Academia.eduAcademia.edu
SAFAHAT MEHMET ÂKİF ERSOY Hazırlayan: Kürşat EFE İSTİKLAL MARŞI’NIN YAZILIŞININ VE MİLLÎ MARŞ OLARAK KABUL EDİLİŞİNİN 100. YILI ANISINA… (Bu çalışma 2008 yılında hazırlanmıştır.) 1 ÖN SÖZ Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy, en çok tanınan, sevilen ve okunan şairimizdir. Ne mutlu ona ki adına birçok okul açılmakta, ne mutlu ona ki şiirleri hâlâ büyük bir zevkle okunmakta, ne mutlu ona ki yazdığı millî marş her yerde büyük bir saygı ve sevgi ile okunmaktadır. Bütün bunlar, Âkif’in dürüst, samimi, inançlı bir kişiliğe sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Büyük düşünürlerimizden Nurettin Topçu da böyle bir şair hakkında şunları söylemiştir: “Büyük adam, eseriyle hayatını birleştiren adamdır. Biz onda şu vasıfları arıyoruz: Önce ömründe aynı kanaatin, aynı imanın sahibi olan adamdır. Devirlere, zaruretlere, cemiyetlere göre değişmez, muhitine uymaz; muhiti kendine uydurur, uydurmazsa çarpışır. Cemiyetten daha kuvvetlidir; cemiyeti sürükleyicidir. Bu karaktere sahip insanların, yani değer yaratıcısı olanların bir kısmı zekâsıyla, bir kısmı kalbi ve hisleriyle, bir kısmı da iradesiyle başka insanlara ve cemiyete üstündür, yaratıcıdır, sahiptir veya velidir. Bu üstün insanlar arasında ise bazıları her bakımdan, hem zekâ hem duygu hem de irade kuvveleriyle cemiyetin insanlarına üstün durumdadırlar. Böylelerine muvazeneli karakter sahipleri denir. Filhakika zekâ, duygu ve irade fonksiyonlarından yalnız bir kısmında üstünlüğe sahip olanlarda, alelade olan ruh sahasına doğru açılmış bir yara halinde anormallikler, ruh ve karakter sarsıntıları göze çarpmaktadır. Ancak muvazeneli karakter sahipleri, bu sarsıntılardan korunmuş sağlam ruhlu insanlardır. Bu üç türlü fonksiyonların da aynı seviyede yüksek ve keskin oluşu, insanoğlunu hilkatin harikulade bir eseri yapabiliyor. İşte Âkif yaradılışın bu lutfuna uğramıştı. Ancak onu, iradesinin ateşli tazyikiyle diğer sahalarda muvazenesizlikten koruyan pek mühim bir sebebin var olduğu da unutulmamalıdır. Bu sebep, demirden bir iradeyi ahenkdâr bir ray üzerinde yürüten İslam terbiyesi ve Allah'a imanıydı. Büyük adamların başka bir vasfı da münzevi oluşlarıdır. Onlar kalabalığın içinde yalnız yaşarlar. Üçüncü bir vasıf olarak, büyük adamların devlet ve ikbal mevkilerinden uzak durduklarını görüyoruz.”* * Nurettin Topçu Mehmet Akif, Dergah Yayınları, 1999, s.11. 2 İşte, böyle özelliklere sahip olan Mehmet Akif’in şiiri ise anlatıya ve öğüde dayanır. Ama din yönünden ulaştığı başarı, öğüt ve anlatıyı donukluktan kurtarır. Zaman zaman didaktizmin (öğreticiliğin) sakıncalarını hafifleten bir mizah ön plana çıkar. Zaman zaman da coşku ve içtenlik gibi öğeler şiiri söylev parçası olmaktan kurtarır. “Sanat sanat içindir.” tezine her zaman karşı çıkmıştır. Ona göre şiir, “Elbise hizmetini, gıda vazifesini görmelidir. Gerçeği her an ve bütün çıplaklığıyla yakalamalıdır.” İstanbul halkının konuşma dili kadar Osmanlıcayı da çok iyi bildiği için aruz veznini ustalıkla kullanır. Arnavut kökenli olmasına rağmen “ırk” kelimesini İstiklal Marşı’nda çekinmeden kullanmış; milleti/ümmeti bir arada tutmak için sanatıyla çaba göstermiş; Türk’ün İslam’sız, İslam’ın Türk’süz olamayacağını her defasında ifade etmiş, bunun yanında aşırı milliyetçiliğe (ırkçılığa) ve yanlış batılılaşmaya karşı çıkmıştır. Hatta kurtuluşu sadece Batılılaşma’da gören Tevfik Fikret ile zaman zaman çatışır. İslam Birliği’ni savunurken, İslam dünyasındaki durağanlığı da sert dille eleştirir. Savaş, bunalım ve yokluk yıllarının yoksul insanları Türk edebiyatında gerçek yüzleri ve sorunlarıyla ilk kez onun şiirlerinde ele alınmıştır. Bizler de böyle bir insanın şiirlerini gelecek nesle aktarmak için uğraş verdik. Günümüz için oldukça uzak kalan kelimeleri dipnotlarla her sayfada göstermeye, şiirlerini toplu olarak sizlere sunmaya çalıştık. Bu çalışmaya Âkif’in “Safahat”ta yer almayan şiirlerini de ekledik. Böylece tam bir külliyat hazırlamış olduk. Çalışmamızın büyük bir sorumluluğu olduğunu da biliyoruz. Amacımız gençliğimize Türk milletinin hayat felsefesini etkileyici bir anlatımla yansıtan Âkif’in şiirlerini tanıtmak, sevdirmek ve benimsetmektir. Türk gençliğinin milletinin kültürünü öğrenmesi ve gelecek nesillere aktarması; bununla birlikte gençliğin bireysel hayat felsefesini oluşturduktan sonra çağımızda belli bir hayat felsefesi olmayan milletimize hep birlikte gerçek hayat felsefesini kazandırmaları ve yeniden manevî yapılanmanın başlatılmasında bu çalışmanın bir nebze de olsa faydalı olacağını ümit ediyoruz. Kürşat EFE 3 SAFAHAT MEHMET ÂKİF ERSOY BİRİNCİ KİTAP Evladım Mehmed Ali’ye yâdigâr-i vedâdımdır. 14 Bana sor sevgili kâri, sana ben söyleyeyim, Ne hüviyyette şu karşında duran eşârım: Bir yığın söz ki samimiyyeti ancak hüneri; Ne tasannu bilirim, çünkü, ne sanatkârım. Şiir için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,* Aczimin giryesidir bence bütün âsârım! Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem; Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizârım! Oku, şâyed sana bir hisli yürek lazımsa; Oku, zirâ onu yazdım, iki söz yazdımsa. Yâdigâr-ı vedâd: Sevgi, dostluk hâtırası. Kâri: Okuyucu / okur. Eşâr: Şiirler. Girye: Gözyaşı. Tasannu: Yapmacık; bir şeyi olduğundan daha fazla gösterme. Âsâr: Eserler. Bizâr: Şikâyetçi; usanmış. Safahat’ın genelinde vezin eşitlemesi ve halk söyleşini (ağzını) kullanmak için şair, “yalınız” şeklinde kullanmıştır. Fakat biz bu çalışmamızda bazı yerlerde “yalnız” şeklini kullanmayı uygun gördük. (Hazırlayan) 15 * FATİH CAMİİ Yatarken yerde ilhâdıyla haşr olmuş sefil efkâr, Yarıp edvârı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrâr. Siyeh-reng-i dalalet bir bulut şeklinde mâziler, Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrar; Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel, Gelir fevkinden eyler sermedi binlerce nur isâr. Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lahûtu: Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cüretkâr! O revzenler, nazarlardan nihan didâra, müstağrak, Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrar. Bu kudsî mabedin üstünde tâbân fevc fevc ervah, Bu ulvî kubbenin altında cûşan mevc mevc envâr. Tecessüd eylemiş güya ki subhun rûh-i mahmuru; Semâdan yahut inmiş hâke, Sînâ-reng olup didâr! Tabiat perde-pûş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken, O, güya kalb-i nûrânîsidir leylin, durur bîdâr. İlhâd: Dinsizlik. Haşr: Toplama. Efkâr: Fikirler. Edvâr: Asırlar, devirler. Heykel-i ikrar: İman anıtı. Siyeh-rengi dalâlet: Kara renkli sapıklık. Lahza: An. Ziyâ-rîz-i hakikât: Gerçek ışığı saçan. Müstakbel: Gelecek. Fevk: Üst. Sermedi: Sürekli. İsâr: Saçmak. Der-âgûş: Kucaklama. Nazenin: Cilveli (güzel). Bezm-i lâhûtu: Allah’ın (C.C.) nazarında (indinde). Menâr: Minâre. Ümmid-i cüretkâr: Cesaretli, ümitli / cesaretli ümit. Revzen: Pencere. Nihân: Saklı. Sîna-reng: Allah’ın (C.C.) tecelli edip Hz. Musa ile konuştuğu dağ. Sînâ-reng olup: Tur- Sinâ dağındaki gibi. Didâr: Çehre, yüz güzelliği. Müstağrak: kendinden geçen. Esrâr: Sırlar. Tâbân: Parıldayan. Fevc: Bölük. Mevc: Dalga. Subhun ruh-i mahmur: Sabahın yarı baygın hâli. Ervâh: Ruhlar. Ulvî: Yüce. Envâr: Nurlar. Tecessüd: Vücuda gelme, gövde kesilme. Hâk: Toprak, yeryüzü. Perde-gûş: Perde örtüsü. Zulmet: Karanlık. Hâb: Uyku. Leyl: Gece. Bidâr: Uyanık. 16 Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-i âşıktır, Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr. Nümâyan cephesinden Sadr-ı İslam’ın meâlisi: O sadrın feyz-i enfâsıyle güya bir yığın ahcâr, Kıyam etmiş de yükselmiş de bir timsâl-i nur olmuş; Nasıl timsâl-i nur olmaz? Şu pek sakin duran dîvâr, Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücumunda, Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr. Bu bir mabed değil, Mabûd’a yükselmiş ibâdettir; Bu bir manzar değil, didâra vâsıl mevkib-i enzâr. Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lakin semavîdir: Zemînî olmayan bir cilve-i feyyazı hâvîdir. Bir infilâk-ı safadır ki yâr-ı cânımdır, Sabahı pek severim, en güzel zamânımdır. Ridâ-yı leyli henüz açmamıştı dest-i semâ; Sabâ da hâb-ı sükûndan ayılmamıştı daha, Fezâ-yı rûhda aksetti, es-salâ-perdâz Müezzinin dem-i mahmuru, bir hazîn avaz. İçimde cûş ederek lücce lücce istiğrak, Ezanı beklemez oldum; açılmadan afâk, Cûşâçuş: Çok çoşkun. Sinâreng: Tur- Sina dağı (Allah’ın (C.C.) Hz. Musa ile konuştuğu dağ). Cevf: İç, boşluk. Nâle-i Ezkâr: Zikir iniltileri. Sadr-ı islâm: İslâm’ın başlangıç devresi. Nümâyan: Görünen. Sadr: Göğüs Feyz-i enfâs: Nefislerin çokluğu Ahcâr:Taşlar.Timsâl-i nur: Nurlu anıt (nur örneği). Kıyam: Ayağa kalkma, yükselme. Dîvâr: Duvar. Bâtıl: Hak olmayan. Pîş: Ön. Bîzar: Bıkkınlık, usanç. Mabud: Tanrı. Manzar: Görüntü. Didâr: Yüz güzelliği; çehre. Mevkib-i enzar: Topluluğun bakışları. Semâ: Gökyüzü. Semavî: İlahi Cilve-i feyyaz: Güzellerin davranışına yakışır, bereketli ikram. Hâvî: İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Kuşatan. İnfilâk-ı safâ: İç ferahlığının birdenbire artması. Rida-yı leylî: Gecenin karanlık perdesi. Dest-i semâ: Gökyüzünün eli. Hâb- sükûn: Rahat, sessiz uyku. Fezâ-yı rûh: Ruhun gökleri. Es-salâ perdâz: Dem-i mahmur: Hazin: Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran. Çuş etmek: Çoşmak. Lücce lücce: Dalga dalga. İstiğrak: Sarmak. 17 Zalamı sineye çekmiş yatan sokaklardan, Kemâl-i vecd ile geçtim. Önümde bir meydan. Göründü; Fatih’e gelmiştim anladım, azıcık; Gidince, mabede baktım ki bekliyor uyanık! Sokuldum artık onun sine-i münevverine, Oturdum öndeki maksûreciklerin birine. Fezâ-yı mabedin encüm-nümâ meşâilini, O lema lema dizilmiş ziya kavâfilini. Görünce geldi çocukluk zamanlarım yâda... Neler düşündüm o saatte bilseniz orada! Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece, Sizinle camiye gitsek çocuklar erkence. Giderseniz gelin, amma namazda uslu durun; Meramınız yaramazlıksa işte ev, oturun!” Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi. Namaza durdu mu haliyle koyverir peşimi, Dalar giderdi. Ben artık kalınca azâde, Ne âşıkâne koşardım hasırlar üstünde! Hayâl otuz sene evvelki hâli pişimden Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben: Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak; Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak; Zalam: Karanlık. Zulmet. Kemâl-i vecd: Son derece kendinden geçip zevk alarak. Sine-i münevver: Nurlu göğüs / aydınlık iç. Maksûrecik: Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe yer. Encümnümâ meşâil: Yıldızlar gibi dizilmiş kandiller. Lema lema: Parlak parlak. Ziya: Işık, aydınlık, nur. Kavâfil: Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar. Âzade: Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Kayıtsız. Hür. Sâlim. Piş: Huzur, ön, ileri taraf. 18 Mehib yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz; Yanında bir küçücek kızcağızla pek yaramaz. Yeşil sarıklı bir oğlan ki başta püskül yok. İmamesinde fesin bağlı sade bir boncuk! Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır; Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır! Koşar koşar duramaz; akıbet denir “Âmin!” Namaz biter. O zaman kalkarak o pir-i güzin. Alır çocukları, oğlan fener çeker önde. Gelir düşer eve yorgun, dalar pek asude. Derin bir uykuya... Derken bu hâtırât-ı latif. Çekildi aslına, artık hakîkatin o kesif. Likası başladı karşımda cilve eylemeye; Zaman da kalmadı zaten hayali dinlemeye: Sağım, solum, önüm, arkam huşûa müstağrak, Zılal-i âdem iken, bir şada bülend olarak. O kâinât-ı huzûu yerinden oynattı; Fezâ-yı mahşere döndürdü gitti ebâdı! Sufûf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr, Gibiydi. Her birisinden duyuldu sine-fikâr. Birer enin-i tazarru, birer niyâz-ı hazin, Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enin! Eğildi sonra o dağlar huzur-i izzette; Göründü sonra o dağlar zemin-i haşyette! İnâyetiyle Huda kaldırınca her birini, Semâya doğru o dağlar da açtı ellerini. O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd, Ki ruhum eyleyecek tâ ebed o dehşeti yâd. Mehib: Heybetli, azametli, korkunç kimse. Pir-i güzin: Seçkin, saygıdeğer yaşlı adam. Asûde: Rahat, huzur içinde. Dinç. Sâkin. Hâtırât-ı lâtif: Hoş hatıralar. Kesîf: Yoğun Lika: Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham ipek. Bülend: Yüksek, büyük. Huşûa müstağrak: Şevk, çoşkunluk ve sevince daldırılmış. İnâyet: Yardım, lütuf meded etmek. Zılâl-i âdem: İnsan gölgeleri. Müselsel: (Silsile’den) Teselsül eden, birbirine bağlı olan, bir sırada devam eden. Zincir halkaları gibi bir sırada olan. Cibâl-i velveledâr: Gürültü, şamata dağları. Enin-i tazarru: Bir şeye gizli acılı veya sızılı inleyiş. Zemin-i haşyet: Korku ve dehşet meydanı. 19 Kesildi bir aralık inleyen hazin avaz... Ne oldu Arş’a kadar yükselen o süz ü güdâz? O cûş içindeki iman? Evet, hurûş ederek işte rahmet-i Subbûh, Bütün yüreklere serpildi kubbeden bir ruh: Rûh-ı itminân. Hazin: Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran. Süz ü güdâz: Yakan, mahveden ateş, sıcaklık. Hurûş: Coşma. Gürültü. Şamata. Telâş. Rûh-ı itminân: Emniyet içinde olan tam inanmış ruh. Kararlı ruh. 20 HASTA “Vak’a Halkalı Zira’at Mektebinde geçmişti.” - Bence, doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz; Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyyetsiz. Sâde bir nezle-i sadriyye millet? Nerde! Çocuğun hâli fenalaştı şu son günlerde. Ameliyyata çıkarken sınıf on gün evvel, Bu da gelmez mi, dedim: “Kim dedi, oğlum, sana, gel? Nöbet üstünde adam kaçmak yorgunluktan; Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.” O zamandan beridir zafı terakki ediyor; Görünen: Bir daha kalkınması artık pek zor. Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin, Olmuyormuş azıcık dindiği... — Ben zaten işin, Bir ay evvel biliyordum ne vahim olduğunu... Bana ihtara ne hacet, a beyim, şimdi bunu? Mamâfih yeniden bir bakalım dikkatle: Hükmü katî verelim, etmeye gelmez acele. — Çağırın hastayı gelsin. Kapının perdesini, Açarak girdi o esnada düzeltip fesini, Bir uzun boylu çocuk... Lakin o bir levha idi! Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedî: Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri; Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri. Ehemmiyet: Mühim olma, ağırlık, değerlilik. Nezle-i sadriyye: Göğüs nezlesi. Zafı terakki: İlerleme zayıflığı. Vahim: Ağır. Sonu tehlikeli. Çok korkulu. Mamâfih: Ama. Kati: Kesin. Levha-i rikkat: İncelik levhası. O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış; Fırlamış alnı, damarlar da beraber çıkmış! 21 Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebâb; O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bitâb! O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi; Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi! Kafa bir yük kesilip boynuna, çökmüş bağrı; İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı. — Otur oğlum, seni dikkatlice bir dinleyelim... Soyun evvelce fakat... — Siz soyunuz, yok hâlim! Soydu biçareyi üç beş kişi birden, o zaman, Aldı bir heykel-i üryân-ı sefalet meydan! Bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti, Yoktu. Zannımca tabibin coşarak merhameti. “Bakmasak hastayı nevmîd ederiz belki!” diye; Çocuğun göğsüne yaklaştı biraz dinlemeye; — Öksür oğlum... Nefes al... Alma nefes... Oldu, giyin; Bakayım nabzına... Alâ... Sana yavrum, kodein. Yazayım; öksürüyorsun, o, keser, pek iyidir... Arsenik hapları al, söylerim eczacı verir. Hadi git, kendine iyi bak!.. — Nasıl ettin doktor? — Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor! Sol taraftan rienin zirvesi tekmil çürümüş; Hastalık seyr-i tabiîsini almış yürümüş. Devr-i sâlisteki asarı o melun marazın, Var tamamıyle, değil hiçbiri eksik arazın. Bütün arâz, şehikıyle, zefîriyle... — Yeter! Hastanın çehresi meydanda ya! İnsanda meğer. Nûr-i şebâb: Gençlik nuru. Bitâb: Yorgun, takatsiz, güçsüz. Heykel-i üryân-ı sefalet: Nevmîd: Ümidsiz, cesareti kırılmış. Ala: Yükseklik. Büyüklük. şeref. şan. Seyr-i tabiî: Doğal seyir. Rie: Akciğer. Tekmil: Tam, bütün, eksiksiz. Devr-i sâlis: Üçüncü devir. Arâz: İşâret. Tesâdüf, rastgelme. Kaza. Felaket. Şehik: Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma. Zefîr: Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek. 22 Olmasın his denilen şey... O değil lakin biz, Bunu “tebdil-i hava” der de nasıl göndeririz? Şurda üç beş günü var... Gönderelim: Yolda ölür... “Git!” demek, hem, düşünürsek ne büyük bir zuldür! Hadi göndermeyelim... Var mı fakat imkânı? Kime dert anlatırız? Bulsana dert anlayanı! — Sözünüz doğru Müdür Bey; ne yapıp yapmalı; tek, Bu çocuk gitmelidir. Çünkü, emmim, pek pek, Daha bir hafta yaşar, sonra sirayet de olur; Böyle bir hastayı gönderse de mektep mazûr. — Bir mubassır çağırın! — Buyrun efendim! — Bana bak: Hastanın gitmesi herhalde muvafık olacak. “Sana tebdil-i hava tavsiye etmiş doktor; Gezmiş olsan açılırsın...” diye bir fikrini sor. “İstemem!” der o, fakat dinleme, iknâya çalış: Kim bilir, belki de biçare çocuk anlamamış? — Şimdi tebdil-i hava var mı benim istediğim? Bırakın hâlime artık beni rahat öleyim! Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün, Daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne için? Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden, “Öleceksin!” diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben. Kimsesiz bir çocuğum, nerde gider yer bulurum? Etmeyin, sonra sokaklarda perişan olurum! Anam ölmüş, babamın bilmiyorum hiç yüzünü; Kardeşim var, o da lakin bana dikmiş gözünü: Sanki atîdeki mevhum refahım giderek, Onu çalkandığı hüsranlar içinden çekecek! Tebdil-i hava: Hava değişikliği. Mubassır: Gözetici, bekleyici, bakıcı. Muvafık: Uygun. Yerinde. Denk. İknâ: Kanaat vermek. Râzı etmek. Râzı edilmek. İnandırmak. İnandırılmak. Sirayet: Yayılmak, bulaşmak, geçmek. Biçâre: Çaresiz. Atî: Gelecek. Mevhum: Vehim. Kuruntu. Refah: Bolluk, rahatlık. 23 Kardeşim, kurduğun amali devirmekte ölüm; Beni göm hufre-i nisyâna, ben artık öldüm! Hangi bir derdim için ağlayayım, bilmiyorum; Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz: Mağdurum! O kadar say-i beliğin bu sefalet mi sonu? Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu, Çalışıp ömrümü çılgınca heba etmezdim, Ben bu müstakbele mazimi feda etmezdim! Merhamet bilmeyen insanlara bak, yâ Rabbi, Koğuyorlar beni bir sâil-i âvâre gibi! — Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız; “İstemem, yollamayın!” dersen eğer, kal, yalnız... Hastasın... — Hem veremim! Söyle, ne var saklayacak? — Yok canım öyle değil... — Öyle ya, herkes ahmak! Bırakırlar mı eğer gitmemiş olsam acaba! Doğrudur, gitmeliyim... Koşturunuz bir araba. Son sınıftan iki vicdanlı refikin koluna; Dayanıp çıktı o biçâre sefalet yoluna. Atarak arkaya bir lemha-i lebrîz-i elem, Onu tebîd edecek paytona yaklaştı, “Verem!” Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini, Öptüler girye-i matem dökerek gözlerini: — Çekiver doğruca istasyona!.. — Yok yok, beni tâ… Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki: Gurebâ. — Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada, — Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada! Amal: Emeller. Arzular. Dilekler. İstekler. Hufre-i nisyân: Söz unutkanlığı. Say-i beliğ: Canlı, gayretli, kuvvetli çalışma. Sefalet: Fakirlik, yoksulluk. Heba etmek: Ziyan etmek. Müstakbel: Karşılanan, istikbâl edilen, önde bulunan. İlerdeki, gelecek. Mazi: Geçmiş zaman. Geçen, geçmiş olan. Sâil-i âvâre: Akıcılık. Refik: Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş. Biçâre: Çaresiz. Zavallı. Şaşkın. Lemha: Bir göz atmak. Lebrîz: Taşkın. Elem: Keder. Tebîd etmek: Uzaklaştırmak. Girye-i matem: Yas gözyaşları. Gurebâ: Garipler. 24 TEVHÎD yahut FERYÂD Ey nûr-i ulûhiyyetinin zilli avalim, Zillin bile esrâr-ı zuhurun gibi muzlim! Kürsî-i celâlin -ki semâlarla zeminler; Bir nokta kadar sahn-i muhitinde tutar yer; İdrâkin eder gâye-i ümmîdini haybet... Yâ Rab, o ne dehşettir, İlahi, o ne heybet! Pervâzına yetmez gibi pehnâ-yı avalim, Gâhî seni bulsam diye, âvâre hayalim. Bir şevk ile lâhûta kadar yükseleyim der. Lakin nasıl olsun ki bu mirâca muzaffer? Nâsût muhîtinde henüz çalkalanırken, Bir dest-i tecebbür dayanıp göğsüne birden; Hüsranla iner öyle sefil, öyle muhakkar: Hâlâ o sukutun küreden tozları kalkar! Yalnız o mu? Bin fikr-i semavî bu zeminde, Bîtâb-ı taharrî kalarak âh ü eninde! Eşbâha mı kurbün olacaktır cevelângâh? Ervah bütün mündehiş-i “sümme radednâh!”* Sun’undaki esrara teâlî bize memnu; Olmaz mı, ridâ-pûş dururken daha masnû’? Hurşîd-i ezelden nasıl ister ki haberdâr; Olsun daha bir zerreyi derk etmeyen efkâr? Nûr-i ulûhiyyet: Yücelik nuru. Zilli avalim: Âlemlerin gölgesi. Esrâr-ı zuhur: Belirmenin sırları. Muzlim: Karanlık. Zulmetli. Dehşetli. Kürsî-i celâl: Büyüklük kürsüsü. Sahn-i muhît: Çevre boşluğu. İdrâk: Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Haybet: Mahrumiyyet. İsteğine erememek. Pervâz: Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. Pehnâ-yı avalim: Âlimlerin hepsi. Âvâre: Başıboş, serseri, boş gezen. İşsiz güçsüz. Lâhût: İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Manevî alem. Nâsût: Dünya ile ilgili, insanlığa ait, insanlıkla ilgili. Dest-i tecebbür: Güçlü, kuvvetli el. Muhakkar: Hakir görülen. Hakarete uğramış. Fikr-i semavî: Gökler kadar yüce fikir. Bîtâb-ı taharrî: Aramaktan yorgun düşme. Enin: Acı ve sızıdan inleyiş. Eşbâh: Benzeyenler. şibihler. Nazirler. Kurb: Yakınlık. Cevelângâh: Gezip dolaşılan yer. Cevelân yeri. Tâlim meydanı. Ervah: Ruhlar. Canlar. Mündehiş: Dehşet içinde kalmış olan. Sun’: Yapmak. Eser, yapılan iş. Güzel iş yapmak. Esrar: Sırlar. Teâlî: Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma. Memnu: Yasak Ridâ-pûş: Önleyen, yasaklayan. Masnû’: Sanatla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık. Hurşîd-i ezel: İbtidası ve başlangıcı olmayan, her zaman var olan güneş. Derk: En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak. Anlamak. 25 * “Sonra onu çevirdik!” demek olan bu ibare ile Tîn Sûresine işaret edilmektedir: “...Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik (dünyaya gönderdik).” Ey nâmütenâhî sana nisbet ile mahdûd, Mahsûr-i muhit-i kaderindir ne ki mevcûd. Dîbâce-i evsâfını almaz bütün ebâd, Adâd edemez silsile-i feyzini tadâd. Ummân-ı şüûnun ki birer mevcidir a’sar, Her mevcesi bir lücce-i bî-sâhil-i asar! Fermanına mahkûm ezeliyyet, ebediyyet; Ey pâdişeh-i arş-ı güzîn-i samediyyet. İbdâ-ı bedîin -ki cihanlarla bedâyi; Meydâna getirmiş- bize ey Hâlik-ı Mübdi, Mübhem nasıl olmaz ki? Ademden değil isbât, Bir zerre-i mevcudu yok etmek bile heyhat, Kabil olamaz çıksa da bin dest-i muharrib. Yâ Rab, bu nasıl âlem-i lebriz-i garâib! Serhadd-i ezel bed-i hudûd-i melekûtun, Pehnâ-yı ebed gâye-i sahn-ı ceberûtun. Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey; Bir anda bu pâyansız olan cevvi eder tayy. Bir an, diyerek eylemişim bilmeyerek, bak! Takyîd zamanla seni ey Fâtır-ı Mutlak! Bakîyi beşer her ne kadar etse de tenzih, Fâniyyeti icâbı, eder kendine teşbîh! Itlaka nasıl yol bulabilsin ki tefekkür? Eşbâhı görür eyler iken ruhu tasavvur! Nâmütenâhî: Sonsuz. Nisbet: Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. Mahdûd: Sınırlanmış, çevrilmiş. Mahsûr: Etrafı çevrilmiş. Muhasara altına alınmış. Dîbâce: Mukaddeme, başlangıç, önsöz. Evsâf: Vasıflar, sıfatlar. Adâd etmek: Adetler, sayılar. Tadâd: Sayma. Şüûn: İşler, fiiller. Havadis. Mevc: Dalga. Denizin dalgası. Mevce: Bir dalga. Ses, elektrik ve hararetin yayılma dalgalarından herbiri. Samediyyet: Allah'ın (C.C.) hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi. İbdâ-ı bedî: Bedâyi: Güzellikler. Hâlik-ı Mübdi: Herşeyi hiçten halk eden; gizli sırları açıklayan yaratıcı. Mübhem: Belirsiz. Gizli. Zerre: Pek ufak parça. Heyhat: Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... Kabil olmak: Kabul edilmek. Dest-i muharrib: Tahrib eden, yıkan el. Lebrîz: Taşan. Melekût: Melekler âleminden olanlar. Pehnâ: Genişlik, enlilik. Ceberût: Büyüklük. Hâkimlik. Tahakküm etmek: Zorla hükmetmek. Pâyansız: Sonsuz. 26 Cevvi: Gök boşluğuna âit. Tayy: Bükmek, sarmak, dürmek. Takyîd: Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Fâtır-ı Mutlak: Mutlak Yaratıcı. Tenzih: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Itlâk: Salıvermek. Bırakmak. Serbest bırakmak. Tefekkür: Fikretmek. Düşünmek. Eşbâh: Şahıslar, cisimler, vücudlar. Tasavvur:Bir şeyi zihinde şekillendirmek. Tasarlamak. *** Ey rûh-i fezâ-gerd, giran-seyr-i harimin, Ey natıka, dembeste-i esrâr-ı azîmin; Maksûd bu hilkatten eğer marifetinse; Varmış mı o müdhiş görünen gayete kimse? Bir sahne midir yoksa bu âlem nazarında? Bir sahne ki milyarla oyun var üzerinde! Bir sahne ki her perdesi tertib-i meşiyyet; Eşhası da bâzîçe-i âvâre-i kudret! Ganileri, katilleri meydana süren sen; Ganîdeki, katildeki cür’et yine senden! Sensin yaratan, başka değil, zulmeti, nuru; Sensin veren ilham ile takvayı, fücuru! Zâlimde teaddîye olan meyl nedendir? Mazlum niçin olmada ondan müteneffir? Âkil nereden gördü bu ciddî harekâtı? Câhil neden öğrenmedi âdâb-ı hayatı? Bir failin icbarı bütün gördüğüm asar! Cebrî değilim... Olsam İlahi ne suçum var? Fezâ-gerd: Fezayı dolaşan. Giran-seyr: Hareketleri ağır olan. Harîm: Avlu. Natıka: Güzel konuşabilme kabiliyeti. Maksûd: Kasdedilmiş. Kasdedilen. Hilkat: Yaratma. Yaratılış. Marifet: Yetenek. Meşiyyet: Dilemek. İrade. Arzu. Eşhas: Şahıslar. Kişiler. Bâzîçe: Oyuncak, eğlence. Gani: Zengin, kimseye muhtaç elindekinden fazla istemeyen. Takva: Bütün günahlardan kendini korumak. Fücur: Günah. Zina. Teaddî: Saldırma. Müteneffir: Nefret eden, tiksinen, sevmeyen. Âdâb: Edepler, usüller. İcbar: Zorlama. Cebrî: Zorla icra olunan, rızası olmadan zorla yaptırılan. olmayan, 27 *** Bir sahne demek âleme pek doğrudur elbet; Ancak görülen vak’aların hepsi hakîkat. Hem öyle vekâyi ki temaşası hazindir, Âheng-i tarab-sâzı bütün âh ü enindir! Zirâ ederek bunca sefâlet-zede feryâd; Vâveyl sadâsıyle dolar sine-i ebâd. Yâ Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi? Senden daha bir emr-i sükûn inmeyecek mi? Her ân ediyorsun bizi makhûr-i celâlin, Kurbân olayım nerde senin, nerde cemâlin? Sendense eğer çektiğimiz bunca devâhî, Kimden kime feryâd edelim söyle İlahi! Lâ-yüsel’e binlerce suâl olsa da kurban, İnsan bu muammalara dehşetle nigehban. Bir şahsa esîr olmayı bir koskoca millet, Mekrinle mi yâ Rab sanıyor kendine devlet? Dünyayı yakıp yıkmaya bir seyf-i teaddî, Emrinle mi yâ Rab ediyor böyle tesaddî? Zâlimlere kahrın o kadar verdi ki meydan: “Yok âdil-i mutlak!” diyecek yes ile vicdan! Vaka: Hâdise. Olup geçen şey. Vekâyi: Vakalar. Tarab-sâz: Sevinç veren. Vâveyl: Yazık, eyvah. Makhûr: Kahredilmiş. Mahvedilmiş. Devâhî: Büyük belalar. Afetler. Kazâlar. Lâ-yüsel: Hesap sorulmaz. Muamma: Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Nigehban: Gözcü, gözetici, bekçi. Mekr: Hile. Aldatma. Seyf: Kılıç. Tesaddî: Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme. Yes:Ümidsizlik. 28 Yerden çıkıyor göklere bin âh-ı şererbâr, Gökler ediyor sade çıkan nâleyi tekrar! Bir yanda yanar ianesi bin hâne-harâbın, Bir yanda söner leması milyonla şebâbın. Kalmış eli böğründe felâket-zede mâder; Evladını gömmüş kara topraklara, inler. Ağlar beriden bir sürü âvâre-i tâli, Nan-pâre için eyleyerek ırzını zayi. Bükmüş oradan boynunu binlerce yetîman, Mevâ arıyor aileler lâne-perîşan! Mazlum şikâyette, nedamette sitemkâr; Hûnâbe-i maktule garîk olmada hunhar! Bîmârı, felâketliyi, üryanı, sefîli, Meflucu, amel-mandeyi, miskini, zelili, Gaddarı, cefâ-dideyi, mahkûmu, esiri, Heyhat, şu pâyansız olan cemm-i gafiri. Teşhîr ile şöhret kazanan sahne-i dünya, Gelmez mi İlahi sana bir kanlı temaşa? Şererbâr: Ateş saçan. Nâle: İnleme, sızlama. İane: Yardım için istenen, toplanan şey. Lema: Güneş ve yıldız gibi parlamak. Şebâb: Gençlik. Mâder: Ana. Nan-pâre: Ekmek parçası. Bir lokma ekmek. Zayi: Elden çıkan. Kaybolan. Zarar, ziyan. Lâne-perîşan: Perişan ev, yuva. Mazlum: Zulüm görmüş. Nedamet: Pişmanlık. Maktul: Öldürülmüş, katledilmiş olan. Hunhar: Kan içici. Zâlim. Kan akıtan. Bîmâr: Mariz, hasta, alil. Üryan: Çıplak. Mefluc: Felc olmuş. Kımıldayamaz hâle gelmiş. Amel-mande: Çalışamaz duruma gelmek. Zelîl: Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan. Cefâ-dîde: Cefa çekmiş, cefa görmüş. Pâyan: Kenar, son, nihayet, uç. Cemm-i gafîr: Büyük cemâat, insan kalabalığı. Temaşa: Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. 29 *** Lakin bu sefîlân-ı beşerden kiminin, var, Kalbinde bir ümmîd ki encüm gibi parlar: İmandır o cevher ki İlahi ne büyüktür... İmansız olan paslı yürek sinede yüktür! Mü’min -ki bilir gördüğü yekrûze cihanın, Fevkinde ne âlemleri var subh-i bekânın. -Bin can ile elbet çekecek etse de bilfarz, Her devri hayatın ona binlerce bela arz. Ferdadaki ezvâkı o ettikçe teemmül, Eyler bugün âlâma nasıl olsa tahammül. Bir mülhidi lakin kim eder tesliye heyhat? Sığmaz bunun afakına ferdâ-yı mükâfat! Baştan başa “boşluk” şu semâlar, şu zeminler, Bir gûş-i kerem var mı akan yaşlan dinler? İlcâ-yı tesadüfle şu “Boş!” âleme düşmüş; Etrafına binlerce şedâid gelip üşmüş. Her lahza boğuşmakla geçip devr-i hayatı, Bir şey olacak gâye-i hüsranı: Memâtı! Varlıktan onun inleyerek ölme nasibi! Bunlar beşerin işte en âvâre garibi. Encüm: Yıldızlar. Yekrûze: Bir günlük. Fevk: Üst. Üst taraf. Yüksek derece. Yukarı. Subh: Sabah vakti. Sabah. Bekâ: Devamlılık. Bilfarz: Olduğunu kabul ederek. Farzolarak. Ferda: Yarın. Bugünden sonraki gün. Ezvâk: Zevkler. Keyfler. Eğlenceler. Teemmül: İyice, etraflıca düşünmek. Tahammül: Sabretmek. Katlanmak. Mülhid: Dinden çıkan, dinsiz, kâfir, imânsız. Afak: Ufuklar. Gûş: Kulak. İlcâ: Zorlama. Şedâid: Afât. Şiddetli musibetler. Lâhza: Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Memât: Ölüm. Ahirete göç etmek. Beşer: İnsan. 30 Müminlere imdada yetiş merhametinle, Mülhidlere lakin daha çok merhamet eyle: Gümrâhlarındır ki karanlıklara dalmış, Bir rehber olur necm-i emel yok da bunalmış! Sensin bu şebistâna süren onlan elbet, Senden doğacak doğsa da bir fecr-i hidâyet. Mülhid de senin, kalb-i muvahhid de senindir; İlhâd ile tevhîd nedir? Menşei hep bir. Öyleyse nedendir bu tefâvüt ara yerde? Esbâb-ı tehâlüf nedir efkâr-ı beşerde? Yâ Rab, bu serâir gün olur da açılır mı? Bir leyl-i müebbed olarak yoksa kalır mı? Her zerrede âheng-i celâlin duyulurken, Her nağmede binlerce lisan nâtık olurken, Güvendeki esrar nasıl kalmada muzlim? Ey nûr-i ulûhiyyetinin zilli avalim! Gümrâh: Doğru yoldan sapmış. Necm: Yıldız. Şebistân: Yatak odası. Fecr-i hidâyet: Muvahhid: Allah'ın birliğine inanan. İlhâd: Dinden çıkmak. Dinsizlik. Tevhîd: Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Menşe: Esas. Kök. Tefâvüt: Meziyet ve fazilet yarışına çıkma. Esbâb: Sebebler. Tehâlüf: Birbirine zıt olmak. Efkâr-ı beşer: İnsan fikirleri. Serâir: Gizli şeyler, sırlar. Leyl-i müebbed: Sonsuz gece. Zerre: Pek ufak parça. Nâtık: Konuşan. Söz eden, söyleyen. Nûr-i ulûhiyyet: İlâhlık nuru. Zilli avalim: Âlemlerin gölgesi. 31 KÜFE Beş on gün oldu ki mutâda inkıyâd ile ben, Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden. Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek: Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek! Adım başında derin bir buhayre dalgalanır, Sular karardı mı artık gelen gelir dayanır! Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil, Selametin yolu insan için bu, başka değil! Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak, Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak. -Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden, Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet edenO sâlhurde, harâb evlerin saçaklarına, Sığınmış öyle giderken hemen ayaklarına, Delilimin koca bir şey takıldı... Baktım ki: Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski. Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? Derken; On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden, Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye: Teker meker küfe bîtâb düştü tâ öteye. — Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ, Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha! O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın, Göründü: — Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın! Ne istedin küfeden yavrum? Ağzı yok, dili yok, Baban sekiz sene kullandı... Hem de derdi ki: “Çok Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz...” Baban gidince demek kaldı adetâ öksüz! Onunla besleyeceksin ananla kardeşini. Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini? Mutâd: Alışkanlık. İnkıyâd: Boyun eğme. Teslim olma. İtaat etme. Buhayre: Göl. Küçük deniz. İskandil: Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet. Lisân-ı hâl: Hal dili. Bir şeyin görünüşü ile bir mana ifade etmesi. Rükû: Namazda elleri dize dayamak suretiyle yere doğru eğilirken baş ile sırtı düz hale getirmek. Bîtâb: Yorgun, takatsiz, güçsüz. 32 Dedim ki ben de: — Ayol dinle annenin sözünü... Fakat çocuk bana haykırdı, ekşitip yüzünü: — Sakallı, yok mu işin? Git, cehennem ol şuradan! Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan? Benim içim yanıyor: Dağ kadar babam gitti... —Baban yerinde adamdan, ne istedin şimdi? Adamcağız sana bak hâl dilince söylerken... — Bırak hanım, o çocuktur, kusura bakmam ben... Adın nedir senin, oğlum? — Hasan. — Hasan dinle. Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle. Benim de yandı içim anlayınca derdinizi... Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi. O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni, Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini, Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin. — Küfeyle öyle mi? — Hay hay! Neden bu söz lakin? Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak? Ayıp: Dilencilik, işlerken el, yürürken ayak. — Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini... — Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini: “Hasan, dayım yatı mekteplerinde zabittir; Senin de zihnin açık... Söylemiş olaydık bir... Koyardı mektebe... Dur söyleyim!” demişti hani? Okutma sen de hamal yap, bu yaşta şimdi beni! Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek;* Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek; Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan. Ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan? Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz; Safahat’taki şiirlerde, konu, fikir, duygu ve hazan vezin değişikliği yaptığı zamanlarda şair, bunu, metne bir aralık koyarak belirtmektedir. Bu aralıkları, sayfa arasında olduğu gibi, sayfa başına veya sonuna rastladıkları zamanlarda da aynı şekilde bir satır boşluk bırakarak gösterdik. Bu sayfadaki “Ne oldu...” ve “On üç yaşında...” mısralarından sonra yaptığımız gibi... * 33 Geçende Fatih’e çıktık ikindi üstü biraz. Kömürcüler kapısından girince biz, develer, Kızın merakını celbetti, dâima da eder: O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak, O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak! Hakikaten görecek şey değil mi ya? Derken, Dönünce arkama, baktım: Beş on adım geriden, Belinde enlice bir şal, başında âbânî, Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrânî; Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak, Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesadüfe bak: Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim... Şu var ki yavrucağın hâli eskisinden elim: Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak... Bir ince mintanın altında titriyor, donacak! Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer! Düğümlü alnının üstünde sade bir çember. Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryâd; Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdâd. Bu bir ayaklı sefalet ki yalnayak, baş açık; On üç yaşında buruşmuş cebîn-i safı, yazık! O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan Bir elliden mütecaviz çocuk ki, muntazaman Geçerken eylediler ihtiyarı vakfe-güzin... Hasan’la karşılaşırken bu sahne oldu hazin: Evet, bu yavruların hepsi, pür-sürûd-i şebâb, Eder dururdu birer âşiyân-ı nura şitâb. Birazdan oynayacak hepsi bunların, ne iyi! Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi, -Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârındaİlel’ebed çekecek dûş-i ıztırârında! O, yük değil, kaderin bir cezası masûma... Yazık, günahı nedir, bilmeyen şu mahkûma! Âbânî: Sarık. Pîr-i nûrânî: Nurlu ihtiyar. Elim: Acı veren, acıtan, ağrıtan. Dümû’-i istimdâd: Yardım bekleyen gözyaşı. Cebîn-i saf:Temiz alın. Şitâb: Çabukluk, acele etmek. 