları eksiksiz açıklıyordu. Düşmanın bu<br />

olağanüstü çalışmalarına karşı kendisinin gereği gibi önlem alamadığından<br />

yakınıyordu. “Kolordusunun, bu durum <strong>ve</strong> gelecekte çıkabilecek olaylar<br />

karşısında uygun bir konum almasına General Miln’in olmaz dediğinin yazışma<br />

sonunda anlaşıldığını” bildiriyordu. General Miln’in gerekli düzenlemeleri<br />

yapmamıza olmaz diyeceği, elbette kuşku götürmezdi. Bu açık gerçeği,<br />

yazışma yoluyla sorup anlamaya bilmem nasıl bir düşünce <strong>ve</strong> mantıkla<br />

kalkışmıştı? Cafer Tayyar Bey’e, 3 Ocak 1920’de <strong>ve</strong>rdiğim yönergede,<br />

gönderdiğimiz gizli yönetmeliğe göre silahlı birlikler kurulmasını yeniden<br />

hatırlattım: “Askerî durumu değiştirmekle elde edilemeyen yararların böylece<br />

karşılanması gerekir.” dedim. Milli Savunma Bakanı bulunan Cemal<br />

Paşa’ya da gene o gün durumu bildirerek Yunanlıların Doğu Trakya’da olsun,<br />

hazırlıklarına engel olmasını yazdım.<br />

Trakya Paşaeli Derneğinin gönderdiği raporlarda, gereği gibi örgütler<br />

kurulamadığından söz ediliyor <strong>ve</strong> kimi yüksek görevlilerden yakınılıyordu.<br />

Bu gibi görevlilere öteden beri, kimi uyarmalarda bulunuyordum.<br />

(Atatürk, burada 26 Ocak 1920’de Vâsıf Bey’in gönderdiği <strong>ve</strong> Cafer<br />

Tayyar Bey’le ilgili yakınmaların olduğu bir mektubu okumuş <strong>ve</strong> Cafer<br />

Tayyar Bey’in hiçbir örgüt kurmadığından <strong>ve</strong> silahlandırma desteği sağlamadığından<br />

söz edildiğini açıklamıştır.)<br />

Baylar, Edirne’den gelen yazılardan, raporlardan, bence, yanlış bir<br />

siyasal görüş üzerinde durulduğu anlaşılıyordu. Şimdi okunan mektupta da<br />

bu yanlış görüşün benimsendiğini gösteren cümleler vardır. Bu yanlış ilkeyi


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 149<br />

düzeltmek için, öteden beri ileri sürdüğümüz düşüncemizi, 3 Şubat 1920<br />

günü bir kez daha Cafer Tayyar Paşa’ya <strong>ve</strong> İstanbul’da Rauf Bey’e bildirdim.<br />

Yinelediğim düşünce şu idi: Doğu <strong>ve</strong> Batı Trakya’nın ulusal bir bütün<br />

olarak tasarlanması <strong>ve</strong> söylenmesi doğru bir siyaset değildir. Doğu Trakya’nın<br />

yurdumuzun bir parçası olduğuna karşı gelinemez <strong>ve</strong> bu tartışılamaz.<br />

Batı Trakya ise, bir antlaşma ile daha önce bırakılmış bir topraktır.<br />

Olsa olsa, Doğu Trakya, Batı Trakya’yı, kurtarmaya çalışanların bir toplanma<br />

<strong>ve</strong> yönetim yeri olabilir. Doğu <strong>ve</strong> Batı Trakya’nın birliğini üsteleyerek<br />

ileri sürmek, Doğu Trakya’da da kimi isteklerin ileri sürülmesine yol<br />

açabilir. Bulgarların da Ege Denizi’nde iktisadi bir çıkış yeri istemeleri ayrıca<br />

üzerinde durmayı gerektirir. Bulgaristan’da bu bakımdan çalışmalıdır.<br />

Cafer Tayyar Paşa da görevlilerden ileri gelen kişilerden, halktan<br />

yakınıyordu. 7-8 Mart 1920 günlü bir gizli telinde, “Bizde halk, her işi hükümetten<br />

beklemekte, yüksek sivil görevlilerin yansız bir durum takınmaları<br />

yüzünden sizin istediğiniz gibi ulusal örgütler kurulamamaktadır. İl içinde<br />

sık sık yapmakta olduğum denetlemelerde, özellikle köylülerle sıkı ilişki kuruyorum<br />

(…)Ama her köye gidemiyorum (…) İşin, köklü <strong>ve</strong> yaygın olması<br />

hepimizce istenilmekte olup bunun da bildirilen sakıncaların ortadan kaldırılmasına<br />

çalışmakla gerçekleştirilebileceğini bilginize sunarım” diyordu.<br />

Baylar, General Miln, Cafer Tayyar Paşa’ya askerî konumunu değiştirtmiyor.<br />

Vali <strong>ve</strong> mutasarrıflıklar yansız kalıyor <strong>ve</strong> her işi hükümetten<br />

bekleyen halka, ulusal örgüt kurmada önderlik <strong>ve</strong> yol göstericilik etmiyorlar.<br />

Bu sakıncalar kalkmadıkça işin köklü <strong>ve</strong> yaygın olamayacağı kanısında<br />

bulunuluyor.<br />

Şimdi isterseniz, yeniden İstanbul’a dönelim. 11 Mart 1920 günlü<br />

bir gizli telle Rauf Bey şu bilgiyi <strong>ve</strong>riyordu: 10 Mart 1920 günü öğleden<br />

sonra, Anlaşma temsilcileri toplanmışlar, Londra’dan gelen <strong>ve</strong> İstanbul’daki<br />

Ulusal Güçlerin ileri gelenlerinin tutuklanması ile ilgili olan bir<br />

buyruk üzerinde görüşmüşler <strong>ve</strong> buyruğu yerine getirmeye karar <strong>ve</strong>rmişler.<br />

Bu bilgi, gü<strong>ve</strong>nilir bir kişiye, sağlam bir yerden gizlice <strong>ve</strong>rilmiş <strong>ve</strong> bu gibi<br />

kimselerin bir an önce İstanbul’dan uzaklaşmaları gerektiği bildirilmiş. Bu<br />

konuyu, çeşitli olasılıklara göre inceledikten sonra, işin sonuna dek İstanbul’da<br />

kalarak namus ödevini yapmaya karar <strong>ve</strong>rmişler. Sadrazam Salih<br />

Paşa, bu duruma bilerek yol açmaktaymış. Onun için Hükümeti düşürmeye<br />

çalışacaklarmış. Başaracaklarına da inanıyorlarmış.<br />

Rauf Bey’in bu telinin arkasından, gene o gün gelen kısa bir telinde,<br />

“Son bildirdiklerimize karşı <strong>ve</strong> hükümetin durumu üzerine hiçbir düşünce<br />

bildirmediğimiz için, telin size varmamış olmasından <strong>ve</strong> sağlığınızdan<br />

haklı olarak kaygılıyım. Yanıtınızı gözlüyoruz.” denilmekteydi.


150 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

(Atatürk, burada Rauf Bey’e <strong>ve</strong> 15. ile 3. Kolordulara 11 Mart günü<br />

şu bilgiyi <strong>ve</strong>rmiştir. “İngilizlerin tutuklama kararına karşı Meclisin, sonuna<br />

değin yiğitçesine görevini yapması pek yararlı <strong>ve</strong> parlaktır. Ancak, sizinle<br />

birlikte, varlıkları ilerideki girişimlerimiz <strong>ve</strong> eylemlerimiz için çok gerekli<br />

olan arkadaşların, sonunda bize katılabilmeleri kesin olarak gü<strong>ve</strong>n altına<br />

alınmalıdır. Yoksa grubun birlik <strong>ve</strong> kararlı olarak iş görmesini düzenleyebilecek<br />

kişileri şimdiden görevlendirerek sizlerin hemen buraya gelmeniz<br />

çok gereklidir.”)<br />

Baylar, Rauf Bey’i <strong>ve</strong> öteki kişileri tam zamanında çağırmış olduğumuz,<br />

olaylarla hem de üç dört gün geçmeden belli oldu. Ama ne yazık ki<br />

bu çağrımız, gerektiği önem <strong>ve</strong> ciddiyeti göremedi. Rauf Bey, Vâsıf Bey gibi<br />

kişiler, en sonunda büyük bir uysallıkla Malta’ya gittiler. Bunu biliyorsunuz.<br />

Son ana kadar Anadolu’ya geçmek <strong>ve</strong> Ankara’ya gelmek yolunun <strong>ve</strong><br />

önlemlerinin kimi arkadaşlarca hazırlandığı <strong>ve</strong> sağlandığı bana anlatılmıştır.<br />

Eğer böyleydiyse, bu kişilerin Ankara’ya gelmeyi kabul etmeyip İngilizlere<br />

teslim olmayı <strong>ve</strong> Malta’ya gitmeyi yeğlemelerindeki neden <strong>ve</strong> özür, geçekten<br />

incelenmeye değer. Doğrusu, Türkiye durumun <strong>ve</strong> geleceğinin kuşkulu,<br />

karanlık, ölümcül görüldüğü kuramına göre bu karanlık tehlike içine atılanların,<br />

korkunç <strong>ve</strong> ürkünç bir sonuçla karşılaşmaları kuruntusunun etkisi altında,<br />

en sonunda herhangi bir zindanda bir süre kalmak üzere düşmana<br />

teslim olmayı yeğleyebilecekleri uzak görülemez. Bununla birlikte, ben burada<br />

böyle ağır bir yargıya varmaktan çekinirim. Bu düşünce iledir ki bu<br />

kişileri Malta zindanlarından kurtarmak için her yola başvurarak elden gelen<br />

girişimleri yapmaktan geri durmadım.<br />

III.2. İSTANBUL’UN İŞGALİ VE ULUSAL BİR MECLİSE DOĞRU<br />

Baylar, İstanbul’da 10. Tümen Komutanından Ankara’da 20. Kolordu<br />

Komutanlığına 9 Mart 1920 gün <strong>ve</strong> 465 sayılı, gizli bir tel ile kapatılmış<br />

bir yazı 14 Mart 1920 günü geldi. Açılmışı şuydu:<br />

(Telgraf Memuru Hamdi Bey aracılığıyla yapılan bu yazışmalardan,<br />

İngilizlerin, Türk Ocağı ile Mızıka Karakolu’nu basıp ele geçirdikleri <strong>ve</strong> İstanbul’u<br />

adım adım işgal etmeye başladıkları bilgileri edinilmektedir. Hamdi<br />

Bey dışında hiçbir bakan ya da millet<strong>ve</strong>kilinden bu yönde bilgi gelmemiş<br />

olmasına dikkat çeken Atatürk, Hamdi Bey’e de duyarlılığından dolayı teşekkür<br />

etmekte <strong>ve</strong> ardından 16 Mart tarihli teliyle tüm valilik, mutasarrıflık<br />

<strong>ve</strong> kolordu komutanlıklarını uyarmaktadır: ‘Dış dünya ile ilişkiler kesilecek,<br />

Hıristiyan halkın huzuru bozulmayacak <strong>ve</strong> gerekenler hakkında yasal işlemler<br />

uygulanacaktır.)


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 151<br />

Baylar, Anlaşma Güçleri, İstanbul telgraf merkezlerini ele geçirdikten<br />

sonra, yurda telle bir resmî bildirim yapmak istediler. Uyarmamız <strong>ve</strong><br />

anımsatmamız üzerine, bu resmî bildirim –kimi merkezler dışında- hiçbir<br />

yerden alınmadı. Alanlar <strong>ve</strong> yanıt <strong>ve</strong>renlerden belli başlıları şunlardır: İzmit<br />

Mutasarrıfı Suat Bey, Konya Valisi Suphi Bey.<br />

(Bu resmî bildirimde; Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na<br />

katılmasına yol açan İttihat <strong>ve</strong> Terakki Hükümeti ile şimdi Ulusal Örgüt<br />

adıyla etkin olan kişiler kınanmakta <strong>ve</strong> bu direniş nedeniyle İstanbul’a el<br />

konulduğu açıklanmaktadır. Bildiriye göre, bu, geçici <strong>ve</strong> Padişahlık erkine<br />

saygılı bir işgaldir <strong>ve</strong> İstanbul’un Türklerde kalması <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğin sağlanması<br />

için yalnızca İstanbul’dan <strong>ve</strong>rilecek buyruklara uyulmalıdır. Bu düzmece<br />

karşısında, 16 Mart 1920’de tüm vali <strong>ve</strong> komutanlar ile Hakları Savunma<br />

Derneklerine bir genelge yayımlayan Atatürk, bildiriye önem <strong>ve</strong>rilmemesi<br />

gerektiğini <strong>ve</strong> doğru bildirimi Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Hakları Savunma<br />

Derneğinin yapacağını belirtmiştir.)<br />

Baylar, o gün türlü araçlarla şu protestoyu gönderdim:<br />

16 Mart 1920<br />

Protesto<br />

İstanbul’da İngiliz, Fransız, İtalyan Siyasal Temsilcilerine,<br />

Amerika Siyasal Temsilcisine,<br />

Bütün yansız Devletler Dışişleri Bakanlıklarına <strong>ve</strong><br />

Fransa, İngiltere, İtalya Millet Meclislerine <strong>ve</strong>rilmek üzere Antalya’da<br />

İtalyan Temsilciliğine,<br />

İstanbul’da bütün resmî dairelere, ulusal bağımsızlığımızı temsil<br />

eden Mebuslar Meclisi ile birlikte, Anlaşma Devletleri’nin erleri açık açık <strong>ve</strong><br />

zorla girmişlerdir <strong>ve</strong> ulusal amaçlara uygun iş gören birçok yurtse<strong>ve</strong>r kimsenin<br />

tutuklanmasına da girişilmiştir. Osmanlı ulusunun siyasal egemenliğine<br />

<strong>ve</strong> özgürlüğüne indirilen bu son yumruk; hayatımızı <strong>ve</strong> varlığımızı, ne<br />

pahasına olursa olsun, savunmaya kararlı olan biz Osmanlılardan çok,<br />

yirminci yüzyıl uygarlık <strong>ve</strong> insanlığının kutsal saydığı bütün ilkelere; özgürlük<br />

<strong>ve</strong> ulus duygusu gibi bugünkü insan topluluklarının temeli olan bütün<br />

ilkelere <strong>ve</strong> bu ilkeleri ortaya koyan insanlığın genel vicdanına indirilmiş<br />

demektir.<br />

Biz, haklarımızı <strong>ve</strong> bağımsızlığımızı savunmak için giriştiğimiz savaşımın<br />

kutsallığına <strong>ve</strong> hiçbir gücün bir ulusu yaşama hakkından yoksun bırakamayacağına<br />

inanıyoruz. Tarihin bugüne dek yazmadığı nitelikte bir kıyım<br />

olan <strong>ve</strong> Vilson ilkelerine göre düzenlenmiş bir Ateşkes Antlaşması ile<br />

ulusumuzu savunma araçlarından yoksun etmek gibi bir düzene dayanılarak<br />

yapıldığı için, ilgili ulusların şeref <strong>ve</strong> onurlarıyla da bağdaşmayan bir


152 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

davranış üzerine yargıya varmayı, resmî Avrupa <strong>ve</strong> Amerika’nın değil, bilim,<br />

kültür <strong>ve</strong> uygarlık Avrupa <strong>ve</strong> Amerika’sının 51 vicdanına bırakmakla yetinir<br />

<strong>ve</strong> bu olaydan doğacak büyük tarihsel sorumluluğa son olarak bir daha<br />

dünyanın dikkatini çekeriz. Savımızın yasallığı <strong>ve</strong> kutsallığı bu güç zamanlarda,<br />

Tanrı’dan sonra en büyük desteğimizdir.<br />

Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli’nin Haklarını<br />

Savunma Temsilciler Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal<br />

(Atatürk, 16-17 Mart 1920’de ayrıca yayımladığı bir genelge ile Vali<br />

<strong>ve</strong> komutanlardan Anlaşma Devletleri’nin Millet Meclisi Başkanlıklarına<br />

protesto telleri çekmelerini, bu tellerde, saldırının özgürlük, yurtse<strong>ve</strong>rlik <strong>ve</strong><br />

ulusalcılık ilkelerine yöneldiğinin <strong>ve</strong> uygar ulusların buna göz yummasının<br />

tarihsel bir sorumluluk olduğunun vurgulanmasını istemiş <strong>ve</strong> gösteri toplantıları<br />

yapılmasını sağlamaları buyruğunu <strong>ve</strong>rmiştir.)<br />

Baylar, gene o gün ulusa şu bildiriyi yayımladım:<br />

Bildiri<br />

Bütün Komutanlara, Vali <strong>ve</strong> Mutasarrıflıklara <strong>ve</strong><br />

Hakları Savunma Derneklerine, Belediye Başkanlıklarına,<br />

Basın Derneğine,<br />

Anlaşma Devletleri’nin şimdiye dek ülkemizi bölüşmeye yol bulmak<br />

için giriştikleri çeşitli önlemler biliniyor. Önce Ferit Paşa ile anlaşarak<br />

ulusu savunmasız bir durumda yabancılara tutsak etmek <strong>ve</strong> yurdun birtakım<br />

önemli yerlerini savaşı kazanan devletlerin sömürgelerine katmak düşünülmüştü.<br />

Ulusal Örgütün, ulusun genel desteğiyle bağımsızlığı savunmada<br />

gösterdiği dayanç <strong>ve</strong> direniş bu düşünceyi altüst etti. İkincisi, Ulusal<br />

Güçleri aldatarak <strong>ve</strong> ondan izin alarak Doğu’da üstünlük sağlama siyaseti<br />

gütmek için, Temsilciler Kuruluna başvuruldu. Kurul, ulusun bağımsızlığını<br />

<strong>ve</strong> ülkenin bütünlüğünü sağlamadıkça <strong>ve</strong> özellikle düşman elindeki yerlerin<br />

boşaltılmasına girişilmedikçe, hiçbir türlü görüşmeye yanaşmadı. Üçüncüsü,<br />

Ulusal Güçler ile işbirliği yapan hükümetlerin işlerine karışarak, ulusal<br />

birliği sarsma <strong>ve</strong> haince karşı koymaları özendirip daha çok kötülüğe sürükleme<br />

yolu tutuldu. Ulusal birliğin oluşturduğu direnme <strong>ve</strong> dayanışma<br />

karşısında bu saldırılar da eridi. Dördüncüsü, yurdun yazgısı üzerine kaygı<br />

<strong>ve</strong>rici kararlar alındığından söz edilerek kamuoyuna baskı yapılmaya başlandı.<br />

Namusu <strong>ve</strong> yurdu koruma uğrunda her türlü öz<strong>ve</strong>riyi göze almış<br />

olan Osmanlı ulusunun dayancı <strong>ve</strong> direnci önünde, bu korkutmalar da işe<br />

yaramadı. En sonunda, bugün İstanbul’u zorla ele geçirerek Osmanlı Dev-<br />

51<br />

Amerika’ya, altı çizilen kısım yazılmamıştır. Yalnız “Amerikanın” sözü yazılmıştır. (Atatürk’ün notu)


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 153<br />

leti’nin yedi yüzyıllık yaşam <strong>ve</strong> egemenliğine son <strong>ve</strong>rildi. Açıkçası, bugün<br />

Türk ulusu, uygarlık yeteneğini, yaşama <strong>ve</strong> bağımsızlık hakkını <strong>ve</strong> bütün<br />

geleceğini savunmaya çağrıldı. İnsanlık dünyasının beğenisi, İslam dünyasının<br />

kurtuluş dilekleri, yüksek halifeliğin yabancı etkilerden kurtarılmasına<br />

<strong>ve</strong> ulusal bağımsızlığın geçmişteki şanımıza yaraşır bir inançla savunulup<br />

sağlanmasına bağlıdır. Giriştiğimiz bağımsızlık <strong>ve</strong> yurt savaşında Ulu Tanrı’nın<br />

yardım <strong>ve</strong> kayırıcılığı bizimledir.<br />

Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli’nin Haklarını Savunma<br />

Temsilciler Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal<br />

Baylar, bir yandan da bütün İslam dünyasına seslenerek bu saldırıyı<br />

bir bildiri ile türlü araçlarla ayrıntılı olarak yaydık.<br />

Baylar, olay üzerine daha çok bilgi almayı beklemeksizin, telgrafçı<br />

Manastırlı Hamdi Efendi’nin <strong>ve</strong>rdiği bilgiden <strong>ve</strong> bu bilgiyi destekleyen, İşgal<br />

Güçleri Bildiriminden durumun iç yüzünü anlayarak gerekli gördüğüm<br />

i<strong>ve</strong>di önlemleri, açıklandığı üzere, hemen el koyma günü aldım <strong>ve</strong> uyguladım.<br />

İstanbul’un ele geçirilmesi <strong>ve</strong> yapılan tutuklamalar üzerine, türlü kaynaklardan<br />

birbirini tutmaz <strong>ve</strong> şişirilmiş bilgiler gelmeye başladı. Bir de çeşitli<br />

yollarla soruşturmaları sürdürdük. Yasama görevlerini yapamayacakları<br />

kanısına vararak dağılan millet<strong>ve</strong>killerinin <strong>ve</strong> kimi kişilerin İstanbul’dan kaçıp<br />

Ankara’ya gelmekte oldukları anlaşıldı. Yolculuklarını kolaylaştırmak<br />

için, geçecekleri yerlerdeki ilgililere gerekli buyrukları <strong>ve</strong>rdim.<br />

Baylar, 16 Martta İstanbul ele geçirilir geçirilmez, aldığım önlemler<br />

arasında, daha birtakımları vardır ki onları Büyük Millet Meclisinin ilk açılışında<br />

bildirmiş olduğum için burada yeniden ayrıntıya girmedim. Örneğin;<br />

Eskişehir <strong>ve</strong> Afyonkarahisar’daki yabancı birliklerinin silahlarının alınması<br />

ya da oradan uzaklaştırılmaları; Gey<strong>ve</strong>, Ulukışla yakınlarında demiryollarının<br />

bozulması <strong>ve</strong> Anadolu’da bulunan yabancı subayların tutuklanmaları<br />

vb. gibi önlemlerle ilgili ayrıntıları, Büyük Millet Meclisinin ilk tutanaklarında<br />

okumuşsunuzdur. Bunlar arasında en önemlisi, olağanüstü yetkili bir<br />

Meclisin Ankara’da toplanmasını sağlama amacını güden ulusal <strong>ve</strong> yurtsal<br />

görevlerimizle ilgili karar <strong>ve</strong> bu kararın uygulanmasıdır. Baylar, bu konudaki<br />

kararımızı <strong>ve</strong> bu kararın nasıl uygulanacağını gösteren bir bildirimi, 19<br />

Mart 1920’de, yani İstanbul’un ele geçirilişinden üç gün sonra yayımladım.<br />

Baylar, bu konu üzerinde komutanlarla hemen hemen iki gün kadar makine<br />

başında görüşerek düşüncelerini öğrendim. Ben, ilk yaptığım karalamada<br />

“Kurucu Meclis” deyimini kullanmıştım. Amacım da toplanacak meclise,<br />

“devletin yönetim biçimini” değiştirme yetkisi <strong>ve</strong>rilmesini ilk anda sağlamak<br />

idi. Ama bu terimin kullanılmasındaki amacı gereği gibi açıklayama-


154 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

dığım ya da açıklamak istemediğim için, halkın alışkın olmadığı bir terimdir<br />

diye, Erzurum <strong>ve</strong> Sivas’tan uyarıldım. Bunun üzerine “olağanüstü yetkili<br />

bir Meclis” sözünü kullanmakla yetindim.<br />

İllere, Bağımsız Sancaklara <strong>ve</strong> Kolordu Komutanlarına,<br />

Devlet Başkentinin de Anlaşma Devletlerince resmî olarak ele geçirilmesi;<br />

yasama, adalet <strong>ve</strong> yürütme gücünden oluşan ulusal devlet gücünü<br />

kırmış <strong>ve</strong> Mebuslar Meclisi, bu durum karşısında görev yapamayacağını<br />

Hükümete resmî olarak bildirerek dağılmıştır. Şu duruma göre, devlet başkentinin<br />

korunmasını, ulusun bağımsızlığını <strong>ve</strong> devletin kurtarılmasını sağlayacak<br />

önlemleri düşünüp uygulamak üzere ulusça olağanüstü yetki <strong>ve</strong>rilecek<br />

bir meclisin Ankara’da toplantıya çağrılması <strong>ve</strong> dağılmış olan millet<strong>ve</strong>killerinden<br />

Ankara’ya gelebileceklerin de bu meclise katılmaları zorunlu<br />

görülmüştür. Bunun için aşağıda bildirilen yönerge gereğince, seçimlerin<br />

yapılmasını yurtse<strong>ve</strong>rlik onurunuz <strong>ve</strong> anlayışınızdan beklerim:<br />

1. Ankara’da olağanüstü yetkili bir meclis, ulusun işlerini yürütmek<br />

<strong>ve</strong> denetlemek üzere toplanacaktır.<br />

2. Bu meclise üye olarak seçilecek kişiler, millet<strong>ve</strong>killeri ile ilgili<br />

yasal koşullara uyacaklardır.<br />

3. Seçimde sancaklar seçim bölgesi olacaktır.<br />

4. Her sancaktan, beş üye seçilecektir.<br />

5. Her sancakta ilçelerden gelecek ikinci seçmenlerle sancak merkezinden<br />

seçilecek ikinci seçmenlerden <strong>ve</strong> sancak idare <strong>ve</strong> belediye<br />

meclisleriyle Hakları Savunma yönetim kurullarından; illerde,<br />

il merkez kurullarından <strong>ve</strong> il yönetim kurulu ile il merkezlerindeki<br />

belediye meclisinden <strong>ve</strong> il merkezi ile merkez ilçesi <strong>ve</strong><br />

merkeze bağlı ilçelerin ikinci seçmenlerinden oluşmuş bir kurulca<br />

aynı günde <strong>ve</strong> aynı oturumda seçim yapılacaktır.<br />

6. Bu meclis üyeliğine, her parti, dernek <strong>ve</strong> her toplulukça aday<br />

gösterilebileceği gibi, her kişinin de bu kutsal savaşıma eylemli<br />

olarak katılması için bağımsız adaylığını istediği yerden koymaya<br />

hakkı vardır.<br />

7. Seçimlere, her yerin en yüksek sivil yöneticisi başkanlık edecek<br />

<strong>ve</strong> seçimi doğru yapılmasından sorumlu olacaktır.<br />

8. Seçim, gizli oyla <strong>ve</strong> salt çoğunlukla yapılacak; oyları kurulun<br />

kendi içinden seçeceği iki kişi, kurul önünde sayacaklardır.<br />

9. Seçim sonunda, bütün kurul üyelerinin imza edecekleri ya da<br />

kendi mühürleri ile mühürleyecekleri üç tane tutanak düzenle-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 155<br />

necek; bir tanesi yerinde alıkonularak öteki iki taneden biri seçilen<br />

kişiye <strong>ve</strong>rilecek, öteki de Meclise gönderilecektir.<br />

10. Üyelerin alacakları ödenek, daha sonra Meclisçe kararlaştırılacaktır.<br />

Ancak geliş yollukları seçimi yapan kurulların zorunlu<br />

giderleri olarak uygun görecekleri tutarlar üzerinden, her yerin<br />

hükümetince sağlanacaktır.<br />

11. Seçimler, en geç on beş gün içinde Ankara’da çoğunlukla toplanmayı<br />

sağlamak üzere bitirilerek üyeler yola çıkarılacak <strong>ve</strong><br />

sonuç, üyelerin adlarıyla birlikte hemen bildirilecektir.<br />

12. Bu telin varış saati bildirilecektir.<br />

13. Ek: Kolordu Komutanlarına, İllere, Bağımsız Sancaklara bildirilmiştir.<br />

Temsiler Kurulu Adına<br />

Mustafa Kemal<br />

Baylar, bir hafta içinde, çeşitli yönlerden Ankara’ya gelmekte olan<br />

millet<strong>ve</strong>killeriyle, telyazı görüşmeleriyle ilişki kuruldu. Kendilerine, acılarını<br />

azaltmaya, yürek güçlerini artırmaya yarayacak bilgiler <strong>ve</strong>rildi. İstanbul’da<br />

artık bizim görüşümüzü izleyecek kimse kalmamıştı. Aylarca <strong>ve</strong> türlü yol <strong>ve</strong><br />

yöntemlerle uyarmalarda bulunduğumuz halde, bizim dediğimiz biçimde<br />

örgütler kurmayıp Karakol Derneğini kurup geliştirmeye çalışanların başları,<br />

Malta’ya sürülmüş <strong>ve</strong> İstanbul’da üyelerinin varlıklarından <strong>ve</strong> çalışmalarından<br />

bir iz kalmamıştı. Orada yeniden örgüt kurmak için çok sıkıntılı çalışmalar<br />

yapmak <strong>ve</strong> o zamanki durumumuza göre gücümüzün üstünde para<br />

harcamak zorunda kaldık.<br />

Saygıdeğer Baylar, genel konuşmam arasında bir iki yerde, benim<br />

İstanbul’daki Mebuslar Meclisine başkan seçilmem konusuyla ilgili sorundan<br />

<strong>ve</strong> bununla güdülen amaçtan söz etmiştim. Bunun sağlanamamış olmasından,<br />

küçük bir zorluk ile karşılaştığımı da bildirmiştim. Gerçekten, İstanbul’da<br />

Meclis saldırıya uğrayıp dağılınca millet<strong>ve</strong>killerini toplamak <strong>ve</strong><br />

özellikle, daha önce açıkladığım gibi bir meclis kurmaya girişebilmek için<br />

bir an duraksadım. Mebuslar Meclisi Başkanı Celâlettin Arif Bey’in Ankara’ya<br />

gelip gelmeyeceğini elbette bilemiyordum. Gelecek olursa, onun gelişini<br />

beklemeyi <strong>ve</strong> çağrıyı onun aracılığıyla yaptırmayı düşündüm. Ama durum<br />

pek çok hızlı <strong>ve</strong> i<strong>ve</strong>di davranmayı gerektiriyordu. Bilinmeyen bir olasılığı<br />

bekleyerek zaman yitirmeyi uygun bulmadım. Ama <strong>ve</strong>receğim kararın<br />

uygulanmasını sağlamak için de bir iki gün telgraf başında bütün komutanların<br />

düşündüklerini dinlemekle zaman geçirmek zorunda kaldım. Celâlettin<br />

Arif Bey’le Martın 27-28’inci gecesi Düzce’ye varışında, bağlantı kurulmuştu.<br />

Kendisine şu teli yazdım.


156 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

(Atatürk, Celâlettin Bey’e, olağanüstü yetkiye sahip bir meclisin kurulması<br />

<strong>ve</strong> seçimlerin çabuklaştırılması konusundaki düşüncelerini soran<br />

bir tel yazdığını; aldığı yanıtta, Celâlettin Bey’in buna katıldığını ancak bu<br />

meclisin bir yasaya göre açılması gerektiğinin bildirildiğini açıklamaktadır.<br />

Celalettin Bey ayrıca, bizim Anayasamızda buna uygun madde olmadığı<br />

için, Fransız Anayasası ilkelerine uyulabileceğini <strong>ve</strong> böylece meclis bir saldırıya<br />

uğrarsa, il <strong>ve</strong> sancak yönetim kurullarından seçilecek ikişer üyenin,<br />

yaptırım gücü yüksek olan meclisi yeniden kurabileceklerini dile getirmektedir.)<br />

Bu yanıt tel dikkatle gözden geçirilirse, Celalettin Arif Bey’le aramızda<br />

büyük bir görüş ayrılığı olduğu kolaylıkla anlaşılır. Ben, olağanüstü<br />

yetkileri olan bir meclisin, Ankara’da toplanmasına karar <strong>ve</strong>rirken bizim<br />

Anayasamızda böyle bir meclisin toplanabilmesiyle ilgili bir işaret olmadığını<br />

elbette bilirdim. Ancak kararımı <strong>ve</strong>rebilmek için böyle bir işaretin varlığını<br />

<strong>ve</strong> yokluğunu düşünmek, hiç aklıma gelmedi. Ayrıca saldırıya uğrayan<br />

meclis üyelerinden kurtulanlar ile iller <strong>ve</strong> sancaklar yönetim kurullarından<br />

seçilecek ikişer üyeden oluşacak Mebuslar Meclisinin yeniden, eski biçim<br />

<strong>ve</strong> niteliği ile toplanmasını sağlamak için çalışmasını hiç aklıma getirmedim.<br />

Tersine, büsbütün başka nitelik <strong>ve</strong> yetkide, sürekli bir meclis kurmayı<br />

<strong>ve</strong> bu meclisle, tasarladığım devrim evrelerini birlikte geçirmeyi düşündüm.<br />

Buna göre, uyuşmazlığından kuşku etmediğim düşüncelerimizin, görüştükten<br />

sonra birleşebileceğinden umudum yoktu. Bununla birlikte 19 Mart<br />

günlü bildirimimi telle Celâlettin Arif Bey’e <strong>ve</strong>rdirdim.<br />

(Celâlettin Bey’in yanıtında, bildirimin genel olarak uygun olduğundan,<br />

Ankara’ya vardığında görüşülüp ayrıca bir bildiri yayımlanacağından<br />

söz edilmiştir.)<br />

Celâlettin Arif Bey, bildirimizi okuduktan sonra, onun içeriğinin<br />

düşündüğü ilkelere genel olarak uyduğunu söylemekle birlikte, bunları destekleyici<br />

bir bildiriyi hemen yazıp yayımlamıyor. Bu işi Ankara’ya geldikten<br />

<strong>ve</strong> görüştükten sonraya bırakıyor.<br />

Baylar, Celâlettin Arif Bey, Ankara’ya geldikten sonra, kendisiyle<br />

<strong>ve</strong> yasalardan anlar başka kimi kişilerle bu konu üzerine oldukça uzun süren<br />

görüşmeler <strong>ve</strong> tartışmalar yapıldı. Ancak yanılmıyorsam Celâlettin Arif<br />

Bey, hiçbir zaman benim, Büyük Millet Meclisinin niteliği <strong>ve</strong> yetkisi ile ilgili<br />

görüşüme katılmamıştır. O, her zaman, toplanmış olan meclisin temel görevinin,<br />

İstanbul’daki Mebuslar Meclisinin toplanmasını sağlamak olduğunu<br />

düşünmüş <strong>ve</strong> kendisini hep o Mebuslar Meclisinin başkanı saymıştır.<br />

Bunu pekiştiren küçük bir anımı izin <strong>ve</strong>rirseniz anlatayım:<br />

Ben, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı bulunduğum <strong>ve</strong> kendisi<br />

ikinci başkan bulunduğu sırada, bir gün Başkanlık Kurulu toplantısında,


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 157<br />

Celâlettin Arif Bey’in ödenek işinden söz ettiğini <strong>ve</strong> kendisinin Mebuslar<br />

Meclisi Başkanı olması dolayısıyla o göre<strong>ve</strong> özgü ödeneği istediğini, o zaman<br />

Meclis başyazmanlığı görevinde bulunan Recep Bey bildirdi. Bilirsiniz<br />

ki o zaman Meclis Başkanı, İkinci Başkanı <strong>ve</strong> öteki başkanlar ile Meclis<br />

üyelerinin ödenekleri arasında ayrım yoktu. Celâlettin Arif Bey, yalnız kendisinin,<br />

Mebuslar Meclisi Başkanı kimliğiyle ayrı tutularak daha çok ödenek<br />

almasının yasaya göre haklı olduğundan söz ediyordu. Ben, bu sorunu karara<br />

bağlamaya Başkanlık Kurulunun yetkili olmadığını; isteğinde <strong>ve</strong> savında<br />

direnirse işin, Meclis Genel Kuruluna sunulabileceğini <strong>ve</strong> alınacak<br />

karara göre işlem yapılabileceğini ileri sürdüm. Celâlettin Arif Bey, meclis<br />

önüne çıkmayı uygun görmeyerek isteğinden vazgeçti.<br />

Saygıdeğer Baylar, 19 Mart 1920 günlü yönerge gereğince ülkenin<br />

her yerinde seçimler, hızla <strong>ve</strong> dikkatle yapılmaya başlandı. Yalnız, kimi yerlerde<br />

duraksayanlar <strong>ve</strong> işi engelleyenler oldu <strong>ve</strong> bunlardan kimileri az, kimileri<br />

uzunca süre duraksama <strong>ve</strong> direnmelerini sürdürdüler. Sonunda, bütün<br />

seçim bölgelerinin millet<strong>ve</strong>killeri, Büyük Millet Meclisinde bütün ulusun,<br />

yurdun temsilcisi olarak hazır bulundular. Bu üstün yerler şunlardır:<br />

Dersim, Malatya, Elazığ, Konya, Diyarbakır, Trabzon… Baylar, gerçek durumu<br />

söylemiş olmak için şunu da açıklayayım ki duraksama gösterenler<br />

<strong>ve</strong> direnenler, bu seçim bölgelerinin halkı değildir; belki o sırada o bölgelerde<br />

bulunan üst sivil yöneticilerdir. Halk gerçeği anlar anlamaz, hemen<br />

ortak ulusal isteğe uymakta hiç duraksama göstermemiştir.<br />

Şimdi Baylar, devrimin doğal gereklerinden olan olayların kimilerine<br />

değinelim:<br />

29 Mart 1920 günlü olup 3. Kolordu Komutanı Selahattin Bey’den<br />

aldığım bir gizli telde, “Samsun’da bulunan 15. Tümenin ruhsal durumunun<br />

bozuk olduğundan <strong>ve</strong> sözde, subaylar arasında Padişaha bağlılık duyguları<br />

bulunduğundan” söz ediliyordu. “Subaylar, Padişaha karşı olarak<br />

<strong>ve</strong>rilecek buyrukları yerine getiremeyeceklerini, üstlerine bildirmişler. Kendilerine<br />

baskı yapılırsa görevi bırakacakları seziliyormuş. İstanbul’dan gelen<br />

yolculardan <strong>ve</strong> gazetelerden, ele geçirilişin ikinci günü, el konulmuş yerlerin<br />

hepsinin boşaltıldığı <strong>ve</strong> Salih Paşa Hükümetinin yerinde olduğu,<br />

Ayan’ın görevini yapmakta olduğu, son cuma selamlığında Savunma <strong>ve</strong><br />

Donanma Bakanlığı hazır bulunarak, eskisi gibi, gerekli törenin yapıldığı<br />

anlaşılmış…” “Şu duruma göre, İstanbul’da bir Hükümet varken bu Hükümetin<br />

haberi olmaksızın yapılan işler nedir?” diyorlarmış. Subayları bu<br />

düşünce <strong>ve</strong> davranışlarını bildiren 15. Tümen Komutanı, şu yolda bir düşünce<br />

ileri sürüyordu: “Burada bir subayı tutuklamanın olağanüstü bir durum<br />

yaratması akla gelmez ancak bundan yararlanarak Anadolu üzerine<br />

yürümek gibi olaylar ortaya çıkacaktır. İzmir Cephesinde Ulusal Güçlerin


158 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

nasıl çalıştırıldığını bilemiyorum. Sanırım bunlar para ile çalıştırılmaktaymış.<br />

Bir savaş çıktığında, bütün halka aylık <strong>ve</strong>rilemeyeceği açık bir gerçek<br />

olduğundan, Ulusal Güçler adı altındaki güçten, savaşın ikinci günü ortada<br />

hiçbir kimsenin kalmayacağına kuşkum yoktur. Ordu birliklerine gelince,<br />

şimdiden kaçma olayları başlamıştır. Parasızlık böyle sürdükçe <strong>ve</strong> İstanbul<br />

Hükümeti yerinde kaldıkça subaylardan bile kuşkum vardır.” Bundan başka<br />

3. Kolordu Komutanı Selahattin Bey, <strong>ve</strong>rmiş olduğumuz yönerge gereğince,<br />

Amasya’ya gelen kontrol görevlisi Forbes adında bir yüzbaşıyı tutuklamış.<br />

Samsun’a bir İngiliz temsilcisi yüzbaşı gelmiş. Selahattin Bey’e, Yüzbaşı<br />

Forbes’in bir dakika geciktirilmeden Samsun’a gönderilmesini yazmış<br />

yoksa Selâhattin Bey’in sorumlu olacağını sözlerine eklemiş. Selahattin<br />

Bey’in sorması üzerine, bu konuda <strong>ve</strong>receği yanıt için şu öğütlemede bulundum:<br />

“Forbes’i tutuklayan ben değilim. Başkentleri, Ateşkes Antlaşması<br />

ile <strong>ve</strong> insanlığa yaraşmaz bir yolla ele geçirilen ulustur. Bunun için, salı<strong>ve</strong>rilmesini<br />

de ancak ulus sağlayabilir.” Bununla birlikte, bu Forbes’i ülkeden<br />

çıkarmakla yetinildi, kendisi tutuklanmadı.<br />

Bolu mutasarrıfı Haydar Bey’in 9 Nisan 1920 günlü kısa bir gizli telinden<br />

Adapazarı ile Hendek arasında bulunan <strong>ve</strong> Çatalköprü denilen yerdeki<br />

köprülerin <strong>ve</strong> Mudurnu suyu üzerindeki köprünün, Ulusal Güçlere<br />

karşı olan kişilerce yıkıldığı anlaşıldı. Bolu <strong>ve</strong> çevresi Komutanı Mahmut<br />

Nedim Bey’in, Düzce’den yazdığı 9 Nisan 1920 günlü gizli telinde de, 8<br />

Nisan’da Adapazarı’nda Ulusal Güçlere karşı gösteriler yapıldığı, Hendek<br />

<strong>ve</strong> Adapazarı arasındaki telgraf <strong>ve</strong> telefon tellerinin kesildiği <strong>ve</strong> Düzce Abazalarından<br />

yansız kalanların da karşıcıllara katılmak üzere yola çıktıkları anlaşıldı.<br />

Hendek ile Adapazarı arasında, Mudurnu suyu üzerindeki büyük<br />

köprünün yıkılması dolayısıyla, ulaşımın durduğu da anlaşılıyordu. Bu haberler<br />

üzerine, Gey<strong>ve</strong>’de bulunan 24. Tümen Komutanı Mahmut Bey’in<br />

dikkati çekildi. Nevşehir’de de Nevşehir Kaymakamı Nedim Bey’in başkanlığı<br />

altında İslam Yükselme Derneğinin bir şubesi kurulmuş; <strong>ve</strong>rilen raporda,<br />

derneğin en karıştırıcı üyelerinden sekiz kişinin Niğde’ye getirildiği bildiriliyordu.<br />

Bu derneğin üyeleri, Padişahtan başka hiçbir güç tanımayız,<br />

Ulusal Güçleri dağıtmak için malca, bedence bütün gücümüzü harcamaya<br />

ant içtik, diyorlarmış. Her gece toplanıyorlarmış, ileri gelenleri, Niğde’deki<br />

Tümen Komutanı’nın gönderdiği bir birlikçe tutuklanmış.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 159<br />

BÖLÜM IV<br />

ULUSAL BAĞIMSIZLIK SAVAŞI<br />

IV.1. TBMM’NİN AÇILMASI VE TEPKİLER<br />

Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasını <strong>ve</strong> açılmasını sağlamak için<br />

çalıştığımız günlerde bizi en çok uğraştıran, Düzce, Hendek, Gerede gibi<br />

Bolu bölgesindeki yerlerden başlayıp Nallıhan, Beypazarı üzerinden Ankara’ya<br />

yaklaşacak gibi görünen gericilik <strong>ve</strong> ayaklanma dalgaları olmuştur.<br />

Ben, bir yandan bu dalgaların durdurulmasına çalışırken bir yandan da<br />

Ankara’da toplanmakta olan <strong>ve</strong> genel durumu henüz gereği gibi bilmeyen<br />

millet<strong>ve</strong>killerini korkulu olaylar karşısında bırakmamak <strong>ve</strong> bu gibi olayların<br />

ortaya çıkmasıyla Meclisin toplanamaması gibi uğursuz olasılıkları önlemek<br />

yollarını düşünüyordum. Bunun için, Meclisin açılmasında çok i<strong>ve</strong>di davranıyordum.<br />

Sonunda, gelebilmiş millet<strong>ve</strong>killeriyle yetinerek, Meclisin, Nisanın<br />

yirmi üçüncü Cuma günü açılmasına karar <strong>ve</strong>rdik. Bu karar üzerine,<br />

21 nisan 1920 günü yaptığım bildirimi, o günün duygu <strong>ve</strong> anlayışına ne<br />

denli uymak zorunluluğu bulunduğunu gösterir bir belge olması bakımından,<br />

olduğu gibi bilginize sunmayı uygun görüyorum.<br />

Tel: Çok i<strong>ve</strong>didir.<br />

Ankara'ya i<strong>ve</strong>di yazı gönderilmesi Ankara, 21.4.1920<br />

Kolordulara (On Dördüncü Kolordu Komutanı Vekilliğine),<br />

Altmış Birinci Tümen Komutanlığına, Refet Beyefendi'ye,<br />

Bütün İllere, Bağımsız Sancaklara,<br />

Müdafaai Hukuk Merkez Kurullarına, Belediye Başkanlıklarına<br />

1. Tanrı'nın yardımıyla Nisanın yirmi üçüncü günü, cuma namazından<br />

sonra Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.<br />

2. Yurdun bağımsızlığı, yüce Halifelik <strong>ve</strong> Padişahlığın kurtarılması<br />

gibi en önemli <strong>ve</strong> yaşamsal görevleri yapacak olan bu Büyük Millet Meclisinin<br />

açılış gününü cumaya denk getirmekle o günün kutsallığından yararlanılacak<br />

<strong>ve</strong> bütün sayın millet<strong>ve</strong>killeriyle birlikte, kutlu Hacı Bayram camisinde<br />

cuma namazı kılınarak Kuran’ın <strong>ve</strong> namazın nurlarından ışık alınacak


160 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

<strong>ve</strong> güç kazanılacaktır. Namazdan sonra, Peygamberimizin kutlu sakalı <strong>ve</strong><br />

kutsal sancak alınarak Meclisin toplanacağı özel yere gidilecektir. Toplantı<br />

yerine girilmeden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir. İşbu törende,<br />

camiden başlayarak, Meclise değin, Kolordu Komutanlığınca askeri<br />

birliklerle özel tören düzeni alınacaktır.<br />

3. Açılış gününün kutsallığını pekiştirmek için, bugünden başlayarak<br />

il merkezinde, Vali Beyefendi Hazretlerinin düzenleyeceği üzere, hatim<br />

indirilmeye <strong>ve</strong> Buhari 52 okunmaya başlanacak <strong>ve</strong> hatimin son bölümleri,<br />

uğur için Cuma günü namazdan sonra Meclisin toplantı yeri önünde okunup<br />

bitirilecektir.<br />

4. Kutsal <strong>ve</strong> yaralı yurdumuzun her köşesinde, yukarda belirtildiği<br />

gibi bugünden başlayarak hatim indirmeye <strong>ve</strong> Buhari okunmaya başlanacak;<br />

cuma günü ezandan önce minarelerde sala <strong>ve</strong>rilecek; hutbe okunurken<br />

Halifemiz <strong>ve</strong> Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin kutlu adı anıldığı sırada<br />

kendisinin, ülkesinin <strong>ve</strong> bütün uyruklarının bir an önce kurtulmaları<br />

<strong>ve</strong> mutluluğa ermeleri için ayrıca dua edilecek; cuma namazı kılındıktan<br />

sonra da hatim tamamlanarak yüce Halifelik <strong>ve</strong> Padişahlığın <strong>ve</strong> bütün yurt<br />

parçalarının kurtarılması amacıyla yapılan ulusal çalışmaların önemini <strong>ve</strong><br />

kutsallığını <strong>ve</strong> her yurttaşın, kendi <strong>ve</strong>killerinden oluşmuş olan Büyük Millet<br />

Meclisince <strong>ve</strong>rilecek yurt görevlerini yapmak zorunda olduğunu anlatan<br />

dinsel öğütler <strong>ve</strong>rilecektir. Daha sonra, Halife <strong>ve</strong> Padişahımızın, din <strong>ve</strong><br />

devletimizin, yurdumuzun <strong>ve</strong> ulusumuzun kurtuluşu, esenliği <strong>ve</strong> bağımsızlığı<br />

için dua edilecektir. Bu dinsel <strong>ve</strong> yurtsal tören yapıldıktan <strong>ve</strong> camilerden<br />

çıkıldıktan sonra, Osmanlı ülkesinin her yerinde, hükümet konağına<br />

gidilerek, Meclisin açılışından dolayı resmi kutlamalarda bulunulacaktır.<br />

Her yerde cuma namazından önce, uygun görülecek biçimde mevlit okunacaktır.<br />

5. İşbu bildirimin hemen yayılması için her araca başvurulacak <strong>ve</strong><br />

tez elden en sapa köylere, en küçük askeri birliklere, yurttaki bütün örgütlere<br />

<strong>ve</strong> kurumlara ulaştırılması sağlanacaktır. Ayrıca büyük kâğıtlara yazılarak<br />

her yere asılacak <strong>ve</strong> yapılabilen yerlerde bastırılıp çoğaltılarak parasız<br />

dağıtılacaktır.<br />

6. Ulu Tanrı'dan tam başarıya ulaştırmasını yakarırız.<br />

Temsilciler Kurulu adına<br />

Mustafa Kemal<br />

52<br />

Buhari sanı ile tanınmış Buharalı bilgin tarafından kaleme alınan <strong>ve</strong> içeriğinde Hz. Muhammed’in söz<br />

<strong>ve</strong> buyrukları yer alan hadis kitabı.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 161<br />

22 Nisan 1920 günü de şu bildirimi yaydım:<br />

Tel<br />

Dakika geciktirilmeyecektir 22.4.1940<br />

Bütün İllere, Bağımsız Sancaklara,<br />

Kolordulara, Nazilli’de Albay Refet Beyefendi’ye,<br />

Bursa’da Yirminci Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa Hazretlerine,<br />

Bursa’da Ellialtıncı Tümen Komutanı Albay Bekir Sami Beyefendi’ye,<br />

Balıkesir’de Altmışbirinci Tümen Komutanı Albay Kazım Beyefendi’ye<br />

Tanrı’ın yardımıyla Nisanın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet<br />

Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden sonra bütün sivil <strong>ve</strong><br />

askeri orunların <strong>ve</strong> bütün ulusun buyruk alacağı en yüce kat, adı geçen<br />

Meclis olacaktır. Bilgilerinize sunulur.<br />

Temsilciler Kurulu Adına<br />

Mustafa Kemal<br />

Saygıdeğer baylar, Şimdiye dek bilginize sunduklarım, kişisel olarak<br />

<strong>ve</strong> Temsilciler Kurulu (Heyet-i Temsiliye) adına değindiğim olayların<br />

açıklanmasına ilişkin idi. Bundan sonra söyleyeceklerim, Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi açıldıktan <strong>ve</strong> yöntemine göre hükümet kurulduktan bugüne<br />

değin meydana gelmiş olayları <strong>ve</strong> devrimleri kapsayacaktır. Amacım, devrimimizin<br />

incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır. Bütün bu olayların<br />

oluşum <strong>ve</strong> gelişiminde Türkiye Büyük Millet Meclisi <strong>ve</strong> Hükümeti Başkanı,<br />

Başkomutan <strong>ve</strong> Cumhurbaşkanı olarak bulunmuş olmaktan daha çok, örgütümüzün<br />

53 genel başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi yükümlü<br />

sayarım.<br />

Baylar, Meclisin açıldığı ilk günlerde, Meclise, içinde bulunduğumuz<br />

durumu <strong>ve</strong> koşulları açıklayarak izlenmesini <strong>ve</strong> uygulanmasını doğru<br />

bulduğum düşüncelerimi bildirdim. Bu düşüncelerin başlıcası, Türkiye'nin,<br />

Türk ulusunun izlemesi gereken siyasal ilke ile ilgili idi.<br />

Bilirsiniz ki Osmanlılar zamanında çeşitli siyasal yöntemler tutulmuştu<br />

<strong>ve</strong> tutuluyordu. Ben, bu siyasal yöntemlerden hiçbirinin, yeni Türkiye<br />

devletinin yöntemi olamayacağı kanısına varmıştım. Bunu, Meclis'e anlatmaya<br />

çalıştım. Bu konu ile ilgili olarak önceden <strong>ve</strong> sonraları söylediklerimin<br />

temel noktalarını, burada hep birlikte anımsamayı yararlı bulurum.<br />

Baylar, bilirsiniz ki yaşam demek, savaşım <strong>ve</strong> çarpışma demektir.<br />

Yaşamda başarı, yüzde yüz savaşımda başarı kazanmakla elde edilebilir.<br />

53 Bu örgüt, Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti <strong>ve</strong> Söylev'in okunduğu tarihte de Cumhuriyet<br />

Halk Partisi’dir.


162 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Bu da tinsel <strong>ve</strong> maddesel güce <strong>ve</strong> erke dayanan bir iştir. Bir de insanların<br />

uğraştığı bütün sorunlar, karşılaştığı bütün tehlikeler, elde ettiği başarılar,<br />

toplumca yapılan genel bir savaşın dalgaları içinden doğagelmiştir. Doğu<br />

uluslarının batı uluslarına saldırısı tarihin belli başlı bir evresidir. Doğu ulusları<br />

arasında Türklerin başta <strong>ve</strong> en güçlü olduğu biliniyor. Gerçekten Türkler,<br />

Müslümanlıktan önce <strong>ve</strong> sonra Avrupa içerisine girmişler, saldırılar<br />

yapmışlar <strong>ve</strong> yayılmışlardır. Batıya saldıran <strong>ve</strong> yayılmalarını İspanya'ya girip<br />

Fransa sınırlarına değin sürdüren Araplar da vardır. Ama baylar, her<br />

saldırıya, her zaman, bir karşı saldırı düşünmek gerektir. Karşı saldırı olasılığını<br />

düşünmeden <strong>ve</strong> ona karşı gü<strong>ve</strong>nilir önlem bulmadan eyleme geçenlerin<br />

sonu yenilgi <strong>ve</strong> bozgundur, yok olmaktır.<br />

Batının Araplara karşı saldırısı, Endülüs'te acı <strong>ve</strong> ders alınmaya değer<br />

bir tarihsel yıkım ile başladı. Ama orada bitmedi. Kovalama, Afrika kuzeyinde<br />

sürüp gitti.<br />

Atilla’nın, Fransa <strong>ve</strong> Batı Roma topraklarına dek genişletilmiş olan<br />

imparatorluğunu anımsadıktan sonra, Selçuk Devleti'nin yıkıntısı üzerinde<br />

kurulan Osmanlı Devleti'nin İstanbul'da Doğu Roma İmparatorluğu'nun taç<br />

<strong>ve</strong> tahtını ele geçirdiği çağlara gözlerimizi çevirelim. Osmanlı padişahları<br />

içinde Almanya'yı, Batı Roma'yı ele geçirerek çok büyük bir imparatorluk<br />

kurmaya girişmiş bulunanlar vardı. Yine, bu padişahlardan biri, bütün İslam<br />

dünyasını bir merkeze bağlayarak yönetmeyi düşündü. Bu amaçla Suriye’yi,<br />

Mısır’ı ele geçirdi. “Halife” sanını takındı. Başka bir padişah da<br />

hem Avrupa’yı ele geçirmek, hem İslam dünyasını buyruğu <strong>ve</strong> yönetimi altına<br />

almak amacını güttü. Batının sürüp giden karşı saldırısı, İslam dünyasının<br />

tedirginliği <strong>ve</strong> ayaklanması <strong>ve</strong> böyle bütün dünyayı ele geçirme düşünce<br />

<strong>ve</strong> amaçlarının tek sınır içine aldığı çeşitli halkaların kaynaşamaması,<br />

en sonunda Osmanlı İmparatorluğu'nu da benzerleri gibi, tarihin bağrına<br />

gömdü.<br />

Baylar, dış siyasetin en çok ilgili bulunduğu <strong>ve</strong> dayandığı temel,<br />

devletin iç örgütüdür. Dış politika, iç örgütle uyarlı olmak gerekir. Batıda<br />

<strong>ve</strong> doğuda, yaratılışı, kültürü <strong>ve</strong> ülküsü başka başka olan <strong>ve</strong> birbirleriyle<br />

bağdaşamayan toplulukları tek sınır içine almış bir devletin iç örgütü, elbette<br />

temelsiz <strong>ve</strong> çürük olur. Bu durumda dış siyaseti de köklü <strong>ve</strong> sağlam olamaz.<br />

Böyle bir devletin, iç örgütü özellikle ulusal olmaktan uzak olduğu gibi,<br />

siyasal yöntemi de ulusal olamaz, Buna göre Osmanlı Devleti’nin siyaseti<br />

ulusal değil; ancak, kişisel, bulanık <strong>ve</strong> kararsız idi.<br />

Değişik ulusları ortak <strong>ve</strong> genel bir ad altında toplamak <strong>ve</strong> bu değişik<br />

ulus topluluklarını eşit haklar <strong>ve</strong> koşullar altında bulundurarak güçlü bir<br />

devlet kurmak, parlak <strong>ve</strong> çekici bir siyasal görüştür. Ama aldatıcıdır. Dahası,<br />

hiçbir sınır tanımayarak, dünyadaki bütün Türkleri de bir devlet olarak


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 163<br />

birleştirmek, ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu, yüzyılların <strong>ve</strong> yüzyıllarca yaşamakta<br />

olan insanların çok acı, çok kanlı olaylar ile ortaya koyduğu bir<br />

gerçektir.<br />

İslamcılık <strong>ve</strong> Turancılık siyasetinin başarı kazandığına <strong>ve</strong> dünyayı<br />

uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanamamaktadır. Soy ayrımı gözetmeksizin,<br />

bütün insanlığı kapsayan tek bir dünya devleti kurma hırslarının<br />

sonuçları da tarihte yazılıdır. Yayılmacı olmak he<strong>ve</strong>sleri, konumuzun<br />

dışındadır. İnsanlara her türlü özel duygularını <strong>ve</strong> bağlantılarını unutturup,<br />

onları kardeşlik <strong>ve</strong> tam eşitlik içinde birleştirerek, insancıl bir devlet meydana<br />

getirme kuramının da kendine özgü koşulları vardır.<br />

Bizim açık <strong>ve</strong> uygulanabilir gördüğümüz siyasal yöntem, “ulusal siyaset”tir.<br />

Dünyanın bugünkü genel koşulları <strong>ve</strong> yüzyılların kafalarda <strong>ve</strong> karakterlerde<br />

yerleştirdiği gerçekler karşısında düşçü olmak kadar büyük yanılgı<br />

olamaz. Tarihin dediği budur; bilimin, aklın, mantığın dediği böyledir.<br />

Ulusumuzun, güçlü, mutlu <strong>ve</strong> sağlam bir düzen içinde yaşayabilmesi<br />

için, devletin bütünüyle ulusal bir siyaset gütmesi <strong>ve</strong> bu siyasetin iç<br />

örgütlerimize tam uyumlu <strong>ve</strong> dayalı olması gereklidir. Ulusal siyaset demekle<br />

anlatmak istediğim şudur: Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce<br />

kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulusun <strong>ve</strong> ülkenin gerçek<br />

mutluluğuna <strong>ve</strong> bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler<br />

peşinde ulusu uğraştırmamak <strong>ve</strong> zarara sokmamak; uygarlık dünyasının<br />

uygarca <strong>ve</strong> insanca davranışını <strong>ve</strong> karşılıklı dostluğunu beklemektir.<br />

Baylar, Meclis'e önerdiğim önemli bir konu da hükümet kurma sorunuydu.<br />

Bu sorunun <strong>ve</strong> bununla ilgili önerinin o zaman için ne denli<br />

önemli olduğunu iyi bilirsiniz.<br />

Gerçek, Osmanlı Devleti'nin <strong>ve</strong> halifeliğin çökmüş <strong>ve</strong> ortadan<br />

kalkmış olduğunu düşünerek, yeni temellere dayalı, yeni bir devlet kurmaktı.<br />

Ama durumu olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine<br />

yol açabilirdi. Çünkü genel eğilim <strong>ve</strong> düşünüş, daha padişah <strong>ve</strong> halifenin<br />

özürlü sayılacak bir durumda bulunduğu yolunda idi. Dahası, Meclis'te, ilkin<br />

halifelik <strong>ve</strong> padişahlık makamı ile bağlantı <strong>ve</strong> İstanbul Hükümeti ile uzlaşma<br />

aramak akımı baş göstermişti.<br />

İstanbul'daki koşulların, halife <strong>ve</strong> padişah ile ne açık ne de özel <strong>ve</strong><br />

gizli görüşmeye uygun olduğunu açıklamaya çalıştım. Böyle bir görüşme<br />

ile ne anlamak istediğimizi sordum. Ve “Ulusun, bağımsızlığı <strong>ve</strong> ülke bütünlüğünü<br />

sağlamaya çalışmakta olduğunu haber <strong>ve</strong>rmek için ise, bu gereksizdir.<br />

Çünkü padişah <strong>ve</strong> halife olan kişi de bundan başka bir şey düşünüp<br />

isteyebilir mi? Bunun karşıtını, kendi ağzından işitsem inanmam, bunun<br />

yüzde yüz zorlama <strong>ve</strong> baskı altında söyletildiğini kabul ederim.” dedim.


164 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Şunu bilginize sunmak istiyorum ki hükümet kurmakla ilgili bir<br />

öneride bulunmadan önce, duyguları <strong>ve</strong> görüşleri dikkate almak zorunluğu<br />

vardı. Bu zorunluğa uymakla birlikte asıl amacı saklı tutan önerimi yazılı<br />

olarak Meclis'e sundum. Bazı karşı görüşler ileri sürüldüyse de kısa bir tartışma<br />

sonunda kabul olundu.<br />

Bu önergeyi bugün gözden geçirecek olursak, orada temel ilkelerin<br />

saptanmış <strong>ve</strong> ortaya konmuş olduğunu görürüz. Bu ilkeleri, izin <strong>ve</strong>rirseniz,<br />

burada belirterek sayacağım:<br />

1. Hükümet kurmak zorunludur.<br />

2. Geçici olduğu bildirilerek bir hükümet başkanı tanımak ya da<br />

bir padişah <strong>ve</strong>kili ortaya çıkarmak uygun değildir.<br />

3. Meclis’te yoğunlaşan ulusal istencin, yurdun yazgısına doğrudan<br />

doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi'nin üstünde bir güç yoktur.<br />

4. Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama <strong>ve</strong> yürütme yetkilerini<br />

kendinde toplamıştır. Meclis'ten seçilecek <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>kil olarak görevlendirilecek<br />

bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu<br />

kurulun da başkanıdır.<br />

Not: Padişah <strong>ve</strong> halife, baskı <strong>ve</strong> zordan kurtulduğu zaman, Meclis'in<br />

düzenleyeceği yasal ilkeler içinde durumunu alır.<br />

Baylar, bu ilkelere göre kurulan bir hükümetin niteliği kolaylıkla<br />

anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, ulusal egemenlik temeline dayanan halk<br />

hükümetidir. Cumhuriyettir.<br />

Böyle bir hükümetin kuruluşunda ilke, güçler birliği kuramıdır. Zaman<br />

geçtikçe bu ilkelerin kapsadığı kavramlar anlaşılmaya başladı. İşte o<br />

zaman tartışmalar <strong>ve</strong> olaylar birbiri ardınca sürüp gitti.<br />

Saygıdeğer baylar, açık <strong>ve</strong> gizli oturumlarda bir iki gün süren açıklamalarımdan,<br />

konuşmalarımdan <strong>ve</strong> belirttiğim ilkeleri kapsayan önerimi<br />

ileri sürdükten sonra yüksek Meclis, beni başkanlığa seçmekle bana karşı<br />

genel gü<strong>ve</strong>nini gösterdi.<br />

Burada ufak bir noktayı da açıklamalıyım:<br />

Anımsarsınız ki oluşmaya başlayan ulusal birliği, ulusun coşup<br />

uyanışına yormaktan daha çok, kişisel girişim sonucu olarak görüyorlardı.<br />

Bu arada benim girişimlerde bulunmamın yasak edilmesine önem <strong>ve</strong>riyorlardı.<br />

Beni, ulusa <strong>ve</strong> hükümete, istenmez <strong>ve</strong> kötü kişi saydırmaktan yarar<br />

umuyorlardı. Yapılan propaganda, “Ben istenmez <strong>ve</strong> kötü kişi sayılırsam,<br />

ulusa <strong>ve</strong> devlete karşı hiçbir aykırı davranışta bulunulmayacak… Bütün kötülüklerin<br />

nedeni benmişim. Bir adam için, bir ulusun birçok tehlikeleri göze<br />

alması akla yatmazmış” yolundaydı. Hükümet <strong>ve</strong> düşmanlar, beni, ulu-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 165<br />

sa karşı bir silah gibi kullanıyordu. Bunun için 24 Nisan 1920 günü gizli bir<br />

oturumda Meclise bu durumu açıkladım. Başkanlık seçiminde, bunun da<br />

bir sakınca olarak göz önünde tutulmasını <strong>ve</strong> yalnız ulusun <strong>ve</strong> yurdun<br />

esenliği düşünülerek oy <strong>ve</strong> kararların uygun <strong>ve</strong> doğru olarak <strong>ve</strong>rilmesini rica<br />

ettim.<br />

Baylar, Büyük Millet Meclisi, bakanların seçimi ile ilgili 2 Mayıs<br />

1920 günlü yasa ile Büyük Millet Meclisinde, Genelkurmay işleri de içinde<br />

olmak üzere onbir bakandan oluşan bir “Bakanlar Kurulu” 54 kurdu. Bu<br />

arada İsmet Paşa Hazretleri de Genelkurmay işlerini üzerine almış bulunuyordu.<br />

(Atatürk, İsmet Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığına atanması konusunda<br />

Refet <strong>ve</strong> Ali Fuat Paşaların karşı çıkışlarını anlattıktan sonra, sözlerini<br />

şöyle sürdürüyor:)<br />

İsmet Paşa'nın, gerek Genelkurmay Başkanlığı’nda gerekse daha<br />

sonraki eylemli olarak Cephe Komutanlığında gösterdiği yararlık <strong>ve</strong> üstün<br />

çaba, kendisine görev <strong>ve</strong>rişteki yanılmazlığımı eylemli olarak ortaya koymuş<br />

bulunduğu için ulus karşısında, ordu karşısında <strong>ve</strong> tarih karşısında<br />

içim çok rahattır.<br />

Baylar, Meclis 29 Nisan 1920'de, Yurt Hainliği Yasasını <strong>ve</strong> sonraki<br />

aylarda İstiklâl Mahkemeleri yasalarını da çıkarmakla devrimlerin doğal gereklerini<br />

yerine getirmiş oldu. İstanbul'un işgalinden sonra başlayan birtakım<br />

yıkıcı akımlara, olaylara, ayaklanmalara değinmiştik. Bunlar, yurdun<br />

her yerinde hızla belirdi <strong>ve</strong> sürüp gitti. İstanbul’da Damat Ferit Paşa, i<strong>ve</strong>di<br />

olarak yeniden işbaşına getirildi. Damat Ferit Paşa Hükümeti <strong>ve</strong> İstanbul’da<br />

bütün yıkıcı <strong>ve</strong> hain örgütlerin kurduğu birlik <strong>ve</strong> bu birliğin Anadolu<br />

içindeki bütün ayaklanma örgütleri <strong>ve</strong> bütün düşmanlar <strong>ve</strong> Yunan ordusu,<br />

elbirliğiyle bize karşı çalışmaya başladılar. Bu ortak saldırı siyasetinin yönergesi<br />

de Padişah <strong>ve</strong> Halifenin, içinde düşman uçakları da bulunan her<br />

türlü araçlarla yurda yağdırdığı “Padişaha Karşı Ayaklanma” fetvası idi.<br />

Bu genel, çok yönlü <strong>ve</strong> haince saldırılara karşı biz de daha Meclis<br />

açılmadan önce, Afyonkarahisar’da, Eskişehir’de <strong>ve</strong> bütün demiryolu boyunda<br />

bulunan yabancı devlet askerlerini Anadolu’dan çıkararak; Gey<strong>ve</strong>,<br />

Osmaneli, Cerablus köprülerini yıkarak <strong>ve</strong> Meclis toplanır toplanmaz Anadolu’daki<br />

yüksek din bilginlerinden fetva alarak karşı önlemlere giriştik.<br />

Baylar, <strong>1919</strong> yılı içinde, ulusal girişimlerimize karşı başlayan iç<br />

ayaklanmalar hızla ülkenin her yerine yayıldı.<br />

54 Özgün adı İcra Vekilleri Heyeti olan Bakanlar Kurulu, hükümet işlevi görmekte <strong>ve</strong> yürütüme gücünü<br />

kullanmaktaysa da Meclis Hükümeti Sistemi gereği, bu görev <strong>ve</strong> yetkiler esasen Meclisin kendisine<br />

aitti. Dolayısıyla Bakanlar Kurulu, aslında Meclise <strong>ve</strong>kâlet eden bir organ niteliğinde idi.


166 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Bandırma, Gönen, Susurluk, Mustafakemalpaşa 55 , Karacabey, Biga<br />

<strong>ve</strong> dolaylarında; İzmit, Adapazarı, Düzce, Hendek, Bolu, Gerede, Nallıhan,<br />

Beypazarı dolaylarında; Bozkır’da; Konya, llgın, Kadınhan, Karaman, Çivril,<br />

Seydişehir, Beyşehir, Koçhisar dolaylarında; Yozgat, Yenihan, Boğazlıyan,<br />

Zile, Erbaa, Çorum dolaylarında; Umraniye, Refahiye, Zara, Hafik<br />

dolaylarında; Viranşehir dolaylarında tutuşan kargaşa ateşleri bütün ülkeyi<br />

yakıyor; hainlik, bilgisizlik, düşmanlık <strong>ve</strong> bağnazlık dumanları bütün yurt<br />

göklerini yoğun karanlıklar içinde bırakıyordu. Ayaklanma dalgaları, Ankara'da<br />

karargâhımızın duvarlarına dek çarptı. Karargâhımızla kent arasındaki<br />

telefon <strong>ve</strong> telgraf tellerini kesmeye dek varan kudurgan saldırışlar karşısında<br />

kaldık. Batı Anadolu’nun, İzmir’den sonra, yeniden önemli bölgeleri de<br />

Yunan ordusunun saldırıları ile çiğnenmeye başlandı.<br />

Dikkate değer ki sekiz ay önce ulus, Temsilciler Kurulu ile birlik olarak,<br />

Damat Ferit Hükümeti ile ilişkiyi <strong>ve</strong> haberleşmeyi kesmişken, Ali Galip’in<br />

girişimi gibi tek tük olaylardan başka böyle genel ayaklanma olmamıştı.<br />

Bu kez ortaya çıkan yaygın <strong>ve</strong> genel ayaklanmalar, sekiz ay içinde<br />

yurtta çok hazırlık yapıldığını gösteriyordu. Damat Ferit Hükümetinden<br />

sonra kurulan hükümetlerle ulusal bilincin korunması <strong>ve</strong> pekiştirilmesi yolundaki<br />

savaşımlarımızın ne denli haklı nedenlere dayandığı çok acı olarak<br />

bir daha anlaşılmış oluyordu.<br />

Baylar, önce, iç ayaklanmalar üzerine açık bir bilgi edinmek için,<br />

izin <strong>ve</strong>rirseniz, bu ayaklanmaları yeri geldiğinde söz konusu ettikçe, değinilen<br />

evreleri kısaca bilginize sunayım: 56<br />

• 21 Eylül <strong>1919</strong>’da Balıkesir'in kuzey bölgesinde başlayan birinci<br />

Anzavur Ayaklanması,<br />

• 16 Şubat 1920’de yine bu bölgede başlayan ikinci Anzavur<br />

Ayaklanması,<br />

• 13 Nisan 1920’de başlayan Bolu-Düzce Ayaklanması,<br />

• 11 Mayıs 1920’de Adapazarı <strong>ve</strong> Gey<strong>ve</strong> dolaylarında başlayan<br />

üçüncü Aznavur Ayaklanması,<br />

• Halife Ordusu adının takınan İstanbul Hükümeti birliklerinin<br />

İzmit dolaylarındaki ayaklanmaları,<br />

• 14 Mayıs 1920’de başlayan Yenihan Ayaklanması,<br />

• 13 Haziran 1920’de Yozgat dolaylarında başlayan Çapanoğluı<br />

Ayaklanması,<br />

• 7 Eylül 1920’de başlayan Zile <strong>ve</strong> Erbaa ayaklanmaları,<br />

55 Eski adı Kirmastı<br />

56 Hazırlayanlar tarafından özetlenmiştir.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 167<br />

• Haziran 1920’de Güney bölgelerinde başlayan Milli Aşireti<br />

Ayaklanması,<br />

• 24 Ağustos 1920’de aynı bölgede başlayan ikinci Milli Aşireti<br />

Ayaklanması,<br />

• 21 Haziran 1920’de Afyonkarahisar bölgesinde başlayan Çopur<br />

Musa Ayaklanması,<br />

• 5 Mayıs 1920’de başlayan Birinci Konya Ayaklanması.<br />

Baylar, Meclisin açıldığı ilk günlerde, cephelerin ne durumda olduklarını<br />

da hep birlikte bir kez daha anımsayalım:<br />

1. İzmir Yunan Cephesi<br />

Biliyorsunuz ki Yunanlılar İzmir’e çıktıkları zaman orada On Yedinci<br />

Kolordu Komutanı olarak, karargâhıyla Nadir Paşa bulunuyordu. Kuv<strong>ve</strong>t<br />

olarak, Yarbay Hurrem Bey komutasında 56’ncı Tümenin iki alayı vardı.<br />

Bu kuv<strong>ve</strong>t özellikle, kolordu komutanının buyruğuyla, karşı koymaksızın,<br />

onur kırıcı davranışlar altında Yunanlılara teslim edilmiştir. Bu tümenin bir<br />

alayı (172’nci Alay) Ayvalık’ta bulunuyordu. Komutanı Yarbay Ali Bey idi<br />

(Afyonkarahisar Millet<strong>ve</strong>kili Albay Ali Bey).<br />

Yunan ordusu işgal bölgesini genişletirken Ayvalık’a da asker çıkardı.<br />

Ali Bey, bu Yunan kuv<strong>ve</strong>tine karşı 28 Mayıs <strong>1919</strong>’da savaşa girişti.<br />

Bugüne değin Yunan birlikleri hiçbir yerde ateşle karşılaşmamıştı. Tam tersine,<br />

kimi kent <strong>ve</strong> kasabalar halkı korkutulmuş <strong>ve</strong> İstanbul Hükümetinin<br />

buyruklarına uyarak, büyük görevliler başta olmak üzere, Yunan birliklerini<br />

özel kurullarla karşılamışlardı. Ali Bey’in, Ayvalık bölgesinde savaş cephesi<br />

kurması üzerine, yavaş yavaş Soma’da, Akhisar’da, Salihli’de ulusal cepheler<br />

kurulmaya başlamıştı.<br />

5 Haziran <strong>1919</strong>’dan başlayarak Albay Kâzım Bey (Meclis Başkanı<br />

Kâzım Paşa Hazretleri), Balıkesir’deki 61’inci Tümenin komutasını <strong>ve</strong>kil<br />

olarak üzerine almıştı. Daha sonra Ayvalık, Soma, Akhisar kesimlerinden<br />

meydana gelen Kuzey Cephesi komutanlığını yapmıştı. Fuat Paşa’nın Batı<br />

Cephesi Komutanlığına atanmasından sonra Kâzım Bey’e Kuzey Kolordusu<br />

Komutanlığı makam <strong>ve</strong> yetkisi <strong>ve</strong>rildi. Aydın bölgesinde, düşmanın İzmir’e<br />

girişinden sonra asker <strong>ve</strong> halktan kimi yurtse<strong>ve</strong>rler, Yunanlılara karşı çıkıyor;<br />

halkı yüreklendirmek <strong>ve</strong> silahlı ulusal örgütler kurmak için çalışıyorlardı.<br />

Bu arada, ad <strong>ve</strong> kılık değiştirerek İzmir’den o bölgeye gitmiş olan Celâl<br />

Bey’in (İzmir Millet<strong>ve</strong>kili Celâl Bey) çaba <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>risi anılmaya değer.<br />

<strong>1919</strong> yılı Haziran ortalarında, Aydın Cephesi de kuruldu. Bu bölgede<br />

bulunan 57’nci Tümenin Komutanı Albay Mehmet Şefik Bey <strong>ve</strong> Tü-


168 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

men Topçu Komutanı Binbaşı Hakkı Bey idi; alay komutanlarından Binbaşı<br />

Hacı Şükrü Bey <strong>ve</strong> ulusal kuv<strong>ve</strong>tlerin başında Yörük Ali Efe ile Demirci<br />

Mehmet Efe vardı. Sonunda, Demirci Mehmet Efe üstünlük sağlayarak<br />

Aydın Cephesi Komutanlığını eline aldı.<br />

Baylar, İzmir’in çeşitli kesimlerinde kurulan <strong>ve</strong> yavaş yavaş subaylarla<br />

<strong>ve</strong> ordu birlikleriyle güçlendirilmesine çalışılan ulusal cephelerin beslenmeleri<br />

doğrudan doğruya o bölge halkınca sağlanıyordu. Bunun için de<br />

cephe gerilerinde ulusal örgütler kurulmuştu. Bu ödevin halktan hükümete<br />

geçişi, Büyük Millet Meclisi Hükümetinin kuruluşundan sonra sağlanabilmiştir.<br />

2. Güney Fransız Cephesi<br />

a) Fransız birliklerine karşı, doğrudan doğruya Adana bölgesinde;<br />

Mersin, Tarsus, İslâhiye bölgelerinde <strong>ve</strong> Silifke dolaylarında Ulusal Güçler<br />

kurulmuş <strong>ve</strong> bunlar çok yiğitçe işe başlamışlardı. Doğu Adana bölgesinde<br />

“Tufan Bey” sanı ile eyleme geçen Yüzbaşı Osman Bey’in yiğitlikleri anılmaya<br />

değer. Ulusal birlikler, Mersin, Tarsus, Adana şehirlerinin kapılarına<br />

dek sokuldular <strong>ve</strong> buralarda üstünlük sağladılar. Pozantı’da Fransızları kuşattılar<br />

<strong>ve</strong> geri çekilmek zorunda bıraktılar.<br />

b) Maraş’ta, Antep’te, Urfa’da önemli savaşlar <strong>ve</strong> çarpışmalar oldu.<br />

Sonunda işgal kuv<strong>ve</strong>tleri buralardan çekilmek zorunda bırakıldılar. Bu başarıların<br />

kazanılmasında başlıca etmen olan Kılıç Ali <strong>ve</strong> Ali Saip Beylerin<br />

adlarını anmayı ödev sayarım.<br />

Fransızların işgal bölgelerinde <strong>ve</strong> cephelerde Ulusal Güçler her gün<br />

daha sağlam olarak örgütleniyorlardı. Ulusal Güçler ordu birlikleriyle de<br />

desteklenmeye başlanmıştı. İşgal güçleri her yönden sıkı <strong>ve</strong> sert bir biçimde<br />

baskı altına alınıyordu.<br />

(Atatürk, bu baskıların Fransızlar ile 20 günlük bir ateşkes imzalanması<br />

sonucunu doğurduğunu <strong>ve</strong> bu ateşkesin hem ulusal direnişi örgütlendirmek<br />

hem de Fransa’ya Ulusal Örgüt’ün siyasal varlığını tanıtmak<br />

amacı güttüğünü belirtiyor. Ardından, tüm bu gelişmelerin, İstanbul Hükümetinin<br />

Nurettin Paşa aracılığıyla bir uzlaşma arayışına yönelmesine yol<br />

açtığını açıkladıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:)<br />

3. Yunanlıların İlk Genel Saldırısı<br />

Saygıdeğer baylar, yurt içinde yer yer beliren iç ayaklanmaları izlemekte<br />

gecikmeyen Yunanlıların ilk genel saldırısı, gözlerimizi yeniden batıya<br />

çevirtecektir.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 169<br />

Yunanlılar, 22 Haziran 1920’de Milne Hattı’ndan genel saldırıya<br />

geçtiler. Kuv<strong>ve</strong>tleri altı tümene yükselmiş bulunuyordu. Üç tümen ile iki<br />

koldan Akhisar-Soma yönünden; iki tümen ile Salihli yönünden; bir tümen<br />

ile de Aydın Cephesinden saldırdılar. Düşmanın kuzey kolu, 30 Haziran<br />

1920’de Balıkesir’e girdi <strong>ve</strong> süvarileri de 2 Temmuz 1920’de Mustafakemalpaşa<br />

<strong>ve</strong> Karacabey’i işgal etti. Bu düşman karşısında bulunan 61 <strong>ve</strong><br />

56’ncı tümenlerimiz, Ulubat köprüsünü yıkarak Bursa’ya doğru çekildi.<br />

Düşman, birliklerimizi izleyerek Bursa’ya da girdi <strong>ve</strong> ileri kollarını Dimbos-<br />

Aksu kesimine dek sürdü. Bunun karşısındaki kuv<strong>ve</strong>tlerimiz çok sarsıldı.<br />

Eskişehir’e dek çekildi. Bu savaşlar sırasında İngilizler, 25 Haziran 1920’de<br />

Mudanya’ya <strong>ve</strong> 2 Temmuz 1920’de de Bandırma’ya birer birlik çıkardılar.<br />

Salihli yönünde doğuya ilerleyen iki Yunan tümeni de 24 Haziranda<br />

Alaşehir’e girdi <strong>ve</strong> daha sonra ilerleyerek 29 Ağustosta Uşak’ı aldı.<br />

Dumlupınar sırtları elimizde kalmak üzere bu bölgeye dek ilerledi. Bu düşman<br />

karşısında bulunan 23’üncü Tümen <strong>ve</strong> Ulusal Güçlerimiz çok sarsıldı<br />

<strong>ve</strong> Aydın’dan ilerleyen bir Yunan kolu da Nazilli’ye dek geldi. Bu savaşlar<br />

sırasında, tümenlerimizin kadro durumunda <strong>ve</strong> cephanesiz olduklarını <strong>ve</strong><br />

güçlendirilmelerine de henüz olanak bulunmadığını biliyorsunuz.<br />

Baylar, ben de, Eskişehir’e <strong>ve</strong> oradan ileri bölgelere gittim. Gerek<br />

orada <strong>ve</strong> gerek başka bölgelerde bulunan güçlerimizin düzene sokulmasını<br />

buyurdum. Yeniden, düşman karşısında, düzenli komutaya bağlı cepheler<br />

kurulmasını sağladım.<br />

Baylar, Yunan saldırısı <strong>ve</strong> ulusal cephelerin bozulması, Meclis’te<br />

büyük bir bunalım yarattı <strong>ve</strong> sert sataşma <strong>ve</strong> eleştirilere yol açtı.<br />

Büyük Millet Meclisi’nin 13 Temmuz 1920 günü, kırk birinci toplantısında,<br />

suçlarından <strong>ve</strong> yönetimdeki yetersizliklerinden dolayı Bursa<br />

Komutanı Bekir Sami <strong>ve</strong> Bursa Valisi Hâcim Muhittin Beylerin <strong>ve</strong> Alaşehir<br />

Komutanı Âşir Bey’in niçin mahkemeye <strong>ve</strong>rilmediklerini Genelkurmay<br />

Başkanlığından <strong>ve</strong> İçişleri Bakanlığından soran gensoru önergesi okundu.<br />

(Atatürk, bu önerge ile ilgili başlayan tartışmalara değindikten sonra,<br />

sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, ayrıntılarını Meclis tutanaklarında okuduğunuz bu sıcak görüşmelerden<br />

önce, 26 Temmuz 1920 günü de gizli bir oturumda buna<br />

benzer bir görüşme olmuştu. Orada da uzun açıklama yapmak zorunda<br />

kalmıştım. Çünkü üzüntü <strong>ve</strong> duyarlık sonucu olarak yapılmakta olan eleştiri<br />

<strong>ve</strong> önerilerde, bu yenilginin gerçek nedenleri <strong>ve</strong> etmenleri sanki unutulmuş<br />

gibiydi. Bütün bu bozgundan, kurulalı <strong>ve</strong> iş başına geçeli daha iki ay bile<br />

olmayan Bakanlar Kurulunu sorumlu tutmak amacı güdülüyordu. Bir yıldan<br />

daha çok bir süreden beri Yunan ordusunun İzmir bölgesinde yerleşmiş<br />

olduğu <strong>ve</strong> durmadan hazırlandığı; buna karşılık, İstanbul hükümetleri-


170 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

nin ordumuzu boyuna kötürüm edecek nedenler yaratmakla uğraştığı <strong>ve</strong><br />

ulusun kendiliğinden kurabildiği Ulusal Güçleri dağıttırmaya <strong>ve</strong> yok ettirmeye<br />

çalışmaktan başka bir şey yapmadığı hiç düşünülmüyordu. Eğer bu<br />

bir yıl içinde Yunan güçleri karşısında az çok bir varlık gösterilmiş idiyse,<br />

bunun da beş on öz<strong>ve</strong>rilinin kendiliklerinden gösterdikleri kararlılık <strong>ve</strong> çabalarının<br />

ürünü olduğunu insafla göz önünde bulundurmak istemiyorlardı.<br />

Söz söyleyenler içinde, pek az olmakla birlikte, ulusal inancı <strong>ve</strong> yurda bağlılığı<br />

kuşkulu olanlar bile vardı.<br />

Söz konusu ettiğimiz bu gizli oturumda, uzun açıklamalarım arasında<br />

özellikle demiştim ki: “Bir yıkıma uğramadan önce, onu önleme <strong>ve</strong><br />

ona karşı savunma önlemlerini düşünmek gerektir. Yıkıma uğradıktan sonra<br />

yanıp yakılmanın yararı yoktur. Yunan saldırısının olacağı daha önceden<br />

çok belliydi. Eğer, bunu önleyici önlemler alınamamış ise, bunun sorumluluğu<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne <strong>ve</strong> onun hükümetine yükletilemez.<br />

Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin sorumluluk yerine geldiğinden bu<br />

yana almaya başladığı önlemleri, daha bir yıl öncesinden beri İstanbul hükümetlerinin<br />

bütün ulusla birlikte <strong>ve</strong> önemle almaya başlaması gerekirdi.<br />

Kimi birliklerin cepheden alınıp iç ayaklanmaların bastırılmasında görevlendirilmesi,<br />

Yunan birlikleri karşısında bulundurulmalarındaki yarardan<br />

daha önemli <strong>ve</strong> zorunluydu <strong>ve</strong> yine de öyledir. Gerçi Bursa’da bırakılması<br />

zorunlu olan bir tümen, Adapazarı ayaklanma bölgesine gönderilen iki tümen,<br />

Hendek’te dağılan bir tümen, yani dört tümen; Zile, Yenihan bölgesinde<br />

ayaklananlarla uğraşan bir tümen <strong>ve</strong> bütün bu ordu birliklerine yardım<br />

eden ulusal birlikler cephede bulundurulabilseydiler, belki düşman<br />

saldırısı bu denli gelişemezdi. Ama ülkenin dirlik <strong>ve</strong> düzenliği <strong>ve</strong> ulusun<br />

kurtuluş amacında birleşip dayanışması sağlanmadıkça, bir dış düşmanın<br />

ilerleyişi ne durdurulabilir <strong>ve</strong> ne de bundan köklü bir yarar <strong>ve</strong> sonuç beklenir.<br />

Ülke yazgısının sorumluluğunu yeni üzerine almış olan Bakanlar<br />

Kurulu, o günkü koşullara göre seferberlik yapmayı acaba düşünebilir miydi?<br />

Ülkenin, hemen hemen baştanbaşa, Halifenin fetvası gereğini yerine<br />

getirmeye sürüklenip zorlandığı bir sırada, ulusu askere çağırmak uygun<br />

görülebilir miydi <strong>ve</strong> olabilir miydi? Bundan başka, bütün ulusu silah altına<br />

çağırmadan önce, silah sayısı <strong>ve</strong> elde bulunan silahların iş görebilmesi için<br />

gerekli cephane <strong>ve</strong> para tutarları ile kaynakların düşünülmesi zorunlu değil<br />

miydi? Durumu incelerken <strong>ve</strong> önlem düşünürken, acı olsa da gerçeği görmekten<br />

bir an vazgeçmemek gerekir. Kendimizi <strong>ve</strong> birbirimizi aldatmaya<br />

gerek <strong>ve</strong> zorunluluk yoktur. Biz, durumun <strong>ve</strong> cephelerin gereksinimlerini<br />

bilmez değiliz.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 171<br />

Bundan sonra, kuşkusuz, durumlar değişecek; bütün ülkeye <strong>ve</strong> ulusa<br />

gerçekten umut <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>recek önlemler uygulanacaktır. Artık buna<br />

engel kalmamıştır. Bakanlar Kurulu, kimi doğumluları silah altına da alabilecektir.<br />

Saygıdeğer Baylar, kimi kapalı sorunların kolaylıkla anlatılmasına<br />

yarayacağını sandığım için yüce kurulunuza bir “Yeşil Ordu”dan söz açacağım:<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin <strong>ve</strong> hükümetinin kuruluşundan<br />

sonra Ankara’da “Yeşil Ordu” adı altında bir dernek kuruldu. Bu derneğin<br />

ilk kurucuları pek yakın <strong>ve</strong> bilinen arkadaşlardı. Yeşil Ordu örgütü, bir bakıma<br />

gizli bir örgüt niteliğinde kurulmuş <strong>ve</strong> oldukça genişlemiş. Yeşil Ordu<br />

örgütü ile uğraşanlar, benim bu işi bildiğimi, uygun gördüğümü <strong>ve</strong> istediğimi<br />

söylediklerinden, her yerde benim adıma örgütü genişletmeye <strong>ve</strong> güçlendirmeye<br />

çalışanlar çoğalmış. Örgütün kurucuları arasına, millet<strong>ve</strong>kili bulunan<br />

Çerkez Reşit Bey <strong>ve</strong> Çerkez Ethem <strong>ve</strong> kardeşi Tevfik Beyler girmişler.<br />

Bundan başka Ethem <strong>ve</strong> Tevfik Bey birliklerinin bütün adamları, Yeşil<br />

Ordu’nun sanki temeli olmuşlar.<br />

Baylar, bu başlangıçtan sonra, Çerkez Ethem Bey <strong>ve</strong> kardeşlerinin<br />

ilk kez göze çarpmaya başlayan kimi davranışları <strong>ve</strong> tutumları üzerine yüce<br />

kurulunuzu aydınlatmak isterim.<br />

Çerkez Ethem Bey, ulusal bir birlik ile önce Anzavur’u kovalamakta<br />

<strong>ve</strong> sonra Düzce ayaklanmasında başarılı işler gördüğünden, Yozgat’a gitmek<br />

üzere Ankara’ya getirildiği zaman, hemen herkesçe beğenildi <strong>ve</strong> övüldü.<br />

Kendisini abartarak ö<strong>ve</strong>nler de elbette olmuştur. Ethem Bey <strong>ve</strong> kardeşlerinin<br />

sonraki davranışlarından, bu alkış <strong>ve</strong> övgülerden dolayı büyüklendikleri,<br />

dahası, kimi kuruntulara kapıldıkları anlaşılıyor. Ethem Bey <strong>ve</strong> kardeşlerinden<br />

Tevfik Bey, Yozgat ayaklanmasını bastırmakla uğraştığı sırada<br />

kendine yakın <strong>ve</strong> uzak bütün askeri <strong>ve</strong> ulusal birlik komutanlarının hepsine<br />

karşı, bunların rütbe <strong>ve</strong> makamlarına önem <strong>ve</strong>rmeksizin, birer birer küçültücü<br />

<strong>ve</strong> saldırıcı davranışlarda bulunmakta hiçbir sakınca görmemeye başladı.<br />

Çoğu, Ethem Bey’in kendisini, niteliğini <strong>ve</strong> değerini tanımayan komutanlar,<br />

yurdun ateş içinde bulunduğunu <strong>ve</strong> Ethem Bey’in abartılmış olarak<br />

işittikleri hizmetini düşünerek elden geldiğince kendisiyle çekişmede ileri<br />

gitmekten sakınmışlardı. Böylece şımaran Ethem <strong>ve</strong> kardeşi Tevfik Beyler,<br />

Türk ordusunda değerli hiçbir subay <strong>ve</strong> komutan bulunmadığı <strong>ve</strong> kendilerinin<br />

herkesten üstün birer yiğit oldukları sanısına düşmüşler <strong>ve</strong> bu sanılarını<br />

açıktan açığa, sakınmaksızın herkese söylemekten çekinmemeye başlamışlardı.<br />

Doğrudan doğruya valilere <strong>ve</strong> herkese buyruk savuruyorlar <strong>ve</strong><br />

buyruklarını yerine getirmeyenlerin asılacağı yolunda gözdağı da <strong>ve</strong>riyorlardı.<br />

Ethem Bey Ankara <strong>ve</strong> Ankara’daki hükümet üzerinde de etki yap-


172 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

mak denemesinde bulunmuştur. Sözde Yozgat ayaklanması, Yozgat’ın<br />

bağlı bulunduğu Ankara Valisinin kötü yönetiminden doğmuş; bundan dolayı,<br />

öbür ayaklandırıcılara uyguladığı cezayı, ki o ceza asarak öldürmekti,<br />

Ankara Valisi için de olay yerinde kendisi uygulamaya karar <strong>ve</strong>rmişti. Yozgat’a<br />

gönderilmesini istediği Ankara Valisi, ulusal girişimlerde olağanüstü<br />

hizmet <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>ri göstermiş <strong>ve</strong> göstermekte bulunan Yahya Galip Bey’di.<br />

Yahya Galip Bey’in, özellikle bizce, hizmeti beğenilmiş <strong>ve</strong> varlığı pek gerekli<br />

<strong>ve</strong> yararlı bir kişi olduğu biliniyordu. İşte böyle bir kişiyi, kendi eline,<br />

darağacına <strong>ve</strong>rmeye bizi zorlamakla en büyük erk <strong>ve</strong> etkiyi kazanabileceğini<br />

düşünmüştü. Elbette Yahya Galip Bey’i <strong>ve</strong>remezdik <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rmedik. Ethem<br />

<strong>ve</strong> kardeşleri bu sorun üzerinde çok üsteleyemediler. Ama Yozgat’ta, özellikle<br />

millet<strong>ve</strong>killerine: “Ankara’ya dönüşümde Büyük Millet Meclisi Başkanını<br />

Meclis önünde asacağım” yollu uygunsuz sözler söylediği duyulmuştur.<br />

Bu konuya gene dönmek üzere asıl konumuz olan "Yeşil Ordu"ya sözü<br />

getireceğim.<br />

Erzurumlu Nâzım Nazmi Bey’in, görevli bulunduğu Malatya’dan<br />

gönderdiği bir mektupta, Yeşil Ordu örgütünün hoşlanabileceğim biçimde<br />

genişletilmesine çalışıldığı bildiriliyordu. Bu haberin <strong>ve</strong>rdiği uyanıklıkla, bu<br />

gizli dernek üzerinde incelemelerde bulundum. Bu derneğin zararlı bir biçim<br />

<strong>ve</strong> nitelik aldığı inancına vardım. Hemen kapatılmasını düşündüm.<br />

Tanıdığım arkadaşları aydınlattım. Görüşümü söyledim, gereğini yaptılar.<br />

Ama genel yazman olan Hakkı Behiç Bey, derneğin kapatılması ile ilgili<br />

önerimin kabul edilemeyeceğini <strong>ve</strong> uygulanamayacağını söyledi. Ben:<br />

“Kapattırırım” dedim. Bunun da olamayacağını, çünkü derneğin düşünülenden<br />

daha büyük <strong>ve</strong> daha güçlü olduğunu <strong>ve</strong> bu derneği kuranların sonuna<br />

dek amaçlarından ayrılmayacakları üzerine birbirlerine söz <strong>ve</strong>rmiş olduklarını<br />

özel bir durum takınarak söyledi. Olaylar gösterdi ki biz, bu gizli<br />

derneğin kapatılmasına çalıştıysak da bütünüyle başaramadık. Dernek ileri<br />

gelenlerinin kimisi çalışmalarını bu kez, elbette, büsbütün olumsuz <strong>ve</strong> bize<br />

karşı olarak sürdürmüşlerdir.<br />

4. Doğu Cephesi <strong>ve</strong> Diplomatik Gelişmeler<br />

Saygıdeğer baylar, izlemeyi düşündüğüm sıraya göre, yüce kurulunuza<br />

biraz Doğu Cephemizden bilgi <strong>ve</strong>receğim.<br />

(Atatürk, Söylev’inin bu bölümüne, izinli olarak Erzurum’da bulunan<br />

Meclis İkinci Başkanı <strong>ve</strong> Adalet Bakanı Celâlettin Arif Bey’in Erzurum<br />

Bölgesi Müfettişi olma isteğine yönelik telgrafından <strong>ve</strong> bunu izleyen ayrıntılardan<br />

söz ederek giriş yapmıştır. Aktardığına göre, Erzurum Millet<strong>ve</strong>kili<br />

Hüseyin Avni Bey’in de Erzurum valisi olarak atanmasını içeren bu istek


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 173<br />

bütünüyle reddedilmiş <strong>ve</strong> Celâlettin Arif Bey Ankara’ya geri çağrılmıştır.<br />

Atatürk’ün, tutumlarına bir anlam <strong>ve</strong>remediğini ifade eden Celâlettin Arif<br />

Bey, yapılan bu çağrıya karşın, Ankara’ya ancak 47 gün sonra dönecektir.<br />

İzleyen satırlarda Atatürk, sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Biliyorsunuz ki Mondros Silah Bırakışması’ndan beri Ermeniler, gerek<br />

Ermenistan içinde gerek sınıra yakın yerlerde Türkleri toplu halde öldürmekten<br />

bir an vazgeçmiyorlardı. 1920 yılı sonbaharında Ermeni kıyımı<br />

dayanılmaz bir durum aldı. Ermeniler üzerine yürümeye karar <strong>ve</strong>rdik. 9<br />

Haziran 1920’de doğu bölgesinde geçici seferberlik ilan ettik. On Beşinci<br />

Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’yı Doğu Cephesi Komutanı yaptık.<br />

1920 Haziranında Ermeniler, Oltu’da kurulan yöresel Türk Hükümeti<br />

üzerine yürüyerek o bölgeyi ele geçirdiler. Dışişleri Bakanlığımızca Ermenilere<br />

7 Temmuz 1920’de kesin süreli bir nota <strong>ve</strong>rildi. Ermeniler aynı tutumlarını<br />

sürdürdüler. Sonucunda, seferberlikten üç buçuk, dört ay kadar sonra<br />

Kötek, Bardiz bölgelerinde toplanan birliklerimize Ermenilerin saldırısı<br />

ile savaşa başlandı.<br />

Ermeniler, 24 Eylül 1920 sabahı Bardiz cephesinden baskın biçiminde<br />

yaptıkları genel bir saldırı ile başarı sağladılar. Baylar, Doğu Cephesinin<br />

bu hoşa gitmeyen bilgileri <strong>ve</strong>ren raporunu okurken, Celâlettin Arif<br />

Bey’in Ermeni saldırısının yapıldığı gün olan 24 Eylülde yazdığı bilinen ültimatomunu<br />

da alıyordum. Ermeniler geri atıldılar. Ordumuz 28 Eylül sabahı<br />

ileri yürüyüşe geçti. O gün Erzurum’un elli imzası da Ankara’ya saldırıya<br />

geçiyor. Ne kötü rastlantı! Sanki bu baylar, bize karşı Ermenilerle sözleşmiş<br />

gibi!<br />

Ordu, 29 Eylülde Sarıkamış’a girdi. 30 Eylülde Göle 57 alındı. Ama<br />

kimi nedenler <strong>ve</strong> düşünceler dolayısıyla ordumuz 28 Ekim 1920’ye değin,<br />

bir ay, Sarıkamış-Laloğlu kesiminde kaldı. Bu nedenlerden birinin de Erzurum’da<br />

bulunan Celâlettin Arif Bey <strong>ve</strong> arkadaşlarının yarattıkları durum<br />

olduğunu kestirebilirsiniz.<br />

Baylar, savaş alanında <strong>ve</strong>rilecek buyruğu bekleyen Doğu Ordumuz,<br />

28 Ekim 1920 günü Kars üzerine yürümeye başladı. Düşman, karşı<br />

koymaksızın Kars’ı bıraktı. 30 Ekimde ordumuz Kars’a girdi. 7 Kasım günü<br />

birliklerimiz Arpaçayı’na dek olan bölgeyi <strong>ve</strong> Gümrü’yü ele geçirdi.<br />

Ermeniler, 6 Kasımda savaşı bırakmak <strong>ve</strong> barış yapmak için bize<br />

başvurmuşlardı. Biz de ateşkes anlaşması ile ilgili maddeleri, Dışişleri Bakanlığı<br />

aracılığı ile 8 Kasımda Ermeni ordusuna bildirdik. 26 Kasımda başlayan<br />

barış görüşmeleri 2 Aralıkta sona erdi <strong>ve</strong> 2/3 Aralık gecesi Gümrü<br />

Antlaşması imzalandı.<br />

57<br />

Eski adı Merdenek


174 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, Gümrü Antlaşması, Ulusal Hükümetin yaptığı ilk antlaşmadır.<br />

Bu antlaşma ile düşmanlarımızın ta Harşit koyağına kadar olan Türk<br />

ülkelerini kendisine bağışlamayı tasarladıkları Ermenistan, Osmanlı Devleti’nin<br />

1877 savaşında yitirmiş olduğu yerleri bize, Ulusal Hükümete bırakarak<br />

saf dışı bırakılmıştır. Doğudaki durumlarda önemli değişiklik olması yüzünden,<br />

bu antlaşma yerine, daha sonra yapılan 16 Mart 1921 günlü Moskova<br />

Antlaşması ile 13 Ekim 1921 günlü Kars Antlaşması geçmiştir.<br />

Baylar, gene o bölgede bulunması dolayısıyla, Gürcistan ile olan<br />

işlem <strong>ve</strong> ilişkimizden de kısaca bilgi <strong>ve</strong>reyim. 1920 yılı Temmuzunda, Batum’u<br />

İngilizler boşaltınca Gürcüler hemen ele geçirdiler. Bu durum, Brestlitovsk<br />

<strong>ve</strong> Trabzon antlaşmalarına aykırı olduğundan, 25 Temmuz 1920’de<br />

tarafımızdan protesto edilmişti. 8 Şubat 1921’de Ankara’da gü<strong>ve</strong>n mektubunu<br />

sunmuş olan Gürcü Elçisi ile de Türkiye-Gürcistan antlaşması için<br />

görüşme başlamıştı. En sonunda, 23 Şubat 1921’de <strong>ve</strong>rdiğimiz kesin süreli<br />

bir nota üzerine Ardahan, Artvin <strong>ve</strong> Batum’un tarafımızdan işgal edilmesi<br />

kabul edildi. Bundan on beş gün sonra Batum’a girdik. Bu yerlere, Türkiye’ye<br />

katılmayı dört gözle bekleyen halkın alkışları arasında girildi. Daha<br />

sonra, Moskova Antlaşması gereğince Batum boşaltıldı, ama ele geçirdiğimiz<br />

öteki yerlerin anayurda bağlılığı pekiştirildi.<br />

5. Trakya’nın Durumu<br />

Doğu Trakya’da, Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti,<br />

Trakya-Paşaeli Merkez Kurulu bir kurultay topladı <strong>ve</strong> bu kurultay, Trakya’nın<br />

yönetimini, Trakya-Paşaeli Merkez Kuruluna <strong>ve</strong>rdi. Trakya’da Kolordu<br />

Komutanı bulunan Cafer Tayyar Bey 58 , bu merkez kurulunun üyesi<br />

olmakla birlikte Edirne Millet<strong>ve</strong>kili olarak da Meclisimize üye seçilmişti.<br />

Trakya Merkez Kuruluna <strong>ve</strong> Kolordu Komutanına <strong>ve</strong>rdiğimiz yönerge,<br />

Trakya’nın yazgısının bütün ülkenin yazgısına bağlı olduğu <strong>ve</strong> onunla birlikte<br />

düşünülebileceği ilkesine dayanıyordu. Savaş durumu bakımından da<br />

<strong>ve</strong>rdiğimiz yönerge şu idi:<br />

Üstün kuv<strong>ve</strong>tlerin saldırısına uğranılırsa sonuna değin dayanılacak<br />

<strong>ve</strong> Trakya bütünüyle düşman eline geçse bile, ileri sürülecek herhangi bir<br />

çözüm yolu tek başına kabul olunamayacaktır. Öteden beri Trakya’daki<br />

komutanın da kararının böyle olduğu söylenmekteydi. Ama son zamanlarda<br />

komutan Cafer Tayyar Bey, yabancıların <strong>ve</strong>rdiği gü<strong>ve</strong>nce üzerine, yapılan<br />

çağrıyı kabul ederek İstanbul’a gitmiş; ancak dönüşünden sonra durumu<br />

bize bildirmişti. Anlaşıldığına göre, Doğu Trakya’nın yalnız başına var-<br />

58 Cafer Tayyar Paşa


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 175<br />

lığını koruyamayacağı, ancak Batı Trakya ile birleşerek bir yabancı yönetimle<br />

yaşayabileceği yolunda düşünceler aşılanmış... Her halde içgücünü<br />

kıracak birtakım propagandalar yapılmış.<br />

Cafer Tayyar Bey İstanbul’da iken tümen komutanlarından Muhittin<br />

Bey, İstanbul’dan Kolordu Komutanlığına atanmış. Cafer Tayyar Bey’in<br />

Trakya’ya dönmesine izin <strong>ve</strong>rilmiş. Cafer Tayyar Bey, İstanbul’daki ilgililerle<br />

görüştükten sonra, Muhittin Bey önermişse de artık kolordunun komutanlığını<br />

üzerine almamış, Muhittin Bey’in üzerinde bırakmış. Böylece<br />

Trakya’nın yazgısı, İstanbul siyasal çevrelerinin etkisine bırakılmış.<br />

Baylar, Trakya’nın özel <strong>ve</strong> güç durum <strong>ve</strong> koşul içinde bulunduğuna<br />

kuşku yoktu. Ama bu özellik <strong>ve</strong> güçlükler, hiçbir zaman Trakya’daki kolordunun<br />

askerliğin gereklerini <strong>ve</strong> yurtse<strong>ve</strong>rlik ödevini yapmasına engel olamazdı.<br />

Eğer bu yapılmamış ise, ulus <strong>ve</strong> tarih karşısında bundan tek sorumlu<br />

Cafer Tayyar Paşa’dır. Tarihte, bütün bir yurdu çok üstün düşman güçleri<br />

karşısında, son avuç toprağına değin karış karış, yiğitçesine <strong>ve</strong> namuslucasına<br />

savunmuş <strong>ve</strong> yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür.<br />

Türk ordusu o nitelikte bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenlerde, komuta<br />

edebilmek niteliği bulunsun!<br />

Baylar, komutanlar, askerlik görev <strong>ve</strong> gereklerini düşünürken <strong>ve</strong><br />

uygularken, kafalarını siyasal düşüncelerin etkisi altında bulundurmaktan<br />

sakınmalıdırlar. Siyasal durumun gereklerini düşünen başka görevliler bulunduğunu<br />

unutmamalıdırlar. Komutanların, buyruklarına <strong>ve</strong>rilen ulus çocuklarını,<br />

ülke araçlarını düşmana, ölüme sürerken düşünecekleri tek nokta;<br />

ulusun kendilerinden beklediği yurt görevini ateşle, süngü ile <strong>ve</strong> ölümle<br />

yapmak <strong>ve</strong> sonuçlandırmaktır. Askerlik görevi ancak bu anlayış <strong>ve</strong> inançla<br />

yapılabilir. Lafla, siyasetle, düşmanın aldatıcı sözlerine kulak <strong>ve</strong>rmekle askerlik<br />

görevi yapılamaz. Komutanlık görev <strong>ve</strong> sorumluluğunu yüklenecek<br />

kadar omuzlarında <strong>ve</strong> özellikle kafasında güç bulunmayanların acı sonuçlarla<br />

karşılaşmalarından kaçınılamaz.<br />

Baylar, bir komutanın tutsak olması da bağışlanabilir; ancak, askerlik<br />

görev <strong>ve</strong> gereklerini yapıp uygulamakta elindeki gücü sonuna dek, son<br />

süngü <strong>ve</strong> son soluğa kadar kullandıktan sonra kanını akıtmak fırsatını bulmaksızın<br />

düşman eline düşerse...<br />

Baylar, bütün ordusu, üstün düşman ordusu karşısında yenilip<br />

kendiliğinden geri çekilirken, kılıcını çekip tek başına atını düşman başkomutanının<br />

çadırına sürerek ölüm arayan Türk komutanları görülmüştür. Bir<br />

Türk komutanının ordusunu kullanmaksızın, herhangi bir kötü rastlantı <strong>ve</strong><br />

mutsuzluk sonucu da olsa, düşmana tutsak olmasını biz bağışlasak da tarih,<br />

bunu hiç bağışlamaz <strong>ve</strong> bağışlamamalıdır. Türk Devrim tarihinin gelecek<br />

kuşaklara ileteceği sözler <strong>ve</strong> uyarmalar işte budur!