34 DURMAYALIM! Sadi diyor ki: “Bir gece biz kârbân ile, Âheste-seyr iken yolumuz düştü bir çöle. Süratle tayyiçin o beyâbân-ı vahşeti, Hep yolcular feda ederek istirâhati. Gitmektelerdi. Bir aralık bende meşye tâb, Hiç kalmamış ki düşmüşüm artık zebûn-i hâb. Âvâre bir piyadeyi bekler mi kafile? Nâçâr şedd-i rahl edecek tâ be-merhale. Durmuş, diyordu, bir de uyandım ki, sârban: “Kalk ey zavallı yolcu, uzaklaştı kârbân! Uykum benim de yok değil, amma bu deşt-zâr, Ârâmgâh olur mu ki bin türlü korku var? Ser-menzil-i merama vanr durmayıp giden; Yoktur necat ümîdi bu çöller geçilmeden. Heyhat, yolda böyle düşen uyku derdine, Hep yolcular gider de kalır kendi kendine!” Vak’a hiçbir şey değildir; haklısın, lakin düşün; Başka bir düstûr-i hikmet var mı, insaf et bugün? Varmak istersen -diyor Sadi- eğer bir maksada? Tuttuğun yollar tükenmekten muarrâ olsa da; Şedd-i rahl et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın! Merd-i sâhib-azm için neymiş uzak, neymiş yakın? Hangi müşkildir ki himmet olsun, asan olmasın? Hangi dehşettir ki insandan hirâsân olmasın? İbret al erbâb-ı ikdamın bakıp asarına: Kârbân: Kervan. Âheste: Yavaş, ağır. Tayy: Geçmek. Açmak. Çıkarmak. Beyâbân-ı vahşet: Korkutucu. Meşy: Yürüme. Tâb: Parıltı. Parlayıcı. Zebûn-i hâb: Uykuya düşkün. Nâçâr: Çaresiz, elinden iş gelmeyen. Şedd-i rahl: Semer vurup yola çıkma. Be-merhale: Konaklama yeri. Sârban: Deve sürücüsü. Deveci. Deşt-zâr: Bozkır, çöl, sahra. Ârâmgâh: Dinlenilecek yer. Ser-menzil-i meram: Varılmak istenen yer. Necat: Kurtuluş, selamet. Düstûr-i hikmet: Gizli sebepler yolu yordamı. Muarrâ: Fenalıktan uzak. Boş. Merd-i sâhib-azm: Sabırlı, azimli, gayretli. Müşkil: Zorluk, güçlük, zor olan iş. Asan: Kolay. Hirâsân: Korkak, ürkek, korkan, çekinen. Erbâb-ı ikdam: Gayretle ilerleyen kişiler. 35 Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrârına. Bir münevvim ses değil yer yer buruşan velvele: Fevc fevc akmakta insanlar bütün müstakbele. Nehr-i feyzâfeyz-i insaniyyetin âhengine; Uymadan, kâbil değildir, düşmemek bir engine. Menzil-i maksûda varmazsın uyanmazsan eğer... Var mı bak, yollarda hiç bîdâr olanlardan eser? İşte atîdir o ser-menzil denen ârâmgâh; Kârbân akvam; çöl mazi, atâlet sedd-i râh. Durma, mazi bir mugaylanzâr-ı dehşetnâktir; Git ki, atî korkusuzdur, hem ne kudsî hâktir! Çok şedâid iktihâm etmek gerektir, doğrudur... Vehleten âvâre bir seyyahı yollar korkutur; Korku, lakin, azmi teyid eylemek icâb eder: Kurtulursun şedd-i rahl etmiş de gitmişsen eğer. Çünkü düşmüşsün hayatın -ezkaza- feyfâsına, Gitmen îcâb eyliyor tâ menzil-i aksâsına. Düşmemek madem elinden gelmemiş evvel senin, Ölmeden olsun mu ey miskin, bu çöller medfenin? İntihar etmek değilse yolda durmak, gitmemek, Asumandan refref indirsin demektir bir melek! “Leyse li’1-insani illâ mâ seâ!” derken Huda; Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha; Davran artık kârbânın arkasından durma, koş! Mahv olursun bir dakîkan geçse hattâ böyle boş. Menzil almışlar da yorgun, belki senden bîmecâl! Belki yok, elbette öyle! Sen ne etmiştin hayal? Münevvim: Uyutucu. Uyku veren ilâç. Velvele: Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Fevc fevc: Dalga dalga. Müstakbel: İlerdeki, gelecek. Nehr-i feyzâfeyz-i insaniyet: Kâbil: Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan. Menzil-i maksûd: Bîdâr: Uykusuz, uyumayan. Uyanık. Ser-menzil: Akvam: Kavimler. Milletler. Toplumlar. Atâlet: Boş durma. Tembellik. İşsizlik. Sedd-i râh: Yol seti, engeli. Mugaylanzâr-ı dehşetnâk: Kudsî: Mukaddes, kutsal, muazzez. Şedâid: Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler. İktihâm: Hücum ve istilâ eylemek. Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. Vehleten: Birdenbire. İlkin. Ansızın. Teyid eylemek: Kuvvetlendirmek. Şedd-i rahl etmiş: Yükünü bağlamış. Feyfâ: Büyük çöl, sahra. Menzil-i aksâ: En uzak yer. Medfen: Mezar. Defnedilen, gömülen yer. Asuman: Gökyüzü. Semâ. Refref: Mânevi bir binek. “Leyse li’1-insani illâ mâ seâ!”: Necm (53) sûresi, 39. âyet. Meali: “İnsan için kendi sa’yinden (çalışmasından, emeğinden) başka bir şey yok.”(İnsan, ancak çalıştığının karşılığını alır.) Meskenet: Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk. 36 Şöyle gözden geçse bir hilkat temâşâ-hânesi: Çıkmıyor bir zerre faâliyyetin bîgânesi. Âsümânî, hâkdânî cümle mevcudat için; Kurtuluş yok say-i dâimden, terakkiden bugün. Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur! Bunların hakkında bilmem bir bahanen var mı? Dur! Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Halik* bile: Bak tecellî eyliyor bin şen-i gûnâgûn ile. Ey, bütün dünya ve mâfîhâ ayaktayken, yatan! Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan. Bîmecâl: Mecalsiz, halsiz, dermansız, zayıf. Hilkat: Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış. Temâşâ-hâne: Seyredecek yer. Bîgâne: Kayıtsız. Alâkasız. Hâkdânî: Dünya, arz, yer ile ilgili. Say-i dâim: Devamlı çalışma, gayret etme. Terakki: İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. Mâsivâ: O’ndan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler. Tecellî: Görünme. Bilinme. Şen-i gûnâgûn: Çeşit çeşit, renk renk şenliği ile. Mâfîhâ: İçindekiler. O şeyin içinde olanlar. “Halik” -eski yazıda- başı hırıltılı ha (hı) ve sonu kalın ka (kaf) harfi ile, “Yaratan, Yaratıcı, Allah” mânâsında... Aynı kelime (ha) ve (kaf) sesleri ile “berber”; (he) ve (kef) sesleriyle okunduğunda ise “helak eden, yok edici” mânâlarına gelmektedir. * 37 HASIR Geçende, Yayla civârında bir ufak cevelân; Bahanesiyle, bizim eski âşinâlardan. Bir attarın azıcık gitmek istedim yanına, Ki her zaman beni da’vet ederdi dükkânına. Biraz musahabeden sonra söktü müşteriler: — Ver ordan on paralık zencefil, çöroğtu, biber. Geçenki beş para borcumla on beş etmedi mi? — Silik bu yirmilik almam... — Uzatma gör işimi! — Oğul, çabuk... Bana tîrak... Okunmuş olmalı ha!* Bizim çocuk, adı batsın, yılancık olmuş... — Ya? — Sübek kadar yüzü cevelân âşinâlardan attarın hütdağ kesildi! — Vah vah vah! — Hanım, geçer, nefes ettir... — Geçer mi? İnşallah. — Bi yirmilik paket, amma sabahki tozdu bütün... — Ayol, hep içtiğimiz toz... Bozuldu eski tütün! — Efendi amca, sakız ver... Biraz da balmumu kes. — Kızım, parayla olur ha! Peşinci bak herkes. Beşer onar paralar, hepsi yaklaşıp deliğe, Süzüldüler oradan bir kilitli çekmeceye. Epeyce fasıladan sonra geldi başka biri: — Genişçe bir hasırın var mı? Neyse hem değeri. Cevelân: Dolaşma. Kaynama. Yerinde durmayıp gezme. Âşinâ: Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Attar: Güzel koku veya iğne iplik gibi şeyler satan. Fasıla: Bend. Kısım. Bölük. Durak. * Çöroğtu (çörek otu) ve tîrak (tiryak) gibi kelimeler, halk telâffuzuyla alınmışlardır. 38 Cenaze sarmak içindir, eziyyet etme sakın! Mahallemizde beş aydır yatan o hasta kadın. Bugün, sabahleyin artık cihandan el çekmiş... — Ne çâre! Kısmeti bir böyle günde ölmekmiş. — Yanında kimse de yokmuş... Aman bırak neyse. Ecel gelince ha olmuş, ha olmamış kimse! — Dokuz kuruş bu hasır, siz, sekiz verin haydi... Pazarlık etmeyelim bir kuruş için şimdi! Hasır büküldü, omuzlandı, daldı bir sokağa; Sokuldu kim bilir, ordan da hangi bir bucağa. Açıldı bir ölü saklanmak üzre sinesine; Kapandı ketm-i adem heybetiyle sonra yine! Beş on fakire olup bâr-ı dûş-i istiskal, Huzûr-i lâlini bir nevha etmeden ihlâl, Sükûn içinde uzaklaştı âşiyânından. Geçince sûrunu şehrin, uzattı servistan. Garîb yolcuyu tevkife bin bükülmez kol! Omuzdan indi hasır, yoktu çünkü artık yol. Mezarcının o kürek yüzlü dest-i lakaydı, İanesiyle nihayet mezara yaslandı. Hücûm-i mihnet-i peyderpeyiyle dünyanın, Hayatı bir yığın âlâm olan zavallı kadın, Hasırdan örtüsü duşunda hufreden indi... Enîn-i ruhu da artık müebbeden dindi. Sine: Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Bâr-ı dûş-i istiskal: Omzundaki yükten hoşlanmama. Ketm-i adem: Yokmuş gibi sır vermemek. Huzûr-i lal: Dilsizliğin rahatlığı. Nevha: Ölüye sesli ağlamak. İhlal: Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek. Sükûn: Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik. Tevkif: Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Dest-i lâkaydı: İlgisiz el. İane: Yardım. İmdat. Hücûm-i mihnet-i peyderpey: Azar azar, zaman zaman saldıran sıkıntı. Âlâm: Elemler. Kederler. Üzüntüler. Duş: Omuz. Hufre: Kazılmış çukur. Oyuk. Enîn-i ruh: Ruhun iniltileri. Müebbeden: Dâimî olarak. Ebedî surette. 39 Bu hatırat ile kalbimde başlayınca melal, Oturmak istemez oldum, kıyam edip derhâl; -Yüzümde âleme nefrin, içimde şevk-i memat; Gözümde içyüzü dehrin: Yığın yığın zulümât!Bulunduğum o mukassî mahalden ayrıldım. Bu perde bitti mi? Heyhat! Atmadım bir adım, Ki ruhu eylemesin böyle bin fecia harâb! Hayat nâmına, yâ Rab, nedir bu devr-i azâb? Melal: Can sıkıntısı. Usanç. Kıyam: Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. Derhâl: Şimdi, hemen, bu anda, vakit kaybetmeden. Şevk-i memat: Ölüm isteği. Zulümât: Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik ve zulüm devri. Mukassî: Kasvet verici. Sıkıntılı, kasvetli. Sıkıcı, dar. Heyhat: Eyvah, ne yazık. Devr-i azâb: Eziyetli zaman. 40 GEÇİNME BELÂSI “Ömr-i giran-mâye der in sarfşud; Tâ çihorem sayf, çipûşem şitâ?” * Şeyh Sadi Doksan senelik ömre, İlahi, bu mu gayet? Bilmem ki ne âlem bu cedel-gâh-ı maîşet! Korkunç oluyor böyle hakikatleri, gerçek, Sadi gibi bir asr-ı faziletten işitmek. Sadi o kadar felsefesiyle, hüneriyle, Fikrindeki hürriyyet-i fevka’l-beşeriyle, Esbâb-ı maîşet denilen kayda girerse, Yâd etmesin azadeliğin nâmını kimse, İnsan ki çıkar perde-i mektûm-i ademden, Tâ sahne-i hestîde zuhur ettiği demden, İkmâle kadar fâcia-i devr-i hayatı, Atlatmaya mahkûm ne mühlik akabâtı! Zannetme ölüm şahsına bir kerre muhacim... Bin kerre olur günde o düşmenle müzâhim. Âvâre beşer sâha-i gabrâya düşünce, Etrafına binlerce devâhî üşüşünce, Meydan mı bulur rahatı esbabını celbe? Başlar o cılız kolları dünya ile harbe! Kaynar güneşin âteşi mihrâk-ı serinde; Cedel-gâh-ı maîşet: Geçinilecek şeyler için savaş alanı. Asr-ı fazilet: Yüz yılın en seçkin insanı. Hürriyyet-i fevka’l-beşer: İnsanüstü olan özgürlük. Esbâb-ı maîşet: Geçinmenin sebepleri. Perde-i mektûm-i adem: Ölüm perdesi. Sahne-i hestîde: Varlıkların bulunduğu alan. İkmâl: Tamamlamak. Bitirmek. Fâcia-i devr-i hayat: Sağlık zamanında çekilen musibetler. Mahkûm: Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Mühlik: Kötü ve günah olan işler. Akabât: Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş. Muhacim: Hücum eden, saldıran. Müzâhim: Zahmet ve sıkıntı veren. Zıt gelen. Sâha-i garbâ: Tozlu alan. Devâhî: Büyük belalar. Afetler. Mihrâk-ı ser: Başın en üst kısmı. Şeyh Sadî’nin Farsça beytinin mânâsı: “Kıymetli ömür, yazın ne yiyeyim, kışın ne giyeyim, derken, bitti.” * 41 Karlar buz olur hep beden-i bî-siperinde. Medhûş nigâhında köpürdükçe denizler; Beyninde bütün dalgalar öttükçe mükerrer; Sahilden uzansam, der, eder tayy-i merâhil; Lakin onu bilmez ki uzaklar daha sâil: Dağlar o nihayetsiz olan silsilesiyle, Ormanlar o dünyayı tutan velvelesiyle, Emvâc-ı serâbıyle, vuhûşuyle bevâdî, Her hatve-i azminde olur yesine bâdî. Fevkinde semâvâtın o ecrâm-ı mehîbi; Pîşinde zemînin o temâsil-i acîbi; Biçareyi medhûş ederek her nefesinde, Muztar bırakır münadim olmak hevesinde. Beden-i bî-siper: Korunaksız gövde. Medhûş: Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. Mükerrer: Tekrarlı. Tekrar olunmuş. İki veya daha fazla aynısı yapılmış. Tayy-i merâhil: Durakları, mesafeleri geçme. Sâil: Saldıran. Silsile: Zincir. Velvele: Gürültü, patırtı. Emvâc-ı serâbı: Göz aldatmasından oluşan dalga. Vuhûş: Vahşiler, yabaniler. Bevâdî: Bâdiyeler, sahralar, çöller. Hatve-i azm: İstekli adım. Bâdî: Rüzgâra ait. Semâvât: Gökler, semalar. Ecrâm-ı mehîb:Yıldızların heybeti. Pîş: Ön. Temâsîl-i acîb: Korkutucu varlıklar. Medhûş: Dehşete uğramış. Muztar: Zorlanmış. Münadim: Nedimlik eden. Meclis arkadaşı. 42 Lakin bu heves bir heves-i diğere mağlûb: İnsan yaşamak hırs-ı cibillisine meclûb. Her devresi bir devr-i azâb olsa hayatın, Râzîsi değildir yine bir türlü memâtın! Ömr olsa da binlerce tekâlif ile meşhûn, İnsan yaşamaktan yine memnun, yine memnun! Artık neye mevkuf ise temîn-i bekası, Yalnız ona masruf olur âvâre kuvâsı. Durmaz boğuşur bunca muhacimlere rağmen, Düşmez o mesaî denilen seyfi elinden. Çıplaktır o, ister ki soğuklarda ısınsın; Bir dam çatarak her gece altında barınsın. İster yiyecek şey, giyecek şey, yakacak şey... Bin türlü havâic daha var bunlara der-pey. Âvâre beşer işte bu bâzâr-ı cihanda, Her gün yeni bir kâr peşinden cevelanda. Maksad bu kadar dağdağadan bir yaşamaktır... Lakin, bunun altında ne maksad olacaktır? Heyhat, onu idrâk için imâl-i hayale; Yok vakti: Bütün demleri mevkuf cidâle! Hırs-ı cibillî: Yaratılıştan gelen hırs. Meclûb: Çekilmiş. Kapılmış. Devr-i azâb: Eziyet zamanı/devri. Memât: Ölüm. Tekâlif: Teklifler, vergiler. Meşhûn: Doldurulmuş. Dolu. Dopdolu. Mevkuf: Durdurulan. Vakfedilen. Masruf: Sarfolunmuş, harcanılmış olan. Kuvâ: Güçler. Kuvvetler. Muhacim: Hücum eden, saldıran. Havâic: İhtiyaçlar. Der-pey: Arkasından, peşinden. Cevelân: Dolaşma. Dağdağa: Gürültü. Iztırab. İdrâk: Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. İmâl-i hayal:Aslı olmayan işlerle uğraşmak. 43 İnsan ki onun ruh ile insanlığı kâim, Daim oluyor cisminin amaline hadim; Gelseydi eğer ruhunu ilâya da nevbet, Anlardı nedir, belki, hayatındaki gayet. Bir anladığım varsa şudur: Hâlik-ı Âlem, Hilkat kalıversin, diye bir ukde-i mübhem, Daldırmada insanları hâcât-ı hayata, Döndürmede ezhânı bütün başka cihâta. Ömrün öteden berk-süvârâne şitâbı, Iyşin beriden lâzım-ı bîhadd ü hesabı, Göstermede dünyaya, nedir maksad-ı Halik... “Kimden kime şekva edelim biz de şaşırdık.” Kâim: Ayakta duran. Mevcut. Amal: Emeller. Arzular. Gayeler. Hadim: Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan. İlâya: Sıkıntı ve derde uğramak. Nevbet: Nöbet, sıra. Sıra ile görülen iş. Hâlik-ı Âlem: Âlemlerin Yarataıcısı. Hilkat: Doğuştan gelen vasıf. Yaratılış. Ukde-i mübhem: İçeriği bilinmeyen düğüm. Hâcât-ı hayat: Varlıkların yaşaması için gerekli şeyler. Ezhân: Zihinler. Anlamayı meydana getiren duygular. Berk-süvârâne: Şimşek çakar gibi hızlı. Şitâb: Çabukluk, acele etmek. Iyşin: İşin. Lâzım-ı bîhadd ü hesab: Son derece gerekli hesap. Şekva: Şikayet. 44 MEYHANE Hurûşan bâd-ı süfliyyet derûnundan, kenarından; Girîzan rûh-i ulviyyet harîminden, civârından. Çıkar bin nâle-i nevmîd hâk-i raşe-dârından, İner bin zulmet-i makber fezâ-yı şeb-nisârından. Gelir feryatlar ebkem duran her seng-i zârından: Yıkılmış hânümanlar sanki çıkmış da mezarından, Dehân-ı hasret açmış rahnedâr olmuş cidârından! Çöker bir dûd-i matem titreyen kandil-i târından: Sönüp gitmiş ocaklar, yükselir güya gubârından! Giren bir kerre nadimdir, hayat-ı müsteârından; Çıkan âvâredir artık, cihanın kâr ü bârından. Dökülmüş âb-rûlar bâde-i pesmande hâlinde... Emel bir münkesir peymânedir saff-ı niâlinde! Boğulmuş rûh-i insanî şarâbın mevc-i âlinde. Nümâyan melanet sakisinin çirkin cemâlinde! Ne mazi var, ne atî, bak şu ayyaşın hayalinde... Tutup bir zehr-i âteşnâk dest-i bî-mecâlinde, Zevâl-i ömrü bekler hem şebâbın tâ kemâlinde! Hurûşan: Çağlayarak, coşarak. Bâd-ı süfliyyet:Alçaklık yeli. Derûn: Gönülden, içten. Rûh-i ulviyet: Yücelik ruhu. Nâle-i nevmîd: Ümidi kırılıp feryat etme. Hâk-i raşe-dâr: Titreme evi. Zulmet-i makber: Mezar karanlığı. Şeb-nisâr: Gece karanlığı saçan. Ebkem: Dilsiz. Konuşamayan. Seng-i zar: Ağlama taşı. Hânüman: Ev bark. Dehân-ı hasret: İç çeken ağız. Rahnedâr: Eksiği, bozuğu olan. Cidâr: Duvar. Dûd-i matem: Yaslı olma hâli. Kandîl-i târ: Karanlık lambası. Gubâr: Toz. Nadim: Nedamet etmiş, pişman. Hayat-ı müsteâr: Emanet ömür. Bâde-i pesmande: Artık bâde, içki. Münkesir: İnkisar eden, kırılan, kırılmış. Kâr ü bâr: İş güç, kazanç. Peymâne: Büyük kadeh. Saff: Bir sıra dizilmiş şey. Niâl: Nallar. Nümâyan:Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Zehr-i âteşnâk: Ateşli zehir. Dest-i bî-mecâl: Güçsüz el. Zevâl-i ömrü: Ömrün sona ermesi. Şebâb: Gençlik. 45 Merâret intiba etmiş cebîn-i infialinde... Derin bir iltivânın sine-i zerd-i melalinde. Odur ancak hüveydâ ser-nüvişt-i bî-meâlinde, Müebbed bir de nisyan nazra-i sengîn-i lâlinde. Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim; Sonunda bir yere saptım ki önce bilmezdim. Bitince bir sıra ev, sonra bir de virâne, Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhane: Basık tavanlı, karanlık, sefil bir dükkân; İçinde bir masa, yahut civar tabutluktan. Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir! Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir. Sakat, bacaksız on on beş hasırlı iskemle, Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle. Beş on kadeh, iki üç testi... Sonra tezgâhtık, Eden yan üstüne devrilme kirli bir sandık. Sönük sönük yanıyor rafta isli bir lamba... Önünde bir küme: Fes, takke, hırka, salta, aba. Kımıldanıp duruyorken, sefil bir sohbet, Bu isli zulmete vermekte büsbütün vahşet: — Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyâdece ver... — Ziyâde, anladık amma ya içtiğin şişeler? — Çizersin... — Öyle mi? Lakin silinmiyor çetele! Bakın tavan tebeşirden görünmez oldu... — Hele! — Bizim peşin paramız... Almadın mı dün guruşu? — Ayol, tükendi mezen... Bari koy biraz turşu. Merâret: Acılık. Tatsızlık. İntiba: Zihinde iz bırakan. Cebîn-i infial: Canı sıkılanın alnı. İltivâ: Burulmak. Kıvrılmak, bükülmek. Sine-i zerd-i melal: Göğüsten hüzünlü soluk çıkması. Hüveydâ: Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık. Ser-nüvişt: Macera. Müebbed: Sonsuz. Nazra-i seng: Taş gibi bakış. Lâl: Dilsiz. Söz söyleyemeyen. 46 Arattı kendini ustan... Dinince dinlensin! — Hasan be! Sen de nasıl nazlı nazlı söylersin? Nedir o türkü... Aman başka yok mu? Hah, şöyle! — Ömer, ne nazlanıyorsun? Biraz da sen söyle. — Nevazil olmuşum Ahmed, bırak, sesim yok hiç... — Sesin mi yok? Açılır şimdi: Bir imam suyu iç! — Yarın ne iştesin Osman? — Ne işteyim... Burada! — Dimitri çorbacı, doldur! Ne durmuşun orada? — O kim gelen? — Baba Arif. — Sakallı, gel bakalım... Yanaş. — Selamün aleyküm. — Otur biraz çakalım... — Dimitri, hey, parasız geldi sanma, işte para! — Ey anladık a kuzum... — Sar be yoldaşım cıgara... — Aman bizim Baba Arif susuz musuz içiyor! — Onun bi dalgası olmak gerek: Tünel geçiyor. — Moruk, kaçıncı kadeh? Şimdicek sızarsın ha! — Sızarsa mis gibi yer, yatmamış adam değil a. Yavaş yavaş kafalar, kelleler kızışmıştı, Ağız, burun, hele sesler bütün karışmıştı; Dikildi ağzına, baktım, açık duran kapının, Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın. Beş on dakika süren bir düşünceden sonra, Kadın da girdi o zulmet-serâ-yı menfura. Gözünde ebr-i teessür, yüzünde hûn-i hicâb, Vücûdu raşe-i nâçâr-ı yes içinde harâb, Teveccüh eyleyerek sonradan gelen babaya: — Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya! Zulmet-serâ-yı menfur: Nefret edilen, sevilmeyen karanlı yer. Ebr-i teessür: Üzüntü bulutu. Hûn-i hicâb: Utanç kızıllığı. Raşe-i nâçâr-ı yes: Keder çaresizliğinden titreme. Teveccüh: Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. 47 Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık... Anan da ben de yumurcakların da aç kaldık! Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sade; Sakın düşünme, çocuklar aceb ne yer evde? Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa; Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksa! Zavallı ben... Çamaşır, tahta, her gün uğraş da; Sonunda bir paralar yok, el elde baş başta! O tahtalar, çamaşırlar da geçti: Yok hâlim... Ayakta sallanışım zorladır Huda âlim! Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın; O yavrucakları çıplak, sefil alıştırdın; Bilir mahalleli kim aldığın zamanda beni, Çeyiz çimenle donatmıştı beybabam evini. Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin. Evet, kumarda yedin, hem de Karşılar’da yedin! Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki? Soran; “Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman!” Diyen kadınlara; “Pek doğru, pek!” deyip gidiyor; Bu söz zavallıyı bilsen ne türlü incitiyor! Benim güzel meleğim, hiç de tâlihin yokmuş: Anan benim gibi sersem; babansa bir sarhoş! Necip de minderi koltukta geldi mektepten... Demiş ki kalfa: “Sekiz aydır almadım hele ben. Ne haftalık, ne de aylık... Senin baban olacak, Kumarcı, oğlu için az yesin de tutsun uşak!” “Koğuldum anne!” deyip ağlıyor zavallı çocuk... Ne yapsın annesi? dünyada bir güvendiği yok! O bari bir adam olsun da kalmasın cahil, Demiştim olmadı... Lakin kabahat onda değil: O her sabah okuyordu gürül gürül cüzünü; Ayırmıyordu kitaptan ne olsa hiç gözünü. Üç akşam oldu ki yoksun. Necip: “Babam nerde!”; Ben isterim onu mutlak, demez mi? “Bak derde! 48 Sular karardı; bu saatte hiç gezer mi kadın? O, sarhoşun biri; tut kim sokak sokak aradın... Nasıl bulursun a yavrum? Yarın gelir belki, Dedim. Fakat çocuğun durmuyordu. Baktım ki: Avutmanın yolu yok; komşunun Hüseyin Ağa’yı, Alıp dolaşmadayım yatsı vakti dünyayı. Anam benim gibi evlat doğurmaz olsaydı, Bu hâli görmeden evvel gözüm yumulsaydı! Herif, şu hâlime bak, merhametli ol azıcık... Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık. Efendiler, ağalar, siz de bir nasihat edin, Sizin de belki var evladınız... — Hasan, ne dedin? — Bırak, köpoğlu kadın; amma çalçeneymiş ha! — Benimki çok daha fazlaydı. — Etme! — Elbet ya! Onun için boşadım. Sen işitmedin mi Hâlim? — Kadın lakırdısı girmez kulağma zâti benim. Senin karım dediğin adetâ pabuç gibidir: Biraz vakit taşınır, sonradan değiştirilir. Kadın bu sözleri duymaz, tazallüm eylerdi; Herif mezar taşı tavrıyle sade dinlerdi. Açıldı ağzı nihayet, açılmaz olsa idi! Taşıp döküldü, içinden şu lanet-i ebedî: — Cehennem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun! — Ben anladım işi: Sen komşu, iyice sarhoşsun! Ayıltınız şunu yahu! — İlişmeyin! — Bırakın! Herif ayıldı mı, bilmem, düşüp bayıldı kadın! Tazallüm: Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek. Lanet-i ebedî: Sonsuz lanet. 49 MEZARLIK Bakma kabristanın ancak sâha-i medhûşuna, Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna! Kalbi hiç benzer mi bak simâ-yı heybet-pûşuna? Kim ki dalmıştır hayatın seyl-i cûşâ-cûşuna, Can atar, bir gün gelir, yorgun düşüp âgûşuna! Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratın! Sende pinhân en güzin evladı insaniyyetin; Senden istimdâd eder feryadı yesin, haybetin. Bir yığın göz nurusun, yahut muhammer tıynetin, Rûh-i pâkinden coşan göz yaşlarından milletin! Şanlı bir tarihsin: Mazi-i millet sendedir. Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir; Devr-i istila durur yâdında, devlet sendedir! Çünkü hürriyyet, hamaset sende, gayret sendedir, Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir! Ey ademle varlığın ser-haddi, iklîm-i salah! Başlarında sermedi bir saye, bir müşfik cenah Olmasan, bî-vâyeler nerden bulurlar inşirah? Zıll-i memdûdunda var asude bir reng-i felah. Leyl-i dûrâ-dûruna olsun feda yüz bin sabah. Kabristan: Mezarlık. Sâha-i medhûşu: Korkutucu vatan. Müddet: Belli ve muayyen vakit. Nâle-i hâmûşu: Sessiz inilti. Sîmâ-yı heybet-pûş:Heybetli yüz. Seyl-i cûşâ-cûş: Çoşkun sel. Âgûş: Kucak. Fıtrat: Yaradılış, tıynet, hilkat. Pinhân: Gizli, saklı. Güzin: Seçilmiş. İstimdâd: Medet ve yardım istemek. Haybet: Mahrumiyyet. İsteğine erememek. Muhammer: Mayalanmış. Tıynet: Huy. Yaradılış. Hamaset: Yaradılıştan olan cesâret. Bahadırlık. Zindegî: Canlılık, zindelik, dirilik. Zillet: Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık. İklim-i salah: Barış zamanı. Sermedi: Daimî, ebedî, sürekli. Saye: Gölge. Müşfik: Şefkatle seven. Acıyan, merhametli. Cenah: Kanat, taraf, kısım. Bî-vâye: Mahrum, nasipsiz. İnşirah: Ferahlanmak, mesrur olmak. Zıll-i memdûd: Asude: Rahat, huzur içinde. Dinç. Reng-i felah: Kurtuluş rengi. Leyl-i dûrâ-dûr:Uzun gece. 50 Cevherin, toprak değil, pek başka bir maden senin. Âh bilmezler ki üstünden geçerlerken senin, Bin dimağın lübbüdür her zerre hâkinden senin. Öyle feyyaz, ey zemin-i marifet, mâyen senin: Sâye-gâhından çıkarken ruh olur her ten senin. Ey mezâristan, nihan karında yüz binlerce mâh, Fışkıran hâk-i remîminden bütün nûr-i nigâh! Nazeninler yal ü bâlinden nişandır her kiyâh... Serviler Mevlâ’ya yükselmiş birer berceste âh, Hufreler Mevlâ’dan inmiş en emin bir hâb-gâh. Ey şebistân, ey adem, ey perde perde kibriyâ, Sendedir ümmîdler: Senden doğar fecr-i beka. Her hacer-pâren okur bin şir-i lâhûtî-edâ; Her neşîden ruhu eyler sermediyyet-âşinâ. Ey semavî hâk, benden bin selam olsun sana. Cevher: Bir şeyin özü, esası. Dimağ: Beyin. Lübb: İç. Öz. Feyyaz: Çok bereket ve bolluk veren. Zemîn-i marifet:Bilgi, sanat, ibret ortamı. Mâye: Damızlık. Esas. Temel. Sâye-gâh: Gölgelik. Nihan: Gizli, saklı. Mâh: Gökteki ay. Kamer. Hâk-i remîm: Kemiğin çürüdüğü toprak. Nûr-i nigâh: Göz nuru. Nazenin: İnce, nazlı, zayıf. Berceste: Sağlam ve lâtif. Hufre: Kazılmış çukur. Oyuk. Hâb-gâh: Uyunulan yer. Şebistân: Yatak odası. Kibriyâ: Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü. Fecr-i beka: Sonsuzluk şafağı. Hacer-pâre: Taş parçası. Şir-i lâhûtî-edâ: İlahi şiir okuma. Neşîde: Manzume. Şiir. Sermediyyet: Daimlik, süreklilik. 51 *** Sıkınca ruhumu bazen metâlibiyle hayat, Olur yegâne mesirem mahalle-i emvât. Muhit-i velvele-dârında zindegânînin, Ferâğ-ı dâimi yoktur hayat-ı sânînin. Ne levs-i hırs ü mezellet zemîn-i pâkinde, Ne hay ü hûy-i maîşet harîm-i hâkinde. Bu kâinât-ı huzurun fezâ-yı sâmitini, Görünce, ömr-i perişanımın merâretini. Velev bir ân için olsun atıp hayalimden, Uzaklaşır giderim mâsivâya artık ben. Şu mâsivâ denilen kayd-ı ukde ber-ukde, Kırılmadan olamaz ruh bir dem asude. Fakat kırılmak için böyle bir zemin ister... Zemîn değil yalnız, kalb-i âhenin ister! Geçen sabah idi Eyyüb’e doğru çıkmıştım. Aşıp da sûrunu şehrin atınca birkaç adım. Metâlib: İstekler. Arzular. Yegâne: Tek, bir. Mesire: Seyredilecek, gezilecek yer. Mahalle-i emvât: Ölülerin mahallesi. Muhit-i velvele-dâr: Gürültülü çevre. Ferâğ-ı dâimi: Ebedî uzaklık, ferahlık. Hayat-ı sânî: Ahiret. Levs-i hırs: Hırs pisliği. Mezellet: Alçaklık. Zelillik. Zemîn-i pâk: Temiz yer. Harîm-i hâk: Yeraltı. Fezâ-yı sâmit: Sessiz gökler. Merâret: Acılık. Tatsızlık. Velev: Eğer, gerçi, her ne kadar da, hatta. Mâsivâ: Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir.) Kayd-ı ukde: Düğüm bağı. Ukde: Düğüm, bağ. Kalb-i âhenin: Sağlam kalp. Ufuk değişti, önümden çekildi eski cihan; Göründü karşıda füshat-serâ-yı kabristan. Fakat o bir koca deryâ-yı sermediyyet idi, Ki her haziyre-i sengîni mevc-i müncemidi! 52 Kenarda durmayarak girdim en derin yerine, Oturdum arkamı verdim de taşların birine. Ridâ-yı samte bürünmüş bütün yesâr ü yemin, Huzur içinde ağaçlar, sükûn içinde zemîn. Bütün o yükselen emvâc, o bî-nihâye deniz, Derin bir uykuya dalmıştı, her taraf sessiz. Yavaş yavaş açılıp perde-i likâ-yı muhit; Harîm-i ruhumu doldurdu kibriyâ-yı muhit. Deryâ-yı sermedi: Sonsuz deniz. Haziyre-i sengîn: Taştan mezarlık. Mevc-i müncemid: Donmuş / taş kesişmiş dalgalar. Ridâ-yı samte: Sessizlik örtüsü. Yesâr ü yemîn: Sağ sol. Her taraf. Emvâc: Dalgalar. Bî-nihâye: Sınırsız. Kibriyâ-yı muhit: Çevrenin azameti. 53 Fakat bu beste-i lâhût nerden aksediyor, Ki “Ellezî halâka’l-mevte ve’1-hayate...” diyor?* Nedir samim-i sükûnette böyle bir feryâd? Neşîde Hâlik’ın, amma kim eyliyor inşâd? Zaman zaman ederek yükselen terane hurûş, Enîne başladı nâgâh kâinât-ı hamûş! O serviler müteheyyic cemaat-i kübrâ Kesildi... Her birisinden duyuldu aynı şâda. Mekâbir inledi, taşlar birer lisân oldu; Kitabeler de o taşlarla hem-zebân oldu. Görünce zinde bütün mahşer-i heyulayı, Mezara ruh veren nefh-i pâk-i Mevlâ’yı, Hayâle daldım; o füshat-serâ-yı dûrâ-dûr. Göründü dîde-i medhûşa bir cihân-ı nüşûr! Kefen be-dûş-i beka bî-nihâye ecsâdın, O, dehri hîçe sayan, kârbân-ı ecdadın. Akın akın geçerek pîşgâh-ı izzette, -Muhit-i havf ü recâdan makâm-ı hayrette- Beste-i lâhût: İlâhî âlemin bestesi. İnşâd: Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Terane: Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme. Hurûş: Coşma. Gürültü. şamata. Nâgâh: Birdenbire, ansızın, hemen. Kâinât-ı hamûş: Sessiz kainat. Müteheyyic: Heyecana gelen, coşan, coşkun, heyecanlı. Mekâbir: Kabirler. Mezarlar. * Zebân: Dil, lisan, lügat, lehçe. Mahşer-i heyula:Aldatıcı cisimler kalabalığı. Nefh-i pâk-i Mevlâ: Yaratıcı’nın temiz nefesi. Dîde-i medhûş: Dehşetle açılan göz. Cihân-ı nüşûr: Kıyamet dünyası. Ecsâd: Cesedler. Cisimler. Tenler. Dehri: Zamana dair. Pîşgâh-ı izzet: Üstünlük huzuru. Havf: Korku, korkutmak. “O, ölümü ve hayâtı yarattı...” Mülk (67) sûresinin ikinci âyetinin başı. 54 Kıyâm-ı aczini seyreyledim... Ne dehşetmiş, Sücûd-i hilkati görmek huzûr-i kudrette! Bu herc ü merc-i kıyâmet-nümûna hâkim olan, Hatîb-i âlem-i ulvî nihayet oldu iyan: Gözüm, uzaktaki bir medfenin ayak ucuna; Çöküp ziyaret eden, bir çocukla bir kadına. İlişti. Sonra biraz yaklaşınca, iyiden iyi, Tezahür eyledi: Baktım, çocuk “Tebâreke”yi.* Kemâl-i vecd ile ezber tilavet eylemede; Yanında annesi gözyaşlarıyla dinlemede. Zemîne raşe verirken nesâid-i melekût, Ne manzaraydı İlahi o makber-i mebhût? Çocuk hayata, o makber de mevte bir levha. Tezâd-ı kudreti gör: Bak şu levh-i zîrûha! *** Biraz geçince o sesler bütün hamûş oldu, Deminki mahser-i pür-cûş sâye-pûş oldu. Çocuk kadınla beraber çekildi âlemine, Gömüldü gitti mezarlık sükûn-i daimine. Kıyâm-ı acz: Acizlikle dirilme. Sücûd-i hilkat: Yaratılmışların secdesi. Huzûr-i kudret: Allah’ın katı. Herc ü merc-i kıyâmet-nümûn: Kıyamete benzer darmadağınık durum. Hatîb-i âlem-i ulvî: Manevi dünyaların hitap edeni. İyan: Aşikâr. Belli. Medfen: Mezar. Defnedilen, gömülen yer. Tezahür: Meydana çıkma, belirme, görünme. * Kemâl-i vecd: Kendinden geçemenin son hâli. Tilavet: Okumak. Takib etmek, arkasına düşmek. Raşe vermek: Zemini titretmek. Nesâid-i melekût: Melekler âlemi. Makber-i mebhût: Hayret veren mezar. Mevt: Ölüm. Tezâd-ı kudret: Allah’ın yarattığı zıtlık. Levh-i zîrûha: Canlı levha. Mahser-i pür-cûş: Çoşkun mahşer yeri. Sükûn-i dâim: Sonsuzluk sessizliği. Kur’an-ı Kerîm’in 67. sûresi olan Mülk sûresi. «Tebâreke» kelimesi ile başladığı için bu isimle anılır. 55 BAYRAM Afak bütün hande, cihan başka cihandır; Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır! Bayramda güler çehre-i masûm-i sabâvet, Ümmîd çocuk sûret-i safında iyandır. Her cebhede bir nûr-i mücerred lemeânda; Her dîdede bir ruh demâdem-cevelândır. Âlâm-ı hayatın iki kat büktüğü ecsâd; Feyzindeki tesîr ile asude revandır. Ferdâ-yı sükûn-perveridir sâl-i cidalin; Nevmîd düşen kalbe ümîd-âver-i candır. Heycâ-yı maişetteki feryâd-ı mehîbin, Dünyada biraz dindiği an varsa bu andır. Subhunda baharın şu sabâhat bulunur mu? Bak çehre-i gabrâya: Nasıl şen, ne civandır! Her sinede bir kalb-i meserret darabanda, Her kalbde bir âlem-i eşvâk nihandır. Raksân oluyor cünbüş-i dûşiyle anâsır, Güya ki bütün sadr-ı zemin pür-galeyandır. Eşbâhı da cûşân ediyor feyz-i mübîni, Yâ Rab bu nasıl rûh-i avâlim-sereyandır! Bayramda gelir yâda ne hoş hâtıralar ki: Bin ömre verilmez, o kadar kadri girandır. Iydin bana dâim görünür levh-i kerimi: Mazi-i tufûliyyetimin yâd-ı besîmi. Şetâret: Şenlik. Sabâvet: Çocukluk, sabilik. Lemeân: Parlama, parıldama. Dîde: Göz, ayn, çeşm. Demâdem: Zaman zaman. An be an. Cevelân: Dolaşma. Âlâm-ı hayat: Hayatın kederleri. Revan: Giden, akıcı. Ferdâ-yı sükûn-perver: Sessizliği koruyan yarın. Sâl: Sene, yıl. Cidal: Cenk. Kavga. Nevmîd: Ümidsiz, cesareti kırılmış. Heycâ-yı maişet: Geçim savaşı. Mehîb: İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. Gabrâ: Yeryüzü, toprak, arz. Meserret: Sevinç. şenlik. Daraban: Vurma, vuruş. Çarpış, çarpıntı, çarpma. Âlem-i eşvâk nihan: Raksân: Rakseden, dans eden, oynayan. Anâsır: Unsurlar. Giran: Pahalı. Iyd: Bayram. Tufûliyyet: Çocukluk. Küçüklük. Besîm: Güleryüzlü kimse. *** 56 Birinci gün hava bir parça nâ-müsâitdi; İkinci gün açılıp sonra pek güzel gitti. Dedim ki: “Fatih’e çıksam yavaşça, bir yanda, Durup o âlemi seyreylesem de meydanda. Ziyaret etsem ehibbâyı sonradan... Hoş olur. Bütün gün evde oturmak ne olsa pek boştur.” Bu arzû-yi tenezzüh gelince, artık ben, Durur muyum? Ne gezer! Fırladım hemen evden? Gelin de bayramı Fatih’te seyredin, zira; Hayâle, hâtıra sığmaz o here ü merc-i safa. Kucakta gezdirilen bir karış çocuklardan; Tutun da, tâ dedemiz demlerinden arta kalan. Asırlar ölçüsü boy boy asalı nesle kadar, Büyük küçük bütün efrâd-ı belde, hepsi de var! Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar, İçinde darbuka, deflerle zilli şakşaklar. Biraz gidin: Kocaman bir çadır... Önünde bütün, Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek için, Nöbetle bekleşiyorlar. Aceb içinde ne var? “Caponya’dan gelen, insan suratlı bir canavar!” * Geçin: Sırayla çadırlar. Önünde her birinin; Diyor: “Kuzum, girecek varsa, durmasın girsin.” Bağırmadan sesi bitmiş ayaklı bir ilan; “Alın gözüm, buna derler...” sadâsı her yandan. Alertirikçilerin keyfi pek yolunda hele: Gelen yapışmada bir mutlaka o saplı tele. Terazilerden adam eksik olmuyor; birisi; İnince binmede artık onun da hemşerisi: “Hak okka çünkü bu kantar... Firenk icadı gıram; Değil! Dirhemleri dört yüz, hesapta şaşmaz adam. Ehibbâ: Habibler, dostlar, sevgililer. Arzû-yi tenezzüh: Uzaklaşmak arzusu. Herc ü merc: Darmadağınık. Efrâd-ı belde: Fertler, askerler beldesi. Caponya (Japonya), alettirikçi (elektrikçi), hemşeri (hemşehri), direm (dirhem) ve ağ (ağa) gibi kelimeler, halk telaffuzuyla alınmışlardır. 57 * — Muhallebim ne de kaymak! — Şifalıdır macun! Simit mi istedin ağ? — Yokmuş onluğum, dursun. O başta: Kuskunu kopmuş eyerli düldüller, Bu başta: Paldımı düşmüş semerli bülbüller! Baloncular, hacıyatmazcılar, fırıldaklar, Horoz şekerleri, civ civ öten oyuncaklar; Sağında atlıkarınca, solunda tahtırevan; Önünde bir sürü çekçek, tepende çiftekolan. Öbek öbek yere çökmüş kömür çeken develer. Ferâğ-ı bal ile birden geviş getirmedeler. Koşan, gezen, oturan, mâniler düzüp çağıran, Davullu zurnalı “Dans!” eyleyen, coşup bağıran. Bu kâinât-ı sürürün içinde gezdikçe, Çocukların tarafındaydı en çok eğlence. Güzelce süslenerek dest-i nâz-ı mâderle, Birer çiçek gibi nevvâr olan bebeklerle. Gelirdi safha-i mevvâc-ı ıyde başka hayat... Bütün sürür ü şetaretti gördüğüm harekât. Onar parayla biraz sallanırdılar... Derken, Dururdu “Yandı!” sadâsıyle türküler birden. — Ayol, demin daha yanmıştı a! Herif sen de.. — Peki kızım, azıcık fazla sallarım ben de. “Deniz dalgasız olmaz, Gönül sevdasız olmaz, Yâri güzel olanın, Başı belasız olmaz! Haydindi mini mini maşallah, Kavuşuruz inşallah...” Ferâğ-ı bal: Gönül rahatlığı. Kâinât-ı sürür: Sevinç dünyası. Dest-i nâz-ı mâder: Annenin nazik eli. Nevvâr: Nurlu, aydın. Aydınlık. Safha-i mevvâc-ı ıyd: Bayram çoşkunluğu safhası. 58 Fakat bu levha-i handana karşı, pek yaşlı; Bir ihtiyar kadının koltuğunda, gür kaşlı. Uzunca saçlı güzel bir kız ağlayıp duruyor; “Gelen geçen, bu niçin ağlıyor?” diyor, soruyor. — Yetim ayol... Bana evlat belasıdır bu acı. Çocuk değil mi? “Salıncak!” diyor... — Salıncakçı! Kuzum, biraz bu da binsin... Ne var sevabına say!.. Yetim sevindirenin ömrü çok olur... — Hay hay! Hemen o kız da salıncakçının mürüvvetine, Katıldı ağlamayan kızların şetaretine. Mürüvvet: İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Şetaret: Şenlik. 59 HASBİHÂL* Ey bülbül-i ter-zebân-ı irfan, Dem-beste nevalarınla vicdan. Hem-safvet-i ruh olan o avaz; Oldukça harîm-i canda dem-sâz. Pâmâlim olur bütün avalim; Lâhûta kadar çıkar hayalim. Eşvâkıma dar gelir de ebâd, Eyler fikrim fezalar icâd! Ey nûr-i mübini Kibriya’nın, Sinem olamaz mı asumanın? Gökler mi bütün karargâhın? Hiç yerlere uğramaz mı râhın? Ey tâir-i nâz-ı sidre-pervâz, Kalbimde olaydın âşiyan-sâz; Bir başka terane gûş ederdin, Ruhum gibi sen de cûş ederdin. Yâdımda duran neşâidinden; Dâim cezebât içindeyim ben. Verdikçe derûna vecd o âheng, Dünya nazarımda teng olur teng! Azadesi büsbütün kuyûdun, Bir şiir-i semâ-zemin sürüdün! Bir şiir-i revan ki: Cûy-i carî; Feyziyle bahâr-ı ömre sârî. Bir nağme ki: Ruhtur, ledündür; Kur’an gibi râsihin içindir. Ter-zebân: Taze dil. Dem-sâz: Kafa dengi. Pâmâl: Ayak. Eşvâk: Şiddetli arzular, istekler, neşveler. Nûr-i mübîn: Açıkta olan nur. Râh: Yol. Tâir-i nâz-ı sidre-pervâz: Yücelere kanat açan nazlı kuş. * Neşâid: Meşhur kaside ve beyitler, mısralar. Cezebât: Cezbeler. Teng : Dar, sıkıntılı, melul, kederli. Azade: Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Semâ-zemin: Yeryüzü. Cûy-i carî: Akan ırmak. Ledün: Sırasında, yapıldığında. Râsih: Sağlam, sağlam delil. Görüşüp dertleşme. 60 Bir nâle ki: Şevk-sûz-i idrâk; Havlinde nidâ-yı “Mâ-arafnâk!”