176 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

6. Kuva-yi Seyyare Sorunu<br />

Saygıdeğer baylar, Yeşil Ordu örgütünden söz ederken düşmana<br />

karşı kurulacak birlikler konusunda karşıt iki görüşün çarpışmaya başladığını<br />

açıklamıştım. Bizim tuttuğumuz düzenli ordu kurma görüşüne karşıt<br />

olarak, “milis” diyebileceğimiz bir çeşit örgüt kurma görüşüne genel bir<br />

akım <strong>ve</strong>rmek için çalışılıyordu. Reşit, Ethem <strong>ve</strong> Tevfik kardeşler, Kütahya<br />

yakınında “Kuva-yi Seyyare” adı altında ellerinde bulunan güce dayanarak<br />

bu akımın başında <strong>ve</strong> çok ateşli bir biçimde çalışıyorlardı.<br />

Batı Cephesi’nde, orduda <strong>ve</strong> halk arasında <strong>ve</strong> dahası Mecliste bu<br />

akım için yapılan propaganda o kadar güçlü <strong>ve</strong> etkili bir duruma geldi ki,<br />

“Ordudan fayda yoktur dağılsın! Hepimiz Kuva-yı Milliye olalım!” sözleri<br />

her tarafta kulakları doldurmaya başladı.<br />

Batı Cephesi birlikleri arasında, Kuva-yı Milliye durumunda, bir<br />

bölge <strong>ve</strong> bir cepheyi elinde tutan Ethem Bey birliğinin erleri, sanki seçkin<br />

<strong>ve</strong> ordu erlerinden üstün, ayrıcalıklı görülmeye, imrenilecek durumda sayılmaya<br />

başlandı. Ethem Bey <strong>ve</strong> kardeşleri de herkes üzerinde bir tür güç<br />

<strong>ve</strong> egemenlik kurmaya başladılar... İşte bu sıralardaydı ki Batı Cephesi<br />

Komutanı, Genel Kurmay Başkanlığı’na, Ethem <strong>ve</strong> Tevfik kardeşlerin etkisiyle<br />

olduğu sanılan bir öneride bulundu: “Yunan ordusunun Gediz yakınında<br />

ayrı olarak bulunan bir tümenine saldırmak!”<br />

Genelkurmay Başkanlığı, Batı Cephesi Komutanlığı’nın bu önersini<br />

kabul etmedi. Çünkü düşman ordusu genel olarak bizim ordumuzdan daha<br />

güçlüydü. Biz, daha ordumuzu kurmuş <strong>ve</strong> düzene sokmuş değildik.<br />

Cephanemizin miktarı da ağırdan almamızı gerektiriyordu. Bütün cephe<br />

birliklerimize başvurarak <strong>ve</strong> az çok üstün bir güç toplayarak, Gediz’de<br />

düşmana karşı belki çabucak bir başarı kazanabilirdik. Fakat birliklerimiz<br />

<strong>ve</strong> hazırlığımız, böyle bir başarıyı genel <strong>ve</strong> sonuçlu bir başarıya götürmeye<br />

uygun değildi. Durum böyle olunca, bütün işe yarayan güçlerimizi, sınırlı<br />

<strong>ve</strong> geçici bir başarı elde etmek için kullanmış <strong>ve</strong> yıpratmış olacaktık. Buna<br />

karşın, düşman bütün güçleriyle bir karşı saldırıya geçerse, her tarafta yenilgi<br />

kesin olurdu. Bundan dolayı da cephenin <strong>ve</strong> Hükümetin şimdilik ordu<br />

kuruluşunu genişletip artırarak cepheyi güçlendirmeye çalışması gerekiyordu.<br />

Ülkenin ölüm kalım sorunu anlamına gelen Batı Cephesi’nde özel <strong>ve</strong><br />

sınırlı düşüncelere kapılmak uygun görülmüyordu.<br />

(Atatürk, Söylev’inin bu bölümünde, Genelkurmay Başkanı’nın<br />

Gediz saldırısının yapılmaması için ısrarcı olduğunu; ancak buna karşın Batı<br />

Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa’nın buyruğu ile 24 Ekim’de 1920’de,<br />

Türk ordusunun yenilgisi <strong>ve</strong> çekilmesiyle sonuçlanan bir saldırı yapıldığını<br />

aktarıyor <strong>ve</strong> sözlerini şöyle sürdürüyor:)


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 177<br />

7. Batı Cephesi’nin Yeniden Yapılandırılması<br />

Baylar, her başarısızlığın sonunda birtakım dedikoduların ortaya<br />

çıkması beklenmelidir. Gediz Savaşı’ndan sonra da genel durum acıklı bir<br />

görünüş alınca, her yerde dedikodular <strong>ve</strong> haklı haksız eleştiriler başladı.<br />

Bazıları <strong>ve</strong> hele “Kuva-yi Seyyare”ciler, Ethem <strong>ve</strong> kardeşleri, bütün suçu<br />

cephe komutanına <strong>ve</strong> düzenli ordu tümenlerine atarak, kendilerinin güç<br />

durumda bırakılmış oldukları yolunda propaganda yaptırıyorlar <strong>ve</strong> “Ordu<br />

komutanı, yanılgılarını kapatmak için suçu bize yüklüyor” diyorlardı. Ordu<br />

da “Kuva-yi Seyyare”nin hiçbir iş yapmadığını, yapmaya da gücü yetmediğini<br />

<strong>ve</strong> savaşta <strong>ve</strong>rilen buyruklara uymadığını, her zaman tehlikeden<br />

uzak bulunduğunu ileri sürüyor <strong>ve</strong> kanıtlıyordu.<br />

(Atatürk, Söylev’inin bu bölümünde, kimi yurt haini iktidar sahiplerinin<br />

düşmanlarca satın alınmasının yıkıcı etkilerinden söz etmekte <strong>ve</strong><br />

böyle bir durumu önleyebilmenin tek yolu olarak da halka kılavuzluk yapacak<br />

gü<strong>ve</strong>nilir <strong>ve</strong> yurtse<strong>ve</strong>r bir siyasal partinin kurulmasını <strong>ve</strong> ulusun temsilcilerinin<br />

seçilmesinde çok dikkatli <strong>ve</strong> kıskanç olunmasını önermektedir.<br />

Bu bağlamda <strong>ve</strong>rdiği örneklerden birisi de yabancıların desteğiyle bir ters<br />

düzen girişimi içinde olan Tokat Millet<strong>ve</strong>kili Nazım Beyin Meclis tarafından<br />

İçişleri Bakanı seçilmiş olmasıdır. Nitekim bu tür olasılıkları önleyebilmenin<br />

bir yolu olarak 4 Kasım 1920’den başlayarak, Bakanların TBMM Başkanı<br />

tarafından önerilmesi <strong>ve</strong> Meclis tarafından salt çoğunluk ilkesine göre seçilmesi<br />

yöntemine geçilmiştir. Atatürk, bu örnek olayların ardından sözlerini<br />

şöyle sürdürmektedir:)<br />

Gediz Savaşı’ndan, onun maddesel <strong>ve</strong> tinsel can sıkıcı sonuçlarından<br />

sonra, Fuat Paşa’nın cephe üzerindeki komutanlık etki <strong>ve</strong> erki sarsılmış<br />

gibi görünüyordu.<br />

Baylar, artık Ali Fuat Paşa’nın Batı Cephesine komuta edemeyeceği<br />

kanısına varmıştım. O günlerde Moskova’ya da bir elçilik kurulu göndermemiz<br />

gerekiyordu. Öyleyse, Fuat Paşa büyükelçi olarak Moskova’ya<br />

gidebilirdi. Batı Cephesi de çok ciddi <strong>ve</strong> dikkatli bir çalışma istediğinden,<br />

bu cephe komutanlığını da zaten genel askerî eylemleri yürütmekte olan<br />

Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa’ya ek görev olarak <strong>ve</strong>rmek en i<strong>ve</strong>di <strong>ve</strong><br />

uygun bir önlem olacaktı. Bir yönden de gerek iç ayaklanma <strong>ve</strong> direnmelere<br />

karşı gerek savaş açısından, güçlü bir süvari kuruluşuna duyulan gereksinim<br />

açıktı. Yalnızca bu kuruluşu kurabilmek için de İçişleri Bakanı bulunan<br />

Refet Bey’e ek olarak bu görevi de <strong>ve</strong>rerek, kendisini Konya <strong>ve</strong> dolaylarına<br />

göndermeyi uygun buluyordum. Çünkü Refet Paşa, çeşitli zamanlarda<br />

çeşitli nedenlerle Konya’ya, Denizli’ye gitmiş, Batı Cephesi’nin güney<br />

kesimi ile ilgilenmiş <strong>ve</strong> o kesimle ilgisi bulunan bölgeleri tanımış bulunuyordu.<br />

Öyleyse sorunu şöyle çözebilirdim: Cepheyi ikiye ayırmak; önemli


178 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

kesimleri içeren alanı Batı Cephesi diye adlandırarak İsmet Paşa’nın komutasına<br />

<strong>ve</strong>rmek; güney kesimini de Konya dolaylarına göndereceğim Refet<br />

Paşa’ya <strong>ve</strong>rmek <strong>ve</strong> her iki cepheyi birden doğrudan doğruya Genelkurmay<br />

Başkanlığı katına bağlamak. Genelkurmay Başkanlığı’na da Millî Savunma<br />

Bakanı bulunan Fevzi Paşa <strong>ve</strong>killik edebilirdi.<br />

Baylar, 8 Kasım 1920’de, Fuat Paşa Ankara’ya geldi. Karşılamak<br />

için ben de istasyonda bulunuyordum. Paşa’yı omzunda bir filinta olduğu<br />

halde Kuva-yi Milliye giysisi içinde gördüm. Batı Cephesi Komutanı’na bu<br />

giysiyi benimseten düşünce <strong>ve</strong> anlayış akımının bütün Batı Cephesi üzerinde<br />

ne kadar etkili olduğunu anlamak için artık duraksamaya yer kalmamıştı.<br />

Onun için Fuat Paşa’ya kısa bir gerekçeden sonra, yeni alabileceği<br />

görevi söyledim. Hoşnut olarak kabul etti. Aynı günün gecesi İsmet <strong>ve</strong><br />

Refet Paşaları da çağırarak yeni durumu <strong>ve</strong> görevlerini kararlaştırdık. Kendilerine<br />

<strong>ve</strong>rdiğim kesin yönerge: “İ<strong>ve</strong>dilikle düzenli ordu <strong>ve</strong> büyük süvari<br />

gücü oluşturmak” idi. Böylece 1920 yılı Kasımının sekizinci günü “düzensiz<br />

örgüt düşüncesi <strong>ve</strong> siyasetini yıkmak kararı” eylem <strong>ve</strong> uygulama alanına<br />

konulmuş oldu.<br />

IV.2. CEPHELERİN AÇILMASI VE İLK ZAFERLER<br />

Sayın baylar, burada biraz durarak gözlerimizi İstanbul’a çevirelim.<br />

Damat Ferit Paşa Hükümetinin her türlü düşmanlarla ortak olan “silah ile<br />

sonuç almak planı”, uygulamada başarılı olamamıştı. İç ayaklanmalara<br />

karşı direndik <strong>ve</strong> savaştık. Yunan saldırısı, en sonunda, bir kesimde durdu.<br />

Yunanlıların ondan sonraki saldırıları da sınırlı bölgelerde kaldı. İç ayaklanmalar<br />

<strong>ve</strong> Yunan cephesi için sağlam karşı önlemler almakta olduğumuz<br />

görülüyordu. İçten <strong>ve</strong> dıştan gelen silahlı saldırıların, özellikle Ankara’daki<br />

Ulusal Hükümeti sarsamayacağı anlaşılıyordu. Bundan dolayı, İstanbul’un<br />

silahlı saldırı planı suya düşmüştü. Bunu değiştirmenin, yeniden uzlaşma<br />

siyasetine döner gibi görünerek, bizi içerden çökertme siyaseti gütmenin<br />

daha yararlı olacağına inandıkları yargısına varılabilirdi. Aynı <strong>1919</strong> Eylülünde<br />

Damat Ferit Paşa’nın birinci çekilmesinden sonra, Ali Rıza Paşa Hükümetinin<br />

gelmesinde olduğu gibi, görünüşte bize yumuşak geleceğini<br />

sandıkları bir siyasetle bizi çökertmek girişimi yenilenecekti.<br />

İstanbul’da Tevfik Paşa iş başına getirildi. Dahiliye Nazırı 59 olarak<br />

Ahmet İzzet <strong>ve</strong> Bahriye Nazırı 60 olarak Salih Paşalar hükümette bulunuyorlardı.<br />

Tevfik Paşa Hükümeti hemen bizimle ilişki kurmak istedi. Bu görevi,<br />

59<br />

İçişleri Bakanı<br />

60 Donanma Bakanı


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 179<br />

başlıca Ahmet İzzet Paşa üzerine aldı. Saray kurmaylar kurulunda bulunan<br />

bir subayı Ahmet İzzet Paşa, birtakım notlarla Ankara’ya gönderdi. Bu notlarda,<br />

eskisine göre daha uygun koşullarla, örneğin Osmanlı egemenliği altında<br />

İzmir’de Yunanlıların bir özel yönetim kurmalarını kabul etmek gibi<br />

koşullarla, bir barış yapılması umudunda bulundukları, her şeyden önce de<br />

İstanbul Hükümeti ile bir uzlaşmaya varmanın önemli olduğu bildiriliyordu.<br />

Ahmet İzzet Paşa’nın <strong>ve</strong> İstanbul Hükümetinin, Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi’nin <strong>ve</strong> Hükümetinin niteliklerini <strong>ve</strong> yetkilerini bilmedikleri, bu<br />

yetmiyormuş gibi İstanbul’da bir hükümet kurmak <strong>ve</strong> o yoldan ulus <strong>ve</strong> ülke<br />

alınyazısıyla ilgili sorunları çözmeyi düşündükleri görülüyordu.<br />

Ahmet İzzet Paşa’ya <strong>ve</strong> Tevfik Paşa Hükümetine durumu bildirmek<br />

<strong>ve</strong> iyice aydınlatmak amacıyla gereken bilgi <strong>ve</strong> düşünceleri ayrıntılı olarak<br />

yazdırıp, Ankara’ya gelen özel görevliye <strong>ve</strong>rdik <strong>ve</strong> kendisini 8 Kasım<br />

1920’de İnebolu’ya doğru yola çıkardık.<br />

12 Kasım 1920 günü, Zonguldak’tan Yüzbaşı Kemal imzalı kısa bir<br />

telyazısı aldım. Bunda: “Gizli bir teli çekmek üzere İstanbul’dan gönderildim.”<br />

deniliyordu. Söz konusu gizli tel, Dahiliye Nazırı İzzet Paşa imzalıydı.<br />

İstanbul’da 9 Ekim 1920’de yazılmıştı.<br />

Bu telyazısında, İstanbul ile Zonguldak arasında Fransız telsizi ile<br />

haberleşmeye Fransız temsilcisinin izin <strong>ve</strong>rdiği bildirildikten sonra: “Hükümet<br />

ile bir uzlaşma ilkesi kabul olundu mu? Kabul olunduysa, nerede buluşulabilir<br />

<strong>ve</strong> oraya hangi yolla gelmek uygun olur?” diye sorulmaktaydı.<br />

(Söylev’in bu bölümünde, Dahiliye Nezareti’nin Anadolu ile telgraf<br />

iletişimi kurma girişimlerinden söz eden Atatürk, İstanbul Hükümeti ile Bilecik’te<br />

görüşme kararına yol açan yazışmaları da açıkladıktan sonra sözlerini<br />

şöyle sürdürüyor:)<br />

Baylar, Tevfik Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Salih Paşa zamanın büyük<br />

adamları gibi tanınmışlardı. Ulus bunları akıllı, tedbirli, uzak görüşlü biliyordu.<br />

Bunun için Damat Ferit Paşa çekilip de yerine, ileri gelenleri bu kişiler<br />

olan bir hükümet iş başına gelince, herkeste türlü türlü umutlar uyandı.<br />

Tevfik Paşa Hükümetinin hemen Ankara ile ilişki araması üzerine, kamuoyunca<br />

kendisinin iyi niyetli olduğu yargısına varılmaması için bir neden<br />

düşünülemezdi. Herkes, Tevfik Paşa Hükümetinin iş başına gelmesini<br />

uğurlu saydı. Bu hükümetin, ülkenin <strong>ve</strong> ulusun en üstün çıkarlarını sağlama<br />

yollarını <strong>ve</strong> araçlarını bulmadan iş başına gelmiş olmasını kabul etmek<br />

<strong>ve</strong> ettirmek gerçekten güçtü. Özellikle, kendileri de İstanbul siyaset çevrelerinde<br />

<strong>ve</strong> basında kullandıkları dille kamunun yargısını onaylayacak durum<br />

almış bulunuyorlardı.<br />

Biz, gerçek durumun, kamunun görüş <strong>ve</strong> düşüncesi gibi olmadığına<br />

iyice inanıyorduk. Ama, kamuoyunu inandırmaya yarayacak koşulları


180 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

hazırlamadan, İstanbul’un kurtuluş yolu olarak ileri sürdüğü uzlaşma <strong>ve</strong><br />

görüşme önerilerini geri çevirmeyi uygun bulmadık. Onun için, özellikle İzzet<br />

<strong>ve</strong> Salih paşaların bulunacağı bir kurulla Bilecik’te görüşmeyi uygun<br />

gördük. Bu kişilerle görüştükten sonra kamunun bütün görüş <strong>ve</strong> düşüncesinin<br />

temelsiz olduğunun anlaşılacağına kuşkum yoktu. Bir de her ne olursa<br />

olsun, kamuoyunca yukarıda belirttiğim nitelikte tanınmış olan bu kişilerin<br />

İstanbul’da hükümet kurmasının ulusal amaç için ne denli zararlı olduğu<br />

ortadaydı. Bunun için, görüşmemizden sonra da kendilerinin geri dönmelerine<br />

izin <strong>ve</strong>rmemek gerektiği bence doğaldı. İşte bu düşünceler üzerine,<br />

İzzet Paşa Kurulu ile Bilecik’te görüşme kararlaştırıldı. Görüşme, 2 Aralıkta<br />

değil, ama 5 Aralıkta oldu.<br />

(Atatürk bu noktada, o güne değin gerek cephede gerekse de Ankara’da<br />

geçen olayları özetliyor <strong>ve</strong> Çerkez Ethem Ayaklanması’nı arka planıyla<br />

birlikte anlattıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:)<br />

İzzet Paşa’nın istek <strong>ve</strong> önerisi üzerine kendileriyle Bilecik’te görüşmeye<br />

karar <strong>ve</strong>rildiğini anımsarsınız. Kurul, ayın dördünden beri beni Bilecik<br />

istasyonunda bekliyordu. Kurul, İzzet <strong>ve</strong> Salih Paşalar ile elçilerden Cevat,<br />

Ziraat Nazırı 61 Hüseyin Kâzım, Hukuk Danışmanı Münir beyler <strong>ve</strong> Hoca<br />

Fatin Efendi’den oluşmuştu. Bilecik istasyonunun bir odasında birleştik.<br />

İsmet Paşa da yanımızdaydı. Görüşme şöyle oldu: Ben, ilk söz olarak,<br />

“Türkiye Büyük Millet Meclisi <strong>ve</strong> Hükümeti Başkanı” diyerek kendimi tanıttıktan<br />

sonra “Kimlerle tanışıyorum?” diye sordum. Salih Paşa benim ne<br />

demek istediğimi kavrayamayarak, kendisinin Bahriye <strong>ve</strong> İzzet Paşa’nın<br />

Dahiliye Nazırı olduğunu anlatmaya kalkışırken ben hemen, İstanbul’da bir<br />

hükümetin varlığını <strong>ve</strong> kendilerini o hükümetin adamları olarak tanımadığımı;<br />

eğer İstanbul’daki bir hükümetin nazırları olarak görüşmek istiyorlarsa<br />

kendileriyle görüşemeyeceğimi söyledim. Ondan sonra, kimlik <strong>ve</strong> yetki<br />

söz konusu olmaksızın görüşmek uygun bulundu.<br />

Konuşmanın kimi evrelerinde Ankara’dan bizimle birlikte gelen kimi<br />

millet<strong>ve</strong>kili arkadaşları da bulundurdum. Birkaç saat süren konuşma ile<br />

İstanbul’dan gelen kişilerin sağlam hiçbir bilgi <strong>ve</strong> görüşleri olmadığı anlaşıldı.<br />

En sonu, İstanbul’a dönmelerine izin <strong>ve</strong>rmeyeceğimi <strong>ve</strong> birlikte Ankara’ya<br />

gideceğimizi kendilerine bildirdim.<br />

Beklemekte bulunan trenle yola çıkıldı. 6 Aralık 1920’de Ankara’ya<br />

geldik. İstanbul Kurulunu, istekleri dışında alıkoymuştum; ama bunu kamuya<br />

duyurmayı yararlı bulmadım. Çünkü, İzzet <strong>ve</strong> Salih Paşalardan <strong>ve</strong><br />

öbür kişilerden ulusal hükümet işlerinde yararlanmayı düşünerek onurlarını<br />

korumak istedim. Bu amaçla, Ankara’ya gelir gelmez basına <strong>ve</strong>rdiğim res-<br />

61 Tarım Bakanı


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 181<br />

mi bildiride, söz konusu kişilerin, Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile görüşmek<br />

gerekçesiyle İstanbul’dan çıktıklarını; ülkenin iyiliği <strong>ve</strong> esenliği uğrunda<br />

daha <strong>ve</strong>rimli <strong>ve</strong> etkili olarak çalışmak üzere bize katıldıklarını açıkladım.<br />

(Söylev’in bu bölümünde Atatürk yeniden Çerkez Ethem Ayaklanması’na<br />

geri dönerek mevcut ortam <strong>ve</strong> koşulları özetlemeye girişiyor.<br />

Çerkez Ethem’in artık Ulusal Hükümetin yasalarını da tanımama noktasına<br />

geldiğini, sorunun çözümüne yönelik bütün girişimlerin sonuçsuz kaldığını,<br />

bu durumdan yüreklenen Demirci Mehmet Efendi’nin de ayaklandığını,<br />

Çerkez Ethem’in karargâhına gönderilen <strong>ve</strong> millet<strong>ve</strong>killerinden oluşan<br />

Öğüt Kurulu girişiminden de bir sonuç alınamadığını <strong>ve</strong> askeri güç kullanmanın<br />

artık kaçınılmaz olduğunu anlatan Atatürk, varılan kararı şöyle açıklıyor:<br />

“Askeri eylemleri çapulculuk <strong>ve</strong> devlet kurup yönetmeyi, şunun bunun<br />

suçsuz çocuklarını kurtulmalık 62 dilenmek için dağlara kaldırma haydutluğu<br />

sanan; şarlatanlıklarıyla, yaygaralarıyla bütün bir Türk yurdunu tedirgin<br />

eden <strong>ve</strong> Türk ulusunun Büyük Meclisini kendileriyle uğraştıran<br />

utanmaz, kendini bilmez, saygısız <strong>ve</strong> herhangi bir düşmanın boğaz tokluğuna<br />

çaşıtlığını, uşaklığını yapacak kertede alçak <strong>ve</strong> aşağılık yaratılışlı olan<br />

bu kardeşleri ellerindeki bütün güçler <strong>ve</strong> dayandıkları düşmanlarla birlikte<br />

tepeleyip yola getirerek, devrim tarihimizde etkili bir örnek göstermek zorunlu<br />

görüldü.” Söylev’de de anlatıldığı üzere, Ethem’in ayaklanması gerçekten<br />

de tam olarak böyle sonuçlanacak, Çerkez Ethem <strong>ve</strong> kardeşlerinin<br />

Türk ordusuna yenilerek düşmana sığınmasıyla, Yunan ordusunun İnönü<br />

önünde yenilgiye uğraması eşzamanlı gerçekleşecektir. Atatürk, Çerkez Ethem<br />

ayaklanması hakkında açtığı pencereyi böylece kapattıktan sonra, yeniden<br />

İzzet <strong>ve</strong> Salih Paşalar konusuna dönmektedir:)<br />

Saygıdeğer baylar, Ankara’da bulunan İstanbullu konuklarımıza<br />

bir, bir buçuk ay süren konuklukları sırasında çok şeyler göstermek fırsatları<br />

bulduğumuzu sanıyorum. Ayaklanan Ethem <strong>ve</strong> kardeşlerinin birlikleri ortadan<br />

kaldırıldı. Yunanlıları, üç günde İnönü’de yendik. Büyük Millet Meclisi’nin<br />

kıvanç <strong>ve</strong> gönül rahatlığı duyacağı yeni bir dönem açıldı. Ama İzzet<br />

<strong>ve</strong> Salih paşalar bunların hiçbirinden kıvanç duymuş görünmüyordu; sıla<br />

özlemine tutulmuş gibi, ne olursa olsun başkente gitmek istiyorlardı. İstanbul’daki<br />

arkadaşlarının da çok kaygı duymakta oldukları anlaşılıyordu.<br />

Tevfik Paşa Hükümeti adına Ziya Paşa’nın İnebolu’ya gönderdiği<br />

bir özel görevli, 10/11 Ocak 1921’de uzun bir gizli tel ile birtakım bilgiler<br />

<strong>ve</strong>riyordu. İzzet Paşa kurulunun Anadolu’ya katılma haberi İstanbul’ca<br />

doğrulanmış. Hükümet, İzzet Paşa’dan bilgi istiyormuş. Ziya Paşa, Safa,<br />

Mustafa Arif <strong>ve</strong> Raşit Beyler de demişler ki: “Ülkenin çıkarı, kurulun Anka-<br />

62<br />

Fidye.


182 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

ra’da kalmasını gerektiriyorsa buna bir şey denilmez. Böyle olunca da hükümetin<br />

düşeceği kesindir. Ancak, biz de bu yurdun çocuklarıyız. Hiç olmazsa<br />

durumdan bizlere de bilgi <strong>ve</strong>rsinler. Bizi aydınlatsınlar, biz de ona<br />

göre bir yol tutalım.”<br />

Ziya Paşa, Paris’ten, Ahmet Rıza Bey’den aldığı bir mektupta yazılanlardan<br />

<strong>ve</strong> İstanbul’da gü<strong>ve</strong>nilir bir kaynaktan elde ettiği bir bilgiyi de<br />

açıklatıyordu. Ahmet Rıza Bey diyormuş ki “Eğer Kuva-yi Milliye’nin savaş<br />

gücü el<strong>ve</strong>riyorsa İzmir sorunu, iyi hazırlanmış bir baskınla olup bittiye getirilerek<br />

çözülmeliymiş..” aldığı bilgi bunu doğruluyormuş. Kral Konstantin’i<br />

tutacaklarmış..<br />

Ziya Paşa’nın özel olarak edindiği bilgiler de son konferanstan önce<br />

Yunanlıların, güçleri artırılarak büyük bir saldırıya geçirileceği yolundaydı.<br />

Damat Ferit Paşa çok sıkı çalışmaya başlamış.. Baltalimanı’nda türlü<br />

türlü hükümet listeleri düzenlenmeye başlanmış..<br />

İnebolu’ya gelmiş olan özel görevli aracılığıyla Ziya Paşa’ya <strong>ve</strong> arkadaşlarına<br />

gönderttiğim yanıtta, <strong>ve</strong>rdikleri bilgiye teşekkürden sonra, “İzzet<br />

<strong>ve</strong> Salih Paşalar, ortak amacımızın kesin gereği olarak Ankara’da kalmışlardır.”<br />

dedim. Kendilerinin İstanbul’da iş başında kalmaları uygun ise<br />

de görevden uzaklaştırılmadan önce, hepsinin, şimdiden el altında bulunduracakları<br />

gü<strong>ve</strong>nilir <strong>ve</strong> hızlı bir araçla hemen Anadolu’ya gelmelerinin,<br />

yurdun yüksek çıkarları için gerekli olduğunu <strong>ve</strong> böylelikle yapacakları<br />

hizmet <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>riye ulusça pek çok değer <strong>ve</strong>rileceğini yazdım. Özel görevlinin<br />

İstanbul’a döndükten sonra İnebolu’ya gönderdiği <strong>ve</strong> oradan 19 Ocak<br />

1921’de Ankara’ya çekilen gizli telde, Ziya Paşa <strong>ve</strong> arkadaşlarının görüşüme<br />

uygun bir yol tutmaya karar <strong>ve</strong>rdikleri bildirilmişti.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde Sadrazam 63 Tevfik Paşa ile gerçekleştirdiği<br />

bir dizi telgraf yazışmasının ayrıntılarına yer <strong>ve</strong>rmektedir. Yazışmalarda<br />

özetle, Tevfik Paşa’nın Londra Konferansı’na her iki hükümetin<br />

ortak bir kurul ile katılma çağrısı yaptığı, ulusun tek <strong>ve</strong> gerçek temsilcisinin<br />

TBMM olduğu gerekçesiyle bu çağrının geri çevrildiği <strong>ve</strong> Anlaşma Devletlerinin<br />

TBMM’ne doğrudan bir çağrı yapması gereğinin bildirildiği, buna<br />

karşın İstanbul Hükümetinin yine de Ankara’yı kendisine bağlayacak bir siyasal<br />

tutum içersine girdiği <strong>ve</strong> bunun üzerine de Tevfik Paşa’ya Anayasa’nın<br />

temel hükümlerinin bir kez daha anımsatıldığı anlatılmaktadır. Ancak,<br />

Tevfik Paşanın, 1921 Anayasası’nın temel hükümleri ile somutlaştırılan<br />

değişimi anlamak şöyle dursun, bir yandan Osmanlı anayasasına olan<br />

bağlılığını dile getirmesi öte yandan da öğüt <strong>ve</strong>rici bir söyleme yönelmesi<br />

63 Başbakan


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 183<br />

sonucunda, Atatürk’ün görüşleri TBMM kararına dönüştürülerek kendisine<br />

iletilmiştir. Atatürk, izleyen süreci şöyle anlatmaktadır:)<br />

Baylar, Dışişleri Bakanı bulunan Bekir Sami Bey’in başkanlığı altında<br />

ayrıca <strong>ve</strong> bağımsız bir delegeler kurulu kuruldu. Bu kurul, Londra<br />

Konferansına özel olarak çağrıldığımızda katılmak üzere <strong>ve</strong> geçecek zamandan<br />

yararlanmak amacıyla Antalya üzerinden Roma’ya gönderildi.<br />

Kurulumuz, İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza aracılığıyla, Konferansa<br />

resmi olarak çağrıldıkları kendilerine bildirildikten sonra Londra’ya gitmiştir.<br />

Londra Konferansı 27 Şubat 1921’den 12 Mart 1921’e dek sürdü.<br />

Olumlu hiçbir sonuç <strong>ve</strong>rmedi. Bizim delegelerimize <strong>ve</strong>rilen tasarıda Sevr<br />

Antlaşması hükümlerinde yapılacak değişikliklerle ilgili şu noktalar vardı:<br />

Bize bırakılan jandarmaların <strong>ve</strong> özel birliklerin sayılarını birazcık artırmak.<br />

Ülkemizde kalacak yabancı subayların sayısını biraz azaltmak. Boğazlar<br />

bölgesini biraz ufaltmak. Bütçemiz üzerindeki sınırlamaları biraz hafifletmek.<br />

Bayındırlık işlerine izin <strong>ve</strong>rme hakkımız üzerine konulmuş sınırlamaları<br />

da biraz azaltmak. Bundan başka, hukuksal ayrıcalık hakları, yabancı<br />

postaları, Kürdistan... hakkında Sevr tasarısında değişiklikler yapılacağını<br />

umduracak bazı belirsiz sözler... Yine bu tasarıda, Ermenistan sınırlarının<br />

belirtilmesi işi Milletler Cemiyeti’nin göndereceği bir kurula bırakılmaktaydı.<br />

İzmir bölgesinde de özel bir yönetim örgütü kurulacaktı. Sözde, İzmir ili<br />

bize geri <strong>ve</strong>rilecekti. Ama İzmir kentinde bir Yunan gücü bulundurulacak;<br />

İzmir’in gü<strong>ve</strong>nlik işleri Anlaşma Devletleri subaylarınca yönetilecek; bu ildeki<br />

jandarma gücü, nüfusu oranına göre çeşitli halktan kurulacak; Milletler<br />

Cemiyeti’nce bir Hıristiyan vali atanacak; İzmir ili, Türkiye’ye, gelirinin<br />

çoğalmasıyla artacak yıllık bir para ödeyecekti. İzmir ili için önerilen bu çözüm<br />

<strong>ve</strong> düzenleme, beş yıl sonra iki yandan birinin isteği üzerine Milletler<br />

Cemiyeti’nce değiştirilebilecekti.<br />

Baylar, Anlaşma Devletleri Delegeler Kurulumuz aracılığıyla yaptıkları<br />

önerilerin karşılığını almayı beklemeden, daha delegelerimiz yolda<br />

iken, Yunanlılar bütün ordusuyla bütün cephelerimize saldırdılar. Görüyorsunuz<br />

ki baylar, Yunan saldırısı konferans <strong>ve</strong> barış hikâyesini bize zorunlu<br />

olarak bıraktırıyor.<br />

(Atatürk, bu noktada, İkinci İnönü Utkusu başlığı altında Yunan<br />

saldırısının askeri çözümlemesini yaptıktan sonra, bu savaşın yarattığı etki<br />

<strong>ve</strong> sonuçları şöyle özetliyor: Bu savaşta, Batı Cephesi’nin Güney kanadına<br />

komuta eden Refet Paşa başarısız olmuş <strong>ve</strong> komutası altındaki birliklerin<br />

İsmet Paşa’ya bağlanmasıyla, Batı Cephesi’ndeki görevinden alınmıştır.<br />

Kendisine Milli Savunma Bakanlığı önerilmesine karşın, Genelkurmay<br />

Başkanı olmayı istediğinden bu görevi reddetmiş <strong>ve</strong> bir süreliğine dinlen-


184 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

meye çekilmiştir. Yine bu sıralarda, Londra Konferansı’ndan dönen Kurulun,<br />

İngiltere, Fransa <strong>ve</strong> İtalya ile tek taraflı sözleşmeler imzalandığı öğrenilmiş;<br />

ancak ulusal bağımsızlık <strong>ve</strong> egemenliğimize aykırı olduğu gerekçesiyle<br />

bu anlaşmaların hiçbiri onaylanmamıştır.)<br />

Baylar, yüksek kurulunuza biraz da Büyük Millet Meclisi’nde geçen<br />

olaylardan bilgi <strong>ve</strong>rmek istiyorum. Biliyorsunuz ki Birinci Büyük Millet<br />

Meclisi’ne ulusça üye seçilirken Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin<br />

yönetim kurulu üyeleri de ikinci seçmenler arasında bulundular.<br />

Buna göre denilebilirdi ki Büyük Millet Meclisi, bütünüyle Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli<br />

Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin siyasal bir grubu niteliğini de taşıyordu.<br />

Gerçekten başlangıçta tutum böyle idi. Meclis genel kurulunun temel ilkesini<br />

Cemiyetin temel ilkesi oluşturuyordu. Biliyorsunuz ki Erzurum <strong>ve</strong> Sivas<br />

kongrelerinde saptanan ilkeler, son İstanbul Mebuslar Meclisi’nce kabul<br />

edilip onaylanarak Ulusal Ant 64 adı altında özetlenmişti. Bu ilkeler, Birinci<br />

Büyük Millet Meclisi’nce de kabul edilmişti <strong>ve</strong> bunlara uygun olarak yurdun<br />

bütünlüğünü <strong>ve</strong> ulusun bağımsızlığını sağlayacak bir barışın elde edilmesine<br />

çalışılıyordu. Ama, zaman geçtikçe, Meclis’te birlik olarak çalışmanın<br />

sağlanıp düzenlenmesinde güçlükler doğmaya başladı. En önemsiz konularda<br />

oylar dağılıyor, Meclisten iş çıkamıyordu. Bazı kişiler buna bir çıkar<br />

yol bulmak için 1920 yılı ortalarında birtakım örgütler kurmaya kalkıştılar.<br />

Bütün bu girişimler, Meclis görüşmelerinin düzenli yürütülmesini sağlamak<br />

<strong>ve</strong> görüşülen konular üzerinde oyları toplayarak olumlu iş çıkarmak amacını<br />

güdüyordu.<br />

Yeri gelince söylemiştim ki ilk Anayasamıza kaynak olan 13 Eylül<br />

l920 günlü bir programı Meclis’e sunmuştum. Bu programın, Meclis’te 18<br />

Eylülde okunan bölümünden başka, buna da temel olmak üzere, Büyük<br />

Millet Meclisi’nin öz niteliğini <strong>ve</strong> yönetim yöntemiyle ilgili görüşleri saptayan<br />

<strong>ve</strong> Meclis’in açılışından sonra okunup kabul olunan önergemi de bu<br />

bölümle birlikte, Halkçılık Programı adı altında bastırmış <strong>ve</strong> yaydırmıştım.<br />

Yukarıda bildirdiğim örgütler benim bu programımdan esinlenerek birtakım<br />

sanlar takınmaya <strong>ve</strong> programlar saptamaya başladılar. Bir fikir <strong>ve</strong>rmiş<br />

olmak için bu örgütlerin belli başlılarının adlarını sayayım:<br />

a) Tesanüt Grubu 65<br />

b) İstiklâl Grubu<br />

c) Müdafaai Hukuk Grubu<br />

d) Halk Zümresi<br />

e) Islahat Grubu<br />

64 Misak-ı Millî<br />

65<br />

Örgüt adlarının günümüz Türkçe’sindeki karşılıkları, yazılış sırasına göre şöyledir: Dayanışma Grubu,<br />

Bağımsızlık Grubu, Hakları Savunma Topluluğu, Halk Topluluğu, Yenileştirme Topluluğu.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 185<br />

Baylar, bu adlarını saydığım grupların her biri Meclis görüşmelerinde<br />

düzeni sağlamak <strong>ve</strong> oyları birleştirmek amacıyla kurulmuşlarsa da<br />

bunların varlıkları tersine bir sonuç <strong>ve</strong>riyordu. Gerçekte sayıları çok, üyeleri<br />

az olan bu gruplar birbiriyle yarışmaya kalkışmışlar <strong>ve</strong> birbirlerini dinlememek<br />

yüzünden Meclis’te hemen hemen bir kargaşa doğurmaya başlamışlardı.<br />

Özellikle Anayasa, Meclis’ten çıktıktan sonra, yani Ocak 1921<br />

sonlarında, Meclis üyelerinin <strong>ve</strong> ortaya çıkan grupların, genel olarak her işte<br />

toplantıya katılmalarını <strong>ve</strong> birlikte çalışmalarını sağlamanın bir kat daha<br />

zorlaşmaya başladığı görülüyordu. Çünkü, Ulusal Ant ile saptanmış olan ilkelerde<br />

her bakımdan görüş <strong>ve</strong> amaç birliği olduğu halde, Anayasa ile konulan<br />

ilkeler üzerinde tam birlik sağlanmış görünmüyordu. Grupları birleştirmek<br />

ya da gruplardan birini güçlendirerek iş görmek için, dolaylı olarak<br />

çok çalıştım. Ama bu yolla elde edilen sonuçların uzun ömürlü olamadıkları<br />

görüldü. İşe el koymam zorunlu olmaya başladı. Sonunda, Anadolu <strong>ve</strong><br />

Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu adıyla bir grup kurmaya karar <strong>ve</strong>rdim. Bu<br />

grup için yaptığım programın başına bir ana madde koydum. Bu maddenin<br />

özü, iki noktada toplanıyordu. Birinci nokta: Grup, Ulusal Ant ilkelerine<br />

bağlı kalarak ülkenin bütünlüğünü <strong>ve</strong> ulusun bağımsızlığını sağlayıcı bir<br />

barışı elde etmek için, ulusun bütün maddesel <strong>ve</strong> tinsel gücünü gereken<br />

ereklere yöneltip kullanacak <strong>ve</strong> yurdun resmi, özel bütün örgütlerini <strong>ve</strong> kuruluşlarını<br />

bu ana amaca yararlı kılmaya çalışacaktır. İkinci nokta; grup,<br />

devletin <strong>ve</strong> ulusun örgütlerini, Anayasaya uygun olarak şimdiden yavaş<br />

yavaş saptamaya <strong>ve</strong> hazırlamaya çalışacaktır.<br />

Baylar, bütün grupları <strong>ve</strong> Meclis üyelerinin çoğunu çağırarak bu iki<br />

ilke üzerinde birleşmelerini sağladım. Bildirdiğim bu ana madde <strong>ve</strong> bundan<br />

sonra grubun iç tüzüğüyle ilgili maddeler, 10 Mayıs 1921 günü yapılan<br />

toplantıda kabul olundu. Grup genel kurulunun seçilmesi üzerine, grubun<br />

başkanlığını da üzerime almıştım.<br />

Baylar, ülkede nasıl bir Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti<br />

varsa, Mecliste de onun bu ad altında bir siyasal grubu kurulmuş oldu.<br />

İstanbul’daki Millet Meclisi’nin yapmaktan çekindiği iş, ancak onların<br />

dağılmasından 14 ay sonra Ankara’da yapılmış oldu. Bu grup, Birinci Büyük<br />

Millet Meclisi’nin çalıştığı sürece hükümetin iş görmesine yardımcı olabilmiştir.<br />

(Bu açıklamalarının ardından, Atatürk, ARMH Cemiyeti Erzurum<br />

şubesinin adının Hoca Raif Efendi <strong>ve</strong> arkadaşlarınca Muhafazai Mukaddesat<br />

Cemiyeti olarak değiştirildiğini, cumhuriyet kurulması olasılığından<br />

kuşkulandığını belirten topluluğun saltanat <strong>ve</strong> hilafet yanlısı bir tutum içersine<br />

girdiğini, bu girişimi uyarmakla görevlendirilen Doğu Cephesi Komutanı<br />

Kâzım Karabekir’in de bir anda ağız değiştirerek topluluğa arka çıkan


186 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

davranışlar sergilediğini anlatmakta <strong>ve</strong> ardından, Bilecik görüşmesi sonrasında<br />

Ankara’da alıkonulan Paşalar sorununa geri dönmektedir:)<br />

Baylar, Ankara’da bulunan İzzet <strong>ve</strong> Salih paşalar bir türlü Ankara’ya<br />

ısınamadılar. İstanbul’daki aileleri yanına gitmelerine izin <strong>ve</strong>rmemizi,<br />

aracıları ya da kendileri, boyuna rica ediyorlar <strong>ve</strong> İstanbul’a dönüşlerinde<br />

hiçbir siyasal görev almayacaklarına söz <strong>ve</strong>riyorlardı. 1921 yılı Mart başlarında,<br />

İsmet Paşa’nın kimi işler için Ankara’ya gelmiş bulunduğu bir sırada,<br />

paşalar ricalarını yenilediler. Bir gün İsmet Paşa’nın da katıldığı bir Bakanlar<br />

Kurulu toplantısı sırasında Ahmet İzzet Paşa daireye gelerek haber göndermiş<br />

<strong>ve</strong> İsmet Paşa kendisiyle görüşmüştür. İzzet Paşa, bizim isteğimiz<br />

üzerine İstanbul’da siyasal görev almayacağına, uzun uzadıya açıklamalar<br />

yaparak söz <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> İstanbul’daki ailesinin yanına dönmek için izin rica<br />

etmiş; Salih Paşa’nın da böylece söz <strong>ve</strong>rerek serbest bırakılması ricasında<br />

bulunduğunu söylemiş.<br />

İsmet Paşa bu açıklamayı <strong>ve</strong> ricayı Bakanlar Kuruluna ulaştırdı. Aslında<br />

varlıklarının ulusal işlerimizde yararlı olmadığı; tersine, Ankara’da bir<br />

yük, bir ağırlık olarak bulundukları; üstelik kimi olumsuz akımlara da yol<br />

açtıkları anlaşılmış bulunduğundan Bakanlar Kurulu bu paşaların İstanbul’a<br />

dönmelerinde bir sakınca görmedi. Ama ben, Ahmet İzzet Paşa <strong>ve</strong><br />

arkadaşının <strong>ve</strong>rdikleri sözde ciddiyet <strong>ve</strong> içtenlik olmadığını; İstanbul’a döndüklerinde<br />

İstanbul Hükümetinde kesinlikle görev alarak bizi tedirgin etmeyi<br />

sürdürecekleri kanısında bulunduğumu söyledim. “Namusları üzerine<br />

söz <strong>ve</strong>riyorlar.” dendi. Bu sözlerini, yazılı <strong>ve</strong> imzalı olarak <strong>ve</strong>rirlerse izin <strong>ve</strong>rilebileceğini<br />

bildirdim. İsmet Paşa bu önerimi yanımızdaki odada bekleyen<br />

İzzet Paşa’ya ulaştırdı. İzzet Paşa, hemen bir kağıt kalem alıp, hükümetten<br />

çekileceklerini bir söz <strong>ve</strong>rme belgesi olarak yazmış, imzalamış <strong>ve</strong> yanılmıyorsam,<br />

Salih Paşa’ya da imza ettirmişti. Ben, bu kısa gü<strong>ve</strong>nceyi yeterli<br />

görmedim. Sözle söylediklerini kapsayacak anlamda değildi <strong>ve</strong> hemen,<br />

bunun bir düzen olduğuna arkadaşların dikkatini çekerek, “İsmet Paşa’ya<br />

sözle söylediklerini yazarak imza etsinler.” dedim. İzzet Paşa’nın, sözle de<br />

bunca şeyler söyleyip gü<strong>ve</strong>nce <strong>ve</strong>rdikten sonra, başka amaç güderek bir<br />

gü<strong>ve</strong>nce yazmış olacağı öngörülmedi <strong>ve</strong> bu kısa gü<strong>ve</strong>ncenin yeterli görülmesi<br />

düşüncesi desteklendi. İşte İzzet <strong>ve</strong> Salih paşalar böyle aldatmalı bir<br />

belge ile İstanbul’a gitmek yolunu bulmuşlardır. Gerçekten, İzzet <strong>ve</strong> Salih<br />

paşalar İstanbul’a varınca hükümetten çekildiler. Ama pek kısa bir süre<br />

sonra, yine o hükümette, başka nazırlıkları üzerlerine aldılar <strong>ve</strong> bunu bize<br />

telle bildirdiler.<br />

Baylar, Ahmet İzzet Paşa, ekmeğiyle yetiştiği Türk ulusunun içinde<br />

kalarak ona en acı <strong>ve</strong> kara günlerinde hizmet etmeyi, Vahdettin’in hizmetinde<br />

olmaktan üstün görememişti. Dürrizade Esseyyit Abdullah’ın fetvası-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 187<br />

na bağlı kalıp, padişahın buyruğu dışına çıkmakla suçlanmaktan <strong>ve</strong> dinsel<br />

cezalara çarpılmaktan çekindi.<br />

Baylar, İzzet <strong>ve</strong> Salih paşalar aylarca Ankara’da oturdular. Ulusal<br />

ilkelerimizi benimsemeleri koşuluyla kendilerine ulusal iş <strong>ve</strong> görev <strong>ve</strong>rmeye<br />

hazırdık. Yanaşmadılar. Bir kez olsun Ulusal Meclis’in kapısından içeri ayak<br />

basmadılar. Ama, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin koyduğu yasalardan elbet<br />

bilgileri vardı. Bu yasaların buyruklarını <strong>ve</strong> Millet Meclisi’nin <strong>ve</strong> Hükümetinin<br />

İstanbul’a karşı belirlenmiş olan tutumunu çok iyi biliyorlardı. Bu<br />

yasalara <strong>ve</strong> bilinen duruma karşın, İstanbul’da yeniden iş başına geçip ulusal<br />

varlığın <strong>ve</strong> girişimlerin değerini <strong>ve</strong> erkini yok etmek; düşmanların elinde<br />

oyuncak olan Vahdettin’in egemenliğini sürdürmek için bütün varlıklarıyla<br />

çalışmalarına <strong>ve</strong>rilecek gerçek anlamın ne olduğunu ben söylemeyeceğim!<br />

Onu, Türk ulusuna <strong>ve</strong> Türk ulusunun yeni <strong>ve</strong> gelecek kuşaklarına bırakırım.<br />

Baylar, sırası gelmişken saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki bağrında<br />

yetiştirerek başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki<br />

öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri<br />

kalmasın!<br />

İkinci İnönü Savaşından sonra, üç ay kadar bir zaman geçti. Ondan<br />

sonra, 10 Temmuz 1921 gününde, Yunan ordusu yeniden cephemize<br />

karşı genel saldırıya geçti. Tarafların bu tarihten önceki günlerde durumu<br />

şöyle idi: Bizim ordumuz başlıca, Eskişehir’de <strong>ve</strong> Eskişehir kuzeybatısındaki<br />

İnönü dayangalarında <strong>ve</strong> Kütahya-Altıntaş dolaylarında yoğunlaştırılmıştı.<br />

Afyonkarahisar yöresinde iki tümenimiz vardı. Gey<strong>ve</strong>’de <strong>ve</strong> Menderes bölgesinde<br />

ise birer tümenimiz bulunuyordu. Yunan ordusu da Bursa’da bir<br />

<strong>ve</strong> Uşak doğusunda iki kolordusunu toplu bulunduruyordu. Menderes’te<br />

de bir tümeni vardı.<br />

Yunanlıların bu saldırısı üzerine yapılan <strong>ve</strong> Kütahya-Eskişehir Savaşları<br />

adıyla anılan bir savaşlar dizisi vardır. On beş gün sürmüştür. Ordumuz,<br />

25 Temmuz 1921 akşamı büyük bölümüyle Sakarya doğusuna çekilmişti.<br />

Ordumuzun çekilmesini zorunlu kılan nedenlerin dayanaklarını belirteyim:<br />

İkinci İnönü Savaşından sonra genel seferberlik yapmış olan Yunan<br />

ordusu, insan, tüfek, makineli tüfek <strong>ve</strong> top sayısı bakımından bizim<br />

ordumuzdan önemli derecede üstündü. Temmuzda Yunan ordusu saldırıya<br />

başladığı zaman Ulusal Hükümet’in <strong>ve</strong> savaşımın gelişimi, bizim daha<br />

genel seferberlik yapmamıza <strong>ve</strong> böylece ulusun bütün kaynaklarını <strong>ve</strong> araçlarını,<br />

başka hiçbir şey düşünmeksizin, düşman karşısında toplamaya uygun<br />

<strong>ve</strong> el<strong>ve</strong>rişli görülmemişti. İki ordu arasındaki güç, araç <strong>ve</strong> koşullar<br />

oransızlığının başlıca açık nedeni bundadır. Bunun sonucu olarak, henüz


188 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

tümenlerimizin özellikle taşıtlarını sağlayıp tamamlayamadığımızdan, bunların<br />

hareket yetenekleri yoktu. Yunan ulusunun bütün gücüyle yaptığı bu<br />

saldırı karşısında bizim askerlik yönünden temel ödevimiz, ulusal savaşımın<br />

başından beri izlediğimiz ödevdi ki o da: “Her Yunan saldırısı karşısında<br />

kaldıkça bu saldırıyı, direnerek <strong>ve</strong> uygun hareketler yaparak durdurmak <strong>ve</strong><br />

boşa çıkartmak, yeni orduyu kurmak için zaman kazanmak” diye özetlenebilir.<br />

Son düşman saldırısı karşısında da bu temel ödevi gözden uzak tutmamak<br />

gerekliydi. Bu düşünce ile 18 Temmuz 1921 günü İsmet Paşa’nın<br />

Eskişehir güneybatısında, Karacahisar’da bulunan karargahına giderek durumu<br />

yakından inceledikten sonra, İsmet Paşa’ya genel olarak şu yönergeyi<br />

<strong>ve</strong>rmiştim: “Orduyu, Eskişehir kuzey <strong>ve</strong> güneyinde topladıktan sonra<br />

düşman ordusuyla araya büyük aralık bırakmak gerekir ki orduyu derleyip<br />

toparlayıp güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya doğusuna kadar çekilmek<br />

uygundur. Düşman durmaksızın izlerse hareket üssünden uzaklaşacak <strong>ve</strong><br />

yeniden destek örgütleri kurmak zorunda kalacak; her halde ummadığı birçok<br />

zorluklarla karşılaşacaktır. Buna karşılık, bizim ordumuz toplu bulunacak<br />

<strong>ve</strong> daha uygun koşullar içinde olacaktır. Bu yaklaşımımızın en büyük<br />

sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi <strong>ve</strong> birçok topraklarımızı düşmana<br />

bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek ruhsal sarsıntıdır. Ama az<br />

zamanda, elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla bu sakıncalar kendiliğinden<br />

ortadan kalkacaktır. Askerliğin; gereğini duraksamadan uygulayalım.<br />

Başka türden sakıncalara karşı koyarız.”<br />

Baylar, gerçekten düşündüğüm ruhsal sakıncalar hemen görüldü.<br />

İlk duyarlıklar Meclis’te belirdi. Özellikle karşıcıllar karamsarlık dolu söylevlerle<br />

yaygaraya başladılar: “Ordu nereye gidiyor, ulus nereye götürülüyor?<br />

Bu gidişin elbette bir sorumlusu vardır, o nerededir? Onu göremiyoruz!<br />

Bugünkü acıklı <strong>ve</strong> korkunç durumun gerçek etmenini ordunun başında<br />

görmek isterdik...” diyorlardı. Bu anlamda söz söyleyen kişilerin anıştırmak<br />

<strong>ve</strong> anlatmak istediklerinin ben olduğuma kuşku yoktu.<br />

En sonunda, Mersin Millet<strong>ve</strong>kili Salâhattin Bey, kürsüden benim<br />

adımı söyleyerek: “Ordunun başına geçsin!” dedi. Bu öneriye katılanlar<br />

çoğaldı. Buna karşı olanlar da vardı.<br />

Baylar, bu görüş ayrılıklarının nedenleri üzerinde biraz açıklamada<br />

bulunmak uygun olur. Bir kez, benim eylemli olarak ordunun başına geçmemi<br />

önerenlerin düşünce <strong>ve</strong> amaçlarını ikiye ayırabiliriz. Benim <strong>ve</strong> benimle<br />

birlikte birçoklarının o zaman anladığımıza göre, birtakım kişiler, artık<br />

ordunun büsbütün yenildiği, durumun düzeltilemeyeceği, kısaca amacın,<br />

güttüğümüz ulusal amacın yitip gittiği yargısına varmışlardı. Bu nedenle<br />

duydukları öfke <strong>ve</strong> şiddeti benim üzerimde yatıştırmak istiyorlardı. İstiyorlardı<br />

ki kendi varsayımlarına göre bozulmuş <strong>ve</strong> bozgunu sürecek olan


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 189<br />

ordunun başında benim de kişiliğim bozguna uğrasın! Başka birtakım kişiler<br />

de diyebilirim ki çoğunluk, bana olan gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> inançlarından ötürü, eylemli<br />

olarak ordunun başına geçmemi yürekten diliyorlardı.<br />

Şimdilik, eylemli olarak komutanlığı üstüme almamı sakıncalı görenlerin<br />

de düşüncesi şuydu: Ordunun, bundan sonraki herhangi bir savaşta<br />

başarı kazanamayıp yeniden geri çekilmesi olasılık dışı bir şey değildir.<br />

Bu durumlarda ben eylemli olarak ordunun başında bulunursam, genel<br />

kanıya göre, son umudun da yitirilmiş olduğu gibi bir anlayış doğabilir.<br />

Oysa, daha genel durum, son önlem <strong>ve</strong> son çareye başvurulmasını <strong>ve</strong> son<br />

güçlerin gözden çıkarılmasını gerektirecek nitelikte değildir. Bundan dolayı,<br />

kamuoyunda son umudun kalabilmesi için benim doğrudan doğruya savaşı<br />

yönetmem zamanı gelmemiştir.<br />

Ben, konuşmalar <strong>ve</strong> tartışmalarla beliren bu görüşleri, gereği kadar<br />

düşünüp inceliyordum. Son görüşü savunanlar, mantığa dayanan sağlam<br />

nedenler ileri sürüyorlardı. Yapmacık isteklerde bulunanların yaygaraları,<br />

komutayı ele almamı yürekten önerenlerde derin <strong>ve</strong> kaygı <strong>ve</strong>rici etkiler<br />

yapmaya başladı. Benim eylemli olarak komutayı ele almam, bütün Meclis’te<br />

son çare <strong>ve</strong> son önlem olarak görüldü. Meclis’in bu görüşü, çarçabuk<br />

Meclis dışında da yayıldı. Benim ses çıkarmayışım, komutayı eylemli olarak<br />

ele almaya can atmayışım, sanki yıkımın kesin <strong>ve</strong> yakın olduğu düşünce <strong>ve</strong><br />

görüşünü genelleştirdi. Bunu anlar anlamaz hemen kürsüye çıktım.<br />

Baylar, bu anlattığım durum 4 Ağustos 1921 günü bir gizli oturumda<br />

belirmişti. Üyelerin bana karşı gösterdikleri yakınlık <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>ne teşekkür<br />

ettikten sonra başkanlık katına şöyle bir önerge <strong>ve</strong>rdim:<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Yüksek Başkanlığına<br />

Meclis sayın üyelerinin genel olarak beliren istek <strong>ve</strong> dilekleri üzerine<br />

Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu görevi; kendi üzerime almaktan<br />

doğacak yararların çarçabuk elde edilebilmesi, ordunun maddi <strong>ve</strong> manevi<br />

gücünün en kısa zamanda artırılıp pekiştirilmesi <strong>ve</strong> yönetiminin bir kat daha<br />

sağlamlaştırılması için Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkilerini eylemli<br />

olarak kullanmak koşuluyla üzerime alıyorum. Yaşadığım sürece, ulusal<br />

egemenliğe en gerçek bir hizmet edici olduğumu, ulusa bir kez daha göstermek<br />

için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süre ile sınırlandırılmasını ayrıca<br />

dilerim.<br />

4 Ağustos 1921<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı<br />

Mustafa Kemal


190 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, bu önergem, doğruluktan yanaymış gibi görünerek öneride<br />

bulunanların gizli düşüncelerini açığa vurmalarına yol açtı. Hemen karşı çıkışlar<br />

başladı. Birincisi, “Başkomutanlık sanını <strong>ve</strong>remeyiz. O, Büyük Millet<br />

Meclisi’nin özündedir. Başkomutan <strong>ve</strong>kili, denilmelidir.” dediler. İkinci olarak<br />

da “Meclis’in yetkisini kullanmak gibi bir ayrıcalığın <strong>ve</strong>rilmesi, hiçbir<br />

zaman söz konusu olamaz.” düşüncesini ileri sürdüler.<br />

Ben, padişah <strong>ve</strong> halifelerce <strong>ve</strong>rilegelmiş köhne bir sanı takınamayacağımı;<br />

yapacağım görev eylemli olarak başkomutanlık iken bu sanı olduğu<br />

gibi <strong>ve</strong>rmekten kaçınmanın yersizliğini ileri sürerek görüşümde direndim.<br />

Durum, Meclis’in anladığı <strong>ve</strong> belirttiği gibi, olağanüstü olduğuna göre,<br />

benim alacağım kararların <strong>ve</strong> yapacağım uygulamaların da olağanüstü olması<br />

gerekeceği kuşku götürmezdi. Düşünce <strong>ve</strong> kararlarımı hızlı <strong>ve</strong> şiddetli<br />

olarak yürütmek <strong>ve</strong> uygulamak zorunluğu vardı. Bakanlar Kurulundan,<br />

Meclis’ten izin istemekle doğacak gecikmelere durum uygun olmayabilirdi.<br />

Bütün ülkeye <strong>ve</strong> ülkenin bütün kaynaklarına yaygın olması gereken buyruklarım<br />

<strong>ve</strong> bildirimlerim için, her işin bakanından ya da Bakanlar Kurulundan<br />

oy <strong>ve</strong> izin almak benim yapacağım Başkomutanlıktan umulan yararları<br />

sağlayamazdı. Onun için, kayıtsız <strong>ve</strong> koşulsuz olarak buyruk <strong>ve</strong>rebilmeliydim.<br />

Bunun için de Büyük Millet Meclisinin yetkisi benim kişiliğimde<br />

belirmeliydi. Bunu, başarı için zorunlu görüyordum. Onun için bu noktada<br />

direndim.<br />

Salâhattin Bey <strong>ve</strong> Hulûsi Bey gibi birtakım millet<strong>ve</strong>killeri Meclis’in,<br />

yetkisini bir kişiye <strong>ve</strong>rmekle işlemez duruma geleceğini, ulustan aldığı <strong>ve</strong>killiği<br />

başkasına <strong>ve</strong>rme yetkisi bulunmadığını, aslına bakılırsa orduya komutanlık<br />

edecek kişiye Meclis yetkisinin <strong>ve</strong>rilmesinin söz konusu olamayacağını<br />

<strong>ve</strong> bunun gerekli olmadığını söylediler. Meclisin yetkisini kullanabilecek<br />

bir kişiye millet<strong>ve</strong>killerinin kişisel olarak gü<strong>ve</strong>nemeyecekleri olasılığından<br />

söz edenler de oldu.<br />

Ben, bu düşüncelerin hiçbirine karşı olmadım; hepsini doğru bulduğumu<br />

söyledim. Meclis’in bu noktayı çok dikkatle <strong>ve</strong> önemle düşünüp<br />

incelemesini söyledim. Yalnız, kendi başından korkanların kaygılarına yer<br />

olmadığını belirttim. 4 Ağustosta bu konuda bir karara varılamadı. Görüşme,<br />

5 Ağustos 1921 günü de sürdü. O gün, kimi millet<strong>ve</strong>killerinin duraksamalarının<br />

iki noktada toplandığı anlaşıldı. Birincisi, Meclis varlığının herhangi<br />

bir biçim <strong>ve</strong> yolla iş göremez duruma getirilmesi; ikincisi de üyelerden<br />

herhangi biri için keyfe göre, yasa dışı işlem yapılması idi.<br />

Bu kuşku <strong>ve</strong> duraksamaları giderecek açıklamada bulunduktan<br />

sonra yapılacak yasaya da bunlarla ilgili bağlayıcı hükümler konulmasının<br />

uygun olduğunu söyledim <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rmiş olduğum önergeyi buna uygun biçimde<br />

maddelendirerek, bir tasarı olmak üzere Meclis’e sundum. İşte bu


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 191<br />

tasarının maddeleri üzerinde yapılan görüşmeler sonunda, bana Başkomutanlık<br />

<strong>ve</strong>rilmesiyle ilgili olan 5 Ağustos 1921 günlü yasa çıktı. Bu yasanın<br />

ikinci maddesine göre bana <strong>ve</strong>rilmiş olan yetki şuydu:<br />

“Başkomutan, ordunun nesnel <strong>ve</strong> tinsel gücünü büyük ölçüde artırmak<br />

<strong>ve</strong> yönetimini bir kat daha sağlamlaştırmak için Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi’nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına eylemli olarak kullanabilir.”<br />

Bu maddeye göre benim <strong>ve</strong>receğim buyruklar yasa olacaktı.<br />

Baylar, bu görevlendirmeden dolayı: “Meclisin bana gösterdiği<br />

inanç <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>ne yaraşır olduğumu az zamanda göstermeyi başaracağım.”<br />

dedikten sonra Meclis’ten bazı dileklerde bulundum. Örneğin, Milli Savunma<br />

Bakanlığı <strong>ve</strong> Genelkurmay Başkanlığı görevlerini yapmakta olan<br />

Fevzi Paşa Hazretlerinin yalnız Genelkurmayın işleriyle uğraşabilmesi için,<br />

İçişleri Bakanlığında bulunan Refet Paşa’nın Milli Savunma Bakanlığına<br />

getirilmesi <strong>ve</strong> yerine bir başkasının seçilmesi.<br />

Özellikle Meclis’in <strong>ve</strong> Bakanlar Kurulunun, içeriye <strong>ve</strong> dışarıya karşı<br />

soğukkanlı <strong>ve</strong> çok güçlü bir durum <strong>ve</strong> görünümde kalmasının önemli olduğunu<br />

<strong>ve</strong> ufak tefek nedenlerle Bakanlar Kurulunu sarsmanın uygun olmadığını<br />

belirttim. Yasa önerisi, o gün açık oturumda okundu. İ<strong>ve</strong>dilikle görüşüldü<br />

<strong>ve</strong> millet<strong>ve</strong>killerinin adları birer birer okunarak oya sunuldu. Oybirliğiyle<br />

kabul edildi. Bunun üzerine <strong>ve</strong>rdiğim kısa bir söylevin bir iki cümlesini<br />

yinelememe izin <strong>ve</strong>rmenizi rica ederim. O cümleler şunlardı:<br />

“Baylar, zavallı ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları her ne<br />

olursa olsun yeneceğimize olan gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır.<br />

Bu dakikada, bu tam inancımı yüksek kurulunuza karşı, bütün<br />

ulusa karşı <strong>ve</strong> bütün dünyaya karşı ilan ederim.”<br />

Sayın baylar, Başkomutanlığı eylemli olarak üzerime aldıktan sonra<br />

birkaç gün Ankara’da çalıştım. Genelkurmay Başkanlığı <strong>ve</strong> Milli Savunma<br />

Bakanlığının tümü ile Başkomutanlık Karargâhını kurdum. Bu iki makamın<br />

ortak çalışmalarını Başkomutanlık katında birleştirip dengelemek için <strong>ve</strong><br />

bundan başka, orduyu ilgilendiren işlerle öbür bakanlıkların Başkomutanlıkla<br />

çözmek zorunda oldukları işlerin yürütülmesi için de yanımda küçük<br />

bir yazı işleri örgütü kurdum. Ankara’da bulunduğum sürece, yalnızca, ordunun<br />

insan <strong>ve</strong> taşıt bakımından gücünün artırılması, yiyeceğinin <strong>ve</strong> giyeceğinin<br />

sağlanıp yoluna konulması ile ilgili önlemleri almak <strong>ve</strong> düzenlemeleri<br />

yapmakla uğraştım.


192 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Bu sözünü ettiğim şeyleri sağlamak için iki gün içinde, 7 <strong>ve</strong> 8 Ağustos<br />

1921 günlerinde, “Ulusal Vergi Buyruğu” 66 adı altında yaptığım genel<br />

bildirimlerin her birinden kısaca bilgi <strong>ve</strong>reyim. Bir savaşın kazanılması için<br />

ne denli küçük şeylerin bile dikkate alınması gerektiğini anlatabilmek için<br />

bunları bilginize sunulmaya değer görürüm:<br />

“1 sayılı” buyruğumla, her ilçede birer "Ulusal Vergi Kurulu” kurdum.<br />

Bu kurulların çalışmalarıyla toplanacak şeylerin ordunun çeşitli bölümlerine<br />

dağıtımını düzenledim.<br />

“2 sayılı” buyruğuma göre yurtta her ev, birer kat çamaşır, birer çift<br />

çorap <strong>ve</strong> çarık hazırlayıp Ulusal Vergi Kurulu’na <strong>ve</strong>recekti.<br />

“3 sayılı” buyruğumla tüccar <strong>ve</strong> halk elinde bulunan çamaşırlık<br />

bez, kaput bezi, patiska, pamuk, yıkanmış <strong>ve</strong> yıkanmamış yün <strong>ve</strong> tiftik, erkek<br />

elbisesi dikmeye el<strong>ve</strong>rişli her türlü kışlık <strong>ve</strong> yazlık kumaş, kalın bez, kösele,<br />

vaketa, taban astarlığı, sarı <strong>ve</strong> siyah meşin, sahtiyan, dikilmiş <strong>ve</strong> dikilmemiş<br />

çarık, potin, demir kundura çivisi, tel çivi, kundura <strong>ve</strong> saraç ipliği,<br />

nallık demir <strong>ve</strong> yapılmış nal, mıh, yem torbası, yular, belleme, kolan, kaşağı,<br />

gebre, semer <strong>ve</strong> urganlardan yüzde kırkına, parası sonra ödenmek üzere<br />

el koydum.<br />

“4 sayılı” buyruğumla eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye,<br />

bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvanlar, şeker, gaz, pirinç, sabun,<br />

yağ, tuz, zeytinyağı, çay <strong>ve</strong> mum varlıklarının da yine yüzde kırkına, parası<br />

sonra ödenmek üzere el koydum.<br />

“5 sayılı” buyruğumla ordu gereksinimi için alınan taşıtlardan başka,<br />

geriye kalanlarının da ayda bir kez <strong>ve</strong> parasız olarak yüz kilometrelik bir<br />

uzaklığa kadar askeri ulaştırma işlerinde çalıştırılmasını zorunlu kıldım.<br />

“6 sayılı” buyruğumla ordunun yedirilip giydirilmesine yarayan bütün<br />

sahipsiz mallara el koydum.<br />

“7 sayılı” buyruğumla halkın elinde bulunan savaşa el<strong>ve</strong>rişli bütün<br />

silah <strong>ve</strong> cephanenin üç gün içinde <strong>ve</strong>rilmesini istedim.<br />

“8 sayılı” buyrukla benzin, vakum, gres yağı, makine yağı, donyağı,<br />

saatçi <strong>ve</strong> taban yağları, vazelin, otomobil <strong>ve</strong> kamyon lastiği, lastik yapıştırıcı,<br />

buji, soğuk tutkal, Fransız tutkalı, telefon makinesi, kablo, pil, çıplak<br />

tel, yalıtkan <strong>ve</strong> bunlara benzer gereçlerin <strong>ve</strong> zaçyağının yüzde kırkına el<br />

koydum.<br />

“9 sayılı” buyrukla demirci, marangoz, dökümcü, tesviyeci, saraç<br />

<strong>ve</strong> arabacılarla bunların işliklerinin iş çıkarma güçlerinin; kasatura, kılıç,<br />

66 Tekâlifi Milliye Emri


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 193<br />

mızrak, eyer yapabilecek ustaların adlarıyla sayılarının <strong>ve</strong> durumlarının<br />

saptanmasını sağladım.<br />

“10 sayılı” buyrukla halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba,<br />

dört tekerlekli at <strong>ve</strong> öküz arabaları ile kağnı arabalarının bütün donatım<br />

<strong>ve</strong> hayvanları ile birlikte; binek <strong>ve</strong> top çeker hayvanlar, katırlar, yük hayvanlarının,<br />

de<strong>ve</strong> <strong>ve</strong> eşeklerin yüzde yirmisine el koydurdum.<br />

Baylar, buyruklarımın <strong>ve</strong> bildirimlerimin yerine getirilmesi için kurduğum<br />

İstiklal Mahkemelerini Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir bölgelerine<br />

gönderdim. Ankara’da da bir mahkeme bulundurdum.<br />

Ondan sonra baylar, 12 Ağustos 1921 günü, Genelkurmay Başkanı<br />

Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı’da cephe karargâhına gittim.<br />

Düşman ordusunun cephemize doğru ilerleyerek sol kanadımızdan<br />

kuşatacağı yargısına varmıştık. Bu görüşe dayanarak hiç çekinmeden gerekli<br />

önlemleri aldırdım <strong>ve</strong> düzenlemeleri yaptırdım. Olaylar görüşümüzün<br />

yerinde olduğunu gösterdi. Düşman ordusu, 23 Ağustos 1921 günü gerçekten<br />

cephemize doğru ilerlemeye <strong>ve</strong> saldırıya başladı. Birçok kanlı <strong>ve</strong><br />

bunalımlı evreler <strong>ve</strong> dalgalar oldu. Düşman ordusunun üstün grupları, savunma<br />

hattımızın birçok parçalarını kırdılar. Böylece ilerleyen düşman<br />

gruplarının karşısına birliklerimizi yetiştirdik.<br />

Meydan savaşı 100 kilometrelik bir cephe üzerinde oluyordu. Sol<br />

kanadımız Ankara’nın elli kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun<br />

yönü batıya iken güneye döndü, arkası Ankara’ya iken kuzeye <strong>ve</strong>rildi. Yön<br />

değiştirilmiş oldu. Bunda hiç sakınca görmedik. Savunma hatlarımız yer<br />

yer kırılıyordu. Ama kırılan her bölüm, en yakın uzaklıkta hemen yeniden<br />

kurduruluyordu. Savunma hattına çok umut bağlamak <strong>ve</strong> onun kırılmasıyla<br />

ordunun büyüklüğü oranında çok gerilere çekilmek kuramını çürütmek<br />

için yurt savunmasını başka türlü anlatmayı <strong>ve</strong> bu anlatımda direnmeyi <strong>ve</strong><br />

üstelemeyi yararlı <strong>ve</strong> etkin buldum. Dedim ki: “Savunma hattı yoktur. Savunma<br />

alanı vardır. O alan bütün yurttur. Yurdun her karış toprağı, yurttaşın<br />

kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Onun için küçük, büyük<br />

her birlik bulunduğu dayangadan atılabilir; ama küçük, büyük her birlik ilk<br />

durabildiği noktada yeniden düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür.<br />

Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler ona uyamaz.<br />

Bulunduğu dayangada sonuna dek dayanmak <strong>ve</strong> direnmekle yükümlüdür.”<br />

İşte ordumuzun her bireyi, bu kurala göre her adımda en büyük<br />

öz<strong>ve</strong>riyi gösterip düşmanın üstün güçlerini yıpratarak <strong>ve</strong> yok ederek sonunda<br />

onu, saldırıyı sürdürme yetenek <strong>ve</strong> gücünden yoksun bir duruma<br />

getirdi.


194 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Savaş durumunun bu evresini sezinler sezinlemez hemen, özellikle<br />

sağ kanadımızla, Sakarya ırmağı doğusunda düşman ordusunun sol kanadına<br />

<strong>ve</strong> daha sonra cephenin önemli yerlerinde karşı saldırıya geçtik. Yunan<br />

ordusu yenildi <strong>ve</strong> geri çekilmek zorunda kaldı. 13 Eylül 1921 günü<br />

Sakarya Irmağı’nın doğusunda düşman ordusundan hiçbir iz kalmadı.<br />

Böylece 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe değin, bugünler de içinde<br />

olmak üzere, yirmi iki gün yirmi iki gece aralıksız süren Büyük <strong>ve</strong> Kanlı Sakarya<br />

Savaşı yeni Türk Devletinin tarihine, dünya tarihinde pek az olan<br />

büyük bir meydan savaşı örneği yazdı.<br />

Sayın baylar, Başkomutanlık görevini eylemli olarak üzerime aldığım<br />

zaman, Meclis’e <strong>ve</strong> ulusa mutlaka başarıya ulaşacağımız yolundaki kesin<br />

inancımı bildirmekle <strong>ve</strong> bu inancımı, bütün onurumu <strong>ve</strong> varlığımı ortaya<br />

atarak pekiştirmekle ilk manevi görevimi yapmış olduğumu sanırım.<br />

Ondan sonra, önemli nesnel görevlerim de vardı. Onlardan biri, savaş <strong>ve</strong><br />

çarpışmalar karşısında ulusa aldırmak zorunda olduğum durumdu.<br />

Bilirsiniz ki savaş <strong>ve</strong> çarpışma demek, iki ulusun; yalnız iki ordunun<br />

değil, iki ulusun bütün varlıklarıyla bütün mallarıyla, bütün nesnel <strong>ve</strong> tinsel<br />

güçleriyle karşılaşması <strong>ve</strong> birbiriyle vuruşması demektir. Bunun için, bütün<br />

Türk ulusunu, cephedeki ordu kadar, düşüncesi <strong>ve</strong> duygusuyla <strong>ve</strong> eylemli<br />

olarak savaşla ilgilendirmeliydim. Ulus bireyleri, yalnız düşman karşısında<br />

olanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı<br />

gibi kendini görevli bilerek, bütün varlığını savaşa <strong>ve</strong>recekti. Bütün<br />

nesnel <strong>ve</strong> tinsel varlığını yurt savunmasına <strong>ve</strong>rmekte ağır davranan <strong>ve</strong> özen<br />

göstermeyen uluslar, savaşı <strong>ve</strong> çarpışmayı gerçekten göze almış <strong>ve</strong> başarabileceklerine<br />

inanmış sayılamazlar.<br />

Gelecekteki savaşların biricik başarı koşulu da en çok bu söylediklerimin<br />

kapsamı içindedir. Avrupa’nın askerlikçe ileri büyük ulusları, daha<br />

şimdiden bu tutumu yasalaştırmaya başlamışlardır. Biz, Başkomutan olduğumuz<br />

zaman, Meclis’ten bir yurt savunma yasası istemedik. Ama Meclis’ten<br />

aldığımız yetkiye dayanarak <strong>ve</strong>rdiğimiz yasa niteliğinde olan belirli<br />

buyruklarla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştık. Ulus, bundan sonra, bugüne<br />

dek edinilmiş olan deneyimleri de gözden geçirip inceleyerek, kutsal<br />

yurdu saldırılamaz duruma getirecek gereklilik <strong>ve</strong> koşulları daha geniş, daha<br />

açık <strong>ve</strong> daha kesin olarak saptar.<br />

Baylar, bir başka görevim de ordu içinde, savaşan birliklerin arasında<br />

savaşa girmek <strong>ve</strong> savaşı kendim yönetmekti. Bunu da gücümün yettiği<br />

ölçüde, dahası bir kaza sonucu olarak sol kaburga kemiklerimden birinin<br />

kırılmış olmasına karşın, elimden geldiğince yapmaya bütün varlığımla<br />

çalıştığımı sanırım. Sakarya Savaşı’nın sonuna değin askeri bir rütbem yoktu.<br />

Ondan sonra, Büyük Millet Meclisi’nce bana “Mareşal” rütbesiyle “Ga-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 195<br />

zi” sanı <strong>ve</strong>rildi. Osmanlı devletince <strong>ve</strong>rilen rütbeyi yine o devletin almış olduğunu<br />

biliyorsunuz.<br />

IV.3. İLK UTKULARIN ETKİ VE SONUÇLARI<br />

Baylar, Sakarya utkusundan sonra, Batı ile yaptığımız olumlu <strong>ve</strong><br />

<strong>ve</strong>rimli buluşma <strong>ve</strong> ilişkilerimizi Ankara Anlaşması oluşturur. Bu Anlaşma,<br />

Ankara’da, 20 Ekim 1921’de imza edilmiştir. Bu konuda özet olarak bir<br />

bilgi <strong>ve</strong>rmek için kısa bir açıklama yapayım.<br />

Bekir Sami Bey başkanlığındaki delegeler kurulunun gittiği Londra<br />

Konferansı’ndan sonra Yunanlıların yaptıkları saldırı, bildiğiniz gibi kırılmış<br />

<strong>ve</strong> İkinci İnönü utkusuyla sonuçlanmıştı. Bir zaman için, askeri durumda<br />

duraklama oldu. Rusya ile Moskova Antlaşması imzalanmış <strong>ve</strong> doğudaki<br />

durumumuz açıklığa kavuşmuştu. Anlaşma Devletlerinden de ulusal ilkelerimizi<br />

kabul edebileceklerle anlaşmanın yararlı olacağı düşünülmekteydi.<br />

Özellikle Adana, Antep <strong>ve</strong> dolaylarını yabancılar elinden kurtarmak bizce<br />

önemli görülmekteydi.<br />

Çeşitli nedenlerden dolayı, Suriye’den başka bu söz ettiğim illerimizi<br />

işgal altında bulunduran Fransızların da bizimle anlaşmaya eğilimli oldukları<br />

anlaşılmaktaydı. Gerçi, Bekir Sami Bey’in Bay Briyan’la (Briand)<br />

yaptığı <strong>ve</strong> ulusal hükümetimizce uygun görülmeyen anlaşma kabul olunmamış<br />

idiyse de savaşı sürdürmeye ne Fransızlar <strong>ve</strong> ne de biz istekliydik.<br />

Bu nedenle taraflar birbiriyle ilişki yolları aramaya başladı. Fransa Hükümeti,<br />

eski bakanlardan Bay Franklen-Buyon’u (Franklin-Bouillon), ilkin<br />

özel olarak, Ankara’ya göndermişti. 9 Haziran 1921 günü Ankara’ya gelen<br />

Bay Franklen-Buyon ile iki hafta kadar görüşmeler yaptım; bu görüşmelerde<br />

Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’le Fevzi Paşa Hazretleri de bulundular.<br />

Birbirimizi tanımakla geçen özel bir buluşmadan sonra, 13 Haziran<br />

1921 Pazartesi günü Ankara istasyonundaki özel konutumda yaptığımız ilk<br />

toplantıda görüşmelerimize temel olacak noktayı belirtmek gereğinden söz<br />

açarak konuşmaya başladık. Ben, bizim için temel noktanın Ulusal Ant’ın<br />

içeriği olduğu ilkesini ortaya koydum.<br />

Bay Franklen-Buyon, ilkeler üzerinde tartışmanın güçlüğünü ileri<br />

sürüp, Sevr Antlaşması’nın bir olupbitti olarak ortada bulunduğunu söyledikten<br />

sonra, Londra’da Bekir Sami Bey’le Bay Briyan’ın yaptıkları anlaşmayı<br />

temel saymanın <strong>ve</strong> bu anlaşmadaki Ulusal Ant’a aykırı noktalar üzerinde<br />

tartışmanın uygun olacağını söyledi. Bu önerisinin de haklı olduğunu<br />

pekiştirmek için, Londra’ya giden delegelerimizin Ulusal Ant’tan söz etme-


196 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

diklerini, Ulusal Ant’ın <strong>ve</strong> ulusal eylemin, değil Avrupa’da, daha İstanbul’da<br />

bile değerlendirilmemiş olduğunu söyledi.<br />

Ben, <strong>ve</strong>rdiğim yanıtlarda dedim ki: “Eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan<br />

yeni bir Türkiye devleti doğmuştur. Bunu tanımak gerekir. Bu yeni<br />

Türkiye, her bağımsız ulus gibi haklarını tanıtacaktır. Sevr Antlaşması,<br />

Türk ulusu için öylesine uğursuz bir ölüm kararıdır ki onun bir dost ağzından<br />

çıkmamasını isteriz. Bu görüşmelerimiz sırasında da Sevr Antlaşması’nın<br />

adını anmak istemem. Sevr Antlaşması’nı kafasından çıkarmayan<br />

uluslarla gü<strong>ve</strong>n temeline dayanan işlemlere girişemeyiz. Bizim açımızdan<br />

böyle bir antlaşma yoktur. Londra’ya giden delegeler kurulumuzun başkanı<br />

bundan söz etmemiş ise, <strong>ve</strong>rdiğimiz yönerge <strong>ve</strong> yetkilere göre iş görmemiş<br />

demektir. Yanlış iş görmüştür. Bu yanlışlık yüzünden Avrupa <strong>ve</strong> özellikle<br />

Fransa kamuoyunda ters etkiler belirdiği görülüyor. Bekir Sami Bey’in<br />

gittiği yoldan gidersek biz de onun gibi yanlış iş yapmış oluruz. Avrupa’nın<br />

Ulusal Ant’ı bilmemesi düşünülemez. Avrupa, ‘Ulusal Ant’ terimini öğrenmemiş<br />

olabilir; ama yıllardan beri kan döktüğümüzü gören Avrupa <strong>ve</strong> bütün<br />

dünya, şu kanlı çarpışmaların neden ileri geldiğini elbet düşünmektedir.<br />

Ulusal Ant <strong>ve</strong> ulusal eylemi İstanbul’un bilmediği yolundaki sözler ise<br />

doğru değildir. İstanbul halkı, bütün Türk ulusu gibi, ulusal eylemi bilmektedir<br />

<strong>ve</strong> ondan yanadır. Bilmiyor <strong>ve</strong> karşıt görünen kişi <strong>ve</strong> uyrukları azdır<br />

<strong>ve</strong> ulusça bilinmektedir.”<br />

Franklen-Buyon, Bekir Sami Bey’in yönerge <strong>ve</strong> yetki dışında iş<br />

görmüş olduğu yolundaki sözlerim üzerine, “Bundan söz edebilir miyim?”<br />

dedi. Söylediklerimi istediği yerlere bildirebileceğini <strong>ve</strong> anlatabileceğini<br />

söyledim. Bay Franklen-Buyon, Bekir Sami Bey’le yapılan anlaşmadan ayrılmamak<br />

için özürler ileri sürerken, Bekir Sami Bey’in bir Ulusal Ant olduğundan<br />

<strong>ve</strong> onun sınırı dışına çıkamayacağından söz etmediğini, eğer söz<br />

etseydi o zaman ona göre görüşülüp gereğince iş yapılabileceğini; ama<br />

şimdi işin güç olduğunu yineledi <strong>ve</strong> “Kamuoyu, bu Türkler, delegeleri aracılığıyla<br />

bundan niçin söz etmemişler de şimdi yeni yeni sorunlar çıkarıyorlar?<br />

diyeceklerdir.” dedi.<br />

Uzun görüşme <strong>ve</strong> tartışmalar sonunda Bay Franklen-Buyon, ilkin<br />

Ulusal Ant’ı okuyup anladıktan sonra görüşmek üzere, görüşmelerin ertelenmesini<br />

önerdi. Ondan sonra, Ulusal Ant’ın maddeleri baştan sona değin<br />

birer birer okunarak görüşüldü <strong>ve</strong> tartışıldı. En çok üzerinde durulan nokta<br />

da yabancılara <strong>ve</strong>rilmiş kapitülasyonların kaldırılması, tam bağımsızlığımızı<br />

isteyen madde oldu. Bay Franklen-Buyon, bu sorunların incelemeye <strong>ve</strong><br />

düşünülmeye değer olduğunu söyledi. Ben bu noktaya yanıt <strong>ve</strong>rdim. Söylediklerimin<br />

özeti şuydu:


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 197<br />

“Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin özüdür.<br />

Bu görev, bütün ulusa <strong>ve</strong> tarihe karşı yüklenilmiştir. Bu görevi yüklenirken<br />

ne ölçüde yapılabileceği üzerinde hiç kuşkusuz çok düşündük. Ama sonunda<br />

edindiğimiz kanı <strong>ve</strong> inanç, bunda başarı sağlayabileceğimiz yolundadır.<br />

Biz, işe böyle başlamış kişileriz. Bizden öncekilerin yanılgıları yüzünden<br />

ulusumuz, sözde varsayılan bağımsızlığı içinde bağımlı bulunuyordu.<br />

Şimdiye değin Türkiye’yi uygarlık dünyasında kötü gösteren neler düşünülebilirse,<br />

hep bu yanılgıdan <strong>ve</strong> hep bu yanılgıya uymaktan doğuyor. Bu<br />

yanılgıyı sürdürmek, ülke <strong>ve</strong> ulusun bütün onurundan <strong>ve</strong> bütün yaşama<br />

yeteneğinden mutlaka ayrılması <strong>ve</strong> uzaklaşması sonucunu doğurabilir. Biz,<br />

yaşamak isteyen, özsaygı <strong>ve</strong> onuruyla yaşamak isteyen bir ulusuz. Bir yanılgıyı<br />

sürdürmek yüzünden bu niteliklerden yoksun kalmaya katlanamayız.<br />

Bilge, cahil, bütün ulus bireyleri, hepsi belki işin içindeki güçlükleri iyice<br />

kavramaksızın, bugün yalnız bir nokta çevresinde toplanmış, ama sonuna<br />

dek kanını akıtmaya karar <strong>ve</strong>rmiştir. O nokta, tam bağımsızlığımızın<br />

sağlanması <strong>ve</strong> sürdürülmesidir. Tam bağımsızlık demek, elbette siyaset,<br />

maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür... gibi her alanda tam bağımsızlık<br />

<strong>ve</strong> tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan<br />

yoksunluk, ulusun <strong>ve</strong> ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından<br />

yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlamadan <strong>ve</strong> elde etmeden barışa <strong>ve</strong><br />

esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz. Biçim <strong>ve</strong> yöntem gereği barış yapabiliriz.<br />

Anlaşma yapabiliriz. Ama tam bağımsızlığımızı sağlamayacak olan<br />

bu gibi barışlar <strong>ve</strong> anlaşmalarla ulusumuz, hiçbir zaman yaşamına <strong>ve</strong> esenliğe<br />

erişemeyecektir. Belki, nesnel savaşımını bırakarak yıkıma sürüklenmeye<br />

yol açmış olacaktır. Eğer ulusumuz bunu kabul etseydi, bunu kabule<br />

yatkın olsaydı, iki yıldan beri savaşmaya hiç de gerek yoktu. Daha bırakışmanın<br />

ertesinde huzurlu bir duruma geçmek olanaklı olabilirdi.”<br />

Bay Franklen-Buyon, bu sözlerim karşısında, ciddi <strong>ve</strong> içtenlikle birtakım<br />

şeyler söyledi. En sonunda bunun zaman sorunu olduğu kanısında<br />

bulunduğunu açıkladı.<br />

Baylar, Bay Franklen-Buyon ile önemli <strong>ve</strong> ikinci derecedeki sorunlar<br />

üzerinde günlerce <strong>ve</strong> günlerce görüştük. Sonuç olarak, düşüncelerimizle,<br />

duygularımızla <strong>ve</strong> tutumlarımızla birbirimizi anlayabildiğimizi sanırım.<br />

Ama, Fransa Hükümeti ile Türk Ulusal Hükümeti arasında kesin anlaşma<br />

noktalarının saptanabilmesi için biraz daha zamanın geçmesi zorunlu oldu.<br />

Ne bekleniyordu? Olasılıkla Türk ulusal varlığının Birinci <strong>ve</strong> İkinci İnönü’den<br />

sonra daha büyüyecek bir yapıt ile pekiştirilmesi! Gerçekten, Bay<br />

Franklen-Buyon’un kesin karar alarak imzalayacağı Ankara Anlaşması,<br />

daha önce söylediğim gibi, Büyük <strong>ve</strong> Kanlı Sakarya Savaşı’ndan 37 gün<br />

sonra, 20 Ekim 1921’de oluşmuş bir belgedir.