* Ey şair-i râzdân-ı mülhem, Ben razına olmasam da mahrem. Hayrân-ı kemâlinim... Beyânın, Güya ki hitabıdır Huda’nın! Ey subh-i ezel cebîn-i safı, Envârının olmaz inkişâfı. Yeldâ-yı adem cihanı alsa, Eşbâh bütün zalâma dalsa. Hâlâ görünür o rûhü’l-etvâh, Bir cevv-i münîr içinde sebbâh! Ey safha-i vechi âyet-i nur, Cebhende meâl-i kevn mestur. Çeşminde ziyâ-yı sermediyyet; Sönmez ebedî sirâc-ı kudret. Lâhût ile âşinâ nigâhın, Ecrâm şühûd-i intibahın! Her dem lemeân eder o merdüm, Mihrakı da zâhirât-ı encüm! Nâle: İnleyen, sızlayan, figân eden. Havl: Güç. Kuvvet. Râzdân: Sırrı bilen, sırra ortak olan dost. Mülhem: Kalbe doğmuş. Allahın, ilham ile kalbe bildirdiği. Subh-i ezel: Ezel sabahı. Cebîn-i saf: Saf korkaklık. İnkişâf: Açılma. Meydana çıkma. Yeldâ: Uzun. Rûhü’l-etvâh: Münîr: Nurlandıran, ışık veren, parlak. Sebbâh: Suda yüzen, yüzücü. Vech: Yüz, çehre, surat. Âyet-i nur: Nurlu âyet. Meâl-i kevn: Varlığın meali. Mestur: Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. Ziyâ-yı sermediyyet: Sonsuzluk ışığı. Sirâc-ı kudret: Güç ışığı. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. Ecrâm: Ruhsuz büyük varlıklar. Yıldızlar. Şühûd-i intibah: Uyanık şahitler. Lemeân: Parlama, parıldama. Merdüm: İnsan. Adam. Mihrak: Hareket merkezi. Zâhirât-ı Encüm: Yıldızların görünümü. Her subh gelir nesîm-i dilcû; “Bilemedik!” demek olan bu ibare ile “Senin yüceliğini, gereğince bilemedik yâ Rabbi!” ifâdesine işaret edilmektedir. * 61 Duşunda şemîm-i nâz-ı gîsû. Eyler yeniden hevâ-yı didâr; Bir nefha ile beni hevâ-dâr! Sevda kesilir bütün süveydâ, Güya açılır nikâb-ı Leyla. Kehvâre-i dilde nâim ümmîd; Eyler uyanıp figânı tesdîd. Susturmak için o tıfl-ı zârı, Kalkar ararım leyâl-i tan! Ey leyi, vakârının misâli, Yahut bana karşı infiali! Vaktâ ki eder revâk-ı deycûr; Altında yatan cihanı mahmur. Etrafta kalmayınca bir ferd, Hem-râhim olur hayal-i şeb-gerd. Kalkar, gezerim garîb ü tenhâ; Bir yer bulurum sükûnet-ârâ. Fevkimde semâ-yı encüm-âlûd; Pişimde ridâ-yı leyl-i memdûd; Yâdımda neşâid-i kemâlin; Karşımda hayal-i yal ü bâlin; Azade kuyûd-i mâsivâdan, Bîgâile havftan, recâdan. Bir bezm-i fütûh açar ki vicdan: Lebrîz-i safâ-yı aşk olur can. Tasvîr değil o zevki, hattâ; Mümkün olamaz tasavvur asla! Nesîm: Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr. Şemîm: Koku. Hoş koku. Süveydâ: Siyahlık. Nikâb-ı leyla: Leyla’nın yüz örtüsü. Kehvâre: Beşik. Tesdîd: Hayırlı işe doğru yöneltme. Tıfl: Küçük çocuk. Leyâl: Geceler. Vakâr: Ağırbaşlılık. İnfial: Gücenme. Darılma. Revâk: Ev önündeki saçak. Deycûr: Karanlık. Encüm-âlûd: Karışık yıldızlar. Ridâ: Örtü, belden yukarı örtülen şey; şal. Leyl-i memdûd: Uzatılmış, yayılmış olan, çekilmiş gece. Neşâid: Meşhur kaside ve beyitler, mısralar. Kuyûd-i mâsivâ: Allah’tan gayrısının kayıtları. Bezm-i fütûh: Meclis, toplantı açılması. Lebrîz: Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın. 62 Yâ Rab, o ne feyz-i cûş ber-cûş! Yâ Rab, o ne leyle-i ziyâ-pûş! Yâ Rab, o ne cilve cilve envâr! Yâ Rab, o ne lema lema didâr! Yâ Rab, o ne encümen, ne âlem! Yâ Rab, o ne mahfil-i muazzam! Ey leyi, nehârın olmasaydı... Ey neşve, humarın olmasaydı! Bîdârın iken uyanmasaydım; Dünya var imiş inanmasaydım! Ey yâr-i vefâ-güzîn-i canım, Verdiyse melal dâstânım, Mutâdın olan inayetinle; Susturma bu rûh-i zarı, dinle! Hep velvele-i hayat dinse, Düşmez bu zavallı ruh, yese. Olmazsa zemin, zaman müsâit; Feryadına asuman müsâit Gönder bana sen de neyse derdin... Yâdında mı bir zaman ne derdin? Müstakbeli almayıp hayale! Gel biz dalalım bu hasbihâle! Edvâr-ı hayat perde perde... Allah bilir ne var ilerde! Encümen: Cemiyet. şura. Meclis. Komisyon. Mahfil: Toplanılacak yer. Muazzam: Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca. Nehâr: Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık. Humar: Sarhoşluk veren ve haram olan içkiden sonra gelen baş ağrısı. Melal: Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. İnayet: Yardım, lütuf meded etmek. Edvâr-ı hayat: Hayatın devirleri. 63 SELM “Hemşirezâdemdir. Dört yaşında öldü.” “Bütün gün işte boğuştum, içim sıkıldı. Yeter! Yarın da aynı mezâhimle uğraşıp duracak; Değil miyim? Bana öyleyse, şimdilik ister, Ferağ içinde düşünmek, vücûdu yormayarak. Hayat, ceng-i maîşet; cihansa marekedir; Zaman zaman bu sükûnlar birer mütârekedir.” Dedim, zemine uzandım. Fakat huzur o ne zor! Dakika sürmedi, hattâ benim bu yaslanmam... Bir eski komşu gelip: “Validen selam ediyor, Diyor ki: Hasta ağırlaştı, durmasın, akşam, Hemen bizim eve gelsin!” deyince davrandım, O âşiyân-ı perîşâna doğru yollandım. Sarıldı boynuma annem girince, ben içeri. Diyordu ağlayarak: — Görme, Akif’im, çocuğu! Senin değil, yedi kat ellerin yanar ciğeri, Ölüm döşekleri üstünde görse yavrucuğu. Şükür, bugün azıcık farklıdır, diyorduk dün... O pembe pembe yanaklar kireç kesildi bugün! Filan hekim, dediler. Geldi, baktı, anlamadı. Hayır, filan daha bir anlayışlıdır, dediler. Meğer yalan yere çıkmış o sersemin de adı! Bırak ki anlasalar var mı çâre hiç? Ne gezer! Hekim ilâçları, oğlum, bütün tesellidir. İlaç yiyip iyi olmak, o bir tecellîdir. Mütâreke: Bir meseleyi hal için bir şeyi terk etmek. Karşılıklı olarak anlaşmak, kuvvet ve silâhı bırakmak. Mareke: Savaş alanı. Tecellî: Görünme. Bilinme. 64 Kesildi kardeşin artık yemekten, içmekten; Lakırdı dinlemiyor, kendini helak ediyor. O, hastadan daha şâyân-ı merhamet... Görsen... Dedikçe “Anne, çocuktan ümidi kes... Gidiyor!” Telaş içinde kalıp büsbütün şaşırmadayım; Eğer yetişmese imdada yok mu komşu hanım... — Görünmüyor, hani hemşire nerdedir? Gelsin. Benim sözüm ne kadar olsa başkadır, belki; Biraz bulurdu teselli... — Nasıl da söylersin! Lakırdı kâr edecek kim? Duyar mı hiç beriki? Kolay bir iş mi? Senin anne olduğun var mı? Çocuk o hâlde iken anne sözden anlar mı? Bu hem kaçıncı felaket? Beşinci! Yâ Rabbi! Tamam beşinci seferdir ki kız ölüm görecek! Bu son ümidi de şâyed giderse dördü gibi, Zavallı kendini vaktinden evvel öldürecek. Çıkıp da gör hele bir kerre şimdi Selmâ’yı... Ne hâle koydu felek, git de bak, o simâyı! Sabahleyin dili, baktım, biraz ağırlaşıyor... Melil melil bakıyor şimdi bülbül evladım! Ne zâlim illet imiş: Bir çocukla uğraşıyor... O olmasaydı da ben keşke hasta olsaydım. Şikâyet olmasın; amma tahammülüm bitti... Günaha girmedeyim, durmuşum da bak şimdi! *** Ne manzaraydı ki bir kuş kadar uçan o melek; Dururdu bî-hareket, kol kanad kımıldamıyor! Gözünde nûr-i nazar titriyor hemen sönecek... Dudakta natıka donmuş; kulak söz anlamıyor! Türâb rengine girmiş cebîn-i sunîni; Ölüm merâreti duydum öpünce leblerini! Cebîn: Korkak. Cesaretsiz. Turab: Toprak. Merâret: Acılık. Tatsızlık. Leb: Dudak. 65 Başında annesi -matem tecessüm etmiş de; Kadın kıyafeti almış gibi- durur mebhût; Yanında komşu kadınlar hurûşa amâde, Eğerçi ortada dönmekte bir mehîb sükût. Girince ben odadan hepsi kalktılar ayağa, Kızıyla annesi mıhlıydılar fakat yatağa! Dedim: Nedir bu senin yaptığın, düşünsene bir. Bırak şu hastayı artık biraz da kendisine. Ne çâre, hükm-i kader akıbet zuhura gelir, Cenaze şekline girmekte böyle fâide ne? Senin bu yaptığın Allah’a karşı isyandır; Asıl felâkete sabreyleyenler insandır... Şu yolda başlayan âvâre bir talâkatle, Devam edip gidiyorum ben içtihadımda... Ne oldu, hastaya bir şey mi oldu, anlamadım... O beht içindeki kızdan kemâl-i şiddetle, Şu sayha koptu ki hâlâ enîni yâdımda: “Ne taş yüreklisiniz... Âh gitti evladım!..” Tecessüm: Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mebhût: Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem. Hurûş: Çağlayarak, coşarak. Coşan, çağlayan. Amâde: Hazırlanmış, hazır. Mehîb: İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. Talâkat: Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük. İçtihad: Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Sayha: Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra. 66 MERHUM İBRAHİM BEY (İbrahim Bey merhum ki tabâbet-i baytariye ulemâsındandır, hâk-i pâk-i Şark’ın yetiştirdiği nevâdir-i irfan ü faziletin biridir. Merhumu yakından tanıyanlar dört sene evvelki fecîa-i irtihâlinin millet için ne elîm bir ziya, hükümet için ne azîm bir hacâlet olduğunu teslimde tereddüt etmezler. Şark’ın, Garb’ın bedâyi-i ilm ü fennini toplayıp hafızasına doldurmuş; mahfûzâtını muhâkemâtıyle, meşhû-dâtıyle şâyân-ı hayret bir surette tevsî etmiş; Şark’ın her tarafını defeât ile dolaşmış; Garb’ın en medenî memâlikini görmüş gezmiş; elsine-i Şarkıyeyi edebiyâtıyle bilir; Fransız, Rus lisanlarını hakkıyle öğrenmiş olan bu büyük adam fıtraten mahviyyete âşık, iştihara düşman olmasaydı, emînim ki hükûmet-i sabıkanın o sabıkalı ricali yüzünden gurebâ hastahânelerinde ölen, öyle bir hakîm-i zû-fünûnu tanımak için kâriîn-i kiram benim gibi bir âcizin delâletine müftekir kalmazdı!) Tabâbet: Hekimlik. Doktorluk. Baytariye: Veteriner mektebi. Nevâdir: Az olanlar, nâdirler. İrtihâl: Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Hacâlet: Utanma. Utanç. Bedâyi-i ilm ü fen: İlim ve fennin güzellikleri. Mahfûzât: Mahfuz olunmuş, gizlenilmiş şeyler. Hıfzedilip ezberlenmiş şeyler. Muhâkemât: Muhakemeler. Meşhû-dât: Görünenler. Seyredilenler. Tevsî etmek: Genişletme. Bollaştırma. Defeât: Kerreler, defalar. Memâlik: Memleketler. Elsine-i Şarkıye: Doğu dilleri. Fıtraten: Yaradılıştan, fıtrî olarak. Mahviyyet: Alçak gönüllülük. İştihar: Meşhur olma. Tanınma. Ün alma. Rical: Erkekler, er kişiler. Kiram: Benzetmeli, kinâyeli. Delâlet: Delil olmak. Yol göstermek. Müftekır: Muhtaç. Fakir, züğürt. 67 Dönen muhit-i nigâhımda yal ü hâlindir, Bütün hayalim o fevka’l-hayal hâlindir. Zalâm-ı hayrete düşmüş, batar çıkarken ümid, Önünde rehber olan meşalem hayalindir. Semâ-güzîn olarak gittin ey İlahî nur, Peyinde şimdi ufuktan geçen zılâlindir. Bu kâinat senin hâtıranla hep lebrîz: Zemin, zaman bana yâd-âver-i cemâlindir. Bütün cihâtta akseyleyen hemâlindir, Esir, sanki bir âyîne-i celâlindir! Nücûm-i lâmia-zâ bârikât-ı irfanın, Leyâl, ihâta-i eşyadaki kemâlindir. Seher o nâsiyeden bir nişân-ı feyzâ-feyz. Şafakta dalgalanan renk reng-i âlindir. Ulüvv-i kâbını tasvir eder nigâhımda Semâ olanca vuzûhuyle bir misâlindir. Cibâl, heykel-i sâhib-vakâr-ı azmindir, Suhûr, hıffete düşman olan hısâlindir. Bulut yemîn-i leâlî-nisâr-ı cûdundur, Güneş müfekkire-i herdem-iştiâlindir. Tulû, levha-i rengîn-i ihtişamındır, Gurûb, safha-i gamkîn-i infialindir. Havada mevcelenir sânihât-ı kudsiyyen. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. Fevka’l-hayal: İnsanüstü hayal. Zalâm: Karanlık. Zulmet. Pey: İz, işaret, nişan. Art, arka. Zılâl: Gölgeler. Lebrîz: Taşacak kadar. Ağıza kadar taşkın. Hemâl: Şerik, ortak, eş, benzer, nazir. Nücûm: Yıldızlar. Lâmia: Parlak. Parlayan. Parıldayan. Leyâl: Geceler. İhâta: Etrafından çevirmek, kuşatmak. Nâsiye: Çehrenin gösterişi, alın, yüz. Feyza-feyz: Feyiz ile dolu, bol. Reng-i âli: Yüce, seçkin renk. Ulüvv: Büyüklük, yükseklik. Cibâl: Dağlar. Suhûr: Kayalar, büyük taşlar. Hısâl: Hasletler, huylar, tabiatlar. Ahlâk. Leâlî: İnciler. Nisâr: Saçmak, dağıtmak. İştiâl: Tutuşma. Parlama. Alevlenme. Tulû: Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. İnfial: Gücenme. Darılma. Sânihât: Çok düşünmeden akla gelen şeyler. Riyâh: Rüzgârlar, yeller. 68 Riyâh, ruhumu pür-cûş eden mekâlindir. Çemende cilveler eyler bahâr-ı didârın, Sabâ nüvîd-i ümid-âver-i visalindir. Şitâ, peyinde buruşan kıyâmet-i kübrâ, Rebî, hâtıra-i şiir-i lâ-yezâlindir. Hülasa, nazra-i imanımın önünde cihan. Senin sahife-i zâtın, senin mealindir. Senin hayal-i sabihin -ki bir zaman ey yâr, Edince leyle-i ruhumda bin emel bidâr; Kıyâs ederdim açılmış sabâh-ı istikbâlBugün bulutların altında eylemekte karâr! Garib, şâm-ı gariban kadar hazin oluyor, Nigâh-ı rikkatimin karşısında fecr-i bahar. Birer bürehne kadid-i mehibi andırıyor; Hayat hulle-i sebzinde cilveger eşcâr. Bütün bu sâha-i hadrâ, bu nev-demîde çemen; Yeşil bir örtünün altında bir amik mezar! Sımâh-ı canıma bin uhrevî şada geliyor Neşîdeler okuyorken gusûn-i terde hezâr. Temevvüc eyleyerek gözlerinde jale-i nur; Şükûfe-zârda güya ki ağlıyor ezhâr. Senin sahife-i zâtın, senin mealin iken. Pür-cûş: Çoşkunluk dolu. Mekâl: Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler. Sabâ: Gün doğusundan esen hoş ve lâtif rüzgâr. Nüvîd: Müjde, beşaret. Hayırlı haberlerle tebşir. Ümid-âver: Ümitli. Ümit besleyen. Şitâ: Kış. Senenin soğuk mevsimi. Kıyâmet-i kübrâ: Büyük kıyamet. Rebî: Bahara ait, baharla ilgili. Nazra: (Bir tek) bakış. Sabih: (Sabiha) Güzel, latif, şirin. Rikkat: Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık. Fecr-i bahar: Baharın doğuşu. Bürehne: Açık, yalın çıplak. Kadid-i mehib: Heybetli, azametli, korkunç iskelet Cilveger: Cilve ve naz eden. Cilveli. Eşcâr: Ağaçlar. Amik: Hicaz vilâyetinde ulu bir ağaç. Sımâh: Kulak deliği, kulak. Gusûn-i ter: Filizlerin, ağaç dallarının nemi. Hezâr: Bin. (1000) * Pek çok. * Bülbül. Temevvüc: Dalgalanmak. Çalkanıp dalga dalga olmak. Jale-i nur: Nurlu kırağı. Şükûfe-zâr: Çiçek bahçesi. Ezhâr: Çiçekler. 69 Bütün cihân-ı bedâyide müncelî asar, Samim-i ruhumu pür-cûş ü bikarâr ediyor. Bugün o sine-i hilkatte inleyen eşâr! Muhit şimdi şebistân-ı iğtirâbındır: Bugün uyanmıyor artık o nâzenîn eshâr! Sen ey semâları işrâk eden ziyâ-yı ezel. Bu hâkdânı bıraktın peyinde zulmet-zâr! Gerildi bir ebedî perde beynimizde, senin. Açıldı pîş-i celâlinde âlem-i didâr. Cihan cihan dolaşırsın fezâ-yı lâhûtu, Nasıl ki yâd-ı hazînin gezer diyar diyar! Hayat varsa senin sermedî hayatındır, Azâb, yoksa, bu fânî hayat-ı velveledâr. Sükûnu nerde bulur âh kalb-i mehcûrum? Derûn-i sinede bin here ü merc-i dâim var! Demek, görünmeyeceksin ilel-ebed bana sen, Demek, uzaktasın ey yâr-ı mihriban benden! Hayata sen beni rabteylemiş iken, şimdi; Acep nasıl yaşarım söyle âh sensiz ben? “Günün birinde gelirsin de eski âlemler, Devam eder yine birlikte öyle şatır, şen... Bu girûdâr-ı maişetten el çeker, ararız, Seninle sine-i uzlette gizli bir memen... Karışmayız şu cihanın nebûd ü buduna hiç, Nasıl ki bunca zamandır kanşmadık zaten! Uzakta aksede dursun o hay ü hûy-i mehib... Müncelî: Parlayan, meydana çıkıp görünen. Şebistân: Yatak odası. Eshâr: Seher vakitleri, seherler. Zulmet: Karanlık. Sermedî: Daimî, ebedî, sürekli. Mehcûr: Uzaklaşmış, uzakta kalmış. Derûn-i sine: Göğüs derinliği. (İç derinlik) Rabt: Bağlamak, bitiştirmek. Gîrûdâr-ı maîşet: Geçim kavgası. Uzlet: Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak. 70 Sükûn içinde biz ey dost, yek-revan, yek-ten, Devam eder gideriz her zamanki âhenge. Döner muhitimiz üstünde hep senin nağmen.. Beyân-ı ukde-güdâzınla mübhemât-ı şuûn; Yavaş yavaş açılıp bir vuzuh olur rûşen. Verâ-yı perde-i kudrette gizlenen razın. Önünde feyz-i beyânın açar da bin revzen, İyân olur o zaman karşımızda âlem-i ruh, Düşüp gider gözümüzden bütün kuyûd-i beden! Birer terâne-i ilham olan neşâidini; Kemâl-i vecd ile tekrar dinlerim...” derken, Bugün emellerimin hepsi ser-nigûn oldu... Meğerse olmayacakmış ne bir gelen, ne giden! Meğer açılmayacakmış müebbeden artık; O perde perde hakâik, o ukdeler, o dehen! Yazık ki yükselerek matlaında etti karar; O lema lema sünûhat... Hem de pek erken! Niçin gurûb ediverdin sen ey sitâre-i şark, Henüz kemâlini derk etmeden zavallı vatan? Şu son zamanda ziyânın kadar ziyâ-ı elîm, İsabet etmedi afak-ı Şark’a, İbrahim! Eğerçi milletin ümmîd-gâh-ı ikbâli, Olan beş on büyük âdem, beş on vücûd-i kerîm, Birer birer heder olmuştu senden evvelce... Senin peyinde fakat kaldı bin ümîd-i akîm! Yarım asırda uyanmış çerâğ-ı feyze bakın: Mübhemât: Belirsiz olan şeyler. Vuzuh: Açıklık. Rûşen: Parlak, aydın. Belli, âşikâr. Verâ: Arzı örten mahlukat. Yaratılmış olanlar. Yek-revan: Tek akan. Feyz-i beyân: Açıklamanın bereketi. Revzen: Pencere. İyân: Aşikâr. Belli. Kuyûd: Kayıtlar. Terâne: Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme. Neşâid: Meşhur kaside ve beyitler, mısralar. Ser-nigûn: Baş aşağı olmuş. Sünûhat: Kalbe gelen mânalar, doğuşlar. Sitâre-i şark: Doğu yıldızları. Afak-ı şark: Doğu ufukları. Akîm: Neticesiz, sonu yok. Beyhude. Çerâğ: Işık. kandil. Lâmba. Mum. 71 Bir anda oldu sönüp perde-pûş-i hâk-i remim! Tasavvur eyleyemezdim ki ansızın dursun. Felâh-ı ümmet için çarpman o kalb-i rahim; Tahayyül eyleyemezdim ki seyrden kalsın, Muhit-i Şark’ta cevlan eden o fikr-i hakim. Ridâ-yı hâke büründün sen ey sirâc-ı edeb, Fakat o lema ki yâdımdadır... Zevali adîm, Durup mezârının üstünde ağladıkça sehâb; Gelip başında enîn eyledikçe rûh-i nesim; İnip melaik-i rahmet cihân-ı bâlâdan, Harîm-i kabrine ettikçe her zaman tazim; Bahar vakti çiçeklerde yâd-ı enfâsın. Remîm: Kemiğin çürümesi. Çürük. Ridâ-yı hâk: Doğruluk örtüsü. Sirâc-ı edeb: Edep kandili. Zevali: Zevale mensub, zevale ait. Adîm: Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir. Sehâb: Çağırgan, gürültücü kişi. 72 Meşâm-ı cana duyurdukça bin lâtiı şemim; Döner hayalimin en muhterem harîminde. Senin o tayf-ı lâtîfin ey âşinâ-yı kadîm! Musâb olan yalnız ailen midir? Heyhat, Bıraktın arkada binlerce hânümânı yetim. Olurdu dest-i tesellî-medâr-ı lûtfunla, Sirişk içinde yüzen çehreler bir anda besim; Ederdi cûd-i merâhim-nümûd-i feyyazın, Hazâin olsa bütün ehl-i fâkaya taksim. O bir cihân-ı fezâildi, mahvolup gitti... Nedir? Niçindir İlahî, bu inkılâb-ı azim? Meşâm: Koku alacak yer. Burun. Geniz. Şemîm: Koku. Hoş koku. Tayf-ı lâtîf: Hoş hayal. Âşinâ-yı kadîm: Eski tanıdık. Musâb: Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan. Hânümân: Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal. Dest-i tesellî-medâr-ı lûtuf: Sirişk: Gözyaşı. Ateş şeraresi. Cûd: Cömertlik. Merâhim: Acımalar, merhametler. Nümûd: Gösteren, görünen, benzeyen. Feyyaz: Çok feyz veren. Çok bereket ve bolluk veren. Hazâin: Hazineler. Ehl-i fâka: Yaşlı kişiler. Cihân-ı fezâil: Faziletlerin dünyası. 