198 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Bu Anlaşma ile siyaset, ekonomi, askerlik <strong>ve</strong>… hiçbir konuda bağımsızlığımızdan<br />

hiçbir şey yitirmeksizin yurdumuzun değerli parçalarını işgalden<br />

kurtarmış olduk. Bu Anlaşma ile ulusal isteklerimiz, ilk kez olarak<br />

Batı devletlerinden biri tarafından onaylanmış <strong>ve</strong> dile getirilmiş oldu.<br />

Bay Franklen-Buyon, bundan sonra da bir kaç kez Türkiye’ye gelmiş,<br />

Ankara’da ilk günlerde aramızda kurulan dostluk duygularını belirtme<br />

yollarını aramıştır.<br />

Saygıdeğer baylar, konuşmamın başlangıcında bir Pontus sorununa<br />

değinmiştim. Bu sorun, belgeleriyle, herkesçe öğrenilmiştir. Ancak bizi<br />

de çok uğraştırdığından burada ilgisi bulunan bazı noktalarına değineceğim.<br />

1840 yılından beri, yani üç çeyrek yüzyıldan beri, Rize’den İstanbul<br />

Boğazı’na değin Anadolu’nun Karadeniz bölgesinde eski Yunanlılığın canlandırılması<br />

için çalışan bir Rum topluluğu vardı. Amerika’daki Rum göçmenlerinden<br />

Rahip Klematyos (Klematios) adında biri, ilk Pontus toplantı<br />

ocağını İnebolu’da, şimdi halkın “Manastır” dediği bir tepede kurmuştu.<br />

Bu örgüt üyeleri, zaman zaman, ayrı ayrı haydut çeteleri kurarak çalışıyorlardı.<br />

Genel Savaş sırasında dışardan gönderilip dağıtılan silah, cephane,<br />

bomba <strong>ve</strong> makineli tüfeklerle Samsun, Çarşamba, Bafra <strong>ve</strong> Erbaa Rum<br />

köyleri sanki bir silah deposu durumuna gelmişti.<br />

Bırakışmadan sonra bütün Rumlar, Yunanlılık ulusal amacı ile her<br />

yerde şımardığı gibi, Etniki Eterya Derneği propagandacıları ile Merzifon<br />

Amerikan kurumlarınca eğitilip yetiştirilen <strong>ve</strong> yabancı hükümetlerin silahlarıyla<br />

güçlendirilip yüreklendirilen bu bölgedeki Rum topluluğu da bağımsız<br />

bir Pontus Hükümeti kurmak isteğine kapıldı. Bu amaçla genel bir kalkışma<br />

hazırladılar. Dağlara çekildiler <strong>ve</strong> Amasya, Samsun <strong>ve</strong> dolayları Rum<br />

metropolidi Yermanos’un yönetiminde, düzenli bir program ile çalışmaya<br />

başladılar. Bir yandan da Samsun’daki Rum komitacılarının başkanı Reji<br />

Fabrikası Müdürü Tokomanidis, Orta Anadolu ile haberleşmeyi sağlamaya<br />

çalışıyordu. Kimi yabancı hükümetler, Pontus’un kurulmasına yardım edeceklerine<br />

söz <strong>ve</strong>rdiler <strong>ve</strong> Samsun <strong>ve</strong> dolaylarındaki Rumların nüfusunu artırmak<br />

için de Rusya’daki Rum <strong>ve</strong> Ermenileri Batum’da topladılar. Onları,<br />

Türk Kafkas ordularından alınıp Batum’da depo edilen silahlarla donatarak,<br />

kıyılarımıza çıkarmaya başladılar. Çetecilik etmek üzere, kıyılarımıza<br />

çıkarılabilecek birkaç bin Rumu Sohum’da, Haralambos adında bir adamın<br />

başına topladılar. Batum’da toplananların da Haralambos’un yanındakilere<br />

katılmaları sağlanıyordu. Bunları, ülkemiz içinde, Samsun’da kimi yabancı<br />

temsilciler koruyor <strong>ve</strong> silahlandırıyorlardı. Kıyılarımıza çıkan bu çeteler<br />

göçmenleri besleme adı altında yabancı hükümetlerce yedirilip giydiriliyordu.<br />

Yabancı Kızılhaç kurulları arasında gelen subayların da örgüt kur-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 199<br />

mak, askerlik yönünden eğitmek <strong>ve</strong> gelecekteki Pontus hükümetinin temelini<br />

atmakla görevlendirildikleri anlaşılıyordu.<br />

4 Mart <strong>1919</strong> günü İstanbul’da Pontus adıyla yayımlanmaya başlayan<br />

bir gazetenin başyazısında: “Trabzon ilinde Rum cumhuriyetinin kurulmasına<br />

çalışmak amacıyla yayımlandığı” açıklanmıştı.<br />

Yunanistan’ın kurtuluş gününe rastlayan 7 Nisan <strong>1919</strong> günü, her<br />

yerde <strong>ve</strong> özellikle Samsun’da gösteriler yapıldı. Yermanos’un saygısızca<br />

davranışları, Rumların düşüncelerini <strong>ve</strong> isteklerini açıklık derecesine vardırdı.<br />

Bafra <strong>ve</strong> Çarşamba dolaylarındaki yerli Rumlar, sürekli kiliselerde<br />

toplanıyor, örgütlerini <strong>ve</strong> donatımlarını güçlendiriyorlardı. 23 Ekim <strong>1919</strong><br />

günü, Doğu Trakya <strong>ve</strong> Pontus için merkez olarak İstanbul kabul edilmişti.<br />

Venizelos, İstanbul’un merkez olması işinin daha sonraki bir zamana bırakılarak<br />

bunun yerine Pontus hükümetinin kurulmasının uygun olacağı kanısında<br />

bulunduğunu belirtmiş <strong>ve</strong> buna göre İstanbul Patrikhanesi’ne yönerge<br />

<strong>ve</strong>rmişti. Bir yandan da İstanbul’da Yunan gizli kolluğu kurmakla görevlendirilen<br />

Albay Aleksandros Zimbragaki, Pontus jandarmasını düzene<br />

sokmak üzere “Eyfel” Yunan torpidosu ile bir subaylar kurulunu göndermişti.<br />

Türkiye’de bu işler olurken Batum’da da 18 Aralık <strong>1919</strong>’da “Pontus<br />

Rum Hükümeti” adıyla bir hükümet kurulmuş <strong>ve</strong> örgütlenmeye başlamıştı.<br />

19 Temmuz 1920’de de Batum’da, Karadeniz, Kafkas, Güney Rusya Rumları<br />

Pontus sorunu üzerine bir kurultay topladılar. Bu kurultayın andırısı,<br />

üyelerden birinin aracılığıyla İstanbul’daki Rum Patrikliğine gönderildi.<br />

Pontusçular, 1920 yılı sonlarına doğru çalışmalarını büsbütün artırarak iyice<br />

açığa vurdular. Bizi, sıkı önlemler almak zorunda bıraktılar.<br />

Dağlarda kurulan Pontus örgütleri şöyleydi:<br />

a) Birtakım elebaşılar yönetiminde silahlı <strong>ve</strong> savaşçı birlikler;<br />

b) Bunların beslenmesini sağlayan üretici Pontus halkı;<br />

c) Yönetim <strong>ve</strong> kolluk kurulları ile kentlerden <strong>ve</strong> köylerden yiyecek<br />

sağlamakla görevli ulaştırma kolları.<br />

Çetelerin çalışma bölgeleri ayrılmıştı. Pontus haydutlarının gücü,<br />

başlangıçta 6.000-7.000 silahlıydı. Daha sonra her yerden katılanlarla<br />

25.000’i buldu. Bu güç, küçük birliklere ayrılarak çeşitli yerlerde barınıyordu.<br />

Pontus çetecilerinin işi, Müslüman köylerini yakmak, Müslüman halka<br />

karşı usa, imgeye sığmaz ağır suçlar, cinayetler işlemek gibi kan dökücü bir<br />

sürünün yaptıklarından başka bir şey değildi.<br />

Biz, Anadolu’ya çıkar çıkmaz, Türk halkının dikkatini çektik, onları<br />

uyardık. Akla gelen tehlikelere karşı önlemler almaya başladık.<br />

Merkezi Sivas’ta bulunan Üçüncü Kolordu, bütün çabasını çeşitli<br />

bölgelerde gözüken çeteleri izleyip yok etmeye adadı. Trabzon bölgesinde


200 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

dolaşan “Köroğlu” adındaki Rum çetesiyle “Eftalidi” çetesi <strong>ve</strong> diğer çeteler,<br />

merkezi Erzurum’da bulunan On Beşinci Kolordu tarafından izlenip yok<br />

ediliyordu. Bir yandan da Pontus haydutlarının kol gezdiği yerlerde, halk<br />

silahlandırılarak ulusal örgütler kuruldu.<br />

Baylar, Sivas’ın kuzeyinde <strong>ve</strong> Yozgat’ta çıkan <strong>ve</strong> sizlerce de bilinen<br />

iç ayaklanma olaylarından başka, 1920 yılı sonlarında yeniden Anadolu<br />

ortasında, Zile yöresinde, Küçük Ağa, Deli Hacı, Aynacı Oğulları; Erbaa<br />

yöresinde, Kara Nazım, Çopur Yusuf <strong>ve</strong> başka yerlerde Deli Hasan, Küçük<br />

Hasan gibi birtakım serseriler ile Yozgat, Çayözü Çerkezlerinden oluşmuş<br />

çeteler; 1921 yılı başlarında da Koçkiri Aşireti başkanlarından Haydar Bey,<br />

İstanbul’da Seyit Abdülkadir’den aldığı yönerge üzerine Alişan <strong>ve</strong> hısımlarından<br />

Naki, Alişer <strong>ve</strong> başkalarıyla birlikte ayaklanmaya başlamışlardı. Birçok<br />

birliğimiz, bir yandan Pontusçuları, bir yandan da bu ayaklananları izleyip<br />

yok etmeye uğraşıyordu.<br />

Baylar, anımsarsınız ki Nurettin Paşa, Yunan ordusunun ilk saldırıcı<br />

görünüşü karşısında birtakım boş <strong>ve</strong> akla yatmaz düşünceler ileri sürdüğü<br />

için, kendisine görev <strong>ve</strong>rilmemiş olduğundan bizimle işbirliği yapamayacağını<br />

bir mektupla bildirip izin alarak Taşköprü’ye gitmişti. Bundan beş<br />

ay sonra, Nurettin Paşa’yı tutan kimi kişiler, gerek Fevzi Paşa Hazretlerine,<br />

gerek bana, Nurettin Paşa’ya bir görev <strong>ve</strong>rilirse kendisinin bunu titizlik <strong>ve</strong><br />

içtenlikle yapacağını söyleyerek aracılık ettiler. Biz de Anadolu ortasındaki<br />

gü<strong>ve</strong>nliği sağlamakla görevli birliklerimizi büyücek bir komuta altında birleştirmenin<br />

yararlı olacağını düşündüğümüzden, 9 Aralık 1920’de Sivas’taki<br />

Üçüncü Kolorduyu kaldırarak onun görevini yeni kurduğumuz<br />

Merkez Ordusu’na <strong>ve</strong>rdik. Bu orduya da Nurettin Paşa’yı komutan yaptık.<br />

Nurettin Paşa merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı. Ancak,<br />

yetkisi dışında toplumdan bazı kişilerin haklarını çiğnediği konusunda<br />

millet<strong>ve</strong>killerinin yakınmaları <strong>ve</strong> İçişleri Bakanlığına soru yöneltmeleri, Bakanlığın<br />

da yakınmaları yerinde görmesi üzerine, Meclisin isteğiyle Kasım<br />

1921 başlarında görevden çıkarıldı. Meclis, Nurettin Paşa’nın yargılanmasına<br />

da karar <strong>ve</strong>rdi. Bu iş, benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun<br />

çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi<br />

kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle,<br />

Bakanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclis’çe bir çözüme bağlandı.<br />

Meclis’te, Nurettin Paşa’yı savundum. Kendisini ağır bir işleme uğramaktan<br />

kurtardım. Nurettin Paşa’yı aşağı yukarı bundan sekiz ay sonra Birinci Ordu<br />

Komutanlığında göreceğiz.<br />

Sayın baylar, Sakarya Savaşından sonra, Başkomutanlık <strong>ve</strong> Genelkurmay<br />

Başkanlığı Ankara’da çalışıyordu. Ben, aynı zamanda öteki görevlerimle<br />

de uğraşıyordum. Üç dört ay geçmemişti ki Meclis’te, Sakarya


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 201<br />

utkusunu unutanlar, karşıcıllıkta ileri gitmek isteyenler, kendilerini göstermeye<br />

başladılar. Sakarya Savaşı’ndan önce başlayıp birer ikişer gelmiş<br />

olan Malta tutuklularından kimilerinin bu karşıcıl akımlarda kışkırtıcılık yaptıkları<br />

anlaşılmıştı. Bu noktayı, izin <strong>ve</strong>rirseniz biraz açıklayayım.<br />

Rauf Bey 15 Kasım 1921’de Ankara’ya gelmişti. Rauf Bey’i 17 Kasım<br />

1921’de açılan Bayındırlık Bakanlığına seçtirdik. Rauf Bey’den sonra,<br />

Ankara’ya gelen Kara Vâsıf Bey’i de Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Müdafaai Hukuk<br />

Grubu Yönetim Kurulu üyeliğine seçtirdim. Bu iki kişinin birinden hükümette,<br />

ötekisinden de grupta yararlanmanın yerinde olacağını düşünmüştüm.<br />

Çok geçmedi, bir gün Rauf Bey’in Bakanlar Kurulunda bir işin açıklanmasını<br />

istediği bildirildi. O gün Kara Vâsıf Bey’in de Grup Yönetim Kurulu’nda<br />

yine o işin açıklanmasını istediği bildirildi. Bu iki kişinin, önceden<br />

aralarında kararlaştırdıkları anlaşılan şey şuydu: “İzlenen askerlik siyaseti<br />

nedir?” Bu sorudan çıkarılabilecek anlam ne olabilirdi? Neyi anlamak istiyorlardı?<br />

Siyaset <strong>ve</strong> askerlik bakımından bizim tutumumuz belli olmuştu.<br />

Tam bağımsızlığımız sağlanıncaya değin düşmanlarla vuruşmak <strong>ve</strong> onları<br />

yeneceğimize olan kesin inançla savaşı sürdürmek... İşte, ortaya atılan soru<br />

ile demek istiyorlardı ki: “Her ne olursa olsun savaşı sürdürmekle sonuç<br />

alınabilir mi?. Alınmayacağı da düşünülerek daha şimdiden başka önlem<br />

<strong>ve</strong> çözümler –ki anlatmak istedikleri siyasal çözümlerdir- bulup, içinde bulunduğumuz<br />

tehlikeli duruma son <strong>ve</strong>rmek uygun olmaz mı?”<br />

Doğal olarak ne Bakanlar Kurulunda, ne de Grup Yönetim Kurulunda<br />

böyle bir sorunun görüşme <strong>ve</strong> tartışma konusu olmasına izin <strong>ve</strong>rdim.<br />

Bunun üzerine Rauf Bey Bakanlıktan, Kara Vâsıf Bey de Grup Yönetim<br />

Kurulu’ndan çekildiler. Rauf Bey’in bakanlıktan çekilmesi ile ilgili yazı 13<br />

Ocak 1922 günü Mecliste okunurken yine 13 Ocak günlü bir çekilme yazısı<br />

daha okunmuştu. Bu çekilme yazısı, Milli Savunma Bakanı Refet Paşa’nındı.<br />

Baylar, Refet Paşa’nın çekilme nedeni üzerine de birkaç sözcükle<br />

bilgi <strong>ve</strong>reyim: 4 Ocak 1922 günü, Meclis’in gizli bir oturumunda şöyle bir<br />

konu tartışılmıştı. Başkomutanlık <strong>ve</strong> Genelkurmay Başkanlığı Ankara’da<br />

imiş, cepheden uzak bulunuyormuş. Bundan şu anlaşılmış ki benim hem<br />

Başkomutan, hem de Meclis Başkanı olmamda güçlük varmış. Ordu işleri<br />

iyi gitmiyormuş. Meclis bir savaş komisyonu kurarak ordu durumunu incelemeliymiş.<br />

Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulunun da başkanı olduğundan,<br />

Genelkurmay işleri iyi gitmiyormuş. Fevzi Paşa Hazretleri yalnız<br />

Bakanlar Kurulu Başkanlığında kalmalı; Genelkurmay Başkanlığıyla Milli<br />

Savunma Bakanlığı da birleştirilmeliymiş. Milli Savunma Bakanı olan Refet<br />

Paşa’nın kendisi kürsüden bu görüşü savunuyordu. Bu görüşlere şu yolda<br />

yanıt <strong>ve</strong>rdim:


202 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

“Başkomutanlık <strong>ve</strong> Genelkurmay Başkanlığı, pek yerinde olarak<br />

Ankara’yı kendine karargâh edinmiştir. Görevini en iyi buradan yapmaktadır.<br />

Gerektiğinde ne zaman, nereye gideceğini kendisi değerlendirir.<br />

Cephede doğrudan doğruya çalışan cephe komutanı vardır. Gereksiz olarak<br />

benim Ankara’dan uzaklaşmamı istemenin bir anlamı yoktur. Genelkurmay<br />

Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı, Başkomutanın buyruğu altında,<br />

Başkomutanlık Karargâhını oluşturmaktadır, bunlar ayrı ayrı değildir.<br />

Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Paşa Hazretlerinin, Ankara’da bulundukça,<br />

Bakanlar Kurulu Başkanlığını da yapması bugün için zorunludur.<br />

Çünkü, onun yokluğunda Refet Paşa ona <strong>ve</strong>kil olarak, Bakanlar Kurulu<br />

Başkanlığı görevini yapmıştı, başaramamıştı. Bakanlar Kurulu’nda kargaşa<br />

baş gösterdi. Bakanlar toplanamaz oldu. Fevzi Paşa Hazretlerinin dönüşü,<br />

bakanların yakınması üzerine oldu. Orduyla ilgili olarak yaptığımız<br />

işleri denetlemek için Meclis’in bir komisyon kurmasında sakınca görmem.<br />

Ama bu komisyon benim başkanlığım altında kurulur.”<br />

Gerçekten bu komisyon, dediğim biçimde kuruldu. Eski Harbiye<br />

Nazırı Cemal Paşa da bu komisyona üye olarak seçildi. Başka konularda<br />

Refet Paşa <strong>ve</strong> benzerlerinin görüşleri kabul olunmamıştı. İşte bu nedenle<br />

çekilmeye hazırlanan Refet Paşa, çekilme yazısını, Rauf Bey’in çekilme yazısını<br />

<strong>ve</strong>rdiği gün <strong>ve</strong>rmiş oluyor.<br />

Baylar, sırası geldiğinde bilginize sunmuştum ki Meclis’te kurduğumuz<br />

Müdafaai Hukuk Grubu, Meclis görüşmelerinin iyi olarak yapılmasını<br />

sağlamakta <strong>ve</strong> Bakanlar Kurulu çalışmalarının duraklamasını önlemekte<br />

sonuna dek yardımcı oldu. Ama, bir yandan da karşıcıl duygu <strong>ve</strong> düşüncede<br />

olanlar her gün biraz daha yandaş buldukça, Grubun çalışmasını<br />

güçlüğe uğratmaya başladılar. Karşıcıl olma düşüncesinin öz kaynağı, Müdafaai<br />

Hukuk Grubu Tüzüğü’nün temel maddesindeki ikinci noktaydı. Yani<br />

hükümet kuruluşunun Anayasaya göre yapılması sorunu...<br />

Programın ilk maddesinin son bölümü, düşünce <strong>ve</strong> duyguların tam<br />

uyuşmasına sürekli bir engel olarak kaldı. Bu yüzden, Grup içinde de görüş<br />

ayrılığı <strong>ve</strong> düzensizlik baş gösterdi. Birtakım kişiler Gruptan ayrıldı. Bu çıkanlar,<br />

dışta bulunanlarla birleşerek Grubu yıkmaya çok çalıştılar; alınan<br />

önlemler bunu önledi. En sonunda “İkinci Grup” adıyla bir grup kuruldu.<br />

Bu grubu kuranlar, ülkedeki Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nden<br />

ayrılmadıklarını <strong>ve</strong> onun kongrelerde saptanan amaçlarına bağlı<br />

bulunduklarını ileri sürüyorlardı. İkinci Grubun sözde ön ayak olanları,<br />

Salâhattin <strong>ve</strong> Hüseyin Avni beyler görünüyordu. Birinci sırada <strong>ve</strong> kışkırtanların<br />

ise, Rauf <strong>ve</strong> Kara Vâsıf beyler olduğu anlaşılıyordu.<br />

Bu grubun çalışkan <strong>ve</strong> dik başlı üyelerinden olan Samsun Millet<strong>ve</strong>kili<br />

Emin Bey son zamanlarda bir nedenle Ankara’ya gelmişti. Bütün ger-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 203<br />

çeği anlamıştı; kışkırtıcı <strong>ve</strong> karıştırıcı olanları lanetliyordu. Emin Bey bana<br />

şunu anlattı: Rauf Bey İkinci Grubu aşırı davranışlara sürüklüyor <strong>ve</strong> kışkırtıyormuş.<br />

Emin Bey, Rauf Bey’e demiş ki “Bizi sürüklediğiniz bu iş darağacına<br />

dek gider. O zaman bizimle birlikte bulunacak mısınız?” Rauf Bey şu<br />

yanıtı <strong>ve</strong>rmiş “Birlikte bulunmazsam alçağım!”<br />

Baylar, biliyorsunuz, o zamanki yasaya göre bakan seçimi için ben,<br />

Meclise aday gösterirdim. Millet<strong>ve</strong>killeri, gösterdiğim adaya olumlu ya da<br />

olumsuz oy <strong>ve</strong>rirler ya da çekimser kalırlardı. İkinci Grup, benim adaylarımı<br />

dikkate almayıp kendi grupları adına ortaya attıkları adaylara, yasaya<br />

aykırı olarak oy <strong>ve</strong>rme yoluyla hükümetin kurulmasını engellemeye başladı.<br />

Baylar, Mecliste orduya karşı da bir oluşum yaratılmıştı. Diyorlardı<br />

ki “Sakarya Savaşından sonra aylar geçtiği halde ordu niçin saldırıya<br />

geçmiyor? Ne olursa olsun saldırıya geçmelidir! Hiç olmazsa dar, belli bir<br />

cephede bir saldırı yapılmalıdır ki ordumuzun saldırı gücü olup olmadığı<br />

anlaşılsın!” Bu oluşum karşısında dayandık. Amacımız, hazırlığımızı iyice<br />

tamamlayarak genel <strong>ve</strong> sonuçlu bir saldırı yapmak olduğu için, sınırlı saldırı<br />

düşüncesini izleyemezdik, bunda bir yarar yoktu.<br />

Karşıcılların kanısı, ordumuzun saldırı gücü kazanamayacağı noktasında<br />

toplanıyordu. Bunun üzerine, ordunun saldırıya geçirilmesiyle ilgili<br />

oluşumu durdurdular. Saldırış biçimini değiştirerek başka bir yaklaşım ortaya<br />

attılar. Bu kez dediler ki: “Bizim gerçek düşmanımız Yunanlılar <strong>ve</strong><br />

Yunan ordusu değildir. Aslına bakılırsa, Yunan ordusunu bütünüyle yensek<br />

de bununla iş bitmez. Anlaşma Devletlerini, özellikle İngilizleri eylemli olarak<br />

yenmek gerekir. Onun için, Yunan ordusu karşısında az bir görüntü<br />

gücü bırakmak, asıl orduyu Irak kuzey sınırına yığıp İngilizlere saldırmak<br />

gerekir. Savaş yoluyla amacımıza erişmek görüşü izliyorsak yapılacak iş<br />

budur...”<br />

Baylar, böylesine anlamsız <strong>ve</strong> mantıksız görüşlere değer <strong>ve</strong>rmedik.<br />

Bunun üzerine, karşıcılların başında bulunanlar yeni bir propaganda çıkardılar:<br />

“Nereye gidiyoruz? Bizi kim, nereye sürüklüyor? Karanlıklara mı?<br />

Koskoca bir ulus, belirsiz, karanlık hedeflere serserice sürüklenir mi?” Bu<br />

propaganda, Meclis’ten, Ankara siyaset çevrelerinden ordu birliklerine dek<br />

yaydırıldı. Bu karıştırıcı propaganda her araçla orduya yayılmaya çalışılıyordu.<br />

Rauf Bey, sık sık <strong>ve</strong> gizlice diyordu ki: “Hiç olmazsa gerçek durumu<br />

bana söyle. Ordu ne durumdadır? Gerçekten saldırıya geçemeyecek mi?”<br />

4 Mart 1922 günü akşamı, cepheyi denetlemek üzere Ankara’dan<br />

ayrılmaya karar <strong>ve</strong>rmiştim. Bu nedenle o gün Meclis’te, gizli oturumda,<br />

kimi açıklamalarda <strong>ve</strong> ricalarda bulundum. Anlattım ki Sakarya Meydan<br />

Savaşı’ndan sonra düşman ordusunu Eskişehir -Seyitgazi- Afyonkarahisar


204 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

kesimine dek kovalayan birliklerimiz, bütün ordu olmayıp, yalnız süvarilerimiz<br />

<strong>ve</strong> süvari birliklerimize destek olmak üzere ileri sürülen birkaç tümenimizdi.<br />

Ordumuzun kararı saldırıya geçmektir. Ama bu saldırıyı geciktiriyoruz,<br />

Çünkü hazırlığımızı iyice tamamlamak için biraz daha zaman gerekir.<br />

Yarım hazırlıkla, yarım önlemle yapılacak saldırı, hiç saldırı yapmamaktan<br />

çok daha kötüdür. Durmamızı, saldırı kararından vazgeçtiğimiz ya<br />

da bunu yapabilmekten umut kestiğimiz yolunda anlamak <strong>ve</strong> yorumlamak<br />

yersizdir.<br />

Daha sonra şunları söyledim: “Osmanlılar, göze aldıkları savaşın<br />

genişliği ölçüsünde hazırlıklı <strong>ve</strong> önlemli davranmadıklarından <strong>ve</strong> daha çok,<br />

duygularıyla tutkularının etkisi altında iş gördüklerinden, Viyana’ya dek<br />

gitmişken geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Ondan sonra, Budapeşte’de<br />

de duramadılar, geri çekildiler; Belgrat’ta da yenilip geri çekilmek zorunda<br />

bırakıldılar. Balkanları bıraktılar. Rumeli’den çıkarıldılar. Bize, içinde henüz<br />

düşman bulunan bu yurdu kalıt bıraktılar. Bu son yurt parçasını kurtarırken<br />

olsun, tutkularımızdan, duygularımızdan vazgeçerek düşünceli olalım. Kurtuluş<br />

için, bağımsızlık için önünde sonunda düşmanla, bütün varlığımızla<br />

vuruşarak onu yenmekten başka karar <strong>ve</strong> çözüm yoktur <strong>ve</strong> olamaz! Sinir<br />

gevşetici sözlere, aşılamalara önem <strong>ve</strong>rilmemeli <strong>ve</strong> bel bağlanmamalıdır.<br />

Osmanlı yönetim <strong>ve</strong> siyasetinin yarattığı bu türlü anlayış kötü görülmelidir.<br />

‘Orduyla, savaşla, direnmeyle bu işin içinden çıkılmaz’ biçimindeki kaynağı<br />

dışarıda bulunan öğütlere uymakla bir yurt <strong>ve</strong> bir ulus bağımsızlığı kurtarılamaz.<br />

Tarih, böyle bir olay yazmamıştır. Bunun tersini düşünerek iş göreceklerin<br />

acılı sonuçlarla karşılacaklarına kuşku yoktur. İşte böyle yanlış görüşlü,<br />

yanlış anlayışlı kişiler yüzünden Türkiye her yüzyıl, her gün, her saat<br />

biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür. Bu çöküş, yalnız nesnel olsaydı<br />

hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki, çöküş, törel <strong>ve</strong> tinsel değerleri de kapsamış<br />

görünüyor. Hiç kuşku yok ki bu büyük ülkeyi, bu koca ulusu dağılıp<br />

yok olma uçurumuna sürükleyen başlıca etmen, bu olmuştur.”<br />

Baylar, bilirsiniz ki Meclis’te bu anlattığım dönemde, en çok olumsuz<br />

<strong>ve</strong> karamsar görünenler, bir zamanlar Türk ulusunun kendi kendine<br />

bağımsızlığını elde edemeyeceği kanısını ortaya atmış olan kişilerdi. Şunun<br />

bunun güdümünü istemekte direnenlerdi. Onun için, düşüncelerime şunları<br />

da ekledim. Dedim ki: “Baylar, nesnel <strong>ve</strong> özellikle tinsel çöküş, korkuyla,<br />

güçsüzlükle başlar. Güçsüz <strong>ve</strong> korkak insanlar, herhangi bir yıkım karşısında<br />

ulusun da çalışamaz <strong>ve</strong> çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar.<br />

Güçsüzlük <strong>ve</strong> duraksamada öylesine ileri giderler ki sanki kendi kendilerini<br />

alçaltırlar. Derler ki ‘Biz adam değiliz <strong>ve</strong> olamayız! Kendi kendimize adam<br />

olamayız! Biz varlığımızı, kayıtsız <strong>ve</strong> koşulsuz olarak bir yabancıya bırakalım.’<br />

Balkan Savaşı’ndan sonra ulusun, özellikle ordunun başında bulunanlar<br />

da başka biçimde ama gene bu anlayışla iş görmüşlerdi. Türkiye’yi


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 205<br />

böyle yanlış yollarda dağılma <strong>ve</strong> yok olma çukuruna sürükleyenlerin elinden<br />

kurtarmak gerekir. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır, ona uyacağız.<br />

O gerçek şudur: “Türkiye’nin düşünen kafalarını büsbütün yeni bir<br />

inançla donatmak. Bütün ulusa sağlam bir içgücü <strong>ve</strong>rmek.”<br />

Şimdi baylar, düşmana saldırmak için <strong>ve</strong>rilmiş olan kesin kararımızı<br />

uygulamaya başlamadan önce, hazırlamak <strong>ve</strong> tamamlamak zorunda bulunduğumuz<br />

savaş araçlarının ne olduğunu açıklayayım: Tam üç aracın<br />

hazırlığının yeterli ölçüde olduğunu görmek gereğini duyuyorum. Onlardan<br />

birincisi, en önemlisi <strong>ve</strong> temel olanı doğrudan doğruya ulusun kendisidir.<br />

Ulusun, yaşam <strong>ve</strong> bağımsızlığı için yüreğinde, vicdanında beliren <strong>ve</strong> gelişen<br />

istek <strong>ve</strong> dileklerin sağlamlığıdır. Ulus bu içten gelen isteğini ne denli<br />

güçlü gösterirse, bu istek <strong>ve</strong> dileğinin gerçekleşmesi için ne denli çok kararlılık<br />

<strong>ve</strong> inanç gösterirse, düşmanlara karşı başarı sağlamak için o denli güçlü<br />

bir aracımız olduğuna inanırım. İkinci araç, ulusu temsil eden Meclis’in,<br />

ulusal isteği belirtmekte <strong>ve</strong> bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği<br />

kararlılık <strong>ve</strong> yiğitliktir. Meclis, ulusal isteği ne denli çok dayanışma <strong>ve</strong><br />

birlik içinde belirtirse düşmana karşı o denli güçlü bir üstünlük aracımız<br />

olur. Üçüncü araç, yalnızca ulusun silahlı çocuklarından oluşan, düşman<br />

karşısındaki ordumuzdur.<br />

Baylar, dedim, bu üç türlü araç ya da gücün düşmana karşı oluşturduğu<br />

cepheler iki nitelikte düşünülebilir. Kolay anlaşılmak için şöyle diyeyim:<br />

İç cephe, görünürdeki cephe. Temel olan iç cephedir. Bu cephe bütün<br />

ülkenin, bütün ulusun oluşturduğu cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan<br />

doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe<br />

sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Ancak, bu durum, hiçbir zaman bir ülkeyi,<br />

bir ulusu yok edemez. Önemli olan ülkeyi temelinden yıkan, ulusu tutsak<br />

duruma düşüren iç cephenin düşmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok<br />

bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar <strong>ve</strong> çalışmaktadırlar.<br />

Bugüne dek başarı da sağlamışlardır. Gerçekten, “kaleyi içinden<br />

almak” dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu amaçla içimize dek sokulabilen<br />

arabozucu mikropların, araçların bulunduğunu ileri sürmek yersiz<br />

değildir.<br />

Meclis’in anlayışı, eylemleri <strong>ve</strong> durumu düşmana umut <strong>ve</strong>rmedikçe<br />

iç <strong>ve</strong> dış cephelerimiz hiçbir zaman yerinden oynatılamaz. Meclis’te bir ya<br />

da birkaç üyenin karamsarlık aşılayan sözlerinden bile bize karşı yararlanma<br />

yolları aranmakta olduğuna kuşku duyulmamalıdır. Dışişleri Bakanlığının<br />

dosyaları, bununla ilgili belgelerle doludur. Kesinlikle bildiririm ki istemeyerek<br />

de olsa, düşmanlara umut <strong>ve</strong>recek en küçük bir belirti gösterildiği<br />

sürece, ulusal amaca ulaşmamız gecikir.


206 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, bu sözlerden sonra, cephede bulunacağım sıralarda orduyu<br />

duygu <strong>ve</strong> düşüncelerinde umutsuzluğa düşürecek açık tartışmalardan vazgeçilmesini<br />

özellikle Meclisten rica ettim. Bu konuşmamdan sonra, karşıcılların<br />

da sözlerini dinledim. Karşıcıllardan biri, söylediklerimi <strong>ve</strong> ricalarımı,<br />

buyruk <strong>ve</strong>riyormuşum gibi yorumladı. Başka biri, Meclis’in duygularındaki<br />

temizlikten kuşku duyduğumu ileri sürdü. Bir başkası: “Uygulanmayacak<br />

bir şey, yapılamaz. Orduyu bozguna sürüklersin efendim.” dedi. Bu<br />

sözler, birkaç kişinin şaşkın <strong>ve</strong> bilgisiz beyinlerinin yansımalarından başka<br />

bir şey değildi. Genel Kurul, sözlerimi iyi karşılamıştı. Yalnız Doğu Cephesi<br />

Komutanının bir görüşüne, beş on günden beri <strong>ve</strong>remediğim yanıtı, cepheye<br />

gitmeden önce, o gün, yani 4 Mart 1922 günü yazmıştım. Onu bilginize<br />

sunacağım.<br />

(Atatürk, Söylev’inin bu bölümünde, savaş sonrası dönemde iki<br />

meclisli bir yönetim yapısı kurulması gerektiğini bildiren Kâzım Karabekir<br />

Paşa’ya yanıt <strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> iki meclisli bir yapının o dönemdeki sakıncalarından<br />

söz ettikten sonra, böyle bir yaklaşım yerine TBMM’nin yapı, işleyiş<br />

<strong>ve</strong> kadrolarının niteliğinin yükseltilmesinin daha gerçekçi bir çözüm olduğunu<br />

belirtmekte <strong>ve</strong> konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, dünya, sınav alanıdır, Türk ulusu, bunca yüzyıllardan sonra<br />

yine bir sınav, hem de bu kez, en çetin bir sınav karşısında bulunduruluyordu.<br />

Sınavda başarı sağlamadan kendimize karşı iyi davranılmasını beklemek,<br />

bizim için doğru olabilir miydi? Biz, büyük bir önemle dünya önünde<br />

<strong>ve</strong>receğimiz sınava hazırlanırken, bir yandan da gözlemcilerin durumlarını,<br />

ruh <strong>ve</strong> düşüncelerini gözden uzak tutmamayı her zaman yararlı buluyorduk.<br />

Bu amaçla, bildiğiniz gibi, önce Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal<br />

Bey’i, sonra da İçişleri Bakanı Fethi Bey’i Avrupa’ya göndermiştik.<br />

(Yusuf Kemal Bey’in sonuçsuz girişimlerine karşın, Anlaşma Devletleri<br />

22 Mart 1922’de bırakışma, 26 Mart 1922’de ise barış önerisinde<br />

bulunmuştur. Anlaşma Devletlerinin bu manevrası, Yunan tarafında olumlu<br />

karşılanmışsa da ortaya konulan öneriler temel olarak Sevr Antlaşması’nın<br />

yıkıcı hükümleri üzerine kurulmuş görünmektedir. Atatürk, bu koşulları<br />

şöyle değerlendirmektedir:)<br />

Baylar, Anlaşma Devletlerinin bırakışma önerisine ilişkin ilk notalarının<br />

içeriği incelendikten <strong>ve</strong> ikinci ayrıntılı notalarının içerdiği koşullar görüldükten<br />

sonra, bu devletlerin İstanbul Hükümeti ile birlik olarak bize karşı<br />

yok edici girişim <strong>ve</strong> çalışmalarla yeni bir evre açtıkları yargısına varmak<br />

pek doğaldı. Buna karşı, durumun çok ağır olduğunu düşünerek önemli <strong>ve</strong><br />

büyük bir savaşa hazırlanmak gerekiyordu. Her şeyden önce, bize önerilen<br />

koşulların ne olduğunu ulusa <strong>ve</strong> dünya kamuoyuna açıklamak uygundu.<br />

Bunlarla ilgili olan görüşlerimi Bakanlar Kurulu’na bildirdim.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 207<br />

Her iki notaya 5 Nisan 1922 günü <strong>ve</strong>rdiğimiz yanıtın temel noktalarını<br />

anımsatayım: Bırakışmayı ilke olarak kabul ettik. Ama temel koşul<br />

olarak bırakışma ile birlikte boşaltma işine hemen başlanılmasını çok gerekli<br />

gördük. Bırakışma süresinin Anadolu’nun boşaltılması süresi gibi dört<br />

ay olmasını önerdik <strong>ve</strong> boşaltma işi bittiği zaman barışla ilgili ön görüşmeler<br />

sonuçlanmamış olursa, bırakışmanın kendiliğinden üç ay daha uzamasını<br />

kabul ettik.<br />

Boşaltmanın nasıl yapılacağı konusunda da önerimiz şuydu: Bırakışmanın<br />

başlangıcını izleyen ilk on beş gün içinde Eskişehir–Kütahya-<br />

Afyonkarahisar kesimi <strong>ve</strong> bırakışmanın başlangıcından sonra dört ay içinde<br />

İzmir’le birlikte bütün topraklarımız boşaltılacaktır. Bırakışma ile ilgili önerilerimiz<br />

Anlaşma Devletlerince kabul edilirse, barış önerilerini incelemek<br />

üzere üç hafta içinde delegelerimizi, kararlaştırılacak kente göndermeye<br />

hazır olduğumuzu bildirdik.<br />

Bu notamıza 15 Nisan 1922’de yanıt <strong>ve</strong>rdiler. Elbette olumsuzdu.<br />

Biz de 22 Nisanda buna yanıt <strong>ve</strong>rdik. Verdiğimiz bu yanıtın son bölümünde<br />

bırakışma konusunda uzlaşma olmasa bile, barış görüşmelerini geciktirmenin<br />

uygun olmayacağını bildirdik. İzmit’te bir konferans toplanmasını<br />

önerdik. Bu yazışmalar da sonuçsuz kaldı. Beykoz’da ya da Venedik’te bir<br />

konferansın toplanması birçok kez söz konusu oldu. Ancak, son utkumuzun<br />

gerçekleştiği ana dek, bunların hiçbiri gerçeğe dönüşmedi.<br />

Sayın baylar, bizim başkomutanlığımızla ilgili 5 Ağustos 1921 günlü<br />

yasanın bir tarihçesi vardır. İsterseniz, bu konuda yüksek kurulunuzu biraz<br />

aydınlatayım.<br />

Başkomutanlık yasasının süresi, birinci kez 31 Ekim 1921’de; ikinci<br />

kez 4 Şubat 1922’de; üçüncü kez 6 Mayıs1922’de uzatıldı. Her uzatılışında<br />

karşıcılların çeşitli eleştiri <strong>ve</strong> iğnelemeleri oldu. Özellikle üçüncü uzatılışı<br />

önemlice bir olay biçiminde oldu.<br />

6 Mayıs 1922 gününden önceki günlerde, zamanı geldiği için, yasa<br />

süresinin uzatılması Mecliste söz konusu olmuş. Ben rahatsızlığım nedeniyle<br />

Meclis’te bulunamamıştım. 5 Mayıs günü akşamı konutuma gelen Bakanlar<br />

Kurulu üyeleri durumu şöyle anlattılar: Meclis’te karşıcıllar, benim<br />

başkomutanlıkta kalmamı istemiyorlar. Birçok tartışmalı görüşmelerden<br />

sonra iş oya konulmuş, gereken çoğunluk sağlanmamış; yani Başkomutanlık<br />

Yasası süresinin uzatılması kabul edilmemiş. Bakanlar Kurulu üyeleri,<br />

özellikle Genelkurmay Başkanı <strong>ve</strong> Milli Savunma Bakanı -ki bunlar askeri<br />

durumu yakından izleyen makamlardır- pek çok üzülmüşler. Meclisin gösterdiği<br />

bu ruh durumu karşısında kendilerinin de görevlerini sürdürmelerinde<br />

bir yararı olmayacağını ileri sürerek çekilmeye kalkıştılar. Ordu, Meclisin<br />

oyu belli olduğu andan başlayarak komutansız kalmıştı. Genelkurmay


208 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Başkanı ile Bakanlar Kurulu da çekilecek olursa ülkenin genel yönetiminde<br />

düşünülmeye değer ağır bir bunalımın doğması kaçınılmaz olurdu. Onun<br />

için, gerek Genelkurmay Başkanı gerekse Bakanlar Kurulu üyelerinden,<br />

daha yirmi dört saat güçlüğe direnip beklemelerini rica ettim. Ülkenin <strong>ve</strong><br />

genel amacın yüksek çıkarı için, ben de Başkomutanlık görevimi sürdürmeye<br />

karar <strong>ve</strong>rdim <strong>ve</strong> bunu Bakanlar Kuruluna da bildirdim. Ertesi gün, 6<br />

Mayıs 1922’de bir gizli oturumda, Meclis’e açıklama yapacağımı bildirdim.<br />

Açıklama yapmadan önce, Başkomutanlığa karşı söz söylemiş kişilerin görüşlerini,<br />

Meclis tutanaklarını getirerek, birer birer incelemiştim.<br />

Baylar, kurulunuzu daha çok yormamak için, sözünü ettiğim gizli<br />

oturumda söylediklerimi özetlemekle yetineceğim:<br />

“Baylar”, dedim, “Başkomutanlık <strong>ve</strong> Başkomutanlık Yasası konusunda,<br />

başlangıcında olduğu gibi bugün de yasanın gereksizliğinden ya da<br />

değiştirilmesi gereğinden söz eden <strong>ve</strong> Başkomutanlığın varlığından yakınan<br />

kişiler vardır. Bunların yine her zamanki kişiler olduğu görülmektedir. Ben,<br />

gereksiz bir görevin, bir makamın ille de sürüp gitmesinden yana değilim.<br />

Herhangi bir makama sorumsuz yetkiler sağlayacak yasalardan yana da<br />

değilim. Ancak, Başkomutanlık makamının <strong>ve</strong> bu makama yetki <strong>ve</strong>ren yasanın<br />

gereğine <strong>ve</strong> gereksizliğine karar <strong>ve</strong>rebilmek için genel durumun, askerlik<br />

durumunun iyice incelenmesi <strong>ve</strong> gözden geçirilmesi gerekir. Bu noktayla<br />

ilgili düşüncelerimi bildirmeden önce Başkomutanlığın <strong>ve</strong> Başkomutanlık<br />

Yasasının gereksizliği üzerinde söz söylemiş olan kişilerin kimi sözlerini<br />

birlikte gözden geçirelim. Örneğin, Salih Efendi (Erzurum Millet<strong>ve</strong>kili)<br />

benim, Meclisin hakkını zorla aldığımı, zorla almak istediğimi söyleyerek<br />

açık hakkımızı <strong>ve</strong>rmeyiz, diye bağırıp çağırmış. Baylar, açık konuşacağım,<br />

beni bağışlayınız. Her birinizin olağanüstü yetki ile seçilmesine <strong>ve</strong> olağanüstü<br />

yetkisi olan bir Meclis’in kurulmasına <strong>ve</strong> bu Meclis’in ülke yazgısını<br />

elinde tutacak bir nitelik kazanmasına çalışan benim! Bunu başarmak için<br />

en yakın arkadaşlarımla düşünce savaşımı yaptım. Bütün yaşamımı, varlığımı,<br />

bütün onurumu <strong>ve</strong> özsaygımı tehlikelere attım. Demek ki bu, benim<br />

yapıtımdır. Ben, yapıtımı alçaltmakla değil, yüceltmekle ödevliyim. Salih<br />

Efendi’den hiç olmazsa, beni de kendisi kadar olsun, bu Meclis’in haklarıyla<br />

ilgili saymasını rica ederim. Daha çoğunu istemem. Bunları söyledikten<br />

sonra, ‘Meclisin hakkını zorla almak sözünü’ olduğu gibi Salih Efendi’ye<br />

geri <strong>ve</strong>ririm. Böyle bir şey söz konusu değildir <strong>ve</strong> olamaz.<br />

Baylar, Başkomutanlık sorununun gizli oturumda görüşülmesinin<br />

uygun olacağı yönünde bir önerge <strong>ve</strong>rilmiş. Bu da birçok biçimlerde kötü<br />

yorumlara uğramış. Sorunun açık oturumda görüşülmesi istenmiş. Afyonkarahisar<br />

Millet<strong>ve</strong>kili Mehmet Şükrü Bey, gizli oturumlarla gerçeğin ulustan<br />

gizlenmek istendiğini söylemiş. Gerçekte, Türkiye Büyük Millet Meclisi yal-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 209<br />

nız yasama görevi yapan bir Millet Meclisi değildir. Yürütme yetkisini de<br />

elinde bulunduruyor. Böyle de olmasa, ülkenin, devletin her türlü işleriyle<br />

ilgili kararları, zamanından önce, açık oturumda konuşmak, herkese duyurmak<br />

dünyanın neresinde görülmüştür? Özellikle, söz konusu sorun,<br />

düşman karşısında bulunan bir ordunun başkomutanıyla ilgili olursa, bunu<br />

açık oturumda görüşerek, başkomutandan yana olduğu gibi, ona karşı söylenilen<br />

sözleri düşmana işittirmekte yurt çıkarı var mıdır? Başkomutanın<br />

ordu üzerindeki, özellikle düşman üzerindeki etki <strong>ve</strong> erkinin çok büyük olması<br />

gerekir. Dahası, Hüseyin Avni Bey’in burada söz konusu ettiği rahatsızlığımı<br />

bile düşmanın işitmesi sakıncalıdır. Bunun ne gereği vardı? Görüyorsunuz<br />

ki sorunun gizli oturumda görüşülmesi istenmekle, Mehmet Şükrü<br />

Bey’in dediği gibi, hiçbir zaman gerçekleri ulustan gizlemek amacı güdülmemiştir.<br />

Gönül isterdi ki açık oturumda bir sakınca olmasaydı da Mehmet<br />

Şükrü Bey istediklerini kürsüden bağıra bağıra söyleseydi. Ben de Mehmet<br />

Şükrü Bey’in sözlerindeki anlamı, gizli anlamı ulusa açıklayıp yorumlasaydım.<br />

Şükrü Efendi bilsin ki ulus onun gibi düşünmüyor. Şükrü Efendi bilsin<br />

ki onun dediği gibi oyun oynamıyoruz. Biz buraya oyun oynatmak için<br />

toplanmadık. Baylar, oyun oynayan <strong>ve</strong> oynatan Şükrü Efendi’nin kendisidir.<br />

Ama şuna inansın ki biz o oyuna kapılmayacağız. Şükrü Efendi’nin,<br />

oynamak <strong>ve</strong> oynatmak istediği oyun sonunda, yakalandığı yasa pençesinden<br />

ne denli büyük bir alçalma ile kurtulduğunu unutacak kadar çok zaman<br />

geçmemiştir.<br />

Baylar, Hüseyin Avni Bey, Başkomutanlık Yasasına karşı konuşurken<br />

birtakım sözler söylemiş. Yüce Meclise, ‘Bu tutumla ulusu rezil edeceksiniz!’<br />

demiş. Uyuşuklar sözünü kullanmış. ‘Görevler kişilerle olmaz; kişi<br />

yoktur, ulus vardır.’ biçiminde kurallar ileri sürmüş. Gerçi, temel olan ulustur,<br />

toplumdur. Onun da genel istenci Meclis’te belirir. Bu, her yerde böyledir.<br />

Ama, bireyler de vardır. Meclis, yurt <strong>ve</strong> devlet işlerini bireylerle, kişilerle<br />

yürütmektedir. Her devletin işlerini yöneten kişi <strong>ve</strong> kişiler ortadadır.<br />

Gerçeği, anlamsız kuramlarla yadsımanın yeri yoktur.<br />

Baylar, söz söyleyen bir kişi de Salâhattin Bey’dir. Salâhattin Bey<br />

bize, saldırıya geçip geçemeyeceğimizi sormuş imiş. Biz de ‘Geçeceğiz’<br />

demişiz. Kendisi de `Geçemeyeceksiniz!’ demiş. En sonunda, geçememişiz!...<br />

Kendi dediği olmuş. Oysa, saldırının geciktirilmesi nedenlerini, yeri<br />

geldikçe, gereği kadar açıkladığımızı sanıyorum. Bir daha söyleyeyim ki<br />

saldırıya geçeceğiz. Düşmanı yurdumuzdan kovup uzaklaştıracağız. Bu kararımızda<br />

direniyoruz. Duraksamayı gerektiren hiçbir engel düşünülemez.<br />

Bundan başka, Salâhattin Bey demiş ki: ‘Ordu en yüksek güce ulaşmıştır.’<br />

E<strong>ve</strong>t, ordumuz çok iyi durumdadır, ama en yüksek güce ulaşmış değildir.<br />

Kendisi gibi asker bir arkadaşın, yüce kurulunuza böyle söyleyebilmesi için<br />

ordunun içyüzünü bilmesi gerekir. Oysa, Salâhattin Bey bundan çok uzak-


210 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

tır. Ordu ile yakından ilgili olanların sözü, yalnız benim sözüm değil, bütün<br />

komutanların sözü, kendisini yalanlamaktadır. Ama, elbette ordumuzu yaraşacak<br />

güce ulaştıracağız. Salâhattin Bey’in önemli sözlerinden biri de ‘Bizim<br />

en önemli ödevimiz siyaset yapmaktır.’ yönündeki görüşüdür. Hayır<br />

baylar, bizim önemli <strong>ve</strong> temel ödevimiz, siyasa yapmak değildir. Bizim <strong>ve</strong><br />

bütün ülke <strong>ve</strong> ulusun bugün, biricik ödevi, topraklarımızda bulunan düşmanı<br />

süngülerimizle kovup atmaktır. Bunu yapamadıkça, siyaset anlamsız<br />

bir söz olarak kalır. Bununla birlikte, bir dakika için Salâhattin Bey’in sözlerini<br />

kabul edelim. Buna ben engel miyim? Başkomutan engel midir? Bu<br />

sözün Başkomutanlık Yasasıyla ne ilgisi vardır? Anlaşılıyor ki bir engelleme<br />

<strong>ve</strong> bir karşıtlık düşünülmektedir. Ben, ulusal amaca ulaşmak için tek çıkar<br />

yolun savaşmak <strong>ve</strong> savaşta başarı sağlamak olduğunu söylüyorum. Bütün<br />

gücümüzü, bütün kaynaklarımızı, bütün varlığımızı orduya <strong>ve</strong>receğiz. Gücümüzü<br />

dünyaya tanıtacağız <strong>ve</strong> ancak ondan sonra ulusu insan gibi yaşatabileceğiz!<br />

diyorum.<br />

Salâhattin Bey, işte bu anlayışı, aklınca siyaset yapmaya engel sanıyor<br />

<strong>ve</strong> sorunların siyasetle bir çözüme bağlanabileceği kuruntusuna kapılıyor.<br />

Bir de Salâhattin Bey diyor ki: ‘Bugünkü askeri durumun bedeli olan<br />

giderleri incelemek için, Başkomutanlığın varlığı bir engeldir.’ Baylar, bu<br />

doğru değildir. Başkomutan, Meclisin gelir kaynaklarını incelemesine ne<br />

zaman engel olmuştur? Gelir kaynaklarımızla ne yapabileceğimiz, belki<br />

herkesten çok beni kaygılandırmaktadır. Yalnız, ben, ordumuzun varlığını<br />

<strong>ve</strong> gücünü paramızla orantılı bulundurmak yaklaşımını kabul edenlerden<br />

değilim. ‘Paramız vardır, ordu yaparız; paramız bitti, ordu dağılsın...’ Benim<br />

için böyle bir sorun yoktur. Baylar, para vardır ya da yoktur; ister olsun,<br />

ister olmasın, ordu vardır <strong>ve</strong> olacaktır. Bu noktada bir anımı da canlandırayım.<br />

Ben ilk kez bu işe başladığım zaman, en akıllı <strong>ve</strong> düşünür geçinen<br />

birtakım kişiler bana sordular: ‘Paramız var mıdır? Silahımız var mıdır?’<br />

‘Yoktur.’ dedim. O zaman, ‘Öyleyse ne yapacaksın?’ dediler. ‘Para<br />

olacak, ordu olacak <strong>ve</strong> bu ulus bağımsızlığını kurtaracaktır!’ dedim. Görüyorsunuz<br />

ki hepsi oldu <strong>ve</strong> olacaktır.<br />

Birtakım baylar da ‘Başkomutan ulusa zorla parasız iş yaptırıyor’<br />

demişler <strong>ve</strong> oysa yasaların ülkede zorla parasız iş yaptırmayı yasakladığından<br />

söz etmişler. Bu doğrudur baylar; ama gereksinim, tehlike, bize her şeyi<br />

yasal göstermektedir. Ordunun gereksinimleri, ulusa zorla parasız iş yaptırmayı<br />

gerektiriyorsa, bunu yapıyoruz <strong>ve</strong> en doğru yasa budur. Ulusun <strong>ve</strong><br />

ordunun yenilmemesi için, yasa buna engeldir diye, gerekli gördüğüm önlemi<br />

almakta duraksamayacağım.<br />

Efendim, Kara Vâsıf Bey de demişler ki: ‘Her yerde başkomutan<br />

vardır; ama başkomutanlık için ayrıca bir yasa yoktur. Yürürlükte bulunan


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 211<br />

askerlik yasaları, her komutanın olduğu gibi başkomutanın da görev <strong>ve</strong><br />

yetkisini belirtir <strong>ve</strong> sınırlar. Bunu da bilimler belirtir <strong>ve</strong> saptar.’ Bilirsiniz ki<br />

devletler, çeşitli biçimdeki hükümetlerle yönetilirler. Biçimlerine göre, başlarında<br />

krallar, imparatorlar, padişahlar bulunur. Kimilerinin de başlarında<br />

cumhurbaşkanları vardır. Böyle ülkelerde başkomutan, devletin başında<br />

bulunan kişi olur. Bu kişi, başkomutanlık görevini ya kendisi yapar ya da<br />

birini <strong>ve</strong>kil eder. Bizim bugünkü hükümet biçimimize göre başkomutanlık,<br />

Meclis’in özünde belirir. Dolayısıyla Meclis, falan ya da filan kişiyi başkomutan<br />

seçtiğini bildirince, bu bildiriye yasa derler. Kral, padişah, imparator<br />

buyruğuna istenç dendiği gibi Meclisten çıkan ulusal istence de yasa adı<br />

<strong>ve</strong>rilir. Demek, yasa vardır. Bir Meclisin olağanüstü bir zamanda, kendisine<br />

olağanüstü görev <strong>ve</strong>rdiği başkomutan, Kara Vâsıf Bey’in komutanların görev<br />

<strong>ve</strong> yetkilerini belirtip sınırladığını bildirdiği Askeri Ceza Yasasıyla <strong>ve</strong> İç<br />

Hizmet Tüzüğü ile bağlanıp kalması gereken bir komutan değildir. Kara<br />

Vâsıf Bey’in, ‘bilimler belirtir <strong>ve</strong> saptar’ dediği şey, büsbütün başkadır. Askerlik<br />

bilim <strong>ve</strong> teknikleri askerliğin niteliğini <strong>ve</strong> başkomutan olacak kişide<br />

bulunması gereken nitelikleri anlatır, açıklar <strong>ve</strong> öğretir. Oysa, insanları başkomutanlığa,<br />

komuta edilecek ordunun gerçek iyesi ya da yasal <strong>ve</strong>killeri<br />

getirir. ‘Başkomutanlık niteliği bende vardır.’ diyen her adamın o yere<br />

kendiliğinden gelebilmesinin ise anlamı büsbütün başkadır.<br />

Kara Vâsıf Bey, bir de demiş ki: ‘Başkomutan, cephenin gerisindeki<br />

işlerle uğraşmasın!’ Bu düşünce yanlıştır. Cephenin insan sayısıyla, bunların<br />

yiyeceği, giyeceği, silahı, cephanesi ile <strong>ve</strong> başka eksikleriyle ilgili bulunan<br />

başkomutan, elbette bütün bunların gerideki kaynaklarıyla da ilgilidir.<br />

Kara Vâsıf Bey, bu ileri sürdüğü düşünceyi hangi kitapta, hangi alanda,<br />

hangi yerde görmüş? Gerçi hem cepheyle hem de geride birçok işlerle uğraşmak<br />

güçtür. Bu adam hem cepheye komuta edecek, savaş yönetecek,<br />

hem de bu işlerle birlikte geri bölgelerde birçok şeylerin yapılmasını sağlayacak!<br />

Bunu bir adam nasıl yapabilir? Hiç kuşku yok, yapar. Ama, ‘yapar’<br />

dediğim zaman bu, Başkomutan, şimdi cepheye komuta eder; sonra oradan<br />

kalkar filan yere gider, yiyecek işini yoluna koyar; filan yere de gider,<br />

eksikleri tamamlar demek değildir. Büyük işler yüklenmemiş insanların, bu<br />

konudaki çekinceleri hoş görülmelidir. Bakınız, size bir örnek <strong>ve</strong>reyim: Ben<br />

çok toy komutanlar gördüm. Örneğin, bir alay komutanı yeni tümen komutanı<br />

olmuş ya da bir tümen komutanı yeni kolordu komutanı olmuş; biraz<br />

da bilgisi, görgüsü kıt. Daha bilgi, görgü edinmeye zaman bulamadan<br />

güç durumlar karşısında kalmış. Yaşamı boyunca bir tümene alışmışken,<br />

düşman karşısında iki ya da üç tümene birden komuta etmek zorunda kalınca,<br />

elbette duraksayacak <strong>ve</strong> güçlük çekecektir. Bir tümene komuta ettiği<br />

zaman, tümenin bütün birliklerini, olabildiğince gözü altında birleştirip yönetebilen<br />

toy bir komutan, gözden uzak dayangalarda bulunan iki üç tü-


212 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

menin savaşını yönetmek zorunda kalınca kendi kendine: ‘Ben hangi tümenin<br />

yanında bulunayım, onun mu bunun mu? Orada mı, burada mı?’<br />

diye sorar... Hayır! Ne orada bulunacaksın, ne de burada! Öyle bir yerde<br />

bulunacaksın ki hepsini yöneteceksin. O zaman: ‘Ben hiçbirini gereği gibi<br />

göremem!’ der. Elbet göremezsin, elbet gözlerinle göremezsin! Aklınla <strong>ve</strong><br />

anlayışınla görmen gerekir.<br />

Vâsıf Bey bir konuşmasında demiş ki: ‘Biz Sakarya Savaşı’ndan<br />

sonra, işte daha kıpırdayamadık, kıpırdayamıyoruz.’ Bu söz kimilerinin,<br />

‘bravo’ sesleriyle <strong>ve</strong> alkışlarıyla karşılanmış. Baylar, bundan çok üzüntü <strong>ve</strong><br />

acı duydum; çok utanç duydum. Ordunun kıpırdamadığını <strong>ve</strong> kıpırdayamayacağını<br />

savlayan bir aymazın sözlerini alkışlamak gerçekten çok tuhaftır.<br />

Rica ederim, bunu burada gömelim, kimse işitmesin!<br />

İşte baylar, başkomutanlığın gereksizliğini tanıtlamak için söylenen<br />

sözlerin belli başlıları bunlardır. Benim de bu sözlere <strong>ve</strong>rebileceğim yanıtlar<br />

işitildi. Bundan sonra düşünüp karar <strong>ve</strong>rme Meclis’e düşer. Yalnız, bir gerçeği<br />

göz önüne sermek zorundayım. Yüce Meclis’in, başkomutanlığın gerekliliğine<br />

inandığından kuşku edilmezse de karşıcılların hiçbir temele dayanmayan<br />

gösterileri Meclis kararının istenilmeyen bir biçimde çıkmasına<br />

yol açtı. Bunun sonucu ne oldu baylar, biliyor musunuz? Başkomutanlık<br />

ne olacağı belirsiz bir durumda askıda bulunuyor. Bu dakikada ordu komutansızdır.<br />

Eğer ben, ordunun komutasını bırakamıyorsam, yasaya aykırı<br />

olarak komuta ediyorum. Meclis’te beliren oylara göre hemen komutadan<br />

el çekmek isterdim. Başkomutanlığımın sona erdiğini hükümete bildirirdim<br />

de. Ama önlenemeyecek bir kötülüğe yol açmamak zorunluluğu karşısında<br />

kaldım. Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bu nedenle<br />

bırakmadım, bırakamam <strong>ve</strong> bırakamayacağım.”<br />

Sayın baylar, bu gizli oturumda, karşıcılların hükümeti <strong>ve</strong> orduyu<br />

yıkmak için öteden beri kurcaladıkları daha birtakım işler üzerinde, neredeyse<br />

kavgayı andıran tartışmalar oldu. En sonunda, gereği gibi aydınlanan<br />

Yüce Meclis’in oyu şu yolda belirdi: 11 ret <strong>ve</strong> 15 çekimsere karşı 177<br />

oyla Başkomutanlık Yasasının süresi uzatıldı.<br />

Baylar, üç ay sonra, yani 20 Temmuz 1922 günü, Başkomutanlık<br />

Yasası, yöntem gereği yine görüşme konusu oldu. Bu kez Meclis’te yaptığım<br />

genel konuşmadan bir kısmını olduğu gibi bilginize sunmama izin<br />

<strong>ve</strong>rmenizi rica ederim. Demiştim ki: “Artık Ordumuzun tinsel <strong>ve</strong> nesnel gücü,<br />

olağanüstü hiçbir önleme başvurmayı gerektirmeksizin, ulusal amacı<br />

tam bir gü<strong>ve</strong>nle gerçekleştirecek düzeye ulaşmıştır. Bundan dolayı, olağanüstü<br />

yetkilerin sürdürülmesine gerek <strong>ve</strong> gereksinim kalmadığı kanısındayım.<br />

Bugün ortadan kalktığını görmekle kıvandığımız bu gereksinmelerin,<br />

bundan sonra da yeniden ortaya çıktığını görmemekle mutlu olacağız.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 213<br />

Başkomutanlık görevi, olsa olsa Ulusal Ant’ımızın özüne uygun kesin sonuca<br />

ulaşacağımız güne değin sürer. Mutlu sonuca gü<strong>ve</strong>nle ulaşacağımıza<br />

kuşku yoktur. O gün, değerli İzmir’imiz, güzel Bursa’mız, İstanbul’umuz,<br />

Trakya’mız anayurda katılmış olacaktır. O mutlu gün gelince, bütün ulusla<br />

birlikte, en büyük mutluluklara ermekle onur kazanacağız. Benim başkaca,<br />

ikinci bir mutluluğum olacaktır ki o da kutsal savaşımıza başladığımız gün<br />

bulunduğum duruma yeniden dönebilmem olanağıdır. Dünyada, ulusun<br />

bağrında özgür bir birey olmak gibi mutluluk var mıdır? Gerçekleri bilen,<br />

yüreğinde <strong>ve</strong> vicdanında tinsel <strong>ve</strong> kutsal tatlardan başka tat bulunmayan<br />

kişiler için, ne denli yüksek olursa olsun, nesnel makamların hiçbir değeri<br />

yoktur.”<br />

Baylar, bu görüşmelerin sonunda Başkomutanlığın bana süresiz<br />

olarak <strong>ve</strong>rilmesi karara bağlandı.<br />

Sayın baylar, karşıcıl grubun Meclis’teki çalışmaları bizi biraz daha<br />

kendileriyle uğraştıracaktır. İkinci Grup adını takınan karşıcıllar, olumsuz<br />

direnmelerini uzun süre denediler. Bakanlar Kurulu üyelerinin nasıl seçileceğini<br />

gösteren 8 Temmuz 1922 günlü yasa ile bakanların <strong>ve</strong> Bakanlar Kurulu<br />

Başkanının doğrudan doğruya Meclis’çe gizli oyla seçilmeleri sağlandı.<br />

Böylelikle, Bakanlar Kurulu Başkanlığından eylemli olarak uzaklaştırılmış<br />

olduğum gibi, bakanların da benim göstereceğim adaylar arasından seçilmesi<br />

kuralı kaldırılmış oldu.<br />

Karşıcıl grup bundan sonra saldırıya geçti. Rauf Bey’i Bakanlar Kurulu<br />

Başkanlığına getirmeye çalıştı, bundan başarı da sağladı. Karşıcılların<br />

art niyetlerini anlıyordum. Bununla birlikte, Rauf Bey’i yanıma buyur ettim.<br />

Meclis çoğunluğunun kendisini Bakanlar Kurulu Başkanı seçmeye eğilimli<br />

olduğunu, bunu benim de uygun gördüğümü söyledim. Rauf Bey, duraksar<br />

bir durum takındı. “Bakanlar Kurulu Başkanlığının bir görevi yoktur.”<br />

dedi. Rauf Bey demek istiyordu ki Büyük Millet Meclisinin Başkanı,<br />

Bakanlar Kurulunun da doğal başkanıdır. Bakanlar Kurulu kararları, o<br />

onaylamadıkça yürürlüğe girmez. Buna göre, Bakanlar Kurulu Başkanının<br />

bir yetkisi <strong>ve</strong> özgürlüğü yoktur. Gerçekten, Anayasa gereğince durum böyleydi.<br />

Böyle demekle birlikte sonunda Bakanlar Kurulu Başkanlığını kabul<br />

etti. Rauf Bey, 12 Temmuz 1922 gününden 4 Ağustos 1923 gününe değin<br />

bu görevde kaldı.<br />

Baylar, bir nokta dikkatinizi çekmiştir. Kara Vâsıf Bey’le Rauf Bey,<br />

karşıcıl grubun kurulmasında, güçlendirilmesinde <strong>ve</strong> yönetiminde daha ilk<br />

günden, birlik <strong>ve</strong> yönetici durumunda bulunuyorlar. Ama Rauf Bey görünüşte<br />

İkinci Gruba geçmeyerek, bizim içimizde kalmak durumunu yeğliyor.<br />

Bu durum üç yıl sürdü. Rauf Bey, en sonunda kendi deyişiyle “Bizimle bir-


214 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

likmiş gibi görünme olanağı kalmadığı zaman” ayrılığını açığa vurmak zorunda<br />

kaldı.<br />

Baylar, karşıcılların Meclis’te orduya karşı açtıkları akım sürüp gidiyordu.<br />

Sürekli <strong>ve</strong> bunaltıcı bir biçimde ordunun saldırı yeteneği olmadığından<br />

<strong>ve</strong> artık sorunu siyaset yoluyla çözüp sonuçlandırmanın zorunlu olduğundan<br />

etkin bir biçimde söz ediyorlardı.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 215<br />

BÖLÜM V<br />

BÜYÜK UTKU VE ONURLU BARIŞ<br />

V.1. BÜYÜK TAARRUZ HAZIRLIKLARI<br />

Gerçekte ordumuz, gereksinim <strong>ve</strong> eksiklerini tamamlamak üzereydi.<br />

Ben, daha Haziran ortalarında saldırıya karar <strong>ve</strong>rmiştim. Bu kararımı<br />

Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı <strong>ve</strong> Milli Savunma Bakanı, yalnız<br />

bunlar biliyorlardı. Belirttiğim tarihlerde İzmit-Adapazarı doğrultusunda<br />

bir gezi gerekçesiyle yola çıktığım zaman, Ankara’da, Genelkurmay Başkanı<br />

Fevzi Paşa Hazretleriyle görüştükten sonra, o zaman Milli Savunma Bakanı<br />

olan Kâzım Paşa Hazretlerini de Sarıköy istasyonuna dek yanımda<br />

götürerek oraya çağırdığım Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleriyle birlikte<br />

saldırı için gerekli hazırlıkların i<strong>ve</strong>dilikle bitirilmesi ile ilgili kararlar aldık.<br />

(Atatürk, bu noktada işgalci güç ile Türk ordusunu güçleri <strong>ve</strong> konumları<br />

açısından karşılaştırdıktan sonra, konuşmasını şöyle sürdürüyor:)<br />

Kuruluşları başka başka olan iki düşman ordu karşılaştırılırsa, iki<br />

yanın insan <strong>ve</strong> tüfek güçleri aşağı yukarı birbirine denk bulunuyordu. Yalnız,<br />

Yunan ordusu dünyanın özgür <strong>ve</strong> kendisini destekleyen endüstrisine<br />

dayandığı için, makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane <strong>ve</strong> teknik gereç<br />

bakımından daha üstün bir durumda bulunuyordu. Öte yandan, bizim ordumuzun<br />

da süvari sayısı bakımından üstünlüğü vardı.<br />

(Söylev’in bu noktasında Birinci Ordu Komutanı olan Ali İhsan Paşa’nın<br />

yükselme kuruntusu içinde, ün kazanmaya tutkulu, aşırı kıskanç <strong>ve</strong><br />

bencil bir subay olduğunun anlaşıldığı <strong>ve</strong> nitekim kendisini Askeri Mahkeme’de<br />

yargılanmaya kadar götürecek kimi davranış <strong>ve</strong> eylemlerinden dolayı<br />

da görevden alınarak, yerine Nurettin Paşa’nın atandığı anlatılmaktadır:)<br />

Düşündüğümüz, ordularımızın ana birliklerini düşman cephesinin<br />

bir kanadında <strong>ve</strong> elden geldiğince dış kanadında toplayarak, yok edici bir<br />

meydan savaşı yapmaktı. Bunun için uygun gördüğümüz durum ana birliklerimizi<br />

düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu


216 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

güneyinde <strong>ve</strong> Akarçay ile Dumlupınar karşısına dek olan yerde toplamaktı.<br />

Düşmanın en can alacak <strong>ve</strong> önemli noktası orasıydı. Çabuk <strong>ve</strong> kesin sonuç<br />

almak, düşmanı bu kanadından vurmakla olabilirdi. Batı Cephesi Komutanı<br />

İsmet Paşa <strong>ve</strong> Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gereği<br />

gibi incelemeler yapmışlardı. Eylem <strong>ve</strong> saldırı planımız çok önceden saptanmıştı.<br />

Konya’ya gelmiş olan General Tavnzınd’ın isteği üzerine, Ankara’dan<br />

ayrılıp 23 Temmuz 1922 akşamı Batı Cephesi Karargâhının bulunduğu<br />

Akşehir’e gittim. Savaş planı üzerinde görüşürken Genelkurmay Başkanının<br />

da bulunmasını uygun gördük. Ben, 24 Temmuzda Konya’ya gittim.<br />

27’de yine Akşehir’e döndüm. Fevzi Paşa Hazretleri de 25 Temmuzda<br />

Akşehir’e gelmişti. 27-28 Temmuz gecesi birlikte yaptığımız görüşme sonunda,<br />

saptanmış plan gereğince saldırıya geçmek üzere, 15 Ağustosa değin<br />

hazırlıkları tamamlanması için çalışmayı kararlaştırdık.<br />

28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçını<br />

izlemeleri gerekçesiyle ordu komutanları <strong>ve</strong> kimi kolordu komutanları Akşehir’e<br />

çağrıldı. 28-29 Temmuz gecesi komutanlarla genel olarak saldırı<br />

üzerinde görüştüm. 30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay Başkanı <strong>ve</strong> Batı<br />

Cephesi Komutanıyla yeniden görüşerek saldırının nasıl yapılacağını <strong>ve</strong> ayrıntılarını<br />

saptadık. Ankara’dan çağırdığımız Milli Savunma Bakanı Kâzım<br />

Paşa da 1 Ağustos 1922 günü öğleden sonra Akşehir’e geldi. Ordu hazırlığının<br />

tamamlanmasında Milli Savunma Bakanlığına düşen işler saptandı.<br />

Ordunun hazırlıklarının tamamlanmasını <strong>ve</strong> saldırının çabuklaştırılmasını<br />

buyurduktan sonra Ankara’ya döndüm. Batı Cephesi Komutanı 6 Ağustos<br />

1922’de ordularına gizli olarak saldırıya hazırlık buyruğu <strong>ve</strong>rdi. Genelkurmay<br />

Başkanı <strong>ve</strong> Milli Savunma Bakanı paşalar da Ankara’ya döndüler.<br />

Baylar, saldırı için yeniden cepheye gitmeden önce, Ankara’da<br />

saptanması gereken bazı durumlar vardı. Daha, saldırı buyruğu <strong>ve</strong>rdiğimi<br />

Bakanlar Kuruluna tümüyle bildirmemiştim. Artık onlara resmi olarak bildirmenin<br />

zamanı gelmişti. Yaptığımız bir toplantıda iç <strong>ve</strong> dış durum ile askeri<br />

durumu görüşüp tartıştıktan sonra, saldırı konusunda Bakanlar Kurulu<br />

ile görüş birliğine vardık.<br />

Önemli başka bir sorun daha vardı. Karşıcıllar, ordunun yozlaştığı,<br />

kıpırdayacak durumda olmadığı; böyle karanlık <strong>ve</strong> belirsizlik içinde beklemenin<br />

yıkımla sonuçlanacağı yolundaki propagandalarını iyice kızıştırmışlardı.<br />

Gerçi, Mecliste bu görüş açısının yaptığı yankılar, zaten düşmanlardan<br />

çok gizlemek istediğim savaş planı bakımından yararlıydı. Ama bu<br />

olumsuz propaganda en yakın <strong>ve</strong> en inançlı kişiler üzerinde bile kötü etkiler<br />

yapmaya başlamış, onlarda da duraksamalar uyandırmıştı. Onları da<br />

pek yakında yapacağım saldırı konusunda <strong>ve</strong> altı yedi günde düşmanın


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 217<br />

ana birliklerini yeneceğime olan gü<strong>ve</strong>nim üzerinde aydınlatmayı <strong>ve</strong> yatıştırmayı<br />

gerekli gördüm. Bunu da yaptıktan sonra Ankara’dan ayrıldım.<br />

Genelkurmay Başkanı benden önce, 13 Ağustos 1922’de Cepheye gitmişti.<br />

Ben, birkaç gün sonra yola çıktım. Gidişimi belirli birkaç kişiden başka<br />

bütün Ankara’dan gizledim. Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, buradaymışım<br />

gibi davranacaklardı. Dahası, benim Çankaya’da çay şöleni<br />

<strong>ve</strong>rdiğimi de gazetelerle yayımlayacaklardı. Bunu, elbette o zamanlar işitmişsinizdir.<br />

Trenle gitmedim. Bir gece otomobille Tuz Çölü üzerinden Konya’ya<br />

gittim. Konya’ya gidişimi orada hiç kimseye telle bildirmediğim gibi<br />

Konya’ya varır varmaz telgrafhaneyi gözaltına aldırarak Konya’da bulunduğumun<br />

da hiçbir yere bildirilmemesini sağladım.<br />

20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra saat dörtte Batı Cephesi Karargâhında,<br />

yani Akşehir’de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra,<br />

26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırmak için Cephe Komutanına buyruk<br />

<strong>ve</strong>rdim.<br />

20/21 Ağustos 1922 gecesi Birinci <strong>ve</strong> İkinci Ordu Komutanlarını da<br />

Cephe Karargâhına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanı<br />

önünde saldırının nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu<br />

biçiminde açıkladıktan sonra, Cephe Komutanına o gün <strong>ve</strong>rmiş olduğum<br />

buyruğu yineledim. Komutanlar işe koyuldular. Saldırımız, stratejik <strong>ve</strong> aynı<br />

zamanda taktik bir baskın biçiminde yapılacaktı. Bunun gerçekleşebilmesi<br />

için de yığınağın <strong>ve</strong> düzenlemenin gizli kalmasına önem <strong>ve</strong>rmek gerekiyordu.<br />

Bundan ötürü, her türlü eylem gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde<br />

<strong>ve</strong> ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Saldırı bölgesinde yolların düzeltilmesi<br />

gibi çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için, kimi başka<br />

bölgelerde de benzeri düzmece çalışmalar yapılacaktı.<br />

24 Ağustos 1922’de karargahlarımızı Akşehir’den saldırı cephesi<br />

gerisindeki Şuhut kasabasına getirdik. 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut’tan,<br />

savaşı yönettiğimiz Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha<br />

gittik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de bulunuyorduk. Sabah saat<br />

5.30’da topçu ateşimizle saldırı başladı.<br />

Baylar, 26 <strong>ve</strong> 27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, Karahisar’ın<br />

güneyinde 50 <strong>ve</strong> doğusunda 20-30 kilometre uzunluğunda bulunan<br />

berkitilmiş düşman cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun büyük<br />

kuv<strong>ve</strong>tlerini 30 Ağustosa değin, Aslıhanlar yöresinde çevirdik. 30<br />

Ağustosta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkomutan Savaşı adı <strong>ve</strong>rilmiştir)<br />

düşmanın ana birliklerini yok ettik <strong>ve</strong> tutsak aldık. Düşman ordusu<br />

Başkomutanlığını yapan General Trikopis de tutsaklar arasındaydı. Demek<br />

ki tasarladığımız kesin sonuç beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü<br />

ordularımız, ana birlikleriyla İzmir’e doğru yürürken, başka birlikleriyle


218 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

de düşmanın Eskişehir <strong>ve</strong> kuzeyinde bulunan birliklerini yenmek üzere ilerliyorlardı.<br />

Baylar, Başkomutan Savaşı’nın sonucuna değin her gün büyük başarılarla<br />

gelişen saldırımızı resmi bildirimlerde çok önemsiz savaşlarmış gibi<br />

gösteriyorduk. Amacımız, durumu elden geldiğince dünyadan gizlemekti.<br />

Çünkü, düşman ordusunu tümüyle yok edeceğimize gü<strong>ve</strong>nimiz vardı. Bunu<br />

anlayıp düşman ordusunu yıkımdan kurtarmak isteyeceklerin yeni girişimlerine<br />

fırsat <strong>ve</strong>rmemeyi uygun görmüştük. Gerçekten bizim tutumumuzu<br />

sezdikleri zaman <strong>ve</strong> saldırımızdan hemen sonra başvurmalar olmuştur.<br />

Örneğin, saldırıda bulunduğumuz sırada Bakanlar Kurulu Başkanı olan<br />

Rauf Bey’den, İstanbul’dan bırakışma ile ilgili yazı geldiği yolunda, 4 Eylül<br />

1922 günlü bir tel almıştım. Verdiğim yanıt şudur:<br />

Tel, makama özeldir.<br />

5.9.1922<br />

Bakanlar Kurulu Başkanlığı Yüksek Katına<br />

Anadolu’daki Yunan ordusu kesin olarak yenilmiştir. Yunan ordusunun<br />

yeniden sağlam bir direnmede bulunması artık düşünülemez. Anadolu<br />

için herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Bırakışma, ancak<br />

Trakya için söz konusu olabilir. Bunun için, Eylülün onuna kadar Yunan<br />

Hükümeti, ya doğrudan doğruya ya da İngiltere aracılığıyla hükümetimize<br />

resmi olarak başvurursa, buna yanıt <strong>ve</strong>rilirken aşağıdaki koşullar öne sürülmelidir.<br />

O günden, yani Eylülün onundan sonra başvurulursa yanıt başka<br />

türlü olabilir. Bunun için de durum bana ayrıca bildirilmelidir:<br />

1. Ateşkes anlaşmasının imzalandığı günden başlayarak on beş<br />

gün içinde Trakya, 1914 sınırlarına dek, hiçbir koşul ileri sürülmeden,<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin sivil görevlilerine<br />

<strong>ve</strong> ordu birliklerine bırakılmış olacaktır.<br />

2. Yunanistan’da tutsak bulunan yurttaşlarımız on beş gün içinde<br />

İzmir, Bandırma <strong>ve</strong> İzmit limanlarında bize <strong>ve</strong>rilecektir.<br />

3. Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu’da yaptığı <strong>ve</strong><br />

yapmakta bulunduğu yıkımları ödemeyi Yunan Hükümeti şimdiden<br />

üstlenecektir.<br />

Büyük Millet Meclisi Başkanı<br />

Başkomutan<br />

Mustafa Kemal<br />

Telsizle doğrudan doğruya bana gönderilen bir telyazısında da İzmir’deki<br />

Anlaşma Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunmak<br />

yetkisinin <strong>ve</strong>rildiği bildiriliyor, hangi gün <strong>ve</strong> nerede buluşabileceğim


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 219<br />

soruluyordu. Buna <strong>ve</strong>rdiğim yanıtta da 9 Eylül 1922’de Nif’te 67 görüşebileceğimizi<br />

bildirmiştim. Gerçekten dediğim günde ben Kemalpaşa’da bulundum.<br />

Ama, görüşmeyi isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız İzmir<br />

rıhtımında ilk <strong>ve</strong>rdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyorlardı.<br />

Saygıdeğer baylar, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ile<br />

ondan sonra düşman ordusunu bütünüyle yok eden ya da tutsak alan <strong>ve</strong><br />

kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken savaşlarımızı açıklamak <strong>ve</strong> niteliklerini<br />

anlatmak için söz söylemeyi gerekli görmem.<br />

Her evresi ile düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş <strong>ve</strong> utkuyla sonuçlandırılmış<br />

olan bu savaşlar, Türk ordusunun, Türk subaylarının <strong>ve</strong><br />

komuta kurulunun yüksek güçlerini <strong>ve</strong> yiğitliklerini tarihte bir daha saptayan<br />

ulu bir yapıttır. Bu yapıt, Türk ulusunun özgürlük <strong>ve</strong> bağımsızlık düşüncesinin<br />

ölümsüz anıtıdır. Bu yapıtı yaratan bir ulusun çocuğu, bir ordunun<br />

Başkomutanı olduğum için sevincim <strong>ve</strong> mutluluğum sonsuzdur.<br />

V.2. MUDANYA MÜTAREKESİ<br />

Baylar, işte şimdi diplomasi alanına geçebiliriz. Gerçi, ordumuzun<br />

utkusundan umudu kesip daha önce siyaset yoluyla sorunların çözülmesi<br />

kanısında <strong>ve</strong> savında bulunanları, dediklerini yapmakta biraz çokça bekletmiş<br />

oldum. Bununla birlikte sonunda, benim de siyaset alanında önemle<br />

çalışmayı gerçekten yeğlediğimi görerek kıvanmaları gerekirdi. Böyle olup<br />

olmadığını göreceğiz.<br />

Ordularımız, İzmir <strong>ve</strong> Bursa’yı geri aldıktan sonra Trakya’yı da Yunan<br />

ordusundan kurtarmak için İstanbul <strong>ve</strong> Çanakkale’ye doğru yürürken,<br />

o zaman İngiltere Başbakanı bulunan Lloyt Corc bizimle savaşmaya karar<br />

<strong>ve</strong>rmiş gibi bir davranışla, sömürgelerine yardımcı birlikler istemek üzere<br />

başvurmuş. Ondan sonraki olaylara bakılırsa Lloyt Corc’un isteğinin yerine<br />

getirilmediğini kabul etmek gerekir.<br />

Bu sıralarda, İstanbul’daki Fransız Olağanüstü Komiseri General<br />

Pele (Pellé) benimle görüşmek üzere İzmir’e geldi. Yansız Bölge adıyla andığı<br />

bir bölgeye ordularımızın girmemesinin uygun olacağını öğütledi. Ulusal<br />

Hükümetimizin böyle bir bölge tanımadığını, Trakya’yı da kurtarmadıkça<br />

ordularımızın durdurulamayacağını söyledim. General Pele, Bay Franklen-Buyon’un<br />

benimle görüşmek üzere gelmek istediği yolunda almış olduğu<br />

özel bir teli bana gösterdi. Kendisini İzmir’de kabul edeceğimi söyledim.<br />

Bay Franklen-Buyon bir Fransız savaş gemisiyle İzmir’e geldi. Fransa Hükümeti<br />

tarafından <strong>ve</strong> İngiltere <strong>ve</strong> İtalya Hükümetlerinin de onayıyla benim-<br />

67 Kemalpaşa


220 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

le görüşmeye gönderildiğini söyledi. Biz Franklen-Buyon’la görüşürken,<br />

Anlaşma Devletleri Dışişleri Bakanları imzasıyla, 23 Eylül 1922 günlü bir<br />

nota geldi. Bu nota, temel olarak iki sorunu kapsıyordu. Biri, savaşın durdurulması;<br />

öbürü konferans <strong>ve</strong> barışla ilgiliydi.<br />

Biz, Rumeli’de ulusal sınırlarımıza dek Doğu Trakya’yı baştan başa<br />

almadıkça savaştan vazgeçemezdik. Ancak, yurdumuzun bu parçasından<br />

düşman birlikleri çıkarılırsa, daha çok savaşa kendiliğinden gerek kalmayacaktı.<br />

Bu notada, Venedik ya da başka bir kentte toplanacak olan <strong>ve</strong> İngiltere,<br />

Fransa, İtalya, Japonya, Romanya, Sırp-Hırvat-Slo<strong>ve</strong>n devletleriyle<br />

Yunanistan’ın çağrılacağı bir konferansa delegelerimizi göndermeyi isteyip<br />

istemeyeceğimiz soruluyor; ayrıca, görüşmeler sırasında Boğazlardaki yansız<br />

bölgelere asker göndermememiz koşuluyla, Edirne ile birlikte Meriç’e<br />

kadar Trakya’nın bize geri <strong>ve</strong>rilmesi konusundaki isteğimizin iyi karşılanacağı<br />

bildiriliyordu. Notada Boğazlardan, azınlıklardan, Milletler Cemiyeti’ne<br />

girmemizden de söz edilmekteydi.<br />

Konferansın toplanmasından önce Yunan birliklerinin, Anlaşma<br />

Devletleri komutanlarının çizecekleri bir çizginin gerisine çekilmeleri için<br />

Anlaşma Devletlerinin erkini kullanacağına söz <strong>ve</strong>riliyor <strong>ve</strong> bu konuda görüşülmek<br />

üzere Mudanya’da ya da İzmit’te bir toplantı yapılması öneriliyordu.<br />

29 Eylül 1922 günü bu notaya <strong>ve</strong>rdiğim kısa bir yanıtta, Mudanya<br />

Konferansı’nı kabul ettiğimi bildirdim. Ama Meriç ırmağına dek Trakya’nın<br />

hemen bize geri <strong>ve</strong>rilmesini istedim. 3 Ekimde toplanması uygun olacağını<br />

söylediğim Mudanya Konferansı’na Başkomutanlık adına olağanüstü yetki<br />

ile Batı Cephesi Orduları Komutanı İsmet Paşa’yı delege atadığımı bildirdim.<br />

Bu notaya Hükümetçe de 4 Ekim 1922 günlü ayrıntılı bir yanıt <strong>ve</strong>rildi.<br />

Bu yanıtta, konferans yeri için İzmir önerildi. Boğazlar sorunu dolayısıyla<br />

Rusya, Ukrayna <strong>ve</strong> Gürcistan cumhuriyetlerinin de çağrılması istendi <strong>ve</strong><br />

başka sorunlar üzerindeki görüşlerimiz de kısaca bildirildi.<br />

Mudanya’da, İsmet Paşa’nın başkanlığı altında, İngiltere delegesi<br />

General Harington, Fransa delegesi General Şarpi, İtalya delegesi General<br />

Monbelli’nin katıldıkları konferans toplandı. Bir hafta kadar süren tartışmalı<br />

görüşmelerden sonra, 11 Ekimde Mudanya Mütarekesi imzalandı. Böylece,<br />

Trakya anayurda katıldı.<br />

Baylar, utku kazanıldıktan sonra, İzmir’de bizim yaptığımız siyasal<br />

görüşmeler üzerine, Ankara’da Bakanlar Kurulunun, daha doğrusu kimi<br />

bakanların telaşlı bir durum aldıkları sezildi.<br />

Askerlik görevimin sona ermiş bulunduğunu, bundan sonraki siyaset<br />

işlerini Bakanlar Kurulunun yürütmesi gerektiğini anlatacak biçimde,<br />

beni Ankara’ya çağırdılar. Oysa, ne askerlik görevim son bulmuştu ne de


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 221<br />

siyasal <strong>ve</strong> diplomatik sorunlarla ilgilenip uğraşmayı bırakabilirdim. Dolayısıyla<br />

İzmir’den, ordunun başından <strong>ve</strong> başladığım siyasal görüşmelerden<br />

uzaklaşamazdım. Bu nedenle, benimle görüşmek isteğinde bulunduklarına<br />

<strong>ve</strong> bunda direndiklerine göre, Bakanlar Kurulu üyelerinin ya da ilgili Bakanların<br />

İzmir’e, benim yanıma gelmelerini önerdim. Bakanlar Kurulu Başkanı<br />

Rauf Bey’le Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey geldiler.<br />

Rauf Bey, İzmir’de bana bazı özel dileklerini de bildirdi. Örneğin,<br />

Ali Fuat Paşa ile Refet Paşa’nın, utku dolayısıyla yükseltilmelerini <strong>ve</strong> kendilerine<br />

uygun birer görev <strong>ve</strong>rilerek gönüllerinin hoş edilmesini diledi. Biliyorsunuz<br />

ki savaştan önce Ali Fuat <strong>ve</strong> Refet paşaların savaşa katılmaları<br />

için türlü yollarla girişimde bulunmuştum. Başarılı olamadım. Utku dolayısıyla,<br />

savaşlarda emeği geçip hak kazanan komutan <strong>ve</strong> subayların yükseltilerek<br />

<strong>ve</strong> övülerek elbette gönülleri alınmıştı. Savaşlara katılmaktan kaçınan<br />

kişilerin de savaşa katılanlarla birlikte yükseltilmesi kuşkusuz kötü etkiler<br />

yaratabilirdi. Kısacası, Rauf Bey’e, dileğini yerine getiremeyeceğimi söyledim.<br />

Ama Ali Fuat Paşa, Meclis İkinci Başkanı bulunduğuna göre, yeri <strong>ve</strong><br />

görevi kendisini kıvandırabilecek bir düzeydeydi. Yalnız açıkta bulunan Refet<br />

Paşa’ya uygun bir görev bulmaya çalışacağıma söz <strong>ve</strong>rdim. Kendisini<br />

İzmir’e çağırmasını söyledim. Refet Paşa İzmir’e gelmişti. Ama bu geliş tam<br />

benim Ankara’ya döndüğüm geceye rastladığından kendisiyle orada buluşulamadı.<br />

Baylar, İzmir’den Ankara’ya dönüşümde, başlıca Mudanya Konferansı<br />

görüşmeleri üzerinde uğraşıldı. Bir yandan da Bakanlar Kurulunda,<br />

Mecliste, komisyonlarda barış konferansına gönderilebilecek delegeler kurulu<br />

söz konusu oluyordu. Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey, Dışişleri<br />

Bakanı Yusuf Kemal Bey, Sağlık Bakanı Rıza Nur Bey, barış konferansına<br />

gidecek delegeler kurulunun doğal üyeleri gibi görülüyordu. Ben daha bu<br />

konuda kesin görüşümü <strong>ve</strong> kararımı saptamamıştım. Ancak Rauf Bey’in<br />

başkanlığı altında bulunacak kurulun, bizim için ölüm kalım sorunu olan<br />

bu konuda başarı kazanacağına gü<strong>ve</strong>nemiyordum. Rauf Bey’in de kendini<br />

yetersiz görmekte olduğunu sezinliyordum. Kendisine danışman olarak İsmet<br />

Paşa’nın <strong>ve</strong>rilmesini önerdi. Bu öneriye <strong>ve</strong>rdiğim yanıtta, “İsmet Paşa’dan<br />

danışman olarak pek az yararlanılabilir. İsmet Paşa başkan olursa,<br />

kendisinden en çok yararlanılabileceğine ben de inanıyorum.” dedim. Bu<br />

nokta üzerinde uzun boylu görüşülmedi. Ondan sonra, Rauf Bey delegeler<br />

kurulu konusunda başladığı düzenlemeleri, oluşturmaları sürdürüp gitti.<br />

Ben önem <strong>ve</strong>rir görünmedim. Mudanya Konferansı sona ermişti. İsmet Paşa<br />

ile Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Bursa’da bulunuyorlardı. Kendileriyle<br />

görüşmek üzere Bursa’ya gittim.


222 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Yanımda Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa vardı. Doğu’da kendisine<br />

karşı yapılan düşünsel <strong>ve</strong> eylem gösteriler nedeniyle görev yapamayacağını<br />

anlayıp Ankara’ya gelmek zorunda kalan Kâzım Karabekir Paşa’yı<br />

<strong>ve</strong> İstanbul’da kendisine görev <strong>ve</strong>rmek üzere de Refet Paşa’yı birlikte götürdüm.<br />

Bursa’da kaldığım günlerde Refet Paşa’yı, bilindiği üzere, İstanbul’a<br />

gönderdim. İsmet Paşa’nın da delegeler kurulu başkanlığı yapıp yapamayacağını,<br />

bütün bildiklerime karşın, bir daha inceledim. Mudanya<br />

Konferansını nasıl yönettiğini ayrıntılarıyla anlamaya çalıştım. İsmet Paşa’nın<br />

kendisine, düşüncelerimi sezinletecek hiçbir söz söylemiyordum.<br />

Sonunda, olumlu olarak kararımı <strong>ve</strong>rdim. İsmet Paşa’nın Delegeler Kurulu<br />

Başkanı olması için daha önce Dışişleri Bakanı olmasını uygun gördüm.<br />

Bunu sağlamak için, doğrudan doğruya Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal<br />

Bey’e özel <strong>ve</strong> gizli olarak çektiğim bir gizli telde, kendisinin Dışişleri Bakanlığından<br />

çekilmesini <strong>ve</strong> yerine İsmet Paşa’nın seçilmesine aracı olmasını rica<br />

ettim.<br />

Ankara’dan ayrılışımdan önce Yusuf Kemal Bey bana, Delegeler<br />

Kurulu Başkanlığı görevini en iyi İsmet Paşa’nın yapabileceğini söylemişti.<br />

Yusuf Kemal Bey’den, kendisine bildirdiklerimi iyi karşılayarak gereğini<br />

yapmaya başladığını bildiren bir yanıt aldım.<br />

İşte, ondan sonraydı ki İsmet Paşa’ya bir olupbitti biçiminde, Dışişleri<br />

Bakanı olacağını, ondan sonra da barış konferansına Delegeler Kurulu<br />

Başkanı olarak gideceğini söyledim. Paşa, birdenbire şaşırdı. Asker olduğunu<br />

ileri sürerek özür diledi. En sonunda, önerimi bir buyruk sayarak kabul<br />

etti. Yine Ankara’ya döndüm. Bu sırada 28 Ekim 1922’de, Anlaşma<br />

Devletleri bizi Lozan’da toplanacak barış konferansına çağırdı. Anlaşma<br />

Devletleri, hâlâ İstanbul’da bir hükümet tanımak istiyor <strong>ve</strong> onu da bizimle<br />

birlikte konferansa çağırıyordu.<br />

Bu ortaklaşa çağrılma olayı padişahlığın kaldırılması işini kesin olarak<br />

sonuçlandırdı. Gerçekten, 1 Kasım 1922 günlü yasa gereğince, halifelik<br />

ile padişahlık birbirinden ayrıldı. İki buçuk yılı aşan bir zamandan beri eylemli<br />

olarak erkini yürüten ulusal egemenlik onaylandı. Halifelik açık hakları<br />

olmaksızın bir süre daha bırakıldı.<br />

Baylar, bu konuda gereği kadar sağlam bilgiler vardır. Konunun<br />

özelliklerine ilişkin yönler belki yüksek kurulunuzu ilgilendirir düşüncesiyle,<br />

kimi bilgiler sunacağım:<br />

Bilindiği üzere, saltanat <strong>ve</strong> halifelik makamları ayrı ayrı <strong>ve</strong> birleşik<br />

olarak önemli sorunlardan sayılmaktaydı. Bunu doğrulayan bir anımı bilginize<br />

sunayım: 1 Kasım 1922 gününden önce, Meclis çevrelerinde karşıcıllar,<br />

benim saltanatı kaldıracağım yönünde, telaşlı <strong>ve</strong> coşkun propaganda<br />

yapıyorlardı.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 223<br />

Rauf Bey, bir gün Meclisteki odama gelerek benimle önemli birtakım<br />

işleri görüşmek istediğini <strong>ve</strong> akşam Refet Paşa’nın Keçiören’deki evine<br />

gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf Bey’in önerisini kabul<br />

ettim. Fuat Paşa’nın orada bulunmasına izin <strong>ve</strong>rmemi istedi. Onu da<br />

uygun gördüm. Refet Paşa’nın evinde dört kişi toplandık. Rauf Bey’den<br />

dinlediklerimin özeti şuydu: Meclis, saltanat makamının <strong>ve</strong> belki de halifeliğin<br />

ortadan kaldırılması düşüncesinde bulunulduğu kaygısıyla üzgündür.<br />

Sizden <strong>ve</strong> sizin gelecekte alacağınız durumdan kuşkulanmaktadır. Bunun<br />

için, Meclise <strong>ve</strong> dolayısıyla ulus kamuoyuna gü<strong>ve</strong>nce <strong>ve</strong>rmeniz gereğine<br />

inanıyorum.<br />

Rauf Bey’den, saltanat <strong>ve</strong> halifelik konusundaki düşünce <strong>ve</strong> görüşünün<br />

ne olduğunu sordum. Verdiği yanıtta şu açıklamalarda bulundu:<br />

“Ben, dedi, saltanat <strong>ve</strong> halifelik makamına gönül <strong>ve</strong> duyguyla bağlıyım.<br />

Çünkü benim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı devletinin<br />

ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin kırıntıları<br />

vardır. Ben değerbilmez değilim <strong>ve</strong> olamam. Padişaha bağlı kalmak<br />

borcumdur. Halifeye bağlılığım ise görgüm gereğidir. Bunlardan başka,<br />

genel görüşlerim de vardır. Bizde genel duruma egemen olmak güçtür.<br />

Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir<br />

makam sağlayabilir. O da saltanat <strong>ve</strong> halifelik makamıdır. Bu makamı kaldırmak,<br />

onun yerine başka nitelikte bir varlık koymaya çalışmak, yıkıma<br />

yol açar <strong>ve</strong> büyük acı doğurur. Bu hiç uygun bir iş olamaz.”<br />

Rauf Bey’den sonra, karşımda oturan Refet Paşa’dan görüşünü<br />

sordum. Refet Paşa’nın yanıtı şuydu: “Rauf Bey’in bütün düşünce <strong>ve</strong> görüşlerine<br />

katılırım. Gerçekten de bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir<br />

yönetim biçimi söz konusu olamaz.”<br />

Ondan sonra, Fuat Paşa’nın düşüncesini öğrenmek istedim. Paşa,<br />

Moskova’dan yeni geldiğinden, durumu, kamunun düşünce <strong>ve</strong> duygularını<br />

gereğince incelemeye henüz zaman bulamadığından söz ederek görüşülen<br />

konu üzerinde kesin bir düşünce <strong>ve</strong> görüş ileri süremeyeceğini bildirdi.<br />

Ben kendilerine, kısaca şu yanıtı <strong>ve</strong>rdim: “Söz konusu ettiğiniz sorun,<br />

bugünün sorunu değildir. Mecliste kimilerinin telaş <strong>ve</strong> heyecana kapılmasına<br />

da yer yoktur.”<br />

Rauf Bey, bu yanıtımdan hoşnut göründü. Ama şu ya da bu biçimde,<br />

söz konusu sorun üzerinde konuşmalar sürdürüldü. Akşamüzeri<br />

başlayan görüşmemiz, bütün gece, sabaha kadar uzadı. Rauf Bey’in bir şeyi<br />

sağlamak istediğini sezinledim. Benim halifelik, saltanat <strong>ve</strong> ilerde alabileceğim<br />

durum üzerinde kendilerine söylediğim <strong>ve</strong> kendilerinin de inandırıcı<br />

buldukları sözleri bana kürsüden kendi ağzımla Meclise söyletmek...


224 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Kendilerine söylediğim sözleri, olduğu gibi Meclise de söylemekte<br />

sakınca görmediğimi bildirdim. Dahası, bu sözleri kurşunkalemiyle bir kâğıt<br />

parçasına yazdım <strong>ve</strong> ertesi günü Mecliste uygun bir anda bunları söyleyeceğime<br />

söz <strong>ve</strong>rdim. Bu sözümü de yerine getirdim. Benim bu demecim,<br />

karşıcıllar tarafından Rauf Bey’in bir başarısı sayılmış <strong>ve</strong> kendisi kutlanmış.<br />

Baylar, belki birtakım kişilere göre Rauf Bey üzerine aldığı görevi<br />

yapmıştı. Ben de genel <strong>ve</strong> tarihsel görevimin o güne ilişkin evresini açıkladığım<br />

gibi yapmıştım. Ama genel görevimin gerektirdiği temel işi yapma <strong>ve</strong><br />

uygulama zamanı gelince de hiç duraksamadım. Tevfik Paşa’nın telyazıları<br />

dolayısıyla saltanatı halifelikten ayırmaya <strong>ve</strong> önce saltanatı kaldırmaya karar<br />

<strong>ve</strong>rdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de hemen Rauf Bey’i Meclisteki<br />

odama çağırmak oldu. Rauf Bey’in, Refet Paşa’nın evinde sabahlara<br />

dek dinlediğim düşüncelerini <strong>ve</strong> görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi, ayakta,<br />

kendisinden şunu istedim: “Halifelik <strong>ve</strong> saltanatı birbirinden ayırarak<br />

saltanatı kaldıracağız! Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz!”<br />

Rauf Bey’le bundan başka hiçbir şey konuşmadık. Rauf Bey odamdan<br />

çıkmadan önce, yine bu iş için çağırmış olduğum Kâzım Karabekir Paşa<br />

geldi. Ondan da bu yolda konuşmasını rica ettim.<br />

Baylar, o tarihe ait Meclis tutanaklarında görüldüğü üzere, Rauf<br />

Bey kürsüden bir iki kez konuştu <strong>ve</strong> dahası, saltanatın kaldırıldığı günün<br />

bayram kabul edilmesini de önerdi. Burada bir nokta, kafalarda düğümlenip<br />

kalabilir. Bana, Padişaha bağlı kalmayı borç bildiğini, saltanat makamının<br />

yerine başka nitelikte bir makam koymaya çalışmanın yıkıma yol<br />

açacağını <strong>ve</strong> büyük acı doğuracağını söylemiş olan Rauf Bey; benim yeni<br />

kararımı öğrenince, özellikle de kararımı desteklemesi <strong>ve</strong> saltanatın kaldırılması<br />

için Mecliste bir konuşma yapması yolundaki isteğim karşısında<br />

hiçbir şey söylemeksizin uysallık göstermiştir. Bu tutum <strong>ve</strong> davranış nasıl<br />

yorumlanabilir? Rauf Bey, eski kanılarını değiştirmiş miydi? Yoksa kanılarında<br />

aslında içtenlikli değil miydi? Bu iki noktayı birbirinden ayırmak <strong>ve</strong><br />

biri üzerinde tam bir kanı ile yargıda bulunmak güçtür. Baylar, böyle kuşkulu<br />

bir yargıda bulunmaya girişmektense, durumun incelenmesini kolaylaştırmaya<br />

yarayacak kimi evreleri, işlemleri <strong>ve</strong> tartışmaları yüce kurulunuza<br />

anımsatmayı yeğlerim.<br />

Bilginize sunmuştum ki saltanatın kaldırılması, Lozan Konferansı’na<br />

İstanbul’dan da bir delegeler kurulu çağrılması <strong>ve</strong> İstanbul’un yani Vahdettin<br />

ile Tevfik Paşa <strong>ve</strong> arkadaşlarının da böyle bir çağrıyı, Türk ulusunun<br />

büyük emek <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>rilerle elde ettiği yararları küçültmek, belki de anlamsız<br />

bir duruma düşürmek pahasına da olsa, kabul eylemesi yüzündendi.<br />

(Atatürk bu noktada, İstanbul Hükümeti’nin Lozan Konferansı’na<br />

birlikte katılmak isteğinde olduğunu belirtmekte <strong>ve</strong> bu konuda Tevfik paşa


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 225<br />

ile yürüttüğü yazışmalara değindikten sonra, sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Söz konusu sorun nedeniyle, Mecliste 30 Ekim 1922 günü görüşmeler<br />

başladı. Çok konuşmacılar çok sözler söylediler. İstanbul’daki Osmanlı<br />

hükümetleri üzerinde durdular; Ferit Paşa evresinden sonra Tevfik<br />

Paşa perdesinin açıldığını <strong>ve</strong> bu perdeyi açanların anlayış <strong>ve</strong> duyunçtan<br />

yoksun birtakım kişiler olduğunu belirterek, bu adamların yasalar gereğince<br />

cezalandırılmalarını istediler. “Böyle bir anlayışta olan, yani bize bu<br />

denli akılsızca önerilerde bulunan kişiler... gerçekten İstanbul Hükümeti’nin<br />

tarihsel kimliğine imzasını koyan <strong>ve</strong> her şeyden çok oraya bağlı olan kişilerdir...”<br />

dediler. İstanbul’da, hükümet adını <strong>ve</strong> kimliğini takınan adamların,<br />

Yurt Hainliği Yasası’na göre cezalandırılmaları ile ilgili önergeler okundu.<br />

Baylar, Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türkiye<br />

Devleti’nin doğduğunu, Anayasa gereğince egemenlik haklarının ulusta olduğunu<br />

belirten bir önerge düzenlendi. Seksenden çok arkadaşa imza ettirildi.<br />

Bu önergede benim de imzam vardır. Bu önerge okunduktan sonra,<br />

sert bir biçimde karşıcıl durum alanların başında iki kişi göründü. Bunlardan<br />

biri Mersin Millet<strong>ve</strong>kili Albay Salâhattin Bey’dir. İkincisi, İzmir’de asılan<br />

Ziya Hurşit’tir. Bunlar, saltanatın kaldırılmaması kanısında bulunduklarını<br />

açıkça belirttiler.<br />

Baylar, 31 Ekim 1922 günü Meclis toplanmadı. O gün Müdafaai<br />

Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı egemenliğinin kaldırılmasının<br />

zorunlu olduğu üzerinde konuştum. 1 Kasım 1922 günü, Meclis<br />

toplantısında yine bu konu üzerinde uzun tartışmalar yapıldı. Meclis’te de<br />

ayrıntılı bir konuşma yapmak gereğini duydum. İslam <strong>ve</strong> Türk tarihinden<br />

söz açarak halifelik <strong>ve</strong> saltanatın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik makamının<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihsel olaylara dayanarak<br />

anlattım. Hulâgû’nun, Halife Mutasım’ı asıp yeryüzünde halifeliğe eylemli<br />

olarak son <strong>ve</strong>rdiğini, eğer 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz, orada<br />

halife sanını taşıyan bir sığıntıya önem <strong>ve</strong>rmeseydi, halifelik sanının zamanımıza<br />

dek kalıt olarak gelemeyeceğini anlattım.<br />

Bundan sonra, bu sorunla ilgili önergeler, üç komisyona Anayasa,<br />

Dinişleri, Adalet komisyonlarına <strong>ve</strong>rildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir<br />

araya gelip, bizim güttüğümüz amaca göre, sorunu çözüp sonuçlandırmaları<br />

elbette güçtü. Durumu yakından <strong>ve</strong> kendim izlemem gerekli oldu. Üç<br />

komisyon bir odada toplandı. Başkanlığa Hoca Müfit Efendi seçildi. Sorunu<br />

görüşmeye başladılar. Dinişleri Komisyon üyesi olan hoca efendiler,<br />

herkesçe bilinen akıldışılıklara dayanarak halifeliğin saltanattan ayrılamayacağını<br />

savladılar. Bu savları çürütmek için özgür düşünceli kimseler de


226 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

ortaya çıkar görünmedi. Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde<br />

tartışmaları dinliyorduk. Bu biçim görüşmelerin, istenilen sonuca varmasını<br />

beklemek boşunaydı. Bunu anladık. En sonunda, Karma Komisyon Başkanından<br />

söz aldım. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları<br />

söyledim:<br />

“Efendiler, dedim, egemenlik hiç kimse tarafından hiç kimseye,<br />

ilim gereğidir diye; görüşmeyle, tartışmayla <strong>ve</strong>rilmez. Egemenlik, güçle,<br />

erkle <strong>ve</strong> zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el<br />

koymuşlardı. Bu yolsuzluklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi<br />

de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek <strong>ve</strong> bunlara karşı ayaklanarak<br />

egemenliğini kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz<br />

konusu olan, ulusa saltanatını bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu<br />

değildir. Sorun, zaten olup bitmiş bir gerçeği dile getirmekten başka bir şey<br />

değildir. Bu, kesinlikle olacaktır. Burada toplananlar, Meclis <strong>ve</strong> herkes sorunu<br />

doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa yine gerçek, yöntemine<br />

göre saptanacaktır; ama belki birtakım kafalar kesilecektir. İşin dinsel yönüne<br />

gelince, hoca efendilerin üzülmelerine <strong>ve</strong> kaygılanmalarına hiç yer<br />

yoktur: Bu konuda dinsel açıklamalarda bulunayım.” dedim <strong>ve</strong> uzun uzadıya<br />

birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara millet<strong>ve</strong>killerinden<br />

Hoca Mustafa Efendi: “Bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bakımdan<br />

ele almıştık; açıklamalarınızdan aydınlandık.” dedi. Sorun, Karma<br />

Komisyonca bir çözüme bağlanmıştı.<br />

Yasa tasarısı çabucak saptandı. O gün, Meclisin ikinci oturumunda<br />

okundu. Açık oya konulması önerisine karşı kürsüye çıktım. Dedim ki:<br />

“Buna gerek yoktur. Ülkenin <strong>ve</strong> ulusun bağımsızlığını sonsuza değin koruyacak<br />

ilkeleri yüce Meclis’in oybirliğiyle kabul edeceğini sanırım.” “Oylansın!”<br />

sesleri yükseldi. En sonunda, başkan oya koydu <strong>ve</strong> “Oybirliği ile kabul<br />

edilmiştir.” dedi. Yalnız aykırı bir ses işitildi: “Ben karşıyım!” Bu ses:<br />

“Söz yok!” sesleriyle boğuldu. İşte baylar, Osmanlı egemenliğinin çökme<br />

<strong>ve</strong> ortadan kalkma töreninin son evresi böyle geçmiştir.<br />

17 Kasım 1922 günlü resmi bir telyazısının ilk tümcesi şuydu:<br />

“Vahdettin Efendi, bu gece saraydan kaçmıştır.” Bu telyazısının daha bir<br />

iki tümcesini, 18 Kasım 1922 günlü Meclis tutanak dergisinde okumuşsunuzdur.<br />

Ama telyazının aslında, bu kaçışın kimlerin karışmasıyla gerçekleşmiş<br />

olabileceği, Peygamberden kalan kutsal eşyaların nasıl korunduğu<br />

gibi konulardan söz eden tümceler de vardı. Yine o gün, Mecliste okunmuş<br />

bir mektubun örneğiyle, ona ilişik bulunan <strong>ve</strong> ajanslarla yayımlanmış olan<br />

bir bildiri örneğini de tutanaktan okuyalım:


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 227<br />

Mektup Örneği<br />

17 Kasım 1922<br />

Bir örneğini ilişik olarak sunduğum resmi bildiride yazıldığı gibi,<br />

Padişah Hazretleri İngiltere’nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz savaş<br />

gemisiyle İstanbul’dan ayrılmıştır.<br />

İmza<br />

Harington<br />

Mektuba Ekli Bildirinin Örneği<br />

Resmi olarak bildirilir ki Padişah Hazretleri bugünkü durum karşısında<br />

özgürlüğünü <strong>ve</strong> yaşamını tehlikede gördüğünden, bütün Müslümanların<br />

halifesi kimliğiyle hem İngiliz koruyuculuğunu, hem de İstanbul’dan<br />

başka bir yere götürülmesini istemiştir. Padişah Hazretlerinin isteği bu sabah<br />

yerine getirilmiştir. Türkiye’deki İngiliz birliklerinin Başkomutanı General<br />

Sir Charles Harington Padişah Hazretlerini almaya giderek, bir İngiliz<br />

savaş gemisine dek kendisine eşlik etmiştir. Padişah Hazretlerini gemide<br />

Akdeniz Filosu Genel Komutanı Amiral Sir De Brock karşılamıştır. İngiltere<br />

Olağanüstü Komiser Vekili Sir Nevile Henderson Padişah Hazretlerini gemide<br />

görmeye gitmiş <strong>ve</strong> Kral Beşinci Corc’a bildirilmek üzere isteklerini<br />

sormuştur.<br />

Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı yeğlerim.<br />

Egemenliği atadan oğla geçirmek gibi yanlış bir yöntemin sonucu olarak<br />

büyük bir makam, gösterişli bir san kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok<br />

yüksek olan soylu bir ulusu nasıl utanacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden<br />

anlaşılır. Gerçekten, hangi nedenle <strong>ve</strong> nasıl olursa olsun, Vahdettin<br />

gibi özgürlüğünü <strong>ve</strong> canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek<br />

denli aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir ulusun başında bulunduğunu<br />

düşünmek ne acıklıdır! Şuna kıvanabiliriz ki bu alçak, atalarından<br />

kalma saltanat makamından Türk ulusunca atıldıktan sonra tamamlamış<br />

bulunuyor. Türk ulusunun bu davranış önceliği elbette övülmeye değer.<br />

Beceriksiz, aşağılık, duygu <strong>ve</strong> anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini<br />

kabul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama böyle<br />

bir yaratığın, bütün Müslümanların Halifesi kimliğini taşıdığını söylemek<br />

elbette doğru değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce,<br />

bütün Müslüman toplumların tutsak olmaları koşuluna bağlıdır. Oysa<br />

dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca özgürlüğe<br />

<strong>ve</strong> bağımsızlığa simge olmuş bir ulusuz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk<br />

gün daha alçakçasına sürükleyebilmek için her türlü düşkünlüğü sakıncasız<br />

bulan halifeler oyununu da ortadan kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece<br />

devletlerin, ulusların, birbirleriyle olan ilişkilerinde kişilerin, özellikle


228 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

kendi devletinin <strong>ve</strong> ulusunun dokuncasına da olsa kişisel durumlarından <strong>ve</strong><br />

canlarından başka bir şey düşünemeyecek aşağılık kişilerin önemi olamayacağı<br />

yönündeki bilindik gerçeği doğruladık.<br />

Uluslararası ilişkilerde oyunculardan yararlanma düzenine düşkünlük<br />

çağına son <strong>ve</strong>rmek, uygar dünyanın içten gelen bir dileği olmalıdır!<br />

Sayın Baylar, kaçan halife, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce halifelikten<br />

çıkarıldı; yerine, sonuncu halife olan Abdülmecit Efendi seçildi. Meclisçe<br />

yeni halife seçilmeden önce, seçilecek kişinin de padişahlık tutku <strong>ve</strong><br />

ülküsüne kapılarak herhangi bir yabancı devlete sığınması olasılığını ortadan<br />

kaldırmak gerekiyordu. Bunun için İstanbul’daki görevlimiz Refet Paşa’ya,<br />

Abdülmecit Efendi ile görüşmesini; dahası, elinden, Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi’nin halifelik <strong>ve</strong> saltanat üzerine aldığı kararı tümüyle kabul ettiğini<br />

bildirir bir de belge alarak göndermesini yazdım. Bu yazdıklarım yapılmıştır.<br />

18 Kasım 1922 günü İstanbul’da Refet Paşa’ya bir gizli tel ile <strong>ve</strong>rdiğim<br />

yönergede de başlıca şu noktaları yazmıştım: “Abdülmecit Efendi,<br />

Müslümanların Halifesi sanını kullanacaktır. Bu sana, başka san <strong>ve</strong> söz eklenmeyecektir.<br />

Müslümanlık dünyasına duyurulmak üzere düzenleyeceği<br />

bir bildiriyi sizin aracılığınızla önce bize, şifre ile bildirecektir. Onaylandıktan<br />

sonra yine şifre ile <strong>ve</strong> sizin aracılığınızla kendisine bildirilecek, ondan<br />

sonra yayımlanacaktır. Bu bildirinin metnini başlıca şu noktalar oluşturacaktır:<br />

a) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisini halifeliğe seçmesinden<br />

ötürü sevindiği açıkça belirtilecektir.<br />

b) Vahdettin Efendi’nin yaptıkları ayrıntılarıyla kınanacaktır.<br />

c) Anayasanın ilk on maddesinin kapsamı uygun bir yolla açıklanarak<br />

<strong>ve</strong> önemli yerleri olduğu gibi alınarak, Türkiye Devleti’nin,<br />

Büyük Millet Meclisi’nin <strong>ve</strong> Hükümetinin kendine özgü<br />

nitelikleri ile yönetim biçiminin Türkiye halkı <strong>ve</strong> bütün Müslümanlık<br />

dünyası için en yararlı <strong>ve</strong> en uygun olduğu belirtilip saptanacaktır.<br />

d) Türkiye ulusal halk hükümetinin geçmişte gördüğü işler <strong>ve</strong> değerli<br />

çalışmaları övücü bir dille anılacaktır.<br />

e) İşbu bildiride, yukarıda sözü edilenlerden başka, siyasetle ilgili<br />

sayılabilecek bir görüş <strong>ve</strong> düşünceye yer <strong>ve</strong>rilmeyecektir.<br />

19 Kasım 1922 günlü açık bir telyazısı ile de Abdülmecit Efendi’ye:<br />

“Türkiye Devleti egemenliğini sınırsız <strong>ve</strong> koşulsuz olarak ulusa bırakan<br />

Anayasa gereğince yürütme erki <strong>ve</strong> yasama yetkisi kendisinde belirmiş <strong>ve</strong><br />

toplanmış bulunan, ulusun biricik <strong>ve</strong> gerçek temsilcilerinden kurulmuş


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 229<br />

Türkiye Büyük Meclisinin 1 Kasım 1922’de oybirliği ile kabul ettiği gerekçe<br />

<strong>ve</strong> ilkelere göre, yüce Meclisçe 18 Kasım 1922 günü yapılan oturumda halifeliğe<br />

seçilmiş olduğunu” bildirdim.<br />

19 Kasım 1922 günlü bir gizli telle Refet Paşa, çektiğimiz tellere<br />

yanıt <strong>ve</strong>riyordu. Abdülmecit Efendi: “İmzasının üstünde, Müslümanların<br />

Halifesi <strong>ve</strong> Mekke ile Medine’nin Kulu sanını koyabileceği; cuma selamlığında<br />

halifelere özgü kaftan giyebileceği <strong>ve</strong> Fatih’inkine benzer bir sarık takınabileceği<br />

<strong>ve</strong> bunun uygun olacağı” düşüncesini ileri sürmüş. Müslümanlık<br />

dünyasına yayımlayacağı bildiride ise, Vahdettin Efendi için bir şey söylemek<br />

konusunda özür dilemiş; ayrıca bildiri İstanbul gazetelerinde yayımlanırken<br />

Türkçesiyle birlikte Arapça çevirisinin de yayımlatılması görüşünü<br />

ileri sürmüş.<br />

Refet Paşa’ya makine başında 20 Kasım 1922 günü <strong>ve</strong>rdiğim yanıtta,<br />

“Müslümanların Halifesi” sanı ile birlikte “Kutsal Mekke ile Medine’nin<br />

Kulu” deyiminin de kullanılmasını onayladım. Cuma töreninde Fatih’in<br />

kılığına girmesini uygun bulmadım. Redingot ya da istanbulin giyebileceğini,<br />

askeri elbise giymesinin elbette söz konusu olamayacağını bildirdim.<br />

Yayımlanacak bildiride Vahdettin’in adı anılmaksızın eski halifenin kişiliğinin<br />

<strong>ve</strong> zamanında düşülen kötü durumun söz konusu edilmesi gerektiğini<br />

bildirdim.<br />

Refet Paşa’dan 20 Kasım 1922’de aldığım gizli bir telin birinci<br />

maddesinde şöyle deniliyordu: “Abdülmecit Efendi’nin 20 Kasım 1922<br />

günlü yazısının altında Peygamberin Halifesi <strong>ve</strong> Kutsal Mekke ile Medine’nin<br />

Kulu sanının altında Abdülaziz Han Oğlu Abdülmecit imzası kullanılmıştır.”<br />

Baylar, yaptığımız uyarmayı iyi karşıladığını söylemiş olan Abdülmecit<br />

Efendi, “Müslümanların Halifesi” yerine “Peygamber Halifesi” <strong>ve</strong><br />

babasının adı dolayısıyla da “Han” sanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır.<br />

Birtakım düşünceler ileri sürdükten sonra da bildirisinde Vahdettin’e<br />

değinmekten vazgeçtiğini; çünkü “başkasının kötü işlerini anmak biçiminde<br />

bile olsa, böyle bir bildirinin kendi tutumuna <strong>ve</strong> yaradılışına ağır geleceğinin<br />

bilindiğini” bildirmiş. Bu, telin ikinci maddesinde yazılı idi. Telin üçüncü<br />

maddesi, benim Meclis Başkanı olarak kendisine halifeliğe seçildiğini<br />

bildirmek üzere yazdığım tele yanıt idi. Bu yanıtta “Ankara’da Türkiye Büyük<br />

Millet Meclisi Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine”<br />

diye doğrudan doğruya beni ilgilendiren özel bir başlık kullanılmıştı. Dördüncü<br />

maddede, Müslümanlık dünyasına yayımlayacağı bildirinin örneği<br />

vardı. Bu bildiriye İstanbul’un “Yüce Halifelik Merkezi” olduğu da özenle<br />

yazılmış bulunuyordu.


230 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

21 Kasım 1922 günlü bir telde, Peygamberin Halifesi yerine, daha<br />

önce bildirdiğimiz gibi, Müslümanların Halifesi denilecektir dedik. Halifeliğe<br />

seçildiğini bildirmek üzere yazdığımız tele <strong>ve</strong>receği yanıtın bana değil,<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına gönderilmesi konusunda kendisini<br />

uyardık. Yazılarında siyasal <strong>ve</strong> genel konuları kapsayan sözcükler bulunduğunu,<br />

bunlardan çekinmesi gerektiğini bildirdik.<br />

Baylar, önemsiz ayrıntılar gibi görülebilecek olan bu açıklamalarımla<br />

belirtmek istediğim temel nokta şudur: Ben, kişisel egemenliğin kaldırılmasından<br />

sonra, başka sanla yine bu nitelikte bir makam sayılması gereken<br />

halifeliğin de kaldırılmış bulunduğunu kabul ediyordum. Bunun uygun<br />

zaman <strong>ve</strong> fırsatta söylenmesini uygun buluyordum. Halifeliğe seçilen Abdülmecit<br />

Efendi’nin, bu gerçeği hiç anlamadığı düşünülemez. Özellikle,<br />

onun, halife sanı ile padişahlık yapması için gerekli nedenleri <strong>ve</strong> koşulları<br />

hazırlayıp sağlayabileceklerini tasarlayan kimseler bulunduğu düşünülürse,<br />

kendisinin <strong>ve</strong> doğal yardımcılarının bön <strong>ve</strong> aymaz kişiler olduklarını sanmak<br />

hiç de doğru olamazdı.<br />

Şimdi isterseniz, halife seçimi dolayısıyla Meclisin 18 Kasım 1922<br />

günü yaptığı gizli oturumlardaki görüşmeler üzerine kısaca bilgi <strong>ve</strong>reyim.<br />

Mecliste sorunu çok ağır <strong>ve</strong> önemli sayanlar vardı. Özellikle hoca efendiler,<br />

kendi uzmanlıklarıyla ilgili bir konu bulduklarından çok dikkatli <strong>ve</strong> uyanıktılar.<br />

Bir halife kaçmış... Onu halifelikten çıkarmak, yenisini seçmek... Sonra<br />

yenisini İstanbul’da bırakmayıp Ankara’ya getirmek... Ulusun <strong>ve</strong> devletin<br />

yakından başına geçirmek... Kısacası, halifenin kaçması yüzünden Türkiye’de,<br />

bütün Müslümanlık dünyasında kargaşa çıkmış ya da çıkacakmış...<br />

Onun için önlemler alınmalıymış... yönünde görüşler, kaygılar ileri sürülüyordu.<br />

Konuşmacıların kimisi de halife olacak kişinin niteliğinin <strong>ve</strong> yetkisinin<br />

ne olacağını saptamak gereğinden söz ediyordu. Ben de görüşmelere<br />

<strong>ve</strong> tartışmalara katıldım. Söylediklerimin çoğu, ileri sürülen düşüncelere<br />

yanıt niteliğindeydi. Söylediklerimin ana çizgileri şu cümlelerde bulunuyordu:<br />

“Söz konusu sorun çok tartışılıp irdelenebilir. Ama tartışma <strong>ve</strong> irdelemelerde<br />

ne denli ileri gidersek, sorunu çözümlemekte o denli güçlüğe<br />

uğrar <strong>ve</strong> gecikiriz. Yalnız şu noktaya dikkati çekerim: Bu Meclis Türkiye<br />

halkının Meclisidir. Bu Meclisin niteliği <strong>ve</strong> yetkisi yalnız <strong>ve</strong> ancak Türk halkının<br />

<strong>ve</strong> Türk yurdunun varlığı <strong>ve</strong> yazgısıyla ilgilidir <strong>ve</strong> ancak ona etki yapabilir.<br />

Meclisimiz, kendi kendine bütün Müslümanlık dünyasına etkin bir<br />

güç edinemez Baylar! Türk ulusu <strong>ve</strong> onun temsilcilerinden kurulmuş olan<br />

Meclisimiz kendi varlığını, halife sanını taşıyan ya da taşıyacak olan bir kişinin<br />

eline <strong>ve</strong>remez <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rmeyecektir Baylar! Bundan dolayı Müslümanlık


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 231<br />

dünyasında kargaşa varmış ya da olacakmış; bunların hepsi anlamsız <strong>ve</strong><br />

yalan sözlerdir. Kim söylemişse yalan söylemiştir, yalan söylüyor.”<br />

Bu sözümü kabul etmeyen bir kişiye yanıt <strong>ve</strong>rdim, açıktan açığa<br />

dedim ki: “Sen yalan söyleyebilirsin, bu yaratılıştasın!”<br />

Baylar, gürültüye yer olmadığını açıkladıktan sonra dedim ki: “Bizim,<br />

dünya gözündeki en büyük gücümüz <strong>ve</strong> erkimiz, yeni durumumuz <strong>ve</strong><br />

niteliğimizdir. Halife tutsak olabilir. Halife adını taşıyanlar yabancılara sığınabilirler.<br />

Düşmanlar <strong>ve</strong> halifeler el ele <strong>ve</strong>rip her şeyi yapmaya girişebilirler.<br />

Ama yeni Türkiye’nin yönetim biçimini, siyasetini, gücünü, kesinlikle<br />

sarsamazlar. Türk halkının kayıtsız <strong>ve</strong> koşulsuz olarak egemenliğini elinde<br />

tuttuğunu bir kez daha <strong>ve</strong> kesinlikle söylüyorum. Egemenlik, hiçbir anlamda,<br />

hiçbir biçimde, hiçbir renk <strong>ve</strong> belirtide ortaklık kabul etmez. Sanı ister<br />

halife olsun, ister ne olursa olsun, hiç kimse bu ulusun yazgısında ona ortak<br />

çıkamaz. Ulus, buna, kesinlikle göz yumamaz. Bunu önerecek hiçbir<br />

millet<strong>ve</strong>kili bulunamaz. Bunun için, kaçak halifeyi halifelikten çıkarmakta,<br />

yenisini seçmekte <strong>ve</strong> bu konuyla ilgili bütün işlemlerde, söylediğim görüşlere<br />

uymak zorunludur. Başka türlü hiçbir şey yapılamaz.”<br />

Sayın Baylar, biraz tartışmalı <strong>ve</strong> gürültülü olmakla birlikte, Meclisin<br />

çoğunluğu, yapılacak işlem üzerinde görüş birliğine vardı. Alınacak sonucun<br />

ne olduğunu biliyorsunuz. Saltanatın kaldırılması üzerine İstanbul’da<br />

hükümet adını taşıyan Tevfik <strong>ve</strong> İzzet Paşalarla arkadaşlarının çekilme yazılarını<br />

Saraya nasıl <strong>ve</strong>rdiklerinden, İstanbul’un yönetimini düzenlemek için<br />

<strong>ve</strong>rdiğimiz buyruklardan <strong>ve</strong> yönergelerden de söz ederek yüksek kurulunuzu<br />

yormayı yararlı bulmuyorum.<br />

Lozan Konferansı genel toplantısı, 21 Kasım 1922 günü yapılmıştır.<br />

Bu konferansta Türkiye Devleti’ni İsmet Paşa Hazretleri temsil etti. Trabzon<br />

Millet<strong>ve</strong>kili Hasan Bey ile Sinop Millet<strong>ve</strong>kili Rıza Nur Bey, İsmet Paşa’nın<br />

başkanlığındaki Delegeler Kurulunu oluşturuyordu. Delegeler Kurulumuz,<br />

Kasım 1922 başlarında, Lozan’a gitmek üzere Ankara’dan ayrıldı.<br />

Baylar, iki dönemli olup, sekiz ay süren Lozan Konferansı <strong>ve</strong> sonucu<br />

dünyaca bilinmektedir. Bir süre, Ankara’da, Lozan Konferansı görüşmelerini<br />

izledim. Görüşmeler ateşli, tartışmalı geçiyordu. Türk haklarını tanıyan<br />

olumlu sonuç görülmüyordu. Ben, bunu oldukça doğal buluyordum.<br />

Çünkü, Lozan Barış masasında söz konusu edilen sorunlar, yalnız üç dört<br />

yıllık yeni döneme ilişkin <strong>ve</strong> özgü kalmıyordu. Yüzyıllık hesaplar görülüyordu.<br />

Bu denli eski, bu denli karışık, bu denli bulaşık hesapların içinden<br />

çıkmak, elbette, o kadar rahat <strong>ve</strong> kolay olmayacaktı.<br />

Baylar, bilirsiniz ki yeni Türk Devletinden önceki Osmanlı Devleti<br />

“Eski Antlaşmalar” adı altında birtakım kapitülasyonların tutsağı idi. Hıristiyan<br />

topluluk birçok ayrıcalık <strong>ve</strong> önceliklere sahip bulunuyordu. Osmanlı


232 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Devletinin, Osmanlı ülkesinde bulunan yabancıları yargılama hakkı yoktu;<br />

kendi uyruklarından aldığı <strong>ve</strong>rgiyi yabancılardan alması yasaktı; devletin<br />

varlığını kemiren <strong>ve</strong> kendi sınırları içinde bulunan topluluklara karşı önlemler<br />

alması yasak edilirdi. Osmanlı Devletinin, kendisini kuran temel öğenin,<br />

Türk ulusunun insanca yaşamasını sağlayacak yollara başvurması da yasaklanmıştı.<br />

Ülkeyi bayındırlaştıramaz, demiryolu yaptıramaz dahası, okul<br />

bile yaptırmakta özgür değildi. Bu gibi durumlarda yabancılar engel olurdu.<br />

Osmanlı hükümdarları <strong>ve</strong> yakınları görkemli <strong>ve</strong> parıltılar içindeki yaşamlarını<br />

sağlayabilmek için ülke <strong>ve</strong> ulusun bütün kaynaklarını kuruttuktan<br />

başka, ulusun her türlü gelirini karşılık göstererek <strong>ve</strong> devletin onur <strong>ve</strong> özsaygısını<br />

ayaklar altına alarak birçok borçlara girmişlerdi. O denli ki devlet<br />

bu borçların faizlerini bile ödeyemeyecek duruma gelmiş, dünya gözünde<br />

batmış sayılmıştı.<br />

Baylar, kalıtçısı olduğumuz Osmanlı Devletinin dünya gözünde<br />

hiçbir değeri, erdemi <strong>ve</strong> onuru kalmamıştı. Uluslararası hukukun dışında<br />

bırakılmış, neredeyse koruyuculuk <strong>ve</strong> güdüm altına alınmış durumda varsayılıyordu.<br />

Geçmişteki savsaklamalarla, yanılgılarla ilgimiz yokken, yüzyılların<br />

birikmiş hesaplarının bizden sorulmaması gerekirken, bu konuda da<br />

dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşmüştü. Ulusu <strong>ve</strong> ülkeyi gerçek bağımsızlığına<br />

<strong>ve</strong> egemenliğine kavuşturmak için bu güçlüklere katlanmak <strong>ve</strong><br />

öz<strong>ve</strong>ride bulunmak da bizim üzerimize yükletilmişti. Ben, sonucun mutlaka<br />

olumlu olacağından emindim. Türk ulusunun varlığı için, bağımsızlığı için,<br />

egemenliği için ne olursa olsun elde etmek <strong>ve</strong> sağlamak zorunda olduğu<br />

temellerin dünyaca tanınacağından hiç kuşku duymuyordum. Çünkü, gerçekte<br />

bu temeller güçle, hak ederek <strong>ve</strong> eylemli <strong>ve</strong> nesnel olarak alınmıştı.<br />

Konferans masasında istediğimiz, zaten elde edilmiş olan şeylerin yöntem<br />

gereği yazılıp onanmasından başka bir şey değildi. İsteklerimiz açık <strong>ve</strong> doğal<br />

haklarımızdı. Bundan başka, haklarımızı korumak <strong>ve</strong> sağlamak için gücümüz<br />

de vardı; gücümüz de yeterdi. En büyük gücümüz, en gü<strong>ve</strong>nilir dayanağımız,<br />

ulusal egemenliğimizi elde etmiş, onu eylemli olarak halkın eline<br />

<strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> halkın elinde tutabileceğimizi yine eylemli olarak kanıtlamış<br />

olduğumuzdu. İşte bu düşüncelerle, Konferansın gidişini soğukkanlılıkla izliyor<br />

<strong>ve</strong> gösterdiği ters durumlara gereğinden çok önem <strong>ve</strong>rmiyordum.<br />

Baylar, saltanatın kaldırılışı, halifelik makamının yetkisiz kalışı üzerine,<br />

halk ile yakından görüşmek, ruh durumunu <strong>ve</strong> düşünce eğilimini bir<br />

daha incelemek önemliydi. Bundan başka, Meclis, son yılına girmiş bulunuyordu.<br />

Yeni seçim dolayısıyla Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ni<br />

bir siyasal parti durumuna getirmeye karar <strong>ve</strong>rmiştim. Barış sağlanacak<br />

olursa, derneğimiz örgütlerinin siyasal partiye çevrilmesini gerekli<br />

görüyordum. Bu konuda da halkla karşı karşıya gelip görüşmeyi uygun <strong>ve</strong><br />

yararlı buluyordum. Utkudan sonra, eğitimle uğraşmaya başlamış olan or-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 233<br />

dumuzu da yakından görmek istiyordum. İşte bu amaçlarla, Batı Anadolu’da<br />

bir gezi yapmak üzere 14 Ocak 1923 günü Ankara’dan ayrıldım. Eskişehir’den<br />

başlayarak İzmit, Bursa, İzmir, Balıkesir’de halkı uygun yerlerde<br />

toplayarak uzun söyleşiler yaptım. Bana diledikleri gibi özgürce sorular<br />

sormalarını halktan istedim. Sorulan sorulara, yanıt olmak üzere, altı saat,<br />

yedi saat süren konuşmalar yaptım.<br />

Sayın baylar, hemen her yerde halkın anlamak istediği şeylerden<br />

dikkati çekenler şunlardı: Lozan Konferansı <strong>ve</strong> sonucu, ulusal egemenlik <strong>ve</strong><br />

halifelik makamı, bunların durumları <strong>ve</strong> ilişkileri; bir de kurmayı amaçladığımı<br />

öğrendikleri siyasal parti... Lozan Konferansı görüşmelerini, olduğu<br />

gibi, her yerde özetliyordum. Olumlu sonuç alınacağına olan inancımı da<br />

söyleyerek ulusu kaygıdan kurtarmaya çalışıyordum.<br />

Halkın, ulusal egemenlik ile halifelik makamının durumları <strong>ve</strong> ilişkileri<br />

ile ilgilenip kaygılanmaya hakkı vardı. Çünkü, Meclis 1 Kasım 1922 tarihli<br />

kararıyla, kişi egemenliğine dayanan hükümet biçiminin 16 Mart<br />

1920’den başlayarak <strong>ve</strong> sonsuza değin tarihe karıştığını duyurduktan sonra,<br />

birtakım Şükrü Hocalar, “Müslüman kamuoyu kuşkulara <strong>ve</strong> üzüntülere<br />

düşmüştür.” diyerek eylem <strong>ve</strong> çalışmaya koyuldular. “Halifelik demek, hükümet<br />

demektir. Halifeliğin hak <strong>ve</strong> görevlerini ortadan kaldırmak hiç kimsenin,<br />

hiçbir meclisin elinde değildir.” düşüncesini gündeme getirmişlerdi.<br />

Meclisin, ulusun kaldırdığı kişi egemenliğini halifelik makamında sürdürmek<br />

<strong>ve</strong> padişahın yerine halifeyi koymak tutkusuna düşmüşlerdi. Gerçekten,<br />

gerici bir grup, Afyonkarahisar Millet<strong>ve</strong>kili Hoca Şükrü’nün imzasıyla,<br />

“İslam Halifeliği <strong>ve</strong> Büyük Millet Meclisi” adıyla bir kitapçık yayımladı. Bu<br />

kitapçığın Ankara’da 15 Ocak 1923’de yayımlandığı <strong>ve</strong> bütün Meclis üyelerine<br />

dağıtıldığı bana İzmit’te bildirildi. Kitapçığın üzerinde yalnızca 1339<br />

(1923) yılı yazılmıştı. Ama kitapçığın, daha ben Ankara’da iken hazırlanıp<br />

basıldığı <strong>ve</strong> benim Ankara’dan ayrıldığım 14 Ocak 1923 gününün ertesinde<br />

ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştır. Şükrü Efendi Hoca <strong>ve</strong> arkadaşları “Halife<br />

Meclisin, Meclis Halifenindir” saçmalığıyla Millet Meclisini Halifenin danışma<br />

kurulu <strong>ve</strong> Halifeyi Meclisin <strong>ve</strong> dolayısıyla devletin başkanı gibi göstermek<br />

<strong>ve</strong> kabul ettirmek istemişlerdir.<br />

Baylar, halife bulunan kişiyi umuda düşürecek kimi içten bağlılık<br />

gösterileri de dikkati çekiyordu. Gizli olarak yapılan bağlılık gösterileri ise<br />

bizim görünüşe göre anladıklarımızdan daha çokmuş. Bu konuda bir örnek<br />

<strong>ve</strong>rmiş olmak için, o sıralarda İstanbul <strong>ve</strong> Trakya’da görevlimiz <strong>ve</strong> temsilcimiz<br />

olan Refet Paşa’nın yine o günlerde Konya adlı bir atı Halifeye sunması<br />

dolayısıyla kendi kardeşi, hem de emir subayı Rifat Bey’e yazdığı bir<br />

gizli tel ile, Halifenin başya<strong>ve</strong>r aracılığıyla bu tele <strong>ve</strong>rdiği yanıtı, olduğu gibi<br />

bilginize sunacağım:


234 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Şifre 5.1.1923<br />

Rifat Bey’e:<br />

Konya’yı Halife Hazretlerine sunmak için getirtmiştim. Yalnız şu<br />

anda ne durumda olduğunu görmediğim için çekiniyorum. İstanbul’da iyi<br />

bir hayvan bulunmayacağını anladığım için Halife Hazretlerinin başya<strong>ve</strong>rlerinden<br />

de hayvan satın almak için i<strong>ve</strong>dilik göstermemelerini rica etmiştim.<br />

Hayvanın Halife Hazretlerince beğenilmesini Tanrı’nın bir iyiliği olarak<br />

kabul ediyorum. Büyük bir ataklık olacağını biliyor isem de Kurtuluş Savaşının<br />

tarihsel bir anısı olduğu için, kendilerine bağlı bir eski askerin savaş<br />

armağanı olarak sunduğu Konya’nın Halife Hazretlerince kabul olunarak<br />

sevindirilmemi rica ederim. En içten kulluk duygularıyla ellerini öptüğümün<br />

Hafife Hazretlerine duyurulmasında aracı olmasını Başya<strong>ve</strong>r Şekip<br />

Bey’den dilerim. Konya’yı <strong>ve</strong> bu gizli teli Başya<strong>ve</strong>r Şekip Bey’e hemen <strong>ve</strong>riniz.<br />

Refet<br />

7 Ocak 1923<br />

Trakya Olağanüstü Temsilcisi Refet Paşa Hazretlerine<br />

Saygıyla sunulur.<br />

Değerli kardeşiniz Rifat Bey’in <strong>ve</strong>rdiği yüce telinizi Halife Hazretleri<br />

Efendimize sundum <strong>ve</strong> gösterdim. Peygamber Hazretlerinin Yüce Vekili,<br />

gerek yeniden bildirilen özbağlılık duygularından <strong>ve</strong> gerekse sunulan Konya<br />

adlı hayvandan dolayı özellikle kıvanıp sevindiler <strong>ve</strong> saygın yurdumuzun<br />

bağımsızlığını korumak gibi pek kutsal <strong>ve</strong> yüce bir amacın elde edilmesine<br />

çalışan büyükler arasında seçkinleşen yüce kişiliğinizin de yiğitlik <strong>ve</strong><br />

öz<strong>ve</strong>ri gösterdiği er meydanlarından birinin adıyla adlandırılan bu sevimli<br />

<strong>ve</strong> güzel atı almakla da övünç duydular. Yüce Cebrail, evrenin övüncü<br />

Peygamberimiz Efendimize (Ona selam olsun) Tanrı’nın elçisi olduğunu<br />

bildirdiği gibi, yüksek kişiliğiniz de Halife Hazretlerine <strong>ve</strong>kil olduğunu bildirdiğinden<br />

dolayı yüce varlığınız kendilerine bütün yaşadığı günlerin en<br />

mutlu <strong>ve</strong> en kutlu bir olayını her zaman için anımsatacaktır. Yüce kişiliğinizin<br />

bu değerli anıya karışmış olması dolayısıyla sık sık <strong>ve</strong> büyük sevgiyle<br />

anılacağınız besbelliyken, bir de her gün, alışkanlık gereği, sabah rüzgârı<br />

gibi yürüyen bu ata binildikçe yüksek <strong>ve</strong> değerli anılarınız bir daha yenilenecektir.<br />

Şu satırlarla Halife Efendimizin değerbilir, öz <strong>ve</strong> gerçek duygularını<br />

ne ölçüde yansıtabildiğimi kestiremem. Bunu başaramadıysam, eksiğini<br />

yüksek kişiliğinize kendilerinin doğrudan doğruya göstermiş oldukları<br />

sevgi belirtileri <strong>ve</strong> babaca gönül okşayışları daha önce gidermiş <strong>ve</strong> ödemiştir<br />

düşüncesiyle avunmaktayım. Bundan yararlanarak <strong>ve</strong> sonuç olarak, size<br />

Tanrı Gölgesinin özel selamlarını <strong>ve</strong> Peygamber Vekilinin hayır dualarını


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 235<br />

bildirip muştulamakla onur kazanır; üstün saygılarımı kabul etmek iyiliğinde<br />

bulunmanızı rica ederim Efendim Hazretleri.<br />

Başya<strong>ve</strong>r<br />

Şekip Hakkı<br />

(Bu yazışmaları <strong>ve</strong> karşılıklı sevgi gösterilerini biz, ancak halifeliğin<br />

kaldırılmasından <strong>ve</strong> padişah soyundan olan kişilerin ülkeden çıkarılmasından<br />

sonra bir rastlantıyla öğrenebildik.)<br />

Şunu bilginize sunmalıyım ki Şükrü Efendi Hoca ile onu <strong>ve</strong> imzasını<br />

ileri süren siyasetçiler, sultan ya da padişah sanını taşıyan bir hükümdar<br />

yerine sanı halife olan bir hükümdar koyarak konuşmuşlar <strong>ve</strong> önerilerde<br />

bulunmuşlardı. Şu ayrımla ki herhangi bir ülke <strong>ve</strong> ulusun hükümdarı yerine<br />

dünyanın dört bucağında düzensiz yığınlar durumunda yaşayan, çeşitli<br />

soydan üç yüz milyonluk bir topluluğa sözü geçecek bir hükümdardan <strong>ve</strong><br />

onun görevlerinden, yetkilerinden söz etmişlerdi. Bütün Müslümanlara<br />

egemen olacak bu ulu hükümdarın eline güç olarak, üç yüz milyon Muhammet<br />

ümmetinden yalnız on, on beş milyon Türk halkını <strong>ve</strong>rmişlerdi.<br />

Halife adındaki hükümdar, “bütün Müslümanların işlerini yönetecek <strong>ve</strong><br />

dünya işleriyle ilgili kurallardan, çıkarlarına en uygun olanlarını uygulayacak”<br />

idi. Bütün Müslümanların, “haklarını savunacak, onların bütün işlerine<br />

etkin bir kararlılık <strong>ve</strong> istenç ile” el atacaktı. Halife adındaki hükümdar;<br />

dünya yüzündeki üç yüz milyon Müslüman arasında adaleti sürdürecek,<br />

kamu haklarını gözetecek, dirlik düzenliği <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>ni bozacak olayları önleyecek,<br />

Müslümanlara başka dinden olanların yapabilecekleri saldırılara engel<br />

olacaktı. Müslüman topluluğunun esenliğini sağlamaya yarayacak uygarlık<br />

<strong>ve</strong> bayındırlık koşullarını hazırlamakla yükümlü bulunacaktı.<br />

Sayın Baylar, bu denli bilgisiz <strong>ve</strong> dünyanın durum <strong>ve</strong> gerçeklerinden<br />

bu denli habersiz olan Şükrü Hoca <strong>ve</strong> benzerlerinin ulusumuzu aldatmak<br />

için “Müslümanlık Kuralları” diye yayımladıkları uydurmaların, aslında<br />

yeniden anlatılacak bir değeri yoktur. Ama, bunca yüzyıllarda olduğu<br />

gibi, bugün de ulusların bilgisizliğinden <strong>ve</strong> bağnazlığından yararlanarak bin<br />

bir türlü siyasal <strong>ve</strong> kişisel amaç <strong>ve</strong> çıkar sağlamak için dini araç olarak kullanmaya<br />

kalkışanların, içeride <strong>ve</strong> dışarıda bulunuşu bizi bu konuda söz<br />

söylemekten, ne yazık ki şimdilik alıkoyamıyor. İnsanlıkta din duygu <strong>ve</strong><br />

bilgisi, her türlü boş inançlardan sıyrılarak gerçek bilim <strong>ve</strong> teknik ışığıyla<br />

arınıp olgunlaşıncaya değin, din oyunu oyuncularına her yerde rastlanacaktır.<br />

Şükrü hocaların ne denli anlamsız, mantıksız <strong>ve</strong> uygulanma niteliğinden<br />

yoksun görüş <strong>ve</strong> yargılar savurduklarını anlamamak için gerçekten<br />

Hoca Efendi gibi “Allahlık” denilen yaratıklardan olmak gerekir. Halife <strong>ve</strong>


236 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

halifelik yönetiminin, onların dediği gibi bütün dünya Müslümanları üzerinde<br />

geçerli olması gerekince, bütün varlığını <strong>ve</strong> güç kaynaklarını halifenin<br />

buyruklarına bırakmakla Türkiye halkının omuzlarına yüklenecek yükün ne<br />

denli ağır olacağını biraz olsun acıyarak düşünmek gerekmez miydi? Onların<br />

ileri sürdükleri gerekçe <strong>ve</strong> yargılara göre halife adlı hükümdar Çin,<br />

Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asir, Mısır, Trablus,<br />

Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın her yerindeki Müslümanların<br />

<strong>ve</strong> Müslüman ülkelerin işlerini elinde tutacaktı. Bu kuruntunun hiçbir<br />

zaman gerçekleşmemiş olduğunu bilirsiniz. Müslüman topluluklarının birbirinden<br />

büsbütün başka amaçlarla ayrıldıkları, Emevilerin Endülüs’te, Alevilerin<br />

Mağrip’te 68 , Fâtimilerin Mısır’da, Abbasilerin Bağdat’ta birer halifelik<br />

yani saltanat kurdukları <strong>ve</strong> dahası, Endülüs’te her bin kişilik bir topluluğun<br />

“bir halifesi ile bir minberi” bulunduğu Hoca Şükrü imzasını taşıyan kitapçıkta<br />

da yazılıdır.<br />

Bu tarihsel gerçeği bilmezlikten gelerek, hemen hepsi yabancı devletlerin<br />

uyruğu olan ya da bağımsız olan Müslüman uluslara ya da devletlere<br />

halife adı altında bir hükümdar görevlendirip atamak akıl <strong>ve</strong> gerçekle<br />

bağdaşabilir miydi? Özellikle, böyle bir hükümdar makamını korumak için<br />

bir avuç Türkiye halkını bu işe bağlamak, onu yok etme yolunda uygulanagelen<br />

önlemlerin en etkilisi olmaz mıydı? “Halifenin görevi dinsel değildir.<br />

Halifeliğin temeli nesnel güç <strong>ve</strong> egemenlik erkidir.” diyenlerin, halifeliğin<br />

devlet, halifenin devlet başkanı olduğunu söyleyip kanıtladıkları <strong>ve</strong><br />

amaçlarının da halife sanını taşıyan bir kişiyi Türkiye Devletinin başına geçirmek<br />

olduğu kolaylıkla anlaşılabilirdi.<br />

Sayın Baylar, Şükrü Hoca Efendi’nin <strong>ve</strong> siyasetçi arkadaşlarının,<br />

kendi siyasal amaçlarını açıktan açığa söylemeyip, bunu, bütün İslam dünyasının<br />

amacıymış gibi göstermek istemeleri, dinsel bir sorunmuş gibi söz<br />

konusu etmeleri, halifelik oyuncağının ortadan kaldırılmasını çabuklaştırmaktan<br />

başka bir sonuç <strong>ve</strong>rmemiştir.<br />

Halifelik konusunda halkın kuşku <strong>ve</strong> kaygısını gidermek için her<br />

yerde gereği kadar konuştum <strong>ve</strong> açıklamalarda bulundum. Kesin olarak<br />

dedim ki “ulusumuzun kurduğu yeni devletin yazgısına, işlerine, bağımsızlığına,<br />

sanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmayız! Ulusun kendisi, kurduğu<br />

devleti <strong>ve</strong> onun bağımsızlığını koruyor <strong>ve</strong> sonsuza dek koruyacaktır!”<br />

Ulusa anlattım ki bütün Müslümanları içeren bir devlet kurmak göreviyle<br />

yükümlüymüş gibi düşlenen bir halifenin, görevini yapabilmesi için, Türkiye<br />

Devleti <strong>ve</strong> onun bir avuç insanı halifenin buyruğuna <strong>ve</strong>rilemez. Ulus,<br />

68<br />

Endülüs= İspanya, Mağrip= Batı (Burada söz edilen Kuzey Batı Afrika’dır).


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 237<br />

bunu kabul edemez! Türkiye halkı bu denli büyük bir sorumluluğu, bu<br />

denli mantık dışı bir görevi üstlenemez.<br />

Ulusumuz, yüzyıllarca, bu boş görüşlerden yola çıkarıldı. Ama ne<br />

oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup<br />

yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye’yi,<br />

Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek<br />

için kaç insan şehit oldu, bunu biliyor musunuz? Sonuç ne oldu görüyor<br />

musunuz?! dedim.<br />

Halifeye, dünyaya meydan okutmak <strong>ve</strong> onu bütün Müslümanların<br />

işlerine etkili kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından<br />

değil, onun sekiz on katı insandan oluşan büyük Müslüman topluluklarından<br />

istemelidirler! Yeni Türkiye’nin <strong>ve</strong> yeni Türkiye halkının artık<br />

kendi yaşam <strong>ve</strong> mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur... Başkalarına<br />

<strong>ve</strong>rilecek en küçük bir şeyi kalmamıştır! dedim. Başka bir noktayı da<br />

halkın gözünde iyice canlandırmak için şu açıklamayı yaptım: Bir an için<br />

varsayalım ki dedim, Türkiye söz konusu görevi kabul etsin. Bütün Müslümanları<br />

bir noktada birleştirerek yönetmek amacına yönelsin, başarı da<br />

sağlasın! İyi de uyruğumuz <strong>ve</strong> yönetimimiz altına almak istediğimiz uluslar<br />

derlerse ki “Bize büyük hizmetler <strong>ve</strong> yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz.<br />

Ama biz bağımsız kalmak istiyoruz. Bağımsızlık <strong>ve</strong> egemenliğimize kimsenin<br />

karışmasını uygun görmeyiz! Biz kendi kendimizi yönetebilecek güçteyiz!”<br />

Bu durumda, Türkiye halkının bütün çalışma <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>risi, yalnızca bir<br />

teşekkür <strong>ve</strong> dua almak için mi göze alınacaktır?! Görülüyordu ki boş bir<br />

özenti için, bir kuruntu <strong>ve</strong> bir düş için Türkiye halkını yok etmek istiyorlardı.<br />

Halifeliğe <strong>ve</strong> halifeye görev <strong>ve</strong> yetki <strong>ve</strong>rmek düşüncesinin niteliği bundan<br />

başka bir şey değildi.<br />

Baylar, halka sordum: Bir Müslüman devleti olan İran ya da Afganistan,<br />

halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak<br />

tanıyamaz, çünkü devletinin bağımsızlığını, ulusunun egemenliğini ortadan<br />

kaldırır.<br />

Ulusa, kendimizi dünyanın egemeni sanmak aymazlığı, artık sürüp<br />

gitmemelidir uyarısında da bulundum. Gerçek yerimizi <strong>ve</strong> dünyanın durumunu<br />

tanımamak aymazlığıyla <strong>ve</strong> aymazlara uymakla, ulusumuzu sürüklediğimiz<br />

yıkımlar yetişir! Bile bile aynı faciayı sürdüremeyiz!<br />

Baylar, İngiliz tarihçilerinden Vels (Wells) iki yıl önce bir tarih kitabı<br />

yayımladı. Bu kitabın son sayfaları, “Dünya Tarihinin Gelecek Evresi” başlığı<br />

altında birtakım görüşler içerir. Bu görüşlerde ele alınan konu, “birleşik<br />

bir dünya devleti”dir. Vels, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl<br />

kurulabileceği <strong>ve</strong> böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı<br />

üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor; adaletin <strong>ve</strong> tek bir yasanın buy-


238 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

ruğu altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor. Vels,<br />

“Bütün egemenlikler tek bir egemenlik içinde eritilmezse, ulusların üstünde<br />

bir erk yaratılmazsa dünya yok olacaktır.” diyor <strong>ve</strong> “Gerçek devlet, çağımız<br />

ileri yaşama koşullarının zorunlu kıldığı birleşik dünya devletinden başka<br />

bir şey olamaz; kuşku yoktur ki insanlar kendi yarattıkları şeylerin altında<br />

ezilmek istemezlerse er geç birleşmek zorunda kalacaklardır.” yönündeki<br />

görüşlerini açıklıyor. “İnsanlığın dayanışmasıyla ilgili büyük düşün sonunda<br />

gerçekleşebilmesi için ne yapmak <strong>ve</strong> neyin önüne geçmek gerekeceğinin<br />

doğru olarak bilinmediği; saldırgan bir dış siyaset geleneği olan devletlerin,<br />

bir dünya birleşik devletince temsil edilmelerinin güç olacağı” da ileri sürülüyor.<br />

Vels’in “Avrupa <strong>ve</strong> Asya’nın yıkımları <strong>ve</strong> ortak gereksinimleri, belki<br />

dünyanın bu iki bölümündeki ulusların bir ölçüye kadar birleşmesine yarayacaktır.<br />

Belki de dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra<br />

bölgesel birleşmeler yapılır.” yönündeki görüşlerini de belirteyim.<br />

Baylar, bütün insanlığın görgü, bilgi <strong>ve</strong> düşünüşte yükselip olgunlaşması;<br />

Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden vazgeçerek yalınlaştırılmış<br />

<strong>ve</strong> herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş, arı <strong>ve</strong> lekesiz bir<br />

dünya dininin kurulması <strong>ve</strong> insanların şimdiye değin kavgalar, pislikler,<br />

kaba istek <strong>ve</strong> eğilimler arasındaki bir sefillik içinde yaşadıklarını kabul ederek,<br />

bütün beden <strong>ve</strong> akılları zehirleyen hastalık tohumlarını yenmeye karar<br />

<strong>ve</strong>rmesi gibi koşulların gerçekleşmesini gerektiren “Birleşik Dünya Devleti”<br />

kurma düşünün tatlı olduğunu yadsıyacak değiliz.<br />

Bu betimleme <strong>ve</strong> düşlemeye az çok benzer bir düş, hilafetçileri <strong>ve</strong><br />

İslam birliği yandaşlarını -Türkiye’ye musallat olmamaları koşuluyla- sevindirmek<br />

için bizde de betimlenmişti. Betimlenen yaklaşım şuydu: Avrupa’da,<br />

Asya’da, Afrika’da <strong>ve</strong> dünyanın başka yerlerinde yaşayan Müslüman<br />

toplulukları, gelecekte herhangi bir gün, kendi istenç <strong>ve</strong> isteklerini kullanıp<br />

uygulayacak güç <strong>ve</strong> özgürlüğü kazanırlar <strong>ve</strong> o zaman gerekli <strong>ve</strong> yararlı<br />

görürlerse, çağın koşullarına uygun nitelikte birtakım uzlaşma <strong>ve</strong> birleşme<br />

ilkeleri bulabilirler. Elbette her devletin, her topluluğun birbirinden<br />

alacağı <strong>ve</strong> sağlayacağı şeyler bulunacaktır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan<br />

bu bağımsız Müslüman devletlerin yetkili delegeleri bir araya gelip<br />

bir kongre yapacaklar; böylece falan, falan, falan Müslüman devletler arasında<br />

şu ya da bu ilişkiler kurulacaktır. Bu ortak ilişkileri korumak <strong>ve</strong> bu<br />

ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte iş görmeyi sağlamak için, bütün<br />

Müslüman devletlerin delegelerinden bir meclis kurulacaktır. Birleşmiş<br />

Müslüman devletler, bu Meclisin başkanı tarafından temsil olunacaktır diye<br />

karar <strong>ve</strong>rirlerse, işte o zaman, istedikleri taktirde o Birleşik Müslüman Devletine<br />

“Halifelik”, ortak Meclisin başkanlık makamına seçilecek kişiye de<br />

“Halife” sanı <strong>ve</strong>rirler. Yoksa, herhangi bir Müslüman devletin bir kişiye bü-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 239<br />

tün Müslümanlık dünyası işlerini yönetip yürütme yetkisini <strong>ve</strong>rmesi, akıl <strong>ve</strong><br />

mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir.<br />

Baylar, halifelik <strong>ve</strong> din sorunlarıyla uğraşıldığı sıralarda, Anayasadaki<br />

bir noktanın, kamuoyunda <strong>ve</strong> özellikle aydınların kafasında düğümlenip<br />

kaldığını öğrendik. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Anayasada, bu<br />

düğümün yanı sıra düğüm olacak ikinci bir noktanın daha konulduğunu<br />

görenler, şaşkınlıklarını gizlememişlerdi <strong>ve</strong> bugün de gizlememektedirler.<br />

Bu noktaları açıklayayım: 20 Ocak 1921 günlü Anayasanın 7’nci<br />

<strong>ve</strong> 21 Nisan 1924 günlü Anayasanın 26’ncı maddesi Büyük Millet Meclisi’nin<br />

görevlerini saptar. Maddenin başında, Meclis’in ilk görevi olarak, şeriat<br />

kurallarının yürütülmesi vardır. İşte, bunun nasıl bir görev olduğunu <strong>ve</strong><br />

“şeriat kuralları” terimiyle neyin amaçlandığını anlamakta duraksayanlar<br />

vardır. Çünkü sözü geçen maddede Büyük Millet Meclisi’nin “Yasaları<br />

yapmak, değiştirmek, yorumlamak <strong>ve</strong> kaldırmak gibi” sayılan görevleri o<br />

denli geniş <strong>ve</strong> açıktır ki ayrıca <strong>ve</strong> bağımsızca “şeriat kurallarının yürütülmesi”<br />

diye bir kalıbın bulunması gereksiz görülmektedir. Çünkü “şer’i” demek,<br />

yasal demektir; “şeriat kuralları” demek de yasa buyrukları demektir;<br />

başka bir şey değildir <strong>ve</strong> olamaz. Başka türlüsü, çağdaş hukuk anlayışıyla<br />

bağdaşamaz. Bu böyle olunca “şeriat kuralları” terimiyle anlatılmak istenen<br />

kavramın büsbütün başka bir şey olması gerekir.<br />

Baylar, ilk Anayasayı hazırlayanlara kendim başkanlık ediyordum.<br />

Yapmakta olduğumuz yasa ile “şeriat kuralları” teriminin bir ilişkisi olmadığını<br />

anlatmaya çok çalıştık; ama bu terimden, kendi sanılarınca bambaşka<br />

bir anlam çıkaranları ikna edemedik.<br />

İkinci nokta baylar, yeni Anayasanın ikinci maddesinin başındaki<br />

“Türkiye Devletinin dini, İslam dinidir.” tümcesidir. Bu tümce daha Anayasaya<br />

geçmeden çok önce, İzmit’te, İstanbul <strong>ve</strong> İzmit gazetecileriyle yaptığımız<br />

uzun bir görüşme <strong>ve</strong> konuşma sırasında bir gazetecinin şu sorusu ile<br />

karşılaştım: “Yeni hükümetin dini olacak mı?” Açıkça söyleyeyim ki bu soruyla<br />

karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Bunun nedeni, pek kısa olması gereken<br />

yanıtın o günkü koşullara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir.<br />

Çünkü, uyrukları arasında çeşitli dinlerden topluluklar bulunan <strong>ve</strong><br />

her dinden olanlar için adil <strong>ve</strong> yansız işlemler yapmak <strong>ve</strong> mahkemelerinde<br />

adaleti, kendi uyruğuna <strong>ve</strong> yabancılara eşit olarak uygulamakla yükümlü<br />

olan bir hükümet, din <strong>ve</strong> düşünce özgürlüğüne saygı göstermek zorundadır.<br />

Hükümetin bu doğal niteliğinin, kuşkulu anlam çıkmasına yol açacak<br />

niteliklerle sınırlandırılması elbette doğru değildir. “Türkiye devletinin resmi<br />

dili Türkçe’dir.” dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükümetle yapılacak<br />

resmi işlerde Türk dilinin kullanılması gereğini herkes doğal sayar. Ama,


240 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

“Türkiye devletinin dini, İslam dinidir.” tümcesi, böyle mi anlaşılıp kabul<br />

edilecektir? Bunun, elbette açıklanması <strong>ve</strong> yorumlanması gerekir.<br />

Baylar, gazetecinin sorusuna karşı, “Hükümetin dini olamaz!” diyemedim;<br />

tersini söyledim: “Vardır efendim İslam dinidir.” dedim. Ama<br />

hemen; “İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır.” diye sözlerimi açıklamak<br />

<strong>ve</strong> yorumlamak gereğini duydum. Demek istedim ki hükümet, düşünce<br />

<strong>ve</strong> inançlara saygı göstermekle bağımlı <strong>ve</strong> yükümlüdür. Gazeteci, <strong>ve</strong>rdiğim<br />

yanıtı kuşkusuz inandırıcı bulmadı ki sorusunu şu yönde yineledi:<br />

“Yani hükümet bir dine bağlı olacak mı?”<br />

“Olacak mı, olmayacak mı bilmem!” dedim. İşi kapatmak istedim;<br />

ama kapatamadım. “Öyleyse, dediler, herhangi bir sorun üzerinde inanç<br />

<strong>ve</strong> düşüncelerim çerçe<strong>ve</strong>sinde bir görüş belirtmekten hükümet beni yasaklayacak<br />

ya da bunun için beni cezalandıracaktır. Oysa, herkes kendi içinden<br />

gelen sesi susturabilecek midir?” O zaman iki şey düşündüm. Biri,<br />

“Yeni Türkiye Devleti’nde her ergin kişi dinini seçmekte özgür olmayacak<br />

mıdır?” sorusu. Öbürü, Hoca Şükrü Efendi’nin, “Kimi yüksek din adamı<br />

arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi, din kitaplarında yer alan belirli<br />

<strong>ve</strong> değişmez Müslümanlık buyruklarını yayımlayarak... ne yazık ki yanılgıya<br />

sürüklendiği görülen Müslüman kamuoyunu aydınlatmayı kaçınılmaz bir<br />

ödev saydık.” diye başlayan “İslam halifeliğinin görevi, şeriat buyruğunu<br />

savunup korumakta Peygamberin yerini tutmaktır; şeriatı ayakta tutmakta<br />

da yüce Peygamber Efendimizin <strong>ve</strong>killiğini yapmaktır.” sözleri.<br />

Oysa, Hoca’nın dediklerini uygulamaya kalkışmak, ulusal egemenliği<br />

<strong>ve</strong> vicdan özgürlüğünü kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka, Hoca’nın<br />

bilgi dağarcığı Yezitler zamanında yazdırılmış <strong>ve</strong> baskı yönetimine özgü<br />

uygulamaları kapsamıyor muydu? Öyleyse, anlamı <strong>ve</strong> kavramı artık herkesçe<br />

iyiden iyiye anlaşılmış olan devlet <strong>ve</strong> hükümet terimlerini <strong>ve</strong> ulusal<br />

meclislerin görevlerini din <strong>ve</strong> din kuralları kılığına sokarak, kimler <strong>ve</strong> niçin<br />

aldatılacaktır? Gerçek bu olmakla birlikte, o gün İzmit’te, bu konuda gazetecilerle<br />

daha çok konuşmayı uygun bulmadım.<br />

Cumhuriyetin ilanından sonra da yeni Anayasa yapılırken, laik hükümet<br />

teriminden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli olanlara <strong>ve</strong> bundan<br />

yararlanmak isteyenlere fırsat <strong>ve</strong>rmemek amacıyla, Anayasanın ikinci<br />

maddesini anlamsız kılan bir terimin konulmasına göz yumulmuştur. Anayasanın<br />

ikinci <strong>ve</strong> yirmi altıncı maddelerinde gereksiz görünen <strong>ve</strong> yeni Türkiye<br />

Devleti ile cumhuriyet yönetiminin ilerici niteliği ile bağdaşmayan terimler,<br />

devrim <strong>ve</strong> cumhuriyetin o zaman için sakınca görmediği ödünlerdir.<br />

Ulus, Anayasamızdan bu gereksiz terimleri ilk uygun zamanda kaldırmalıdır!


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 241<br />

V.3. LOZAN BARIŞI VE MONARŞİNİN SONU<br />

Sayın Baylar, her yerde siyasal parti kurma konusunda da halkla<br />

uzun uzun söyleşiler yaptım. 7 Aralık 1922’de, Ankara basını aracılığıyla<br />

halkçılık ilkesine dayalı <strong>ve</strong> “Halk Partisi” adında bir siyasal parti kurmak<br />

amacında olduğumu bildirerek bu partinin nasıl bir program izlemesi gerekeceği<br />

konusunda bütün yurtse<strong>ve</strong>rlerin, bilim adamlarının yardım etmeleri<br />

<strong>ve</strong> katılmaları dileğinde bulunmuştum.<br />

Kimi kişilerin yazılı olarak bildirdikleri düşüncelerden <strong>ve</strong> halkla yaptığım<br />

konuşmalardan çok yararlandım. Sonunda 8 Nisan 1923’de, görüşlerimi<br />

dokuz ilkede saptadım. İkinci Büyük Millet Meclisi’nin seçimi sırasında<br />

yayımlatıp duyurduğum bu program, partimizin kuruluşuna temel olmuştur.<br />

Bu program bugüne değin yaptığımız <strong>ve</strong> sonuçlandırdığımız bütün<br />

önemli konuları içine alıyordu. Bununla birlikte, programa yazılmamış bazı<br />

önemli sorunlar da vardı. Örneğin, Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması,<br />

Dinişleri Bakanlığının kaldırılması, medrese <strong>ve</strong> tekkelerin kaldırılması,<br />

şapka giyilmesi... gibi. Bu sorunları programa alarak, bilgisiz <strong>ve</strong> gericilerin<br />

bütün ulusu önceden yanıltmaya fırsat bulmalarını uygun görmedim. Çünkü<br />

bu sorunların zamanı gelince çözümlenebileceğine <strong>ve</strong> sonunda ulusun<br />

kıvanç duyacağına kesinlikle inanıyordum.<br />

Yayımladığım programı bir siyasal parti için yetersiz <strong>ve</strong> kısa bulanlar<br />

oldu. “Halk Partisinin programı yoktur.” dediler. Gerçekten de ilkeler<br />

adıyla anılan programımız, karşı çıkanların gördüklerine <strong>ve</strong> bildiklerine<br />

benzer bir kitap değildi. Ama temel ilkeleri kapsıyordu <strong>ve</strong> uygulanabilir nitelikteydi.<br />

Biz de uygulanamayacak düşünceleri, bazı kuramsal ayrıntıları<br />

yaldızlayarak bir kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusun nesnel <strong>ve</strong> tinsel<br />

yönlerden yenilenip gelişmesi için çalışırken, iş yapmayı söze <strong>ve</strong> kurama<br />

yeğ tuttuk. Bununla birlikte; “egemenlik ulusundur”, “Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi’nden başka hiçbir makam ulusun yazgısına egemen olamaz”,<br />

“Tüm yasaların düzenlenmesinde, her türlü örgütlenmede, yönetimin bütün<br />

ayrıntılarında, genel eğitimde, iktisat işlerinde ulusal egemenlik ilkelerine<br />

uyulacaktır”, “Saltanatın kaldırılmasıyla ilgili karar değişmez ilkedir.”<br />

gibi bilinmesi gereken önemli noktalar ile mahkemelerin yenileştirileceği,<br />

bütün yasalarımızın hukuk bilimi <strong>ve</strong>rilerine göre yeni baştan düzeltilip tamamlanacağı,<br />

toprak ürünleri <strong>ve</strong>rgisinin değiştirileceği, ulusal bankaların<br />

anaparalarının artırılacağı, gereksindiğimiz demiryollarının yaptırılacağı,<br />

öğretimi birleştirmeye hemen girişileceği, askerlik görevi süresinin kısaltılacağı,<br />

ülkenin bayındırlaştırılmasına çalışılacağı <strong>ve</strong> benzeri gibi i<strong>ve</strong>di <strong>ve</strong><br />

önemli gereksinimler ilkeler dışında bırakılmamıştır. Barışla ilgili görüşümüzün<br />

de: “Maliyede, tutumsal işlerde <strong>ve</strong> yönetimde bağımsızlığımızı kesinlik-


242 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

le sağlamak koşuluyla barışın yeniden kurulmasına çalışmak” olduğunu<br />

bildirdik. Halifelik makamının, bütün Müslümanlara özgü bir makam olabileceğini<br />

de belirttik. İlkeler, “Halk Partisi”nin kuruluşuna <strong>ve</strong> çalışmasına<br />

yetti. Partinin adına daha sonra “Cumhuriyet” sözcüğü de eklenerek bilindiği<br />

üzere “Cumhuriyet Halk Partisi” denildi.<br />

Baylar, gene Lozan Konferansı’na değineceğim. Konferansta görüşmeler,<br />

4 Şubat 1923 günü kesildi. İki aya yakın süren görüşmelerin özeti<br />

olarak, İtilâf Devletlerinin delege kurulları, Delegeler Kurulumuza bir barış<br />

tasarısı <strong>ve</strong>rdiler. Bu tasarı, anlam <strong>ve</strong> öz bakımından bağımsızlığımızı zedeleyen<br />

koşulları içeriyordu. Özellikle adalet, maliye <strong>ve</strong> iktisat işleriyle ilgili<br />

maddeler çok ağırdı. Bunun için, kesin olarak bu tasarıyı kabul etmemek<br />

zorundaydık. Delegeler Kurulumuz, bu tasarıya, bir mektupla yanıt <strong>ve</strong>rdi.<br />

Bu mektup şu anlamdaydı: “Anlaştığımız noktaları imza ederek barış yapalım.”<br />

Gerçekten Konferansta görüşülen birçok sorunların çözümlerinden<br />

bizce kabul edilebilecek olanları vardı. Mektupta “İkinci, üçüncü nitelikte<br />

olan sorunları ayrıca inceleriz. İtilâf Devletleri bu önerimizi kabul etmeyecek<br />

olurlarsa, önerilerimiz hiç yapılmamış sayılacaktır.” da denilmişti. Delegeler<br />

Kurulumuzun önerisi dikkate alınmadı. Yalnız, görüşmelerin kesilmesine<br />

“erteleme” biçimi <strong>ve</strong>rildi. Her devletin delegeler kurulu, kendi ülkesine<br />

gittiği gibi, bizim Delegeler Kurulumuz da geldi. Ben de Batı Anadolu’da<br />

yapmakta olduğum geziden dönüyordum. 18 Şubat 1923 günü, İsmet<br />

Paşa ile Eskişehir’de birleşerek Ankara’ya birlikte geldik.<br />

Baylar, İsmet Paşa Ankara’ya dönerken benim de geziden dönmekte<br />

olduğum anlaşılınca Ankara’da, tuhaf <strong>ve</strong> anlaşılmaz bir düşünce<br />

uyanmış. İsmet Paşa’nın Ankara’ya gelip hükümete <strong>ve</strong> Meclis’e değinmeden<br />

önce benimle buluşup görüşmesi sakıncalı görülmüş... Böyle bir görüşmeyi<br />

kötüye yoranlar olmuş. Bunu bana yazan Bakanlar Kurulu Başkanı<br />

Rauf Bey’di. Elbette, bu habere önem <strong>ve</strong>rmedim. Tersine, bir an önce<br />

İsmet Paşa ile görüşebilmek için, yolculuğumuzu Eskişehir’de buluşabilecek<br />

biçimde düzenlettirdim. Ankara’ya gelişimizden sonra, İsmet Paşa Bakanlar<br />

Kurulunda durumu anlattı <strong>ve</strong> yeni yönerge istedi. Meclisin görüşünü öğrenmek<br />

gerekli görüldü. Sorun Meclis’e getirildi. Bu konuda Meclis’te günlerce<br />

<strong>ve</strong> günlerce görüşme <strong>ve</strong> tartışmalar yapıldı. Anlaşıldığına göre, karşıcıllar,<br />

Delegeler Kurulumuza <strong>ve</strong> İsmet Paşa’ya amansız düşman kesilmişlerdi.<br />

Sözde barış olmuşken, İsmet Paşa yapmamış, geri dönmüş. Delegeler<br />

Kurulu, Bakanlar Kurulunun yönergesine aykırı iş görmüş...<br />

27 Şubat 1923 günlü gizli oturumda başlayan saldırılar, 6 Mart<br />

1923 gününe değin ateşli, coşkulu bir biçimde sürdü. Ben de başından sonuna<br />

değin tartışmalara katılmak zorunda kaldım. Karşıcıllar, sanki ne istediklerini<br />

bilmez bir durumdaydılar. Meclis, olumlu ya da olumsuz bir karar


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 243<br />

<strong>ve</strong>remeyecek duruma geldi. Bizim açıkça anladığımız şuydu ki karşıcıllar,<br />

barış konusunu Meclis’te kendi tutkularının gerçekleşmesinde kullanmak istiyorlardı.<br />

Baylar, bazı gazeteler de bu tutkuları şaşılası <strong>ve</strong> ateşli bir biçimde<br />

he<strong>ve</strong>sle körüklüyorlardı. Bu ruh durumu içinde bulunan Meclis ile barış sorununu<br />

sonuçlandırmanın güç olacağını görmek doğal, ama üzüntü <strong>ve</strong>riciydi.<br />

Mecliste yaptığım genel açıklamayla durumun her noktasını dile getirdim.<br />

Akla gelen her şeyi söyledim. Anlaşma Devletleri delege kurullarından<br />

kimisinin kendi ülkelerine dönüşlerinde <strong>ve</strong>rdikleri demeçleri gerçek <strong>ve</strong><br />

temel sayarak Delegeler Kurulumuza saldırmanın beğenilecek yanı olmadığını<br />

söyledim. Delegeler Kurulumuzu dinlemek, bu kurulun yapacağı açıklamalara<br />

inanmak <strong>ve</strong> ona göre durumu değerlendirmek gerektiğini bildirdim.<br />

Delegeler Kurulumuzun, Bakanlar Kurulunca <strong>ve</strong>rilmiş yönergeye aykırı<br />

iş görüp görmediğini söylemek yetkisinin, Mecliste hazır bulunan Bakanlar<br />

Kuruluna ait olduğunu ileri sürdüm. En sonunda dedim ki “Delegeler<br />

Kurulu, Bakanlar Kuruluna karşı sorumludur. Meclis’e karşı sorumlu olan<br />

Bakanlar Kuruludur. Meclis, Bakanlar Kuruluna yeni bir yön <strong>ve</strong>rmek zorundadır.<br />

Bakanlar Kurulu da bu yöne uygun olarak Delegeler Kuruluna<br />

özel yönerge <strong>ve</strong>rir. Meclisin ayrıntılarla uğraşmasına yer <strong>ve</strong> olanak yoktur.”<br />

Yönerge üzerindeki görüşümü de şöyle belirttim: “Musul sorununun<br />

geçici ertelenmesinden söz etmemek üzere, yönetsel, siyasal, parasal,<br />

ekonomik <strong>ve</strong> benzeri işlerle ilgili konularda <strong>ve</strong> öbür sorunlarda ulusun <strong>ve</strong><br />

ülkenin haklarını, bağımsızlığını tam <strong>ve</strong> sağlam olarak elde etmek <strong>ve</strong> kurtardığımız<br />

yerlerin kesin olarak boşaltılmasını istemek temel koşuldur.”<br />

Sözlerime şunları da ekledim: “Delegeler Kurulumuz, kendine <strong>ve</strong>rilen görevi<br />

tam <strong>ve</strong> en iyi biçimde yapmıştır. Ulusumuzun <strong>ve</strong> Meclis’imizin onurunu<br />

korumuştur. Eğer Barış sorununu iyi bir sonuca bağlamak istiyorsak, Meclis’çe<br />

de Delegeler Kuruluna içgücü <strong>ve</strong>rilerek çalışmalarının sürdürülmesi<br />

gerekmektedir. Böyle davranırsanız, bir barış evresine girebileceğimizi ümit<br />

edebiliriz.”<br />

Meclisin, söz konusu sorun üzerindeki tartışmaları durdu. Ama,<br />

karşıcıllar saldırmak için nedenler bulup yaratmaktan kendilerini bir türlü<br />

alıkoyamıyorlardı. Meclisteki karşıcılların, türlü biçimlerde <strong>ve</strong> başka başka<br />

konular üzerinde saldırı hazırlamaları yeni bir şey değildi. Geziye çıkışımın<br />

ertesi günü, İslam Halifeliği <strong>ve</strong> Büyük Millet Meclisi adlı kitapçığın ortaya<br />

atıldığını; bütün Meclisin <strong>ve</strong> ulusun bize karşı kışkırtılmak istenildiğini söylemiştim.<br />

Bundan daha önce bir manevra vardı ki henüz ondan söz açmadım.<br />

Çünkü 1922 yılının Aralık ayı başlangıcında oynanmak istenen oyun,<br />

bütün sonuçlarıyla gezim boyunca sürüp gitmişti. İzin <strong>ve</strong>rirseniz, şimdi bu<br />

işle ilgili anılarımızı canlandırmaya yarayacak birkaç söz söyleyeyim:


244 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Sayın Baylar, üç millet<strong>ve</strong>kili, millet<strong>ve</strong>kili seçimi yasasında değişiklik<br />

yapılmasıyla ilgili bir önerge hazırlamışlar. İçinde yazanları öğrenmiştim.<br />

2 Aralık 1922 günü, İkinci Başkan Doktor Adnan Bey’in başkanlık<br />

ettiği oturumda, Başkanlık katından şunlar işitildi: “Efendim, Millet<strong>ve</strong>kili<br />

Seçimi Yasasının değiştirilmesiyle ilgili önergenin görüşülebileceği yolunda<br />

Tasarı Komisyonunun bir yazısı var.” Bu sözler, “Okunsun!” sesleriyle karşılandı.<br />

İki millet<strong>ve</strong>kili: “Önemlidir, okunmasını öneriyoruz,” diyerek, gürültülerin<br />

anlamını açığa vurdular. Başkan: “Efendim, bu yasa tasarısının<br />

okunmadan komisyona gönderilmesi, geleneğimiz gereğidir.” dedi.<br />

Baylar, işin içyüzü <strong>ve</strong> bu konuda yapılan Meclis görüşmeleri o<br />

günkü tutanaklardan okunabilir. Ama, yüce kurulunuzu bu yorgunluktan<br />

kurtarmak için, izin <strong>ve</strong>rirseniz, benim o oturumda yaptığım konuşmanın bir<br />

parçasını olduğu gibi bilginize sunayım:<br />

Yasa tasarısını okutmadan komisyona göndermek isteyen başkandan<br />

söz alarak şunları söyledim: “Efendim, bu yasa tasarısı özel bir amaç<br />

güdülerek hazırlanmış. Bu özel amaç, doğrudan doğruya beni ilgilendirdiğinden,<br />

izin <strong>ve</strong>rirseniz kısaca düşüncemi bildirmek istiyorum. Erzurum Millet<strong>ve</strong>kili<br />

Süleyman Necati, Mersin Millet<strong>ve</strong>kili Salâhattin <strong>ve</strong> Samsun Millet<strong>ve</strong>kili<br />

Emin beyefendiler tarafından önerilen yasa tasarısı, doğrudan doğruya<br />

beni yurttaşlık haklarından yoksun etmek amacını güdüyor. 14’üncü<br />

maddede yazılı olan satırları gözden geçirecek olursanız, orada deniliyordu<br />

ki: ‘Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için, Türkiye’nin bugünkü sınırları<br />

içindeki yerler halkından olmak ya da kendi seçim bölgesinde yerleşmiş<br />

olmak gerekir. Ondan sonra göçmen olarak gelenlerden Türk <strong>ve</strong><br />

Kürtler, bir yere yerleştirildikleri günden bu yana beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.’<br />

Ne yazık ki benim doğum yerim, bugünkü sınırlar dışında kalmış<br />

bulunuyor. İkincisi, herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl oturmuş da değilim.<br />

Doğum yerim, bugünkü ulusal sınırımızın dışında kalmıştır. Ama, bu<br />

böyleyse, bunu ben istemiş değilim <strong>ve</strong> bunda hiçbir suçum yoktur. Bu, bütün<br />

ülkemizi, ulusumuzu dağıtıp yok etmek isteyen düşmanların bu işteki<br />

başarılarının biraz olsun önlenemeyişinden ileri gelmiştir. Eğer düşmanlar<br />

amaçlarına tam olarak ulaşmış olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imza<br />

atan bayların doğum yerleri de sınır dışında kalabilirdi. Bundan başka, bu<br />

maddenin istediği koşul bende yoksa, yani beş yıl sürekli olarak bir seçim<br />

bölgesinde oturmamış isem, o da bu yurt uğrunda yaptığım ödevler yüzündendir.<br />

Eğer bu maddenin istediği niteliği kazanmaya çalışsaydım, İstanbul’u<br />

kazandırmakla sonuçlanan Arıburnu <strong>ve</strong> Anafartalar’daki savunmalarımı<br />

yapmamış olmam gerekirdi. Eğer bir yerde beş yıl oturmak zorunda<br />

bulunsaydım, benim Bitlis’i <strong>ve</strong> Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır’a


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 245<br />

doğru yayılan düşmanın karşısına çıkmamış olmam, Bitlis’i <strong>ve</strong> Muş’u kurtarmak<br />

gibi önemli bir yurt ödevimi yapmamış olmam gerekirdi. Bu bayların<br />

istediği nitelikleri kazanmak isteseydim, Suriye’yi boşaltan orduların artıklarından<br />