73 Ey yâd-ı güzîn-i ihtiramı, Ruhumda hayatının devamı; Ey lema-i feyzinin tamamı, Subh-i ezelînin ihtişamı; Amaline dar gelince nâsût, İkbâline sine açtı lâhût. Bakmaz da bu dâr-ı ibtilaya, Ruhun can atardı itilaya; En sonra o nûr-i arş-pâye, Yükseldi civâr-ı Kibriya’ya... Dem şimdi dem-i saadetindir: Ervah, nedîm-i hazretindir. Tevfik olarak yolunda hem-râh, Aştın şu fezâ-yı tan nâgâh; Tâ fecr-i bekada oldun agâh... Hâlâ gidiyorsun Allah Allah! Pervâzına yok mudur tenâhî? Ey tâir-i gülşen-i İlahi! Her gül dibi medfen-i hayalin, Her gonca kitâbe-i kemâlin; Her yerde nihân olan cemâlin, Her yerde iyân olan mealin; Bir yerde görünmüyorsun amma; Her yerde bedâyinin hüveydâ! Nâsût: İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler. İkbâl: Talih. Refah. Dâr-ı ibtila: Bela yurdu. Nedîm: Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren. Tevfik: Uygun düşürme. Uydurma. Nâgâh: Birdenbire, ansızın, hemen. Fecr-i beka: Sonsuzluğun doğuşu. Pervâz: Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. Medfen-i hayal: Hayal mezarlığı. Nihân: Gizli, saklı. Bulunmayan. Hüveydâ: Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık. 74 Ey sen ki harîm-i Hakk’a mahrem, Oldun da yabancın oldu âlem; Yâd eyleyecek misin ki bilmem? Dünya denilen bu sicn-i matem. Hâlâ bana dâr-ı imtihandır... Kurtulmadım işte an bu andır! Ey yâr-i azîz-i gam-küsârım, Mahvoldu Huda bilir karârım, Sarsıldı olanca ıstıbârım; Bî-zâr peyinde rûh-i zarım! Gittin, beni kimsesiz bıraktın, Yaktın beni hasretinle yaktın! Harîm: Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi. Sicn-i matem: Yas zindanı. Dâr-ı imtihan: Sınav yurdu. Bî-zâr: Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş. 75 AZİM Sadi, o bizim Şark’ımızın rûh-i kemâli, Bir ders-i hakikat veriyor, işte meali: Vaktiyle beş on kafile sahraya düzüldük; Gündüz yürüdük hep, gece bir menzile geldik. Çok geçmedi, baktım bir adam haşir ü hâib; Koşmakta... Meğer eylemiş evladını gâib. Biçare gidip haymelerin hepsine sormuş; Bir taş bile görmüşse hemen oğluna yormuş. Âvâre peder, nerde bulursun onu! Derken... Gördüm ki ciğer-pâresinin tutmuş elinden, Lebrîz-i meserret geliyor bizlere doğru, Taşmış da gözünden akıyor şimdi sürürü! Yaklaştı şütürbâna nihayet, dedi yekten: “Evladımı buldum... Nasıl amma? Onu bilsen... Karşımda ne görsem, o! Dedim geçmedim asla. Aldatsa da tahminimi binlerce heyula, Azmimde fütur eylemedim, yesi bıraktım... Madem ki dünyadadır elbet bulacaktım... Kumlarda yüzüp, zulmetin amâkına daldım; Hep ruh kesildim... Ne boğuldum, ne bunaldım. Tevfik-i İlahi edip en sonra inayet, Gördüm gözümün nurunu karşımda nihayet.” İmân ile baksak oluyor işte nümâyan, Sadi bize göstermede bir meslek-i irfan: Lebrîz: Taşacak kadar. Meserret: Sevinç. şenlik. Şütürbân: Deveci. Deve çobanı. Fütur: Yeis. Ümidsizlik. Usanç. Amâk: Göz pınarları. Tevfik-i İlahi: Allah’ın yardımı. Nümâyan: Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan. 76 Bir gâye-i maksûda şitâb eyleyen âdem, Tutmuşsa bidayette eğer azmini muhkem, Er geç bulacak sa’y ile dil-hâhını elbet. Zira bu şu’un-zâr-ı tecellîde, hakikat, Tevfik, taharrîye, taharri ona âşık; Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık. Olsun da emel azm ü taharrîye mukârin; Tevfik zuhur eylemesin sonra... Ne mümkin! Bazen iki üç haybet olur rehzen-i ümmîd... İnsan o zaman etmelidir azmini teşdîd. Yesin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen Hüsrana düşersin, çıkamazsın ebediyyen! Mahkûm olarak yese şu biçare peder de, Evladını şâyed o karanlık gecelerde; Vazgeçmiş olaydı aramaktan, ne bulurdu? Elbet biri candan, biri canandan olurdu! Bidayet: Başlangıç. İlk önce. İlk olarak. Muhkem: Sağlam. Metin. Sa’y: Çalışma, Çalışıp çabalama. Dil-hâh: Gönül talebi, gönül arzusu. Taharrî: Aramak. Araştırmak. İncelemek. Müfârık: Ayrılan, ayrılmış. Müfarakat eden. Mukârin: Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan. Rehzen-i ümmîd: Ümit penceresi. Teşdîd: Şiddetlendirme, sağlamlaştırma. 77 SEYFİ BABA Geçen akşam eve geldim. Dediler: — Seyfi Baba, Hastalanmış, yatıyormuş. — Nesi varmış acaba? — Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah. — Keşke ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah! Bir fener yok mu, verin... Nerde sopam? Kız çabuk ol! Gecikirsem kalırım beklemeyin... Zira yol hem uzun, hem de bataktır... — Daha alâ, kalınız: Teyzeniz geldi, bu aksam, değiliz biz yalınız. Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde; Boşanan yağmur iliklerde, çamur ta belde. Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak, “Gel!” diyen taşları kurtarmasa, insan batacak. Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine, Boğuyordum müteveffayı bütün af erine. Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek, Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek! Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim, Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim! Çok mu yüzdük, bilemem, toprağı bulduk neyse; Fenerim başladı etrafını tek tük hisse. Vakıa ben de yoruldum, o fakat pek yorgun... Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun: Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara; Kâh olur, mürde şuâatı düşer bir mezara. Müteveffa: Ölü, vefat etmiş, ölmüş. Mürde: Ölmüş, ölü. Şuâat: Işıklar, parıltılar, nurlar. 78 Kâh bir sakfı çökük hanenin altında koşar; Kâh bir mabed-i fersudenin üstünden aşar; Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır; Sonra en korkulu eşhasa çekinmez sataşır; Gecenin sütre-i yeldâsmı çekmiş, üryan, Sokulup bir saçağın altına güya uyuyan. Hânüman yoksulu binlerce sefilan-ı beşer; Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler; Kocasından boşanan bir sürü biçare karı; O kopan rabıtanın, darmadağın, yavruları; Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler; Evi sırtında, sokaklarda gezen aileler! Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil! Serseri, derbeder, âvâre, haramı, katil... Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil. Bana göstermeli bir kerre... Niçin? Belli değil! Ya o biçare de rahmet suyu nûş eyleyerek, Hatm-i enfâs edivermez mi hemen “Cız!” diyerek? O zaman sâmianın, lâmisenin şevkiyle, Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele! Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi.. Ne yalan söyleyeyim kalbime haşyet geldi. Sakf: Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü. Fersude: Eskimiş, yıpranmış. Eski, yırtık. Eşhas: Şahıslar. Kişiler. Sürte: Perde. Örtü. Yeldâ: Uzun. Üryan: Çıplak. Hânüman: Ev bark. Sefilan-ı beşer: İnsan sefilleri. Rabıta: Bağ. Zulmet: Karanlık. Mezbele: Çöplük. Rehzen: Yol kesen, haydut, eşkiya. Sâil: Saldıran. Nûş: İçen, içici. Tatlı şerbet gibi içilecek şey. Hatm-i enfâs: Nefesleri tükenmek. Ölmek. Sâmia: Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti. Lâmise: Dokunma hissi, duygusu. Haşyet: Korku ve dehşet. 79 Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tane fener; Geçiyor... Sapmayarak doğru yürürlerse eğer. Giderim arkalarından... Yolu buldum zaten. Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben! İşte karşımda bizim yâr-i kadîmin yurdu. Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu. Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip, Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip. Açıversem... İyi amma kapı zaten aralık... Galiba bir çıkan olmuş... Neme lâzım, artık! Girerim ben diyerek kendimi attım içeri, Ayağımdan çıkarıp lastiği geçtim ileri. Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak; Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak! Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini, Aralarken kulağım duydu fakirin sesini: — Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evladım! Haklısın, bende kabahat ki haber yollamadım. Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun... Hele dinlen azıcık, anlaşılan yorgunsun. Bereket versin ateş koydu, demin komşu kadın... Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın. Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım, Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım. Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne, Sürme çekmiş gibi nur indi mumun kör gözüne! O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh, Gördü bir sahne-i uryân-ı sefalet ki nigâh, Şair olsam yine tasviri olur bence muhal: O perişanlığı derpîş edemez çünkü hayal! Yâr-i kadîm: Eski dost. Kasvet: Sıkıntı. İç sıkıntısı. Nîm: Yarım, buçuk, yarı. Nâgâh: Birdenbire, ansızın, hemen. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. Muhal: İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Derpîş: Önde olan, göz önünde bulunan. 80 Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba, Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba. — Ihlamur verdi demin komşu... Bulaydık şunu, bir. — Sen otur, ben ararım... — Olsa içerdik, iyidir... Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme... Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime, Başladım kaynatarak vermeye fincan fincan, Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan. — Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın? Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın. — Mehmed Ağa’nın evi akmış. Onu aktarmak için, Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün. Ne işin var kiremitlerde a sersem desene! İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene. Hadi aktarmayayım... Kim getirir ekmeğimi? Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi? Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası: Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası! Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz; Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz. Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman, Gece gündüz koşuyor iş diye, bilmem ne zaman? Eli ekmek tutacak! İşte, saat belki de üç!* Görüyorsun daha gelmez... Yalnızlık pek güç. Bazı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma; Kimsesizlik bu sefer ‘tak’ dedi artık canıma! — Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece! Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice. İhtiyar terleyedursun gömülüp yorganına... Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına, Başladım uyku taharrisine, lakin ne gezer! Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer. * Ezânî saatle, güneş battıktan üç saat sonra. 81 Ortalık açmış uyandım. Dedim, artık gideyim, Önce amma şu fakir âdemi memnun edeyim. Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede; Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sade! O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî: Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi! Tehassür: Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek. Hamiyetsiz: Gayretsiz. 82 İNSAN “Ve tez’umu enneke cirmun sagîrun; Ve fî-ke’ntave’l-âlemu’l-ekber.”* Hz. Ali (r.a.) Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen, “Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat busen... Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir: Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir: Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî, Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i Yezdânî. Musaggar cirmin amma gâye-i sun-i İlahisin; Bu haysiyyetle pâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin! Edîb-i kudretin beytü’1-kasid-i şiiri olmuşsun; Hakim-i fıtratın bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun. Esirindir tabiat, dest-i teshirindedir eşya; Senin ahkâmının münkâdıdır, mahkûmudur dünya. Bulutlardan sevâik sayd eder irfân-ı câlakin; Yerin altında madenler bulur nakkâd-ı idrâkin. Denizler bisterindir, dalgalar gehvâre-i nâzın; Nedir dağlar, semâ-peymâ senin şehbâl-i pervâzın! Hava, bir refref-i seyyâl-i hükmündür ki bir demde, Olur dem-sâz-ı avazın bütün aktâr-ı âlemde. Dayanmaz pîş-i ikdamında mâniler müzâhimler; Zât: Hürmete lâyık kimse. Kişi. Muhakkar: Hakir görülen. Hakarete uğramış. Mâhiyet: Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Avâl: Sersemlik derecesinde saf olma, bönlük. Matvî: Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey. Rabbânî: Rabbe âit. Yezdânî: İlâhî. Yezdan'a ait. Musaggar: Küçültülmüş. Tasgir olunmuş, küçük yapılmış. Cirm: Vücut, cüsse, hacim, büyüklük. Pâyân: Kenar, son nihayet, uç. Dest-i teshîr: Zapteden el. Münkâd: İnkiyad eden, boyun eğen, itaat eden. Sayd: Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek. Nakkâd: Nakdeden. Paranın sağlamını ayıran. Gehvâre: Beşik. Peymâ: Ölçen, ölçücü. Şehbâl: Kuş kanadının en uzun tüyü. Pervâz: Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. Refref: Kuşu çok olan çimenlik, kır. Seyyâl: Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Aktâr: Kuturlar. Çaplar. Pîş-i ikdam: İlerlemenin önü. Müzâhim: Zahmet ve sıkıntı veren. Zıt gelen. Hazret-i Ali’nin Arapça beytinin mânâsı: “Ey insan! Sen kendinin küçük bir cisim olduğunu sanırsın. Ama bütün âlem senin içine sığdırılıp gizlenmiştir.” * 83 Kaçar, sen rezm-gâh-ı azme girdikçe muhacimler. Karanlıklarda gezsen, şeb-çerâğın fikr-i hikmettir, Ki her işrâkı bir sönmez ziyâ-yı sermediyyettir; Susuz çöllerde kalsan, bedrekan ilhâm-ı sayindir, Ki her hatvende eyler sâye-küster vahalar zahir. Ne zindanlar olur hâil, ne menfalar, ne makteller... Yürürsün sedd-i râhın olsa hattâ âhenin eller. Yıkar bârû-yi istibdadı bir asude tedbirin; Semâlardan inen teyîdisin güya ki takdirin! Taharriden usanmazsın, teâlîden teâlîye; Atıldıkça, atılsam şimdi, dersin, başka atîye! Senin en şanlı eyyamında, en mesûd hâlinde, Bir istikbâl-i dûra-dûr vardır hep hayalinde. O istikbâledir şevkin, odur maşûk-i vicdanın, O kudsî neşvenin şeydâ-yı bî-ârâmıdır canın. O şevkin dâim ilcâsıyla seyrin ıztırârîdir; Terakkî meyli artık fıtratında rûh-i sâridir! Bütün esrâr-ı hilkatten haberdâr olmak istersin, Bu gaybistân-ı hîçâ-hiçten kurtulmak istersin! Meâdın, mebdein, hâlin ki üç müdhiş muammadır... Durur edvâr-ı müstakbel gibi karşında hep hazır. Koşarsın bunların sevdâ-yı idrâkiyle durmazsın, Hakikatten velev bir semme duymazsan oturmazsın. Rezm-gâh: Savaş meydanı, muhârebe sahası. Muhacim: Hücum eden, saldıran. Şeb-çerâğ: Gece mumu. İşrâk: Allah’a şerik koşma. Bedreka: Delil. Kılavuz. Mürşid. İlhâm-ı say: Hatve: Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak. Sâye-küster: Gölge eden. Zahir: Görünen, âşikâr olan. Açık, belli. Hâil: Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran. Menfa: Nefyolunan yer. Birinin sürüldüğü yer. Nefiy yeri. Maktel: Birinin öldürüldüğü yer. Bârû: Kale duvarı, hisar burnu, sur. İstibdad: Keyfî idare sistemi. Tedbîr: Bir şeyi temin edecek veya def edecek yol. Taharri: Aramak. Araştırmak. İncelemek. Teâlî: Yükselme. Yüceltme. Dûra-dûr: Uzaktan uzağa. Uzun uzadıya. Kudsî neşve: Kutsal neşe, sevinç. Şeydâ: Tutkun. Ârâm: Çölde, sahrada konulan hususi nişan. İlcâ: Mecbur etme. Zorlama. Iztırârî: Çaresizlik içinde oluş. Sâri: Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Meâd: Ahiret. Mebdei: Başlangıç. Muamma: Anlaşılmaz iş. Edvâr-ı müstakbel: Gelecek zamanlar. 84 Serâir perde-pûş-i zulmet olsun varsın isterse... Düşürmez düştüğün yeldâ-yı hirman ruhunu yese: Emel, meşal-keşin,. bir reh-nümâ hem-râhın olmuşken, Tehâşî eylemezsin sine-i deycûra girmekten. Gelip bir gün tecelli etse mâhiyyât-ı masnûât, Taharriden geçer, bir dem karâr eyler misin? Heyhat! Tutar mâhiyyet-i Sâni, o en heybetli mâhiyyet; Olur âteş-zen-i aramın, artık durma cevlan et! Tevakkuf yok seninçün, daimî bir seyre tâbisin... Ne zira hâle râzîsin; ne müstakbelle kânisin! Serâir: Gizli şeyler, sırlar. Perde-pûş-i zulmet: Karanlığın örtüsü. Yeldâ: Uzun. Hirman: Mahrum olmak, mahrum kalmak. Meşal-keşin: Reh-nümâ: Geçilen yol. Yol üstü. Geçit. Hem-râh: Yol arkadaşı, yoldaş. Tehâşî: Korkup çekinme, sakınma. Sine-i deycûr: Karanlığın sinesi. Tecelli: Görünme. Bilinme. Masnûât: Yapılanlar. Mâhiyyet-i Sâni: İkinci. Âteş-zen: Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak. Cevlan et- > Cevelan et-: Gez, dolaş. Tevakkuf: Durma. Eğlenip kalma. Duraklama. Kâni: İnanmış. Tatmin olmuş. 85 Dururken böyle bî-pâyan terakkî-zâr karşında; Nasıl dersin ya “Pek mahdûd bir cirmim.” tutarsın da? Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mazharsin: Tekâlifin emanet-gâhısın, bir başka cevhersin! Hayatın eksik olmazken ağır bin ban arkandan; Ölümler, korkular savlet ederken hepsi bir yandan; Şedâid iktihâm etmekte müdhiş bir mekânetle, Yolundan kalmayıp dâim gidersin... Hem ne süratle! Senin bir nüsha-i kübrâ-yı hilkat olduğun elbet, Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet: Nasıl olmak gerektir şimdi efâlin ki hem-pâyen; Behâim olmasın, kadrin melâikten muazzezken? Bî-pâyan: Sonsuz. Payansız. Terakkî: İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. Mahdûd: Sınırlanmış, çevrilmiş. Tebcîl: Ağırlamak. Yüceltmek. Mahzar: Hazır olma. Gösteriş, görünüş. Tekâlif: Teklifler, vergiler. Ban: Dam, çatı. İktihâm: Hücum ve istilâ eylemek. Mekânet: Ağır başlılık. Hem-pâyen: Bir pâye ve rütbede olanların beheri. Muazzez: Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş. 86 KÖR NEYZEN Elinde, nevha-i matem kadar acıklı sadâ; Veren, bir eski kamış; koltuğunda bir yedici; Şu kör dilenci, bakardım, olunca nâle-serâ, Durup da merhameten dinleyen gelip gidici, Önünde boynunu bükmüş zavallı keşkülüne, Atardı beş para, onluk değilse bari yine. Kırık sazıyla ederken zaman zaman feryâd, Gelirdi gûşuna onlukların tanîniyle; Birer nevâ-yı beşaret, birer peyâm-ı vedâd; Birer şada ki: Neyin sine-çâk enîniyle; Karışmayıp, yalnız dem tutardı sanki ona! Bu ses, bu manzara gayet hazin gelirdi bana. Muhiti hep mütevâlî leyâl-i dûrâ-dûr... Sabah yok onun afak-ı târ-ı ömrü için! Yüzünde hande-i ümmîdi andırır bir nur; Görülmüyor! O mükedder, elim çehre bütün; Kesif bir bulut altında perde-pûş-i melal... Geçen zamanı karanlık, karanlık istikbâl! Nasıl hakikat-i yeldâ? Hayatı git ona sor: Bulur nazarları dünyayı perde perde zalam! Belayı görmüyor amma bütün bela görüyor, Bu kâinat-ı sefalette eyledikçe devam. Arar bulunduğu yeldâ-yı bî-tenâhîde Zavallı bir çıkacak yol sabâh-ı ümmîde! Nevha-i matem: Yas ağlaması. Nâle-serâ: İnleyen, şarkı söyleyen. Gûş: Kulak. Tanîn: Sinek vızıltısı. Nevâ-yı beşaret: Müjde sesi, avazı. Peyâm-ı vedâd: Dostluğun haberi. Sine-çâk: Göğsü, yüreği yaralı. Mütevâlî: Birbiri ardınca sıra ile olan. Leyâl-i dûrâ-dûr: Uzun uzadıya geceler. Hande-i ümmîd: Ümit gülüşü. Mükedder: Kederli. Sıkıntılı. Kesif: Yoğun. Perde-pûş-i melal: Usanç örtüsü. Zalam: Karanlık. Zulmet. Ümmî: Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Görür şedâid-i eyyama karşı duşunda, 87 Siper vazifesini lime lime bir abacık. Fakat o sütre-i bîtâbı her hurûşunda, Açar da dest-i inâdıyla rüzgâr; artık, Körün sakındığı üryan vücûdu meydana, Çıkar, göğüs gerer emvâc-ı berf ü barana! Geçende çarşı içinden çıkınca baktım ki: Çamurlu taşlara yaslanmış inliyor sâil. Hasırdı şiltesi altında hem de pek eski, Şadırvan olmasa üstünde yoktu bir hâil. Duyulmuyordu uzaktan neyin de şimdi sesi, Yakından ancak işittim o vâpesin nefesi! O kendi kendine üfler mi yoksa inler mi? Ne dinleyen, ne duyan var... Bakıp geçer herkes. Mezardan akseden avazı kimse dinler mi? Zavallı, ölmeye bak, nâle-i tezallümü kes! Fakat durun... Yine keşkülde bir tanîn-i medîd; Duyuldu... Âh ne nâzendedir sürûd-i ümîd! Şadırvanın, körü altında saklayan, saçağı; Delinmemiş mi? Buluttan coşup gelen yağmur, O sakbeden uzanıp bir sicim gibi aşağı, Zavallı keşkülü baktım yavaşça kamçılıyor. Duyunca kör, bunu bir cûş-i merhamet sandı, Uzandı keşküle, heyhat, işte aldandı: Morarmış elleri boş çıktı, sade ıslandı! Şedâid-i eyyam: Şiddetli günler. Lime lime: Parça parça. Sütre-i bîtâb: Yorgun perde. Hurûş: Coşma. Gürültü. şamata. Telâş. Dest-i inâd: İnat eli. Üryan: Çıplak. Emvâc-ı berf ü baran: Kar, boran dalgaları. Sâil: Saldıran. Hâil: Korku ve dehşet veren. Vâpes: En gerideki, en sondaki. Nâle-i tezallüm: Birisinin zulmünden şikâyet avazı. Tanîn-i medîd: Devamlı ses. Nâzende: Nazlı, naz edici, naz yapan. Sürûd-i ümîd: Ümit şarkısı. Sakbe: Çadır direği. 