Halep’te bir ordu kurarak düşmana karşı savunmaya girişmemiş<br />

olmam <strong>ve</strong> bugün ‘ulusal sınır’ dediğimiz sınırı eylemli olarak çizmemiş<br />

olmam gerekirdi.<br />

Sanıyorum ki ondan sonraki çalışmalarımı herkes bilir. Hiçbir yerde,<br />

beş yıl oturamayacak ölçüde çalışmış bulunuyorum. Ben sanıyordum<br />

ki bu çalışmalarımdan dolayı ulusumun sevgisini <strong>ve</strong> yakınlığını kazandım.<br />

Belki bütün Müslümanlık dünyasının sevgisini <strong>ve</strong> yakınlığını da kazandım.<br />

Bunun için bu sevgi <strong>ve</strong> yakınlıklara karşılık, yurttaşlık haklarından da yoksun<br />

bırakılacağımı hiç aklıma getirmezdim. Sanıyorum <strong>ve</strong> sanıyordum ki<br />

dış düşmanlar canıma kıyarak da beni yurdumdaki işimden ayırmaya çalışacaklardır.<br />

Ama hiçbir zaman düşünüp düşleyemezdim ki yüce Meclis’te,<br />

iki üç kişi bile olsa, aynı anlayışta bulunabilsin. Bunun içindir ki ben anlamak<br />

istiyorum; bu baylar gerçekten seçim bölgeleri halkının düşünce <strong>ve</strong><br />

duygularını mı yansıtıyorlar? Yine bu baylara karşı söylüyorum; millet<strong>ve</strong>kili<br />

oldukları için bütün ulusun <strong>ve</strong>kili olmak gibi bir niteliğe sahip olduklarına<br />

göre; ulus da kendileri gibi mi düşünüyor? Baylar, beni yurttaşlık haklarından<br />

yoksun kılmak yetkisi bu baylara nereden <strong>ve</strong>rilmiştir? Bu kürsüden<br />

açıkça yüce kurulunuza <strong>ve</strong> bu bayların seçim bölgeleri halkına <strong>ve</strong> bütün<br />

ulusa soruyorum <strong>ve</strong> yanıt istiyorum!”<br />

Bu sözlerim ajans <strong>ve</strong> gazetelerde yer aldı. Ulus, konuşmamı <strong>ve</strong> sorumu<br />

öğrendi. Yurdun bütün seçim bölgelerindeki gerçek seçmenler <strong>ve</strong><br />

halk, hemen Meclis Başkanlığına protesto yazıları yağdırdılar. Yasa tasarısına<br />

imza atan millet<strong>ve</strong>kili bayların seçim bölgeleri halkı da onları <strong>ve</strong> onlarla<br />

görüş birliğinde olanları kınamakta gecikmediler. Ulusun, benim için<br />

gösterdiği sevgi <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>ni içtenlikle belirtmesi bakımından değerli birer anı<br />

olarak saklamakta olduğum bu telyazıları büyük bir dosya tutmaktadır. Bu<br />

dosyadaki telyazıları, zamanında gazetelerde de yayımlanmıştı. Ben, burada<br />

yalnız bir seçim bölgesinin, Rize’nin, bana çektiği bir telyazısını, olduğu<br />

gibi sunmakla yetineceğim:<br />

Üç millet<strong>ve</strong>kili bayın, Seçim Yasası ile ilgili, bilinen önergesine,<br />

sancağımız millet<strong>ve</strong>killerinin katılmayacağı kanısıyla bir şey yazmayı gerekli<br />

görmemiştik. Şimdi Millet<strong>ve</strong>kili Osman Efendi’den aldığımız mektupta,<br />

kendisinin o önergeyle ilgili bulunduğunu <strong>ve</strong> karşıcıl gruptan olduğunu<br />

övünürcesine bildirmesi üzerine, şunları bilgilerinize sunmak zorunda kaldık:<br />

1. (İçten gelen övücü sözlerden sonra) Size <strong>ve</strong> sayın değerli çalışma<br />

arkadaşlarınıza karşı sancağımız adına söz söyleyen <strong>ve</strong> aykırı görüş besle-


246 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

yen <strong>ve</strong> bizce hiçbir değeri <strong>ve</strong> önemi olmayan millet<strong>ve</strong>kilini lanetleriz. O,<br />

sancağımızı temsil hakkına da sahip olamaz.<br />

2. Şu zamanda, vatansızların bile katılmayacağı karşıcıllığı <strong>ve</strong> karıştırıcılığı<br />

bize öğütleyen millet<strong>ve</strong>kili bayın görüşüne katılacak bir tek kişinin<br />

bile sancağımızda bulunmadığını kıvanarak <strong>ve</strong> üstün saygılarımızla bilgilerinize<br />

sunarız efendim.<br />

İmzalar<br />

Artık Meclis yenilenmedikçe, ulusun <strong>ve</strong> ülkenin ağır <strong>ve</strong> sorumluluk<br />

gerektiren işlerinin yürütülemeyeceğine kuşku kalmamıştı. Bunun zorunlu<br />

olduğuna ben de inandım. Bir gece Başbakan Rauf Bey’e, istasyondaki<br />

konutunda, Bakanlar Kurulunu toplantıya çağırmasını, benim de geleceğimi<br />

telefonla bildirdim. Rauf Bey’in konutunda toplanan Bakanlar Kuruluna,<br />

Meclis’in yenilenmesini Meclis’e önermek gerektiğini söyledim. Kısa bir<br />

tartışmadan sonra, Bakanlar Kurulu ile görüş birliğine vardık. Gene o gece,<br />

Meclis’teki Anadolu <strong>ve</strong> Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu Yönetim Kurulunu<br />

da Bakanlar Kurulu toplantısına çağırdım. Bu yönetim kurulu içinde, önerimi<br />

yersiz bulup şaşıranlar oldu. Görüşmeler <strong>ve</strong> tartışmalar ertesi güne değin<br />

sürdü. Böyle olmakla birlikte bu kurulla da anlaştık. Ondan sonra hemen<br />

Grup Genel Kurulunu topladım. Bu toplantıda yurdun genel durumunu,<br />

i<strong>ve</strong>dilikle görülmesi gereken ulus işlerini anlattım; Meclisin artık bu<br />

görevleri yapmaya yeteneği kalmadığını söyleyip kanıtlayarak, Meclisten,<br />

seçimlerin yenilenmesine karar <strong>ve</strong>rmesini istemek gerektiğini bildirdim.<br />

Grup Genel Kurulu, sözlerimi <strong>ve</strong> açıklamalarımı iyi karşıladı. Bunun üzerine<br />

konu gene o gün 1 Nisan 1923’te Meclis’e götürüldü. Yüz yirmi kadar<br />

üye, bir önergeyle Meclis’e, seçimlerin yenilenmesi için bir yasa tasarısı<br />

sundu. Meclis, yeniden seçim yapılmasıyla ilgili yasayı oybirliğiyle kabul etti.<br />

Meclisin bu kararı <strong>ve</strong>rmesi devrim tarihimizde önemli bir noktadır. Çünkü<br />

bu yasayı çıkarmakla Meclis, kendinde beliren hastalığı kabul ettiğini <strong>ve</strong><br />

bundan dolayı ulusun duyduğu üzüntüyü anlamış olduğunu gösterdi.<br />

Baylar Lozan Konferansı 23 Nisan 1923’te yeniden toplandı. Delegeler<br />

Kurulumuz, Lozan’da barışı sağlamaya çalışırken, ben de yeni seçimlerle<br />

uğraşıyordum. Yeni seçimlere, bildiğiniz ilkelerimizi ilan ederek girdik.<br />

Görüşlerimizi benimseyip millet<strong>ve</strong>kili olmak isteyen kişiler, önce ilkeleri benimsediğini<br />

<strong>ve</strong> görüşlerimize katıldığını bana bildiriyorlardı. Adayları ben<br />

saptayacaktım <strong>ve</strong> zamanında partimiz adına ben duyuracaktım. Böyle bir<br />

yöntem izlemeyi gerekli görmüştüm; çünkü, yapılacak seçimlerde ulusu aldatarak<br />

çeşitli amaçlarla millet<strong>ve</strong>kili olmaya çalışacakların çok olduğunu biliyordum.<br />

Yurdun her yerinde, konuşmalarım <strong>ve</strong> uyarmalarım büyük bir içtenlikle<br />

<strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nle karşılandı. Bütün ulus, ortaya attığım ilkeleri bütünüyle


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 247<br />

benimsedi. İlkelere <strong>ve</strong> dahası, bana bile karşıcıl durum alacakların ulusça<br />

millet<strong>ve</strong>killiğine seçilemeyecekleri anlaşıldı.<br />

Gerçekten, bazı seçim bölgelerinde bağımsız girişimde bulunanlar<br />

başarı sağlayamadılar. Bu arada, o zaman daha Birinci Ordumuzun Komutanı<br />

bulunan Nurettin Paşa da millet<strong>ve</strong>kili olmaya girişmişti, seçilemedi.<br />

Nurettin Paşa, bu isteğini daha sonra, bir ara seçiminde, Bursa’da gerçekleştirdi.<br />

Paşa’nın, kendi başına <strong>ve</strong> bağımsız olarak millet<strong>ve</strong>kili seçilmek için,<br />

her zaman olduğu gibi kendi yöntemine göre, gerekli propagandayı yaptırmaktan<br />

da geri kalmadığı anlaşılmıştı. Bu yoldaki girişim <strong>ve</strong> yayınlardan<br />

herkesin dikkatini çeken, özellikle Nurettin Paşa’nın yaşamöyküsü kitapçığıdır.<br />

Nurettin Paşa, yeni seçim yılı olan 1923’te Âbit Süreyya Bey adında<br />

bir kişiye A. S. simgesiyle, bir yaşamöyküsü yayımlattı. Âbit Süreyya Bey,<br />

Abdülhamit’in başyazmanlarından rahmetli Süreyya Paşa’nın oğludur.<br />

Meşrutiyetten önce Nurettin Paşa gibi <strong>ve</strong> onunla birlikte padişahın onursal<br />

ya<strong>ve</strong>riydi. Birinci Dünya Savaşında İzmir’de, Kurtuluş Savaşının sonunda<br />

da Nurettin Paşa karargâhının bulunduğu İzmit’te ordu müteahhitliği yaptı.<br />

Nurettin Paşa’nın yaşamöyküsü kitapçığını yazan, Âbit Süreyya Bey değildir.<br />

Kitapçık, yazılı olarak kendisine <strong>ve</strong>rilmiş <strong>ve</strong> Nurettin Paşa ondan adının<br />

ilk harflerini kitapçığa koyarak ortağı bulunduğu Osmanlı Basımevi’nde<br />

bastırmasını rica etmiştir. Bu kitapçığın kabında şu yazılar okunur: “İzmir<br />

Fatihi, Karahisar <strong>ve</strong> Dumlupınar Savaşlarında Düşmanı Yenen Gazi Nurettin<br />

Paşa Hazretlerinin Yaşamöyküsü”. Baylar, on dokuz sayfa tutan bu yaşamöyküsü<br />

kitapçığını kaç kişinin okuduğunu bilmiyorum. Ben bu kitapçığı<br />

ülkedeki bütün aydınların okumasını çok yararlı <strong>ve</strong> eğitici buluyorum. Yalnız<br />

bu kitapçığı okuyanların ya da okuyacak olanların kitapçıkta değinilen<br />

olaylar <strong>ve</strong> işler üzerinde, başka <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nilir kaynaklardan da bilgi edinerek,<br />

yazılanlarla gerçekleri karşılaştırmaları <strong>ve</strong> böylece yargıya varmaları<br />

gereklidir.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde, Nurettin Paşa’nın Meşrutiyet<br />

döneminden Başkomutan Savaşı’na uzanan süreçteki kariyerini kapsamlı<br />

bir biçimde değerlendirmekte <strong>ve</strong> yayınlamış olduğu kitapçıktaki birçok savı<br />

ayrı ayrı çözümledikten sonra bu kitapçığın yalanlar üzerine kurulmuş olduğunu<br />

öne sürmektedir:)<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci seçim dönemi, yeni Türkiye<br />

Devletinin tarihinde mutlu bir geçiş evresine rastladı. Gerçekten, dört yıllık<br />

Kurtuluş Savaşımız, ulusumuzun ününe, sanına yaraşır bir barışla sonuçlanmış<br />

bulunuyordu. 24 Temmuz 1923’te Lozan’da imza edilen antlaşma,<br />

24 Ağustos 1923’te Meclis’te onaylandı.<br />

Baylar, Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonra, düşman devletler<br />

Türkiye’ye dört kez barış koşulları önermişlerdir. Bunların birincisi, Sevr ta-


248 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

sarısıdır. Bu tasarı Anlaşma Devletlerince, Yunan Başbakanı Bay Venizelos’un<br />

da katılmasıyla düzenlenmiş <strong>ve</strong> üzerinde bir görüşme yapılmaksızın<br />

Vahdettin hükümetince 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır. Bu tasarı, Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi’nce tartışılmaya değer bile görülmemiştir.<br />

İkinci barış önerisi, Birinci İnönü Savaşı’ndan sonra toplanan<br />

Londra Konferansı’nın bitiminde, 12 Mart 1921’de yapılmıştır. Bu öneri,<br />

Sevr Antlaşması’nda bazı değişiklikler yapılmasını içermekteyse de değinilmemiş<br />

olan sorunlarda Sevr tasarısındaki maddelerin tümünün, olduğu<br />

gibi bırakıldığını kabul etmek gerekir. Bu öneri bizce tartışma konusu olmadan,<br />

İkinci İnönü Savaşı’nın başlamasıyla sonuçsuz kalmıştır.<br />

Üçüncü barış önerisi 22 Mart 1922’de, yani Sakarya utkusundan<br />

<strong>ve</strong> Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşması’ndan sonra, yakın bir saldırımızın<br />

beklendiği sıralarda, Paris’te toplanan Anlaşma Devletleri dışişleri bakanlarınca<br />

yapılmıştır. Bu öneride, Sevr tasarısını temel alarak işe başlama ilkesinden<br />

vazgeçilmişti; ama bu da ana çizgileriyle ulusal amacımızı gerçekleştirecek<br />

nitelikten uzaktı.<br />

Dördüncü öneri, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla sonuçlanan<br />

görüşmelerdir.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde bu dört öneriyi <strong>ve</strong> bir bakıma da<br />

Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı ile sonucundaki tabloyu “Sınırlar, Kürdistan<br />

düşü, Sömürü Bölgeleri, İstanbul, Uyrukluk, Adli Kapitülasyonlar, Azınlıkların<br />

Korunması, Askerlikle İlgili Hükümler, Ceza, Parasal İşler, Ekonomik<br />

İşler, Boğazlar Komisyonu” olmak üzere toplam oniki başlık altında ayrıntılı<br />

bir biçimde karşılaştırmakta <strong>ve</strong> elde edilen utkunun teslimiyetçi politikalara<br />

kıyasla ne denli görkemli olduğunu kanıtlamaktadır:)<br />

Sayın Baylar, Lozan Barış Antlaşması’ndaki temel ilkeleri, diğer<br />

barış önerileriyle daha çok karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim.<br />

Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış <strong>ve</strong> Sevr<br />

Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, büyük bir kıyımın çöküşünü bildirir<br />

bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!<br />

Baylar, Lozan Barış görüşmeleri sırasında oluşan <strong>ve</strong> barış yapıldıktan<br />

sonra söylenen <strong>ve</strong> yayılan bir sorunu burada söz konusu ederek, kamuoyunu<br />

aydınlatmak isterim. Anlatılan <strong>ve</strong> yayılan sorun, Delegeler Kurulu<br />

Başkanı İsmet Paşa ile Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey arasında çıkan<br />

anlaşmazlıktır. Bu anlaşmazlığı, ilgili belgeleri inceleyerek köklü <strong>ve</strong> sağlam<br />

nedenlere bağlamak güçtür. Bu bakımdan, anlaşmazlığı daha çok ruhsal<br />

<strong>ve</strong> duygusal nedenleriyle incelemek gerektiği düşüncesindeyim.<br />

(Atatürk, bu anlaşmazlığın köklü <strong>ve</strong> sağlam nedenlerden çok ruhsal<br />

<strong>ve</strong> duygusal nedenlerden kaynaklandığını ileri sürmekte; bununla birlikte


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 249<br />

iki devlet adamının Yunanistan’dan istenecek savaş ödencesi konusunda<br />

farklı yaklaşım içinde olmalarının da bu anlaşmazlık için bir etken oluşturduğunu<br />

belirterek sözlerini şöyle sürdürmektedir:)<br />

Baylar, bu <strong>ve</strong>rdiğim bilgilerden sonra beliren nokta şudur: İsmet<br />

Paşa, Karaağaç’a karşılık Yunan onarım sorununu sonuçlandırmayı uygun<br />

görüyor <strong>ve</strong> hazırlanmakta olan antlaşmanın elde edebileceğimiz en iyi koşulları<br />

kapsadığı kanısında bulunuyor. Rauf Bey de “Karaağaç’a karşılık,<br />

onarım parasından vazgeçemeyiz.” diyor. Ben, Rauf Bey’le İsmet Paşa<br />

arasında yapılmış olan bütün yazışmaları inceledikten sonra, genel olarak,<br />

İsmet Paşa’nın görüşünü uygun buldum. Ama, gerek Rauf Bey gerekse İsmet<br />

Paşa, görüşlerinde çok direnir görünüyorlar <strong>ve</strong> görüşlerini belirtirken<br />

her ikisi de pek keskin sözcükler kullanmış bulunuyorlardı. Rauf Bey, Mecliste<br />

<strong>ve</strong> kamuoyunda iyi karşılanabilecek parlak bir propaganda yolunda<br />

idi. “Ülkemizi yakıp yıkmış olan Yunanlılardan büyük utkumuza karşın,<br />

onarım parası istemekten vazgeçemeyiz! İtilâf Devletleri, Yunanlıları bizimle<br />

karşı karşıya serbest bıraksınlar! Biz onlarla hesabımızı görürüz!” görüşünün<br />

savunucusu oluyor. Bütün barış sorununu <strong>ve</strong> büyük bir barış ilkelerini<br />

göz önünde tutan İsmet Paşa ise, Bakanlar Kurulu Başkanı ile bu anlaşmazlığı<br />

sırasında, Yunanlılara karşı öz<strong>ve</strong>ri önermek durumunda bulunuyordu.<br />

Bu görüşün yerinde <strong>ve</strong> kabulünün zorunlu olduğunu kamuoyuna<br />

açıklamak elbette o denli kolay değildi. Sorunu o yolda çözmek gerekti ki<br />

hem İsmet Paşa’nın önerisi kabul edilerek barış yapılsın, hem de Rauf Bey<br />

<strong>ve</strong> başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu yerinde kalıp barış yapılıncaya dek çalışsın.<br />

Genel olarak iki yana karşı aldığım durum yumuşak olmadı. Bir yana<br />

hak <strong>ve</strong>rerek öbür yanı susturmak yoluna gitmedim.<br />

(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde, İsmet Paşa ile yapılmış yazışmalara<br />

yer <strong>ve</strong>rerek, Yunanistan’dan ödence istenmesinin yanı sıra kuponlar<br />

<strong>ve</strong> ayrıcalık hakları konusunda da yaşanan anlaşmazlıkların tümünün<br />

çözüme kavuşturulduğunu; ancak, Konferans’ın anlaşmayla sonuçlanmasının<br />

ardından, imza aşamasına gelindiğinde, Rauf Bey’in İsmet Paşa’ya yanıt<br />

<strong>ve</strong>rmek yerine belirsiz bir sessizlik içine çekildiğini <strong>ve</strong> Ankara’nın kararsız<br />

kaldığı izlenimini yaratan bu durum karşısında da İsmet Paşa’nın delegelik<br />

görevinden alınma isteği içersine girdiğini anlatmaktadır:)<br />

Böyle bir durumda, işi bitirmek için büyük <strong>ve</strong> tarihsel sorumluluk<br />

yüklenerek imzasını kullanacak olan kişinin, ne denli bir güçlük içinde bulunacağı<br />

düşünülürse, İsmet Paşa’nın üzüntü <strong>ve</strong> acı duymasını haklı görmek<br />

gerekir. İsmet Paşa’nın teline hemen şu yanıtı <strong>ve</strong>rdim:


250 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Ankara, 19.7.1923<br />

İsmet Paşa Hazretlerine<br />

18 Temmuz 1923 günlü telyazınızı aldım. Hiç kimsede kararsızlık<br />

yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak <strong>ve</strong> içten duygularımızla kutlamak<br />

için, yöntem gereği, Antlaşmanın imzalandığını bildirmenizi bekliyoruz,<br />

kardeşim.<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı<br />

Başkomutan<br />

Gazi Mustafa Kemal<br />

İsmet Paşa bu telyazıma yanıt <strong>ve</strong>rdi. İsmet Paşa’nın çektiği acının<br />

düzeyini gösteren bu yanıtı, onun temiz yürekliliğini, içtenliğini <strong>ve</strong> özellikle<br />

alçak gönüllülüğünü de gösteren değerli bir belge olduğu için, bilginize sunuyorum:<br />

Sayı: 338<br />

Lozan, 20 Temmuz 1923<br />

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine<br />

Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim<br />

ezinci bir düşün. Büyük işler yapmış <strong>ve</strong> yaptırmış adamsın. Sana bağlılığım<br />

bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim, sayın önderim.<br />

İsmet<br />

Baylar, İsmet Paşa 24 Temmuz 1923 günü Antlaşmayı imzaladı.<br />

Kendisini kutlamak zamanı gelmişti. O gün şu teli yazdım:<br />

Lozan’da Delegeler Kurulu Başkanı<br />

Dışişleri Bakanı İsmet Paşa Hazretlerine<br />

Ulusun <strong>ve</strong> Hükümetin yüksek kişiliğinize <strong>ve</strong>rmiş olduğu yeni görevi<br />

başarı ile sonuçlandırdınız. Ülkeye yararlı sıra sıra işlerle örülü olan ömrünüzü<br />

bu kez de tarihsel bir başarıyla taçlandırdınız. Uzun savaşımlardan<br />

sonra yurdumuzun barışa <strong>ve</strong> bağımsızlığa kavuştuğu bu günde parlak göreviniz<br />

dolayısıyla sizi, sayın arkadaşlarımız Rıza Nur <strong>ve</strong> Hasan Beyleri <strong>ve</strong><br />

çalışmalarınızda size yardım eden bütün Delegeler Kurulu üyelerini teşekkürlerle<br />

kutlarım.<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı<br />

Başkomutan<br />

Gazi Mustafa Kemal


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 251<br />

Baylar, Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’in kutlamadığını anladım.<br />

Bunun gerekli olduğunu kendisine anlattım. Başka arkadaşlar da<br />

kendisini bu konuda uyarmışlar. Sonradan öğrendim ki Rauf Bey, İsmet<br />

Paşa’yı kutlamayı <strong>ve</strong> yaptığı önemli, tarihsel görevden dolayı ona teşekkür<br />

etmeyi gerekli görmüyormuş. Yapılan uyarmalar üzerine, Kâzım Paşa’ya<br />

bir mektup yazarak ondan, kendi adına İsmet Paşa’ya bir kutlama teli<br />

yazmasını rica etmiş. Bunun anlamı nedir?<br />

Kâzım Paşa, bu mektubu İhsan Bey’in (Donanma Bakanı) evinde<br />

bulunduğu bir sırada almış. Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey de orada<br />

imiş. Hep birlikte, Rauf Bey’in ağzından, İsmet Paşa’ya uygun bir kutlama<br />

<strong>ve</strong> teşekkür teli taslağı yazmışlar; bunu bir zarfa koyarak Rauf Bey’e göndermişler.<br />

Ama Rauf Bey, bu taslağı beğenmemiş, İsmet Paşa’ya başka bir<br />

tel yazmış, ya da yazdırmış. Rauf Bey, Kâzım Paşa’yı gördüğü zaman demiş<br />

ki: “Sizin yazdığınız taslakta her işi yapan İsmet Paşa imiş gibi gösteriliyor.<br />

Biz burada bir şey yapmadık mı?”<br />

Baylar, Rauf Bey’in yazdığı, ya da yazdırdığı telyazısı, kendisinin<br />

duygu <strong>ve</strong> düşüncelerini gizlememektedir. İsterseniz o telyazısını da olduğu<br />

gibi bilginize sunayım:<br />

Şifre 25.7.1923<br />

Lozan’da Delegeler Kurulu Başkanlığına<br />

Y: 20 <strong>ve</strong> 24 Temmuz, 247 <strong>ve</strong> 348 sayılara:<br />

Dünya Savaşının sonsuz acılarından kurtulmak <strong>ve</strong> ulusumuzun<br />

dünyayı barışa kavuşturmada ne büyük bir etmen olduğunu eylemle kanıtlamak<br />

amacıyla imzaladığımız Mondros Bırakışması’na karşın uğradığımız<br />

en acıklı <strong>ve</strong> yürek parçalayıcı saldırıları, yaşama hakkımızı <strong>ve</strong> bağımsızlığımızı<br />

ayaklar altına alan Sevr Antlaşması izlemişti. Yüzyıllarca özgür <strong>ve</strong> bağımsız<br />

yaşamış olan kutsal Türkiye’mizin soylu halkı, uğradığı haksız <strong>ve</strong><br />

acıklı saldırılar karşısında bütün bilinci <strong>ve</strong> bütün varlığı ile, yaşama hakkını<br />

<strong>ve</strong> bağımsızlığını kurtarmak için ayaklanarak kurduğu yılmaz <strong>ve</strong> yenilmez<br />

ulusal ordusuyla, Büyük Başkanımızın <strong>ve</strong> Başkomutanımızın <strong>ve</strong> gözüpek<br />

komutanlarımızın yönetiminde utkudan utkuya yürüdü.<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi <strong>ve</strong> Hükümetinin, ulustan aldığı erk <strong>ve</strong><br />

güçle <strong>ve</strong> ordularının pek yüksek savaş yeteneğiyle elde ettiği bu başarı <strong>ve</strong><br />

utkuların, Lozan’da aylardan beri süren barış görüşme!eri sonunda uluslararası<br />

bir belge ile saptanması, ulusumuza yeni bir çalışma dönemi <strong>ve</strong> erinç<br />

hazırlamıştır. Bakanlar Kurulu, dayançlı <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>rili ulusumuzun yaşama<br />

hakkını <strong>ve</strong> bağımsızlığını gü<strong>ve</strong>n altına alan bir anlaşmanın yapılmasındaki<br />

çalışmalardan dolayı, başta yüce kişiliğiniz olmak üzere, delegelerimiz Rıza<br />

Nur <strong>ve</strong> Hasan beyefendileri <strong>ve</strong> danışmanlarımızı kutlar efendim.<br />

Bakanlar Kurulu Başkanı<br />

Hüseyin Rauf


252 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, Rauf Bey, Lozan Antlaşmasını yapan <strong>ve</strong> ona imzasını koyan<br />

İsmet Paşa’yı kutlama dolayısıyla, kendisinin yaptığı <strong>ve</strong> imzasını koyduğu<br />

Mondros Bırakışması’ndan söz etmeyi <strong>ve</strong> onu ne önemli <strong>ve</strong> yüksek<br />

amaçlarla imzaladığını belirterek kendisini savunmayı gerekli görüyor.<br />

Mondros Bırakışması, Osmanlı Devletinin, bağlaşıklarıyla birlikte uğradığı<br />

acı yenilginin yüz kızartacak bir sonucudur. O anlaşma hükümleridir ki<br />

Türk topraklarını yabancıların işgaline yol açtı. O anlaşmada kabul edilen<br />

maddelerdir ki Sevr Antlaşması hükümlerinin de kolaylıkla kabul ettirilebileceği<br />

düşüncesini yabancılara olanaklı <strong>ve</strong> akla yatkın gösterirdi. Rauf Bey<br />

o anlaşmayı, “ulusumuzun dünyayı barışa kavuşturmakta ne büyük bir etmen<br />

olduğunu eylemle kanıtlamak amacıyla” imzaladığını söylüyorsa da<br />

bu düşsel cümleyle kendinden başka kimseyi kandırıp avutamaz; çünkü,<br />

böyle bir amaç yoktu. Rauf Bey’in, telyazısına Mondros Bırakışması ile<br />

başladığına bakılırsa, bu anlaşmanın Lozan Konferansı’nın başlangıcı olduğunu;<br />

Lozan barışının da Rauf Bey’in yaptığı Mondros Bırakışması’nın<br />

sonucu olduğunu söylemek eğiliminde bulunduğu yargısına varılabilir.<br />

Rauf Bey, telyazısında, Sevr Antlaşmasını, Türk ulusunun uğradığı<br />

saldırıları <strong>ve</strong> buna karşı ulusun nasıl ayaklandığını, nasıl yılmaz <strong>ve</strong> yenilmez<br />

ordu kurduğunu <strong>ve</strong> gözüpek komutanlarımızın yönetiminde utkudan utkuya<br />

yürüdüğünü anlatıyor. Rauf Bey, bu öyküyü İsmet Paşa’ya, o utkuyu<br />

kazanmış ordunun başından Lozan’a gitmiş olan kişiye anlatıyor. Rauf<br />

Bey, bu başarı <strong>ve</strong> utkuları hükümetin kazandığını anlatabilmek için de parlak<br />

bir cümle bulmuştur. Lozan barış görüşmelerinin aylardan beri sürdüğünü<br />

de belirterek işin uzatıldığını anıştırmaktan kendini alamamıştır. Rauf<br />

Bey, “antlaşmanın yapılmasındaki çalışmalardan dolayı” Delegeler Kurulunu<br />

kutlarken, Mondros Bırakışması’ndan başlayarak bütün devrimlerimizin<br />

bir özetini yapmış <strong>ve</strong> böylelikle Delegeler Kuruluna, yaptıkları antlaşmanın<br />

nasıl <strong>ve</strong> ne olduğunu da anlatmak çabasına düşmüştür. İçinde bir<br />

“teşekkür” sözü bulunmayan bu yazıların anlamını kavramak, dikkatli <strong>ve</strong><br />

irdeleyici kişiler için güç değildir.<br />

Baylar, Delegeler Kurulumuz görevini bitirdikten sonra, Ankara’ya<br />

dönmek üzere yolda bulunuyordu. Herkes Delegeler Kurulunu yakından<br />

övmek için can atıyordu. O günlerde Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey<br />

Meclis İkinci Başkanı Ali Fuat Paşa ile birlikte Çankaya’ya yanıma geldiler.<br />

Rauf Bey: “Ben dedi, İsmet Paşa ile karşı karşıya gelemem. Onun karşılanmasında<br />

bulunamam. İzin <strong>ve</strong>rirseniz, o geldiği zaman Ankara’da bulunmamak<br />

için, seçim bölgemde dolaşmak üzere Sivas’a doğru bir geziye<br />

çıkayım.” Rauf Bey’e, böyle yapmasını gerektiren bir şey olmadığını; burada<br />

bulunarak, İsmet Paşa’yı, bir hükümet başkanına yaraşırcasına kabul<br />

etmesinin <strong>ve</strong> görevini iyi bir biçimde sonuçlandırdığı için onu, sözle de<br />

övmesinin <strong>ve</strong> kutlamasının uygun olacağını söyledim. Rauf Bey, “Kendimi


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 253<br />

tutamıyorum, yapamayacağım.” dedi <strong>ve</strong> geziye çıkma isteğinde direndi.<br />

Bakanlar Kurulu Başkanlığından çekilmesi koşuluyla geziye çıkmasını kabul<br />

ettim.<br />

Ondan sonra Rauf Bey’le aramızda şu konuşma oldu:<br />

Rauf Bey, “Bakanlar Kurulu Başkanlığından çekilirken, sizden çok<br />

rica ederim, Devlet Başkanlığı katını güçlendiriniz.” dedi.<br />

Ben, “Dediğinizi yapacağıma kesin olarak gü<strong>ve</strong>niniz!” diye yanıt<br />

<strong>ve</strong>rdim.<br />

Rauf Bey’in ne demek istediğini ben pek güzel anlamıştım. Rauf<br />

Bey, devlet başkanlığı katı olarak halifelik katını düşünüyor <strong>ve</strong> o makama<br />

güç <strong>ve</strong> yetki sağlanmasını benden rica ediyordu. Rauf Bey’in, benim olumlu<br />

yanıtımla ne demek istediğimi anlayıp anlamadığı kuşkuludur. Sonradan,<br />

cumhuriyet kurulduktan sonra, kendisiyle Ankara’da yaptığımız bir<br />

konuşmada, niçin karşıcıl duruma geçtiğini, yapılmış olan şeyin, Ankara’dan<br />

ayrılırken benden yapılmasını rica ettiği <strong>ve</strong> benim söz <strong>ve</strong>rdiğim işten<br />

başka bir şey olmadığını söylediğim zaman, “Ben demişti, devlet başkanlığı<br />

katını güçlendiriniz derken, hiç de cumhuriyetin kurulmasını düşünmüş <strong>ve</strong><br />

istemiş değildim.” Oysa baylar, benim <strong>ve</strong>rdiğim yanıtın anlamı tümüyle<br />

oydu. Gerçekte, bence devlet başkanlığı katıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi<br />

Başkanlığı katını birleşik bulundurmak; ulusal hükümetimiz cumhuriyet<br />

hükümeti niteliğinde olmasına karşın onu kesin olarak söyleyip duyurmamak<br />

güçsüzlük yaratıyordu. İlk fırsatta resmi olarak cumhuriyeti ilan etmek<br />

<strong>ve</strong> devlet başkanlığını, cumhurbaşkanlığı katında simgeleyerek, güçlü bir<br />

durum yaratmak çok gerekliydi. Rauf Bey’e, bunu yapacağıma kesin olarak<br />

söz <strong>ve</strong>rmiştim. Eğer, ne demek istediğimi kavrayamamış ise, sanırım,<br />

eksiklik bende değildir.<br />

Ali Fuat Paşa’yla da kısa bir görüşme yapıldı. Fuat Paşa, bana şöyle<br />

bir soru sordu: “Senin şimdi havarilerin kimlerdir, bunu anlayabilir miyiz?”<br />

Ben bu sorudan bir şey anlayamadığımı söyledim. Paşa, ne demek<br />

istediğini anlattı. O zaman ben de şunları söyledim: “Benim havarilerim<br />

yoktur. Ülke <strong>ve</strong> ulusa kimler hizmet eder <strong>ve</strong> hizmet yaraşırlığını <strong>ve</strong> gücünü<br />

gösterirse havari onlardır.”<br />

Rauf Bey, Bakanlar Kurulu Başkanlığından çekildi. İçişleri Bakanı<br />

bulunan Ali Fethi Bey, Bakanlar Kurulu Başkanlığına da seçildi (13 Ağustos<br />

1923). Ali Fuat Paşa da bir süre sonra, 24 Ekim 1923’de, Meclis İkinci<br />

Başkanlığından çekilerek ordu müfettişliğine atanmasını rica etti. Fuat Paşa’ya,<br />

sanı ikinci başkan olmakla birlikte pek önemli olan Meclis Başkanlığı<br />

görevini yapmakta olduğunu söyleyerek bu görevden ayrılmamasını öğütledim.<br />

Fuat Paşa, siyasetten hoşlanmadığını, yaşamını askerlik uğraşına<br />

adamak istediğini ileri sürüp dileğinin yerine getirilmesini üsteleyerek rica


254 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

etti. Fuat Paşa’nın aşaması tuğgeneral idi. Komuta edeceği orduda tümgeneral<br />

aşamasında kolordu komutanları vardı. Geçmiş hizmetlerini göz<br />

önüne alarak kendisini tümgeneralliğe yükselttik <strong>ve</strong> karargâhı Konya’da<br />

bulunan İkinci Ordu Müfettişliğine atadık. Kâzım Karabekir Paşa da daha<br />

önce aynı düşüncelerle Meclis’ten ayrılmış <strong>ve</strong> ordu müfettişi olarak Birinci<br />

Ordunun başına geçmiş bulunuyordu.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 255<br />

BÖLÜM VI<br />

CUMHURİYETİN KURULMASI VE SİYASAL DEVRİM<br />

VI.1. CUMHURİYETİN KURULMASI<br />

Baylar, Lozan Antlaşmasının eklerinden olan boşaltma protokolü<br />

uygulandıktan sonra, tümüyle düşman elinden kurtulan Türkiye’nin bütünlüğü<br />

eylemli olarak gerçekleşmişti. Artık yeni Türkiye Devletinin başkentini<br />

yasa ile saptamak gerekiyordu. Bütün düşünceler, yeni Türkiye’nin başkentinin<br />

Anadolu’da <strong>ve</strong> Ankara kenti olması gerektiğinde toplanıyordu.<br />

Coğrafi <strong>ve</strong> stratejik durum en kesin önemi taşıyordu. Devletin başkentini<br />

bir gün önce saptayarak iç <strong>ve</strong> dış kararsızlıklara son <strong>ve</strong>rmek çok gerekliydi.<br />

Gerçekten, bilindiği gibi, başkentin İstanbul olarak kalacağı ya da<br />

Ankara’ya taşınacağı sorunu üzerinde öteden beri içerde <strong>ve</strong> dışarıda kararsızlıklar<br />

görülüyor, basında demeç <strong>ve</strong> tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada,<br />

İstanbul’un yeni millet<strong>ve</strong>killerinden kimileri, Refet Paşa başta olmak üzere,<br />

İstanbul’un payitaht 69 kalması gereğini, kimi örneklere dayanarak kanıtlamaya<br />

çalışıyorlardı. Ankara’nın gerek iklimi, ulaştırma araçları, gelişme yeteneği,<br />

gerekse kuruluş <strong>ve</strong> örgütler bakımından hiç de uygun <strong>ve</strong> el<strong>ve</strong>rişli<br />

olmadığını söylüyorlar <strong>ve</strong> “İstanbul’un başkent olması gereklidir <strong>ve</strong> buna<br />

yazgılıdır.” diyorlardı. Bu sözlere dikkat edilirse, bizim payitaht teriminden<br />

çıkardığımız anlam ile bu sözlerde başkent terimini kullananların görüşleri<br />

arasında bir ayrılık görmemek olanaksızdır. Bundan dolayı, başkent seçiminde<br />

daha önceden <strong>ve</strong>rilmiş kararımızı resmi olarak <strong>ve</strong> yasa ile saptayarak<br />

böylece payitaht teriminin de yeni Türkiye Devletinde anlamı <strong>ve</strong> yeri<br />

kalmadığı belirtilmiş olacaktı. Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923<br />

günlü bir maddelik yasa tasarısını Meclis’e önerdi. Altında daha on dört<br />

kadar kişinin imzası olan bu yasa önerisi, 13 Ekim 1923 günü uzun görüşme<br />

<strong>ve</strong> tartışmalardan sonra, büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Yasa<br />

maddesi şudur: “Türkiye Devletinin başkenti, Ankara kentidir.”<br />

69<br />

Padişahın tahtının bulunduğu yer.


256 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, çok geçmeden Mecliste Fethi Bey’in Başkanlığındaki Bakanlar<br />

Kuruluna <strong>ve</strong> özellikle Fethi Bey’in kendisine karşı sataşmalar <strong>ve</strong><br />

eleştiriler başladı. Anlaşıldığına göre kimi millet<strong>ve</strong>killerinde bakan olmak isteği<br />

<strong>ve</strong> dileği artmıştı. İş başındaki bakanları beğenmiyorlardı. Yeni seçimde<br />

Partimiz adına millet<strong>ve</strong>killiğine seçilmeleri sağlanmış olan birtakımları<br />

da Bakanlar Kuruluna karşı olan akımları körükleyerek kendi amaçlarına<br />

göre yararlanma ortamları hazırlamaya çalışıyorlardı. Karşıcıl duruma geçecekleri<br />

sezilen millet<strong>ve</strong>killerinin Meclis çoğunluğunu aldatarak, hükümet<br />

<strong>ve</strong> Meclis üzerinde etkin bir durum almak amacında oldukları anlaşılıyordu.<br />

Fethi Bey, dikkatini <strong>ve</strong> gücünü Bakanlar Kurulu Başkanlığı görevinde<br />

toplayabilmek için İçişleri Bakanlığından çekildi. Yine o gün Meclis<br />

İkinci Başkanlığı da Ali Fuat Paşa’nın çekilmesiyle boşaldı (24 Ekim 1923).<br />

Bizimle görüşte <strong>ve</strong> çalışmada uzlaşıp birleşmeyi gerekli görmeksizin bağımsız<br />

<strong>ve</strong> gizli olarak çalışan bir grup belirdi. Bu grup temiz yürekli <strong>ve</strong> hakse<strong>ve</strong>r<br />

gibi görünerek bütün parti üyelerine kendi görüşlerini benimsetmede başarılı<br />

olmaya başladı. Örneğin, bir parti toplantısında, İçişleri Bakanlığına Erzincan<br />

Millet<strong>ve</strong>kili Sabit Bey’in <strong>ve</strong> Meclis İkinci Başkanlığına da İstanbul’da<br />

bulunan Rauf Bey’in, Meclisçe seçilmesini sağladı (25 Ekim 1923).<br />

Oysa ben, Sabit Bey’in İçişleri Bakanı olmasını uygun görmemiştim.<br />

Sabit Bey’in kimi illerde vali olarak çalıştırılmış bulunmasını, Yeni<br />

Türkiye’nin içişlerini yeni koşullarla yönetebileceğine yeter kanıt sayamıyordum.<br />

Rauf Bey’in de Meclis İkinci Başkanlığına seçilmesini doğru bulmuyordum.<br />

Çünkü Rauf Bey, daha dün Bakanlar Kurulu Başkanı idi. Ne<br />

gibi duyguların etkisi altında çalıştığından dolayı Başbakanlıktan çekilmek<br />

zorunda kaldığı biliniyordu. Buna karşın, onu Meclisin İkinci Başkanlığına<br />

getirmekle, bütün Meclisin onun görüşüne katıldığını; yani, bütün Meclisin<br />

Lozan Barış Antlaşmasını yapan <strong>ve</strong> Bakanlar Kurulunda Dışişleri Bakanı<br />

olarak bulunan İsmet Paşa’ya karşı olduğunu göstermek amacı güdülüyordu.<br />

Baylar, yeni Meclis, daha ilk döneminde, gizliden gizliye karşıcıllık<br />

yapan küçük bir grupça aldatılma durumuna düştü. Fethi Bey <strong>ve</strong> arkadaşları,<br />

hükümet görevlerini rahatça yapamayacak bir duruma getirildi. Fethi<br />

Bey, bu durumdan, bana birçok kez yakındı <strong>ve</strong> Bakanlar Kurulundan çekilmek<br />

istedi. Diğer bakanlar da onun gibi yakınıyorlardı. Kötülük, hükümetin<br />

Meclis’çe seçilmesinden doğuyordu. Bu gerçeği çoktan görmüştüm.<br />

Ben, Meclis’te gizli <strong>ve</strong> karşıcıl bir grup bulunduğunu sezdikten,<br />

Meclis çalışmalarında duyguların etkin olduğunu gördükten <strong>ve</strong> Bakanlar<br />

Kurulu çalışmalarının her gün temelsiz birtakım nedenlerle düzeninden çıkarıldığı<br />

kanısına vardıktan sonra, uygulamak için sırasını beklediğim bir


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 257<br />

düşüncenin uygulanma zamanının geldiği yargısına varmıştım. Bunu açıkça<br />

söylemeliyim. Buna göre, şimdi <strong>ve</strong>receğim bilgileri <strong>ve</strong> yapacağım açıklamaları<br />

anlamak daha kolay olacaktır.<br />

Baylar, Halk Partisinin Rauf Bey’i, toplantıda bulunmadığı bir sırada,<br />

Meclis İkinci Başkanlığına, Sabit Bey’i de İçişleri Bakanlığına aday seçtiği<br />

gün, 25 Ekim 1923 perşembe günüdür. O gün <strong>ve</strong> ertesi Cuma günü<br />

Bakanlar Kurulu Çankaya’da benim yanımda toplandı. Gerek Bakanlar<br />

Kurulu Başkanı Fethi Bey’in <strong>ve</strong> gerek diğer bakanların çekilmeleri zamanının<br />

geldiğini <strong>ve</strong> bunun gerekli olduğunu ileri sürdüm. “Yeni Bakanlar Kurulu<br />

seçiminde, şimdiki bakanlar yeniden seçilirlerse; bunlar, bu seçimden<br />

sonra da çekilecekler <strong>ve</strong> Bakanlar Kuruluna girmeyeceklerdir.” ilkesini de<br />

kabul ettik. Yalnız, o zamanlar, bakanlar gibi seçilen <strong>ve</strong> Bakanlar Kurulunun<br />

bir üyesi olan Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa bu karar dışında bırakıldı.<br />

Çünkü, ordu yönetim <strong>ve</strong> komutasının rasgele bir kimseye <strong>ve</strong>rilmesi<br />

doğru görülmedi.<br />

Baylar, alınan bu kararın <strong>ve</strong> böyle davranışın içyüzü incelenirse şu<br />

sonuç çıkar: Tutkulu grubu hükümet kurmakta tümüyle serbest bırakıyoruz.<br />

Şimdiki kurulda bulunan bakanlardan hiçbiri katılmaksızın, hepsi de istedikleri<br />

kişilerden olmak üzere, diledikleri gibi bir Bakanlar Kurulu kurarak<br />

ülkenin yazgısına el koymalarında bir sakınca görmüyoruz. Ama, ne Hükümetin<br />

kurulacağına ne de kursalar bile, ülkeyi yönetmeye güçlerinin yetebileceğine<br />

emin bulunuyoruz.<br />

Meclisi aldatmaya çalışan tutkulu grup, şu ya da bu yolda bir hükümet<br />

kurmayı başarabilirse, bu hükümetin yönetim biçimini <strong>ve</strong> yönetimdeki<br />

becerisini bir süre izlemenin <strong>ve</strong> dahası ona yardım etmenin uygun<br />

olacağı kanısına vardık. Ama, böylece kurulacak hükümet ülkeyi yönetmede<br />

<strong>ve</strong> yeni ülkülerimize doğru ilerlemede güçsüzlük <strong>ve</strong> sapma gösterirse,<br />

bunu, Meclis’te belirterek Meclis’i aydınlatmayı yeğ gördük. Hükümet kurmayı<br />

başaramazlarsa ortaya çıkacak düzensizlik, elbette Meclis’i uyarmaya<br />

yarayacaktı. Bunalım <strong>ve</strong> düzensizliğin sürdürülmesi uygun görülemeyeceğinden,<br />

işte o zaman, işe el koyarak tasarladığım şeyi ortaya atıp sorunu<br />

kökünden çözümleyebileceğimi düşünmüştüm.<br />

Bakanlar kurulu ile Çankaya’da yaptığımız toplantı sonunda, yazıp<br />

birlikte imzalayarak bana <strong>ve</strong>rdikleri çekilme yazısı şu idi:<br />

Yüce Başkanlığa<br />

Türkiye Devletinin karşısında bulunduğu güç <strong>ve</strong> önemli iç <strong>ve</strong> dış<br />

görevleri kolaylıkla sonuçlandırabilmesi için çok güçlü <strong>ve</strong> Meclis’in tam gü<strong>ve</strong>nini<br />

kazanmış bir bakanlar kuruluna kesin gereksinim bulunduğu kanısındayız.<br />

Bunun için yüksek Meclis’in her bakımdan gü<strong>ve</strong>nine <strong>ve</strong> yardımı-


258 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

na dayanan bir bakanlar kurulunun kurulmasına hizmet etmek amacıyla<br />

çekildiğimizi, üstün saygılarla bilginize sunarız efendim.<br />

Baylar, bu çekilme yazısı, 27 Ekim 1923 cumartesi günü öğleden<br />

sonra saat birde başkanlığımda toplanan Parti Genel Kuruluna bildirilmiş<br />

<strong>ve</strong> saat beşe doğru açılan Meclis’te okunmuştur. Bakanlar Kurulunun çekildiği<br />

belli olur olmaz, Meclis üyeleri, Meclis odalarında, evlerinde grup<br />

grup toplanarak, yeni bakanlar kurulu listeleri düzenlemeye başladılar. Bu<br />

durum, Ekim ayının 28’inci günü geç vakte dek sürdü. Hiçbir grup, bütün<br />

Meclis’çe kabul olunabilecek <strong>ve</strong> kamuoyunca iyi karşılanacak adları içine<br />

alan bir aday listesi saptayamıyordu. Özellikle, bakanlıklara aday düşünülürken,<br />

o denli çok he<strong>ve</strong>sli <strong>ve</strong> isteklilerle karşı karşıya kalıyorlardı ki herhangi<br />

birini öbürlerine yeğleyerek saptanacak listeyi kabul ettirmekteki<br />

güçlük, liste düzenlemekle uğraşanları umutsuzluğa <strong>ve</strong> kaygıya düşürdü.<br />

Gerçi İstanbul’da çıkan bazı gazeteler, kimi kişilerin resimlerini basarak Bakanlar<br />

Kurulu Başkanlığına seçileceği umulan “sayın kişi”leri anımsatmalarıyla<br />

dikkati çekmekten geri kalmadı. Kimi gazetelerin, Konya’ya atanan<br />

Fuat Paşa’nın 28 Ekimde İstanbul’a varışında onun, Rauf Bey, Refet Paşa,<br />

Adnan Bey <strong>ve</strong> daha birçok kişilerce karşılandığını bildiren tel haberleri ile<br />

Rauf Bey’le Kâzım Karabekir Paşa’nın resimlerini basarak Mondros Bırakışması’nı<br />

<strong>ve</strong> Kars’ın kurtarılışını anımsatmak için yazdıkları yazılar da yeterince<br />

dikkati çekmeye yaramadı.<br />

28 Ekim günü geç vakitte toplantı halinde bulunan Parti Yönetim<br />

Kurulu beni çağırdı. Parti Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Bey’di. Fethi Bey,<br />

Parti adına Yönetim Kurulunca, bir aday listesi düzenlendiğinden <strong>ve</strong> Parti<br />

Genel Başkanı olduğum için bu konuda benim de düşüncemin öğrenilmesi<br />

uygun görüldüğünden, toplantılarına çağırdıklarını bildirdi. Düzenlenen listeye<br />

göz gezdirdim. Bence uygun olduğunu, ama bu listede adları bulunan<br />

kişilerin de düşüncelerinin <strong>ve</strong> kabul edip etmeyeceklerinin sorulması gerektiğini<br />

söyledim. Bu önerim uygun görüldü. Örneğin, Dışişleri Bakanlığına<br />

aday gösterilen Yusuf Kemal Bey’i çağırdık. Yusuf Kemal Bey, bu listeye<br />

giremeyeceğini bildirdi. Bundan <strong>ve</strong> buna benzer başka durumlardan anladım<br />

ki Parti Yönetim Kurulu da kabul edilebilecek kesin bir aday listesi düzenleyememektedir.<br />

Yönetim Kurulu üyelerine, gerekenlerle daha çok görüşerek<br />

kesin bir liste yapmalarını öğütledikten sonra yanlarından ayrıldım.<br />

Gece olmuştu. Çankaya’ya gitmek üzere Meclisten ayrılırken, koridorlarda<br />

beni beklemekte olan Kemalettin Sami <strong>ve</strong> Halit Paşalara rastladım. Ali<br />

Fuat Paşa, Ankara’dan ayrılırken bunların Ankara’ya geldiklerini o günkü<br />

gazetede “Bir uğurlama <strong>ve</strong> bir karşılama” başlığı altında okumuştum. Daha<br />

kendileriyle görüşmemiştim. Benimle görüşmek için o zamana değin orada<br />

beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine gelmelerini Milli Savunma Ba-


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 259<br />

kanı Kâzım Paşa aracılığıyla söylettim. İsmet Paşa ile Kâzım Paşa’ya <strong>ve</strong><br />

Fethi Bey’e de Çankaya’ya benimle birlikte gelmelerini söyledim. Çankaya’ya<br />

varınca, orada beni görmek üzere gelmiş olan Rize millet<strong>ve</strong>kili Fuat,<br />

Afyonkarahisar millet<strong>ve</strong>kili Ruşen Eşref Beylere rastladım. Onları da yemeğe<br />

alıkoydum.<br />

Yemek yenirken; “Yarın cumhuriyet ilan edeceğiz!” dedim. Orada<br />

bulunan arkadaşlar, hemen düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. Hemen<br />

o dakikada nasıl davranılacağı üzerinde kısa bir izlence saptadım <strong>ve</strong> arkadaşları<br />

görevlendirdim. Düzenlediğim izlencenin <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rdiğim yönergenin<br />

uygulanışını göreceksiniz.<br />

Baylar, görüyorsunuz ki cumhuriyet ilanına karar <strong>ve</strong>rmek için Ankara’da<br />

bulunan bütün arkadaşlarımı çağırmaya <strong>ve</strong> onlarla görüşüp tartışmaya<br />

gerek <strong>ve</strong> gereksinim görmedim. Çünkü, onların öteden beri <strong>ve</strong> doğal<br />

olarak bu konuda benim gibi düşündüklerinden kuşkum yoktu. Oysa, o sırada<br />

Ankara’da bulunmayan bazı kişiler, hiçbir yetkileri olmamasına karşın,<br />

kendilerine haber <strong>ve</strong>rilmeden <strong>ve</strong> düşünce <strong>ve</strong> olurları alınmadan cumhuriyetin<br />

ilan edilmiş olmasını, gücenme <strong>ve</strong> ayrılma nedeni saydılar.<br />

O gece birlikte bulunduğumuz arkadaşlar erkenden ayrıldılar. Yalnız<br />

İsmet Paşa Çankaya’da konuk idi. Onunla yalnız kaldıktan sonra, bir<br />

yasa tasarısı hazırladık. Bu tasarıda 20 Ocak 1921 günlü Anayasanın devlet<br />

biçimini saptayan maddelerini şöylece değiştirmiştim: Birinci maddenin<br />

sonuna: “Türkiye Devletinin hükümet biçimi cumhuriyettir.” tümcesini ekledim.<br />

Üçüncü maddeyi şöyle değiştirdim: “Türkiye Devleti, Büyük Millet<br />

Meclisince yönetilir. Meclis, hükümetin yönetim kollarını bakanlar kurulu<br />

aracılığı ile yönetir.”<br />

Bundan başka, Anayasanın temel maddelerinden olan sekiz <strong>ve</strong> dokuzuncu<br />

maddeleri de değiştirilerek <strong>ve</strong> açıklığa kavuşturularak şu maddeler<br />

yazıldı:<br />

“Madde: Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi<br />

Genel Kurulunca <strong>ve</strong> kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir.<br />

Başkanlık görevi, yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine değin sürer. Eski<br />

başkan yeniden seçilebilir.”<br />

“Madde: Türkiye Cumhurbaşkanı, Devletin Başkanıdır. Bu kimliği<br />

ile gerekli gördükçe Meclis’e <strong>ve</strong> Bakanlar Kuruluna başkanlık eder.”<br />

“Madde: Cumhurbaşkanı, başbakanı Meclis üyeleri arasından seçer.<br />

Diğer bakanları da başbakan, yine Meclis üyeleri arasından seçtikten<br />

sonra hepsini Cumhurbaşkanı Meclisin onayına sunar. Meclis toplantı halinde<br />

değilse, onaylama Meclis’in toplantısına bırakılır.”


260 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Bu maddelere komisyonda <strong>ve</strong> Meclis’te, din <strong>ve</strong> dille ilgili, bildiğiniz<br />

bir madde de eklenmiştir.<br />

Sayın Baylar, şimdi, isterseniz yüce kurulunuza 29 Ekim 1923 Pazartesi<br />

günü Ankara’da geçen olayı, kısaca anlatmaya çalışacağım.<br />

Pazartesi günü öğleden önce saat onda, Halk Partisi Grubu, Grup<br />

Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Bey’in başkanlığında toplandı. Bakanlar Kurulu<br />

seçimi görüşmelerine başlandı.<br />

Başkan: “Yönetim Kurulu, Genel Kurula sunulmak üzere, hazırlık<br />

niteliğinde, bir bakanlar kurulu listesi düzenledi. Yönetim Kurulu kesin bir<br />

şey saptamış değildir. Karar sayın kurulunuzundur. Kabul ederseniz okunsun.”<br />

diyerek Genel Kurula, Fuat Paşa’nın Başkan olarak gösterildiği bir<br />

aday listesi sunar. Okunan bu listede İktisat Bakanlığına aday gösterilen<br />

Celal Bey (İzmir) söz alarak, Bakanlar Kurulunun önemini belirtmiş <strong>ve</strong><br />

kendisinin seçilmemesini önermiş. Özellikle: “Bu listede adları görülen kişiler,<br />

çekilenlerden daha güçlü değildir. Bizden gönenç <strong>ve</strong> yenilik isteyen<br />

ulus vardır. Herhalde yeniler eskilerden güçlü olmalıdır. Seçimde i<strong>ve</strong>di<br />

davranmayalım. Özellikle Bakanlar Kurulu Başkanı için düşünelim.” demiş.<br />

(Söylev’in bu bölümünde, Parti grup toplantısı boyunca, önergeye<br />

yönelik olarak belirtilen görüşleri özetleyen Atatürk, sözlerini şöyle sürdürüyor:)<br />

Baylar, Parti toplantısına son <strong>ve</strong>rildi <strong>ve</strong> hemen Meclis toplantısı<br />

açıldı. Saat öğleden sonra altıydı. Tasarı Anayasa Komisyonunca, yöntem<br />

gereği incelenerek, tutanağı hazırlanırken, Meclis başka işlerle uğraştı. Sonunda,<br />

başkanlık makamında bulunan Başkan Vekili İsmet Bey 70 , Meclise<br />

şu bilgiyi <strong>ve</strong>rdi: “Anayasa Komisyonu, Anayasanın değiştirilmesiyle ilgili tasarının<br />

i<strong>ve</strong>dilikle <strong>ve</strong> hemen görüşülmesini öneriyor.” “Kabul!” sesleri üzerine,<br />

tutanak okundu. Önerildiği biçimde görüşüldü. Sonunda yasa, birçok<br />

millet<strong>ve</strong>killinin “Yaşasın Cumhuriyet!” diye alkışlanan söylevleriyle kabul<br />

edildi.<br />

Ondan sonra, cumhurbaşkanı seçilmesi için Meclis’in oyuna başvuruldu.<br />

Toplanan oyların sonucunu, başkanlık makamında bulunan İsmet<br />

Bey, Meclise şöylece bildirdi: “Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı seçimi için<br />

yapılan oylamaya yüz elli sekiz kişi katılmış <strong>ve</strong> cumhurbaşkanlığına, yüz elli<br />

sekiz üye, oybirliğiyle Ankara Millet<strong>ve</strong>kili Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini<br />

seçmişlerdir.”<br />

Baylar, seçimden hemen sonra Meclis’te yaptığım konuşmayı Tutanak<br />

Dergisi’nde okumuşsunuzdur. Ancak, tarihsel bir anıyı canlandırmak<br />

için izin <strong>ve</strong>rirseniz, o konuşmamı burada da olduğu gibi bilginize sunayım:<br />

70<br />

İsmet Eker (1877-1962).


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 261<br />

“Sayın arkadaşlarım, önemli <strong>ve</strong> dünya çapında olağanüstü olaylar<br />

karşısında saygıdeğer ulusumuzun gerçek uyanıklığına değerli bir belge<br />

olan Anayasamızın kimi maddelerini açıklamak için özel komisyonca yüksek<br />

kurulunuza önerilen yasa tasarısının kabulü dolayısıyla, Türkiye Devletinin<br />

öteden beri dünyaca bilinen, bilinmesi gereken niteliği, uluslararası<br />

belli adıyla adlandırıldı. Bunun doğal gereği olmak üzere, bugüne değin<br />

doğrudan doğruya Meclis’in Başkanlığında bulundurduğunuz arkadaşınıza<br />

yaptırdığınız görevi, cumhurbaşkanı sanıyla yine bu arkadaşınıza, bu âciz<br />

arkadaşınıza <strong>ve</strong>riyorsunuz. Bundan dolayı şimdiye dek benim için gösterdiğiniz<br />

sevgiyi, yakınlığı <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>ni bir kez daha göstermekle yüksek değerbilirliğinizi<br />

tanıtlamış oluyorsunuz. Bundan dolayı yüce Meclis’e gönlümün<br />

bütün içtenliğiyle teşekkür ederim.<br />

Baylar, yüzyıllardan beri Doğuda kıyım <strong>ve</strong> haksızlık görmüş olan<br />

ulusumuz, Türk ulusu, yaratılışındaki gerçek özelliklerden yoksun sayılıyordu.<br />

Son yıllarda ulusumuzun eylemli olarak gösterdiği yetenek, eğilim<br />

<strong>ve</strong> anlayış; kendisi için kötü sanıda bulunanların ne denli aymaz <strong>ve</strong> ne denli<br />

irdelemeden uzak, görünüşe önem <strong>ve</strong>ren kimseler olduğunu pek güzel<br />

kanıtladı. Ulusumuz, kendisinde bulunan nitelikleri <strong>ve</strong> değeri, hükümetinin<br />

yeni adıyla, uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir. Türkiye<br />

Cumhuriyeti, dünyadaki yerine yaraşır olduğunu, yapıtlarıyla kanıtlayacaktır.<br />

Arkadaşlar, bu yüce kuruluşu meydana getiren Türk ulusunun son<br />

dört yıl içinde kazandığı utku, bundan sonra da birkaç kat olmak üzere belirtilerini<br />

gösterecektir. Ben, eriştiğim bu gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> inana yaraşır olmak için<br />

çok önemli gördüğüm bir noktadaki gereksinimleri belirtmek zorundayım.<br />

O gereksinim, yüce Meclis’in bana karşı olan sevgisini, gü<strong>ve</strong>nini <strong>ve</strong> yardımını<br />

sürdürmesidir. Ancak böylelikle <strong>ve</strong> Tanrı’nın yardımıyla bana <strong>ve</strong>rdiğiniz<br />

<strong>ve</strong> <strong>ve</strong>receğiniz görevleri iyi bir biçimde yapmayı başarabileceğimi umarım.<br />

Her zaman sayın arkadaşlarımın ellerine çok içtenlikle <strong>ve</strong> sıkıca yapışarak,<br />

kendimi kendilerine doygun görmeyerek çalışacağım. Her zaman,<br />

ulusun sevgisine dayanarak hep birlikte ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti<br />

mutlu, başarılı <strong>ve</strong> utkulu olacaktır.”<br />

Baylar, Meclisçe Cumhuriyeti kabul kararı 29-30Ekim 1923 gecesi<br />

saat 20.30’da <strong>ve</strong>rildi. On beş dakika sonra, yani 20.45’te cumhurbaşkanı<br />

seçimi yapıldı. Durum o gece bütün ülkeye bildirildi <strong>ve</strong> her yerde, gece yarısından<br />

sonra, yüz bir kez top atılarak halka duyuruldu. İlk hükümetin İsmet<br />

Paşa tarafından kurulduğunu <strong>ve</strong> Meclis Başkanlığına Fethi Bey’in seçildiğini<br />

bilirsiniz.


262 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Baylar, cumhuriyetin kuruluşu bütün ulusu sevindirdi. Her yerde<br />

parlak gösterilerle sevinç açığa vuruldu. Yalnız İstanbul’da iki üç gazete ile<br />

İstanbul’da toplanan bazı kişiler ulusun genel <strong>ve</strong> içten gelen sevincine katılmaktan<br />

çekindi, kaygıya düştü; cumhuriyetin kuruluşunda ön ayak olanları<br />

yermeye başladı. Söz konusu gazetelerin <strong>ve</strong> kişilerin, cumhuriyetin kuruluşunu<br />

nasıl karşıladıklarını anımsamak için, yalnız o günlerdeki yayınları<br />

gözden geçirmek yeter.<br />

(Cumhuriyeti küçük düşürme amacını güden bu tür yayınlardan<br />

çeşitli örnekler <strong>ve</strong>ren Atatürk, sözlerini şöyle sürdürüyor:)<br />

Baylar, Rauf Bey de bu bağlamda gazetecilerle bir konuşma yapmıştı.<br />

Rauf Bey’in cumhuriyet üzerine düşüncesini <strong>ve</strong> ulusal egemenlikten<br />

ne anladığını belirten konuşmasını, 1 Kasım 1923 günlü Vatan gazetesinde<br />

okumuştum. Vatan <strong>ve</strong> Tevhit gazetelerinin sahipleri <strong>ve</strong> başyazarlarıyla Rauf<br />

Bey’in baş başa <strong>ve</strong>rerek düzenledikleri sorulardan <strong>ve</strong> yanıtlardan birkaçını<br />

bu kez, birlikte gözden geçirelim.<br />

Cumhuriyet konusunda, kamuoyunda, beklenmedik bir olay karşısında<br />

kalmış olma duygusu varmış. Şimdiye dek yüksek makamlarda bulunmuş<br />

bir kişi <strong>ve</strong> İstanbul millet<strong>ve</strong>kili olarak Rauf Bey’in ne düşündüğünü<br />

sorup öğrenmek seçmenlerinin haklarıymış. Baylar, bu soruyu düzenleyenlere<br />

biz de bir soru soralım: Birincisi, kamuoyunu hangi yolla öğrenmişler?<br />

İkincisi, İstanbul seçmenleri yalnızca iki gazeteci miydi, yoksa bütün seçmenler<br />

iki gazeteciyi kendi millet<strong>ve</strong>killerinin düşüncesini sormak için <strong>ve</strong>kil<br />

mi etmişlerdi?<br />

Oysa baylar, 29-30 Ekim gecesi İstanbul’da geçmiş olan bir olayı<br />

açıklarsam, bütün ulus gibi İstanbul halkının da gerçek duygularının ne olduğunu<br />

kolaylıkla anlarsınız. Cumhuriyetin ilanı gecesi, İstanbul Komutanı<br />

Şükrü Naili Paşa’yı İstanbul halkının temsilcileri, Fatih Belediyesinde düzenlenen<br />

bir şölene çağırmışlardı. Paşa, yemek sırasında Ankara’dan bir<br />

resmi bildiri aldı <strong>ve</strong> onu uygulamadan önce, saygıdeğer İstanbul halkının<br />

sayın temsilcilerine okudu. Bildiri şuydu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi<br />

cumhuriyet ilanını kararlaştırdı. Bunu yüz bir kez top atımıyla duyurunuz!”<br />

İstanbul halkının temsilcileri, bu müjdeli bildiriyi büyük sevinç <strong>ve</strong> alkışlarla<br />

karşıladılar <strong>ve</strong> hemen bütün İstanbul halkı adına Komutan Paşa’yı <strong>ve</strong> birbirlerini<br />

kutladılar. Bu duruma göre, İstanbul’un saygıdeğer halkı adına, İstanbul’un<br />

gerçek duygularını başka türlü göstererek demeç <strong>ve</strong>rmenin <strong>ve</strong><br />

gösteri yapmanın ne denli saygısızca bir davranış olduğu apaçıktır.<br />

Rauf Bey: “Bence, sorunu cumhuriyet sözcüğü üzerinde incelemek<br />

doğru değildir.” diyerek cumhuriyetten söz etmek bile istemiyor. Rauf<br />

Bey’in görüşü: “ … Ulusumuzun gönenç <strong>ve</strong> bağımsızlığının dokunulmazlığını<br />

<strong>ve</strong> sevgili yurdumuzun bütünlüğünü sağlayan hükümet biçiminin en


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 263<br />

uygun biçim olacağı” yolundadır. Baylar bu sözler, düzenledikleri sorunun<br />

yanıtı mıdır? Rauf Bey’e sorulduğu yazılan: “Hangi hükümet biçimi en uygundur?”<br />

sorusu mudur? Soru, dediğim gibi olsaydı, o zaman Rauf Bey’in<br />

bu sözü uygun bir yanıt olabilirdi. Ama, ondan sonra da Rauf Bey’e şöyle<br />

bir soru yöneltmek gerekirdi: Tasarladığınız hükümet biçiminin adı yok<br />

mudur? Cumhuriyet, ulusun gönenç <strong>ve</strong> bağımsızlığını, yurdun bütünlüğünü<br />

sağlayan en uygun hükümet biçimi değil midir? Eğer öyle ise uzun sözleri<br />

bir yana bırakarak: “En uygun hükümet biçiminin cumhuriyet olduğu<br />

kanısındayım.” deyi<strong>ve</strong>r de ikiyüzlülükten kurtulalım. Çünkü, söz konusu<br />

edilen hükümet biçimi Millet Meclisi’nde yasalaşan <strong>ve</strong> ilan olunan cumhuriyettir.<br />

Amacınız, bu ilan olunandan daha uygun bir hükümet biçimi olduğunu<br />

anıştırmak <strong>ve</strong> göstermek ise, onu da söyleyiniz! O yeğ gördüğünüz<br />

hükümet biçimi ne olabilir?<br />

Rauf Bey: “Ulus, yazgısını kendinden başka bir kimseye bırakmayı<br />

küçüklük saydı.” dedikten sonra: “Ulusun, ulusal egemenliği sınırsız <strong>ve</strong> koşulsuz<br />

olarak yürüten Büyük Millet Meclisi’ni, kurucu meclis gibi seçtiği <strong>ve</strong><br />

bu yönetim biçiminin söz konusu edilen biçimlerden ikincisi <strong>ve</strong> en sağlamı,<br />

en doğrusu olduğu” kanısında bulunduğunu söylüyor. Daha sonra Rauf<br />

Bey, şu düşünceleri ileri sürüyor: “Ad değişikliğinin amacı <strong>ve</strong> ereği değiştireceğini<br />

sanmıyorum. Bundan başka, önceki bir hükümet biçiminin yerini<br />

alan yeni biçimin beğenilip benimsenebilmesi ancak bir koşula bağlıdır. O<br />

da gideni arattırmayacak biçimde, halkın büyük çoğunluğunun isteklerine<br />

uygun davranıldığını, mutluluklarını sağlamaya çalışıldığını <strong>ve</strong> yurt bağımsızlığının<br />

<strong>ve</strong> saygınlığının gü<strong>ve</strong>n altına alındığını göstermek <strong>ve</strong> kanıtlamaktır.<br />

Yoksa, ad değiştirmekle ya da üst tabakada biçim değiştirmekle gerçek<br />

gereksinimlerin karşılanmış olacağını sanmak, özellikle en yakın bir geçmişte<br />

gördüğümüz en acı denemelerden sonra, çok büyük bir yanılgı olur.”<br />

Baylar, Rauf Bey’in düşünce <strong>ve</strong> görüşlerini açıklayıp saptayan bu<br />

sözler üzerinde biraz durmak isterim. Rauf Bey, yetkileri sınırsız <strong>ve</strong> koşulsuz<br />

olan, Millet Meclisi’ni de dağıtabilen tek kişi egemenliğinden yana değildir.<br />

Rauf Bey, öyle bir hükümet biçimi istiyor ki Millet Meclisi kurucu meclis niteliğinde<br />

olsun <strong>ve</strong> ulusal egemenliği sınırsız <strong>ve</strong> koşulsuz olarak yürütsün. Bu<br />

hükümet biçimini biraz daha açalım. Rauf Bey demek istiyor ki: “Cumhuriyet<br />

ilanından önceki biçim, en uygun hükümet biçimidir.” Gerçekten,<br />

Rauf Bey’in uzun sözlerle anlatmaya çalıştığı 20 Ocak 1921 günlü Anayasanın<br />

üçüncü maddesi kapsamıdır. O madde şudur: “Türkiye Devleti, Büyük<br />

Millet Meclisi’nce yönetilir <strong>ve</strong> hükümeti, Büyük Millet Meclisi Hükümeti<br />

adını taşır.”<br />

Bilirsiniz ki bu Anayasaya göre Meclis Başkanı, Meclis adına imza<br />

atmaya, Bakanlar Kurulu kararlarını onaylamaya yetkili <strong>ve</strong> Bakanlar Kuru-


264 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

lunun doğal başkanıdır; ama, devletin başkanı olduğunu belirtir açık bir<br />

yasa buyruğu yoktur. Bu Anayasanın yapıldığı günlerdeki genel koşullar <strong>ve</strong><br />

görüşler düşünülürse, önemli <strong>ve</strong> köklü bir noktanın yasada açıklanmamış<br />

olmasındaki zorunluluk kendiliğinden anlaşılır. Bu belirsizlik, Meclis <strong>ve</strong><br />

Meclis Hükümeti bulunmakla birlikte devlet başkanlığının, kişi egemenliği<br />

kaldırıldıktan sonra halifelik makamında belirdiği düşünce <strong>ve</strong> inancında<br />

bulunanları, cumhuriyetin ilanı gününe değin umut içinde yaşattı. Buna<br />

göre Rauf Bey’in, en doğru olduğunu ileri sürdüğü hükümet biçiminde,<br />

devlet başkanlığını halifenin üzerinde gördüğü kuşku götürmez. İşte cumhuriyetin<br />

ilanı üzerine Rauf Bey’i <strong>ve</strong> kendisi gibi düşünenleri endişe <strong>ve</strong> çalkantıya<br />

sürükleyen gerçek neden, devlet başkanlığı makamına cumhurbaşkanının<br />

getirilmiş olmasıdır. Gerçekten de “Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır.”<br />

dendikten sonra, halifeye <strong>ve</strong>rilecek kimliği <strong>ve</strong> yetkiyi sağlamak<br />

için uğraşan <strong>ve</strong> onun yakınlık <strong>ve</strong> gönül almalarını Tanrı <strong>ve</strong>rgisi sayarak kıvananların<br />

umut kırıklığına uğramalarını <strong>ve</strong> üzülüp kaygılanmalarını doğal<br />

karşılamak gerekmektedir.<br />

Rauf Bey’in, cumhuriyete karşı olduğunu açık söylememekle birlikte,<br />

cumhuriyetin ilan edildiği bir günde, onun beğenilip kalımlı olabilmesi<br />

için, birtakım koşulların gerçekleştiğini kanıtlamak gereğinden söz etmesi,<br />

cumhuriyet yönetimiyle ulusun mutluluğunun sağlanacağına gü<strong>ve</strong>ni olmadığını<br />

açıkça göstermiyor mu? Rauf Bey, yapılan işin yalnız bir ad değiştirmekten<br />

<strong>ve</strong> üst tabakada biçim değiştirmekten başka bir şey olmadığını<br />

söyleyerek cumhuriyeti ilan etmenin, çocukça <strong>ve</strong> i<strong>ve</strong>dili bir davranış olduğunu<br />

anlatmaya çalışmakta <strong>ve</strong> “Cumhuriyet yönetimiyle gerçek gereksinimlerin<br />

karşılanmış olacağını sanmak... çok büyük bir yanılgı olur” demekle,<br />

cumhuriyet yönetimine ne denli ilgisiz <strong>ve</strong> ondan ne denli uzak olduğunu<br />

kanıtlamıyor mu? Rauf Bey, son kanısını pekiştirmek için “en yakın<br />

bir geçmişte gördüğümüz en acı denemeler”i anımsatıyor. Baylar, bu<br />

anımsatma ile kamuoyuna ne anlatılmak isteniyor? Ulus neden sakındırılmak<br />

isteniyor? Bunu anlamak zor değildir sanırım. Rauf Bey, aklınca, devlet<br />

başkanlığı makamına halifenin oturması sağlanıncaya dek bu makama<br />

başka bir sanla, başka birinin oturmamasını gü<strong>ve</strong>n altına almak; başka biri<br />

oturmuş olduğuna göre de bu işten dönülmesini sağlamak için kamuoyunu<br />

gericiliğe özendiriyor.<br />

Benim girişimlerimi <strong>ve</strong> yaptığım işleri, halkta kaygı uyandırıcı nitelikte<br />

saymak; sevinç gösterilerinde bulunan halk adına, gereksiz olarak tersini<br />

söylemek, halka bu kaygıları yapay olarak aşılamaya kalkışmaktır. Son<br />

zamana değin, cumhuriyetin ilanının ertesi günü bile, resminin altına, kendisini<br />

tutanlarca "Mondros Bırakışması’nı imzalayan ama Lozan Antlaşmasıyla<br />

da öcünü alan Rauf Bey” sözleri yazılarak sürekli propagandası yapılan<br />

bu kişi, Türk Ulusunun gerçek isteklerini, içten gelen duygularını bizden


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 265<br />

daha çok anladığını, o istekler <strong>ve</strong> duygularla bizden daha çok ilgili olduğunu<br />

savlayacak düzeyde ileri varmamalıdır.<br />

Cumhuriyetin elbette yandaşları da karşıcılları da vardır. Yandaşlar,<br />

niçin <strong>ve</strong> ne gibi inançlara <strong>ve</strong> düşüncelere dayanarak cumhuriyeti kurduklarını,<br />

karşıcıllara anlatarak inançlarının <strong>ve</strong> yaptıkları işlerin yerindeliğini<br />

kanıtlamak isteseler de onları, isteyerek yaptıkları bu direnmeden vazgeçirebilecekleri<br />

kabul olunur mu? Elbette yandaşlar, ellerinden gelirse ülkülerini<br />

herhangi bir yolla; ayaklanmayla, devrimle ya da kamuca beğenilecek<br />

başka yollarla gerçekleştirirler. Bu, ülkü devrimcilerinin ödevidir. Buna<br />

karşı, direnmeler, yaygaralar <strong>ve</strong> geriletici girişimler de karşıcılların yapmaktan<br />

geri durmayacakları davranışlardır. Cumhuriyet yönetimimizin ilanında,<br />

Rauf Bey <strong>ve</strong> benzerlerinin yaptıkları gibi.<br />

VI.2. HALİFELİĞİN KALDIRILMASI<br />

Baylar, o günlerde İstanbul’da bulunan ordu müfettişlerimiz de gazetelere<br />

demeç <strong>ve</strong>rerek, çeşitli nedenlerle düzenlenen şölenlerde söylevler<br />

<strong>ve</strong>rerek duygularını belirtiyorlardı. Cumhuriyetin ilanı üzerine İstanbul’da<br />

kimi kişiler <strong>ve</strong> kimi gazeteciler, Halifeye de bir rol yaptırmak istediğine kapıldılar.<br />

Halifenin görevden çekildiği ya da çekileceği üzerine gazetelerde<br />

söylentiler, yalanlamalar yayımlandı.<br />

Sonra dendi ki: “Öğrendiğimize göre, sorun, bir söylenti niteliğinde<br />

olmadığı gibi, bir yalanlamayla çözülecek kadar önemsiz de değildir. Gerçek<br />

olan bir yön vardır ki o da cumhuriyet ilanının yeniden bir halifelik sorunu<br />

ortaya çıkarmış olmasıdır.”<br />

“Halife, yazı masalarının başına oturup (!), Vatan gazetesi yazarına<br />

demeç <strong>ve</strong>rmiştir.” denilerek; Halifenin bütün Müslümanlarca sevgi gördüğü,<br />

Asya’nın en ücra köşelerine varıncaya dek Müslüman ülkelerinden binlerce<br />

mektup <strong>ve</strong> telyazısı aldığı; birçok yerlerden kurullar geldiği yolunda<br />

sözlerle halifelik katının kolay sarsılır bir yer olmadığı anlatılmaya çalışıldıktan<br />

sonra, bütün Müslümanlar karşı çıkmadıkça Halifenin görevinden çekilmeyeceği<br />

duyuruluyordu. Ayrıca, “Hükümet birçok içişlerini düzenlemekle<br />

uğraştığından, şimdiye değin halifelik görevlerini saptayamamıştır.<br />

Hükümetin iç sorunlara çok dalmış olduğunu Müslümanlık dünyası da elbette<br />

bilir <strong>ve</strong> şimdiye değin halifelik görevlerinin saptanamamasını doğal<br />

sayar.” cümleleriyle biz, halifelik görevlerini saptamaya çağrılıyorduk <strong>ve</strong><br />

şimdiye değin bunu yapmadığımızı hoş gören Müslümanlık dünyasının<br />

bundan sonra hoş görmeyeceği de bildirilerek, sanki bize gözdağı <strong>ve</strong>riliyordu.<br />

Bir yandan da bu konuda bize etki yapması için Müslümanlık dünyasının<br />

dikkati çekilmek isteniyordu. 9 Kasım 1923 günlü Vatan gazetesin-


266 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

de okuduğumuz bu yazılardan sonra 10 Kasım 1923 günlü Tanin gazetesinde,<br />

Halifeye yazılan bir açık mektup yayımlandı. Lütfi Fikri Bey’in yazdığı<br />

bu mektupta, Halifenin görevden çekildiği söylentilerinden ulusun ne<br />

denli üzüntü duyduğunu <strong>ve</strong> mutsuzluğunu kanıtlamak için bir vapur öyküsü<br />

uydurulmuştu. Vapurda oturanların, Halifenin görevden çekildiğini duyunca<br />

yüzlerine üzüntü <strong>ve</strong> kaygı çökmüş. Birbirlerini tanımayanlar içtenlikle<br />

görüşmeye <strong>ve</strong> çok görüşmeye başlamışlar. Ortak kaygıları bunları bir<br />

dakikada dost etmiş....<br />

Lütfi Fikri Bey: “Gönül istiyor ki bu çekilme sözü sonsuza değin<br />

gömülsün kalsın. Dünya için yıkım olur.” diyor <strong>ve</strong> ulusa şunu da aşılıyordu:<br />

“Şaşarak <strong>ve</strong> üzülerek görülüyor ki bugün şu tinsel hazineye (yani halifeliğe)<br />

saldırmak isteyenler, dışardan kimseler, Müslüman uluslardan Türkü<br />

çekemeyenler değildir. Biz kendimiz, Türkler, kendi elimizle bu hazinenin<br />

elimizden temelli çıkarılmasıyla sonuçlanabilecek girişimlerde bulunuyoruz!”<br />

Baylar, yabancılar, halifeliğe saldırıda bulunmuyorlardı; ama, Türk<br />

Ulusu saldırıdan kurtulmuyordu. Halifeliğe saldıranlar, Türkü çekemeyen<br />

Müslüman uluslar değildi. Ama, Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta, İngiliz <strong>ve</strong><br />

Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşan Müslüman uluslardı. Türk ulusuna<br />

kolaylıkla saldırmak için, korunması yeğlenen halifeliğin ortadan kaldırılmasını<br />

“Türklük için kendi kendini öldürmektir.” diye nitelemeleri <strong>ve</strong><br />

“Halifeliği ortadan kaldırmak için, biz Türkler girişimlerde bulunuyoruz.”<br />

sözleriyle cumhuriyetin amacını açıklayıp duyurmaları, kuşkusuz etkisiz<br />

kalmadı.<br />

Lütfi Fikri Bey’in Tanin’de yayımlanan açık mektubundaki görüşünü,<br />

ertesi gün Tanin başyazarı destekledi.11 Kasım 1923 günlü Tanin’in<br />

“Şimdi de Halifelik Sorunu” adlı başyazısı okununca, cumhuriyetin kuruluşuna<br />

engel olamayanların, ne pahasına olursa olsun, halifeliğin kaldırılmasını<br />

önleyebilmek için çaba göstermeye <strong>ve</strong> çalışmaya başladıkları anlaşılır.<br />

Bu makalede, padişah oğullarının mektuplarını yayımlayarak, padişah soyundan<br />

olan kişileri halka sevdirmeye çalışan Tanin’de ayrıca, padişah soyundan<br />

olanların haklarına karşı çirkin saldırılar yapıldığı <strong>ve</strong> bunu yapanın,<br />

partimizin en seçkin takımından olduğu belirtildikten <strong>ve</strong> Cumhuriyet hükümetini<br />

ulus gözünde kötü göstermek için ne söylemek gerekliyse onlar<br />

da yazıldıktan sonra, Halifenin çekileceği söylentisine değinilerek “Arkadan<br />

arkaya <strong>ve</strong>rilmiş bir karar karşısındayız.” deniyor <strong>ve</strong> “Millet Meclisi’nin bu<br />

denli özgürlükten yoksun kaldığını, dışarıda <strong>ve</strong>rilen kararları kağıda geçirmek<br />

durumuna düşürüldüğünü görmek gerçekten acı oluyor.” sözleriyle<br />

Meclis, bize karşı kışkırtılıyor; cumhuriyetin ilanını kabul eden Meclisin hiç


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 267<br />

olmazsa halifeliğin kaldırılmasını, oldubitti biçiminde kabul etmemesinin<br />

sağlanmasına çalışılıyordu.<br />

Tanin başyazarı, halifelik konusundaki görüş <strong>ve</strong> düşüncesini şu satırlarla<br />

saptıyordu: “Halifelik bizden giderse, beş on milyonluk Türkiye<br />

Devletinin Müslümanlık dünyası içinde hiç önemi kalmayacağını, Avrupa<br />

siyaseti karşısında da küçük <strong>ve</strong> değersiz bir hükümet durumuna düşeceğimizi<br />

anlayabilmek için büyük bir yetenek gerekmez. Ulusse<strong>ve</strong>rlik bu mudur?<br />

Gönlünde gerçek ulusçuluk duygusu olan her Türk, halifeliğe dört elle<br />

sarılmak zorundadır.”<br />

Baylar, halifelik konusundaki düşüncelerimi bundan önce açıkladığım<br />

için bu sözleri burada yorumlamaya gerek görmüyorum. Ancak, halifeliğe<br />

dört elle sarılmak zorunda bulunan bir yönetim biçiminin cumhuriyet<br />

olamayacağını anlayabilmek için de büyük bir yetenek gerekmediğini söylemekle<br />

yetineceğim.<br />

Tanin’in başladığımız başyazısının daha bir iki yerine dikkatinizi<br />

çekeceğim.<br />

Osmanoğulları soyunca kabul edilmiş <strong>ve</strong> bundan dolayı sonsuzluğa<br />

dek Türkiye’de kalması gü<strong>ve</strong>n altına girmiş olan halifeliği elden kaçırmak<br />

tehlikesini yaratmak, akıl <strong>ve</strong> yurtse<strong>ve</strong>rlik ile ulusçuluk duygusu ile hiç bağdaşamazmış<br />

(!). Tanin başyazarı, kendisinin cumhuriyetçi olduğunu duyurmuştu.<br />

Ama öyle bir cumhuriyetçi ki onun istediği cumhuriyetin başında<br />

halife sanıyla Osmanlı hanedanı bulunacaktır. Yoksa yapılan iş, akıl <strong>ve</strong><br />

yurtse<strong>ve</strong>rlik ile ulusçuluk duygusu ile hiç bağdaşamazmış. Halifeliği, elimizden<br />

gitmesi olanaksız olacak biçimde korumakla görevliymişiz. Ortaya çıkan<br />

düzen, sonuçsuz kalsınmış.<br />

Baylar, bu yazıların anlamı <strong>ve</strong> bu düşüncelerin amacı bugün kolaylıkla<br />

anlaşılmaktadır. Yarın daha açık olarak anlaşılacaktır. Gelecek kuşakların,<br />

Türkiye’de cumhuriyetin ilanı günü ona hiç acımadan saldıranların<br />

başında, cumhuriyetçi olduğunu savlayanların yer aldığını gördükleri zaman<br />

şaşacaklarını hiç sanmayınız! Tersine, Türkiye’nin aydın <strong>ve</strong> cumhuriyetçi<br />

çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek inanışlarını<br />

irdeleyip saptamakta da duraksamayacaklardır. Onlar kolaylıkla anlayacaklardır<br />

ki başında çürümüş bir padişah soyunun, halife sanıyla, hiç uzaklaşmayacak<br />

biçimde korunmasını zorunlu kılan bir devlet biçiminde, cumhuriyet<br />

ilan olunsa bile, yaşatılamaz.<br />

Baylar, o günlerde yapılan yayınlarda daha iki nokta vardı: Biri,<br />

benim hasta olduğum konusu… Diğeri de rahmetli En<strong>ve</strong>r Paşa’nın Türkistan’daki<br />

çalışmaları <strong>ve</strong> sağ oluşu. En<strong>ve</strong>r Paşa, ülke dışında kaldığı zaman,<br />

İslam birliği için çalışıyormuş <strong>ve</strong> “Halife damadı” sanını kullanırmış. Daha-


268 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

sı, Türkistan’da kazdırdığı bir mührün bir yanına bu sanını da kazdırmış.<br />

Bu iki noktadan da boyuna söz etmek elbette boşuna değildi.<br />

Baylar, değindiğim bu gazete yayınları <strong>ve</strong> birtakım kişilerin durum<br />

<strong>ve</strong> davranışları özet olarak şöyle anlatılabilir: “Temel olan ulusal egemenliktir.<br />

Ulusal egemenlik cumhuriyetin gelişmesidir. Türk ulusu, ulusal egemenliği<br />

kavradı; cumhuriyetin ilanı gereksizdir, yanlıştır. Türkiye’de en<br />

doğru yönetim, ulusal egemenlik ilkesinden ayrılmaksızın, cumhuriyet ilan<br />

etmeyip, devlet başkanlığında halife sanıyla Osmanlı hanedanından birini<br />

bulunduran meşrutiyet yönetimidir. Nasıl ki İngiltere’de hem ulusal egemenlik<br />

vardır, hem de devlet başkanı bir kraldır <strong>ve</strong> o kral aynı zamanda<br />

Hindistan İmparatorudur."<br />

Baylar, böyle bir ilke üzerinde birleşmiş olan kişiler, sözleriyle, durumlarıyla,<br />

yazılarıyla kendilerini göstermiş gibiydiler. Bu grubun başına<br />

Rauf Bey’in seçildiği yargısına varılabilirdi. Çeşitli soy <strong>ve</strong> mesleklerden olan<br />

kişilerin meydana getirdiği grup, Rauf Bey’i amaçlarını açıklayıp savunacak<br />

en uygun bir adam olarak görmüşlerdi. Ondan çok büyük şeyler umulabileceği<br />

sanısına düşmüşlerdi. Bundan sonradır ki Rauf Bey Ankara’ya geldi.<br />

Vatan gazetesinin yazdığına göre, büyük bir kalabalık Rauf Bey’i Ankara’ya<br />

uğurlamak için toplanmış. Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Ali<br />

Fuat Paşa, Adnan Bey bu kalabalığın başında gösteriliyordu. Vatan gazetesi<br />

bu uğurlamadan söz ederken, Rauf Bey’in Ankara’da, Mecliste güdeceği<br />

siyaseti de ulusa bildiriyordu. Ayrıca gazetede, Rauf Bey’in Meclisteki çalışmalarının<br />

yıkıcı <strong>ve</strong> kişisel olmayacağı, Rauf Bey’in çalışmalarının, ülkenin<br />

iyiliğini <strong>ve</strong> esenliğini, yasaların egemenliğini sağlamaya yönelmiş bir çalışma<br />

olacağı; Rauf Bey’in Büyük Millet Meclisi’nde bir esenlik <strong>ve</strong> düzenlik<br />

öğesi olacağı <strong>ve</strong> yararlı ilkeleri savunacağı açıklanıyordu. Vatan gazetesi<br />

sahibinin, bu açıklamaları <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nceyi kendiliğinden yapıp <strong>ve</strong>rmeye yetkili<br />

olduğu elbette kabul edilemezdi. Oysa Rauf Bey, partimiz adına millet<strong>ve</strong>kili<br />

olmuştu. Partimiz programına uyacaktı. Partiden çıkmaksızın bağımsız<br />

bir siyaset gütmemesi gerekirdi. Rauf Bey, daha partiden ayrıldığını bildirmemişti.<br />

Bu düşüncede olmadığını, daha sonra partiden ayrılmamakta<br />

direnmesiyle de doğrulamıştı. Bunun için, hem partide kalmak <strong>ve</strong> hem de<br />

parti disiplinini bozmak demek olan kendine özgü bir siyaseti bağımsız olarak<br />

gütmek anlaşılır bir şey değildi. Baylar, bu tutumla varılmak istenilen<br />

sonucu anlamak geç <strong>ve</strong> güç olmadı. İsterseniz bu noktanın aydınlanmasına<br />

yarayacak birtakım bilgiler <strong>ve</strong>reyim.<br />

Rauf Bey Ankara’ya geldikten sonra, Parti üyeleriyle yakından <strong>ve</strong><br />

arkadaşça ilişkiler kurmaya başladı. Ama, bütün ilişki <strong>ve</strong> konuşmalarında<br />

bir hedef güttüğü anlaşılıyordu. Baylar, Rauf Bey’in ne yapmak istediğini<br />

<strong>ve</strong> amacının ne olduğunu anlamak için bir haftalık bir süre yetti. Elbette,


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 269<br />

kimin tarafından olursa olsun, cumhuriyetçiler, bu yönde bir çalışmaya daha<br />

çok göz yumamazlardı. Rauf Bey’in oynatmak istediği oyunu anlayanlar,<br />

bir parti toplantısında Rauf Bey’i sınava çekmeye karar <strong>ve</strong>rdiler. Bu<br />

toplantıyı anımsarsınız. Bu toplantıda yapılan görüşmeler de olduğu gibi<br />

yayımlanmıştı. Onu da okumuşsunuzdur. Ben burada o toplantının ayrıntılarına<br />

girişecek değilim. Yalnız, o görüşmelerin sonucunu gerçek anlamıyla<br />

bildirmeye yarayacak bazı irdelemeler yapmayı, kamuoyunun aydınlanması<br />

için gerekli <strong>ve</strong> yararlı görüyorum.<br />

Parti Grubu Başkanlığına bir önerge <strong>ve</strong>rdirildi. Parti Grubu Başkanı<br />

İsmet Paşa idi. Bu önergede; “Rauf Bey’in İstanbul gazetelerinde çıkan,<br />

cumhuriyetin ilanını uygun görmediği yolundaki demecinin cumhuriyeti<br />

sarsıntıya uğrattığı <strong>ve</strong> kendisinin çevresinde karşıcıl bir parti kurulduğu kanısının<br />

belirdiği” ileri sürülerek, durumun Parti Grubunda görüşülmesi<br />

önerilmişti. Partinin toplandığı 22 Kasım 1923 günü ben de toplantıdan<br />

önce, toplantı salonuna bitişik odada bulunuyordum. Rauf Bey yanıma<br />

geldi. Benden, görüşmelere karışmamamı rica etti. Çünkü, bana karşı söz<br />

söyleyemeyeceğini bildirdi. Görüşmelere hiç karışmayacağımı <strong>ve</strong> hiçbir söz<br />

söylemek istemediğimi; ancak, Parti Başkanı olarak görüşmelerin gidişini<br />

görmek üzere toplantı salonuna gireceğimi bildirdim. Toplantı salonunda<br />

da bulunmamamı rica etti. Bunu kabul etmedim.<br />

Rauf Bey’in, benim görüşmelere karışmamı <strong>ve</strong> toplantıda bulunmamı<br />

istemeyişindeki gerçek amaç neydi? Benim yanımda, ya da benimle<br />

karşılıklı konuşmasına <strong>ve</strong> savlarda bulunmasına engel olan, gerçekten bana<br />

olan saygısı mıydı? Buna inanmak doğru olamaz. Benim anladığıma göre<br />

Rauf Bey, karşıcıl olarak İsmet Paşa ile karşılaşmak istiyordu. Ben toplantıda<br />

bulunmazsam, parti üyeleri arasından kendisini tutanlar çıkabileceğini<br />

sanıyordu.<br />

Parti Grubu, İsmet Paşa’nın başkanlığında toplandı. İsmet Paşa,<br />

başkan olarak görüşme konusunu açıklayıp önemini belirttikten sonra:<br />

“Bugünkü toplantıda benim de söz almam gerekebilir.” diyerek başkanlığı<br />

başkasına bıraktı.<br />

Önergeyi <strong>ve</strong>renin açıklamasından sonra söz alan Rauf Bey, uzun<br />

bir konuşma yaptı. Rauf Bey, İstanbul’daki demeci dolayısıyla bir yanlış<br />

anlama olduğunu <strong>ve</strong> bunu düzeltmek için arkadaşlarla konuştuğunu söyledikten<br />

sonra “Bizim eğer eleştirmek istediğimiz bir nokta varsa o da yapıttır.”<br />

dedi. “Çok iyi dilekle başlanıp uğrunda canlar <strong>ve</strong>rilmiş olan çok güçlü<br />

ilkelerin, uygulanmasında yapılan yanlışlıklar yüzünden sakatlandığını da<br />

sanırım ki hiçbirimiz düşünüp taşınmadan yadsıyamayız.” sözlerini de olduğu<br />

gibi aktarıyorum.


270 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Şimdi bu iki cümle üzerinde biraz duralım. Rauf Bey’in eleştirmek<br />

istediği yapıt, hangi yapıttır? Cumhuriyet mi, yoksa cumhuriyetin ilan ediliş<br />

biçimi mi? Yapıt olan cumhuriyettir! İlan şöyle ya da böyle olabilir. Rauf<br />

Bey’in “güçlü ilke” dediği cumhuriyet ilkesi midir, yoksa uygulanmasında<br />

yapılan yanlışlık yüzünden sakatlanmasından korktuğu cumhuriyet midir?<br />

Baylar, söz konusu olan, cumhuriyetin kendisi <strong>ve</strong> onun ülkede ilanıdır.<br />

Cumhuriyet yönetimini uygulama evrelerinin yanlış olduğunu ileri<br />

sürecek kadar zaman geçmemişti. Rauf Bey’in kaygısı cumhuriyet ilanının<br />

ertesi günü başlıyor <strong>ve</strong> iki üç gün geçmeden demeç <strong>ve</strong>riyor. Rauf Bey, demecinin<br />

anlamını <strong>ve</strong> kapsadığı düşünceleri birer yolla çevirip yorumlayarak<br />

dedi ki: “Duygularım, cumhuriyet yönetiminden başka hiçbir yönetimi benimsemediğim<br />

yolundadır.” Rauf Bey’in, duygularını böylece açığa vuruşu<br />

parti üyelerinin sevinmelerine yol açtı <strong>ve</strong> bravo sesleriyle karşılandı.<br />

Rauf Bey’in, “yüce duygularım, kutsal duygularım” diye söylediği<br />

bu sözler, içtenlikle söylenmiş miydi <strong>ve</strong> doğru muydu? Ben, hiç duraksamaksızın<br />

hayır diyorum, Baylar. Çünkü, Ankara’dan ayrılışında, kendisine<br />

cumhuriyetten söz açan Kâzım Paşa’ya (Meclis Başkanı): “Bunu önleyebilirsen<br />

yurda büyük hizmet etmiş olursun!” diyenin Rauf Bey olduğunu biliyorum.<br />

Rauf Bey, “cumhuriyeti düzenleyip ilan eden sorumsuzlar” demekle<br />

birtakım danışman <strong>ve</strong> uzmanları söylemek istediğini de bildirerek bunda<br />

da yanlış anlama olduğunu anlatmak istedi <strong>ve</strong> “Böyle olunca benim kullandığım<br />

sözlerden, şu ya da bu kişi sorumsuzdur, diye anlaşılmasın; bunu<br />

benden beklemek doğru değildir.” dedi. Rauf Bey, bu dönüşle de gösteriyordu<br />

ki o günkü parti toplantısında, partiye kötü görünmeksizin amaçlarını<br />

söyleyebilmek için gereken noktalarda gerileme <strong>ve</strong> sözü çevirme yolunu<br />

tutmuştu; ama gerçek görüşünden vazgeçmiş değildi.<br />

Baylar, saltanat döneminden cumhuriyet dönemine geçebilmek<br />

için, herkesin bildiği üzere, bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki düşünce<br />

<strong>ve</strong> görüş birbiriyle durmadan çarpıştı. O düşüncelerden biri, saltanat<br />

döneminin sürdürülmesiydi. Bu düşünceyi benimseyenler belliydi. Diğer<br />

düşünce, saltanat yönetimine son <strong>ve</strong>rerek cumhuriyeti kurmaktı. Bu, bizim<br />

düşüncemizdi. Biz düşüncemizi açıkça söylemekte sakınca görüyorduk.<br />

Ancak, düşüncemizin uygulanma olanağını saklı tutup uygun bir zamanda<br />

uygulayabilmek için, saltanat yanlılarının düşüncelerini uygulama alanından<br />

uzaklaştırmak zorundaydık. Yeni yasalar yapıldıkça, özellikle Anayasa<br />

yapılırken, saltanat yanlıları, padişah <strong>ve</strong> halifenin hak <strong>ve</strong> yetkilerinin açıkça<br />

belirtilmesi için baskı yapıyorlardı. Biz, bunun zamanı gelmediğini ya da<br />

gereği olmadığını söyleyerek o yanı kapalı bırakmayı yararlı görüyorduk.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 271<br />

Devletin yönetimini, cumhuriyetten söz etmeksizin, ulusal egemenlik<br />

ilkelerine uygun olarak her gün cumhuriyete doğru yürüyen bir biçimde<br />

derleyip toparlamaya çalışıyorduk. Büyük Millet Meclisi’nden daha büyük<br />

makam olmadığını, durmadan aşılayarak saltanat <strong>ve</strong> halifelik makamları<br />

olmaksızın da devletin yönetilebileceğini kanıtlamak gerekliydi.<br />

Devlet Başkanlığından söz etmeksizin, onun görevini eylemli olarak<br />

Meclis Başkanına gördürüyorduk. Meclis Başkanlığı görevini yapan ise,<br />

uygulamada İkinci Başkan idi. Hükümet vardı, ama “Büyük Millet Meclisi<br />

Hükümeti” sanını taşıyordu. Kabine sistemine geçmekten çekiniyorduk;<br />

çünkü saltanatçılar hemen, padişahın yetkisini kullanması gerektiğini ortaya<br />

atacaklardı.<br />

İşte, geçiş döneminin bu uğraşma evrelerinde bizim kabul ettirmek<br />

zorunda bulunduğumuz orta biçimi, yani Büyük Millet Meclisi Hükümeti<br />

biçimini haklı olarak eksik bulan <strong>ve</strong> meşrutiyet biçiminin açıkça belirtilmesini<br />

sağlamaya çalışan karşıcıllarımız, bize karşı çıkıyorlar <strong>ve</strong> diyorlardı ki<br />

“Bu yapmak istediğiniz hükümet biçimi neye, hangi yönetime benzer?”<br />

Amaç <strong>ve</strong> hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu çeşit sorulara biz de zamanın<br />

gereğine göre yanıtlar <strong>ve</strong>rerek saltanatçıları susturmak zorundaydık.<br />

Baylar, Rauf Bey’le tartışan <strong>ve</strong> yararlı görüşler ileri süren millet<strong>ve</strong>killeri<br />

çoktu. Bu arada İsmet Paşa da uzun <strong>ve</strong> değerli bir konuşma yaptı.<br />

İsmet Paşa’nın her zaman okunması yararlı olan kimi sözlerini de bilginize<br />

sunacağım.<br />

İsmet Paşa, “Köklü bir devlet biçimi söz konusu olduğu zaman düşünce<br />

<strong>ve</strong> duygularımız kendi aramızda kalmaz. Tanık olan bütün bir dünya<br />

vardır.” dedikten biraz sonra, “Cumhuriyet ilanı, bir ulusun kutsal bir ülküsü,<br />

bir ateş gibi ortalığı sarar. Cumhuriyet ilan olunduğu zaman, cumhuriyete<br />

kavuşan ulusun bütün ateşini gösteren her türlü belirtiler ortaya çıkar.<br />

Eğer bir ülkede cumhuriyetin ilan olunduğu günlerin üçüncüsünde, beşincisinde,<br />

hakları kaldırılmış bir padişah oğlu ortaya çıkar da karşı durum<br />

alırsa... Dünya <strong>ve</strong> dünya düşünürleri bu cumhuriyetin gücünden kuşku duyar.”<br />

sözleriyle başlayarak, cumhuriyetin ilanı üzerine İstanbul’da alınan<br />

durumun dokuncasını açıkladı.<br />

İsmet Paşa, Rauf Bey’in konuşmasını irdelerken; “Ulusal egemenlik<br />

temel ilkedir diyenlerin bu sözlerinden, kuşku <strong>ve</strong> kaygıya kapıldıkları anlamını<br />

çıkaramayız.” dedi. Ondan sonra, İsmet Paşa, Rauf Bey’e seslenerek:<br />

“Rauf Bey! Siyaset yapıyoruz. Yanlışları bir bir göstermeliyiz. Dahası, siz<br />

hiçbir iş adamı gördünüz mü ki başlarken anaparasını tehlikeye koyduğu<br />

inancında olsun <strong>ve</strong> başarı sağlayamayacağını bile bile parasını tehlikeye<br />

atsın. Bir işe başlayan adam, her zaman sonucunun iyi olacağını gü<strong>ve</strong>n altına<br />

alır, öyle başlar. Hele böyle devrim yapıldığı zamanlarda hükümet ileri


272 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

gelenleri, herhangi bir devlet adamı kuşkuya düşmez. Yanlıştır. Yanıldınız<br />

Rauf Beyefendi!” dedi. İsmet Paşa, Rauf Bey’den şunu da sordu: “… Devlet<br />

başkanlığı sorununu çözmek istiyordunuz. Nasıl çözecektiniz? Kaç çözüm<br />

yolu vardı?” İsmet Paşa, i<strong>ve</strong>dilik savına karşı <strong>ve</strong>rdiği yanıtta: “Arkadaşlar,<br />

dedi, doğal sayılan bir sonuç için i<strong>ve</strong>dilik söz konusu olmaz; ancak<br />

yanılgı sayılabilecek sonuçlar için i<strong>ve</strong>dilik söz konusu olur. Cumhuriyet<br />

i<strong>ve</strong>dilikle ilan edildi demekle, o gün ilan edilmeyip de altı ay sonraya kalsaydı,<br />

belki başka bir durum ortaya çıkardı denilmek isteniyor ki sözün bu<br />

anlamı ile i<strong>ve</strong>di davranılmıştır.”<br />

Rauf Bey konuşmasında, bizim cumhuriyet ilanındaki davranışımızı<br />

eski Genel Merkez 71 işleri gibi göstermek istedi. İsmet Paşa bu noktaya yanıt<br />

<strong>ve</strong>rirken dedi ki: “Genel Merkez işleyişini, bu ülkede yaşatmış <strong>ve</strong> yıllarca<br />

savunmuş temsilciler <strong>ve</strong> gazeteler de onun görüşünü savunuyorlar. Rauf<br />

Bey’in görüşünü ellerinde silah olarak kullanıyorlar. Bu, bir talihsizliktir!”<br />

İsmet Paşa, Rauf Bey <strong>ve</strong> arkadaşlarının Halifeyi gidip görmelerine<br />

değinirken şunları söyledi: “Halifeyi gidip görmek, halifelik sorunudur.<br />

Devlet adamı olarak hiçbir zaman unutamayız ki halife orduları bu ülkeyi<br />

baştan başa yıkıntıya çevirmişlerdi. Halife orduları kurulabileceğini hiçbir<br />

zaman gözden uzak tutmayacağız… Türk ulusu, en büyük acıları halife ordusundan<br />

çekmiştir. Bir daha çekmeyecektir. Bir halife fetvasının, bizi Birinci<br />

Dünya Savaşı yıkımına attığını hiçbir zaman unutmayacağız. Bir halife<br />

fetvasının, ulus ayağa kalkmak istediği zaman, ona düşmanlardan daha alçakçasına<br />

saldırdığını unutmayacağız. Tarihin herhangi bir döneminde, bir<br />

halife, bu ülkenin yazgısına karışmayı aklından geçirirse, kesinlikle o kafayı<br />

koparacağız!”<br />

İsmet Paşa, bravo sesleri <strong>ve</strong> alkışlarla karşılanan bu sözlerine şunları<br />

da ekledi: “Herhangi bir halife, geleneksel, düşünsel, biçimsel, yöntemsel,<br />

örtük ya da açık bir biçimde Türkiye’nin yazgısıyla ilgiliymiş gibi bir<br />

durum almak isterse; Türkiye devlet adamlarını değerli buluyormuş, gönül<br />

alıyormuş gibi bir anlayışla düşünürse, bunları ülkenin yaşayış <strong>ve</strong> varlığına<br />

tümüyle karşıt kabul edip, eylemlerini yurt hainliği sayacağız.”<br />

Rauf Bey, yanıldığını kabul ettiği <strong>ve</strong> cumhuriyetçi olduğunu dile<br />

getirdiği için görüşmeler yeterli görüldü <strong>ve</strong> başkalarının kafasında uyandırılmış<br />

kuşkuları giderecek bir bildiri yayımlanması <strong>ve</strong> ayrıca görüşmelerin<br />

tutanağının bastırılıp dağıtılması kararıyla yetinildi.<br />

Şimdi baylar, bu karar neyi belirtiyor? Rauf Bey’in çapraşık <strong>ve</strong> iki<br />

anlamlı sözleri, gerçekten onun cumhuriyetçi olduğuna partiyi inandırdı<br />

mı? Rauf Bey’in parti içinde bizimle duygu <strong>ve</strong> görüş birliği yaparak çalışa-<br />

71<br />

İttihat <strong>ve</strong> Terakki Partisi Genel Merkezi


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 273<br />

bileceği kanısı doğdu mu? Partinin bu kararı, görüşmenin gerçek sonucunun<br />

gerektirdiği karar mıydı? Elbette hayır! Öyleyse, bu eksik kararla yetinmeye<br />

yol açan etken ne idi?<br />

Bu noktayı birkaç sözle açıklayayım. Rauf Bey, konuşmasının başından<br />

sonuna dek, takındığı davranış <strong>ve</strong> konuşma biçimiyle parti üyelerinin<br />

bağışlama duygusuna <strong>ve</strong> ahlâkına sığınmış gibiydi. Bundan başka Rauf<br />

Bey, konuşmasında o denli yanıltmaca yapıyor <strong>ve</strong> boş şeyler söylüyordu ki<br />

sözlerinin doğruluk <strong>ve</strong> içtenlikle ilgisini hemen anlamak, kamu için kolay<br />

değildi. Açıkça söylemek gereklidir ki bu nedenlerin üstünde en önemli iç<br />

etmen “sorumsuz, oldubitti, cumhuriyetten sonra, biçim” gibi sözler üzerinde<br />

yapılan yıkıcı propaganda, düşünce <strong>ve</strong> duyguları duraksamaya <strong>ve</strong><br />

gevşekliğe sürüklemişti. Durumu, cumhuriyet tartışması dışında, İsmet Paşa<br />

<strong>ve</strong> Rauf Bey çekişmesi gibi görenlerin düşünüşlerinin de anlamsız bir kararla<br />

yetinilmesine yol açtığı kuşku götürmez bir gerçektir. Baylar, bu karar<br />

yüzünden Rauf Bey <strong>ve</strong> arkadaşlarına bir süre daha Partinin içinde, Partiyi<br />

yıkmak için çalışmak fırsatı <strong>ve</strong>rilmiş oldu.<br />

İstanbul’da kimi gazetelerin ülkenin <strong>ve</strong> cumhuriyetin yüksek çıkarlarına<br />

dokunur nitelikte sürüp giden yayınları da orada öyle bir hava yarattı<br />

ki Meclis, İstanbul’a bir İstiklal Mahkemesi göndermeyi zorunlu saydı.<br />

Sayın baylar, her sorunda <strong>ve</strong> her yürütme döneminde kendisini söz<br />

konusu ettirmiş olan halifeye <strong>ve</strong> halifeliğe bir kez daha değineceğim.<br />

1924 yılı başında, büyük ölçüde bir ordu savaş oyunu yapılması<br />

kararlaştırılmıştı. Bu savaş oyununu İzmir’de yapacaktık. Bunun için 1924<br />

yılı ocak ayı başında İzmir’e gittim. Orada iki aya yakın kaldım. Halifeliğin<br />

kaldırılması zamanının geldiğine oradayken karar <strong>ve</strong>rmiştim. Bu işin nasıl<br />

yapıldığını olduğu gibi özetlemeye çalışacağım.<br />

Başbakan İsmet Paşa’dan 22 Ocak 1924 günlü bir gizli tel aldım.<br />

Onu, olduğu gibi bilginize sunayım:<br />

Türkiye Cumhurbaşkanlığı Yüksek Katına<br />

Bir süreden beri halifelik makamı <strong>ve</strong> Halifenin kişiliğiyle ilgili olarak<br />

gazetelerde, yanlış anlamalara yol açabilecek yayınlara rastlanması <strong>ve</strong> boş<br />

yere yapılan bu saygısızca yayınlarda <strong>ve</strong> özellikle, ara sıra İstanbul’a giden<br />

hükümet ileri gelenlerinin <strong>ve</strong> resmi kurulların kendisiyle görüşmekten sakınıp<br />

çekinmeleri dolayısıyla, Halifenin büyük bir üzüntü duyduğunu; bu<br />

yüzden başmabeyincilerini 72 Ankara’ya göndererek ya da gü<strong>ve</strong>nilir bir kişinin<br />

İstanbul’a, kendi yanına gönderilmesini rica ederek duygu <strong>ve</strong> dileklerini<br />

ulaştırmayı düşünmüş ise de kötüye yorumlanabilir diye bundan da vaz-<br />

72<br />

Saray yönetiminde, her türlü ilişki <strong>ve</strong> yazışmaları sağlayan bölümün başındaki kişi.


274 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

geçtiğini söylediklerini, Başyazman Bey bir yazı ile bildirmektedir. Ayrıca<br />

ödenek işi de uzun uzadıya anlatılarak Halifelik Hazinesinin gücünü aşan<br />

<strong>ve</strong> yükümlülüğü dışında kalan giderler için Maliye Hazinesince yardımda<br />

bulunulacağı yolunda Hükümetçe 15 Nisan 1923 gününde yapılan bildirimin<br />

incelenmesi <strong>ve</strong> gereğinin sağlanması istenmektedir. Durum Bakanlar<br />

Kurulunca görüşülecektir. Sonucu ayrıca bilginize sunarım efendim.<br />

İsmet<br />

Bu tele yanıt olarak makine başında yazdığım telyazısı şudur:<br />

Makine Başında İzmir<br />

Ankara’da Başbakan İsmet Paşa Hazretlerine<br />

Y: 22.1.1924 gizli tele:<br />

Halifelik makamı <strong>ve</strong> Halifenin kişiliğiyle ilgili yanlış anlamalar <strong>ve</strong><br />

kötü yorumlar ortamı, Halifenin kendi tutum <strong>ve</strong> davranışından doğmaktadır.<br />

Halife, iç <strong>ve</strong> özellikle dış yaşayışla ataları olan padişahların yolunu izler<br />

gibi görünmektedir. Cuma alayları, yabancı devlet temsilcileri yanına görevliler<br />

göndererek ilişki kurmak, gösterişli gezintiler, saray yaşayışı, sarayında<br />

yedek subaylara varıncaya dek kabul etmek <strong>ve</strong> onların yakınmalarını<br />

dinlemek <strong>ve</strong> onlarla birlikte ağlamak gibi davranışlar bu arada sayılabilir.<br />

Halife, Türkiye Cumhuriyeti ile Türkiye halkı karşısındaki durumunu düşündüğü<br />

zaman İngiltere Krallığı ile Hindistan Müslüman halkı ya da Afgan<br />

Devleti ile Afgan halkı karşısındaki durumu bir ölçü olarak dikkate almalıdır.<br />

Halife <strong>ve</strong> bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki bugün var olan <strong>ve</strong> korunmakta<br />

bulunan Halifenin <strong>ve</strong> halifelik makamının, gerçekte ne din ne de<br />

siyaset bakımından varlığının bir anlam <strong>ve</strong> gerekçesi kalmıştır. Türkiye<br />

Cumhuriyeti, varlığını <strong>ve</strong> bağımsızlığını boş laf yüzünden tehlikeye atamaz.<br />

Halifelik makamının bizce olsa olsa, tarihsel bir anı olmaktan daha çok bir<br />

önemi olamaz. Türkiye Cumhuriyeti ileri gelenlerinin ya da resmi kurulların<br />

kendisiyle görüşmesini istemesi bile Cumhuriyetin bağımsızlığına açık<br />

saldırıdır. Başmabeyincisini Ankara’ya göndererek ya da gü<strong>ve</strong>nilir bir kimseyi<br />

kendi yanına getirerek, Hükümete duygu <strong>ve</strong> dileklerini ulaştırmak istemesi<br />

de Cumhuriyet Hükümeti ile karşı karşıya durum alması demektir.<br />

Buna da yetkisi yoktur. Kendisiyle Cumhuriyet Hükümeti arasındaki yazışmalarda<br />

Başyazmanını aracı kılması da yersizdir. Başyazman Bey’in,<br />

böyle saygısızca davranıştan sakınması gerektiği, kendisine bildirilmelidir.<br />

Halifenin dirliği <strong>ve</strong> geçimi için, Türkiye Cumhurbaşkanının ödeneğinden<br />

kesinlikle daha aşağı bir ödeneğin yetmesi gerekir. Amaç yaldızlı <strong>ve</strong> gösterişli<br />

yaşamak değil insanca yaşamak <strong>ve</strong> geçim sağlamaktır. Halifelik Hazinesi<br />

demekle ne denilmek istendiğini anlayamadım. Halifeliğin hazinesi<br />

yoktur <strong>ve</strong> olamaz. Kendisine böyle bir hazine atalarından kalmış ise resmi


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 275<br />

<strong>ve</strong> açık olarak bilgi alınmasını <strong>ve</strong> bana bildirilmesini rica ederim. Halifenin<br />

aldığı ödenekle karşılanamayan yükümler neler imiş <strong>ve</strong> 15 Nisan 1923<br />

günlü bildirimle Hükümet nelere söz <strong>ve</strong>rmiştir? Bunu bildirmek iyiliğinde<br />

bulununuz. Halifenin konutunu belirtip saptamak, Hükümetin şimdiye değin<br />

yapmış olması gereken bir ödevdi. İstanbul’da, ulusun boğazından kesilen<br />

paralarla yapılmış birçok saraylar <strong>ve</strong> bu sarayların içindeki birçok değerli<br />

eşya <strong>ve</strong> gereçler, hükümetin bu yolda bir saptama yapmaması yüzünden<br />

yok olup gidiyor. Halifenin yakınları, sarayların en değerli gereçlerini<br />

Beyoğlu’nda, şurada burada satıyorlar diye söylentiler vardır. Hükümet<br />

bunlara hemen el koymalıdır. Satılmak gerekiyorsa, hükümet satmalıdır.<br />

Halifelik kadrosu iyice incelenip düzene sokulmalıdır ki başmabeyincilerin<br />

<strong>ve</strong> başyazmanların varlığı Halifeyi daha da saltanat kuruntusu içinde<br />

uyutmasın. Fransızlar, kral soyundan olanları <strong>ve</strong> yakınlarını Fransa’ya<br />

sokmakta, bağımsızlıkları <strong>ve</strong> egemenlikleri için yüz yıl sonra, bugün bile sakınca<br />

görüp dururken; her gün ufuktan saltanat güneşi doğmasına duacı<br />

bir hanedan soyu <strong>ve</strong> üyelerine karşı davranışımızda, Türkiye Cumhuriyetini<br />

nezakete <strong>ve</strong> boş şeylere kurban edemeyiz. Halife, kendinin <strong>ve</strong> makamının<br />

ne olduğunu açık olarak bilmeli <strong>ve</strong> bununla yetinmelidir. Hükümetçe<br />

sağlam <strong>ve</strong> köklü önlemler alınarak bildirilmesini rica ederim efendim.<br />

Türkiye Cumhurbaşkanı<br />

Gazi Mustafa Kemal<br />

Bu yazışmadan sonra savaş oyunu dolayısıyla İsmet Paşa <strong>ve</strong> Milli<br />

Savunma Bakanı bulunan Kâzım Paşa da İzmir’e gelmişlerdi. Genelkurmay<br />

Başkanı Fevzi Paşa da daha önce orada bulunuyordu. Hepimiz halifeliğin<br />

kaldırılması gerektiği görüşündeydik. Aynı zamanda Dinişleri <strong>ve</strong> Vakıf Bakanlığını<br />

da kaldırmak <strong>ve</strong> öğretimi birleştirmek kararındaydık.<br />

1924 yılı Martının birinci günü, Meclis’i açmam gerekiyordu. 23<br />

Şubat 1924 günü Ankara’ya dönmüştük. Burada da gereken kişilere kararımı<br />

bildirdim. Meclis’te bütçe görüşmeleri sürüyordu. Hanedan ödenekleri<br />

ile Dinişleri <strong>ve</strong> Vakıf Bakanlığı bütçeleri üzerinde durmak gerekiyordu. Arkadaşlarımız,<br />

bu amaca göre konuşmalara <strong>ve</strong> eleştirilere başladılar. Görüşme<br />

<strong>ve</strong> tartışma sürdürüldü. 1 Mart günü, Büyük Millet Meclisi’nin beşinci<br />

çalışma yılı dolayısıyla <strong>ve</strong>rdiğim söylevde özellikle şu üç noktaya değindim:<br />

1. Ulus, cumhuriyetin bugün <strong>ve</strong> gelecekte bütün saldırılardan kesin<br />

olarak <strong>ve</strong> sonsuzluğa değin korunmasını istemektedir. Ulusun isteği, cumhuriyetin,<br />

denenmiş <strong>ve</strong> kanıtlanmış ilkelere bir an önce <strong>ve</strong> tümüyle dayandırılması<br />

olarak dile getirilebilir.


276 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

2. Ulusun çoğunluğunca benimsendiği saptanan eğitim <strong>ve</strong> öğretimin<br />

birleştirilmesi ilkesinin zaman geçirilmeksizin uygulanması gereğine tanık<br />

oluyoruz.<br />

3. İslam dinini, yüzyıllardır olduğu gibi, bir siyaset aracı olarak kullanılmaktan<br />

kurtarmanın <strong>ve</strong> yüceltmenin çok gerekli olduğu gerçeğine de<br />

tanık oluyoruz.<br />

2 Mart günü, Parti Grubu toplantıya çağrıldı. Belirttiğim bu üç sorun,<br />

gündeme getirildi <strong>ve</strong> görüşüldü. İlkeler üzerinde anlaşmaya varıldı. 3<br />

Mart günü, Meclis’in birinci oturumunda, Başkanlığa gelen yazılar arasında<br />

şu önergeler okundu:<br />

1. Halifeliğin kaldırılması <strong>ve</strong> Osmanlı hanedanlığının Türkiye dışına<br />

çıkarılmasına ilişkin, Şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşının yasa önerisi.<br />

2. Dinişleri <strong>ve</strong> Vakıf Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığının kaldırılmasına<br />

ilişkin, Siirt Millet<strong>ve</strong>kili Halil Hulki Efendi <strong>ve</strong> elli arkadaşının yasa<br />

önerisi.<br />

3. Eğitim <strong>ve</strong> öğretimin birleştirilmesi konusunda, Manisa Millet<strong>ve</strong>kili<br />

Vâsıf Bey <strong>ve</strong> elli arkadaşının önerileri.<br />

Başkanlık makamında bulunan Fethi Bey: “Efendim, birçok imzalarla<br />

gelen bu yasa önerilerinin hemen görüşülmesiyle ilgili öneriler vardır.<br />

Yüksek oyunuza sunacağım.” dedi <strong>ve</strong> komisyonlara gitmeden, hemen görüşülmesini<br />

oya koydu <strong>ve</strong> kabul edildiğini bildirdi.<br />

İlk karşı çıkış, Kastamonu Millet<strong>ve</strong>kili Halit Bey’den 73 geldi. Görüşmeler<br />

sırasında Halit Bey’e bir iki kişi daha katıldı. Önerileri destekleyen<br />

birçok değerli millet<strong>ve</strong>kili kürsüye çıkıp uzun konuşmalar yaptılar. Önerge<br />

<strong>ve</strong>renlerden başka, rahmetli Seyit Bey’in <strong>ve</strong> İsmet Paşa’nın bilimsel <strong>ve</strong><br />

inandırıcı söylevleri her zaman için okunmaya değer. Görüşme <strong>ve</strong> tartışma<br />

beş saate yakın sürdü. Saat 18.45’te görüşmelerin sona ermesiyle Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi 429, 430 <strong>ve</strong> 431’inci yasaları çıkarmış bulunuyordu.<br />

Bu yasalarla: “Türkiye Cumhuriyeti’nde, halkın işleriyle ilgili yasaları<br />

yapmaya <strong>ve</strong> yürütmeye yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun<br />

kurduğu hükümetin yetkili olduğu saptandı <strong>ve</strong> Dinişleri <strong>ve</strong> Vakıf Bakanlığı<br />

kaldırıldı. Türkiye içindeki bütün bilim <strong>ve</strong> öğretim kurumları, bütün medreseler<br />

Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. Halife görevinden çıkarıldı, halifelik<br />

makamı kaldırıldı <strong>ve</strong> Halife ile Osmanoğulları soyundan olanların hepsine,<br />

Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturma hakkı sonsuza kadar yasaklandı.”<br />

Baylar, halifelik makamını tutmakta dinsel <strong>ve</strong> siyasal yarar <strong>ve</strong> zorunluluk<br />

bulunduğu sanısında olan birtakım kişiler, bilginize sunduğum ka-<br />

73 Kurtuluş Savaşı’nda 5. Kafkas Tümeni Komutanı olarak görev yapmış olan Halit Akmansü (1884-<br />

1953).


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 277<br />

rarların alındığı son dakikalarda halifelik görevini üzerime almamı önerdiler.<br />

Bu gibilere hemen, gereken olumsuz yanıtı <strong>ve</strong>rmiştim.<br />

Yeri gelmişken başka bir noktayı da bilginize sunayım. Büyük Millet<br />

Meclisi halifeliği kaldırdığı sırada, Antalya Millet<strong>ve</strong>kili, din bilginlerinden<br />

Rasih Efendi, Kızılay adına Hindistan’da bulunan bir kurulun başkanlığını<br />

yapıyordu. Rasih Efendi, Mısır’a uğrayarak Ankara’ya döndü. Benden görüşme<br />

isteyerek şunları anlattı: Gezdiği ülkelerdeki Müslüman halk benim<br />

halife olmamı istiyormuş. Müslümanların yetkili kurulları bana bu dileği<br />

bildirmek için Rasih Efendi’yi <strong>ve</strong>kil etmişler. Rasih Efendi’ye <strong>ve</strong>rdiğim yanıtta,<br />

İslamların bana olan gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> sevgilerine teşekkür ettikten sonra dedim<br />

ki: “Siz din bilginlerindensiniz. Halifenin devlet başkanı demek olduğunu<br />

bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan uyrukların, bana<br />

ulaştırdığınız dilek <strong>ve</strong> önerilerini ben nasıl kabul edebilirim? Kabul ettim<br />

desem, o uyrukların başındaki kişiler bunu kabul eder mi? Halifenin buyrukları<br />

<strong>ve</strong> yasakları yerine getirilir. Beni halife yapmak isteyenler buyruklarımı<br />

yerine getirebilecekler midir? Dolayısıyla, yapacak işi <strong>ve</strong> anlamı olmayan<br />

düşsel bir role bürünmek gülünç olmaz mı?<br />

Baylar, açık <strong>ve</strong> kesin söylemeliyim ki Müslüman halkı bir halife düşüyle<br />

uğraştırma <strong>ve</strong> kandırma çabasında bulunanlar, yalnız <strong>ve</strong> ancak Müslümanların<br />

<strong>ve</strong> özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak<br />

da ancak <strong>ve</strong> ancak bilisizlik <strong>ve</strong> aymazlık belirtisi olabilir.<br />

Rauf Beylerin, Vehip Paşaların Çerkez Etem <strong>ve</strong> Reşitlerin, bütün<br />

Yüzelliliklerin, kaldırılmış halife <strong>ve</strong> padişah soyundan olanların, bütün Türkiye<br />

düşmanlarının el ele <strong>ve</strong>rip bize karşı ateşli olarak çalışıp uğraşmaları,<br />

din çabası ile midir? Sınırlarımıza bitişik yerlerde yuvalanarak, hâlâ Türkiye’yi<br />

yok etmek için Kutsal Ayaklanma adı altında haydut çeteleriyle, cana<br />

kıyma düzenleriyle bize karşı durmadan çılgınca çalışanların amaçları gerçekten<br />

kutsal mıdır? Buna inanmak için gerçekten bilisiz <strong>ve</strong> aymaz olmak<br />

gerekir.<br />

VI.3. GERİCİLİĞİN YENİLGİSİ VE ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE SESLENİŞİ<br />

Şimdi sayın baylar, isterseniz size büyük bir komplo üzerine bilgi<br />

<strong>ve</strong>reyim.<br />

1924 yılı Ekiminin 26’ıncı günü, geç saatlerde Birinci Ordu Müfettişinin<br />

74 , Müfettişlikten çekildiği haberini aldım. Müfettiş Paşa’nın, Genelkurmay<br />

Başkanlığına <strong>ve</strong>rdiği çekilme dilekçesi aynen şöyledir:<br />

74 Kâzım Karabekir Paşa


278 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Genelkurmay Başkanlığına<br />

Bir yıllık Ordu Müfettişliğim sırasında, gerek teftişlerim sonunda<br />

<strong>ve</strong>rdiğim raporların, gerekse ordumuzun yükselmesi <strong>ve</strong> güçlendirilmesi için<br />

sunduğum tasarıların dikkate alınmadığını görmekle üzüntüm <strong>ve</strong> kaygım<br />

çok büyüktür. Üzerime düşen görevi, millet<strong>ve</strong>kili olarak daha çok vicdan<br />

rahatlığıyla yapacağıma tam inancım olduğu için, Ordu Müfettişliğinden<br />

çekildiğimi bilgilerinize sunarım efendim.<br />

Milli Savunma Bakanlığına da yazılmıştır.<br />

26 Ekim 1924<br />

Kâzım Karabekir<br />

Bu çekilme yazısının altında renkli kalemle şunlar yazılıdır: “Çekilmesini<br />

uygun bulmadığımı bildirdim. Düşüncesinde direndi. Yarın millet<strong>ve</strong>killiği<br />

görevine döneceğini bildirdi.” Bu satırların altında imza yoktur.<br />

Ama Genelkurmay Başkanının tarafından yazıldığı anlaşılıyor. Bu satırların<br />

da altında kırmızı mürekkeple yazılmış şu notlar vardır: “Verilen rapor <strong>ve</strong><br />

tasarıların hepsini göreyim. Bunların hangi maddeleri üzerinde neler yapılmış<br />

<strong>ve</strong> hangi maddeleri yapılmamış; onları da dosyalarıyla göreyim.” Bu<br />

notların altındaki tarih 28 Ekimdir.<br />

Baylar, Kâzım Karabekir Paşa’nın raporları <strong>ve</strong> tasarıları Genelkurmayda<br />

ilgili oldukları bölümler tarafından incelenmiş, kabul edilip uygulanabilecek<br />

bölümleri dikkate alınmış <strong>ve</strong> uygulanmıştı. Ancak, uygulanması<br />

devletin gücü dışında bulunan ya da bilimsel bir değeri olmayıp kişisel kuruntularına<br />

dayanan önerileri elbette dikkate alınmamıştı. Kâzım Karabekir<br />

Paşa’ya raporlar <strong>ve</strong> tasarılarından dolayı bir takdirname de <strong>ve</strong>rilmeye gerek<br />

görülmemişti.<br />

30 Ekim günü de İkinci Ordu Müfettişi Ali Fuat Paşa’nın Konya’dan<br />

geldiği bildirildi. Kendisini akşam yemeğine Çankaya’ya çağırdım.<br />

Geç saatlere değin beklememe karşın Paşa gelmedi. Kendisini aratırken<br />

öğrendim ki Fuat Paşa, Ankara’ya vardığında Rauf Bey tarafından istasyonda<br />

karşılanmış; Milli Savunma Bakanlığına uğradıktan <strong>ve</strong> kimi arkadaşlarla<br />

kısa görüşmeler yaptıktan sonra, Genelkurmay Başkanlığına gitmiş;<br />

bir süre Fevzi Paşa ile görüşmüş, çıkarken de Fevzi Paşa’nın emir subayına<br />

şu kâğıdı bırakmış:<br />

30.10.1924<br />

Genelkurmay Başkanlığı Yüksek Katına<br />

Millet<strong>ve</strong>kili görevime başlayacağımdan İkinci Ordu Müfettişliği görevinden<br />

bağışlanmamı saygı ile dilerim efendim.<br />

Ankara Millet<strong>ve</strong>kili<br />

Ali Fuat


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 279<br />

Baylar, millet<strong>ve</strong>killiğinden çekildiğini Meclis Başkanlığına bildirmiş<br />

olan Refet Paşa’nın da çekilme yazısının Rauf Bey tarafından geri aldırıldığını<br />

öğrenmiştim.<br />

Dumlupınar töreninin ardından Bursa <strong>ve</strong> Karadeniz kıyılarıyla Erzurum<br />

dolaylarında bir buçuk ay süren bir gezi sonunda, Ekimin 18’inci<br />

günü Ankara’ya dönmüştüm. Birçok millet<strong>ve</strong>kili arkadaş <strong>ve</strong> başkaları beni<br />

karşılamışlardı. Karşılayanlar arasında, Ankara’da bulunan Rauf <strong>ve</strong> Adnan<br />

beyleri görmemiştim. Oysa, dargınlık belirtisi sayılabilecek böyle davranışları<br />

beklemiyordum.<br />

Baylar, bir komplo karşısında bulunduğumuz konusunda bir saniye<br />

bile duraksamadım. Bu durum <strong>ve</strong> görünüş şöyle okunabilirdi: Bir yıl öncesinden,<br />

Rauf Bey’in Bakanlar Kurulu Başkanlığından çekildiğinden beri,<br />

Rauf Bey’le Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa <strong>ve</strong> başkaları<br />

arasında bir düzen düşünülmüştür. Bunda başarılı olabilmek için orduyu<br />

ele almak gerekli görülmüştür. Bu amaçla, Kâzım Karabekir Paşa Birinci<br />

Ordu Müfettişliğine atandıktan sonra eskiden komutanlık yaptığı bölge olan<br />

doğu illerinde dolaşırken, Ali Fuat Paşa da siyaseti sevmediğini <strong>ve</strong> yaşamını<br />

askerlik görevine adamak istediğini ileri sürdü <strong>ve</strong> aşaması yükseltilerek<br />

İkinci Ordu Müfettişliğine gitti. Üçüncü Ordu Müfettişi olan Cevat Paşa’nın<br />

<strong>ve</strong> bu müfettişlik bünyesindeki kolordunun komutanı olan Cafer Tayyar<br />

Paşa’nın da bu düzene katılabileceklerini varsaydılar. Bir yıl, ordular üzerinde<br />

kendi görüşlerine göre çalıştılar <strong>ve</strong> orduları kendilerince kazandıklarını<br />

sandılar. Çekilmelerinden önce, kimi komutanları kendileriyle birlik olmaya<br />

çekmek için çalıştılar. Bu bir yıl içinde, cumhuriyetin ilanı, halifeliğin<br />

kaldırılması gibi işlerimiz, ortaklaşa düzen kuranları birbirine daha çok yaklaştırdı<br />

<strong>ve</strong> birlikte çalışmalarına yol açtı. Eyleme, siyaset üzerinden geçeceklerdi.<br />

Bunun için uygun zaman <strong>ve</strong> fırsatı bekliyorlardı. Siyasal alan <strong>ve</strong><br />

ordudaki hazırlıklarını yeter görüyorlardı. Gerçekten de Rauf Bey <strong>ve</strong> benzerleri<br />

parti içinde sürdürmeyi başardıkları durumlarıyla, Meclisin tatil dönemine<br />

rastlayan aylarda millet<strong>ve</strong>killeri üzerinde <strong>ve</strong> yeni seçimde başarı<br />

kazanamayan İkinci Grup üyeleri aracılığıyla, ülke genelinde, ulusu bize<br />

karşı kışkırtmak için çalışmak fırsatını elde ettiler. Ülke içinde birtakım gizli<br />

örgütler kurmaya <strong>ve</strong> girişimler yapmaya da başladılar. İstanbul’da Vatan,<br />

Tanin, Tevhidi Efkâr, Son Telgraf <strong>ve</strong> Adana’da Abdülkadir Kemali Bey’in<br />

çıkardığı Toksöz gibi gazetelerle işbirliği yaptılar. Bu gazetelerle bize karşı<br />

imzasız bir saldırıya giriştiler. Ülkede genel bir kargaşa yarattılar. Hakkâri<br />

bölgesinde, ordumuzla Nasturi ayaklanmasını bastırmaya çalıştığımız bir sırada,<br />

İngiltere bile hükümete bir ültimatom <strong>ve</strong>rdi. Meclisi olağanüstü olarak<br />

toplantıya çağırdım.


280 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

İngiltere’nin ültimatomuna bilindiği üzere yanıt <strong>ve</strong>rdik. Savaş olasılığını<br />

göze aldık. İşte, söz konusu ettiğimiz kişiler, bu çetin günlerde, bir yabancı<br />

devletin bize saldırabileceği günlerde, kendilerinin de bize saldırarak<br />

amaçlarına kolaylıkla ulaşabileceklerini düşlediler. Savaşa hazır <strong>ve</strong> tetikte<br />

bulundurmaya zorunlu oldukları ordularını başsız bırakıp, daha önce hoşlanmadıklarını<br />

söyledikleri siyaset alanına koşturdular.<br />

Toplanmış olan Meclis’te, ortaya atılan bir sorun da onların bu koşturmalarını<br />

çabuklaştıracak nitelikteydi. Gerçekten, millet<strong>ve</strong>kili Hoca Esat<br />

Efendi, 20 Ekim 1924 günlü önergesiyle, göçmenlerin değiştirilme <strong>ve</strong> yerleştirilmesi;<br />

yatılı okullara parasız olarak alınan öğrenci sayısı <strong>ve</strong> nerelerde<br />

ilkokullar açıldığı konularında birtakım soruları, ilgili bakanlardan soruyordu.<br />

Bu soruların kapsadığı işler gerçekten ulusu ilgilendiren sorunlardı. Bu<br />

sorunlar, bakanları, eleştirmek için çok uygundu. Özellikle, göçmen değiştirme<br />

<strong>ve</strong> yerleştirme işlerinde herkesi düşündüren noktalar apaçık belliydi.<br />

Ben kendim de yaptığım gezi sırasındaki tanıklıklarımla, değiştirme <strong>ve</strong> yerleştirme<br />

işlerinin gidişinden yakınmış <strong>ve</strong> Ankara’ya dönüşümde bu işlerle<br />

ilgili bakanlığın kaldırılmasını <strong>ve</strong> bütün hükümet araçlarının bu konuda ilgi<br />

<strong>ve</strong> çalışmasını sağlayacak bir yol tutulmasını hükümete önermiştim <strong>ve</strong><br />

bunda da uzlaşmıştık. Bu konu bile, saldırıya geçeceklerin bu işte çok yandaş<br />

kazanabilecekleri görüşünü pekiştirmekteydi.<br />

Baylar, komployu öğrendikten sonra, önlemini bulmakta güçlük<br />

çekilmedi. Bıraktığımız noktadan başlayarak durumu evreleriyle anlatayım.<br />

Hoca Esat Efendi’nin soru önergesi 27 Ekimde yani Karabekir Paşa’nın<br />

müfettişlikten çekilişinin ertesi günü gensoruya çevrilmişti. Fuat Paşa’nın<br />

çekilme yazısının tarihi olan 30 Ekim günü Meclis’te gensoru görüşmeleri<br />

başlamıştı. O günün akşamı, yemeğe beklediğim Fuat Paşa gelmedi.<br />

Ama, Başbakan İsmet Paşa ile Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa geldi.<br />

Çok kısa bir görüşme sonunda komploya karşı tutulacak yol kararlaştırıldı.<br />

Hemen telefonla, millet<strong>ve</strong>kili de olan Genelkurmay Başkanı Fevzi<br />

Paşa Hazretleri’nden, millet<strong>ve</strong>killiğinden çekildiğini Meclis Başkanlığına<br />

bildirmesini rica ettim. Bu düşüncesini daha önce Milli Savunma Bakanına<br />

bildirdiğini aslında öğrendiğim Paşa, ricamı hemen yerine getirdi. Millet<strong>ve</strong>kili<br />

olan komutanlara da şu gizli teli çektim:<br />

Şifre tel, makine başındadır.<br />

30.10.1924<br />

Üçüncü Ordu Müfettişi Cevat Paşa Hazretlerine<br />

Birinci Kolordu Komutanı İzzettin Paşa Hazretlerine<br />

İkinci Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa Hazretlerine<br />

Üçüncü Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa Hazretlerine


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 281<br />

Beşinci Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa Hazretlerine<br />

Yedinci Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa Hazretlerine<br />

1. Bana olan gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> sevginize dayanarak, gördüğüm önemli gereksinim<br />

üzerine hemen millet<strong>ve</strong>killiğinden çekildiğinizi, telle Meclis Başkanlığına<br />

bildirmenizi öneririm. Önemli olan askerlik görevine kayıtsız, koşulsuz<br />

bütün varlığınızla bağlanmak istediğinizi belirtmeniz gerekçe olarak<br />

uygun olur.<br />

2. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri de görülen gereksinime<br />

dayanarak, önerim üzerine çekilme yazısını <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

3. Üçüncü Ordu Müfettişi Cevat, Birinci Kolordu Komutanı İzzettin,<br />

İkinci Kolordu Komutanı Ali Hikmet, Üçüncü Kolordu Komutanı Şükrü<br />

Naili, Beşinci Kolordu Komutanı Fahrettin, Yedinci Kolordu Komutanı Cafer<br />

Tayyar paşalara yazılmıştır.<br />

4. Makine başında durumu bildirmenizi bekliyorum.<br />

Cumhurbaşkanı<br />

Gazi M. Kemal<br />

Baylar, 30-31 Ekim sabahına değin, Birinci Kolordu Komutanı İzzettin<br />

Paşa’dan, İzmir’den; İkinci Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa’dan,<br />

Balıkesir’den; Üçüncü Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa’dan, Pangaltı’dan;<br />

Beşinci Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa’dan, Adana’dan makine<br />

başında aldığım yanıtlarda, önerimin olduğu gibi <strong>ve</strong> hemen uygulandığı<br />

bildirildi. Baylar, bu seçkin komutanların bu nedenle de bana karşı gösterdikleri<br />

büyük inanç <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>ne burada teşekkür etmeyi bir ödev sayarım.<br />

Üçüncü Ordu Müfettişi ile Yedinci Kolordu Komutanının Diyarbakır’dan<br />

<strong>ve</strong>rdikleri yanıtlar şunlardı: Müfettiş Paşa’nın <strong>ve</strong>rdiği yanıt:<br />

Diyarbakır, 30.10.1924<br />

Ankara’da Cumhurbaşkanı Gazi Paşa Hazretlerine<br />

Yüksek kişiliğinize karşı olan gü<strong>ve</strong>nime <strong>ve</strong> sevgime inanmanızı saygıyla<br />

dilerim. Ancak, böyle bir yurt görevinden i<strong>ve</strong>dilikle çekilerek ulusa <strong>ve</strong><br />

seçim bölgeme karşı sorumlu <strong>ve</strong> kınanacak duruma düşmemem için çekilmemi<br />

gerektiren nedenlerin açıklanmasına yüce buyruklarınızı saygıyla rica<br />

ederim.<br />

Üçüncü Ordu Müfettişi<br />

Cevat


282 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Kolordu Komutanının <strong>ve</strong>rdiği yanıt:<br />

Diyarbakır, 30.10.1924<br />

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine<br />

1. Siz yüce Cumhurbaşkanına karşı beslediğim saygı <strong>ve</strong> sevgiye<br />

gü<strong>ve</strong>nilmesini rica ederim.<br />

2. Bu dakikada, seçim bölgemle hiç görüşmeden yüksek önerinizi<br />

kabul etmem, beni ulus gözünde sorumlu duruma düşürebilir.<br />

3. Yurdun <strong>ve</strong> ulusun çıkarları, millet<strong>ve</strong>killiğinden hemen çekilmemi<br />

gerektiriyorsa, kesin karar <strong>ve</strong>rebilmem için durum üzerinde aydınlatılmamı<br />

saygıyla dilerim efendim.<br />

Yedinci Kolordu Komutanı<br />

Cafer Tayyar<br />

Her iki telyazısında, bana karşı olan sevgi <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>n üzerine inanca<br />

<strong>ve</strong>rildikten sonra, seçim bölgeleri halkına karşı olan durumlarından söz<br />

edilmekte <strong>ve</strong> önerimin nedeni sorulmaktadır. Verdiğim yanıtı olduğu gibi<br />

bilginize sunayım:<br />

Makine başında, Şifre:<br />

31.10.1924<br />

Üçüncü Ordu Müfettişi Cevat Paşa Hazretlerine<br />

Yedinci Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa Hazretlerine<br />

Komutanların millet<strong>ve</strong>kili de olmalarının, orduda <strong>ve</strong> komuta işlerinde<br />

beklenilen düzence ile bağdaşamadığı kanısına varılmıştır. Birinci <strong>ve</strong><br />

İkinci Ordu Müfettişlerinin görevlerinden çekilip Meclis’e dönerek orduları,<br />

el<strong>ve</strong>rişsiz bir zamanda başsız bırakmış olmaları bu görüşü pekiştirmektedir.<br />

Seçim bölgeniz halkı, ordu düzencesinin esenliği için <strong>ve</strong>receğiniz karardan<br />

kuşkusuz kıvanç duyar. Daha önce yazıldığı üzere kararınızın bildirilmesini<br />

rica ederim.<br />

Cumhurbaşkanı<br />

Gazi M. Kemal<br />

Bu telime Cevat Paşa’nın <strong>ve</strong>rdiği yanıt şudur:<br />

Makine başında<br />

Diyarbakır, 31.10.1924<br />

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine<br />

Komuta işlerinde beklenilen düzence ile bağdaşamayacağı için<br />

komutanların millet<strong>ve</strong>kili olmamaları yolundaki yüksek görüşlerine bütün


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 283<br />

gönlümle katılır <strong>ve</strong> seçim sırasında bu görevden bağışlanmamı yüksek kişiliğinizden<br />

dilememin de bu inançtan ileri geldiğini bildiririm. Ancak, bugün<br />

yüce katınızdan <strong>ve</strong>rilen bir buyrukla millet<strong>ve</strong>killiğinden çekilmenin, sizlerin<br />

de kestirebileceğiniz üzere, ulusça <strong>ve</strong> seçim bölgemce iyi görülmeyeceğine<br />

inanıyorum. Bu inançla, hiç de el<strong>ve</strong>rişli görmediğim şu önemli zamanda<br />

ordudan ayrılmak zorunda kalacağımı düşünerek üzüntü duyduğumu bilgilerinize<br />

sunarım.<br />

Üçüncü Ordu Müfettişi<br />

Cevat<br />

Cevat Paşa, Ankara’ya geldikten sonra durumu anlamış <strong>ve</strong> önerimin<br />

uygulanması gerektiğine inanarak, hemen millet<strong>ve</strong>killiğinden çekilmiştir.<br />

Kurulmak istenilen düzenlerle Paşa’nın hiçbir ilişkisi olmadığı bizce de<br />

anlaşılmıştır. Gerçi Kâzım Karabekir Paşa, müfettişlikten çekildiğini filan<br />

gün <strong>ve</strong> filan saatte gibi açıklamalarla birçok komutanlara <strong>ve</strong> bu arada Cevat<br />

Paşa’ya da bildirmiş ise de, bu bildiriş, Diyarbakır’da bulunduğu sırada,<br />

önerimin gerçek nedenini anlamakta Paşa’yı duraksatmaktan başka bir<br />

etki yapmamıştır.<br />

Cafer Tayyar Paşa’nın <strong>ve</strong>rdiği yanıt da şudur:<br />

Makine başında<br />

Diyarbakır, 31.10.1924<br />

Ankara’da Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine<br />

Millet<strong>ve</strong>killiği <strong>ve</strong> komutanlık sanlarından birinin bizden alınması gerekiyorsa<br />

ulusal görevlerin en önemlisi saydığım yasama görevini yeğlemekte<br />

olduğumu saygılarımla bilginize sunarım efendim.<br />

Yedinci Kolordu Komutanı<br />

Tuğgeneral<br />

Cafer Tayyar<br />

Baylar; millet<strong>ve</strong>kili olan Genelkurmay Başkanı <strong>ve</strong> komutanlar, orduda<br />

siyasetle uğraşan kimselerin bulunmasındaki sakıncayı anlayıp bu<br />

yoldaki önerimi iyi karşıladıktan <strong>ve</strong> bana karşı gü<strong>ve</strong>nlerini eylemli olarak<br />

gösterdikten sonra, Cevat <strong>ve</strong> Cafer Tayyar paşaların müfettişlik <strong>ve</strong> komutanlıkta<br />

kalmaları uygun görülemezdi. Bunun için, hemen askerlik görevlerine<br />

son <strong>ve</strong>rildi. Yerlerine gerekenler atandı <strong>ve</strong> durum Milli Savunma Bakanlığınca<br />

bütün orduya bildirildi.<br />

Kâzım Karabekir <strong>ve</strong> Ali Fuat paşalara Milli Savunma Bakanlığınca<br />

bir buyruk <strong>ve</strong>rilerek yerlerine atanan kişilere askeri görevlerini, yöntemine


284 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

göre devir <strong>ve</strong> teslim edip sonucunu bildirdikten sonra, Meclise girebilecekleri<br />

<strong>ve</strong> yasama görevlerine başlayabilecekleri bildirildi. Bu durum, Başbakanlıkça<br />

Meclis Başkanlığına da resmi olarak bildirildi.<br />

Meclise girmiş olan Kâzım Karabekir <strong>ve</strong> Fuat Paşalar Meclis’ten çıkarıldı.<br />

Fuat Paşa, askerlik görevini sona erdirmek üzere yeniden Konya’ya<br />

gitti. Kâzım Karabekir Paşa, yerine atanan Sarıkamış’tan gelecek olan komutanın<br />

göre<strong>ve</strong> başlamasına değin Meclis dışında kalmak zorunda bırakıldı.<br />

Millet<strong>ve</strong>killiğinde kalmak isteyen iki komutanın orduyla ilişiği kesildi.<br />

Böylece, komplo kuranların Meclise <strong>ve</strong> kamuoyuna karşı orduyla yapmak<br />

istedikleri blöf ortaya çıkarıldı.<br />

Baylar, 1 Kasım 1924 günü Meclisin ikinci toplantı yılı olması dolayısıyla<br />

oturumu ben açtım. Yöntem gereğince söylevimi <strong>ve</strong>rdim. Ben, başkanlık<br />

kürsüsünden ayrıldıktan sonra; Fevzi, Fahrettin, İzzettin, Ali Hikmet,<br />

Şükrü Naili paşaların çekilme yazıları <strong>ve</strong> Başbakanın ordudaki komuta değişikliğiyle<br />

ilgili 31.10.1924 günlü yazısı sırayla okundu. Meclis’in, 5 Kasım<br />

günü toplanacağı bildirilerek oturuma son <strong>ve</strong>rildi.<br />

Baylar, Kâzım Karabekir Paşa, 1 Kasım 1924 günlü bir yazıyla<br />

Meclis Başkanlığına başvurarak, Milli Savunma Bakanlığının kendisinin<br />

Meclis’e katılmasını yasakladığından yakındı. Başbakan, Karabekir Paşa’nın<br />

Milli Savunma Bakanlığına yaptığı başvuruyu <strong>ve</strong> Bakanlığın buna<br />

<strong>ve</strong>rdiği yanıtı, olduğu gibi Meclise sunuyordu.<br />

Milli Savunma Bakanı, Kâzım Karabekir Paşa’nın ileri sürdüğü düşünce<br />

<strong>ve</strong> savların doğru olmadığını açıkladıktan sonra ona: “Ordu Müfettişliği<br />

ile ilgili görevleri <strong>ve</strong> gizli belgeleri”, yerine atanan komutana kendisinin<br />

teslim etmesi <strong>ve</strong> sonucunu bildirmesi buyruğunu yineliyordu. Acaba bu<br />

son uyarmadan sonra, eski Müfettiş Paşa anlamış mıdır ki yurdun savunması<br />

için ordusuyla ilgili önemli görev <strong>ve</strong> gizli belgeleri, devlet onun kendisine<br />

gü<strong>ve</strong>nip teslim etmiştir. Onları, devlete karşı sorumlu olacak ardılı gösterilmeden,<br />

kendiliğinden, istediğine bırakıp teslim etmesi büyük bir suçtur;<br />

ağır yasal işlemlerin uygulanmasını gerektirir. Bunları anlamış mıdır?<br />

Baylar, Kâzım Karabekir Paşa’nın Meclis’e bir an önce katılması<br />

için i<strong>ve</strong>dilik gösterenler, yaptığımız işlemi bozmaya çalışmaktan geri kalmadılar.<br />

Feridun Fikri Bey (Tunceli Millet<strong>ve</strong>kili), ilk olarak ortaya atıldı.<br />

Vehbi Bey (Balıkesir Millet<strong>ve</strong>kili): “Meclis’e katılan bir arkadaşı, bir üyeyi<br />

görüşmelere katılmaktan herhangi bir güç alıkoyabilir mi? Böyle şey olur<br />

mu?” diye seslenmeye <strong>ve</strong> paylamaya başladı.<br />

Sayın millet<strong>ve</strong>kili, ülküdaşını bir an önce Meclis’te çalışmaya başlatabilme<br />

çabasıyla yasa gücünü, onun ezici gücünü <strong>ve</strong> o gücü <strong>ve</strong> erki kullanmak<br />

için yüce Meclis’in <strong>ve</strong> ulusun gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> inancını kazanmış kişilerin


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 285<br />

kararlılık <strong>ve</strong> kararlarında ne denli kesin olduklarını unutmuş gibi görünüyordu.<br />

İsmet Paşa’nın konuşması, bu yaygaraları susturdu. Bu konu üzerindeki<br />

görüşme kapandı. Paşalara <strong>ve</strong>rilen buyruklar, eksiksiz uygulatıldı.<br />

Meclis, genel görüşmeye geçti. Görüşülecek sorun, Mübadele, İmar<br />

<strong>ve</strong> İskân Bakanlığı ile ilgili gensoruydu. Başbakan İsmet Paşa kürsüye çıkarak<br />

şu öneride bulundu: “Birçok millet<strong>ve</strong>kilinin, onarım <strong>ve</strong> yerleştirme işleri<br />

üzerinde konuşmaktan daha çok, türlü ilişkilerle, çeşitli bakanlıkların işlerine<br />

değindiklerini gördüm. Dahası, kimi millet<strong>ve</strong>killeri, Başbakanın devletin<br />

iç <strong>ve</strong> dış siyaseti üzerinde enine boyuna ayrıntılı bilgi <strong>ve</strong>rmesini istemişlerdir.<br />

Bu isteklerin hepsini se<strong>ve</strong> se<strong>ve</strong> benimsiyorum. Mübadele Bakanı, yüksek<br />

Meclis’çe uygun görülerek Başkan Vekilliği’ne seçilmiştir. Ama bundan<br />

dolayı, gensorunun önem <strong>ve</strong> kapsamının hiçbir bakımdan kısılmamasını<br />

öneririm. Ben, güzel ‘taktik’i se<strong>ve</strong>rim.”<br />

Böylece hükümet, sahnenin perdesini kaldırdı <strong>ve</strong> oyun hazırlığı yapanların<br />

oyunlarını oynamalarını çabuklaştırdı. Hükümet, açıktan <strong>ve</strong> karşı<br />

karşıya savaşmayı kabul etmiş bulunuyordu.<br />

Baylar, hükümetten yana <strong>ve</strong> karşıcıl olmak üzere, otuza yakın millet<strong>ve</strong>kili<br />

söz söyledi. Adalet <strong>ve</strong> Milli Eğitim Bakanları da konuştular. Tartışma<br />

bir sonuç alınmaksızın beş saat sürdü. Gensoru görüşmesi ertesi güne<br />

bırakıldı.<br />

Ertesi günü, öğleden sonra saat 2.30’da görüşmelere başlandı. İlk<br />

sözü alan, İçişleri Bakanı <strong>ve</strong> Mübadele, İmar <strong>ve</strong> İskân Bakanı Vekili Recep<br />

Bey oldu. Uzun bir açıklama yaptı. Karşıcıllar, oturdukları yerlerden, Recep<br />

Bey’e kısa sözlerle sataşıyorlardı. Recep Bey konuşmasının bir yerinde dedi<br />

ki: “Kimi gazeteler <strong>ve</strong> kimi kişiler diyorlar ki Ankara’da bir hükümet varmış;<br />

Meclis’in bütün dinlenme döneminde, ülkeyi, ne kadar yasa dışı, kural dışı<br />

yöntemler varsa, hep bunlarla yönetmiş. Söylentiye göre, kimi arkadaşların<br />

birtakım gizli defterleri de varmış; orada bakanların yaptıkları yasaya aykırı<br />

işler yazılıymış. Bir gün gelecekmiş; Meclis toplanacak <strong>ve</strong> orada hükümeti<br />

hesaba çekeceklermiş. O zaman, o gizli defterlerde yazılı olan şeyler, ulusun<br />

önünde hükümetten sorulacakmış. İşte o gün gelmiştir! O defterlerde<br />

yazılı olan şeyleri ulusun gözü önüne döksünler!”<br />

Feridun Fikri Bey, arkadaşları adına çoğul takısı kullanarak yanıt<br />

<strong>ve</strong>rdi: “Sırasında dökeceğiz!” dedi. Recep Bey yanıt <strong>ve</strong>rdi: “Dökünüz efendim,<br />

bekliyoruz. Hükümet, ulusun önünde, her zaman, sorumluluk bağrı<br />

açık olarak karşınızdadır.” dedi <strong>ve</strong> şu sözleri ekledi: “Ülke, gizliliğe, kapalılığa,<br />

belirsizliğe, kararsızlığa dayanamayacak bir durumdadır. Açıktan açığa<br />

eleştiri görevi yapılmaksızın ufukta birtakım kuşku bulutlarının her gün dolaştığını<br />

fısıldayarak, Türkiye Cumhuriyetinde, bu körpe varlığın yapısında


286 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

dokuncalı karışıklıklar varmış gibi göstermek, bu ülkeye hainliktir. Bu kürsüye<br />

çağırıyorum… Gelin konuşun! Konuşun ki gerçek ne yandadır. Sanı,<br />

kuruntu, lekeleme, suçlama ne yandadır? Ulus bilsin!”<br />

Recep Bey’den sonra, karşıcıl olarak konuşan birtakım kişiler dinlendi.<br />

Onlara da Ticaret Bakanı Hasan Bey (Trabzon Millet<strong>ve</strong>kili) <strong>ve</strong> Milli<br />

Savunma Bakanı Kâzım Paşa yanıt <strong>ve</strong>rdiler. Karşıcıl konuşmak isteyenler<br />

arasında Rauf Bey de vardı. Ona da söz sırası geldi.<br />

Rauf Bey, İmar <strong>ve</strong> İskân Bakanlığı ile ilgili soru <strong>ve</strong> gensorunun, bütün<br />

hükümeti kapsayacak biçimde genişletilmesini uygun bulmamakla birlikte,<br />

Başbakanın bu davranışını yiğitçe buldu <strong>ve</strong> sözlerinin başında: “Meclis,<br />

bir kasıt karşısında bulunan hükümete saldırıya geçmiştir.” dedi. Yunus<br />

Nadi Bey; “Anlamadık!” dedi. Rauf Bey açıkladı, dedi ki: “Eleştiriciler hükümete<br />

karşı konuşurken, bilerek isteyerek hazırlanmışlar <strong>ve</strong> ona saldırıyorlar<br />

gibi görüyorum.”<br />

(Rauf Beyin açıklamalarını <strong>ve</strong> bu sırada çıkan tartışmaları ayrıntılarıyla<br />

ele alan Atatürk, konuşmasını şöyle sürdürüyor:)<br />

Recep Bey kürsüden inerken Başkanlıkça, isteği üzerine, kendini<br />

savunmak için Rauf Bey’e söz <strong>ve</strong>rildi. Rauf Bey: “Sizin her zaman <strong>ve</strong> her<br />

duraksadığınız yerde, ben yeniden ant içmek zorunda mıyım?” dedi. “Zorundasın!”<br />

sesleri yükseldi. Rauf Bey bu seslere: “Hayır baylar, kimsenin<br />

kimseden kuşku etmeye hakkı yoktur.” diye yanıt <strong>ve</strong>rdi. Buna, Afyonkarahisar<br />

Millet<strong>ve</strong>kili Ali Bey, oturduğu yerden yanıt <strong>ve</strong>rerek: “Sen de o zaman,<br />

bu toprakta oturamazsın! Atalarının, babanın <strong>ve</strong> dedenin geldiği yere gidersin!<br />

Bu toprak bunu istiyor!” dedi. Bunun üzerine Rauf Bey karşıcıl olduğu<br />

noktayı açıklama yollu bir konuşma yaparak dedi ki: “Kayıtsız <strong>ve</strong> koşulsuz<br />

ulusal egemenlik ilkesine dayanan bir yönetimi, demokrasi denilen<br />

halk yönetimi ilkelerini kökleştirmek için, bu ilkelere dayanarak ulustan<br />

millet<strong>ve</strong>killiği görevini aldık. Birtakım arkadaşlarımız, ulusun bu hakkını<br />

Meclis’ten alıp şu ya da bu makama Meclis’i kapatmak <strong>ve</strong> yasaları geri çevirmek<br />

hakkını <strong>ve</strong>rmek anlayış <strong>ve</strong> eğilimini gösterdiler. İşte ben buna karşıyım.”<br />

Recep Bey, bu sözlere yanıt <strong>ve</strong>rerek açıkladı ki: “Rauf Bey karşıcıl<br />

durum takındığı zaman daha Anayasa <strong>ve</strong> böyle birtakım hakların kimseye<br />

<strong>ve</strong>rilmesi ya da <strong>ve</strong>rilmemesi söz konusu bile değildi. Bu sorunlar ancak aylarca<br />

sonra ele alındı. Baylar, bu yanıltmacadır.”<br />

Baylar, o gün de gensoru sonuçlanmadı. Görüşme ertesi güne bırakıldı.<br />

Sözü, 8 Kasım günü yapılan görüşmelere getirmeden önce biraz da<br />

o günlerin kimi yayınlarını gözden geçirelim.<br />

(Söylev’in bu bölümünde Vatan, Tevhid-i Efkâr <strong>ve</strong> Tanin gazetelerinin<br />

başyazarlarının yazılarından eleştirel olarak çeşitli örnekler sunan Atatürk,<br />

konuşmasını şöyle sürdürüyor:)


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 287<br />

Baylar, kin <strong>ve</strong> tutku, bir insanın bilinç <strong>ve</strong> vicdanını kararttığı zaman,<br />

o insan nasıl konuşur, buna bir örnek ister misiniz? İşte buyurunuz,<br />

yine bu yazarın 75 şu sözlerini dinleyiniz: “Halk Partisinin <strong>ve</strong> İsmet Paşa Hükümetinin<br />

ülkeye sunduğu çirkin yüz! Kişisel tutkularına bu denli tutsak<br />

olmuş önderler, ulusal bir parti kurmak, ulusu temsil etmek savında bulunamazlar!<br />

Gelecek günlere bağladıkları umutla kaynayıp coşan gençler, taze<br />

<strong>ve</strong> temiz canlarını <strong>ve</strong>rdiler: Ülkeyi kurtarmak için! Ülkeyi, kendilerinden<br />

<strong>ve</strong> tutkularından başka bir şey düşünmeyen politikacılar elinde oyuncak<br />

yapmak için değil!”<br />

Gerçeğin tam karşıtını dile getiren bu karşıtlık <strong>ve</strong> akıldışılık sahibi,<br />

bizim kurduğumuz partiyi <strong>ve</strong> bizim hükümet kurmakla görevlendirdiğimiz<br />

İsmet Paşa’nın <strong>ve</strong> hükümetinin yüzünü çirkin görüyor <strong>ve</strong> gösteriyor.<br />

Baylar, bizim yüzümüz her zaman temiz <strong>ve</strong> aktı <strong>ve</strong> her zaman da<br />

temiz <strong>ve</strong> ak kalacaktır. Yüzü çirkin, vicdanı çirkinliklerle dolu olanlar, bizim<br />

yurtse<strong>ve</strong>rce, vicdanlı <strong>ve</strong> namuslu davranışlarımızı bayağı <strong>ve</strong> çirkin tutkuları<br />

yüzünden, çirkin göstermeye kalkışanlardır.<br />

Baylar, 8 Kasım günü Mecliste, yine gensoru görüşmeleri sürdü.<br />

Feridun Fikri Bey’in, Meclis soruşturmasının kabul edilmesi hakkında yaptığı<br />

uzun konuşma, birçok millet<strong>ve</strong>killinin sözleriyle karışarak epeyce sürdü.<br />

Ondan sonra Yunus Nadi Bey kürsüye çıkarak: “Baylar dedi, ülkenin yönetim<br />

biçimi söz konusudur. Cumhuriyet yönetimi söz konusudur. Her<br />

şeyden önce bu işi görüşmek gerekir.” Yunus Nadi Bey, Rauf Bey’in bir<br />

gün önceki sözlerine değinerek, “Ulusal egemenlik mi cumhuriyetin gelişmesidir,<br />

yoksa cumhuriyet mi ulusal egemenliğin gelişmesidir?” gibi bir<br />

yaklaşımın tartışılmasının yersiz olduğunu açıkladı.<br />

Rauf Bey’in; “Halife, padişah şöyle dursun, bu makamın haklarını<br />

alabilecek herhangi bir makama karşıyım.” yolundaki sözlerini Yunus Nadi<br />

Bey şöyle açıkladı: “Rauf Bey’e göre, bu makamın hakları vardır; anlatış<br />

açıktır, saklı hakları vardır. Sakın kimse almasın. Günün birinde belki kullanılacaktır.<br />

Oysa, Anayasa çıkmıştır. Bütün makamlar saptanmıştır. Bütün<br />

durumlar yasa haline konulmuştur. Ama, yine de boş öyküler, boş sözler<br />

söylüyor.” Bundan sonra, Yunus Nadi Bey şu sözleri söyledi: “… Cumhuriyeti<br />

beğenmeyen adamlar vardır. Açıkça söyleyemedikleri şeyi içlerinde<br />

besleyen yaratıklar vardır <strong>ve</strong> içimizdedirler. Öyle adamların kafası ezilir,<br />

baylar!” Yunus Nadi Bey, Rauf Bey <strong>ve</strong> arkadaşlarının büyüklenmeli bir durum<br />

takınmalarından, müfettiş paşaların çekilmelerinden <strong>ve</strong> Meclisin içinde<br />

oyun oynanılamayacağından söz ettikten sonra dedi ki: “Özel <strong>ve</strong> gizli düzenlerle<br />

kimi amaçlara ulaşırız kuruntusunda bulunmak <strong>ve</strong> Türkiye Büyük<br />

75<br />

Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın kastediliyor.


288 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Millet Meclisi’nin köşesinde oturarak bunları yapmak, saygısızlıktır; kabul<br />

edemeyiz efendim!’’<br />

Mahmut Esat Bey, her şeyden önce gidilecek yolları belirtmek gerektiğini,<br />

o zaman daha içtenlikle <strong>ve</strong> daha kesin yürünülebileceğini söyledi<br />

<strong>ve</strong> Rauf Bey’in görüşüne değinerek, şu irdelemelerde bulundu: “Ulusal<br />

egemenlik başka bir sorundur; cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakıyet, baskı<br />

yönetimi de başka bir sorundur. Kimisi hükümet biçimidir. Kimisi de ulusal<br />

iradenin yürütülmesi <strong>ve</strong> uygulanmasıdır. Bu dört yöntem içinde, çeşitli biçimlerde,<br />

ulusal egemenliğin uygulandığını görmekteyiz. Dahası, zorbalıkta<br />

bile bir parça uygulanmaktadır. Meşrutiyette biraz daha çok, cumhuriyette<br />

daha çok. Öyleyse bu bakımdan bu iki şeyi karıştırmamak gereklidir. Ulusal<br />

egemenlik cumhuriyetin gelişimi demek değildir. Çünkü, ulusal egemenlik<br />

biçim değildir, öz <strong>ve</strong> ilke işidir.” Mahmut Esat Bey, Rauf Bey’in kişisel<br />

görüş diye ortaya attığı sözler üzerinde gerektiği ölçüde durduktan sonra:<br />

“Türk devrimi yükseliyor. Ancak bu devrimi, amacına, ulusça beklenilen<br />

amacına çarçabuk ulaştırmak için, gerçek durumun hemen açıklığa kavuşması<br />

gereklidir. Türk ulusu, ortada, demokrasi adına çekilmiş bir kılıç<br />

gibi bunu beklemektedir.” sözleriyle konuşmasını bitirdi.<br />

Bundan sonra Adalet Bakanı Necati <strong>ve</strong> Milli Eğitim Bakanı Vâsıf<br />

Beyler, karşıcıl millet<strong>ve</strong>killerinin sorularına uzun konuşmalarla yanıt <strong>ve</strong>rdiler.<br />

Maliye Bakanı Mustafa Abdülhâlik Bey, konuşmasına başlamadan<br />

önce, Rıza Nur Bey’den, tutanaktaki sözlerinden bazılarını açıklamasını istedi.<br />

Rıza Nur Bey, Yanyalıların Türklüğünü kuşkulu gösterecek biçimde<br />

sözler söylemişti. Abdülhâlik Bey, Rıza Nur Bey’in yanlış sanısını şöyle düzeltti:<br />

“Doktor Bey, altı yüz yıl önce, Arnavutluğun bir parçası olan Yanya’ya<br />

giden atalarımızın orada bıraktıkları kuşakları başka yolda suçluyor.<br />

Hem kim? Üzülerek söylüyorum, öyle saygıdeğer bir arkadaşım ki altı yıldan<br />

beri bağnaz bir ulusalcı olmuştur. Daha önce değildi. Kendileri daha<br />

iyi bilirler. Ben, o Yanyalı dedikleri adam, Türklük için silahlı savaşırken,<br />

kendileri tersine, Türklüğe karşı ayaklanmayı kışkırtmıştır."<br />

Gerçekten Rıza Nur Bey’in siyasal yaşamında birçok savaşımlara<br />

katıldığı biliniyordu. Bu durumu, ulusalcı olarak, Büyük Millet Meclisi zamanında<br />

kendisine görev <strong>ve</strong> çalışma alanları gösterilmesine engel sayılmamıştı.<br />

Ama, Türklerin Rumeli’den çıkarılması gibi, her Türkün yüreğinde<br />

sonsuz <strong>ve</strong> dokunaklı bir acı yaratan büyük yıkım zamanında, aşırı ulusalcı<br />

Rıza Nur Bey’in Arnavut ayaklanmacılarla birlikte, Türklere karşı çalıştığını<br />

bilmiyorduk. Bu anlaşılınca Büyük Millet Meclisi’ni büyük <strong>ve</strong> gerçek bir<br />

şaşkınlık kapladı.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 289<br />

Bundan sonra Maliye Bakanı öbür konulara geçti. Daha sonra Tarım<br />

Bakanı Şükrü Kaya Bey konuştu. Şükrü Kaya Bey, özellikle Tarım Bakanlığını<br />

eleştiren bir millet<strong>ve</strong>kiline yanıt <strong>ve</strong>rdi <strong>ve</strong> tarım işlerinin güzel cümleler,<br />

güzel sözler, güzel mantıklarla gizlenecek bir şey olmadığını açıkladıktan<br />

sonra: “Bu, toprağa yazılan bir yapıttır. Onun sayfaları açık <strong>ve</strong> herkesçe<br />

okunmaktadır.” dedi <strong>ve</strong> ekledi: “Kalkıp da Büyük Meclis’in önünde,<br />

şöyle yapıldı, böyle yapıldı gibi yanıltmacalar ileri sürülebilir mi? Bu ne<br />

kendini bilmezliktir?”<br />

Ticaret Bakanı Hasan Bey’den <strong>ve</strong> Bayındırlık Bakanı rahmetli Süleyman<br />

Sırrı Bey’den sonra konuşma sırası Dışişleri Bakanlığına <strong>ve</strong> Başbakanlığa<br />

geldi. Baylar, Başbakan İsmet Paşa, gensorunun genel olmasını<br />

önerdiği günden sonra görüşmelere katılamayacak ölçüde hastalanmış, yatıyordu.<br />

Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa, İsmet Paşa adına kürsüye çıkarak<br />

gereken açıklamaları yaptı. Artık gensoru görüşmelerine son <strong>ve</strong>rmek<br />

zamanı gelmişti. Görüşme yeterliği kabul edildikten sonra, Feridun Fikri<br />

Bey’in “Meclis soruşturması” önergesi oylandı, kabul edilmedi. 19 oya karşı<br />

148 oy ile İsmet Paşa Hükümetine gü<strong>ve</strong>n bildirildi. Bir kişi de çekimser<br />

kalmıştı.<br />

Baylar, Mecliste yenilenlerin gazeteci arkadaşları, bu sonucu elbette<br />

hiç beğenmediler. Daha küskün <strong>ve</strong> direngen bir biçimde saldırıya geçtiler.<br />

(Bu noktada yine Vatan, Tanin <strong>ve</strong> Tevhid-i Efkâr gazetelerinin gensoru<br />

görüşmelerine yönelik yazılarını eleştirel bir dille sunan Atatürk, konuşmasını<br />

şöyle sürdürmektedir:)<br />

Bu gensoru oyunundan sonradır ki karşıcıllar maskelerini atmak<br />

zorunda bırakıldılar. Bilindiği üzere, “Terakkiper<strong>ve</strong>r Cumhuriyet Partisi”<br />

diye bir parti kurdular. Gizli ellerin düzenlediği parti programını da ortaya<br />

attılar. Cumhuriyet sözcüğünü söylemekten bile çekinenlerin; cumhuriyeti<br />

doğduğu gün boğmak isteyenlerin kurdukları partiye Cumhuriyet <strong>ve</strong> hem<br />

de “İlerici Cumhuriyet” adını <strong>ve</strong>rmeleri, nasıl ciddi <strong>ve</strong> ne ölçüde içten sayılabilir?<br />

Rauf Bey <strong>ve</strong> arkadaşlarının kurdukları parti, tutucu diye nitelendirilseydi,<br />

belki bir anlamı olurdu. Ama, bizden daha çok cumhuriyetçi <strong>ve</strong> bizden<br />

daha çok ilerici olduklarını savlamaya kalkışmaları elbette doğru değildi.<br />

“Parti, dinsel düşünce <strong>ve</strong> inançlara saygılıdır.” sözlerini ilke edinip<br />

bayrak gibi kullanan kişilerden, iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak,<br />

yüzyıllardan beri, bilgisizleri, bağnazları <strong>ve</strong> boş inançlara saplanmış olanları<br />

aldatarak özel çıkarlar sağlamaya kalkışmış kimselerin taşıdıkları bayrak<br />

değil miydi? Türk ulusu yüzyıllardan bu yana, sonu gelmeyen yıkımlara,<br />

içinden çıkabilmek için büyük öz<strong>ve</strong>riler isteyen pis bataklıklara, hep bu<br />

bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi?


290 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Cumhuriyetçi <strong>ve</strong> ilerici oldukları sanısını <strong>ve</strong>rmek isteyenlerin, yine<br />

bu bayrakla ortaya atılmaları; dinsel bağnazlığı coşturarak, ulusu, cumhuriyete,<br />

ilerlemeye <strong>ve</strong> yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi? Yeni parti,<br />

dinsel düşünce <strong>ve</strong> inançlara saygı perdesi altında: “Biz halifeliği yeniden isteriz.<br />

Biz yeni yasalar istemeyiz; bize mecelle yeter 76 ; medreseler, tekkeler,<br />

bilgisiz softalar, şeyhler, müritler, biz sizi koruyacağız; bizimle birlik olunuz!<br />

Çünkü, Mustafa Kemal’in partisi halifeliği kaldırdı. Müslümanlığı zedeliyor.<br />

Sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecek!” diye bağırmıyor muydu? Yeni<br />

partinin ilke edindiği sözler, bu gerici haykırışlarla dolu değil midir?<br />

Bakınız Baylar; bu ilkeye bağlı olanlardan birinin, çok zaman önce<br />

(10 Mart 1923 günü) asılmış Cebranlı Kürt Halit Bey’e yazdığı mektuptaki<br />

şu cümlelere: “Müslümanlık dünyasının kalımlı olmasını sağlayan ilkelere<br />

saldırıyorlar. Bu konudaki açıklamalarınızı arkadaşlara da okudum. Hepsinin<br />

çabalarını arttırdı. Batılılaşmak; tarihimizi, uygarlığımızı yitirmeyi" zorunlu<br />

kılar... Halifeliği yıkmak, din işlerine karışmayan bir hükümet kurmayı<br />

düşünmek; bunlar Müslümanlığın geleceğini tehlikeye atacak etmenleri<br />

yaratmaktan başka bir sonuç <strong>ve</strong>remez.”<br />

Baylar, olup bitenler gösterdi <strong>ve</strong> kanıtladı ki Terakkiper<strong>ve</strong>r Cumhuriyet<br />

Partisi programı, en hain kafaların ürünüdür. Bu parti, yurtta cana kıyıcıların,<br />

gericilerin sığınağı <strong>ve</strong> dayanağı oldu; dış düşmanların yeni Türk<br />

Devletini, körpe Türk Cumhuriyetini yıkmayı öngören planlarının kolaylıkla<br />

uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. Tarih; gizli amaçlarla düzenlenmiş,<br />

genel <strong>ve</strong> gerici Doğu ayaklanmasının nedenlerini inceleyip araştırdığı<br />

zaman, onun önemli <strong>ve</strong> belirli nedenleri arasında Terakkiper<strong>ve</strong>r Cumhuriyet<br />

Partisi’nin dinsel konularda <strong>ve</strong>rdiği sözleri <strong>ve</strong> doğuya gönderdiği sorumlu<br />

yazmanın kurduğu örgütleri <strong>ve</strong> yaptığı kışkırtmaları bulacaktır.<br />

Günlüğünü, nafile <strong>ve</strong> gece namazlarının sevabını anlatan hadislerle<br />

doldurmuş olan bu sorumlu yazman, doğu illerimizde dinsel kışkırtmalarda<br />

bulunurken, kendi partisinin programını uygulamıyor muydu? Temiz halka,<br />

beş vakit namazdan başka, geceleri de çokça namaz kılmayı söyleyip<br />

öğütleyen adam belki de yaşamı boyunca hiç namaz kılmamış olan bir siyasetçi<br />

olursa, bu davranışın amacı anlaşılmaz olur mu?<br />

Baylar, yaptığımız devrimin genişliği <strong>ve</strong> büyüklüğü karşısında eski<br />

boş inançların <strong>ve</strong> kurumların birer birer yıkılışını gören bağnaz <strong>ve</strong> gerici<br />

kimseler, “dinsel düşünce <strong>ve</strong> inançlara saygılı” olduğunu bildiren bir partiye<br />

<strong>ve</strong> özellikle bu partinin içindeki tanınmış kişilere dört elle sarılmaz mı?<br />

Yeni parti kuran kişiler bu gerçeği anlamış değil midirler? Öyleyse ellerine<br />

aldıkları din bayrağıyla, ulusu <strong>ve</strong> ülkeyi nereye götürmek istiyorlardı? Böy-<br />

76<br />

Tanzimat’tan sonra yapılmış, kimi ilkelere dayalı yasa kitabı.


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 291<br />

le bir soruya <strong>ve</strong>rilmesi gereken yanıt da “iyi dilek, aymazlık, umursamazlık”<br />

gibi sözler, yurdu ilerleteceğim diye ortaya atılan bir partinin ileri gelenleri<br />

için özür sayılamaz.<br />

Baylar, yeni parti, adındaki “ileri” <strong>ve</strong> “cumhuriyet” sözcüklerinin<br />

tam karşıt anlamlarıyla gelişmiştir. Bu partinin ileri gelenleri, gerçekten gericilere<br />

umut <strong>ve</strong> güç <strong>ve</strong>rmiştir. Buna örnek <strong>ve</strong>reyim: Ergani’de, ayaklanmacıların<br />

valiliğini kabul eden <strong>ve</strong> sonradan asılan Kadri, Şeyh Sait’e yazdığı<br />

bir mektupta: “Millet Meclisi’nde, Kâzım Karabekir Paşa’nın partisi, din kurallarına<br />

saygılı <strong>ve</strong> dinse<strong>ve</strong>rdir. Bize yardım edeceklerine kuşkum yoktur.<br />

Dahası, Şeyh Eyüb’ün 77 yanında bulunan parti sorumlu yazmanı, partinin<br />

tüzüğünü getirmiştir...” diyor. Şeyh Eyüb de yargılanması sırasında: “Dini<br />

kurtaracak biricik partinin, Kâzım Karabekir Paşa’nın kurduğu parti olduğunu;<br />

din kurallarına uyulacağının, parti tüzüğünde bildirildiğini” söylemiştir.<br />

Baylar, “ilerici” <strong>ve</strong> “cumhuriyet” sözcüklerini kullanarak, bizden <strong>ve</strong><br />

ulus aydınlarından din bayrağını gizlemeğe çalışanların, ülkede genel bir<br />

gerilemeye <strong>ve</strong> ayaklanmaya yol açmak için içeride <strong>ve</strong> dışarıda, türlü düzen<br />

<strong>ve</strong> kışkırtmalarla uğraşanların varlığını bilmedikleri düşünülebilir mi? Yeni<br />

partiye girenlerin tümü değilse bile, dinsel konularda <strong>ve</strong>rilen sözleri başarı<br />

için, etkili bir etmen sayan <strong>ve</strong> bununla ilgili hükmü tüzüklerine koyan kimselerin,<br />

yurda karşı, bize karşı hazırlanan cana kıyıcı düzenlerden habersiz<br />

oldukları kabul edilemez!<br />

Ayaklanmanın başlamasından aylarca önce, yurdun şurasında burasında<br />

yapılan gizli toplantılardan <strong>ve</strong> “Gizli İslam Derneği” 78 örgütünden;<br />

İstanbul’da Nakşibendi şeyhlerinin yaptığı toplantıda, hazırlanacak ayaklanmaya<br />

yardım için <strong>ve</strong>rilen sözden <strong>ve</strong> de ulusal sınırlarımızın dışında bulunup<br />

Doğu ayaklanmasını kışkırtanların bildirilerinde 79 Kâzım Karabekir<br />

Paşa’nın partisine umut bağlandığının belirtilmesinden haberleri olmadıklarını<br />

varsayalım. Ama, Fethi Bey Hükümeti zamanında, Fethi Beyin kendisi<br />

aracılığıyla, kendilerine, partilerinin ayaklanma <strong>ve</strong> gericiliği kışkırtıcı<br />

durum <strong>ve</strong> nitelikte olduğu <strong>ve</strong> yurda zarar <strong>ve</strong>rdiği bildirildiği zaman olsun,<br />

gerçeği görüp anlamaları gerekmez miydi? Hükümetin <strong>ve</strong> benim, çok temiz<br />

yürekle yaptığımız bu uyarmalardan sonra olsun, gerçeği anlamaları <strong>ve</strong><br />

ona göre davranmaları gerekirdi. Onlar, tersine, bu kez de: “Dinsel düşünce<br />

<strong>ve</strong> inançlara saygılıyız.” kalıbını büsbütün karşıt anlamda yorumlamaya<br />

kalkıştılar. Sanki bilinen bu kalıp sözle, her dinin <strong>ve</strong> türlü dinden olan kişi-<br />

77 Ayaklanmacıların elebaşlarından olup asılmıştır (Atatürk’ün notu).<br />

78 Cemiyet-i Hafiyye-i İslâmiyye<br />

79<br />

Halep’te bastırılarak Doğu illerimizde dağıtılan Şahin Paşaoğullarının bildirisi. (Atatürk’ün notu).


292 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

lerin düşünce <strong>ve</strong> inançlarına saygılı olduklarını söylemek; geniş ölçüde özgürlükse<strong>ve</strong>r<br />

olduklarını anlatmak istiyorlarmış... Baylar, böyle bir tutuma,<br />

doğru <strong>ve</strong> içtenlikli denemez!<br />

Siyaset dünyasında birçok oyunlar görülür. Ama, kutsal bir ülkünün<br />

belirmesi olan cumhuriyet yönetimine karşı, çağdaşlaşmaya karşı, bilgisizlik,<br />

bağnazlık <strong>ve</strong> her türlü düşmanlık ayağa kalktığı zaman; özellikle ilerici<br />

<strong>ve</strong> cumhuriyetçi olanların yeri, gerçek ilerici <strong>ve</strong> cumhuriyetçi olanların<br />

yanıdır; yoksa gericilerin umut <strong>ve</strong> çalışma kaynağı olan yer değil...<br />

Ne oldu Baylar?! Hükümet <strong>ve</strong> Meclis, olağanüstü önlemler almayı<br />

gerekli gördü. Takriri Sükun Yasası’nı 80 çıkardı. İstiklal Mahkemelerini kurdu.<br />

Ordunun savaşa hazır sekiz, dokuz tümenini ayaklananları yola getirmek<br />

için, uzun süre görevlendirdi. “Terakkiper<strong>ve</strong>r Cumhuriyet Partisi” denilen<br />

tehlikeli siyasal kuruluşu kapattı. Sonunda, elbette cumhuriyet başarı<br />

kazandı. Ayaklananlar yok edildi. Ama cumhuriyet düşmanları, büyük<br />

komploların sona erdiğini kabul etmediler. Alçakça, son bir girişim yaptılar.<br />

Bu girişim İzmir suikastı biçiminde kendisini gösterdi. Cumhuriyet mahkemelerinin<br />

ezici eli, bu kez de cumhuriyeti, cana kıyıcıların elinden kurtarmayı<br />

başardı. Saygıdeğer baylar, durumun ağırlaşması üzerine hükümetçe<br />

olağanüstü önlemler alınması gerektiği yolundaki görüşümüzü ilk belirttiğimiz<br />

zaman, bunu iyi karşılamayanlar vardı. Takriri Sükûn Yasasını <strong>ve</strong> İstiklal<br />

Mahkemelerini, zorbalık aracı olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya<br />

atanlar <strong>ve</strong> bu düşünceyi aşılamaya çalışanlar oldu. Zaman <strong>ve</strong> olaylar,<br />

bu nefret uyandırıcı düşünceyi aşılamaya çalışanları, elbette utanmış duruma<br />

düşürmüştür. Biz, alınan olağanüstü, ama yasaya uygun önlemleri,<br />

hiçbir zaman <strong>ve</strong> hiçbir biçimde, yasa dışına çıkmak için araç olarak kullanmadık;<br />

tersine, ülkede dirlik <strong>ve</strong> düzenliği kurmak için uyguladık; devletin<br />

yaşamasını <strong>ve</strong> bağımsızlığını sağlamak için kullandık. Biz, o önlemleri,<br />

ulusun uygarlaşmasına <strong>ve</strong> toplumsal gelişmesine yararlı kıldık.<br />

Baylar, aldığımız olağanüstü önlemlerin uygulamasına gereksinim<br />

kalmadığı görüldükçe, onların uygulanmasından vazgeçilmekte duraksanmamıştır.<br />

Nitekim İstiklal Mahkemeleri, iş bitince kaldırıldığı gibi, Takriri<br />

Sükûn Yasası da yürürlük süresi sonunda yeniden Büyük Millet Meclisi’nin<br />

incelemesine sunuldu. Meclis, yasanın bir süre daha yürürlükte kalmasını<br />

gerekli görmüş ise, elbette bu, ulusun <strong>ve</strong> cumhuriyetin yüksek yararları<br />

içindir. Yüksek Meclis’in, bize zorbalık aracı <strong>ve</strong>rmek için bu kararı aldığı<br />

düşünülebilir mi?<br />

Baylar, Takriri Sükûn Yasasının yürürlükte <strong>ve</strong> İstiklal Mahkemelerinin<br />

çalışmakta bulunduğu süre içinde yapılan işleri göz önüne getirecek<br />

80<br />

Dirliği <strong>ve</strong> Düzenliği Sağlama Yasası


ATATÜRK’ÜN BÜYÜK <strong>SÖYLEV</strong>İ (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) 293<br />

olursanız, Meclisin <strong>ve</strong> ulusun gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> inancının tam yerinde kullanıldığı<br />

kendiliğinden anlaşılır. Ülkede yapılan büyük ayaklanma <strong>ve</strong> cana kıyma<br />

düzenleri ortadan kaldırılarak sağlanan dirlik <strong>ve</strong> düzenlik, elbette kamuyu<br />

sevindirmiştir.<br />

Baylar, ulusumuzun başında bilisizlik, aymazlık <strong>ve</strong> bağnazlığın <strong>ve</strong><br />

yenilik <strong>ve</strong> uygarlık düşmanlığının simgesi gibi duran fesi atarak, onun yerine,<br />

bütün uygar dünyanın kullandığı şapkayı giymesi <strong>ve</strong> böylece, Türk ulusunun<br />

uygar toplumlardan anlayış yönünden de hiçbir ayrılığı olmadığını<br />

göstermesi gerekiyordu. Bunu, Takriri Sükûn Yasasının yürürlükte bulunduğu<br />

sırada yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama,<br />

buna, yasanın yürürlükte oluşu da kolaylık sağladı denirse bu, çok doğrudur.<br />

Gerçekten, Takriri Sükûn Yasasının yürürlükte bulunuşu, kimi gericilerin<br />

kamuoyunu geniş ölçüde zehirlemesine olanak <strong>ve</strong>rmemiştir. Gerçi bir<br />

Bursa millet<strong>ve</strong>kili, bütün yasama görevi boyunca hiçbir zaman kürsüye<br />

çıkmamış <strong>ve</strong> hiçbir zaman Meclis’te, ulus <strong>ve</strong> cumhuriyet yararlarını savunmak<br />

için bir tek söz bile söylememiş olan Bursa millet<strong>ve</strong>kili Nurettin Paşa,<br />

yalnız şapka giydirilmesine karşı uzun bir önerge <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> bunu savunmak<br />

için kürsüye çıkmıştır. Şapka giyilmesinin, “temel haklara, ulusal egemenliğe<br />

<strong>ve</strong> kişisel dokunulmazlığa aykırı işlem” olduğunu savlamış <strong>ve</strong> bunun,<br />

“halka uygulanmamasını sağlamaya” çalışmıştır. Ama, Nurettin Paşa’nın,<br />

ulus kürsüsünden coşturabildiği bağnazlık <strong>ve</strong> gericilik duyguları; en<br />

sonunda birkaç yerde <strong>ve</strong> yalnız birkaç gericinin, İstiklal Mahkemelerinde<br />

hesap <strong>ve</strong>rmeleriyle söndü.<br />

Baylar, tekke <strong>ve</strong> zaviyelerle türbelerin kapatılması <strong>ve</strong> bütün tarikatlarla,<br />

şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük, türbe bekçiliği<br />

gibi birtakım sanların yasaklanıp kaldırılması da Takriri Sükûn Yasası yürürlükteyken<br />

yapılmış işlerdir. Bu konudaki yürütme <strong>ve</strong> uygulamaların,<br />

toplumumuzun, boş inançlara bağlı, ilkel bir topluluk olmadığını göstermesi<br />

bakımından, ne denli gerekli olduğunu çok iyi bilirsiniz.<br />

Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların,<br />

emirlerin arkasından sürüklenen <strong>ve</strong> alınyazılarını <strong>ve</strong> canlarını, falcıların,<br />

büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan<br />

oluşmuş bir topluluğa, uygar bir ulus gözüyle bakılabilir mi? Ulusumuzun<br />

gerçek niteliğini, yanlış anlamda gösterebilen <strong>ve</strong> yüzyıllarca göstermiş olan<br />

bu gibi öğeler <strong>ve</strong> kurumlar, Yeni Türkiye Devletinde, Türk Cumhuriyetinde<br />

sürdürülmeli miydi? Buna önem <strong>ve</strong>rmemek, ilerleme <strong>ve</strong> yenileşme adına,<br />

en büyük <strong>ve</strong> düzeltilemez bir yanılgı olmaz mıydı? İşte biz, Takriri Sükûn<br />

Yasasının yürürlükte oluşundan yararlandıksa, bu tarihsel yanılgıyı işlememek<br />

için; ulusumuzun alnını, olduğu gibi açık <strong>ve</strong> temiz göstermek için;


294 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

ulusumuzun bağnaz <strong>ve</strong> ortaçağ anlayışlı olmadığını kanıtlamak için yararlandık.<br />

Baylar, ulusumuzun toplumsal, ekonomik, kısacası, bütün uygarlıkla<br />

ilgili iş <strong>ve</strong> ilişkilerinde <strong>ve</strong>rimli sonuçlar sağlayan yeni yasalarımız da kadın<br />

özgürlüğünü gü<strong>ve</strong>n altına alan <strong>ve</strong> aileyi sağlamlaştıran Medeni Kanun<br />

da bu sözünü ettiğim dönem içinde yapılmıştır. Dolayısıyla biz, her araçtan,<br />

yalnız <strong>ve</strong> ancak bir görüş için yararlanırız. O görüş şudur: Türk ulusunu,<br />

uygar toplumlar içinde yaraştığı kata yükseltmek <strong>ve</strong> Türk Cumhuriyetini<br />

sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün daha çok güçlendirmek; bunun<br />

için de zorbalık düşüncesini öldürmek…<br />

Sayın Baylar, sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun <strong>ve</strong> ayrıntılı<br />

sözlerim, sonuçta tarihe mal olmuş bir dönemin öyküsüdür. Bunda, ulusum<br />

için <strong>ve</strong> yarınki çocuklarımız için dikkat <strong>ve</strong> uyanıklık sağlayabilecek kimi<br />

noktaları belirtebilmişsem kendimi mutlu sayacağım.<br />

Baylar, bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir<br />

ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim <strong>ve</strong> tekniğin en son ilkelerine<br />

dayanan ulusal <strong>ve</strong> çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.<br />

Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların<br />

yarattığı uyanıklığın <strong>ve</strong> bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır.<br />

Bu sonucu, Türk gençliğine gü<strong>ve</strong>nle bırakıyorum.<br />

Ey Türk gençliği! Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini,<br />

sonsuza dek korumak <strong>ve</strong> savunmaktır.<br />

Varlığının <strong>ve</strong> geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en<br />

değerli kaynağındır. Gelecekte de seni bu kaynaktan yoksun bırakmak isteyecek<br />

iç <strong>ve</strong> dış alçaklar bulunacaktır. Bir gün, bağımsızlık <strong>ve</strong> cumhuriyeti<br />

savunmak zorunda kalırsan, göre<strong>ve</strong> atılmak için, içinde bulunacağın durumun<br />

olanak <strong>ve</strong> koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanak <strong>ve</strong> koşullar, çok<br />

el<strong>ve</strong>rişsiz bir nitelikte belirebilir. Bağımsızlık <strong>ve</strong> cumhuriyetine kıymak isteyecek<br />

düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmemiş bir yenginin temsilcisi<br />

olabilirler. Zorla <strong>ve</strong> aldatmaca ile kutsal yurdun bütün kaleleri alınmış,<br />

bütün gemilikleri ele geçirilmiş, bütün orduları dağılmış <strong>ve</strong> yurdun her köşesi<br />

eylemsel olarak işgal edilmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acı <strong>ve</strong><br />

daha tehlikeli olmak üzere, ülkede yönetimde olanlar, aymazlık <strong>ve</strong> sapkınlık<br />

<strong>ve</strong> dahası hainlik içinde olabilirler. Dahası yönetimde olan bu kişiler, kişisel<br />

çıkarlarını, işgalcilerin siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk<br />

<strong>ve</strong> darlık içinde ezgin <strong>ve</strong> bitkin düşmüş olabilir.<br />

Ey Türk geleceğinin çocuğu! İşte, bu ortam <strong>ve</strong> koşullar içinde bile<br />

ödevin, Türk bağımsızlık <strong>ve</strong> Cumhuriyetini kurtarmaktır! Gereksindiğin<br />

güç, damarlarındaki soylu kanda vardır!