88 ACEM ŞAHI * “Be-merdî ki mülk-i serâser zemîn; Niyerzed ki hûnîçeked ber zemîn.”** Şeyh Sadi Gürz-i girân-ı zulmünü ey kanlı nâsiye; Eyvân-ı zer-cidârına as ziynetin diye! Al kanlı bir kefenle donat hayme-gâhını, Canlarla yak meşâil-i mâtem-penâhını! Makberlerin hufeyre-i muzlim-dehanları, Dendân-ı gayz u kahra şebîh üstühanları. Yâd eylesin mezâlimini tâ ebed senin, Ey cebhesi kitabesi bin kanlı medfenin! Ey bir hayale tuhfe kılan bin hakikati, Ey âhenin eliyle kazıp kabr-i milleti. Nûr-i hayat ufuklarını herc ü merc eden, Leylin şedîd zulmetini ruha meze eden! Envâr-ı mihr-i fikri sen ey hâksâr eden. Meyyitlerin izamı gibi tarumar eden! Ey hadimi serâçe-i mâtem-feşanların! Rahş-ı akûr-i zulmüne pâmâl olanların; Gül-gonce-i mezân mıdır tâc-ı devletin? Tutmuşsa da avâlim-i efkân şöhretin. Gürz-i girân-ı zulm: Zulmün pahalı gürzü. Nâsiye: Çehrenin gösterişi, alın, yüz. Eyvân: Büyük salon. Büyük sofa. Zer-cidâr: Duvar yapan. Hayme-gâh: Çadır kurulan yer. Meşâil: Meşaleler. Penâh: Sığınacak yer. Dehan: Ağız, Fem. Dendân: Diş tanesi. Gayz: Hiddet, kin, öfke. Şebîh: Benzer, benzeyen. Mezâlim: Zulümler. Eziyet ve işkenceler. Medfen: Mezar. Defnedilen, gömülen yer. Tuhfe: Hediye, armağan. Şedîd: Sert, sıkı, şiddetli. Envâr-ı mihr-i fikr: Fikir aşkının nurları. Hâksâr: Perişanlık, düşkünlük, rezillik. Meyyit: Ölü. Cansız. Ölmüş. İzam: Büyükler. Büyük kimseler. Tarumar: Dağınık, karmakarışık, perişan. Serâçe-i mâtem-feşan: Yas saçan küçük saray. Rahş-ı akûr: Gösterişli, çok kötü kimse. Mezân: Zannolunan yerler veya şeyler. Bu manzumeyi Midhat Cemâl ile beraber yazmıştık. Bu birinci parça onun, aşağıda gelecek ikinci parça benimdir. (M. Âkif Ersoy) ** Şeyh Sadî’nin Farsça beytinin mânâsı: “Bütün dünya mülkü, bir damla kanın yere dökülmesine değmez.” * 89 Zannetme ki hükümetinin efseriyledir... Sadi’lerin mezâr-ı çemen-ber-seriyledir. Sadi’lerin mezân, evet, bir avuç türâb... Tahtınsa bir cihan ki senin âsüman-meâb! Lakin o kabre bence feda taht ü efserin... Makber-güzîn olup da sükût eyleyenlerin. Feryâd-ı vâpesînine değmez bu velvelen... Mudhik gelir nigâh-ı temaşama hâilen! Bin mülkü, milleti yok eden pençe-i felek, Bir şahsı şüphesiz ebedî kılmamak gerek. Mazi ki işte makbereler mâverâsıdır, Milletlerin haziyre-i zâir-cüdâsıdır, Atfeylesen nigâhını kar-ı zalamına: Milletlere gözün ilişir naaş nâmına! Dârâların o nâsiye-i tarumârını, Ecdadının izamını, çökmüş mezârını. Pîş-i nigâh-i ibretine al da bir düşün... Çoktur bu rütbe dağdağa bir kabza hâk için! İklimler alan o muazzam Napolyon’un, Bir hufredir kazandığı şey. İşte bak onun! En son serîn makbere-i mâtemisidir, Akreplerin nedîmi, yılanlar enisidir! Yer kalmamış sarây-ı muallâna bak utan: Mâtem-sarâylarla dolu sâha-i vatan! Emr-i cihan-mutâı bu dünyayı ram eden, Eslafının -bugün düşünürsek- değil iken; Toprak dolan dehenleri feryada muktedir, Hâlâ senin bu velvele-i nahvetin nedir? Efser: Tâc. Padişah tâcı. Mezâr-ı çemen-ber-ser: Mezân: Zannolunan yerler veya şeyler. Zan ve şübhe verecek şeyler. Feryâd-ı vâpesîn: En gerideki, feryat. Mudhik: Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren. Hâil: Korku ve dehşet veren. Pençe-i felek: Feleğin pençesi. Mâverâ: İki nehir arası. Haziyre-i zâir-cüdâ: Dârâ: Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi Nâsiye-i tarumâr: Dağınık yüz. Hufre: Kazılmış çukur. Oyuk. Makbere-i mâtemi: Nedîm: Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı. Sarây-ı muallâ: Yüce saray. Mutâ: Kendine itaat olunan. Sözü dinlenen. Ram: İtaat eden. Eslaf: Selefler, evvelkiler, geçmişler. Dehen: Ağız. Velvele-i nahvet: Kibir gürültüsü. 90 “Riyaset be-dest-i kesânî hatâst; Ki ez destşân-ı desthâ ber Hudâst.”*Şeyh Sadi Bu müdhiş velvelen İran’ı daim inletir sanma. “Muzaffersin!” diyen sesler bütün hâindir, aldanma! Zafer-yâb olduğun kimdir? Düşün bir kerre, millet mi? Adalet isteyen bir kavmi vurmak galibiyyet mi? Nasibin yok mudur, bir parça olsun âdemiyyetten? Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryada milletten? Emin ol bunca mazlumun yüreklerden kopan âhı, Tependen indirir, elbette birgün lanetu’llahı! Sığınmış olduğun şevket-saray-ı zulmü pek muhkem; Hayâl etmektesin... Lakin ne bârûlar, ne müstahkem. Penâh-ı bî-amanlar, heybet-i Kahhâr-ı Mutlak’la, Kökünden devrilip bir anda yeksan oldu toprakla! O, birçok memleket viran edip yaptırdığın eyvan; Harâb olmaz mı? Kabristana dönmüşken bütün İran? Evet, İran’ı kabristana döndürdün, helak ettin; Kefen yaptın girîbân-ı ümîdi çak çak ettin! “Bütün dünya için bir damla kan çoktur.” diyorlar, sen, Şu masûm ümmetin seller akıttın hûn-i pâkinden! Yüzünden perde-i temkini artık kaldırıp attın: Ne mâhiyyet, nasıl fıtrattasın, dünyaya anlattın! Livâü’1-hamd-i hürriyyet iken İslâm için gayet, Nedir pâmâl-i istibdadın olmak öyle bir râyet? Kazak celbeyleyip tâ Rusya’dan sâdâtı çiğnettin; Yezid’in ruhu şad olsun... Eminim çünkü şad ettin! Şehâmet gösterip binlerce beytullahı bastırdın; Şecaat arz edip birçok ricâlullahı astırdın! Zafer-yâb: Üstün gelen. Gayesine erişen. Âdemiyet: İnsanlık. Namuslu birine yakışır tavır. Muhkem: Sağlam. Bârû: Sığınak, siper. Müstahkem: Sağlamlaştırılmış. Penâh: Sığınma. Yeksan oldu: Bir olma. (Yerle bir olma.) Eyvan: Köşk. Büyük salon. Girîbân: Elbise yakası. Çak çak ettin: Yarık yarık ettin. Temkin: Ağır başlılık, usluluk. Râyet: Bayrak, alem, livâ, sancak. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Sâdât: Vesselâm'ın soyundan gelenler ve onun izinden gidenler. Şehâmet: Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Şecaat: Yiğitlik, cesurluk. Şeyh Sadi’nin Farsça beytinin mânâsı: “Zalimliğinden, halkın Allah’a sığındığı kimselerin, devletin başında kalmaları doğru değildir.” * 91 Ne Allah’tan haya ettin ne Peygamber’den ar ettin: Devirdin kâbe-i ulyâ-yı dini, hâksâr ettin! Hamâset-perverân-ı kavmi tuttun bir bir öldürdün, Umûmen Şark’ı ağlattın, umûmen Garb’ı güldürdün... Hayır, hiçbir gülen yok, sızlıyor Garb’ın da vicdanı, Görüp ecsâd-ı mazlûmîne meşher hâk-i İran’ı! O Sadi’ler, o Hâfız’lar, o Firdevsî, o Râzî’ler, Gazâlî’ler, o Kutbüddîn, o Sadüddîn, o Kâdî’ler. Yetiştirmiş; o Örfî’nin, o birçok şems-i irfanın; Ziyasından tenevvür eylemiş; iklimi dünyanın. Bugün makhûr-i nâdânîsidir bir fırka haydudun! Nedir pinhân olan esrân bilmem bunda Mabûd’un? Hayır, Mabûd’a ircâında yoktur bunların manâ: Yataklık eylemez cânîye -hâşâ- bir zaman Mevlâ. Şehâmet-perverâ, Şaha! Zaman, bî-dâdı kaldırmaz; Hatâ etmektesin şâyed diyorsan “Kimse aldırmaz.” Bu istibdada artık bir nihayet ver ki: İstikbâl; Karanlık derler, amma işte pek meydanda: İzmihlal! Kâbe-i ulyâ-yı din: Kabe’nin yüce dini. Hâksâr: Perişanlık, düşkünlük, rezillik. Hamâset-perverân-ı kavm: Umûmen: Bütün, hep. Ecsâd-ı mazlûmîn: Mazlum cesedler. Hâk-i İran: İran toprağı. Şems-i irfan: İrfan güneşi. Tenevvür: Parlama, ışıldama. Makhûr-i nâdân: Cahilin bozguna uğraması. Pinhân: Gizli, saklı. Şehâmet: Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Perverâ: Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler. İzmihlal: Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek. 92 İSTİBDÂD Kardeşim Midhat Cemâl’e… Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd, Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd! Diyor ecdadımız makberlerinden: “Ey sefîl ahfâd, Niçin binlerce masûm öldürürken her gelen cellâd, Hurûş etmezdi, mezbûhâne olsun, kimseden feryâd? Otuz milyon ahâlî, üç şakînin böyle mahkûmu; Olup çeksin hükûmet nâmına bir bâr-ı meşûmu! Utanmaz mıydınız bir, saysalar zâlimle mazlumu? Siz, ey insanlık istidâdının dünyada mahrumu, Semâlardan da yüksek tuttunuz bir zıll-i mevhumu!” O birkaç hayme halkından cihangîrâne bir devlet; Çıkarmış, bir zaman dünyayı lerzân eylemiş millet; Zaman gelsin de görsün böyle dünyalar kadar zillet, Otuz üç yıl devam etsin, başından gitmesin nekbet... Bu bir ibrettir amma olmayaydık böyle biz ibret! Semâ-peymâ iken râyâtımız tuttun zelil ettin; Mefahir bekleyen abadan evladı hacil ettin; Ne âlî kavm idik; hayfâ ki sen geldin sefil ettin; Bütün ümmid-i istikbâli artık müstahil ettin; Rezil olduk... Sen ey kâbûs-i hûnî, sen rezil ettin! Mülevves: Kirli. Pis. Ahfâd: Torunlar. Evlâd oğulları. Hurûş: Coşma. Gürültü. Mezbûhâne: Boğazlanır gibi. Şakî: Şikâyet eden. Bâr-ı meşûm: Uğursuz olan. Zıll-i mevhum: Kuruntu gölgesi. Hayme: Çadır. Lerzân: Titrek, titreyerek. Nekbet: Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık. Râyât: Bayraklar. Mefahir: İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Hacil: Utanmış. Utanmaktan yüzü kızaran. Hayfâ: Emansızlık. Haksızlık. Zulüm. Müstahil: İmkânsız, olmayacak şey. Boş. Kâbûs-i hûnî: Kanlı kabus. 93 Hamiyyet gamz eden bir pak alın her kimde gördünse, “Bu bir canî!” dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse. Müvekkel eyleyip casusu her vicdana, her hisse, Düşürdün milletin en kahraman evladını yese... Ne melunsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblis’e! Değil kâbusun artık, devr-i devlet intibahındır; Gel ey nâzende hürriyyet ki canlar ferş-i râhındır. Emindir mevkiin: En pak vicdanlar penâhındır. Serapa mülk-i Osmânî müeyyed taht-gâhındır. Serir-ârâ-yı ikbâl ol ki: Bir millet sipahındır. *** — Bir gün evvel — Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz; Erir erir akarız semtimizde geldi mi yaz! Bahârı görmeyiz amma lâtif olur derler... Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer. Demek, şu arsada ot bitse nevbahâr olacak... Ne var gidip Yakacık’larda dem-güzâr olacak? Füsûlü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız; Kurak, çamur, iki mevsim tanır ayaklarımız! Müneccimin, bereket versin, eski takvimi; Haber verir bize, mevsim şehirde gelmiş mi? Sıcak, ziyâde sıcak bir geceydi; baktım ki: Oturmak evde ölümden beter, dedim: Belki, Çıkar dışarda gezersem biraz nefeslenirim; Epey de yorgunum, amma gelince dinlenirim. Bizim müsâmere meydanı yayla tümseğidir; Uzak çekerse de poyraz tutar, yazın iyidir. Hamiyet: Gayret. Müvekkel: Vekil tâyin olunmuş olan. Rûh-i İblis: Şeytanın ruhu. Ferş-i râh: Penâh: Sığınma. Müeyyed: Doğrulanmış. Serir-ârâ-yı ikbâl: Tahtta oturana yönelmek. Sipah: Asker, leşker, nefer. Dem-güzâr: Yaşayan, vakit geçiren. Füsûl: Fasıllar. Mevsimler. Müneccim: Falcı. Müsâmere: Gece eğlencesi. Okullarda talebelerin oynadıkları piyes. 94 Giyip ayağımı çıkarken sopam yetişti hele... Emin olup gidemem, çünkü, vermesek el ele. Odur cihanda benim, varsa yoksa, mutemedim; Vakur, hatm merî, vefalı, çok denedim. Bizim sokakları tahmin için deyin ki: Kuyu! Doğar şehirde güneş, yükselir minare boyu, İdare kandili karşımda göz kıpar hâlâ; Gurûb ikindiyi bulmaz, leyâl hep yeldâ! Nasılsa bedrin o akşam nigâh-ı simini, Tarassud etmek için sanki evlerin içini; Dikildi safha-i minâda semt-i resimize. Tavansız evlere, yâ Rab, ne hoş bir âvize! Dur ey sirâc-ı ezel, gitme olduğun yerden: Biraz şu sahne-i deycûru okşasın şulen. Şuâ-i muhriki altında, gündüzün, şemsin; Yanan alınlar için bir hayat olur lemsin... Açıktı pencereler; sağlı sollu her evden; Gelirdi türlü sadâlar, acıklı, bazen şen. — Bak anne, aydede bak bak! — Aman da maşallah Değirmi tabla kadar var... — Süsündü Ayşe, günah. — İlahi teyze tuhafsın, neden günah olacak? — Günah dedim ya, bırak şimdi... — Haydi sen de bunak! — Bunak, munak deme billahi çarparım elimi... Aşifteler sizi... Âhir zaman tevekkeli mi! Evin birinde nevâ-sâz bir güzel ûdî; Birinde cezbe-fezâ bir sadâ-yı dâvûdî, Tilâvet etmede Kur’an; gelip geçenlerse, Ayakta irkiliyor incizâb edip o sese. Mutemed: İtimâd edilen. Vakur: Ağırbaşlı, temkin sahibi. Yeldâ: Uzun. Nigâh-ı simin: Gümüş bakış. Tarassud etmek: Gözetleme. Sirâc-ı ezel: Ezel ışığı. Sahne-i deycûr: Karanlık sahne. Şule: Alev. Şuâ-i muhrik: Yakıcı ışık. Lems: Dokunmak, el ile tutmak, ellemek, yapışmak. Nevâ-sâz: Çalgıcı, okuyucu. Sadâ-yı dâvûdî: Davudî ses. Güçlü – tok ses. Tilâvet etmek: Okumak. Takip etmek. İncizâb edip: Cezbedilme, çekilme. 95 Duyulmasın mı biraz sonra başka bir acı ses? “Aceb ne var?” diyerek koştu önceden herkes; Fakat gidenlere baktım ki kaldırıp tabanı, Bucak bucak kaçıyor: “Kaç bilir misin amanı!” Kısıldı karşıki evlerde mumların hepsi, Kısıldı sanki bütün bir mahallenin nefesi! Kesildi nağme-i Kur’an, kesildi nağme-i saz; Zaman zaman duyulan sade bir rakîk avaz. Niçin kaçıştı ahâli, ne var ki yâ Rabbi? Yavaş yavaş sokulur anlarım nedir sebebi. Ne manzaraydı İlahî o gördüğüm sahne! Beş on herif yapışıp bir fakirin ellerine, Sürüklüyor; öteden bir kadın diyor: — Bırakın! Kocam ne yaptı? Nedir cürmü bî-günah adamın? Zavallının büyük evladı öldü askerde; İkinci oğlu da sürgün Yemen’de bir yerde. Acıklı, göğsü sakat koyverin, didiklemeyin; Günahtır etmeyin oğlum, ayıptır eylemeyin. Efendi kim, o ne bilsin? Bilirse hem ne çıkar? Kilercisiyle uzaktan biraz hısımlığı var. Geçende komşuyu görmüş, demiş selam söyle. Demek alınmayacak Tanrı’nın selamı bile! Köpek sürür gibi insan sürüklenir mi ayol? — Kadın, çekil döverim ha! Sokulma, haydi defol! — Herif bırak, diyorum... Durdu işte bak nefesi. — Ne dırlanıp duruyor? Susturun canım şu pisi! Demez miyim size, ben her zaman ki “dağdağasız”; Yapın? Eşek gibi siz hiç laf anlamaz mısınız? — Kadın, paşam, ne yaparsın? — Paşam mı? Nerde Paşa? Şu korkuluk gibi dimdik duran herif mi? Paşa! Cürm: Kabahat, kusur. Rakîk: Yufka yürekli, ince merhamet ve şefkat sahibi olan. 96 Tasavvur et: İki arşın kazık kadar bir boy; Getir de üstüne kalpaklı bir kemik kafa koy. Ocak süpürgesi şeklinde bir sakal yaparak, “Senin bu işte yüzün, al!” deyip o yüzsüze tak. Ocak süpürgesi, lakin süpürmüyor, yıkıyor; Nedense bittiği yerden cenazeler çıkıyor! Budak delikleri tarzında aç da çifte oyuk, Büyükçe bakla kadar alnının az altına sok. Bilir misin çalı altında gizli inler olur: Yılan sabah çıkar, aksam usulcacık sokulur; Bıyık o kırda yetişmiş diken yemişli çalı; Ağız da in gibi asla görünmüyor, kapalı. Bu şekl-i mûhişi mümkünse bir düşün şöyle, Paşam dedikleri ucûbe işte ayniyle! Belinde seyf-i “sadâkat”, elinde bir kamçı, Ferik nişanlan altında gördüğüm umacı, Ziyâ-yı bedr-i münîrin içinde, yâ Rabbi, Dururdu sine-i îmâna girmiş ukde gibi! Semâ, zemin bütün envâr iken o pis gölge, Cebîn-i pâkine leylin ne payidar leke! — Kuzum, nasıl paşasın, görmüyor musun? Kocamı, Sürükleyip duruyorlar... — Defol kadın, adamı. Vurunca öldürürüm ha! Benim şakam yoktur. — Çekil hanım, paşa dinlemez; vurur mu, vurur. Bilir misin onu! Şevket-meâb Efendimiz’in Birinci bendesidir... — Hay yetişmesin pampin! — “Sürün!” demiş, ona Şevketli’nin irâdesi var. — Sürüm sürüm sürünün tez zamanda alçaklar! Ya sen, zebani kıyafetli, gulyabâni paşa, İlahi, yumru başın bir geleydi sivri taşa! Şekl-i mûhiş: Korkutan, korku veren şekil. Sine-i iman: İman göğsü. Gulyabâni: İnsanı felâkete attığına itikad edilen vahşi bir mahluk ismi. Yılan bakışlı şebek, bir bakın şunun gözüne! 97 Kazık boyundan utan... Tu! Herif senin yüzüne! Sakın mahallede erkek bırakmayın, götürün. Sayıyla vermediler, öyle, posta posta sürün! Bakın şu hayduda; durmuş yıkın diyor evimi! Torunlarım ya herif, aç kalıp dilensin mi? Mahallemizde de çıt yok, ne oldu komşulara? Susup da kurtulacak sanki hepsi aklısıra. Ayol, yarın da sizin hânümânınız sönecek... Ne var sıçan gibi evlerde şimdiden sinecek? Yazık sizin gibi erkeklerin kıyafetine... — Yetişti yaygaran artık... Çekil kadın evine! Atın şu kaltağı gitsin, tıkın hemen içeri. — Paşam, bayıldı kadın. — Anlamam o hileleri. Demek ki bekleyelim gelsin âlemin keyfi... Saat üç oldu, geciktik, omuzlayın herifi. Refîk-i ömrü giderken cenaze hâlinde, Serildi, kaldı kadın âşiyân-ı lâlinde. Benim de bitti nihayet tahammülüm, tabım; Boşandı seyl-i dümûum, boşandı asâbım. Utandım ağlayarak, ağladım utanmayarak! Diyordu sanki o biçare karşıdan: — Alçak!.. Demin gerekti hamiyyet! Hem ağlamak ne demek? Figân ederse kadın, susturur koşup erkek. Eve döndüm, bütün o facialar, Geldi karşımda durdu subha kadar. Döndü dîdemde bin hayal-i elim! Öttü beynimde bin figân-ı yetim. Hânümân: Ev bark. Refîk-i ömr: Ömür arkadaşı. Âşiyân-ı lâl: Sessizlik yuvası. Tab: Parıltı. Seyl-i dümûum: Gözyaşları seli. Hamiyet: Gayret. Ayâl-i elim: Acı veren, bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler. Figân-ı yetim: Yetim bağırması. 98 Ağlasın inlesin de bir mazlum, Olayım seyre sade ben mahkûm! Yalnız ben miyim fakat cani? Kim çıkıp “Yapmayın!” demişti, hani? Sustu herkes duyunca feryadı, Kimsecikler yerinden oynamadı. Sesi hattâ kısıldı Kur’ân’ın, Sustu güya sadâsı Mevla’nın! Sus! O susmaz: Nidâ-yı tehdidi, Dinle bak nerden inikâs etti: Arnavutluk’ta gürleyen toplar; Geliyor işte payitahta kadar! Nidâ-yı tehdid: Tehdid bağırması. İnikâs etmek: Eksilme, eksiltme. Payitaht: Başkent. Merkez-i hükümet. 99 HÜRRİYET — İki gün sonra — Beyaz entarisiyle kar gibi kız, Sanki Cennet’ten inme zâde-i hür; Ya seher-pâredir ki perrandır; Dûş-i nâzında bir sehâbe-i nur. Kuşanıp bir nitâk-ı hürriyet; Geziyor hâkdânı dûrâ-dûr! Hâledâr eyleyince bedri şafak; Bu kadar dil-nişîn olur ancak. Ya şu oğlan şu tostopaç afacan, Ki fezalar gelir sürûruna dar; Taşıyor sanki sığmıyor kabına... Kendisinden büyük de bayrağı var! Geçti mazi denen o devr-i melal, Haydi feth et: Senindir istikbâl. Koşuyor el ele vermiş iki kardeş; birinin; Yaşı beş yoksa da, var altı kadar diğerinin. Bakıyor arkalarından dayanıp değneğine, Hayli düşkün bir adam: — Kız o ne? Düştün mü yine! Sana bin kerre dedim koşma, yavaş git, yaramaz! Haydi kalk ağlama... Söz dinlesen olmaz mı biraz? Silkiver üstünü Ahmed, bakıver ağlamasın! — Ağlamam ağbaba!.. — Artık yetişir, oynamayın! Perran: Uçan, uçucu. Dûş-i nâz: Nazlı omuz. Nitâk: Kemer, kuşak. Hâkdân: Dünya, arz, yer. Dûrâ-dûr: Uzaktan uzağa; uzun uzadıya. Hâledâr: Haleli, halelenmiş. Parlak daireli. Dil-nişîn: Gönlüde yer tutan. Lâtif, hoş. Sürûr: Sevinç. Neş'eli olmak. Devr-i melal: Usanç devri. 