KISIM III<br />

DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong><br />

(<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 297<br />

BÖLÜM I<br />

ATATÜRK’ÜN EGEMENLİK KONUSUNDAKİ<br />

<strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

I.1. TEMEL KAVRAMLAR: EGEMENLİK VE ULUSAL EGEMENLİK<br />

Uygar yaşam, iki yüzü aşkın devlet, bir o kadar ulusal kimlik <strong>ve</strong> o<br />

kimlikleri oluşturan binlerce yerel <strong>ve</strong> bölgesel kimlik üzerinde kurulmuştur.<br />

Üyelerini bütünleştirdiği kadar farklı olanları da ayrıştırma işlevi gören kimlikler,<br />

farklı yaşama biçimlerinin sonucu olarak biçimlenmekte <strong>ve</strong> doğal<br />

olarak öncelikle kültürel farklılıkları temsil etmektedirler. Bu da doğal olarak<br />

her kimliği bir egemenliğe bağlamaktadır. Çünkü, kimlikleri doğuran<br />

kültür, yalnızca yerleşik toplum düzeninde kalıcı olabilmekte, yerleşik düzene<br />

geçiş de ancak bir egemenlik kullanılmasıyla olanaklı olabilmektedir.<br />

Bu ilişki, egemenlik kavramını “toprak egemenliği”ne indirgemekle birlikte,<br />

egemenlik <strong>ve</strong> kimlik arasında kültür aracılığıyla kurulup gelişen bir bağ olduğunu<br />

açıklaması bakımından önemlidir.<br />

Egemenlik, günümüzde elbette toprak egemenliğinden daha fazlasını<br />

içerip anlatmaktadır. Çünkü çağdaş toplumdaki yerini edininceye değin,<br />

yüzyıllar boyunca ait olmadığı kişilerce kullanılmış <strong>ve</strong> değeri anlaşıldıktan<br />

sonra da geri almak için kanlı bedeller ödenmesi gerekmiştir. Somutlaştırmak<br />

için kısa bir özet yapmak gerekirse; yerleşik toplumun doğal sonucu<br />

olarak üretim <strong>ve</strong> işbölümünün artması önce devletin kurulmasıyla<br />

sonuçlanmış; ancak devlet, meşru bir yönetme gücü olabilmek amacıyla<br />

emanet aldığı egemenliğe giderek el koymuştur. Toplumsal egemenliğin<br />

toplum adına kullanıldığı bir yönetme biçiminden, topluma hükmeden bir<br />

yönetme biçimine geçişi ifade eden bu değişim; egemenlik kavramını tarihte<br />

ilk kez kullanan Jean Bodin tarafından “yurttaşlar <strong>ve</strong> yasalar üstü yüksek<br />

iktidar” sözleriyle tanımlanmıştır. İktidar bir kez böyle bir nitelik kazandıktan<br />

sonra, doğal olarak bütün bir insanlık tarihi de devleti merkez alarak<br />

gelişmiş <strong>ve</strong> devlet, sürekli “kısıtlanamayan bir güç” olarak evrim geçirmiştir.<br />

Otuz Yıl Savaşları’nı izleyen Westphalia Antlaşması (1648) ile uluslararası<br />

düzeyde pekiştirilip meşrulaştırılan bu değişim; kavramsal karşılığını artık<br />

monarşi kavramında bulacaktır.


298 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Devletlerin kuruluş, işleyiş <strong>ve</strong> yetkilerine ilişkin deneyimler, egemenliğin<br />

bir ülkedeki en yüksek kudret <strong>ve</strong> kendi yetki alanında herhangi<br />

bir üst otoriteye bağlı <strong>ve</strong> bağımlı olmayan kurucu bir güç olduğunu öğretmiştir.<br />

Hiçbir iradeden emir almamaya, hiçbir koşula tabi olmaksızın buyurabilmeye<br />

<strong>ve</strong> buyurduğunu da yürütebilmeye dayandığı için; mutlaka gerçek<br />

sahibi <strong>ve</strong> kaynağı olan ulus tarafından kullanılmalıdır. Bu nedenle,<br />

devletin de temeli olan bu gücün ulusa devredilebilmesi için, bağımsızlık <strong>ve</strong><br />

özgürlüğün tanındığı yeni bir yaşama düzeni kurulmalıdır.<br />

Ortak zihniyetin böyle bir aşamaya gelmesi elbette kısa zamanda<br />

olmamış; örneğin Avrupa’da, egemenliğin monarşi ya da oligarşiler tarafından<br />

kullanılmasının kötülüklerini kavramak için, bu yönetim biçimlerini<br />

Aydınlanma Çağı’na kadar yaşamak gerekmiştir. Gerçi Rönesans döneminde<br />

başlayan bir burjuva ideolojisi aracılığıyla “bireyci, laik, liberal” düşüncelerin<br />

giderek daha çok taraftar bulduğu söylenebilir. Ancak, egemenliğin<br />

ulusa ait olması gerektiği düşüncesinin olgunlaşabilmesi için; öncelikle<br />

toplumun ulus niteliğini kazanması zorunlu olmuştur. Bu ise ancak, din <strong>ve</strong><br />

ırk ortaklığı gibi ilkel birliktelikler, yerini “dil, toprak, kültür, tarih <strong>ve</strong> pazar”<br />

temelinde oluşan gönüllü bir siyasal birlikteliğe bıraktığında olanaklı olacaktır.<br />

Bir başka deyişle toplum, egemenliğine el koymuş olan monarşiye<br />

karşı, inanç <strong>ve</strong> köken ayrımı yapmaksızın ortak bir siyasal örgütlenmeye<br />

gidecek, bu örgütlenme üzerinde ulus adını taşıyan bir üst-kimlik inşa edecek,<br />

kendine tabi <strong>ve</strong> hizmetkâr bir devlet olarak ulus-devleti talep edecek<br />

<strong>ve</strong> bu devlete ulaşabilmek için de ulusalcılık hareketini ortaya atacaktır.<br />

Bu tarihsel değişimin ışığında, ulusal egemenliğin, ulusun kendi<br />

yazgısını ulus-devlet aracılığıyla belirleyebilmesini öngören düşünsel <strong>ve</strong><br />

ideolojik bir kavram olduğu söylenebilir. Buna göre, iktidarın meşruluğu<br />

ulusal iradenin onayına bağlanacak <strong>ve</strong> böylece, devletin hem yurttaşlara<br />

tabi olması hem de daha saygın bir kurum olması sağlanacaktır. Temel hak<br />

<strong>ve</strong> özgürlükleri koruma işlevi gördüğü için çağdaş hukuk devleti anlayışıyla<br />

da örtüşen ulusal egemenlik kavramı, Atatürk’te de bu evrensel tanımlara<br />

koşut bir içerik ile tanımlanmıştır:<br />

“Toplumda en yüksek özgürlüğün, en yüksek eşitlik <strong>ve</strong> adaletin sürekli<br />

biçimde sağlanması <strong>ve</strong> korunması, ancak <strong>ve</strong> ancak, tam <strong>ve</strong> kesin anlamıyla<br />

ulusal egemenliğin kurulmuş bulunmasına bağlıdır. Bundan ötürü<br />

özgürlüğün de eşitliğin de adaletin de dayanak noktası ulusal egemenliktir.”<br />

1<br />

Ancak egemenliğe sahip olmanın özgürleştirici etkisinin, ancak ona<br />

gerçekten sahip olunmasına <strong>ve</strong> onu koruyacak siyasal araçların kullanılma-<br />

1<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> Demeçleri, 1. Cilt, Ankara: AKDTYK – ATAM Yay., 1989, s. 298.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 299<br />

sına bağlı olduğu unutulmamalıdır. Çünkü ulusal egemenlik, belirli bir devlet<br />

organının, egemenliği ulus adına sınırsız yetkiler çerçe<strong>ve</strong>sinde kullanması<br />

değildir. Bunun adı çoğunluk diktatörlüğüdür ki bu, yalnızca demokrasiyi<br />

değil ulusal egemenliği de ortadan kaldıran bir durum olur. Böyle bir olası<br />

tehlikenin varlığını Atatürk de belirtmektedir:<br />

“Uluslar egemenliklerini geçici olarak da olsa <strong>ve</strong>recekleri Meclislere<br />

bile gereğinden fazla gü<strong>ve</strong>nmemelidir. Çünkü Meclisler bile zorbalık yapabilir<br />

<strong>ve</strong> bu zorbalık, kişisel zorbalıktan daha tehlikeli <strong>ve</strong> öldürücü olabilir.<br />

Bunun için Meclisler belli <strong>ve</strong> sınırlı bir süreden sonra yenilenir. Bu sayede<br />

ulusal egemenlik daha gü<strong>ve</strong>nilir ilke <strong>ve</strong> koşullara bağlanmış olur.”<br />

Örneğin, böyle bir tehlikenin uygulamadaki somut göstergesi olarak,<br />

Osmanlı parlamentolarının istenildiği zaman feshedilişi üzerinde durmakta<br />

<strong>ve</strong> bu durumun ‘Meclis’i feshetme hakkı’ gibi kabul edilemez bir düşünceden<br />

doğduğunu belirtmektedir:<br />

“Efendiler! insanlar güç kullanmaya <strong>ve</strong> özellikle başkalarının gücünü<br />

kullanmaya doğuştan eğilimli oldukça, bu kuralı çok kıskanç olarak korumakta<br />

direnmelisiniz. Şimdiye kadar bu ulusun meclisinin devam edememesi,<br />

‘Gerektiğinde Meclis’in feshi’ kaydının bu yapraklarda, bu kitaplarda<br />

<strong>ve</strong> bu dünyada varlığından doğmuştur. Bu yetkiyi istediğiniz kurula<br />

<strong>ve</strong>riniz, mutlaka kötüye kullanır. Padişahlar, işte bu noktaya dayanarak,<br />

ulusumuzun meclislerini hor göre göre kovmuşlardır. Bu nedenle böyle bir<br />

kayıt <strong>ve</strong> koşulun, Anayasa’da hiçbir vakit de yeri olmayacaktır.” 2<br />

İşte “çoğunluk egemenliği” biçimindeki bu yozlaşma tehlikesini<br />

dikkate alarak, ulusal egemenliğin anayasal bir hüküm olduğu ülkelerde,<br />

ulusun “bayrak, para, marş, ulusal bayram <strong>ve</strong> resmi tören” gibi simgeleri<br />

yüceltmekle yetinmeyip, ulusal egemenliğin bir çoğunluk egemenliğince<br />

gaspını önlemek amacıyla demokrasinin temel ilke <strong>ve</strong> kurallarını da kökleştirmesi<br />

gerekir. Bu gereklilik de ulusal egemenliğin ancak bir sivil toplum,<br />

parlamenter yönetim <strong>ve</strong> hukukun üstünlüğü gibi kurum <strong>ve</strong> uygulamaların<br />

varlığı durumunda anlamlı olacağı anlamına gelmektedir. Nitekim Atatürk<br />

de egemenliğin kullanımı konusunda sorumluluğu devlete değil egemenliğin<br />

sahibine yükleyerek bir bakıma demokrasi olmaksızın ulusal egemenliğin<br />

olamayacağını ifade etmiş <strong>ve</strong> bunun için de yurttaşların niteliğinin ne<br />

denli önem taşıdığının altını çizmiştir:<br />

“Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının ruhu ulusal egemenliktir.<br />

Ulusun kayıtsız koşulsuz egemenliğidir. Bir ulusun egemenliğini anlayabilmesi<br />

<strong>ve</strong> onu gü<strong>ve</strong>nle koruyabilmesi, birtakım özel niteliklere <strong>ve</strong> üstün eğitime<br />

sahip olmasına bağlıdır. Bir ulusun ki siyasal <strong>ve</strong> toplumsal eğitiminde,<br />

2<br />

I. TBMM Zabıt Cerideleri, Devre: I, İçtima: 2, Toplantı: 120, 1958.


300 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

yurt sevgisinde eksiklik vardır, öyle bir ulus, egemenliğini gerekli ölçüde<br />

güçle elinde tutamaz.” 3<br />

I.2. ATATÜRK’ÜN ULUSAL EGEMENLİK KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

Osmanlı monarşisinin, hanedanlık ailesi dışındaki her şeyi hanedanlığın<br />

varoluş aracı sayan <strong>ve</strong> Sultan Vahdettin’in “Bir millet var, koyun<br />

sürüsü. Buna bir çoban lâzım. O da benim.” sözlerinde ifadesini bulan<br />

ideolojisi, Balkan <strong>ve</strong> Arap ulusalcılığı ile 19. yüzyılda bütün etkinlik <strong>ve</strong> anlamını<br />

iyice yitirmiş; Birinci Dünya Savaşı’ndaki ağır yenilgiyle de tümüyle<br />

iflas etmişti. Bu nedenle, Kurtuluş Savaşı’nın bağımsızlık adına <strong>ve</strong>rilen bir<br />

savaş olmasının yanı sıra yeni bir aidiyet temeli üzerine kurulmuş farklı bir<br />

bütünleşme ideolojisini hedeflemesi <strong>ve</strong> yepyeni bir “Biz” duygusu inşa etmesi<br />

gerekmektedir. Bu gerekliliği doğuran ortam <strong>ve</strong> koşullar Atatürk tarafından<br />

şöyle betimlenmiştir:<br />

“Bizim ulusumuz, ulusal benliğini unutuşunun çok acı <strong>ve</strong> cezalarını<br />

gördü. Osmanlı imparatorluğu içindeki azınlıklar hep ulusal bilince sarılarak,<br />

ulusalcılık düşüncesinin gücüyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu,<br />

onlardan ayrı <strong>ve</strong> onlara yabancı bir ulus olduğumuzu sopayla içlerinden<br />

kovulunca anladık. Gücümüzün düştüğü anda bizi aşağılayıp kötülediler.<br />

Anladık ki suçumuz kendimizi unutmamızmış. Dünyanın bize<br />

saygı göstermesini istiyorsak, önce kendi benliğimize <strong>ve</strong> ulusumuza bu<br />

saygıyı duygusal, düşünsel <strong>ve</strong> eylemli olarak bütün davranışlarımızla gösterelim.”<br />

4<br />

Peki bu yeni “Biz”in temeli <strong>ve</strong> felsefesi ne olacak, ulusun benliği ne<br />

ile temsil edilecektir? Atatürk’ün İzmit’te İstanbul gazetecileriyle konuşurken<br />

ortaya koyduğu kimi düşünceler, hedeflenenin yalnızca yeni bir birlik<br />

<strong>ve</strong> bütünlük değil, aynı zamanda gerek birleşen ulusun <strong>ve</strong> gerekse de onun<br />

üzerinde yükselen devletin kaynak <strong>ve</strong> niteliklerini köktenci bir biçimde değiştirmek<br />

olduğunu göstermektedir.<br />

“Olaylar <strong>ve</strong> tarihsel deneyimlerimiz ulusu koyun sürüsü gibi gören<br />

yönetim biçimlerinin ülkemizde uygulanamayacağını göstermiştir. Ulus,<br />

değil egemenliğini, egemenliğin bir zerresini bile başkasına bırakıp bırakmanın<br />

yol açabileceği felâketin, yok olmanın, zararın acısını her an yürek<br />

<strong>ve</strong> vicdanında duyumsamaktadır.” 5<br />

Öyleyse izlenmesi gereken yol kendiliğinden biçimlenmektedir.<br />

Ulusun yürek <strong>ve</strong> vicdanının sesini dinlemek <strong>ve</strong> onun yöresel arayışlarına<br />

bütünleştirici yaklaşımlarla yön <strong>ve</strong>rmek gerekmektedir. Atatürk’ün daha 22<br />

3<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 299–300.<br />

4<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 146–147.<br />

5<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 57-58.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 301<br />

Mayıs <strong>1919</strong>’da Samsun’dan İstanbul Hükümeti’ne göndermiş olduğu bir<br />

raporda dile getirilen bir tümce de tam olarak bu gerekliliğin anlatımı niteliğindedir:<br />

“Ulus tek vücut olarak egemenlik ilkesini <strong>ve</strong> Türklük duygusunu<br />

hedef almıştır.” Bu tümcenin önemi, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın dayanacağı<br />

üç temel ilkeyi barındırıyor olmasıdır: (i) Ulusal birlik, (ii) Ulusal egemenlik,<br />

(iii) Ulusalcılık. Nitekim ulusal hedefi betimleyen bu olgular bundan<br />

sonraki Amasya Genelgesi, Erzurum <strong>ve</strong> Sivas kongreleri <strong>ve</strong> Ulusal Ant<br />

gibi tüm metinlerde yer alacak <strong>ve</strong> en sonunda da 20 Ocak 1921 tarihli<br />

Anayasa’da ilk kez Türk anayasa hukukunun temel ilkesi durumuna gelecektir:<br />

“Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur.”<br />

Bu ilkenin tam olarak uygulanabilmesi, ulus olabilmenin yanı sıra<br />

elbette bu ilkeyi uygulayabilecek bir devlet aygıtının, ulus-devletin varlığını<br />

da zorunlu kılmaktadır. Ancak, Kurtuluş Savaşı yıllarında henüz böyle bir<br />

devlet kurulmamış olduğu gibi mevcut Devlet de Saltanat <strong>ve</strong> Halifelik gibi<br />

kurumları <strong>ve</strong> onları tanımlayan Kanun-u Esasi adlı anayasası ile ulusal<br />

egemenliğin önünde aşılmayı bekleyen önemli engeller olarak durmaktadır.<br />

Dolayısıyla bu kurumların <strong>ve</strong> onların oluşturduğu monarşik devletin<br />

imhası, tam anlamıyla bir siyasal devrim yapılmasını gerekli kılacak <strong>ve</strong> bu<br />

devrim süreci de Savaş sonrasını izleyen dönemin ana gündemini oluşturacaktır.<br />

Ulusal egemenliği, soyut bir anayasa hükmü olmanın ötesinde bir<br />

rejim <strong>ve</strong> yaşam biçimine dönüştürecek siyasal devrim sürecinin ilk köktenci<br />

adımı bilindiği gibi 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması olmuştur. Atatürk’ün<br />

bu devrim sırasında sergilenen muhalefet <strong>ve</strong> direnç karşısında<br />

yapmış olduğu konuşma, yeni olan “Biz”in temeli <strong>ve</strong> felsefesi konusunda<br />

açıklayıcı olduğu gibi, gerçekten unutulmaz bir nitelik de taşımaktadır:<br />

“Egemenlik hiç kimsece, hiç kimseye ilim gereğidir diye görüşmeyle,<br />

tartışmayla <strong>ve</strong>rilmez. Egemenlik güçle, erkle <strong>ve</strong> zorla alınır. Osmanoğulları,<br />

zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını<br />

altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara<br />

artık yeter diyerek <strong>ve</strong> bunlara karşı ayaklanıp egemenliğini eylemli olarak<br />

kendi eline almış bulunuyor.” 6<br />

Saltanatın kaldırılması, Atatürk’ün daha birkaç gün önce, 27<br />

Ekimde Bursa’da öğretmenlere yapmış olduğu bir konuşmanın doğal sonucu<br />

olmuştur adeta:<br />

“İtiraf edelim ki biz üç buçuk yıl öncesine değin cemaat olarak yaşıyorduk.<br />

Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. Dünya bizi temsil edenlere göre<br />

tanıyordu. Üç buçuk yıldır tümüyle ulus olarak yaşıyoruz.” 7<br />

6<br />

Nutuk-Söylev, III. Cilt, Ankara: TTK Yay., 1989, s. 337.<br />

7<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 49.


302 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Artık bir ulus olarak yaşamaya başlayan bir toplumun, o yaşam biçimi<br />

ile bağdaşmayan tüm kurumlardan kurtulması gerekmektedir <strong>ve</strong> doğal<br />

olarak Saltanat da bu kurumların başında gelmektedir. Ancak, ulusal egemenlik<br />

düşüncesi egemenliğe ortak kabul etmez bir düşünce olduğu için,<br />

bu konuda ayrım yapılmamalı, niteliği ne olursa olsun hiçbir güç ulus<br />

egemenliğinin üstünde sayılmamalıdır. Bu konuda ilk adım, bilindiği gibi<br />

Saltanatın kaldırılmasının ardından bir İngiliz gemisiyle kaçan Vahdettin’in<br />

halifelik unvanının 18 Kasım 1922’de Meclis kararıyla düşürülmesi olmuştur.<br />

İlk adım diyoruz, çünkü yeni Türkiye’nin dinsel simgeleri siyasallaştıran<br />

yönetim geleneklerinden tümüyle arınabilmesi için Halifelik kurumunu bütünüyle<br />

kaldırıp yok etmesi gerekmektedir. Siyasal devrimin bu aşaması da<br />

3 Mart 1924’de gerçekleşecek <strong>ve</strong> Osmanlı monarşisinin bu son efsanevi<br />

kurumundan kurtulmak, genç Cumhuriyete yeni bir Cumhuriyet anayasası<br />

yapmak olanağını tanıyacaktır. 1924 Anayasası, gerçekten de siyasal devrimle<br />

oluşan fiili durumu iyi tanımlayan bir anayasa olmuştur <strong>ve</strong> bu yeni<br />

tanımlama içinde değişmeyen temel ilke yine egemenliğin kayıtsız koşulsuz<br />

ulusa ait olduğudur. Bunun anlamı yine büyük önder tarafından tanımlanmıştır:<br />

“Kayıtsız koşulsuz deyimiyle belirtilen (…), egemenliğin bir zerresini,<br />

sıfatı <strong>ve</strong> adı ne olursa olsun hiçbir makama <strong>ve</strong>rmemek, <strong>ve</strong>rdirmemek<br />

demektir. Bununla kastettiğim anlamı kolaylıkla anlayabilirsiniz.” 8<br />

Peki Atatürk bu temel ilke konusunda neden bu denli duyarlıdır,<br />

bu ilkenin uygulanmasına neden “Ulusal egemenlik uğrunda canımı <strong>ve</strong>rmek,<br />

benim için vicdan <strong>ve</strong> namus borcu olsun!” 9 diyecek kadar önem<br />

<strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> bu ilkenin uygulanmasına yönelik engelleri neden “Ulusal<br />

egemenlik düşmanlığı, ayrıcalıklı bir saygı <strong>ve</strong> onura sahip olan bir ulusun<br />

her şeyine, bir anda kastetmek suçundan başka bir şey değildir.” 10 sözlerinde<br />

olduğu gibi bir düşmanlık ifadesi gibi görmektedir?<br />

Birincisi, bu zaten yalnızca Atatürk’ün kişisel bir tutkusu değil, aynı<br />

zamanda TBMM’nin de siyasal hedefidir: “TBMM’nin bütün programlarının<br />

dayanağı şu iki ilkedir: Tam bağımsızlık, kayıtsız <strong>ve</strong> koşulsuz ulusal<br />

egemenlik. Birinci dayanağının anlatımı Ulusal Ant’dır. İkinci <strong>ve</strong> yaşamsal<br />

olan dayanağının anlatımı Anayasadır.” 11<br />

İkincisi, Atatürk ulusal egemenliği, Türk Devrimi’nin ideolojisinin<br />

önemli boyutlarından birisi olan halkçılık ile eşanlamlı görmektedir: “İç siyasetimizde<br />

özelliğimiz olan halkçılık yani ulusu kendi yazgısına egemen<br />

kılmak ilkesi, Anayasamızla saptanmıştır.” 12<br />

8<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 80.<br />

9<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 76.<br />

10<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 298.<br />

11<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 298.<br />

12<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 161.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 303<br />

Üçüncüsü, bu bir varoluş sorunudur: “Bir sözcükle anlatmak gerekirse,<br />

diyebiliriz ki yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.<br />

Geçmişteki kurumlar ise bir kişi devletiydi, kişiler devletiydi. Bir ulusun<br />

yeryüzünden tümüyle silinmesi için, bir ulusun insanlık topluluğundan tümüyle<br />

çözülüp dağıtılabilmesi için Nuh Tufanı kadar olağanüstü felâketler<br />

<strong>ve</strong> olaylar gereklidir. Fakat kişiler, kendiliğinden yok olmaya mahkûmdur.”<br />

13<br />

“Egemenlik mutlaka ulusun elinde olmalıdır! Egemenliğine sahip<br />

olmayan bir insan ya da bir toplum, hiçbir zaman istencini kullanamaz.<br />

Egemenliğini herhangi birisine bırakan bir insan, kendi istencinin kullanılacağından<br />

<strong>ve</strong> uygulanacağından emin olamaz. Şimdiye kadar uslumuzun<br />

başına gelen bütün felâketler, kendi yazgısını başka birisinin eline bırakmasından<br />

kaynaklanmıştır.” 14<br />

Dördüncüsü, bu ilke bundan sonra gerçekleştirilecek diğer devrimci<br />

yeniliklerin de önkoşulu niteliğindedir: “Süngü ile silâhla, kanla elde ettiğimiz<br />

utkudan sonra, kültür, bilim, fen, ekonomi gibi alanlarda utku kazanmak<br />

için çalışacağız. Ulusu gönenç <strong>ve</strong> mutluluğa götürecek bu alanlarda<br />

gü<strong>ve</strong>nle, başarıyla yürüyebilmek ise yalnız bir koşula bağlıdır. Bu koşul<br />

bulunmazsa o alanlarda başarımız olanaksızdır. Bu koşul şudur: Ulusun,<br />

doğrudan doğruya kendi egemenliğine kendisinin sahip olmasıdır!” 15<br />

Atatürk, bunların aynı zamanda ulusalcılığa düşmanca yaklaşan<br />

çağdışı hareketlerin de nedeni olduğunu belirtmektedir: “Dünyanın belli<br />

başlı uluslarını tutsaklıktan kurtarmak için egemenliklerine kavuşturan büyük<br />

düşünce akımları, köhne kurumlara ümit bağlayanların, çürümüş yönetim<br />

biçimlerinde kurtuluş gücü arayanların amansız düşmanıdır.” 16<br />

Konuyu sonuçlandırmak <strong>ve</strong> tutarlı bir biçimde kavramak açısından,<br />

son olarak, Atatürk’ün egemen kılmaya çalıştığı “ulus”tan <strong>ve</strong> onu yücelten<br />

“ulusalcılık” akımından ne anladığını da irdelemekte yarar var. Çünkü ulus<br />

<strong>ve</strong> ulusalcılık kavramları, Türk Devrimi’nin gerçekten de ideolojik bayrakları<br />

olmuştur. Öyle ki “İstiklâl Savaşı” terimi savaşın dayandığı ruhu, özü <strong>ve</strong><br />

felsefeyi ifade etmek için tek başına yeterli olmadığından birçok durumda<br />

“Milli Mücadele” yani “Ulusal Bağımsızlık Savaşı” terimi kullanılmıştır.<br />

Çünkü Türk ulusu yalnızca dış egemenliğini sağlayacak bir bağımsızlık savaşımı<br />

değil, iç egemenliğini de kazanacağı bir özgürlük savaşımı <strong>ve</strong>rmektedir.<br />

Bu savaşım, Kurtuluş Savaşı’nın siyasal amacıdır <strong>ve</strong> temeli de “ulusallaşma”dır.<br />

13<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 309.<br />

14<br />

Mahmut Soydan, “Gazi <strong>ve</strong> İnkılâp”, Milliyet, 07.12.1929.<br />

15<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 135.<br />

16<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 309.


304 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Büyük Önder bu temeli aynı zamanda bir çağdaşlaşma aracı olarak<br />

benimsemiş <strong>ve</strong> uluslaşmayı, evrensel anlamına uygun olarak ırkçılık ya da<br />

dincilikten uzak bir biçimde ele almıştır. Onun uluslaşması, gerçekçilik <strong>ve</strong><br />

akılcılığı temel alan kültürel bir kavramdır:<br />

“Türk ulusu dil, kültür, ülkü <strong>ve</strong> tarih birliği ile mutluluk <strong>ve</strong> felaket<br />

ortaklığına inanan, ortak yurt sevgisi gibi doğal <strong>ve</strong> ruhsal bağlarla birbirine<br />

bağlı yurttaşların kurduğu toplumsal bir bütündür. Bu birliğin üzerine kurulduğu<br />

kutlu yurt toprakları hiçbir kayıt <strong>ve</strong> koşul altında ayrılık kabul etmez<br />

bir bütündür. Bizim ulusalcılığımızın hiçbir ulus için zarar <strong>ve</strong>rici özelliği<br />

yoktur.”<br />

Ulusal egemenlik <strong>ve</strong> ulus-devleti hedefleyen bu dava, siyasal içeriğinde<br />

“tam bağımsızlık, hümanizm, ümmetçiliğin reddi, gerçekçilik, ırkçılığın<br />

reddi <strong>ve</strong> laiklik” gibi vazgeçilmez ilkeler barındırmaktadır. Nitekim Atatürk,<br />

bu yaklaşımına koşut olarak zaman zaman “Türkiye Milleti” kavramını<br />

da kullanmış <strong>ve</strong> böylece Türkiye’de coğrafya, tarih <strong>ve</strong> kültürün doğurduğu<br />

bir ulusun varolduğunu vurgulamak istemiştir. Afet İnan tarafından<br />

hazırlanan “Vatandaş için Medenî Bilgiler” kitabına yazmış olduğu “Türkiye<br />

Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” cümlesi, bu<br />

vurgunun en güzel anlatımlarından birisidir <strong>ve</strong> kuramcı Ernest Renan’da<br />

olduğu gibi, ulus olmayı gerçekten de “ortak anılar, birlikte yaşama arzusu<br />

<strong>ve</strong> bu arzuyu gelecekte de sürdürme istenci” ile sınırlandırmaktadır.<br />

Ulus <strong>ve</strong> yurttaşlık kimliklerini yumuşak <strong>ve</strong> özgürlükçü kılan bu yaklaşım,<br />

ulusalcılığa son derece çağdaş <strong>ve</strong> laik bir perspektiften bakmaktadır.<br />

Nitekim bunun içindir ki Atatürk çoğu zaman, milliyetçilik kavramı yerine<br />

“milliyetper<strong>ve</strong>rlik” demeyi tercih etmiş <strong>ve</strong> kavramın ideolojik <strong>ve</strong> siyasal bir<br />

araç oluşuna değil, “biz” duygusu içeren boyutuna gönderme yapmıştır.<br />

Kaldı ki onun yalnızca ulus tanımında değil, ulusalcılık tanımında da ırkçılık<br />

ya da dinciliğin izleri kesinlikle yoktur:<br />

“Türk ulusalcılığı, bütün uygar uluslar ile bir denge <strong>ve</strong> uyum içinde<br />

yürümekle birlikte, Türk toplumunun özel niteliklerini <strong>ve</strong> başlı başına bağımsız<br />

kimliğini korumaktır.”<br />

Bu tanım, Atatürk ulusalcılığından iki görev çıkarmamız gerektiğini<br />

belirtmektedir: Ulusal farklılık <strong>ve</strong> özgünlüğü korumak <strong>ve</strong> güdüm altına girmeyi<br />

reddetmek. Bu temel noktaların, ulusalcılık karşıtlarının bile karşı çıkamayacağı<br />

evrensel ilkeler olduğu açıktır. Ancak, ulusal farklılık <strong>ve</strong> özgünlüğün<br />

ne oldukları konusunda, türlü ideolojiler tarafından istismar edici yorumlar<br />

yapılmasını engellemek amacıyla, bu farklılık <strong>ve</strong> özgünlüğün söylemsel<br />

bir süreçte değil; Batı’da olduğu gibi üretim sürecinde oluşup tanımlanması<br />

gerekir.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 305<br />

BÖLÜM II<br />

ATATÜRK’ÜN HUKUK KONUSUNDAKİ<br />

<strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

II.1. TEMEL KAVRAMLAR: HUKUK VE HUKUK DÜZENİ<br />

İnsan hem doğası hem de uygar yaşayışının nesnel <strong>ve</strong> tinsel etkenleri<br />

gereği topluluk içinde <strong>ve</strong> onunla birlikte olan bir varlıktır. Bu birliktelik<br />

ne denli düzenli <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nli bir ortam içinde oluşuyorsa, o denli doyurucu,<br />

mutlu edici, adil <strong>ve</strong> eşitlikçi olur. Aksi taktirde yaşam, güçlülerin denetimi<br />

altında süren bir yaşama dönüşür <strong>ve</strong> giderek tedirgin edici, ezici <strong>ve</strong> mutsuz<br />

bir yaşam olur. Bu nedenle düzeni <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>ni sağlamak amacıyla toplu yaşama<br />

düzeninin bir takım yasak <strong>ve</strong> zorunluluklara bağlanması gerekir. Nitekim<br />

bu gereksinimin sonucu olarak, insanlar tarih boyunca çeşitli din kuralları,<br />

ahlak kuralları <strong>ve</strong> görgü kuralları geliştirerek toplumsal yaşamı belirli<br />

sınır çizgileri içine çekmeye <strong>ve</strong> onu denetlenebilir kılmaya çalışmışlardır. Ne<br />

var ki bütün bu kurallar öznel <strong>ve</strong> vicdani tercihleri yansıttıkları <strong>ve</strong> genelde<br />

tinsel yaptırımdan öte bir güce dayanamadıkları için, hedefledikleri düzeni<br />

<strong>ve</strong> barış <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>n ortamını kurmak konusunda hiçbir zaman yeterli düzeyde<br />

başarı elde edememişlerdir. İşte bunun için de bütün bu kurallardan<br />

farklı olarak akılcı, herkes için aynı <strong>ve</strong> nesnel yaptırım gücüne dayanan kurallar<br />

oluşturmak zorunlu olmuş <strong>ve</strong> zaman içinde bu yöndeki çaba <strong>ve</strong> arayışların<br />

sonucunda hukuka ulaşılmıştır.<br />

Demek ki hukuk da diğer bütün kurallar gibi toplumsal ilişkileri düzenleyen<br />

<strong>ve</strong> karşılıklı hak <strong>ve</strong> yükümlülükleri belirleyen bir kurallar topluluğu<br />

olarak işlev görmekte; ancak bu görevini nesnel bir yaptırım yani devlet<br />

gücü ile gerçekleştirmektedir. Bu nedenle hukuk dışında kalan diğer toplumsal<br />

kurallar belki <strong>ve</strong> görece “yararlı” diye ifade edilebilirse de hukuku<br />

tanımlamak için tercih edilecek sıfatın mutlaka “gerekli” ya da “zorunlu” sıfatları<br />

olması gerekmektedir. Çünkü inanç <strong>ve</strong> kültür dünyasının öznelliği<br />

içinde biçimlenen <strong>ve</strong> anlam kazanan hiçbir ayıp ya da günah; hukukun<br />

herkes için eşit <strong>ve</strong> saydam bir biçimde uyguladığı ceza, icra, tazminat, hükümsüzlük<br />

ya da iptal gibi yaptırımlar kadar caydırıcı <strong>ve</strong> bağlayıcı değildir.<br />

Bununla birlikte kabul etmek gerekir ki hukukun düzeni sağlama işlevi


306 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

mutlaka barış, gü<strong>ve</strong>n, adalet <strong>ve</strong> eşitlik işlevleriyle koşut olmayabilir. Örneğin<br />

rejim sistemlerindeki farklılıklara bağlı olarak, hukuk, tetiği devletin<br />

parmaklarında olan resmi bir terör silahı olarak kullanılabilir. Fakat bunun<br />

tersine, demokratikleşmeyi hedefleyen bir rejimde, kaynağı ulusal irade, bilim<br />

<strong>ve</strong> akılcılık olan bir hukuk sisteminin yaratıcılığı özendirip geliştiren bir<br />

kültür öğesi işlevi göreceği <strong>ve</strong> olması gerekeni idealleştiren niteliğiyle toplumun<br />

ilerlemesine katkı sağlayacağı açıktır. Bu nedenle, düzeni sağlama<br />

konusundaki gücü <strong>ve</strong> saygınlığı tartışmasız olan hukukun; diğer işlevlerinde<br />

de bu nitelikleri taşıyabilmesi, kimler tarafından <strong>ve</strong> nasıl üretildiği <strong>ve</strong> hangi<br />

biçimsel kaynaklara dayandırıldığıyla ilgili bir konudur. Bu ilişki de doğal<br />

olarak hukukun rejim biçimleri, örf, adet <strong>ve</strong> kültür gibi olgular göz ardı edilerek<br />

düşünülemeyecek bir kavram olduğunu göstermektedir.<br />

II.2. ATATÜRK’ÜN HUKUK KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

Atatürk’ün hukuk anlayışı, uygulamada bir hukuk devrimi ile sonuçlanmış<br />

olduğu için, öncelikle hukuk alanında devrimi zorunlu kılan nedenlerin<br />

açıklanmasıyla başlamak yerinde olacaktır:<br />

1. Osmanlı Devleti’nde hukuk birliği oluşmamıştır. Hukuk düzeni,<br />

“millet sistemi”ni oluşturan uyruklara, din ya da örf kaynaklı oluşuna <strong>ve</strong><br />

zamanında yapılmış olduğu içtihada göre farklılaşmıştır.<br />

2. Hukuk çokluğu, bir yargı yeri çokluğuna yol açmış; şer’iye, nizamiye,<br />

ticaret, cemaat <strong>ve</strong> konsolosluk mahkemeleri gibi birçok mahkeme<br />

türü ortaya çıkmıştır.<br />

3. Osmanlı Devleti, emperyalist ülkelere karşı yargısal açıdan bağımlı<br />

hale gelmiş <strong>ve</strong> kendi topraklarında yaşayan yabancılar üzerinde mali<br />

<strong>ve</strong> hukuksal denetim kuramadığı bir duruma düşmüştür.<br />

4. Hukuk düzenini oluşturan yasalar, nicel <strong>ve</strong> nitel açıdan da çağın<br />

gerisinde kalmıştır. Örneğin ticaret, ceza, hukuk usulü <strong>ve</strong> muhakeme usulü<br />

gibi alanlarda yasal boşluklar bulunurken; varolan yasaların niteliği de insan<br />

hakları öğretisinin, laikliğin <strong>ve</strong> eşitliğin çok uzağındadır.<br />

5. Avrupa hukukundan yapılan resepsiyonlar ile geleneksel hukukun<br />

sentezi niteliğindeki “Mecelle-i Ahkam-ı Adliye” (1869) hukuk düzenindeki<br />

kargaşayı <strong>ve</strong> adaletsizliği meşru kılmanın ötesinde bir işe yaramamıştır.<br />

Atatürk, Osmanlı’dan kalan bu mirası şu sözlerle değerlendirmiştir:<br />

“İstanbul’un fethini düşleyiniz. Bütün bu dünyaya karşı İstanbul’u<br />

sonsuza Türk topluluğuna mal etmiş olan güç <strong>ve</strong> erk, yaklaşık aynı yıllarda<br />

bulunmuş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için hukukçuların uğursuz dire-


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 307<br />

nişini yenememiştir. (…) Eski hukukun çok uzak <strong>ve</strong> çok eski <strong>ve</strong> yaşama<br />

gücünü yitirmiş bir dönemini <strong>ve</strong> takipçilerini seçtiğimi sanmayınız. Eski hukukun<br />

<strong>ve</strong> onun takipçilerinin, yeni devrimler dönemimizde bizzat bana çıkardıkları<br />

güçlüklerden örnek <strong>ve</strong>rmeye kalksam başınızı ağrıtmak tehlikesine<br />

maruz kalırım. (…) Bütün bu olaylar, devrimcilerin en büyük fakat en<br />

sinsi can düşmanının, çürümüş hukuk <strong>ve</strong> onun dermansız takipçileri olduğunu<br />

gösterir. Ulusun ateşli devrim atılımları sırasında sinmek zorunda kalan<br />

eski yasa hükümleri, eski hukukçular, çaba <strong>ve</strong> çalışma gösterenlerin etki<br />

<strong>ve</strong> ateşi yavaşlamaya başlar başlamaz derhal canlanarak devrim ilkelerini<br />

<strong>ve</strong> onun içten taraftarlarını <strong>ve</strong> onların aziz ülkülerini mahkûm etmek için<br />

fırsat beklerler. Bu fırsat, eski yasaların varlığı <strong>ve</strong> eski hukuk ilkelerinin yürürlükte<br />

olmasıyla <strong>ve</strong> eski anlayışını içten <strong>ve</strong> yürekten korumakta direnen<br />

yargıç <strong>ve</strong> avukatların varlığıyla sağlanmıştır.” 17<br />

“Bir ülkede adalet olmazsa, o ülkede anarşi var demektir, orada<br />

hükümet yok demektir. Adalet yasalarla yerine getirilir. Bu ülkede adaletin<br />

gü<strong>ve</strong>nle, hızla dağıtılıp dağıtılmadığını anlamak için bir kez de varolan yasalarımıza<br />

bakmak gerekmektedir. (…) Kabul etmek zorundayız ki yasal <strong>ve</strong><br />

hukuksal mevzuatımız kötüdür. Onları temelinden değiştirmek, yeni yaşam<br />

<strong>ve</strong> gereksinimlere uydurmak gerekmektedir. Adalet Bakanlığı’ndaki bütün<br />

arkadaşlarımız aynı görüştedirler.” 18<br />

“Uygar <strong>ve</strong> düzenli bir devlet aygıtı eski yasalarla işleyemez. Bugün<br />

varolan yasalarımızın kökü daha çok Mecelle’dir. Yeni Türkiye, ne zamanı<br />

ne de gereksinimleri göz önünde tutmayan Mecelle’nin hükümlerine bağlı<br />

kalamaz. En uygar uluslar ölçüsünde hukuk hükümlerimizi de düzelteceğiz.<br />

Yüz yıl, beşyüz yıl, bin yıl önce yaşayan bir toplum için yapılan yasalarla,<br />

bugünkü toplumları yönetmeye kalkışmak aymazlıktır, bilgisizliktir.” 19<br />

Kaldı ki Atatürk’e göre, hukuk alanındaki devrimci atılımlar yalnızca<br />

Osmanlı’dan kalan mirasın bir gereği <strong>ve</strong> sonucu değil, güncel toplumun<br />

değişen gereksinimlerinin karşılanmasının <strong>ve</strong> toplumun ilerleme hedefinin<br />

de getirdiği bir zorunluluktur:<br />

“Bugünün gereksinimlerine uygun yasa yapmak <strong>ve</strong> onu iyi uygulamak,<br />

gönenç <strong>ve</strong> ilerleme araçlarının en önemlilerindendir.” 20<br />

Yine bu alandaki tüm atılımlar, Türk Devrimi’nin çağdaşlaşma ideolojisinin<br />

de kaçınılmaz bir gereğidir:<br />

17<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 29-30.<br />

18<br />

Mahmut Soydan, “Gazi <strong>ve</strong> İnkılâp”, Milliyet, 10-11.01.1930.<br />

19<br />

Mahmut Soydan, “Gazi <strong>ve</strong> İnkılâp”, Milliyet, 05.02.1930.<br />

20<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 328.


308 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

“Bizim ulusumuz <strong>ve</strong> hükümetimiz, adalet düşüncesi <strong>ve</strong> adalet anlayışı<br />

noktasında hiçbir uygar ulustan aşağı değildir. Belki tarih bu noktada<br />

yüksek olduğumuza tanıklık eder. Bu nedenle bizim de adalet mevzuatımızın,<br />

bütün uygar ulusların yürürlükteki yasalarından eksik olması doğru<br />

değildir.” 21<br />

Bu nedenlerin ışığında, büyük önder, diğer devrimlere de temel<br />

oluşturacak bir yaklaşımla hukuk düzenini sil baştan dönüştürecek kapsamlı<br />

bir reformlar dizisi başlatır. Başlayacağı noktayı <strong>ve</strong> izleyeceği rotayı bir<br />

bakıma, hukuka bakış açısı belirlemiştir:<br />

“Doğası gereği her insan, içinde yaşadığı toplumda yaşamın en<br />

mutlu, en kolay, en tatlı taraflarının kendisine düşmesini ister <strong>ve</strong> en güçlü<br />

olan, kendisinden zayıf olanları hiçe sayar. Bunun sonucunda huzur, dinginlik,<br />

gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> düzen içinde yaşamak olanaksızlaşır. İşte insanlar arasında<br />

kavga yerine birbirine yardım, karşılıklı saygı, düzen koyan, herkese haklarını<br />

<strong>ve</strong> görevlerini tanıtan, hukuk kurulları <strong>ve</strong> bunların kararlı bir şekilde<br />

uygulanmasıdır. Bu iş, ancak devlet örgütünün <strong>ve</strong> gücünün bulunmasıyla<br />

olanaklıdır. Devlet, herkesin hakkını <strong>ve</strong> görevini belirler. Hiç kimse, belirlenen<br />

sınır dışında bir hak öne süremez. Bunun gibi, kendisi de fazla hiçbir<br />

görevle yükümlü tutulamaz.” 22<br />

Çağdaş hukukun, düzeni sağlamanın yanı sıra barış, eşitlik <strong>ve</strong> adaleti<br />

sağlama gibi işlevlerinin de olduğuna daha önce değinmiştik. Atatürk’ün<br />

yapmış olduğu hukuk tanımı, yukarıdaki paragrafta da görüldüğü<br />

gibi aslında hukuku tüm bu işlevleriyle birlikte bütüncül olarak kavramaktadır.<br />

Fakat yine de demeçlerinin bütünü incelendiğinde, bütün bu işlevler<br />

arasında “adaleti sağlamak” işlevinin Atatürk’te daha öncelikli bir yeri olduğu<br />

anlaşılmaktadır. Dahası, denilebilir ki büyük önder hukuk düzenini<br />

neredeyse adalet olgusuyla özdeşleştirmiştir.<br />

“Önemli olan nokta, adalet anlayışımızı, adaletle ilgili yasalarımızı,<br />

adalet örgütümüzü, bizi şimdiye kadar bilinçli bilinçsiz etki altında bulunduran,<br />

yüzyılın gereklerine uygun olmayan bağlardan bir an önce kurtarmaktır.<br />

(…) Hukukta idare-i maslahat <strong>ve</strong> hurafelere bağlılık, ulusların<br />

uyanmasını engelleyen en ağır bir kâbustur. Türk ulusu, üzerinde böyle bir<br />

ağırlık bulunduramaz.” 23<br />

Ancak bu aşamaya gelebilmek için, reformlara adalet üreten <strong>ve</strong><br />

dağıtan kadroların niteliğinden başlamak gerekmektedir:<br />

21<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 217-218.<br />

22<br />

A. Afetinan, Medeni Bilgiler <strong>ve</strong> Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara: TTK Yay., 1988, s. 42<br />

– 43.<br />

23 Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 317.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 309<br />

“Uzmanlarca bilinen bir gerçektir ki yasa yapan insanlar, birtakım<br />

seçkin özelliklere sahip olmak zorundadırlar. O özelliklerden birincisi şudur:<br />

Yasa öneren, yasa yapan, yasa koyan bir insan, insanlığın bütün duygularını,<br />

bütün tutkularını herkesten daha çok sezer <strong>ve</strong> bilir. Fakat ruhunu<br />

herkesten çok <strong>ve</strong> tümüyle, bütün genişliğiyle bunlardan ayırmak kudret <strong>ve</strong><br />

yeteneğine sahip olmalıdır. Bu seçkin özelliğe sahip olmayan insanlar, insan<br />

topluluğu için yasa yapmak hak <strong>ve</strong> yetkisinden men edilmiştir. Yasalar,<br />

duygulara dayanarak <strong>ve</strong> uyularak yapılamaz.” 24<br />

Nitekim 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’ni açarken vurguladığı<br />

düşünce de bu yöndedir:<br />

“Büsbütün yeni yasalar oluşturarak eski hukuk ilkelerini temelinden<br />

sökmek girişimindeyiz. Ve yeni hukuk ilkeleriyle, alfabesinden öğrenimine<br />

başlayacak bir yeni hukuk kuşağını yetiştirmek için bu kurumları<br />

açıyoruz. (…) Cumhuriyetin desteği <strong>ve</strong> yardımcısı olacak bu büyük kurumun<br />

açılışında hissettiğim mutluluğu, hiçbir girişimde duymadım.” 25<br />

Köhne <strong>ve</strong> karmaşık bir düzenden kurtuluşu hukuk insanlarından<br />

başlatan Atatürk, hukuk alanında dönüşümü kişisel bir tutku olmanın ötesinde<br />

kararlı bir devlet politikası olarak görmekte <strong>ve</strong> bu alanda izlenecek<br />

politikanın belirli nitelikleri olan bir hukuk düzenini hedeflemesi gerektiği<br />

üzerinde durmaktadır:<br />

“Bir hükümet, ancak adalete dayanabilir. Bağımsızlık, gelecek, özgürlük,<br />

her şey adaletle vardır.” 26<br />

“Adliye politikamızda izlenecek hedef, önce halkı yormaksızın çabuk,<br />

isabetle, gü<strong>ve</strong>nli bir biçimde adaleti dağıtmaktır. İkinci olarak, toplumumuzun<br />

bütün dünya ile ilişkisi doğal <strong>ve</strong> zorunludur. Bunun için adalet<br />

düzeyimizi, bütün uygar toplumların adalet düzeyi ölçüsünde bulundurmak<br />

zorundayız.” 27<br />

“Adalet, bir devletin temeli olduğuna göre, mahkemelerin sözde<br />

değil gerçekten tarafsızlığını sağlamak her işin başında bulunmalıdır. Hak<br />

sahiplerine zorluk çıkarmak, resmî dairelerde işlerini takip eden kimseleri<br />

bugün git yarın gel diye bir takım zorluklara uğratmak, hükümet otoritesi<br />

maskesi altında halka zorbacasına durum almak, yakışıksız davranışlara<br />

kalkışmak gibi durumlar mutlaka önlenmelidir.” 28<br />

24 Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 193.<br />

25 Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 252.<br />

26 Mahmut Soydan, “Gazi <strong>ve</strong> İnkılâp”, Milliyet, 06.02.1930.<br />

27 Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 217.<br />

28<br />

Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 57.


310 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

“Emniyet <strong>ve</strong> hak işleriyle alâkalı usullerde <strong>ve</strong> kanunlarda kolaylık,<br />

çabukluk, açıklık <strong>ve</strong> kesinlik esas olmalıdır.” 29<br />

Atatürk’ün bu hukuk anlayışı çerçe<strong>ve</strong>sinde <strong>ve</strong> resepsiyon yöntemine<br />

dayalı olarak gerçekleştirilen hukuk devrimi, çok sayıda devrimci yenilik<br />

üzerine kurulmuştur. Kısaca özetlemek gerekirse; öncelikle yenilikler için bir<br />

engel <strong>ve</strong> tutuculuğun merkezleri durumuna gelmiş <strong>ve</strong> Arap <strong>ve</strong> Acem kültürünü<br />

yaymaktan öte bir amacı kalmamış tekke, zaviye <strong>ve</strong> türbeler 30 Kasım<br />

1925’te 667 sayılı yasa ile kapatılmış <strong>ve</strong> bir takım dinsel unvanlar yasaklanmıştır.<br />

Yasanın kabul edildiği dönemde yalnızca İstanbul’da 438 tekke<br />

bulunduğu <strong>ve</strong> bu çağdışı altyapının çoğu zaman siyasal huzursuzluk <strong>ve</strong><br />

ayaklanmalarla gündeme geldiği düşünülürse bu çok önemli bir dönüşüm<br />

başlangıcıdır. Atatürk de bu devrimci girişimden kısa bir süre önce, 30<br />

Ağustos 1925’te Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada, bu çağdışı kurumların<br />

Cumhuriyet Türkiye’sinde yaşam bulamayacağının haberini şu sözleriyle<br />

<strong>ve</strong>rmiştir:<br />

“Efendiler yaptığımız <strong>ve</strong> yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı,<br />

Türkiye cumhuriyeti halkını tümden çağdaş <strong>ve</strong> bütün anlam <strong>ve</strong> biçimleriyle<br />

uygar bir toplum durumuna ulaştırmaktır (...) Şimdiye değin ulusun kafasını<br />

paslandıran <strong>ve</strong> uyuşturanlar olmuştur. Herhalde düşünüşlerdeki boş<br />

inançlar tümden kovulacaktır. (...) İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler,<br />

dervişler, müritler <strong>ve</strong> meczuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat<br />

uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğunu <strong>ve</strong> istediğini yapmak, insan<br />

olmak için yeterlidir (...)” 30<br />

Bu cesur <strong>ve</strong> kararlı girişim, yalnızca altı ay sonra çok daha köktenci<br />

<strong>ve</strong> neredeyse hukuk devrimi ile özdeşlemiş olan başka bir devrimci yenilik<br />

ile sürdürülecektir. 17 Şubat 1926’da 743 sayılı yasa olarak kabul edilen<br />

<strong>ve</strong> 937 maddeden oluşan Medeni Yasa’dır bu yenilik. Türkiye bu yasa ile<br />

kişiler hukukundan aile hukukuna <strong>ve</strong> miras hukukundan eşya hukukuna<br />

hukuksal anlamda artık tümüyle çağdaş bir ülke niteliği kazanmıştır. Rejimin<br />

laikleşme sürecini hızlandırmış olması <strong>ve</strong> kadını bir kişi <strong>ve</strong> birey durumuna<br />

getirmiş olduğu dikkate alındığında, yasa kuşkusuz yalnızca hukuksal<br />

bir yenilik olarak kalmayacak, siyasal <strong>ve</strong> toplumsal alandaki değişimin de<br />

itici gücü olacaktır.<br />

Hukuk devrimini taçlandıran bu iki büyük devrimci yenilik, daha<br />

pek çok yasal yeniliklerin desteğiyle perçinlenmiştir. Gerek bu yeniliklere eş<br />

zamanlı gerekse de izleyen dönemde yapılan diğer reformlar şöyle özetlenebilir:<br />

1926’da Türk Ceza Yasası ile Ticaret Yasası, <strong>1927</strong>’de Hukuk Usulü<br />

29 Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 378.<br />

30<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 225.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 311<br />

Muhakemeleri Yasası, <strong>1928</strong>’de hukuk düzenini laikleştiren Anayasa değişikliği,<br />

1929’da Ceza Muhakemeleri Yasası ile Deniz Ticareti Yasası,<br />

1932’de İcra İflas Yasası <strong>ve</strong> 1934’te Soyadı Yasası <strong>ve</strong> nihayet bütün bir<br />

hukuk devriminin, bir son durak olarak 5 Şubat 1937’de <strong>ve</strong> Atatürk ilkeleri<br />

başlığı altında anayasal bir nitelik kazanması.<br />

Genel bir değerlendirme yapılacak olursa; Atatürk’ün hukuk devriminin<br />

en önemli boyutu <strong>ve</strong> temeli kuşkusuz laik hukuk kurallarının kabul<br />

edilmiş olmasıdır <strong>ve</strong> hukuk tarihinde böyle bir değişimi toptan gerçekleştirebilen<br />

tek müslüman ülke olarak Türkiye, laikliğe yönelen bu atılımlarıyla<br />

artık dinsel <strong>ve</strong> statik nitelik taşımayan bir hukuk düzenine dayandırılmıştır.<br />

Laikliğin toplumdaki iktidar olgusu üzerine <strong>ve</strong>rilen bir değer hükmü olması<br />

<strong>ve</strong> hukukun kaynağını insan aklıyla sınırlandırması nedeniyle bu köktenci<br />

geçiş kendi içinde pek çok anlam barındırmaktadır. Örneğin hukukun laikleştirilmesiyle,<br />

çağdaş hukukun temel ilkeleri olan teklik <strong>ve</strong> genellik ilkeleri<br />

sağlanmış; din <strong>ve</strong> vicdan özgürlüğü gü<strong>ve</strong>nce altına alınmış; teokrasiden<br />

cumhuriyete geçiş kolaylaştırılmış; yurttaşların siyasal haklarına kavuşturulması<br />

<strong>ve</strong> demokratik katılımları gerçekleştirilmiş; ülkede cins, ırk, inanç <strong>ve</strong><br />

sınıf ayrımı yapılmaksızın herkesin yasalar önünde eşit sayıldığı bir zemin<br />

yaratılmıştır. Laikleşmenin yanı sıra, hukuk devriminin genel sonuçları<br />

içinde Türkiye, büyük devletlere karşı yargısal bağımsızlığa da kavuşmuş<br />

<strong>ve</strong> egemen bir devletin en doğal hakkı olan yargı gücü hukuk devrimi ile<br />

gü<strong>ve</strong>nce altına alınmıştır.<br />

Hukuk devriminin bir başka önemli boyut <strong>ve</strong> sonucu ise, Türkiye’de<br />

“hukuk devleti”ne geçiş sürecini hızlandırmış olmasıdır. Çünkü bu<br />

alandaki reformlar ile devlet de yurttaşlar kadar hukuka bağlı kılınmış; yönetsel<br />

etkinliklerin yasalara uygunluğu denetim altına alınmış; yurttaşlara<br />

yönetim karşısında haklar tanınmış; devletin kudreti sınırlandırılmış <strong>ve</strong> devlet<br />

gücünün amacı <strong>ve</strong> kullanma biçimleri belirlenmiştir. Böylece, Türkiye<br />

Cumhuriyeti artık çağdaş dünyada adaletli yasalar yapan, herkesin hakkını<br />

teslim eden, gü<strong>ve</strong>nce altına alan; güçler ayrılığı, insan hakları, özgür basın,<br />

toplumsal adalet gibi kurumlara olanak tanıyan, insan onuruna saygı duyan,<br />

kişi özgürlüklerine değer <strong>ve</strong>ren, insanı devletleştirme yerine devleti insanlaştıran<br />

devletler arasında yerini almıştır. Sonuç olarak hukuk devrimi<br />

ile Türk toplumunun toplumsal, ekonomik <strong>ve</strong> kültürel erdemlerinin ortaya<br />

çıkabilmesi için önemli engeller ortadan kaldırılmış <strong>ve</strong> böylece Türk insanı,<br />

en ileri ülkelerin yurttaşlarıyla eşit hak, özgürlük <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>ncelere kavuşturulmuştur.<br />

Böylesine geniş çaplı bir dönüşümü gerçekleştiren hukuk devriminin<br />

resepsiyon yöntemine dayandırılmış olması kuşkusuz yoğun eleştiri de<br />

almıştır. Ancak 1839’dan başlayarak uygulanmış olduğu göz önüne alındı-


312 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

ğında, resepsiyon Türk toplumu için yeni bir durum sayılmamalıdır. Kaldı<br />

ki bu kez söz konusu olan, bağımsız bir devletin kendi özgür iradesiyle giriştiği<br />

bir süreçtir <strong>ve</strong> Türk Devrimi’nin amacı Batı tipi bir devlet kurmak olduğu<br />

için yapılan resepsiyonla hukuku bir teknik olarak değiştirmek değil,<br />

hukukun dayandığı temel kaynak, dünya görüşü <strong>ve</strong> ilkeleri değiştirmek hedeflenmiştir.<br />

Öte yandan yasaların hukuksal bünyeye uygun olsun diye<br />

değil, bünye hukuka uygun olsun diye yapıldığı <strong>ve</strong> yasaların bazen, henüz<br />

bilinçli bir biçimde duyulmayan gereksinimlere yanıt <strong>ve</strong>rerek olayların gelişmesini<br />

hızlandırabildiği düşünüldüğünde yapılan resepsiyonun yadırganmasının<br />

bilimsel bir gerekçesi de olmamaktadır.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 313<br />

BÖLÜM III<br />

ATATÜRK’ÜN EKONOMİ KONUSUNDAKİ<br />

<strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

III.1. TEMEL KAVRAMLAR: EKONOMİ VE EKONOMİK SİSTEM<br />

Ekonomi, temel gereksinimlerin üretildiği, dağıtıldığı <strong>ve</strong> paylaşıldığı<br />

dinamik bir süreç olarak insanlığın var oluşuna kadar götürülebilecek bir<br />

olgudur. Gezegenimizin kıt kaynakları ile insanoğlunun sınırsız gereksinimleri<br />

arasında denge kurmaya çalışan bir bilim olarak 31 ise oldukça yenidir.<br />

Gerçi, ekonomik sorunların akıl süzgecinden geçirilerek tartışılması Aristo’nun<br />

metinlerine yani 4. yüzyıla değin uzanıyorsa da 32 , ekonominin bir<br />

bilim dalı olarak ortaya çıkması daha 18. yüzyılın ikinci yarısına tarihlendirilebilecek<br />

bir gelişmedir 33 .<br />

Ekonomi biliminin, kaynaklar <strong>ve</strong> gereksinimler arasında öngörülen<br />

dengenin oluşumuna ne denli katkı sağlamış olduğu tartışılabilir. Ancak,<br />

insan <strong>ve</strong> toplum bilimleri yelpazesinin özel <strong>ve</strong> vazgeçilmez bir disiplini olarak,<br />

olmaması gerektiği ölçüde ideolojik <strong>ve</strong> politik bir içerik kazanmış olduğu<br />

kesindir. 34 Bu olumsuzluk, bir yandan “denge”nin nasıl sağlanacağı sorusuna<br />

mutlak <strong>ve</strong> doğru yanıtlar <strong>ve</strong>rebilme güçlüğünün öte yandan ekonomi<br />

biliminin siyasal iktidarlar tarafından sıklıkla istismar edilmesinin kaçınılmaz<br />

sonucu olmuştur. Ancak şu çok açıktır ki ekonomi alanındaki<br />

ideolojik farklılıklar, düşünce düzeyinde farklılıklar olarak kalmamakta, yeterli<br />

güç <strong>ve</strong> taraftarı elde ettiklerinde, ekonomik sistemlerin kuruluş <strong>ve</strong> işleyişlerine<br />

de etki etmektedir.<br />

Ekonomik sistemin niteliği elbette yalnızca ekonomik etkinliklerden<br />

ibaret bir etkileşim alanına sahip değildir. Belirli bir ekonomik sistem, mülkiyet<br />

hukukundan devletin düzenleyici <strong>ve</strong> denetleyici rolüne kadar bütün<br />

31 Besim Üstünel, Ekonominin Temelleri, Ankara, 1975, s. 10.<br />

32<br />

John Kenneth Galbraith, İktisat Tarihi, Ankara: Dost Yayınları, 2004, s. 19.<br />

33<br />

Vural Savaş, İktisatın Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi Yay., 2000, s. 2-9.<br />

34 Gülten Kazgan, İktisadî Düşünce <strong>ve</strong>ya Politik İktisadın Evrimi, İstanbul: Remzi Kitabevi Yay.,<br />

2002, s. 31-32.


314 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

hukuk <strong>ve</strong> siyaset düzenini de belirler. 35 Bu anlamda, pek çok sistemsel uygulama<br />

biçiminden söz edilebilirse de aslında bütün modellerin üç ana sistemin<br />

türevi olduğu söylenebilir: Bireysel girişim <strong>ve</strong> mülkiyet özgürlüğü<br />

üzerine kurulmuş liberal ekonomi, toplumsal çıkarları önceleyen sosyalist<br />

ekonomi, sürekli ya da geçici biçimleri bulunan karma ekonomi.<br />

Ekonomi biliminin ekonomi ideolojilerinden <strong>ve</strong> onların desteğinde<br />

gelişen ekonomik sistemlerden derin bir biçimde etkilenmesi, hiç kuşkusuz<br />

ekonomi biliminin yöntemlerine de etki etmektedir. En azından, bu bilim<br />

alanının son iki yüzyıl boyunca basitleştirici varsayımlar üzerinde hareket<br />

etmesi <strong>ve</strong> ekonomi dışı değişkenleri göz ardı ederek disiplinler arası bir nitelik<br />

kazanamamış olması, ekonomik altyapıdaki eşitsizlikleri meşrulaştıran<br />

ya da onları bir yazgı gibi sunan araçsal bir işlev üstlenmesine yol açmıştır.<br />

Oysa ekonomi biliminin örneğin girişim, rekabet <strong>ve</strong> birikim gibi baş tacı<br />

kavramları, tarihsel açıdan hiçbir dönemde, varsayıldığı biçimiyle eşitlikçi<br />

bir dünyada bir araya gelememişlerdir. Tarihsel gerçek şudur ki insanlığın<br />

tüm dönemlerinde, güç <strong>ve</strong> baskı farklılıklarına oranlı olarak, eşit olmayan<br />

karşılaşmalar <strong>ve</strong> takas ilişkileri söz konusu olmuştur. F. Perroux'un deyişini<br />

yinelersek, “Dünya ekonomisinin gelişmesi bugüne kadar eşitsizlik içinde<br />

<strong>ve</strong> eşitsizlik yoluyla olagelmiştir.”<br />

Bu bağlamda, çalışmamızın bu bölümünde “Kişiler, şirketler, devlet<br />

örgütüne oranla zayıftırlar. Serbest rekabetin toplumsal sakıncaları da<br />

vardır; zayıflarla güçlüleri yarışta karşı karşıya bırakmak gibi... Ve nihayet<br />

kişiler, bazı büyük ortak çıkarları gerçekleştirme gücüne sahip değildirler.”<br />

sözleriyle, ekonominin bir eşitsizlik temelinde biçimlenmiş olduğunu, ekonomi<br />

bilimcisi Perroux’dan yaklaşık yirmi yıl önce dile getirmiş bir liderin,<br />

Atatürk ekonomi konusundaki düşüncelerini tanımak, okur için ilgi çekici<br />

olacaktır kanısındayız.<br />

III.2. ATATÜRK’ÜN EKONOMİ KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

Osmanlı Devleti’nin cumhuriyete bırakmış olduğu ekonomik zenginlikler<br />

<strong>ve</strong> ekonomi ideolojisi, Atatürk’ün ekonomi alanındaki düşüncelerini<br />

anlamak açısından olduğu kadar, bu alandaki olanak <strong>ve</strong> engellerini<br />

kavramak açısından da önem taşımaktadır.<br />

Osmanlı Devleti, yaygın olarak bilindiği üzere, yalnızca ekonomik<br />

sistemini değil ama aynı zamanda siyasal <strong>ve</strong> askeri sistemini de kendine<br />

özgü bir toprak düzeni üzerine kurmuş <strong>ve</strong> bu düzen içinde bir <strong>ve</strong>rgisel üretim<br />

tarzı yaratmıştır. Ancak, bu düzenin, gerek iç dinamiklerin gerekse de<br />

35 Rona Turanlı, İktisadi Düşünce Tarihi, İstanbul: Bilim Teknik Yay., 2000, s. 1.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 315<br />

Avrupa’da kapitalizmin yükselişinin etkileriyle çözülmesi sonucunda, cumhuriyet<br />

dönemine oldukça yozlaşmış, üretkenlik <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rimlilikten yoksun bir<br />

ekonomi mirası bırakacaktır. Genel olarak özetlemek gerekirse bu ekonomi;<br />

yerel seçkinlerin egemenliğinde, iyice genişletilmiş kapitülasyonlar <strong>ve</strong><br />

dış borçlar aracılığıyla dışa bağımlı bir duruma gelmiş, İttihat <strong>ve</strong> Terakki<br />

Partisi’nin son dönemeçte izlemiş olduğu ulusal iktisat politikası <strong>ve</strong> bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />

elde etmiş olduğu bazı nicel başarılara karşın üretim düzeyi sistematik<br />

olarak azalan, vasıflı işgücünün bulunmadığı, ulaşım <strong>ve</strong> enerji altyapısından<br />

yoksun, sanayi <strong>ve</strong> ticareti yok denecek düzeyde, ilkel teknoloji <strong>ve</strong><br />

geçimlik üretime dayanmış bir tarım sektörüne odaklı, ortalama işletme<br />

büyüklüğü 10 işçi <strong>ve</strong> 10 beygir gücün altında kalan, madenlerini bütünüyle<br />

yabancı sermaye tekeline terk etmiş <strong>ve</strong> nihayet Balkanlar <strong>ve</strong> Ortadoğu’daki<br />

değerli topraklarını son savaşlarda yitirmiş bir ekonomidir. 36<br />

Bu karamsar tablo, daha Kurtuluş Savaşı tamamlanmadan, Atatürk<br />

tarafından İzmir İktisat Kongresi’nin açılışında yapmış olduğu konuşmada<br />

şu sözlerle betimlenmiştir:<br />

“Kılıç kullanan kol yorulur, fakat sapan kullanan kol her zaman<br />

daha çok güçlenir <strong>ve</strong> her gün toprağa daha çok sahip olur. (…) Osmanlı fatihleri,<br />

hakanları, yayılmacıları asıl etken ile birlikte sapanın önünde mağlup<br />

olup, geri çekilmeye başladıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü başladı.<br />

Padişah bağışı olarak yabancılara bahşedilmiş olan <strong>ve</strong> ülke içindeki Müslüman<br />

olmayanlara <strong>ve</strong>rilen her şey kazanılmış haklar kabul edildi. (…) Padişahlar,<br />

saraylar bab-ı âliler debdebeyi sürdürme için paraya muhtaçtılar.<br />

Bunun için, bunu sağlama çarelerine başvurmuşlardı. O çareler de dış<br />

borçlanma anlaşması oluyordu. Fakat borçlanma koşullarını o denli kötü<br />

yapıyorlardı ki bazılarını ödemek mümkün olmamağa başladı. Ve sonunda<br />

bir gün devletler Osmanlı Devleti’nin iflasına karar <strong>ve</strong>rdiler <strong>ve</strong> Düyun-u<br />

Umumiye belasını başımıza çöktürdüler. (…) Artık Osmanlı Devleti gerçekte<br />

<strong>ve</strong> eylemsel bağımsızlıktan yoksun bir duruma getirilmişti. Bir devlet ki<br />

uyruklularına koyduğu <strong>ve</strong>rgiyi yabancılara koyamaz; bir devlet ki gümrükleri<br />

için gümrük <strong>ve</strong>rgisi işlemi <strong>ve</strong>saire düzenleme hakkından yasaklanmıştır,<br />

bir devlet ki yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksundur, o<br />

devlete bağımsız denilemez. Devletin <strong>ve</strong> ulusun yaşamına yapılan müdahaleler<br />

bundan daha fazladır. Ulusun ekonomik gereksiniminden olan sözgelimi<br />

demiryolu yapımı, sözgelimi fabrika yapmak için devlet özgür değildi!<br />

36<br />

Bu özetin ayrıntıları hakkında bkz.: Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler <strong>ve</strong> Kentliler, İstanbul: Tarih<br />

Vakfı Yurt Yay., 1994, s. 353; Y. Sezai Tezel, Cumhuriyet Dönemi’nin İktisadi Tarihi, İstanbul:<br />

Tarih Vakfı Yurt Yay., 1994, s. 63-74, 80-88; Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002, Ankara:<br />

İmge Kitabevi Yay., 2003, s. 29; Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara:<br />

İmaj Yayıncılık, 1998, s. 72; Vedat Eldem, Harp <strong>ve</strong> Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun<br />

Ekonomisi, Ankara: TTK Yay., 1994, s. 131.


316 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Böyle bir şeye kalkışılırsa hemen karışılırdı. Yaşamını sağlamaktan aciz<br />

olan bir devlet bağımsız olabilir mi? Osmanlı ülkesi yabancıların sömürgesinden<br />

başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, Türk ulusu tutsak durumuna<br />

getirilmişti. Bu sonuç, sunduğum gibi ulusun kendi irade <strong>ve</strong> egemenliğine<br />

sahip olamamasından, şunun bunun elinde kullanılmasından ileri gelmişti.”<br />

37<br />

Bu sözlerden, Atatürk’ün, geçmişin başarı <strong>ve</strong> başarısızlıklarını ekonomi<br />

ile ilişkilendirdiği, ekonomiyi bağımsızlığın temeli olarak gördüğü,<br />

bununla birlikte bağımsızlığa temel oluşturacak bir ekonomik yapının da<br />

ancak ulusal egemenliğin geçerli olduğu bir rejimde olanaklı olabileceğini<br />

düşündüğü anlaşılmaktadır. Nitekim ekonomi alanında “ekonomik bağımsızlık”<br />

düşüncesinin öne çıkması <strong>ve</strong> bunun da “siyasal bağımsızlık” hedefinin<br />

ön koşulu olarak kabul edilmesi, daha kongreler döneminden başlayan<br />

<strong>ve</strong> önce bu kongrelerin kararlarına ardından da Ulusal Ant’a yansıyan temel<br />

bir yaklaşımdır. Şimdi İzmir İktisat Kongresi ise, ardında bıraktığı bütün<br />

bu söylemleri Ekonomi Andı (Misak-ı İktisadi) adı <strong>ve</strong>rilen belgede sistemleştirmekte<br />

<strong>ve</strong> hedefe görece liberal politikalar ile ulaşmayı amaçlamaktadır.<br />

Gerçekten de 1923-1930 dönemi bu yönde önemli çabalara tanık<br />

olmuştur: 1924’te yatırım finansmanı sağlamak amacıyla Türkiye İş Bankası’nın<br />

kurulması, 1925’te Sanayi <strong>ve</strong> Maadin Bankası’nın kurulması <strong>ve</strong> Aşar<br />

<strong>ve</strong>rgisinin kaldırılması, 1926’da tütün tekellerinin ulusallaştırılması,<br />

<strong>1927</strong>’de Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun çıkarılması <strong>ve</strong> aynı yıl topraksız köylülere<br />

toprak dağıtılmaya başlanması gibi. Daha çok <strong>ve</strong> belirleyici bir biçimde<br />

ticaret <strong>ve</strong> bankacılığın ön plana çıktığı dönem, gayri safi ulusal hâsılada<br />

önemli bir artış sağlanmasına karşın, ortaya koyduğu “tarım <strong>ve</strong> sanayinin<br />

ilkel yapılarını sürdürmesi, ihracatın tarımsal yapısının hiç değişmemesi,<br />

artan dış ticaret açığı <strong>ve</strong> Türk lirasının süreklilik kazanan değer kaybı”<br />

gibi sonuçlarla varmak istediği noktanın çok uzağında kalmıştır. Daha<br />

da önemlisi, sanayileşme atılımı yapamadığı ölçüde tarımsal uzmanlaşma<br />

tehlikesine düşen <strong>ve</strong> tek sektöre bağımlı hale gelen Türk ulusal ekonomisi,<br />

bu biçimiyle dünyadaki iktisadî dalgalanmalara karşı açık <strong>ve</strong> savunmasız<br />

bir durumda kalmıştır. Bu sonuçta, Lozan Antlaşması uyarınca süregelen<br />

gümrük tarifelerinin yanı sıra sermaye yetersizliği, enerji <strong>ve</strong> ulaşım altyapısı<br />

eksikliği, kredi <strong>ve</strong> finansman yokluğu, vasıflı işgücü eksikliği <strong>ve</strong> bilgi, bilim<br />

<strong>ve</strong> teknolojiden mahrumluk gibi etkenler de rol oynamıştır. Dolayısıyla<br />

Cumhuriyetin ilk yıllarını bir restorasyon <strong>ve</strong> arayışlar dönemi olarak tanımlamak<br />

olanaklıdır.<br />

37 Ayşe Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi, Ankara: TTK Yay., 1989, s. 58-62.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 317<br />

Bu sonuçlara bakarak, ekonomik alanda daha köktenci önlem <strong>ve</strong><br />

politikaların gerekli olduğu söylenebilir. İşte bunun için de uygun ortam <strong>ve</strong><br />

koşullar, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı <strong>ve</strong> onun Türkiye’de de yarattığı<br />

yıkıcı etkiler altında oluşmuştur. Bu etkiler altında, 1930–32 yıllarına yayılan<br />

yoğun bir tartışma sürecinin ardından, sonradan “karma ekonomi”<br />

adıyla anılacak olan devletçilik modeline geçilmiş <strong>ve</strong> bu sistem Atatürk’ün<br />

şu sözlerindeki yaklaşımlar çerçe<strong>ve</strong>sinde Türkiye gerçeklerine uygulanmıştır:<br />

“Bizim uygulamaya gerekli gördüğümüz devletçilik ilkesi, bütün<br />

üretim araçlarını kişilerden alarak, ulusu büsbütün başka esaslar dâhilinde<br />

düzenlemek amacını güden <strong>ve</strong> özel <strong>ve</strong> bireysel ekonomik çalışmalara meydan<br />

bırakmayan sosyalizm ilkesine dayanan kollektivist komünizm gibi bir<br />

sistem değildir.”<br />

“İlke olarak, devlet bireyin yerini almamalıdır. Bir de bireyin kişisel<br />

faaliyeti ekonomik ilerlemenin temel kaynağı olarak kalmalıdır. Bireylerin<br />

gelişmesine engel olmamak, onların her açıdan olduğu gibi özellikle de iktisadi<br />

alandaki özgürlük <strong>ve</strong> girişimleri önünde devlet faaliyetiyle bir engel<br />

oluşturmamak demokrasi ilkelerinin en önemli esasıdır.”<br />

Atatürk <strong>ve</strong> arkadaşları Devletçiliği kısaca, “bireyin yapamayacağı<br />

işleri devlet yapar” biçiminde tanımlamışlar <strong>ve</strong> devletçilik ilkesi için şu gerekçeleri<br />

öne sürmüşlerdir: Ülkemiz uzun süren savaşlarda yanmış, yıkılmış<br />

<strong>ve</strong> harabeye dönmüştür. Yurdun yeniden imarı <strong>ve</strong> kalkınması için yabancı<br />

sermaye istekli davranmamaktadır. Türk girişimcilerinin elinde de bir iş için<br />

gerekli kaynak <strong>ve</strong> mali olanaklar yoktur. Bu durumda devlet, başta endüstri<br />

olmak üzere, birçok alanda ekonomik yaşama katılacak; demiryolları,<br />

fabrikalar, barajlar, sosyal tesisler yapacak <strong>ve</strong> ayrıca Batı’da daha çok özel<br />

girişimcinin elinde olan telefon, telgraf, posta <strong>ve</strong> radyo tesislerini <strong>ve</strong> gerekli<br />

diğer kuruluşları kuracak <strong>ve</strong> işletecektir 38 .<br />

Dönem boyunca “müdahaleci, plancı, gerçekçi, seçici, bağımsızlıkçı,<br />

eşitlikçi, hümanist, sömürü karşıtı, dayanışmacı <strong>ve</strong> dinamik” bir ekonomik<br />

sistem oluşturulmaya çalışılmış <strong>ve</strong> genel olarak şu amaçlar güdülmüştür:<br />

39<br />

1. Tam istihdamın sağlanması,<br />

2. Hızlı <strong>ve</strong> dengeli sermaye birikimi yaratılması,<br />

3. Dış ödemeler dengesinin sağlanması,<br />

38 Bülent Da<strong>ve</strong>r, “Atatürk <strong>ve</strong> Ekonomi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 31, Cilt: XI, Mart<br />

1995, s. 29, 30.<br />

39 Mustafa A. Aysan, “Atatürk'ün Ekonomik Kalkınma Modeli”, Atatürkçülük, İstanbul: MEB Yay, 1988,<br />

s. 283.


318 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

4. Dengeli gelir dağılımı sağlanması,<br />

5. Enflasyonsuz büyüme hızı gerçekleştirilmesi,<br />

6. Dengeli bir bölgesel kalkınma sağlanması,<br />

7. Özel girişim işletmelerinin geliştirilmesi,<br />

8. Hızlı teknolojik gelişmenin sağlanması.<br />

Ünlü siyaset bilimci Maurice Du<strong>ve</strong>rger’in:<br />

"Az gelişmiş ülkelerin Moskova <strong>ve</strong> Pekin etkisinde kalmamış olanları<br />

için doğrudan doğruya <strong>ve</strong> dolaylı biçimde Kemalist sistem çok güçlü<br />

sonuçlar uyandırmıştır. Kemalizm, Kuzey Amerika <strong>ve</strong> Batı Avrupa rejimlerinde<br />

bulunmayan nitelikleri ile Marksizm’in gerçekten alternatifidir. Marksizm<br />

uygulanmasına girmek istemeyen ülkeler, Batı demokrasisi karşısında<br />

saptadıkları yetersizliklere çözüm getiren Kemalist modeli tercih edebilirler."<br />

sözleriyle, az gelişmiş ülkelerin iktisadi kalkınmalarını gerçekleştirmek<br />

yolunda başvurabilecekleri en geçerli model olduğunu belirttiği bu modelin<br />

gerçekleştirilmesinde, genel olarak şu stratejilerden yararlanılmıştır:<br />

1. Kişisel girişim gücü korunmuş <strong>ve</strong> desteklenmiştir.<br />

2. Devlet, öncelikle izleyici, denetleyici <strong>ve</strong> teşvik edici etkin bir<br />

araç olarak işe koşulmuştur. Ancak özel girişimi engellememek <strong>ve</strong> altyapıya<br />

öncelik tanımak kaydıyla yatırımcı <strong>ve</strong> işletmeci bir rol de üstlenmiştir.<br />

3. Kamu harcamalarında “bayındırlık, tarım, tarımsal sanayi, ağır<br />

sanayi, hafif sanayi, ticaret <strong>ve</strong> hizmetler” biçiminde bir öncelik sırası benimsenmiştir.<br />

4. Büyümenin yanı sıra kalkınmaya yani elde edilen zenginliklerin<br />

eşitlikçi paylaşımına önem <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

5. Pazar ekonomisinin temel kurallarına uyulmuştur.<br />

6. Dört temel kutsal denge oluşturulmuştur: Mali Denge, Kaynak-<br />

Harcama Dengesi, Dış Ödemeler Dengesi, Kamu-Özel Dengesi.<br />

7. Uygulanan tüm politikalarda eğitime, uzmanlaşmaya, bilime <strong>ve</strong><br />

teknolojiye önem <strong>ve</strong> öncelik <strong>ve</strong>rilmesi temel ilke olmuştur.<br />

Dönem boyunca bir yandan millileştirme <strong>ve</strong> devletleştirme, öte<br />

yandan da sanayileşme platformu üzerinde yürüyen devletçilik, ekonominin<br />

farklı alanlarında kendisini şöyle göstermiştir:<br />

1. Sanayi Sektörü: Sanayi, bir tercihten öte hem bir gereksinim <strong>ve</strong><br />

zorunluluk hem de rekabet <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik aracı olarak kabul edilmiştir. Bunun<br />

için 1934 yılında gelişmekte olan ülkeler içinde ilk kez uygulanan <strong>ve</strong> yalnızca<br />

3 yılda başarıyla gerçekleştirilen “Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı” kabul<br />

edilmiştir. Hammaddesi Türkiye’de bulunan <strong>ve</strong> iç piyasa gereksinimlerine<br />

dayanan bu plan çerçe<strong>ve</strong>sinde, uygulama görevi, özel sektöre de açık


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 319<br />

olmak kaydıyla devlete <strong>ve</strong>rilmiştir. Bu kapsamda “dokuma, maden, selüloz,<br />

seramik <strong>ve</strong> kimya” olmak üzere beş büyük sanayi kolu saptanmış <strong>ve</strong><br />

bu kollar içinde, 100 milyon TL’yi bulan bir maliyet ile 22 tesis kurulmuştur.<br />

Yılda yaklaşık 75 milyon TL düzeyinde bir gelir sağlayarak, ithalatı yarı<br />

yarıya azaltan bu yeni altyapı; yeni bankaların <strong>ve</strong> sanayi kurumlarının kurulması<br />

ile ulusallaştırma gibi olumlu politikaları da tetiklemiştir. Nitekim<br />

planın başarısı üzerine, 1937 yılında enerji, ulaşım <strong>ve</strong> gıda da dahil olmak<br />

üzere ara <strong>ve</strong> yatırım malları alanını hedefleyen İBYSP kabul edilmişse de<br />

2. Dünya Savaşı nedeniyle uygulanamamıştır.<br />

2. Tarım Sektörü: Tarımsal alanda öncelikle, “topraksız çiftçi bırakmamak;<br />

üretimi makineleştirmek <strong>ve</strong> modernleştirmek <strong>ve</strong> üretim maliyetlerini<br />

düşürerek ucuz ürün elde etmek” hedefleri güdülmüştür. Bunun için<br />

ilk iş, çiftçinin üzerindeki <strong>ve</strong>rgi yükü azaltılırken, ardından yapılan <strong>1927</strong> tarım<br />

sayımının sonuçları çerçe<strong>ve</strong>sinde özel önlemler alınmış; tarımsal kredi<br />

olanakları yaratılmış, ziraat okulları açılarak eğitime önem <strong>ve</strong>rilmiş, üretime<br />

yönelik yasal düzenlemeler yapılmış <strong>ve</strong> uzman yetiştirmek üzere yurtdışına<br />

personel gönderilmiştir.<br />

3. Bankacılık <strong>ve</strong> Finans Sektörü: Atatürk, para politikası alanında<br />

enflasyonsuz 40 <strong>ve</strong> fiyat istikrarına dayalı büyümeye, emisyondan kaçınmaya<br />

41 , kamu harcamalarında tasarrufa, Türk Lirasının <strong>ve</strong> hazinenin değer <strong>ve</strong><br />

saygınlığının korunmasına, dış borçlanmadan kaçınmaya <strong>ve</strong> dış ticaret<br />

dengesine özel bir önem <strong>ve</strong>rmiştir. Bunun için de örneğin maliye alanında<br />

denk bütçeyi 42 <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rgi adaletini temel ilkeler olarak uygulamıştır. Ancak<br />

elbette, bu politikalarında başarıya ulaşmak için de para sektörünün yabancı<br />

tekelinden kurtulmasına öncelik tanımış <strong>ve</strong> ulusal bankacılık <strong>ve</strong> finans<br />

sisteminin temellerini atmıştır. 43 İş Bankası; onun öncülüğünde kurulan<br />

Sümerbank, Belediyeler Bankası, Etibank, Halk Bankası, Denizbank,<br />

Merkez Bankası <strong>ve</strong> bankacılığın gelişimine paralel olarak gelişen Türk sigortacılık<br />

sektörü Atatürk’ün en büyük yapıtlarından sayılabilir.<br />

4. Ulaştırma Sektörü: Atatürk’ün “ulusal varlığın maddi <strong>ve</strong> siyasal<br />

kan damarları, gönenç <strong>ve</strong> güç araçları” diye tanımladığı ulaştırma alanında;<br />

iç pazar bütünlüğü <strong>ve</strong> savunma altyapısı dikkate alınarak demiryolu<br />

odaklı bir yatırım politikası izlenmiştir. 1923 yılında 4018 km olan demiryolu<br />

ağı, bir yandan yeni yatırımlar <strong>ve</strong> bir yandan da yabancı sermayeden<br />

satın almalar yoluyla, dönem sonuna kadar 7000 kilometrelik ulusal bir<br />

40 15 yılda ortalama yıllık % 4-6 oranında reel büyüme hızı elde edildiği halde enflasyon yoktur.<br />

41<br />

<strong>1919</strong>: 158 milyon TL, <strong>1938</strong>: 194 milyon TL / Yılda % 1 <strong>ve</strong> dönem boyunca toplam % 20 artış.<br />

42<br />

1924 -<strong>1938</strong> döneminde, 1925 bütçesi hariç 3 fazla <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> 7’si de denk olmak üzere toplam 11<br />

bütçe yapılmıştır.<br />

43<br />

1923: Toplam mevduatın tamamına yakını yabancı - <strong>1938</strong>: Toplam mevduatın % 85’i ulusal.


320 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

ağa dönüştürülmüş <strong>ve</strong> Devlet Demiryolları <strong>ve</strong> Limanları İdaresi adı altında<br />

kurumsal bir yapıya kavuşturulmuştur. Diğer ulaşım alanlarında ise daha<br />

çok kurumsal yapı ile hukuksal düzenleme eksikliklerinin giderilmesine öncelik<br />

tanınmıştır.<br />

Atatürk’ün demeçlerinden yararlanarak genel bir değerlendirme<br />

yapmak gerekirse, şu önemli noktalar tekrar edilebilir:<br />

Atatürk öncelikle ekonomiyi bir bağımsızlık <strong>ve</strong> uygarlaşma aracı<br />

olarak görmektedir:<br />

“Tam bağımsızlığını sağlayabilmek için tek gerçek güç, en güçlü<br />

temel ekonomidir.”<br />

“Ulusumuz burada elde ettiğimiz büyük utkulardan daha önemli<br />

bir görev peşindedir. O utkunun kazanılması, ulusumuzun ekonomi alanındaki<br />

başarılarıyla olanaklı olacaktır. Hiçbir uygar devlet yoktur ki ordu<br />

<strong>ve</strong> donanmasından önce iktisadını düşünmüş olmasın.”<br />

“Siyasal <strong>ve</strong> askerî utkular ne kadar büyük olursa olsun, ekonomi<br />

utkularıyla taçlandırılmazlarsa elde edilen utkular sürüp gidemez, az zamanda<br />

söner. Bu nedenle en güçlü <strong>ve</strong> parlak utkumuzun bile sağlayabildiği<br />

<strong>ve</strong> daha sağlayabileceği yararlı <strong>ve</strong>rimleri saptamak için ekonomik yaşamımızın,<br />

ekonomik egemenliğimizin sağlanması, pekiştirilmesi <strong>ve</strong> genişletilmesi<br />

gerekir. Düşmanlara karşı en güçlü silahımız, ekonomi yaşamındaki<br />

genişlemeyi sağlamak <strong>ve</strong> başarı olacaktır.”<br />

Ekonomi bir bağımsızlık <strong>ve</strong> uygarlaşma aracı olduğuna göre, bu<br />

alanda varılması gereken hedef de kendiliğinden belli olmaktadır:<br />

“Yeni Türkiye Devleti ekonomik bir devlet olacaktır. Yeni Türkiye<br />

Devleti, temellerini süngüyle değil, süngünün bile dayandığı ekonomiyle<br />

kuracaktır.”<br />

“Ben ekonomik yaşam denince, ziraat, ticaret, sanayi etkinliklerini<br />

<strong>ve</strong> bütün bayındırlık işlerini, birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan<br />

bir bütün sayarım. Bu <strong>ve</strong>sileyle şunu da anımsatmalıyım ki bir ulusa bağımsız<br />

kimlik <strong>ve</strong> değer <strong>ve</strong>ren siyasal varlık makinesinde; devlet, düşünce <strong>ve</strong><br />

ekonomi yaşam mekanizmaları birbirlerine bağlı <strong>ve</strong> birbirlerine tabidirler.<br />

O kadar ki bu cihazlar birbirine uyarak aynı ahenkte çalıştırılmazsa, hükümet<br />

makinesinin sürükleyici gücü israf edilmiş olur; ondan beklenen tam<br />

<strong>ve</strong>rim elde edilemez. Onun içindir ki bir ulusun kültür düzeyi üç alanda,<br />

devlet, düşünce <strong>ve</strong> ekonomi alanlarındaki etkinlik <strong>ve</strong> başarıları sonucundaki<br />

toplam ile ölçülür. 44 ”<br />

44<br />

Aysan, s. 282.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 321<br />

Son olarak, Atatürk, böylesine önem <strong>ve</strong>rdiği ekonomi alanındaki<br />

çabaların uluslararası ekonomiyle tümleşik bir ilişki içinde olmasına elbette<br />

karşı çıkmamakta, ancak bunun için önkoşul bulunduğunu dile getirmektedir:<br />

“Bu alanda uluslararası olanakların her ulusa kendi özelliklerine<br />

uygun bir gelişme olanağını <strong>ve</strong>recek biçimde birleştirilmesi gerektiğini <strong>ve</strong><br />

dünyanın ekonomik gönenci konusunda herkes tarafından genellikle kabul<br />

olunacak düşüncenin her ülkenin kendine özgü koşullar içinde ilerleme <strong>ve</strong><br />

gönence erişme konusundaki hakkına saygı duymak olduğunu her zaman<br />

söyledik.”


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 323<br />

BÖLÜM IV<br />

ATATÜRK’ÜN EĞİTİM VE BİLİM KONULARINDAKİ<br />

<strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

IV.1. EĞİTİM VE BİLİMİN DEVLET VE TOPLUM İÇİN ÖNEMİ<br />

Her toplumun birincil amacı, kendi kendini sürdürmektir <strong>ve</strong> toplumlar<br />

bu amaçlarına eğitim yolu ile ulaşmaya çalışırlar. Eğitim, en genel<br />

tanımıyla, “bireyin toplumsallaştırılması” amacına yöneliktir. Çocuk doğar<br />

doğmaz ailede başlayan eğitim, daha sonraları, okullardaki örgün eğitimle,<br />

arkadaş grupları içindeki etkileşim ile <strong>ve</strong> radyo, gazete, televizyon, sinema,<br />

tiyatro gibi kitle iletişim araçları <strong>ve</strong> sanat-edebiyat yapıtları aracılığı ile sürdürülür.<br />

Böylece, birey toplumsallaşır. Bir başka deyişle, toplumsal değerler,<br />

eğitim yolu ile bireye aktarılır. İşte bu nedenle eğitimin amacının, bireye<br />

“istenilen davranış biçiminin kazandırılması olduğu” söylenmektedir.<br />

Günümüzde güçlenen bir yaklaşım eğitimin, teknolojinin geliştirilerek sürdürülmesi<br />

amacına da dönük olduğudur. Bir başka deyişle, eğitim, insanoğlunun<br />

teknolojik birikimini de bireye aktarır. Ancak bu birikimin aktarılması<br />

yoluyla, onun üzerine yeni gelişmeler eklenebilir. Bireye toplumsal<br />

değerlerin aktarılması, ya da istenilen davranış biçimlerinin kazandırılması,<br />

aslında bir ideoloji taşıyıcılığıdır. Öte yandan, bireye, teknolojik bulguların<br />

<strong>ve</strong> bilgilerin de eğitim yoluyla bırakıldığı düşünülürse, bir toplumun eğitim<br />

yoluyla, kendi teknoloji <strong>ve</strong> ideolojisini bireye aşıladığı ortaya çıkar. 45<br />

Yukarıdaki çözümlemenin ışığı altında, eğitimi bir kez daha tanımlarsak,<br />

onun, “bir toplumun teknoloji-ideoloji dengesini bireye aktarma yolu”<br />

olduğunu görürüz. Sosyo-ekonomik gelişmenin sürükleyici gücü bilimdir.<br />

Toplumsal gelişmeyi sağlayan teknik <strong>ve</strong> organizasyonun temeli bilim<br />

<strong>ve</strong> bilime dayalı uygulamalı yeniliklerdir. Teknik <strong>ve</strong> organizasyonel yeniliklerle<br />

birlikte, karşılıklı etkileşim içinde ortaya çıkmaktadır. Bilim, tekniği <strong>ve</strong><br />

örgütsel kurumları yenilemekte <strong>ve</strong> geliştirmektedir. Böylece bilim, toplumsal<br />

yaşamı düzenleme <strong>ve</strong> yönlendirme görevini yerine getirmektedir. Bilimin<br />

bu fonksiyonu yerine getirmede yetersiz kalması, bu boşluğun hızla<br />

45 Emre Kongar, Kültür Üzerine, İstanbul: Remzi Kitabevi Yay., 2003, s. 72-73.


324 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

politik, ekonomik <strong>ve</strong> bazen de anarşik çıkar <strong>ve</strong> güç gruplarının fonksiyon<br />

<strong>ve</strong> ideolojileri tarafından doldurulmasına yol açmaktadır. Bu tür sonuçlar<br />

istenmiyorsa, bilimin soysa-ekonomik yaşamı düzenleme <strong>ve</strong> geliştirme<br />

fonksiyonundan yararlanılmalıdır. Sosyo-ekonomik gelişme süreci çok çeşitli<br />

unsurların birlikte etkileşimi sonucu ortaya çıkmaktadır. Sosyal, ekonomik,<br />

teknolojik, demografik, kurumsal <strong>ve</strong> hukuksal unsurlar birlikte gelişme<br />

sürecini oluşturmaktadır. Ülkemiz gelişme süreci içinde, geleneksel<br />

yapıdan kurtulup, endüstri toplumuna geçiş aşamasına ulaşmıştır.<br />

Eğer bir toplum, sosyal, ekonomik, teknolojik, demografik, kurumsal<br />

<strong>ve</strong> hukuksal alanlarda belli bir toplumsal yapıdan diğer bir toplumsal<br />

yapıya geçiş aşamasına gelebilmişse, bu noktada toplumun temel düşünce<br />

sistemleri, dolayısıyla insan davranışlarını belirleyen toplumsal değer yargıları<br />

olağanüstü önem kazanmaktadır. Bu aşamada topluma <strong>ve</strong> kişilere nedensellik,<br />

mantık <strong>ve</strong> rasyonelliğe dayalı düşünce yapılarının kazandırılması<br />

sorunların çözümünü kolaylaştırmakta <strong>ve</strong> gelişme sürecini hızlandırmaktadır.<br />

Sosyo-ekonomik gelişme sürecinde bir toplumun, dışardan katılan<br />

unsur <strong>ve</strong> etkilere tepkisi söz konusu olmaktadır. Toplumsal <strong>ve</strong> kültürel yapıyı<br />

tüm yönleriyle değiştirmeye çalışmak başarısız kalmaktadır. Zira bu<br />

değişimlere ayak uyduramayan kesimlerin tepkisi ortaya çıkmaktadır. Yeniliklerden<br />

yana olanlarla olmayanlar arasında toplumsal sürtüşmeler yoğunlaşmaktadır.<br />

Bu tür uyumsuzluklar, gelişme sürecini saptırdığı gibi, ülkede<br />

kaynak <strong>ve</strong> potansiyel kayıplara yol açmaktadır. Bunu önleyebilmek<br />

için, sosyo-ekonomik gelişmede her şeyi değil, nedensellik, mantık <strong>ve</strong> rasyonelliğe<br />

dayalı düşünce yapılarını topluma <strong>ve</strong> kişilere kazandırmak temel<br />

amaç olarak seçilmelidir. Bu sayede toplumsal gelişmenin yönlendirilmesi,<br />

toplumun <strong>ve</strong> kişilerin kazandığı bilimselliğe bağlı olarak kendi iç dinamiği<br />

tarafından gerçekleştirilmektedir. 46 Toplumların gelenekçi yaşam biçimleri,<br />

fikirlerini <strong>ve</strong> kuruluşlarını tümüyle değiştirme amacını güden <strong>ve</strong> bu amacı<br />

sağlayabilmek için yeni bir devlet teorisini getiren devrim, özellikle yapıları<br />

devrimi gerektiren toplumların, çöküntü <strong>ve</strong> yıkımlarına karşı yaşayabilmeleri<br />

için kaçınılmaz bir olaydır.<br />

Her devrim, kendi amacını gerçekleştirecek ideolojisini, yöntemlerini,<br />

kurumlarını, ilkelerini <strong>ve</strong> buna yönelik yeni bir eğitim düzeni getirir.<br />

Bu da, gerçekleştirilen devrimin amacına uygun yeni görüş, düşün, anlayış,<br />

davranış, yaşam görüşü <strong>ve</strong> biçimi demektir. Böylece her devrimin kendine<br />

uygun insan modeli yetiştirmesi en önemli sorunlardan biridir. Her devrim<br />

yeni bir devlet kurma savaşıdır. Devrim, devlet kurma eylemini başarınca<br />

46 Hüsnü Erkan, “Atatürkçü Düşünce, Bilimsellik <strong>ve</strong> Toplumsal Gelişme”, Uluslararası Atatürk Konferansı,<br />

İstanbul: Boğaziçi Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yay., 1981, s. 6-7.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 325<br />

kendi ideolojisini öğretmeye başlar. Bu ideoloji kurumların biçimlenmesinde<br />

temel karakter rolü oynar. Devrimin başarısı olan yeni devlet, siyasal<br />

yapıda esas rolü oynayan, sosyal, ekonomik, siyasal <strong>ve</strong> hukuksal temellerini<br />

öğretmek <strong>ve</strong> yaşatmak zorundadır. Sürekli devinimi ifade eden devrimcilik,<br />

bilimsel yaklaşımı da beraberinde taşımaktadır. 47<br />

IV.2. ATATÜRK’ÜN EĞİTİM VE BİLİM KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

Eğitim etkinliklerini gündelik yaşamın toplumsal <strong>ve</strong> ekonomik gereksinim<br />

<strong>ve</strong> gerçekleri üzerine kuran Türk toplumları, kurumsal eğitim ile<br />

İslamiyet’in kabulünden sonra tanışmışlar <strong>ve</strong> kurumsallaşmanın göstergesi<br />

olarak da cumhuriyet dönemine kadar varolacak olan medreseleri kurmuşlardır.<br />

Bununla birlikte, eğitim kurumsallaşmasına yol açan İslamiyet etkisi,<br />

eğitimin niteliği üzerinde de belirleyici olmuş; eğitim büyük bir hızla Arap<br />

<strong>ve</strong> İran kültürünün etkisi altına girerek dinsel değerlere dayalı, ezberci <strong>ve</strong><br />

kitabi bir nitelik kazanmıştır. İslam hukuku, Tanrının varlığı, konuşma <strong>ve</strong><br />

hadis gibi alanların ötesindeki ufku göremeyen medreseler, bir yandan eğitimin<br />

örgütsel gelişimini engelleyecek öte yandan da uhrevi yaşama<br />

adanmış kuşaklar yetiştirecektir.<br />

Bu yapı, Türk tarihinin farklı dönemlerinde yeni kurumlar aracılığıyla<br />

nicel olarak geliştirilmişse de nitelik açısından korunup sürdürülmüş<br />

<strong>ve</strong> dahası Osmanlı Devleti’nde 16. yüzyıldan başlayarak bir sınıfsal ayrıştırma<br />

aracına dönüştürülmüştür. Eğitim kurumları bu dönemden başlayarak,<br />

“askeri, ilmiye, tüccar <strong>ve</strong> sanatkâr, köylü <strong>ve</strong> reaya” sınıflarından oluşan<br />

toplumsal yapının yeniden üretimini sağlayacak bir araç görevini üstlenecektir.<br />

Örneğin askeri sınıfın yeniden üretimi konusunda; Acemioğlanlar<br />

Kışlası, Mehterhane, Cambazhane, Tophane, Kılıçhane <strong>ve</strong> Tüfekhane<br />

gibi temel okullar açılmış <strong>ve</strong> bu okulları başarıyla bitirenlerin Enderun Mektebi’ne<br />

giderek devlet adamı nitelikleri kazanacakları bir eğitim görmeleri<br />

öngörülmüştür. Enderun’dan mezun olabilenler <strong>ve</strong>ziriazamlık, kaptan paşalık,<br />

yeniçeri ağalığı, eyalet valiliği <strong>ve</strong> sancak beyliği gibi görevlere getirilmektedir.<br />

Yine seçkin bir sınıf olan ilmiye sınıfının eğitimi ise, Selçuklulardan<br />

miras alınan medreselerde gerçekleştirilmektedir. Ancak, eğitim dili<br />

Arapça olan bu okullar, basamaklı bir yapı içinde yeniden örgütlendirilmiş<br />

<strong>ve</strong> her bir basamağı bürokrasideki din görevliliği, kadılık, kadı-askerlik <strong>ve</strong><br />

şeyhülislamlık gibi farklı makamlarla ilişkilendirilmiştir. Bir başka deyişle,<br />

okul tektir <strong>ve</strong> öğrenciler, mezun olabildikleri basamağa uygun bir kadroya<br />

atanabilmektedirler. Tüccar, sanatkâr <strong>ve</strong> köylü sınıfları içinse, özel bir eği-<br />

47 Ergün Aybars, “Atatürk Eğitim İlkesi”, Uluslararası Atatürk Konferansı, İstanbul: Boğaziçi Üniv.<br />

Yay., 1981, s.1.


326 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

tim kurumu ya da sistemi tasarlanmamıştır. Tüccar <strong>ve</strong> sanatkârlar, eğitim<br />

gereksinimlerini kendi oluşturdukları lonca örgütleri bünyesinde karşılarlarken;<br />

köylü ya da reaya ise, çocuklarını ancak Sıbyan Mekteplerine gönderebilmektedir.<br />

Ancak bu okullar da yalnızca 4–6 yaş gurubundaki çocuklara<br />

hizmet <strong>ve</strong>rdiği için, 7 yaşından itibaren eğitim gereksinimi karşılayan en<br />

önemli kurum “aile” olmaktadır. Bunların dışında, karşıt kültür <strong>ve</strong> ideolojilerin<br />

temsil edildiği zaviye, tekke <strong>ve</strong> dergâhların da bir tür eğitim kurumu<br />

olarak işlev gördükleri söylenebilir.<br />

Ancak Avrupa’da gerçekleşen endüstri devrimi, onun Osmanlı<br />

ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri <strong>ve</strong> bu etkilerin Osmanlı’nın sınıfsal<br />

yapılarını dönüştürmesi sonucunda, 19. yüzyıldan başlayarak ideolojik çatışmaların<br />

niteliğinde de köklü bir değişim meydana gelmiştir. Örneğin, artık<br />

burjuva sınıfının bütün özelliklerini gösteren gayrı-müslim azınlıklar, ayrılıkçı<br />

nitelik taşıyan bir “ulusalcılık” ideolojisine yönelmişlerdir. Bunların<br />

karşısında ise, bürokrasi <strong>ve</strong> yerli tüccarın ittifakından doğan bir tür öze dönüş,<br />

bir Türkçülük ideolojisi yükselmektedir ki bu, meşrutiyet denemelerini<br />

gerçekleştirerek Türk ulusalcılığının da temeli olacak olan ideolojidir. Son<br />

olarak, toplumsal dönüşümde kaybeden sınıfların da bir ideolojisi vardır <strong>ve</strong><br />

bu da ilmiye <strong>ve</strong> sanatkâr ittifakı üzerine kurulmuş dinci-muhafazakâr ideolojidir.<br />

Bu ideolojik çatışmanın <strong>ve</strong> bu çatışmaya yönelik dış baskıların 19.<br />

yüzyıldaki en belirgin yansıması yabancı okulların çoğalması olmuştur. Buna<br />

göre yüzyıl sonuna kadar 30 İngiliz, 100’ü aşkın Fransız, 500’e yakın<br />

Amerikan, 15 kadar Alman <strong>ve</strong> birkaç İtalyan <strong>ve</strong> Rus olmak üzere yüzlerce<br />

yabancı okul açılmıştır. Osmanlı’da buna karşıt olan gelişme ise, askeri sınıfın<br />

yeniden üretimine yönelik olarak askeri eğitimde köklü reformlar yapılması<br />

olacaktır. Bu kapsamda, 18. yüzyıl sonlarında eğitime başlamış<br />

olan Deniz (Bahri-i Hümayun - 1773) <strong>ve</strong> Kara (Berri-i Hümayun - 1793)<br />

Mühendislik okullarına ek olarak 19. yüzyılda Mekteb-i Ulum-u Harbiye<br />

(1834) <strong>ve</strong> Mekteb-i Tıbbiye-i Aliye-i Şahane (1838) okulları açılmıştır. Yine<br />

bürokrasinin gereksinimleri doğrultusunda sivil eğitimde de oldukça önemli<br />

yenilikler yapılmıştır. Nitelikli bürokrat yetiştirmek amacıyla Rüştiyelerin <strong>ve</strong><br />

askeri idadilerin açılmaya başlanması (1838, 1846) <strong>ve</strong> böylece bir ortaöğretim<br />

sisteminin temellerinin atılması; öğretmen gereksiniminin karşılanması<br />

amacıyla öğretmen okullarının açılmaya başlanması (1847); Maarif-i<br />

Umumiye Nezareti’nin kurulması (1857) ile eğitimin ilk kez bir Bakanlık çatısı<br />

altında toplanması; Sıbyan Mektepleri yerine İptidai Mekteplerin açılması<br />

(1862) <strong>ve</strong> böylece temel eğitimin kurumsallaşması; Rüştiyelerin yetersiz<br />

görülmesi üzerine 1865’lerden başlayarak Lise düzeyine denk gelen<br />

Sultanilerin açılması, bu yeniliklerin önemli dönüm noktalarıdır. Ancak açılan<br />

bu yeni kurumlarda, yalnızca devlet memuru olabilmeye yönelik bilgi


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 327<br />

<strong>ve</strong> beceriler değil; Elifba, Kuran, Tecvid, İlm-i Hal, Ecza-yı Şerife gibi başlıklar<br />

altında yoğun <strong>ve</strong> zorunlu bir din eğitimi yapıldığı da unutulmamalıdır.<br />

Dolayısıyla burada yeni olan, eğitime bakış açısı ya da eğitim felsefesi değil,<br />

yalnızca kurumlardır <strong>ve</strong> Avrupa’nın Rönesans <strong>ve</strong> Reformasyon ile birlikte<br />

yaşamı <strong>ve</strong> düşünceyi metafiziksel esaretten kurtararak nesnelleştirdiği<br />

bir çağ için, amaca bile hizmet edemeyecek denli yetersizdirler.<br />

Kurduğu rejim “İstibdat” kavramıyla tanımlanmasına karşın, II.<br />

Abdülhamit iktidarının bu gelişmelere görece olumlu katkı sağlamış olduğu<br />

söylenebilir. II. Abdülhamit, her şeyden önce kendisinden önce yaratılan<br />

okulları iyice kurumsallaştırmış <strong>ve</strong> İmparatorluk genelinde yaygınlaştırmıştır.<br />

Bunun da ötesinde mesleki <strong>ve</strong> teknik eğitime özel bir önem <strong>ve</strong>rerek<br />

“maliye, güzel sanatlar, ticaret, eğitim yöntemleri, kamu yönetimi, <strong>ve</strong>terinerlik,<br />

sağlık, gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> hukuk” gibi alanlarda orta, lise <strong>ve</strong> yüksekokul<br />

düzeylerinde çok sayıda okulun açılmasını sağlamıştır. Ancak, eğitimdeki<br />

tüm bu reformlar, İttihat <strong>ve</strong> Terakki muhalefetini hazırlayan koşulları da<br />

pekiştirmiş <strong>ve</strong> dolaylı olarak II. Abdülhamit’in de sonunu hazırlamıştır. Onu<br />

devirerek iktidara gelen İttihatçılar ise, eğitim alanında düşünsel açıdan<br />

Cumhuriyet dönemi ile örtüşen yaklaşımlar sergilemişlerse de Dünya Savaşı<br />

<strong>ve</strong> diğer olumsuz koşullar nedeniyle, düşündüklerini denemelerinin<br />

ötesine geçememişlerdir. Ancak, kendilerinden önceki reformlar ile kıyaslandıklarında<br />

daha ulusal <strong>ve</strong> daha toplumsal bir eğitimi düşledikleri kesindir.<br />

Özetlemek gerekirse, Osmanlı’dan Cumhuriyete Türk örfü ile İslamiyet<br />

arasında bir sentez oluşturmaya çalışan ideoloji temelli bir eğitim felsefesi<br />

<strong>ve</strong> skolastik düşünce miras kalmıştır. Bu felsefi yaklaşımın ürünü olan<br />

eğitim; ilköğretimi ihmal edilmiş, mesleki <strong>ve</strong> teknik vizyonu olmayan, yöntemsel<br />

açıdan aktarmacı <strong>ve</strong> ezberci, yaygın eğitim boyutu bulunmayan,<br />

çok farklı okul türleri üzerine bina edilmiş <strong>ve</strong> en temel önceliği devlet memuru<br />

yetiştirmek olan bir eğitimdir. Bu yapı, niceliksel yetersizlikleri bir yana,<br />

öncelikle nitelikleri açısından cumhuriyet ile ciddi bir çelişme içindedir:<br />

“Kamusallaşmamışlık, birlikten yoksunluk, cinsiyet ayrımcılığı <strong>ve</strong> çağdaş bilimleri<br />

dışlayan bir dinsellik”. Nitekim Atatürk’ün daha Kurtuluş Savaşı devam<br />

ederken, Ankara’da bir Eğitim Kongresi toplaması (1921) <strong>ve</strong> gerçek<br />

kurtuluşun yeni bir insan tipine <strong>ve</strong> ulusal eğitime bağlı olduğunu vurgulamış<br />

olmasının nedeni de budur. Ama bu dönüşümü gerçekleştirmek ancak<br />

savaş sonrasında, cumhuriyetin köktenci yenilikleri içinde olanaklı olacaktır.<br />

Belirlenen hedeflere ulaşılması <strong>ve</strong> yapılan planlarının uygulanabilmesi<br />

izlenen yolun kurumsallaşmasına <strong>ve</strong> toplumsal desteğe muhtaç olduğu<br />

için toplumun eğitim düzeyinin istikrarlı <strong>ve</strong> ekonomik ilerlemelere koşut


328 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

bir biçimde gelişmesi büyük önem taşımaktadır. Eğitimi, "Eğer Cumhurbaşkanı<br />

olmasam, Milli Eğitim Bakanlığını almak isterdim." diyecek kadar<br />

önemseyen <strong>ve</strong> ekonomi ile eğitim arasındaki bu kaçınılmaz etkileşimi çok<br />

iyi bilen büyük önder eğitimin bu rolünü bir çok konuşmasında dile getirmiştir:<br />

“Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir topluluk<br />

biçiminde yaşatır ya da bir ulusu tutsaklık <strong>ve</strong> yoksulluğa götürür.<br />

Çünkü, eğitimde hızla yüksek bir düzeye çıkacak bir ulusun yaşam savaşımında<br />

maddi <strong>ve</strong> manevi bütün güçlerinin artacağı kesindir.”<br />

Ancak, cumhuriyet dönemine kadar izlenen eğitim politikaları, toplumu<br />

bir kalkınma hamlesini destekleyebilmenin oldukça uzağında kılmakta<br />

<strong>ve</strong> artık toplumun kendisi bile bu geri kalmışlığın bilincine varmaya başlamaktadır:<br />

“Şimdiye dek izlenen eğitim <strong>ve</strong> öğretim yöntemlerinin ulusumuzun<br />

gerileme tarihinde en önem/i bir neden olduğu kanısındayım.”<br />

“Düşününüz ki bu ulusun, bu sosyal topluluğun yüzde onu, yirmisi,<br />

okuma-yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse bu ayıptır. Bundan<br />

insan olarak utanmak gerekir.”<br />

okul.”<br />

“Halk <strong>ve</strong> köylüler, beni her yerde su iki sözle uyardılar: Yol <strong>ve</strong><br />

Bu nedenle Osmanlı Devleti’nden kalan eğitim altyapısının iyileştirilmesi<br />

yerine, köklü bir eğitim devrimine yönelir Atatürk. Bunun için de<br />

eğitimde temel ilkelerin, yöntemlerin <strong>ve</strong> içeriğin yeniden tanımlanacağı <strong>ve</strong><br />

öğretmen yetiştirme politikalarının sil baştan belirleneceği bir yeniden yapılanma<br />

süreci başlatır:<br />

“Eğitim işlerinde kesinlikle utkuya ulaşmak gerekir. Bir ulusun gerçek<br />

kurtuluşu ancak bu yolla olur. Bu utkunun sağlanması için hepimizin<br />

tek can <strong>ve</strong> tek düşünce olarak özlü bir program üzerinde çalışması gerekir.<br />

Bence bu programın özlü noktaları ikidir: l-Toplumsal yaşamımızın gereksinimlerine<br />

uygun olması; 2-Yüzyılın gereklerine uyması.”<br />

“Büyük davamız, en uygar <strong>ve</strong> en gönençli ulus olarak varlığımızı<br />

yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de temelli bir<br />

devrim yapmış olan büyük Türk ulusunun dinamik ülküsüdür. Bu ülküyü<br />

en kısa zamanda başarmak, düşünce <strong>ve</strong> atılımı birlikte yürütmek zorundayız.<br />

Bu girişimde başarı, ancak süreli bir planla <strong>ve</strong> en akılcı çalışmakla olanaklıdır.<br />

Bu nedenle, okuma yazma bilmeyen tek yurttaş bırakmamak, ülkenin<br />

büyük kalkınma savaşının <strong>ve</strong> yeni çatısının istediği teknik elemanları<br />

yetiştirmek, ülke davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, kuşaktan kuşağa<br />

yaşatacak kişi <strong>ve</strong> kurumları yaratmak;- işte bu önemli ilkeleri en kısa


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 329<br />

zamanda sağlamak; Eğitim Bakanlığının üzerine aldığı büyük <strong>ve</strong> ağır zorunluluklardır.”<br />

“Bir yandan bilgisizliği ortadan kaldırmaya uğraşırken bir yandan<br />

da ülke çocuğunu toplumsal <strong>ve</strong> iktisadi yaşamda eylemli biçimde etkili <strong>ve</strong><br />

<strong>ve</strong>rimli kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri uygulamalı bir biçimde<br />

<strong>ve</strong>rmek yolu, eğitimimizin temelini oluşturmalıdır. Orta öğretimde de eğitim<br />

<strong>ve</strong> öğretim yolunun çalışmalı <strong>ve</strong> uygulamalı olması kesin bir koşuldur.<br />

Kadınlarımızın da benzer öğretim derecesinden geçerek yetişmelerine<br />

önem <strong>ve</strong>rilecektir.”<br />

“Erkek <strong>ve</strong> kız çocuklarımızın aynı biçimde bütün öğretim derecelerindeki<br />

eğitim <strong>ve</strong> öğretimlerinin çalışmalı olması önemlidir. Ülke çocukları,<br />

her öğretim derecesinde ekonomik yaşamda etken, etkili <strong>ve</strong> başarılı olacak<br />

biçimde donatılmalıdır.”<br />

“Ulusları kurtaranlar yalnız <strong>ve</strong> ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden,<br />

eğiticiden yoksun bir ulus, henüz ulus adını almak yeteneğini kazanmamıştır.”<br />

Eğitimin yanı sıra, ekonomik gelişme <strong>ve</strong> kalkınmanın en önemli<br />

bağımlı değişkenlerinden birisi de teknik gelişmedir. Tekniğin rolü günümüzde<br />

öylesine belirleyici duruma gelmiştir ki ülkelerin gelişmişlik düzeyi<br />

teknik kapasiteyi temsil eden sektörlerin dağılımına göre sınıflandırılmaktadır.<br />

Buna göre teknik geri kalmışlıktan teknik üstünlüğe doğru yapılacak bir<br />

sınıflandırma; ülkeleri tarım toplumundan sanayi toplumuna, oradan da<br />

hizmet toplumuna doğru dizmemize yol açmaktadır. Ülkeleri, sektörlerinin<br />

barındırdığı çalışan nüfuslar oranında sınıflandırmaya dayanan bu yaklaşım<br />

tan toplumlarını azgelişmiş, sanayi toplumlarını gelişmiş, hizmet sektöründe<br />

yoğunlaşmış toplumları ise ileri gelişmiş addetmektedir. Bu bağlamda<br />

bir denklem kurulursa, çağımızda ileri gelişmiş bir toplum olabilmenin<br />

ileri bir teknik <strong>ve</strong> makineleşme düzeyine, bu düzeyin teknik buluş <strong>ve</strong> patent<br />

performansına, böyle bir performansın da süreklilik arz eden <strong>ve</strong> kurumsallaşmış<br />

bir bilim altyapısına bağlı olduğu söylenebilir. Bu denklemin varlığını,<br />

Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışını yansıtan söylemlerinde de görmekteyiz:<br />

“Dünyada her şey için, uygarlık için, yaşam için, başarı için en gerçek<br />

yol gösterici bilimdir, tekniktir”<br />

“Üç buçuk yıl süren bu savaşımdan sonra bilim bakımından, eğitim<br />

bakımından savaşımımızı sürdüreceğiz. Fabrikacı olacağız, sanatçı olacağız.<br />

Bundan sonra anlayışımızı bütünüyle hep buna <strong>ve</strong>relim.”<br />

“Ulusumuzun siyasal <strong>ve</strong> toplumsal yaşamında, ulusumuzun düşünce<br />

eğitiminde yol göstericimiz bilim <strong>ve</strong> teknik olacaktır. Gözlerimizi kapayıp<br />

tek başımıza yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içine alıp


330 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

dünya ile ilgisiz yaşayamayız. Bilim <strong>ve</strong> teknik nerede ise oradan alacağız <strong>ve</strong><br />

herkesin kafasına koyacağız. Bilim <strong>ve</strong> teknik için kayıt <strong>ve</strong> koşul yoktur.”<br />

“Ulus, bugünkü uygar ulusların yaşam düzeyi <strong>ve</strong> araçlarım, içerik<br />

<strong>ve</strong> biçim açısından, olduğu gibi kabul etmeye kesin olarak karar <strong>ve</strong>rmiştir.”<br />

“Uygarlığa girmeyi arzulayıp da Batı’ya yönelmemiş bir ulus gösterilemez.”<br />

Bütün bu sözlerde, iki önemli noktayı saptamak olanaklıdır: Birincisi,<br />

çağdaş olmak için çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak; o düzeyi de Batı<br />

tipi toplumlar temsil ettiği için Batılılaşmak gerekmektedir. İkincisi, uygar<br />

ulusların yaşam düzeyi <strong>ve</strong> araçları içerik <strong>ve</strong> biçim açısından olduğu gibi<br />

kabul edileceğine göre; çağdaşlaşma konusunda radikal reformlara başvurulacaktır.<br />

Ancak her reformda olduğu <strong>ve</strong> İsmet Paşa’nın da belirttiği gibi,<br />

bu konudaki köktenci girişimler de bir zamanlama ustalığı için de yaşama<br />

geçirilecektir:<br />

“Atatürk’ün ekonomik alanda devrim yolu ile hiçbir zorlamada bulunmadığını<br />

açıkça ilan etmek isterim. Bu zorlama yapmamak, rastlantı değil<br />

özenin sonucudur. Atatürk’ün hemen gerçekleştirilecek işlerle, gelişmesi<br />

zamana bırakılacak işler arasında uyumlu bir ayırma yapabilmesinin sonucudur.”<br />

Atatürk’ün bu yöntemsel başarısının gizi, hiç kuşkusuz gerçekçiliğinde<br />

yatmaktadır. Yaşamı boyunca hiçbir zaman sürprize oynamamış<br />

olan Atatürk; bilimi kurumsallaştırmanın simgesel başlangıcı olan üni<strong>ve</strong>rsite<br />

reformunda da aynı yolu izleyecektir. Reformu somutlaştıran Üni<strong>ve</strong>rsite<br />

Kanunu’na ulaşılıncaya kadar; sözgelimi daha 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde<br />

yurtdışına öğrenci gönderilmesine yönelik kararlar alınmasını sağlamış,<br />

1924 yılında Muallimler Kurultayı’nı toplayarak eğitime <strong>ve</strong>rdiği<br />

önemi ortaya koymuş, yurtdışından öğretim üyeleri da<strong>ve</strong>t ederek üni<strong>ve</strong>rsite<br />

konusunda inceleme <strong>ve</strong> araştırmalar yaptırmış <strong>ve</strong> nihayet kendisine fahri<br />

profesörlük unvanı <strong>ve</strong>ren Darülfünun Edebiyat Medresesi’ne yazdığı teşekkür<br />

mektubunda İstanbul Edebiyat Fakültesi ibaresini kullanmıştır. Yine<br />

1922’den 1932’ye kadar uzanan on yıl boyunca Darülfünun’un doğrudan<br />

kurumsal yapısına yapılan müdahaleler de böyle bir zamanlama ustalığının<br />

hazırlık evresi olarak kabul edilebilir. Örneğin bu kapsamda, Darülfünun’a<br />

eski Harbiye Nezareti binası tahsis edilmiş <strong>ve</strong> vakıf mallarına sahip olmak<br />

hakkı tanınmış, 1923’te müderris maaşları önemli ölçüde artırılmış;<br />

1924’de 499 sayılı yasayla tüzel kişilik, 1925 yönergesiyle de idarî <strong>ve</strong> bilimsel<br />

özerklik <strong>ve</strong>rilmiştir. Bütün bu yenilikler, Atatürk’ün, üni<strong>ve</strong>rsite kurumunu<br />

Türkiye’nin kültür birliğini oluşturacak kurumlardan birisi olarak<br />

kavradığının önemli göstergelerindendir.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 331<br />

Ancak, bu çabalar öngörüleceği gibi psikolojik bir hazırlık evresi,<br />

düşünsel olgunlaşma, yeni sentezler elde etme <strong>ve</strong> deneysel bir birikim kazanma<br />

anlamında yararlı olmuştur. Bu nedenle de salt devlet desteği almasından<br />

ötürü, bir Osmanlı kurumunun radikal bir sıçrama yapması söz konusu<br />

değildir. Dönemin eğitim bakanlarından Reşit Galip’in de belirttiği gibi:<br />

“Ülkede toplumsal <strong>ve</strong> siyasal büyük reformlar oldu. Darülfünun<br />

bunlara karşı tarafsız bir gözlemci kaldı. Ekonomik alanda anlamlı hareketler<br />

oldu. Darülfünun bunlardan habersiz göründü. Hukukta köktenci değişiklikler<br />

oldu. Darülfünun yalnız yeni yasaları öğretim programına almakla<br />

yetindi. Yazı devrimi oldu. Öz dil hareketi başladı. Darülfünun hiç tınmadı.<br />

Yeni bir tarih anlayışı, ulusal bir hareket halinde bütün ülkeyi sardı. Darülfünun’da<br />

buna ilgi uyandırabilmek için üç yıl kadar uğraşmak <strong>ve</strong> beklemek<br />

gerekti. İstanbul Darülfünun’u artık durmuştu, kendisine kapanmıştı. Derin<br />

bir soyutluk içinde dış dünyadan elini ayağını çekmişti.”<br />

Bu, aslında beklenen <strong>ve</strong> kökten bir üni<strong>ve</strong>rsite reformunun gerekçesini<br />

anlatabilmek için alınması <strong>ve</strong> gösterilmesi gereken bir sonuçtu. Fakat<br />

tarafsız bir gözlemci yoluyla varılan sonucu tescil etmek <strong>ve</strong> böylece durumu<br />

pekiştirmek de gerekiyordu. İlk iş Haziran 1932’de Cenevre Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

Pedagoji Profesörü A. Malche Türkiye’ye çağrılarak kendisine Darülfünun<br />

hakkında kapsamlı bir rapor hazırlatıldı. Darülfünun’u özerkliğin kullanımı,<br />

bilimsel <strong>ve</strong> düşünsel yapısı, atamalardaki ölçütleri, eğitim yapısı, yayınların<br />

niceliği <strong>ve</strong> niteliği, toplumsal <strong>ve</strong> psikolojik ortamı <strong>ve</strong> kamusal etkinlikleri<br />

konusunda sınıfta bırakan rapor, eğitim Bakanı Reşit Galip’in eleştirilerini<br />

onaylıyor <strong>ve</strong> bir anlamda bilimsel temele oturtuyordu. Dolayısıyla devrimci<br />

düşüncelerin yaşama geçmesi için artık bir gerekçe kalmamıştı. Sonuçta<br />

Darülfünun kapatıldı <strong>ve</strong> yerini 1 Ağustos 1933’te yepyeni bir anlayışla kurulan<br />

İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ne bıraktı.<br />

Eski Darülfünun’dan seçilen öğretim elemanları uzmanlıklarını tamamlayarak<br />

yurtdışından dönen öğretim elemanları <strong>ve</strong> yine yurtdışından<br />

getirtilen yabancı profesörlerle takviye edilerek yepyeni bir kadro oluşturulmuştu.<br />

Trajik bir rastlantının da bu oluşumda büyük payı vardı kuşkusuz:<br />

Alman nazizmi altında yaşamlarını <strong>ve</strong> geleceklerini tehlikede gören<br />

Yahudi asıllı bir çok bilimci, 1933 Nisanından başlayarak başka ülkelere iltica<br />

etmeye başlamış; bunların 30 kadarı da İsviçre’deki “Alman Bilim<br />

Adamları Yardım Cemiyeti” ile onun başkanı olan Prof.Dr. Schwartz’ın<br />

aracılığıyla İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ni tercih etmişlerdi. Gelen Alman bilimcilerin<br />

bir bölümü dünya çapında ün sahibiydi <strong>ve</strong> nitekim sonradan Türkiye’den<br />

ayrılanlar dünyanın tanınmış üni<strong>ve</strong>rsitelerinde çalışmaya başlamışlardı.<br />

Bu nedenle de kendilerine inisiyatif tanınmış, yetkiler <strong>ve</strong>rilmiş <strong>ve</strong> ge-


332 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

rektiğinde özel yardımlar yapılmıştı. Onlar da <strong>ve</strong>fa borçlarını yeni üni<strong>ve</strong>rsitenin<br />

akademik geleneklerinin oluşmasında, ders kitaplarının hazırlanmasında,<br />

<strong>ve</strong> özellikle de geleceğin Türk bilim adamlarının yetişmesinde etkili<br />

olarak ödediler.<br />

Bu koşullar altında bilim yaşamımıza katılan İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi,<br />

kurulduğu andan başlayarak halk konferansları <strong>ve</strong> üni<strong>ve</strong>rsite haftaları ile<br />

kısa zamanda topluma açılmış <strong>ve</strong> seçkinci bir tutum benimsemeyerek tüm<br />

gençlerin öğrenim görebileceği bir kurum niteliğine bürünmüştür. Yeni<br />

üni<strong>ve</strong>rsite böylece bir yandan Cumhuriyetin gereksindiği devrimci kadroları<br />

yetiştirirken öte yandan da başta Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi olmak üzere tüm<br />

üni<strong>ve</strong>rsite sistemimizin akademik temellerini atacaktır.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 333<br />

BÖLÜM V<br />

ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR VE SANAT KONULARINDAKİ<br />

<strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

V.1. KÜLTÜR VE SANATIN DEVLET VE TOPLUM İÇİN ÖNEMİ<br />

Kültür, insan üretimini ifade eden bir ürün; insanoğlunun ortak<br />

duygu <strong>ve</strong> düşüncelerinin maddileşmiş bir dışavurumudur. Bir aktarım aracı<br />

olarak toplumsal, tarihsel, kalıtsal, işlevsel, devingen <strong>ve</strong> değişken bir nitelik<br />

taşır. Bu anlamda insanın diğer insanlar <strong>ve</strong> doğa ile kurduğu ilişkiyi derinlemesine<br />

etkiler. Ortak duygu <strong>ve</strong> düşüncelerin, maddileşmiş formlar içinde<br />

paylaşılarak sentezlenmesi <strong>ve</strong> toplumun yerleşik yaşam biçimini inşa etmesi,<br />

ortak sorun <strong>ve</strong> çelişkilerin çözümü <strong>ve</strong> ortak bir gelecek vizyonunun oluşturulmasına<br />

da olanak sağlar. Bu bağlamıyla kültür, bir bakıma toplumun<br />

kendisini yeniden üretmesinin en önemli aracı olarak işlev görür.<br />

Türk ulusunun kültürel kimliği, oldukça girift <strong>ve</strong> çok etkenli bir tarihsellikten<br />

etkilenmektedir. İslamiyet’in kabul edilmesi, Anadolu’nun yurt<br />

edinilmesi, Osmanlı İmparatorluğu aracılığıyla başka kültürlere doğru yelken<br />

açılması <strong>ve</strong> nihayet Batılılaşma adı <strong>ve</strong>rilen politikalarla yeni bir entegrasyon<br />

arayışına yönelinmesi; sürekli farklı kültürlerle kaynaşmaktan kaynaklanan<br />

dış şoklar yaratmıştır. Kültür çevrelerinin karşılıklı etkileşim içinde<br />

olması elbette doğaldır. Ancak Türklerin, göçebe topluluklar olarak güç <strong>ve</strong><br />

silah aracılığıyla egemenliklerini kabul ettirmiş olmalarına karşın, sürekli<br />

daha üst düzey yerleşik kültürlere tabi duruma gelmek zorunda kalmaları<br />

sonucunda bir kültürsüzleşme (dekültürasyon) tehlikesi de söz konusu olmuştur.<br />

Gerçi adı geçen ilk evrede, Türklük <strong>ve</strong> İslamlık arasında, bugünkü<br />

anlamından daha farklı bir biçimde tutarlı bir sentez oluşmaya başladıysa<br />

da Osmanlı ile başlayan <strong>ve</strong> son iki yüzyıla damga vuran yanlış Batılılaşma<br />

politikaları ile bu tehlike iyice belirgin duruma gelmiştir. Üstelik, Osmanlı’dan<br />

süzülüp gelen <strong>ve</strong> bir türlü aşılamayan “seçkin kültürü – halk kültürü”<br />

biçimindeki bir kültürel parçalanmanın, varlığını güçlenerek sürdürüyor<br />

olması da cabasıdır.<br />

Şu halde denilebilir ki Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan kültürel miras,<br />

Osmanlı’nın ekonomik açıdan dışa bağımlı duruma gelişinin <strong>ve</strong> bu


334 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

akıbetin sonucu olarak yöneldiği çarpık Batılılaşma politikasının ürettiği bir<br />

kültürel mirastır. Çağın takvimini ıskalamış iktisadi piyasalarımıza kapitalizmin<br />

çok hızlı <strong>ve</strong> apansız girişinin <strong>ve</strong> bunun sonucunda ortaya çıkan acımasız<br />

iç <strong>ve</strong> dış sömürünün gizlenmesine <strong>ve</strong> kanıksanmasına olanak tanıyan<br />

bir kültür. Kendini üreterek dönüştüren değil, sürekli tüketerek mezarını kazan<br />

<strong>ve</strong> değişmemeyi başarı, özgün olmayı da geri dönüş olarak tanımlayan<br />

bir yığın kültürü.<br />

V.2. ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR VE SANAT KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

Cumhuriyet dönemine kalan Osmanlı kültür mirasının dört temel<br />

niteliğinin ön plana çıktığı söylenebilir:<br />

1. İslam motifi kültürün bütününe egemen durumdadır.<br />

2. Seçkinler <strong>ve</strong> halk arasında bir kültür ikiliği söz konusudur.<br />

3. Kültürün tinsel değerlerinin önemli bir bölümü dışarıdan, özellikle<br />

de Batı’dan alınmıştır.<br />

4. Osmanlı kültürü, sorunları <strong>ve</strong> çözümlerini, kültürün yalnızca tinsel<br />

boyutunda arayan bir kültürdür.<br />

Benzeri sorunlar, bir kültür öğesi <strong>ve</strong> yansıması olarak sanat alanında<br />

da geçerlidir. Osmanlı sanatı Saray <strong>ve</strong> çevresi ile halk sanatı olarak ikiye<br />

ayrılmış; sözlü sanatlarda belirli bir yol kat edilebilirken, resim <strong>ve</strong> heykel<br />

gibi görsel sanatlarda gerek tabuların etkisi gerekse de bilimsel, teknik <strong>ve</strong><br />

ekonomik geri kalmışlığın sonucu olarak çarpıcı bir noktaya gelinememiştir.<br />

Türk sanatının, 1700’den başlayarak Batı’ya yönelmesiyle birlikte,<br />

saraya yabancı sanatçıların yerleştiği bilinmektedir. O dönemlerde, sarayda<br />

usta-çırak ilişkileriyle başlayan sanat eğitimi, babadan oğla, ustadan çırağa<br />

süre gelmiştir. Gerçek anlamda sanat eğitimi ise 1793 yılında, Mühendishane<br />

<strong>ve</strong> Harbiye Mektebi’nde doğa gözlemine bağlı resim derslerinin programa<br />

alınmasıyla birlikte başlamıştır. Harbiye <strong>ve</strong> Askeri İdadi Mektebi’ndeki<br />

ilk sanat dersleri, daha çok mesleki amaçla programda yer almış<br />

olsalar bile, bugün ulaşılan düzeyin ilk hareketleri olması açısından önemlidir.<br />

Bu gelişmeden neredeyse yüz yıl sonra 1883 yılında Osman Hamdi<br />

Bey tarafından kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi (bugünkü Mimar Sinan<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi) ise, tarihimizin gerçek anlamda sanat eğitimi <strong>ve</strong>ren ilk eğitim<br />

kurumu olacak <strong>ve</strong> kendisinden sonra gelen başta İnas Sanayi-i Nefise Mektebi<br />

olmak üzere bütün sanat eğitimi kurumlarının temeli olacaktır.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 335<br />

Atatürk, Osmanlı Devleti’nin bu alanda bıraktıklarının gerekçesini<br />

yorumlarken, özellikle de yukarıda değinmiş olduğumuz kültür ikiliğine<br />

vurgu yapmıştır:<br />

“Bizim ulusumuzun, özellikle aydınlarımızın çok dikkatle, çok<br />

önemle göz önüne alacağı bir neden vardır <strong>ve</strong> bence bu neden şimdiye<br />

kadar ilerleyemeyişimizin, en son sırada kalışımızın, ülkemizin baştan başa<br />

bir yıkıntı oluşunun asıl nedenidir. Çöküşümüzün bu ana nedenini şu nokta<br />

oluşturuyor: İslâm dünyası iki sınıf ayrı topluluklardan oluşur. Biri çoğunluğu<br />

oluşturan cahil halk, diğeri azınlığı oluşturan aydınlar. Bu iki sınıf<br />

arasında tam bir karşıtlık, tam bir muhalefet vardır. Aydınlar, asıl kütleyi<br />

kendi hedefine yöneltmek ister; halk kütlesi <strong>ve</strong> avam ise bu aydın sınıfa<br />

tâbi olmak istemez. (…) Aydın sınıf telkinle, doğru yolu göstermekle çoğunluk<br />

kütlesini kendi amacına göre yönlendirmede başarılı olamayınca,<br />

başka araçlara başvurur. Halka zorbalık etmeğe <strong>ve</strong> kibirlenmeye başlar;<br />

halkı keyfe göre yönetim altında bulundurmaya kalkar. Artık, burada asıl<br />

çözümü gereken noktaya geldik. Halkı ne birinci yöntem ile ne de zorbalık<br />

<strong>ve</strong> keyfî yönetim ile kendi hedefimize sürüklemeye başarılı olamadığımızı<br />

görüyoruz; neden? Bunda başarılı olmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet<br />

<strong>ve</strong> hedefi arasında doğal bir uygunluk olması gerekmektedir. Yani aydın<br />

sınıfın halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh <strong>ve</strong> vicdanından alınmış olmalı.<br />

(…) Ulusumuzun tarihini, ruhunu, geleneklerini gerçek, sağlam, dürüst<br />

bir gözle görmeliyiz. (…) Ülkeyi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki<br />

ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan önce bu iki zihniyet arasındaki<br />

uygunluğu sağlamak gerekmektedir.” 48<br />

Böyle bir kültürel miras, büyük önder için elbette ulusal kültür <strong>ve</strong><br />

ulusal bilincin gelişmemiş olmasının da temel nedeni olmaktadır:<br />

“Ulusu yüzyıllarca başkasının hırs <strong>ve</strong> faydalanma aracısı kılan en<br />

büyük düşmanı, bilgisizliktir. (…) Hükümdarların, şunun, bunun ulusu tutsak<br />

gibi, köle gibi kullanmaları, bütün yurdu kendi özel arazileri gibi saymaları,<br />

hep ulusun bu bilgisizliğinden yararlanmak sayesindeydi. Gerçek<br />

kurtuluşu istiyorsak her şeyden önce, bütün gücümüz, bütün hızımızla bu<br />

bilgisizliği yok etmek zorundayız. Burada bilgisizliği yalnız okuyup yazmak<br />

anlamında almıyoruz. Üç buçuk, dört yıl önce kendisini tutsaklık <strong>ve</strong> ölüme<br />

boyun eğmesi hakkında hükümdarının <strong>ve</strong>rdiği buyruklara, yayınladığı fetvalara,<br />

gönderdiği ordulara karşı ayaklanmakla bu bilgisizliği yırttığını <strong>ve</strong><br />

bu bilmezlikten sıyrıldığını kanıtladı. Gereken o ki ulus bir daha o bilmezliğe<br />

düşmesin. Hepimize düşen görev, beyinleri bir daha bu bilgisizliğe<br />

düşmemek için hazırlamaktır; bunu yapmak için akıl, mantık <strong>ve</strong> din açısın-<br />

48<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 140-142.


336 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

dan hiçbir güçlük düşünülmüş değildir. Bu yolda önümüze herhangi bir<br />

engel çıkarsa, doğru bildiğimiz yolda herhangi bir kara kaya oluşursa hemen<br />

o engeli yıkmak, o kayayı parçalamak, ülkenin onurunu, namusunu,<br />

varlığını düşünenler için borçtur, zorunluluktur, kutsal buyruktur.” 49<br />

Atatürk’e gelince, o yaşamın pek çok noktasında olduğu gibi kültür<br />

alanında da köktenci <strong>ve</strong> devrimcidir <strong>ve</strong> ulusların ırksal ya da doğasında varolan<br />

değişmez <strong>ve</strong> tinsel yazgılar olduğuna inanmamaktadır:<br />

“Kuşkusuz, her insan topluluğunun kültür yani uygarlık düzeyi aynı<br />

olmaz. Bu farklar, devlet, düşünce, ekonomi yaşamlarının her birinde ayrı<br />

ayrı göze çarptığı gibi, bu fark üçünün toplamı üzerinde de görülür. Önemli<br />

olan, toplamlar üzerindeki farktır. Yüksek bir kültür, onun sahibi olan<br />

ulusa kalmaz, diğer uluslarda da etkisini gösterir. Büyük kıtalara yayılır.<br />

Belki bu nedenle olacak, bazı uluslar yüksek <strong>ve</strong> yaygın kültüre, uygarlık diyorlar.<br />

Özetle, uygarlık kültürden başka bir şey değildir. Kültürün anlamını<br />

benlik diyebileceğimiz bir karakter kavramına indirmemelidir.” 50<br />

“Uygarlığın ne olduğunu başka başka tanımlayanlar vardır. Bence,<br />

uygarlığı kültürden ayırmak güçtür <strong>ve</strong> gereksizdir. Bu bakış açımı açıklamak<br />

için kültür ne demektir tanımlayayım: a) Bir insan topluluğunun devlet<br />

yaşamında, b) düşünce yaşamında yani bilimde, toplumsallıkta <strong>ve</strong> güzel<br />

sanatlarda; c) ekonomik yaşamda yani tarımda, sanatta, ticarette, kara, deniz<br />

<strong>ve</strong> hava taşımacılığında yapabildiği şeylerin sonuçlarıdır”.<br />

Bu demeçlerinde de görüldüğü gibi Atatürk, kültürü bir toplumun<br />

ürettiği nesnel <strong>ve</strong> tinsel varlıkların tümü olarak ele tanımlamakta <strong>ve</strong> onu<br />

uygarlıktan ayrı bir kavram olarak ele almayı doğru bulmamaktadır. Demek<br />

ki kültür Atatürk için, bilimsel tanımlara da son derece uygun bir biçimde<br />

aktarılabilen, değişken, dinamik <strong>ve</strong> canlı bir öğedir:<br />

“Kültür, doğanın yüksek <strong>ve</strong>rimleriyle mutlu olmaktır. Bu ifade içinde<br />

çok şey saklıdır. Temizlik, saflık, yükseklik, insanlık vb. Bunların hepsi<br />

insanlık niteliklerindendir. İşte kültür sözcüğünü eylem biçimine soktuğumuz<br />

zaman, doğanın insanlara <strong>ve</strong>rdiği yüksek nitelikleri kendi çocuklarına,<br />

torunlarına <strong>ve</strong> geleceğine <strong>ve</strong>rmesi demektir. Buraya kadar anlatmak istediğimiz,<br />

bugünkü Türkiye Cumhuriyeti çocukları kültürel insanlardır. Yani,<br />

hem kendileri kültür sahibidirler, hem de bu özelliği çevrelerine <strong>ve</strong> bütün<br />

Türk ulusuna yaymakta olduklarına kanidirler.”<br />

Nitekim bunun içindir ki Atatürk, Osmanlı Devleti gibi Batıcılık <strong>ve</strong><br />

benzeri değer ithalatçısı yaklaşımları benimsemek yerine, Türk ulusunu<br />

49<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 15.<br />

50<br />

Kongar, s. 15-17.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 337<br />

çağdaş <strong>ve</strong> uygar bir toplum kılacak bir kültür devrimini daha gerçekçi bulmuştur:<br />

“Yapmakta olduğumuz reformların amacı Türkiye Cumhuriyeti<br />

halkını, tümüyle çağdaş <strong>ve</strong> bütün anlam, biçim <strong>ve</strong> görünüşleri ile uygar bir<br />

toplum haline eriştirmektir.”<br />

Böyle bir toplumun, üzerinde yükseleceği kültür, onun tanımına<br />

göre “Eski dönemin dine karışmış masallarından, yaratılış <strong>ve</strong> varlığımızla<br />

ilgisi olmayan düşünce <strong>ve</strong> inançlardan, Doğudan <strong>ve</strong> Batıdan gelen etkilerden<br />

uzak, ulusal karakter <strong>ve</strong> tarihimize uygun bir kültür.” olmalı <strong>ve</strong> bu kültür<br />

bir düşünce devriminden hareket ederek oluşturulmalıdır. Çağdaş <strong>ve</strong><br />

uygar bir toplum doğal olarak, değişimin temelini oluşturacak yeni bir insana,<br />

51 üreten, adil, özgür düşünen, kendi kendini yönetebilen, kulluktan<br />

yurttaşlığa geçmiş bir insana gereksinmektedir. Bu nedenle, diğer alanlardaki<br />

değişimden yalıtılmış bir kültür politikası izlenmemeli; kültür alanındaki<br />

devrimci atılımlar eğitim politikalarıyla birlikte ele alınmalıdır. Nitekim<br />

gerçekleştirilenlere bakılırsa öyle de olmuştur. Atatürk’ün, kültürel alandaki<br />

devrimci yenilikleri yaşama aktarırken üç temel strateji izlediği dikkati çekmektedir:<br />

(i) Cumhuriyet yurttaşı yetiştirmek, (ii) Kırsal alanı dönüştürmek,<br />

(iii) Devrim ideolojisini toplumsallaştırmak.<br />

Bunun kapsamlı <strong>ve</strong> uzun soluklu bir kültür <strong>ve</strong> kimlik değiştirme denemesi<br />

olacağı açıktır. Bunun için de uygulamaya kültürün lokomotifi olan<br />

eğitim sisteminden başlanmıştır. Bu amaçla, eğitim birleştirilmiş <strong>ve</strong> yaygınlaştırılmış,<br />

yurtdışına öğrenciler gönderilmiş, bilimsel kurumlar desteklenmiş,<br />

öğretmen okulları yaygınlaştırılmış, ücretsiz yatılı öğrencilik başlatılmış,<br />

ilköğretimin zorunlu kılınmış, meslek okulları açılmış <strong>ve</strong> Eğitim Bakanlığı<br />

yeniden yapılandırılmıştır. Artık saptanan stratejilerin uygulanışını, yaşamın<br />

her alanında görmek olanaklıdır: Dil alanında özleşme, yazı alanında ABC<br />

devrimi, din alanında inanç <strong>ve</strong> vicdan özgürlüğü, bilim alanında üni<strong>ve</strong>rsite<br />

reformu, giyim-kuşam alanında çağdaşlaşma <strong>ve</strong> sanat alanında eğitim, teşvik<br />

<strong>ve</strong> yasal düzenlemeler olmak üzere, kültürün maddi yüzünü oluşturan<br />

tüm alanlarda sürekli <strong>ve</strong> kapsamlı yenilikler yapılacaktır.<br />

Bütün bu dinamizmin resmi dayanağı daha Cumhuriyet bile kurulmamışken<br />

göre<strong>ve</strong> başlayan Fethi Okyar kabinesinin 5 Eylül 1923 tarihli<br />

hükümet programı olmuştur. Bu programdan alınan aşağıdaki paragraf,<br />

dönem boyunca izlenen eğitim <strong>ve</strong> kültür politikasının düşünsel çevirisi niteliğindedir:<br />

51<br />

Ahmet Taner Kışlalı, “Atatürk’ün Kültür Siyaseti”, Cumhuriyet Dönemi Cumhuriyet Yazıları Seçkisi,<br />

Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998, s. 36.


338 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

“Ulusal kültür örgütüne özel bir önem <strong>ve</strong>rilecek, eğitim-öğretim <strong>ve</strong><br />

uygulamanın temeli ulusal kültüre <strong>ve</strong> çağdaş uygarlığa dayanacaktır. Eğitim<br />

Bakanlığı’ndaki Kültür Müdürlüğü genişletilerek <strong>ve</strong> tamamlanarak çeşitli<br />

yerlerde incelemelere başlanacak, uygun yerlerde ulusal müzeler oluşturulacak,<br />

ulusal kültürün toplanmasına <strong>ve</strong> geliştirilmesine <strong>ve</strong> görülmedik<br />

güzellikte ulusal şeyler <strong>ve</strong> sanayinin gelişme <strong>ve</strong> olgunlaşmasına çalışılacaktır”.<br />

Nitelik açısından bakıldığında, tinsel kültüre yüklenen değerler, geleneksel<br />

değerlere meydan okurcasına ulusal, demokratik <strong>ve</strong> halkçı değerlerdir.<br />

Dilden tarihe <strong>ve</strong> yazıdan sanata yaşamın hemen her alanında farklı<br />

uygulamalarla kendisini gösteren bu değerlerin, özellikle de Türk Tarih Kurumu,<br />

Türk Dil Kurumu, Halkevleri <strong>ve</strong> Halk Odaları gibi özerk cumhuriyet<br />

kurumları aracılığıyla tanıtılıp önerilmiş olması son derece çarpıcıdır. Çünkü<br />

kültürü geçmişten koparmaya çalışmanın, geçmişin tutsağı kılmaya çalışmakla<br />

aynı ölçüde kısırlaştırıcı olduğunu gören büyük önder; böyle bir<br />

yöntem <strong>ve</strong> strateji izlemekle, kültürel kurumlaşmanın demokratik <strong>ve</strong> bağımsız<br />

bir temel üzerine kurulmasını sağlamıştır 52 . Onun algıladığı kültür,<br />

malzemesiyle ulusal, kendini üretme <strong>ve</strong> dönüştürme süreçlerinin demokratik<br />

<strong>ve</strong> sivil oluşuyla da evrenseldir. Dolayısıyla o, sivil giysileri içinde yazı<br />

devrimini tanırken, fakülteler açarken, arkeolojik kazılar düzenlerken, Halkevlerini<br />

kurarken, tiyatro yapıtları yazdırırken, operalar besteletirken, konservatuar<br />

eğitiminin temellerini atarken, Türk müzeciliğini kurarken, bilimsel<br />

kurultaylar düzenlerken, kısacası kültürel yayılımın sürekli içinde <strong>ve</strong><br />

merkezinde etkin durumdayken; 53 bir dayatmacı değil, gözlerdeki perdeyi<br />

aralayan bir öncü <strong>ve</strong> habercidir aslında.<br />

İnce ruhlu, yaratıcı <strong>ve</strong> hümanist bir insan olarak Atatürk’ün sanat<br />

alanındaki politikalarını da kültüre bakış açısı belirlemiştir:<br />

“Sanat güzelliğin anlatımıdır. Bu anlatım sözle olursa şiir, ezgi ile<br />

olursa müzik, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykelcilik, bina<br />

ile olursa mimarlık olur.” 54<br />

“Güzel sanatlarda başarı, bütün devrimlerin başarılı olduğunun en<br />

kesin kanıtıdır. Bunda başarılı olamayan uluslara ne yazıktır. Onlar bütün<br />

başarılarına karşın, uygarlık alanında yüksek insanlık niteliğiyle tanınmaktan<br />

daima yoksun kalacaklardır.” 55<br />

52 Kışlalı, s. 37.<br />

53 Macit Gökberk, “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler <strong>ve</strong> Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk,<br />

İstanbul: Eczacıbaşı Vakfı Yay., 2004, s. 312.<br />

54 Atatürk’ün Fikir <strong>ve</strong> Düşünceleri, Haz. Utkan Kocatürk, Ankara: AKDTYK-ATAM Yay., 1999, s. 152.<br />

55<br />

Atatürk’ün Fikir <strong>ve</strong> Düşünceleri, … s, 152.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 339<br />

“Bir ulus sanattan <strong>ve</strong> sanatkârdan yoksunsa tam bir yaşama sahip<br />

olamaz. Böyle bir ulus bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat <strong>ve</strong> hasta bir<br />

kimse gibidir.” 56<br />

“Yaşamda müzik gerekli midir? Yaşamda müzik gerekli değildir;<br />

çünkü yaşam müziktir. Müzikle ilgisi olmayan yaratıklar insan değildirler.<br />

Eğer söz konusu olan yaşam insan yasamı ise müzik ne olursa olsun vardır.<br />

Müziksiz yaşam aslında var olamaz. Müzik yaşamın sevinci, ruhu, neşesi <strong>ve</strong><br />

her şeyidir. Yalnız müziğin türü üzerinde durulmaya değer.”<br />

“Bugün dinletilmeye yeltenilen müzik yüz ağartacak değerde olmaktan<br />

uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri<br />

anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak onları bir gün önce genel<br />

son müzik kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak böylelikle ulusal Türk<br />

müziği yükselebilir. Evrensel müzikte yerini alabilir.”<br />

“Sinema öyle bir keşiftir ki bir gün gelecek barutun, elektriğin <strong>ve</strong><br />

kıtaların keşfinden çok, dünya uygarlığının görünüşünü değiştireceği görülecektir.<br />

Sinema dünyanın en uzak uçlarında oturan insanların birbirlerini<br />

tanımalarını, sevmelerini sağlayacaktır. Sinema, insanlar arasındaki görüş,<br />

görünüş farklarını silecek, insanlık ülküsünün gerçekleşmesine en büyük<br />

yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu önemi <strong>ve</strong>rmeliyiz.”<br />

Özetlemek gerekirse; “Kültür okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden<br />

anlam çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı eğitmektir.”<br />

57 diyen Atatürk, kültür devrimini Türk Devrimi’nin de temeli <strong>ve</strong><br />

dayanağı olarak görmektedir.<br />

“Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür. Bu sözü burada ayrıca<br />

açıklamaya gerek görmüyorum. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin okullarında<br />

birçok gelişmelerle yapıt olarak belirginleşmiştir.”<br />

56 Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 2. Cilt, s. 129.<br />

57 A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hatıralar <strong>ve</strong> Belgeler, Ankara, 1968, s. 271-272.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 341<br />

BÖLÜM VI<br />

ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA KONUSUNDAKİ<br />

<strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

VI.1. ATATÜRK’ÜN UYGULADIĞI DIŞ POLİTİKA STRATEJİLERİ VE SONUÇLARI<br />

Atatürk’ün dış politikasını kavrayabilmek için, öncelikle ulaşmak istediği<br />

amaçları <strong>ve</strong> bu amaçlara ulaşmak amacıyla ödün <strong>ve</strong>rmemeye çalıştığı<br />

ilkeleri bilmek gerekir. Dış politika alanındaki amaç <strong>ve</strong> ilkeler savaş <strong>ve</strong><br />

barış döneminde bazı farklılıklar göstermekle birlikte, bu konuda genelde<br />

akademik bir uzlaşma oluşmuş olduğu söylenebilir. Öncelikle amaçlardan<br />

başlayalım. Nedir Atatürk’ün dış politikadaki amaçları?<br />

1. Ulusal devlet kurmak: Resmi olarak ilk kez Ulusal Ant belgesinde<br />

yer alan bu amaç, hem ulusal bir birleşme ülküsü hem de diplomatik bir<br />

pazarlık platformu işlevi görmüştür. O, din ya da etnik köken temelinde<br />

oluşan çeşitli birlik arayışlarının, birleşmek yerine nasıl parçalayıcı bir etki<br />

uyandırdığını görmüş <strong>ve</strong> geçmiş, bugün <strong>ve</strong> gelecekte birlikte yaşama arzusu<br />

üzerine kurulmuş siyasal bir toplum olmaya önem <strong>ve</strong>rmiştir. Kendisinden<br />

önceki çeşitli deneyimler, özellikle de ulusal birliğe alternatif olan diğer<br />

ırkçı yaklaşımlar konusunda Atatürk’ün bakış açısı çok açık <strong>ve</strong> nettir:<br />

“Çeşitli ulusları, ortak <strong>ve</strong> genel bir unvan altında toplamak <strong>ve</strong> bu<br />

çeşitli unsur kütlelerini aynı hukuk <strong>ve</strong> koşullar altında bulundurarak güçlü<br />

bir devlet kurmak parlak <strong>ve</strong> cazip bir dikkat çekici siyasettir. Fakat aldatıcıdır.<br />

Hatta hiçbir sınır tanımayarak, dünyada mevcut bütün Türkleri bile bir<br />

devlet halinde birleştirmek, olanak dışı bir hedeftir. Bu, asırların <strong>ve</strong> asırlarca<br />

yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı olaylar ile meydana koyduğu<br />

bir gerçektir.”<br />

2. Tam bağımsızlık: Yine Ulusal Ant belgesinin 6. maddesinde somutlaşan<br />

bu amaca göre; siyasal, adli <strong>ve</strong> mali gelişmeye engel olacak tüm<br />

kayıtlara karşı çıkılacak, imtiyaz <strong>ve</strong> kapitülasyon görünümünde ortaya çıkan<br />

her türlü yabancı karışmasına son <strong>ve</strong>rilecektir. Ancak uluslararası işbirliği,<br />

yardımlaşma <strong>ve</strong> dayanışma ilişkisi elbette reddedilmemektedir. Bunu<br />

Atatürk’ün kendi tümceleriyle somutlaştıralım: “Her zaman <strong>ve</strong> bugün bile<br />

meydana gelecek yardımları hoşnutlukla karşılarız. Nitekim, Ankara-Ereğli


342 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

<strong>ve</strong> Keller-Diyarbakır demiryollarının inşası için bir İs<strong>ve</strong>ç grubunun teknik<br />

<strong>ve</strong> ekonomik yardımlarını hoşnutlukla kabul ettik. Ve örneğin Ankara kentinin<br />

<strong>ve</strong> diğer Anadolu kentlerinin bir an önce inşalarında <strong>ve</strong> bütün diğer<br />

demiryolu hatlarımızın <strong>ve</strong> yollarımızın, limanlarımızın inşaları önerisinde<br />

bulunacak yabancı sermayedarların yardımlarını hoşnutlukla kabul ederiz”<br />

58<br />

3. Batılılaşmak: Batılılaşma amacı, Osmanlı Devleti’nde yorumlandığı<br />

üzere Batı gibi dahası Avrupa gibi olmak değil, belirli bir uygarlık modeli<br />

üzerinde çağdaşlaşmaktır. Batılılaşmayı çağdaşlaşma amacıyla özdeşleştiren<br />

bu yaklaşım Atatürk’ün sözlerinde de okunabilir: “Ülkemizi çağdaşlaştırmak<br />

istiyoruz. Bütün çabamız Türkiye’de çağdaş, bundan dolayı Batılı<br />

bir hükümet meydana getirmektir. Uygarlığa girmeyi arzu edip de Batıya<br />

yönelmemiş ulus hangisidir?”<br />

4. Mazlum uluslara örnek olmak: Atatürk pek çok konuşmasında,<br />

Türkiye’de <strong>ve</strong>rilen Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın yalnızca Türklerin değil<br />

Doğunun uyanışı adına da <strong>ve</strong>rilen bir savaş olduğunu belirtmiş <strong>ve</strong> Türk dış<br />

politikasının mazlum ulusların varlık <strong>ve</strong> çıkarlarını göz ardı etmeyeceğini<br />

belirtmiştir:<br />

“Anadolu, yıkılmak, çiğnenmek, parçalanmak isteniyor; fakat bu<br />

saldırılar Anadolu’ya özgü <strong>ve</strong> onunla sınırlı değildir. Bu sınırların genel hedefi<br />

bütün doğudur. Anadolu; her türlü sataşmalara, saldırılara karşı bütün<br />

varlığımızla kendisini savunmaktadır <strong>ve</strong> bunda başarılı olacağından emindir.<br />

Anadolu bu savunmasıyla yalnız kendi varlığına ait görevi yerine getirmiyor<br />

belki bütün doğuya yönelen saldırılara bir set çekiyor.”<br />

“Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Doğu<br />

uluslarının da uyanışını öyle görüyorum. Özgürlük <strong>ve</strong> bağımsızlığına kavuşacak<br />

olan çok kardeş ulus vardır. Onların yeniden doğuşu, kuşkusuz ki<br />

ilerlemeye <strong>ve</strong> gönence yönelerek meydana gelecektir. Bu uluslar, bütün<br />

güçlüklere <strong>ve</strong> bütün engellere karşın utku kazanacaklar <strong>ve</strong> kendilerini bekleyen<br />

gelecek zamana ulaşacaklardır. Sömürgecilik <strong>ve</strong> emperyalizm yeryüzünden<br />

yok olacak <strong>ve</strong> yerlerine uluslararasında hiçbir renk, din <strong>ve</strong> ırk farkı<br />

gözetmeyen yeni bir uyum <strong>ve</strong> işbirliği çağı egemen olacaktır.”<br />

Bu yaklaşımın yaratmış olduğu sonuçları, yine mazlum ulusların liderlerinden<br />

okumak açıklayıcı olacaktır:<br />

“Çağdaş İslam dünyasındaki en büyük müslümandı <strong>ve</strong> kuşkusuz<br />

tüm İslam dünyası onun ölümüne yas tutacaktır. Çağdaş Türkiye’nin yapıcısı<br />

<strong>ve</strong> kurucusu olarak <strong>ve</strong> başta yakın Doğu’nun Müslüman devletleri ol-<br />

58 Aptülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri <strong>ve</strong> Diplomasisi, İstanbul: İnkılâp <strong>ve</strong> Aka Yay.,<br />

1991, s. 43.


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 343<br />

mak üzere dünyanın diğer kalan bölümüne örnek olarak yaptığı çeşitli <strong>ve</strong><br />

olağanüstü hizmetleri karşısındaki hayranlığı bir basın demecinde yeterince<br />

açıklayabilmek olanaksızdır. Tüm eksikliklere karşın halkını kurtarmak <strong>ve</strong><br />

yeniden oluşturmak konusunda izlediği dikkate değer yöntemin dünya tarihinde<br />

bir benzeri daha yoktur.” (Pakistan Devletinin kurucusu Muhammed<br />

Ali Cinnah)<br />

“Mustafa Kemal’in kişiliği, halk kitlelerinin ayaklanması <strong>ve</strong> halk<br />

mücadelelerinin ölçüsü olmuştur. Bu mücadeleler onun ölümünden sonra<br />

genişlemiştir. Doğu <strong>ve</strong> Batı blokları arasındaki Üçüncü Dünyaya da sirayet<br />

etmiş <strong>ve</strong> onu sömürge tahakkümünden kurtarmıştır.” (Tunus Devlet Başkanı<br />

Habib Burgiba)<br />

“O, uğraşlarıyla, yalnız Türkiye’ye değil, bütün Doğu dünyasına<br />

kurtuluş yolunu göstermiştir. O tarih büyüğünün, o Türk kahramanının, o<br />

Doğunun kurtuluş <strong>ve</strong> uygarlık önderinin yapıtlarını her zaman sevgi <strong>ve</strong><br />

saygıyla anacağız” 59 .<br />

Şimdi de Atatürk’ün bu amaçlara ulaşmak amacıyla başvurduğu <strong>ve</strong><br />

ödün <strong>ve</strong>rmemeye özen gösterdiği ilkelere bir göz atalım: 60<br />

• Gerçekçilik <strong>ve</strong> serü<strong>ve</strong>ncilikten sakınma<br />

• Gü<strong>ve</strong>nilirlik<br />

• Güçlü tarihsel perspektif<br />

• Ulusalcılık <strong>ve</strong> insancıllık<br />

• İnsan haklarına <strong>ve</strong> eşitlik ilkesine saygı<br />

• Hukuka bağlılık<br />

• Kendi gücüne dayanma, fakat gerektiğinde ittifaklara girme<br />

• Diyaloga açıklık<br />

• Başka ulusların iç işlerine <strong>ve</strong> ülke bütünlüğüne karışmama<br />

Gerek Ulusal Bağımsızlık Savaşı gerekse de Cumhuriyet döneminde,<br />

Türkiye’nin karşılaştığı sorunlar çözülürken, diğer devletlerle ilişkiler kurulup<br />

geliştirilirken, uluslararası örgütlenmeler içersine katılırken, Türk dış<br />

politikasını biçimlendiren amaç <strong>ve</strong> ilkeler ana başlıklarıyla bunlardır <strong>ve</strong> ortaya<br />

koyduğu bilanço açısından genç Türkiye’yi kesinlikle başarıya ulaştırmış<br />

<strong>ve</strong> uluslararası aile fotoğrafının onurlu bir üyesi durumuna getirmiştir.<br />

59<br />

Mehmet Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar <strong>ve</strong> İlkeler”, Atatürk Yolu, Ankara: AKDTYK-<br />

ATAM Yay., 1987, s. 257.<br />

60 Bu ilkeler için bkz.: Gönlübol, s. 258-277; Mehmet Gönlübol-Ömer Kürkçüoğlu, “Atatürk Dönemi Türk<br />

Dış Politikasına Genel Bir Bakış”, Atatürkçü Düşünce, Ankara, AKDTYK-ATAM Yay., 1992, s. 451-<br />

473; İzzettin Doğan, “Atatürk’ün Dış Politikası <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkiler Anlayışı”, Çağdaş Düşüncenin<br />

Işığında Atatürk, İstanbul: Eczacıbaşı Vakfı Yay., 1986, 172-186; Akşin, s. 32-46.


344 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

Elde edilen sonucun, sergilenmeye değer en güzel göstergesi Lozan<br />

Antlaşması’dır ki bilindiği gibi bu başarı sonucunda; özgür iradesiyle tanımladığı<br />

Ulusal Ant üzerine kurulmuş bir yurdu bulunan, bağımsız, egemen,<br />

imtiyaz <strong>ve</strong> kapitülasyon baskısından kurtulmuş bir devlet kurulmuştur.<br />

Dış politikada elde edilen başarılar, elbette yalnızca doğru <strong>ve</strong> gerçekleştirilebilir<br />

hedeflerin seçilmiş olmasının <strong>ve</strong> oraya ulaşmak için kullanılan<br />

araçların yani dış politika ilkelerinin sonucu değildir. Aynı zamanda ilkelerin<br />

uygulandığı zemin yani varış noktasına ulaşmak için binilen araçların,<br />

üzerinde seyrettikleri yol da belirleyici olmuştur. Tercih edilen bu seyir<br />

yollarını “strateji” kavramıyla ifade edersek; Atatürkçü dış politikanın şu<br />

stratejiler üzerine kurulmuş olduğunu söyleyebiliriz:<br />

1. Barış içinde yaşamak: Türkiye’nin önce Rusya aradından Fransa<br />

olmak üzere cepheleri birer birer kapatan başarıları; daha sonra bağımsız<br />

<strong>ve</strong> egemen bir devlet olarak sahneye çıkmasını sağlayan Lozan Antlaşması’nı<br />

imzalaması <strong>ve</strong> izleyen dönemlerde de sürekli uluslararası ittifaklar yoluyla<br />

barış <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik arayışları içinde olması hep aynı stratejinin sonuçları<br />

olmuştur: “Yurtta barış, dünyada barış” stratejisi. Bir çok demeç <strong>ve</strong> uygulama<br />

göstermektedir ki burada, yurttaki barış ile ifade edilen şey demokrasi<br />

iken dünyadaki barışın temelini ise yukarıda da belirttiğimiz gibi Batılılaşma<br />

<strong>ve</strong> mazlum uluslara ilgi duyma politikaları oluşturmaktadır.<br />

2. Halka dayanmak: İç politikada olduğu gibi dış politikada da alınan<br />

kararlar <strong>ve</strong> gerçekleştirilen uygulamaların arkasında ulusun desteğinin,<br />

temsilcilerinin <strong>ve</strong> onayının olmasına özel bir önem <strong>ve</strong>rilmiş; yapılan her iş<br />

ulus adına <strong>ve</strong> onun için yapılmıştır.<br />

3. İleri görüşlü <strong>ve</strong> hazır olmak: Kimlerle, nerede, ne zaman, neyin<br />

<strong>ve</strong> nasıl yapılacağına doğru karar <strong>ve</strong>rebilmek için, Atatürk geçmiş <strong>ve</strong> bugünün<br />

ayrıntılı <strong>ve</strong> doğru okunmasına büyük önem <strong>ve</strong>rmiş; Osmanlı politikasında<br />

olduğu gibi başa gelenlere katlanan kaderci <strong>ve</strong> komplolara açık bir<br />

dış politika yerine, yazgısına kendi iradesiyle yön <strong>ve</strong>ren, yönünü <strong>ve</strong> konumunu<br />

önceden belirleyen <strong>ve</strong> ulusların karşılıklı ilişkilerini bir takım oyuncusu<br />

anlayışı içinde kavrayan bir yaklaşımla ileri görüşlü <strong>ve</strong> hazır olmaya çalışmıştır.<br />

Onun İkinci Dünya Savaşı’nı önceden okuyan şu sözleri, konuyu<br />

aydınlatıcı nitelik taşımaktadır:<br />

“Avrupa sorunu İngiltere, Fransa <strong>ve</strong> Almanya arasındaki anlaşmazlık<br />

konuları olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın doğusunda bütün<br />

uygarlığı <strong>ve</strong> hatta bütün insanlığı tehdit eden yeni bir güç belirmiştir. Bütün<br />

nesnel <strong>ve</strong> tinsel olanaklarını, bütünüyle dünya ihtilali amacı uğruna seferber<br />

eden bu korkunç güç, üstelik Avrupalılar <strong>ve</strong> Amerikalılarca henüz bilinmeyen<br />

yepyeni siyasal yöntemler uygulamakta <strong>ve</strong> rakiplerinin en küçük<br />

hatalarından bile mükemmel bir biçimde yararlanmasını bilmektedir. Av-


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 345<br />

rupa’da meydana gelecek bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa<br />

ne de Almanya’dır. Yalnızca Bolşevizm’dir. Rusya’nın yakın komşusu <strong>ve</strong><br />

bu ülkede en çok savaşmış bir ulus olarak, biz Türkler orada yaşanan eden<br />

olayları yakından izliyor <strong>ve</strong> tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyuyan<br />

Doğu uluslarının zihniyetlerini mükemmel bir biçimde istismar eden, onların<br />

ulusal tutkularını okşayan <strong>ve</strong> kinleri kışkırtmasını bilen Bolşevikler, yalnız<br />

Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca güç durumuna gelmişlerdir”.<br />

“Pek yakında dünya durumu, Bırakışma yılarından daha çok ciddî<br />

olacak <strong>ve</strong> karışacaktır. İkinci büyük bir savaş karşısında kalacağız. Dünyaya<br />

egemen olan ulusları yönetenlerin arasında yazık ki birinci derece devlet<br />

adamı çıkmıyor. Avrupa’da birkaç serü<strong>ve</strong>nci Almanya ile İtalya’nın başında<br />

zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının aczinden<br />

cüret alıyorlar. Bunlar, bugün dünyayı kana boyamaktan çekinmeyeceklerdir.<br />

Eski dostumuz Rus Sovyet Hükümeti, âcizlerle serü<strong>ve</strong>ncilerin<br />

yanlış hareketlerinden yararlanmasını bilecektir. Bunun sonucunda dünyanın<br />

durumu <strong>ve</strong> dengesi bütünüyle değişecektir. İşte, bu dönem boyunca<br />

doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız durumunda,<br />

başımıza Bırakışma yıllarından daha çok felâketler gelmesi olasıdır!” 61<br />

“Çok zaman geçmeden Avrupa’da bir fırtına kopacak, bu müthiş<br />

kasırga, dünyanın her tarafına yayılacak <strong>ve</strong> insanlık genel bir savaş felâketinin<br />

bütün kötülükleri ile bir kere daha karşılaşacak! Bu kanlı, tehlikeli durumda<br />

tarafsız kalmak, savaşa katılmamak <strong>ve</strong> devlet gemisini bu fırtına ortasında<br />

hiçbir engele çarptırmadan yöneterek savaş dışında <strong>ve</strong> barış içinde<br />

yaşamaya çabalamak, bizim için yaşamsal önem taşımaktadır.” 62<br />

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet tanklarının bütün bir Doğu<br />

Avrupa’yı istila ettiği düşünülürse, Atatürk’ün ne denli haklı çıktığı <strong>ve</strong> ileriyi<br />

nasıl doğru okuduğu anlaşılabilir. Fakat burada asıl dikkat edilmesi gereken<br />

şey; Türkiye’nin Milletler Cemiyeti üyesi olmasının, ardı ardına Balkan<br />

Antantı <strong>ve</strong> Sadabat Paktı’nı imzalayarak Balkanlar <strong>ve</strong> Doğu’da ittifak bölgeleri<br />

oluşturmuş olmasının bu ileri görüşlülük içinde daha farklı bir görünüm<br />

<strong>ve</strong> anlam kazanıyor olmasıdır. Çünkü tüm bu yaratıcı politikalar, Türkiye’yi<br />

bir gü<strong>ve</strong>nlik çemberi içine almış <strong>ve</strong> İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin<br />

tarafsızlık politikasına üzerinde bir kez daha düşünmeye değer ölçüde<br />

katkı sağlamıştır. Onun şu sözleri, tam da bu noktada anımsanması gereken<br />

düşünceler içermektedir:<br />

61 Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hâtıralar, İstanbul, 1960, s. 252 – 253.<br />

62<br />

Ulus, 10. 11. 1961.


346 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

“Bugün vardığımız barışın, sonsuz barış olacağına inanmak, elbette<br />

safdillik olur. Bu o kadar önemli bir gerçektir ki ondan bir an bile gaflet,<br />

ulusun bütün varlığını tehlikeye sokar. Kuşkusuz, hukukumuza, onur <strong>ve</strong><br />

gururumuza saygı gösterildikçe, karşı saygıda asla kusur etmeyeceğiz. Fakat<br />

ne çare ki zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğunu ya da<br />

hiç saygı gösterilmediğini çok acı deneyimlerle öğrendik. Onun için her türlü<br />

olasılıkların gerektireceği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz”.<br />

VI.2. ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA KONUSUNDAKİ <strong>DEMEÇLER</strong>İ<br />

Atatürk’ün dış politika konusundaki demeçleri, onun uluslararası<br />

ilişkilere bakış açısını aydınlatmasının yanı sıra izlenen dış politikanın gerekçeleri<br />

hakkında birçok ipucu barındırmaktadır. Bu ipuçlarını seçilmiş<br />

örnekler üzerinde izlemeye çalışalım:<br />

Örneğin barış konusunu ele alalım. Atatürk için bu kavram öylesine<br />

yaşamsaldır ki barıştan ne ödün <strong>ve</strong>rmiştir ne de bu olguyu bir yatıştırma<br />

aracı olarak kullanmıştır. Çünkü o, barışı hem Türk Devrimi’nin hem de izlenen<br />

dış politikanın temel amaçlarından olan “Tam Bağımsızlık” kavramı<br />

ile eş anlamlı olarak tanımlamıştır:<br />

“Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman, tam bağımsızlık istediğimizi<br />

herkesin anlaması gerekir.”<br />

“Ülkemizin zulüm yoluyla uğradığı yıkımı onarmak <strong>ve</strong> yıllardan beri<br />

türlü engeller altında baskı uygulanan ekonomi yaşamımızın meşru gelişimini<br />

sağlamak <strong>ve</strong> teknoloji <strong>ve</strong> bilim içinde çalışkan bir yaşama kavuşturmak<br />

barış koşullarımızdır.”<br />

“Öncelikle barışse<strong>ve</strong>r olduğumuz için barışı arzu ediyoruz. İkinci<br />

olarak, sürekli savaşlar nedeniyle, ülke barışa, düzen <strong>ve</strong> onarıma çok muhtaçtır.<br />

Fakat barış olmayacak olursa yine savaşımı sürdürecek <strong>ve</strong> kesinlikle<br />

ülke için gerekli olan sonucu elde edeceğiz.”<br />

“Dışişlerinde dürüst <strong>ve</strong> açık olan politikamız barış düşüncesine dayanır.<br />

Uluslararası herhangi bir sorunumuzu barış yoluyla çözmeyi aramak<br />

bizim çıkar <strong>ve</strong> anlayışımıza uyan bir yoldur.”<br />

“Biz, uluslararası ilişkilerde karşılıklı gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong> saygıyı hedef tutan<br />

açık <strong>ve</strong> içten politikanın en ateşli taraftarıyız. Duyarlılığımız, bu yolda kendisini<br />

gösteren hazırlıklara <strong>ve</strong> uğraşılara karşı, bunların bizim için de eylemsel<br />

<strong>ve</strong> gerçek bir gü<strong>ve</strong>n oluşturup oluşturmayacağı noktasındadır.” 63<br />

63<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 336)


DEVRİME YÖN VEREN <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>) 347<br />

Bir başka dikkat çekici konu ise, Atatürk’ün gerek iç gerekse de dış<br />

politikada tercih edilen politikaları “ulusal” oluşlarıyla nitelendiriyor olmasıdır:<br />

“Bizim açık <strong>ve</strong> uygulama yeteneğine sahip olarak gördüğümüz siyasal<br />

yöntem, ulusal siyasettir. Dünyanın bugünkü genel koşulları <strong>ve</strong> yüzyılların<br />

beyinlerde <strong>ve</strong> karakterlerde merkezileştirdiği gerçekler karşısında<br />

düşçü olmak kadar büyük bir hata olamaz. Tarihin ifadesi budur, bilimin,<br />

aklın, mantığın ifadesi böyledir. Ulusumuzun güçlü <strong>ve</strong> sürekli yaşayabilmesi<br />

için, devletin tümüyle ulusal bir siyaset izlemesi <strong>ve</strong> bu siyasetin, iç örgütlenmemizle<br />

tümüyle uyumlu <strong>ve</strong> dayanaklı olması gerekmektedir. Ulusal siyaset<br />

dediğimiz zaman, kastettiğim anlam <strong>ve</strong> içerik şudur: Ulusal sınırlarımız<br />

içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı sürdürmek,<br />

ulus <strong>ve</strong> ülkenin gerçek mutluluk <strong>ve</strong> uygarlaşmasına çalışmak. Sınırlandırılmamışlıktan<br />

doğan arzular peşinde ulusu oyalamamak <strong>ve</strong> zarar<br />

<strong>ve</strong>rmemek. Uygar dünyadan, uygar <strong>ve</strong> insani davranışa <strong>ve</strong> bağımsız dostluğa<br />

sahip olmaktır.”<br />

“Büyük düşler peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi<br />

görünen düzenbaz insanlardan değiliz. Büyük <strong>ve</strong> düşsel şeyleri yapmadan<br />

yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini,<br />

kinini bu ülkenin <strong>ve</strong> ulusun üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık;<br />

belki ‘yapıyoruz, yapacağız!’ dedik. Düşmanlar da ‘yaptırmamak için bir an<br />

ev<strong>ve</strong>l öldürelim!’ dediler. Panturanizm yapmadık, ‘yaparız, yapıyoruz!’ dedik,<br />

‘yapacağız!’ dedik <strong>ve</strong> yine ‘öldürelim!’ dediler. Bütün dava bundan<br />

ibarettir. Bütün dünyaya korku <strong>ve</strong> telâş <strong>ve</strong>ren kavram bundan ibarettir. Biz<br />

böyle, yapmadığımız <strong>ve</strong> yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın<br />

sayısını <strong>ve</strong> üzerimize olan baskılarını artırmaktan ise doğal<br />

duruma, meşru duruma dönelim; haddimizi bilelim. Biz yaşama <strong>ve</strong> bağımsızlık<br />

isteyen ulusuz. Ve yalnız <strong>ve</strong> ancak bunun için yaşamımızı esirgemeden<br />

<strong>ve</strong>ririz!” 64<br />

Yine, demeçler okunduğunda, birçok hedef içersinde Batılılaşma<br />

politikalarının da özel bir yeri olduğu <strong>ve</strong> dış politika üzerinde belirleyici bir<br />

rol oynadığı anlaşılmaktadır.<br />

“Ülkeler çeşitlidir, fakat uygarlık birdir <strong>ve</strong> bir ulusun ilerlemesi için<br />

bu tek uygarlığa katılmamız gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun<br />

çöküşü, Batıya karşı elde ettiği başarılarından çok mağrur olarak, kendini<br />

Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu hataydı, bunu<br />

yinelemeyeceğiz.”<br />

64 Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> …, 1. Cilt, s. 195 -196.


348 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

“Türklerin yüzyıllardan beri izlediği hareket, sürekli aynı doğrultuyu<br />

korudu. Biz sürekli doğudan batıya doğru yürüdük. (…) Doğuda yaşamayı<br />

seçmek zorunda olduğumuz için, ırkımızın beşiği ile ilgili olması nedeniyle<br />

olabildiğince yakın batıda bir ikametgâh seçtik. Fakat bedenlerimiz<br />

doğuda ise düşüncelerimiz batıya doğru yönelik kalmıştır.”


KAYNAKÇA<br />

AFETİNAN, A., “Atatürk’ün Büyük Nutuk’unun Müs<strong>ve</strong>ddeleri Üzerinde Arkadaşlarının Eleştirilerini<br />

Dinlemesi <strong>ve</strong> Gençliğe Seslenişi”, Atatürk’ün Büyük Söylev’inin 50. Yılı Semineri,<br />

Ankara: TTK Yay., 1980.<br />

AFETİNAN, A., Atatürk Hakkında Hatıralar <strong>ve</strong> Belgeler, Ankara, 1968.<br />

, A., İzmir İktisat Kongresi, Ankara: TTK Yay., 1989.<br />

, A., Medeni Bilgiler <strong>ve</strong> Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara: TTK Yay.,<br />

1988.<br />

AKŞİN, Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri <strong>ve</strong> Diplomasisi, İstanbul: İnkılâp <strong>ve</strong> Aka<br />

Yay., 1991.<br />

AKŞİN, Sina, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara: İmaj Yayıncılık, 1998.<br />

ARAR, İsmail, “Büyük Nutuk’un Kapsamı, Niteliği, Amacı”, Atatürk’ün Büyük Söylev’inin 50.<br />

Yılı Semineri, Ankara: TTK Yay., 1980.<br />

Atatürk’ün Fikir <strong>ve</strong> Düşünceleri, Haz. Utkan Kocatürk, Ankara: AKDTYK-ATAM Yay., 1999, s.<br />

152.<br />

Atatürk’ün Söylev <strong>ve</strong> Demeçleri, 3 Cilt, Ankara: AKDTYK – ATAM Yay., 1989.<br />

ATAY, F. Rıfkı, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları, İstanbul, 1953.<br />

AYBARS, Ergün, “Atatürk Eğitim İlkesi”, Uluslararası Atatürk Konferansı, İstanbul: Boğaziçi<br />

Üniv. Yay., , 1981.<br />

AYSAN, Mustafa A., “Atatürk'ün Ekonomik Kalkınma Modeli”, Atatürkçülük, İstanbul: MEB Yay,<br />

1988.<br />

BORATAV, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002, Ankara: İmge Kitabevi Yay., 2003.<br />

CEBESOY, Ali Fuat, Siyasi Hâtıralar, İstanbul, 1960.<br />

CUMALI, Necati, “Nutuk”, Vatan, 10 Kasım 1961.<br />

DAVER, Bülent, “Atatürk <strong>ve</strong> Ekonomi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 31, Cilt: XI, Mart<br />

1995.


350 <strong>SÖYLEV</strong> (<strong>1919</strong>-<strong>1927</strong>) <strong>ve</strong> <strong>DEMEÇLER</strong> (<strong>1928</strong>-<strong>1938</strong>)<br />

DOĞAN, İzzettin, “Atatürk’ün Dış Politikası <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkiler Anlayışı”, Çağdaş Düşüncenin<br />

Işığında Atatürk, İstanbul: Eczacıbaşı Vakfı Yay., 1986.<br />

ELDEM, Vedat, Harp <strong>ve</strong> Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, Ankara:<br />

TTK Yay., 1994.<br />

ERENDİL, Muzaffer, “Atatürk’ün Nutuk (Söylev) Adlı Eseri Üzerine Bir İnceleme”, IX.Tarih<br />

Kongresi-Bildiriler, Cilt: III, Ankara: TTK Yay., 1989.<br />

ERKAN, Hüsnü, “Atatürkçü Düşünce, Bilimsellik <strong>ve</strong> Toplumsal Gelişme”, Uluslararası Atatürk<br />

Konferansı, İstanbul: Boğaziçi Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yay., 1981.<br />

FAROQHİ, Suraiya, Osmanlı’da Kentler <strong>ve</strong> Kentliler, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay., 1994.<br />

GALBRAİTH, John Kenneth, İktisat Tarihi, Ankara: Dost Yayınları, 2004.<br />

GÖKBERK, Macit, “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler <strong>ve</strong> Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında<br />

Atatürk, İstanbul: Eczacıbaşı Vakfı Yay., 2004.<br />

GÖNLÜBOL, Mehmet - KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasına Genel Bir<br />

Bakış”, Atatürkçü Düşünce, Ankara, AKDTYK-ATAM Yay., 1992.<br />

GÖNLÜBOL, Mehmet, “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar <strong>ve</strong> İlkeler”, Atatürk Yolu, Ankara:<br />

AKDTYK-ATAM Yay., 1987.<br />

İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: III, İstanbul, 1948.<br />

KARAL, E. Ziya, Atatürk’ün Büyük Söylev’inin 50. Yılı Semineri, Ankara: TTK Yay., 1980.<br />

(Tartışmalar <strong>ve</strong> Açıklamalar Bölümü).<br />

KARAOSMANOĞLU, Y. Kadri, “Hatıralar: Yorulmak Bilmez Atatürk”, Ulus, 13 Temmuz 1961.<br />

KAZGAN, Gülten, İktisadî Düşünce <strong>ve</strong>ya Politik İktisadın Evrimi, İstanbul: Remzi Kitabevi<br />

Yay., 2002.<br />

KILIÇ, Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955.<br />

KIŞLALI, A. Taner, “Atatürk’ün Kültür Siyaseti”, Cumhuriyet Dönemi Cumhuriyet Yazıları<br />

Seçkisi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998.<br />

KONGAR, Emre, Kültür Üzerine, İstanbul: Remzi Kitabevi Yay., 2003.<br />

Nutuk, Haz.: Zeynep Korkmaz, Ankara: ATAM Yay., 1991.<br />

Nutuk-Söylev, 3 Cilt, Ankara: TTK Yay., 1989.<br />

ÖZERDİM, Sami N., “Nutuk’ta Altı Çizilmiş Satırlar”, Belleten, Cilt: XLV/1, S: 177, Ocak 1981.<br />

, Sami N., “Nutuk’un Çeşitli Basımları <strong>ve</strong> Düşündürdükleri”, Atatürk’ün Büyük Söylev’inin<br />

50. Yılı Semineri, Ankara: TTK Yay., 1980.<br />

, Sami N., Açıklamalı Söylev Sözlüğü, Ankara: TDK Yay., 1981.<br />

SAVAŞ, Vural, İktisatın Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi Yay., 2000.<br />

SOYDAN, Mahmut, “Gazi <strong>ve</strong> İnkılâp”, Milliyet, 05.02.1930.<br />

, Mahmut, “Gazi <strong>ve</strong> İnkılâp”, Milliyet, 06.02.1930.<br />

, Mahmut, “Gazi <strong>ve</strong> İnkılâp”, Milliyet, 07.12.1929.<br />

, Mahmut, “Gazi <strong>ve</strong> İnkılâp”, Milliyet, 10-11.01.1930.<br />

Söylev, 2 Cilt, Haz.: Mehmet Tuğrul (vdr.), Ankara: TDK Yay., 1981.<br />

Söylev, Haz.: H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul: Çağdaş Yay., 1981.<br />

ŞİMŞİR, Bilal N., Atatürk’ün Büyük Söylevi Üzerine Belgeler, Ankara: TTK Yay., 1991.


KAYNAKÇA 351<br />

TEZEL, Y. Sezai, Cumhuriyet Dönemi’nin İktisadi Tarihi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.,<br />

1994.<br />

TURAN, Şerafettin, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar,<br />

Ankara: TTK Yay., 1989.<br />

TURANLI, Rona, İktisadi Düşünce Tarihi, İstanbul: Bilim Teknik Yay., 2000.<br />

TÜTENGİL, C. Orhan, “<strong>1927</strong> Yılında Türkiye”, Atatürk’ün Büyük Söylev’inin 50. Yılı Semineri,<br />

Ankara: TTK Yay., 1980.<br />

Ulus, 10. 11. 1961.<br />

ÜSTÜNEL, Besim, Ekonominin Temelleri, Ankara, 1975.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!