100 Söktü baktım ki hemen bir alay etfâl öteden, O nasıl mevkib-i şâdî, o ne âlem, görsen! Her çocuk bir kocaman bayrak edinmiş, geliyor; “Yaşasın!” sesleri eflâke kadar yükseliyor. Görerek yapma değil hem, ne tabiî etvâr! Şu yumurcaklara bak: Sanki ezelden ahrâr! — Bağırın haydi çocuklar... — Yaşasın hürriyyet! Derken alkış geliyor; sonra da nevbet nevbet, Ya Vatan Şarkısı, yahut ona benzer bir şey; Okunup her köşe çın çın ötüyor... Hey gidi hey! Bir mezarlık gibi dalgın yatıyorken daha dün, Şu sokaklarda bugün dalgalanan ruhu görün! — Biz de gitsek azıcık, ağbaba, olmaz mı? — Gidin. Çok koşup terlemeyin ha! Amanın dikkat edin! İki kardeş dalarak lücce-i etfâle hemen, İki dürdâne-i ismet gibi yüzmekte iken; Bakarak arkalarından bu güzel yavruların; Döndü birdenbire siması duran ihtiyarın. Ne için ağladı? Bilmem. Şunu duydum yalnız: — Ah bir kerre gelip görse Yemen’den babanız!.. Etfâl: Çocuklar, tıfıllar. Mevkib-i şâdî: Kafile. Alay. Eflâk: Felekler, gökler. Tabiî etvâr: Doğal tavırlar, haller, davranışlar. Ahrâr: Hürler. Nevbet: Nöbet, sıra. Lücce: Engin sular. Dürdâne-i ismet: Temiz inci tanesi. 101 KOCAKARI İLE ÖMER Üstâd-ı necibim Ali Ekrem Bey’e… Yok ya Abbas’ı bilmeyen, kimdi?..* O sahabiyi dinleyin şimdi: “Bir karanlık geceydi pek de ayaz...” İbni Hattâb’ı görmek üzre biraz,** Çıktım evden ki yollar ıpıssız. Yolcu bir benmişim meğer yalnız! Aradan geçmemişti çok da zaman, Az ilerden yavaşça oldu iyan, Zulmetin sinesinde ukde gibi, Ansızın bir müheykel Arâbî! Bembeyaz bir ridâ içinde garip, Geliyor muttasıl mehip mehip. Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık; Durmadan karşıdan selamlaştık. Düşünürken selam alan sesini, O heyula uzandı tuttu beni: Bir de baktım, Ömer değil mi imiş! — Ya Ömer! Böyle geç zaman, bu ne iş? — Şu mahallatı devre çıkmıştım. Gel beraber, benimle, üç beş adım. *** İyan: Açık. Zulmet: Karanlık. Ukde: Sıkıntı. Müheykel: Heykelleşmiş. Ridâ: Örtü. Muttasıl: Aralıksız. * Mehîb: İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. Heyula: Zihinde tasarlanan korkunç hayal. Mahallat: Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri. Peygamber Efendimizin amcası. Hz. Ömer (r.a.) ** 102 Ne sada var, ne bir yürür bîdâr; Uhrevî bir sükûn içinde civar. Ömer olmuş gezer, sıyânet-i Hak... Şu yatan beldenin huzuruna bak! O semâlar kadar yücelmiş alın, Çakarak sinesinden afakin, Bir zaman sönmeyen nigâhıyle, Necm-i sâhirde sanki bir hâle! Duruyor her evin önünde Ömer, Dinliyor, bî-haber içerdekiler. Geçmedik en harap bir yapıyı. Yokladık sağlı sollu her kapıyı. Geldik artık Medine haricine; Bir çadır gördü, durdu kaldı yine. *** Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın. “Açız! Açız!” diye feryat eden çocuklarının, Karıştırıp duruyorken pişen nevalesini; Çıkardı yuttuğu yaşlarla çırpınan sesini: — Durundu yavrularım, işte şimdicek pişecek... Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek! Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri... Selamı verdi Ömer, daldı akıbet içeri. Selamı aldı kadın pek beşuş bir yüzle. — Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle? — Bugün ikinci gün, aç kaldılar... — O hâlde, neden, Biraz yemek komuyorsun? — Yemek mi? Çömleği sen, Tirid mi zannediyorsun? İçinde sade su var; Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar! Ne çâre! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın! — Peki! Senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın? Bîdâr: Uykusuz, uyumayan. Uyanık. Sıyânet-i Hak: Allah’ın koruması. Necm-i sâhir: Sihirli yıldızlar. Tirid: Et suyuna yapılmış yemek. 103 Tek erkeğin de mi yok? — Hepsi öldü... Kimsem yok. — Senin midir bu küçükler? — Torunlarım. — Ne de çok! Adam Emir’e gidip söylemez mi hâlini? — Ah! Emir’e öyle mi? Kahretsin ankarîb Allah! Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun... Ömer, belasını dünyada isterim bulsun! — Ne yaptı, teyze, Ömer böyle inkisar edecek? — Ya ben yetim avuturken Emir uyur mu gerek? Raiyyetiz, ona bizler vediatullâhız; Gelip de bir aramak yok mu? — Haklısın, yalnız, Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez; Gidip de söylememişsen ne hâldesin bilemez. — Niçin hilafeti vaktiyle eylemişti kabul? Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbul? Zavallının işi çökmüş!... Nedir, muharebe mi? İşitme sen de civarında inleyen elemi, Medîne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş... Gaza! Gaza! diye git soy cihanı, gel paylaş! Çocukların bu sefer yükselince feryadı, Kadın tehevvürü artık cünûna vardırdı: — Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine; Ömer! Savâik-ı telin olur, iner tepene! Yetimin âhını yağmur duası zannetme! O sayha rad-ı kazâdır ki gönderir ademe! “Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver...” “Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!” Gidip de söyleyeyim ha?... Dilencilik yapamam! Sayha: Bağırma. Rad-ı kazâ: Kaza engeli. Nevha: Ölüye sesli ağlamak. Savâik: Saikalar, yıldırımlar. Cünûn: Delilik, cinnet. Delirmek. Raiyet: Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Vediatullâh: Allah'ın emaneti. İnkisar: Kırılma. Gücenme. Râyet-i ikbâl: Baht sancağı, gerdanlığı. Nigûn: Tersine dönmüş, alt üst olmuş, başaşağı. 104 Ömer de kim! Benim ondan kerim adamdı babam. Ölür de yüz suyu dökmem sizin halifenize!... Ömer vuruldu bu son sözle... — Haklısın teyze! Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim. *** Halife önde, bitik, suçlu, münfail, nadim; Ben arkasında, perişan, çadırdan ayrıldık. Sabaha karşı biraz başlamıştı aydınlık. Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor, Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor! Medine’nin dalarak münhanî sokaklarına; Dönüp dönüp hele geldik zahire anbarına. Halife girdi açıp, ben de girdim emriyle; Arandı her yeri bir mum yakıp alelacele. — Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana; Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana. Çuval Halife’de, yağ bende, çıktık anbardan; Kilitleyip geri döndük deminki yollardan. Mesafe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı; Dedim ki: — Ben götüreydim... Verir misin çuvalı? — Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın: Vebali kendine âittir İbni Hattâb’ın. Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin? Yarın, huzûr-i İlahi’de, kimseler, Ömer’in. Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile; Evet, hilafeti yüklenmeyeydi vaktiyle. Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlahi sorar Ömer’den onu! Bir ihtiyar kan bî-kes kalır, Ömer mesûl! Yetimi girye-i hüsran alır, Ömer mesûl! Münfail: Bir şeyden canı sıkılan. Alınmış, gücenmiş. Nadim: Nedamet etmiş, pişman. Münhanî: Eğri, kamburlu, eğilen, eğrilen. Beli bükülmüş yaşlı kişi. Zahire (ambarı): Ambarda saklanan yiyecek, hububat. Azık Bî-kes: Kimsesiz. Girye-i hüsran: Hüsran gözyaşları. 105 Bir âşiyân-ı sefalet bakılmayıp göçse: Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse! Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri: O damla bir koca girdap olur boğar Ömer’i! Ömer duyulmada her kalbin inkisarından; Ömer koğulmada her matemin civarından! Ömer halife iken başka kim çıkar mesûl? Ömer ne yapsın, İlahi, beşer zalûm ü cehûl! Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den... Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu ban sırtına sen? — Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi, İdare eyleyecek düştüğün bu marekeyi? Evet, adaleti “mutlak” hayal edersen eğer, Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi heder! Beşer adaleti “mutlak” tahayyül eylerse, Görür ümîdini mahkûm her zaman yese. Sen ey Ömer, ne meleksin, ne bir emîr-i zalûm. Fakat elinde ne var? Fıtraten beşer mazlum! Görür bürûc-i semânın bütün sitâreleri, Zalâm içinde, yük altında inleyen Ömer’i! Huzûr-i Hakk’a çıkarken bu unlu cebhenle, Değil zemini, getir şahit asumanı bile! — Uzak mı yol? Daha çok var mı? — Ancak üç beş adım. Mecali kalmamış artık zavallının... Baktım: Olanca azmini cebr eyleyip nefes nefese; Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin bela ne ise! Sokuldu haymeye, indirdi arkasından unu: — Bırak da testiyi yerleştirin kenara şunu. Hemen çakılları çömlekten indirip attı; Uzandı testiye, yağ koydu, sonra un kattı. İnkisar: Kırılma. Gücenme. Zalûm ü cehûl: Cahil ve zalim. Mareke: Savaş meydanı. Tahayyül eylerse: Hayal eylerse. Emir-i zalûm: Zalim emri. Bürûc-i semâ: Gökyüzünün burcu. Sitâre: Yıldız. Cebr eyleyip: Zorlayıp. Zalâm: Karanlık. Zulmet. Mecal: Güç. Kuvvet. Hayme: Çadır. 106 Oturmak istedi, lakin belaya bak ki: Ocak, hemen sönüp gidecek... — Teyze, yok mu hiç yakacak? Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer’e; Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere. Ocak tüter, Ömer üfler zefîr-i hârıyle; Zemini lihye-i beyzâ-yı târumârıyle, Sücûd tavr-ı huşûunda, muttasıl süpürür; İçinde ruhu yanar, cebhesinde ter köpürür! Döner muhît-i nigâhında tûde tûde duman; Bulut geçer gibi necmin hıyât-ı nurundan! Ocak tutuştu, yemek pişti; — Var mı teyze kabın? Getir de indirelim... — Var büyükçe bir kap alın. Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekleyecek! Ömer, çocuklara bir bir yedirdi üfleyerek. Kesildi haymede matem, uyandı rûh-i sürür; Çocuklar oynaşıyorlar, kadın ferîh ü fahur. Ömer bu âlemi gördükçe gaşy içindeydi... Dedim: — Sabah oluyor kalkalım... — Evet, haydi! Yarın Emâret’e gel teyze, öğleyin beni bul; Emir’e söyleriz, elbette hayr olur memûl. *** Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık, Biz de çıktık veda edip artık. Hiç görünmeksizin gelip geçene, Doğru indik Halife’nin evine. Zefîr: Çok şiddetli ses. Beyzâ: Parlak. Beyaz. Sücûd: Secdeye varmak. Tavr-ı huşû’u: Alçak gönüllülük. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. Muhit-i nigâh: Bakış çevresi. Tûde tûde: Yığın yığın. Küme küme. Necm: Yıldız. Hıyât-ı nur: Nur perdesi. Rûh-i sürür: Sevinçli, neşeli ruh. Ferîh ü fahur: Sevinçli, ferahlı. Gaşy: Bayılma, kendinden geçme. 107 “Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver!” Diye, koyvermiyordu, çünkü, Ömer. Etti az sonra subh-i velveledâr; Uyuyan şehri kamilen bîdâr. Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın. — Galiba teyze uykusuz kaldın! İşte bağlanmak üzredir nafakan, Alacaksın her ay gelip buradan. Şimdi affeyledin, değil mi beni? — Böyle göster fakat adaletini. Subh-i velveledâr: Gürültü, patırtı sabahı. Kamilen: Noksansız, eksiksiz olarak. Tamamen. Bîdâr: Uykusuz, uyumayan. Uyanık. 108 EZANLAR “İhtılaf-ı metali sebebiyle küre üzerinde ezansız zaman yoktur.”* Zaman geçmez ki yüz binlerce kalbin vecd-i sekrânı, Zeminden yükselip, göklerde vahdetzâr-ı Yezdan’ı, Ararken, dehşet-âkîn etmesin bir sayha vicdanı. Ne lâhûtî şada “Allahu ekber!” sarsıyor canı... Bu bir gülbank-i Hak’tır, çok mudur inletse ekvânı? Bu lâhûtî şada çıktıkça cûşa-cûş olup yerden, İner esrâr-ı kudret kibriyâ tavrıyla göklerden. Bütün âheng-i hilkat yâd ederken Hakk’ı ezberden, Vicâhî feyz alır artık o nûrun-nûr-i ezherden: Hüveydâ şimdi canandır seherden, şâm-ı esmerden! Seher vaktinde mevcudat, nûşîn hâb içindeyken, Bu ruhanî neva af âkı mevcâ-mevc edip birden; Muhitin kalb-i hâmûşunda başlar bir hazin şîven. Bakarsın her taraf zulmet, fakat bir zulmet-i rûşen! Semâ bîdâr, her yıldız Cemâlullâh’a bir revzen. Vecd-i sekrân: Sarhoş, mest olan adamın kendinden geçmesi. Yezdan: Cenab-ı Hak. Lâhûtî: Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı. Gülbank-i Hak: Bir cemaat tarafından birlikte söylenen duâ, ilâhi, tekbir. Ekvân: Alemler. Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar. Vicâhî: Yüzyüze olan, karşılıklı olan. Nûr-i ezher: Beyaz nur / ışık. Hüveydâ: Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık. Nûşîn: Lezzetli, tatlı. Mevcâ-mevc: Dalga dalga. Kalb-i hâmûş: Sessiz kalp. Zulmet: Karanlık Rûşen: Belli, parlak. Revzen: Pencere. «Güneşin doğuş vaktindeki farklılıklar sebebiyle, dünya üzerinde ezansız zaman yoktur.» Her an ezan okunmakta, bir mahaldeki ezanlar sona ererken, oranın batısındaki yerlerin ezanları okunmaya başlanmaktadır. * 109 Maîşet kayd-ı can-fersâsının mahkûmu, bîzârı, Bütün biçareler gündüz bu yâd-ı merhametkârı, Duyar sermest olur görmüş kadar ferdâ-yı didârı! O neşveyle, yorulmak şöyle dursun, en ağır ban, Sürükler görmeden, göstermeden yılgınlık asan. Güneş mağrib-güzîn olmuş, semâ esmer, ufuk gülgûn; Zaman durgun, zemin muğber, cihan dembeste, can mahzun; Gariblik rû-nümâ yer yer, sükûnet dembedem efzûn... Bakarsın bir de gülbank-i ilahiden dolup gerdûn, O tenhâyî-i sevdâvî olur Allah ile meskûn! İnip vaktâ ki leylin dest-i istilâsı gabrâya, Serer dünyaya zulmetten adem şeklinde bir saye; Nazar medhûş, müstağrak giderken zîr ü bâlâya, Döner, “Allâhu ekber!” cûşu yükseldikçe Mevla’ya, O muzlim sine-i hilkat tecellîzâr-ı Sînâ’ya! Senin, dem geçmiyor, yâdınla lebrîz olmadan ebâd; Ne müdhiş saltanat yâ Rab, nasıl asude istibdâd! O istibdada hürmettir ezanlar, subhalar, evrâd... Hayır, sen rûh-i rahmetsin, bu sesler senden ister dâd, Verir miydin, eğer dâd etmesen, feryada istidâd? *** Maîşet: Ömür. Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler. Fersâ: Mahveden, yoran, aşındıran. Bîzâr: Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş. Sermest: Sarhoş. Mağrib: Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Güzîn: Seçkin, seçilmiş. Gülgûn: Pembe, açık kırmızı. Gül renkli. Rû-nümâ: Yüz gösteren, meydana çıkan. *Yüz görümlüğü. Efzûn: Fazla, çok ziyade. Gülbank-i ilahi: Bir cemaat tarafından birlikte söylenen duâ, ilahi, tekbir. Gerdûn: Dünyâ, felek. Meskûn: İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer. Medhûş: Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş. Müstağrak: Gark olmuş, dalmış, batmış. Zîr ü bâlâ: Aşağı ve yüce. Muzlim: Karanlık. Zulmetli. Dehşetli. Tecellîzâr-ı Sînâ: Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir. Lebrîz: Taşacak kadar. Ağıza kadar taşkın. Asude: Rahat, huzur içinde. Dinç. Evrâd: Sık sık ve devamlı okunan dualar. Dâd: Adâlet. İstidâd: Alışma, ünsiyet etme. 110 Gunûde rûh-i tabiat samîm-i zulmette... Sitâreler bile bâlâ-yı sermediyyette, Yavaş yavaş uyumak istiyor yumup gözünü; Seher semâların altında, açmıyor yüzünü. Firâş-ı leylde dinmiş olan enîn-i hayat, Ridâ-bedûş-i sükûnet önümde her safahat. Görüp muhitimi dalgın hamûş bir vecde, O hâli ben de temaşaya daldım asude. Nigâhı mest ediyorken bu levha-i mahmur, Ufukta yükselerek bir sadâ-yı dûrâ-dûr. Bâlâ: Yüce. Sermediyyet: Daimlik, süreklilik. Firâş-ı leyl: Gece döşeği. Hamûş: Susmuş. Sessiz. Sadâ-yı dûrâ-dûr: Uzun uzadıya ses. 111 Yayıldı rûy-i zeminin o anda her yerine, Sokuldu leyl-i ketumun bütün serâirine. Cihân-ı nâimi kaldırdı, bî-karâr etti, Zalâm içinde ne âlemler âşikâr etti! O yükselen sesi tekrire başlayıp ebâd, Duyuldu sine-i şebden medîd bir feryâd. Semâya çıktı o feryat, âh-ı ümmet olup! Semâdan indi o feryâd, rûh-i rahmet olup! Uzaktan andırıyorken, demin, heyulayı; Semâhâne-i leylin birer küçük nâyı. Gibiydi şimdi hayalimde her menâr-ı mehip... O taş yürekte bu sûzişli nağmeler ne garip! O nây-pârelerin sonra hepsi hem-dem olup, Uyandı rûh-i sükûnette bir azîm âşûb. Coşunca âlem-i câmidde sayha-i tehlil, Minareler bana gelmişti sûr-i İsrafil: Muhite çekmiş iken dest-i şeb, ridâ-yı memat; Uyandı karşıki evlerde lema lema hayat. Uyandı sonra avalim, uyandı rûh-i sabah; Uyandı hâb-ı ademden birer birer eşbâh; Uyandı bende de bir şeb-çerâğ-ı zulmet-sûz, Ki tâ ebed olacak feyz-i Hak’la sine-firûz. Tasavvur eylemem artık zeval o meşal için... Meğer ki nûr-i İlahi ufûl edip gitsin! Rûy-i zemin: Yeryüzü. Leyl-i ketum: Sır saklayan gece. Serâir: Gizli şeyler, sırlar. Cihân-ı nâim: Uyuyan, uykuda olan dünya. Sine-i şeb: Gecenin göğsü. Heyula: Zihinde tasarlanan korkunç hayal. Menâr: Nur yeri. Mehîb: Heybetli, azametli, korkunç kimse. Sûziş: Yakma. Yanma. Aşûb: Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Tehlil: İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden "Lâilâhe illâllâh" sözünü tekrar etmek. Dest-i şeb: Gecenin eli. Ridâ-yı memat: Ölüm örtüsü. Hâb-ı adem: Yokluk uykusu. Eşbâh: Benzeyenler. Nazirler. Şeb-çerâğ-ı zulmet-sûz: Gece mumunu yakan karanlık yakıcı, aydınlatıcı. Sine-firûz: Uğurlu göğüs. Zeval: Zâil olma, sona erme. Ufûl: Gözden kayboluş. Görünmez olmak. 112 CANAN YURDU Eyvah, ıssız diyâr-ı dilber... Her hatvesi bir mezâr-ı muğber! Uçmuş da bakındığım terane, Kalmış sessiz bir âşiyâne. Yer yer medfun durur emeller... Güya ki kıyâm-ı haşri bekler! Yâ Rab! Niye böyle bir yığın hâk; Olmuş yatıyor o buka-i pak? Yâ Rab, ne için o lema nâbûd? Yâ Rab, ne için bu saye memdûd? Yâ Rab, ne demek harîm-i canan Üstünde bu perde perde hicran? Lakin görünen kimin hayali? Canan gibi tıpkı yal ü bâli... Gîsû-yi siyâh-ı tarumarı, Altında cebîn-i lemadan, Zulmetler içinde subh-i mahmur; Yâ gözbebeğinde nazra-i nur; Yâ ebr-i bahar içinde cevval; Baran seklinde dürr-i seyyâl. Yâ sinede her zaman coşan yâd, Yâ kayd-i bedende rûh-i âzâd. Ey tayf-ı nigeh-firîbi yarın, Olmaz mı bir ân için kararın? Heyhat, serâb-ı şavka döndün... Karşımda parıldamanla söndün! Diyâr-ı dilber: Sevgili diyarı. Hatve: Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak. Mezâr-ı muğber: Toz rengini almış mezar. Yal ü bâl: Boybos düzgünlüğü. Terane: Rübâinin başka bir ismi. Nağme, âhenk, makam. Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme. Medfun: Defnedilmiş. Gömülmüş. Kıyâm-ı haşr: Kıyamet günü. Buka-i pak: Temiz toprak parçası. Nâbûd: Mâdum, yok olan, bulunmayan. Memdûd: Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş. Harîm-i canan: Sevgilinin ocağı. Gîsû-yi siyâh-ı tarumar: Omza dökülen kara saçlar. Cebîn-i lema dar: Parlayan alın. Subh-i mahmur: Uykulu sabah. Nazra-i nur: Nurlu bakış. Ebr-i bahar: Bahar bulutu. Cevval: Dâim hareket hâlinde olan. Baran: Yağmur. Rahmet. Dürr-i seyyâl: Akan inci. Tayf-ı nigeh-firîb: Gözleri aldatan hayal. Serâb-ı şavk: Göz aldatan ışık. 113 Kimden sorayım ki nerde dilber? Makber gibi semt içinde her yer. “Canan! Canan!” dedim, arandım... “Bir aks-i nida” dedikçe, yandım! Yâ Rab, niye hem sağır, hem ebkem, Dağlar, dereler, bütün şu âlem? Ey sevdiğimin sevimli yurdu, Hâlin bana şimdi pek dokundu! Aç sineni; yâd-ı nükhetinden; Bir şemmeye kailim bugün ben. Bir vakt o şemîm-i nâz-perver Tâ subha kadar yanımda bekler, -Ümmide verip beka sabûhuSermest-i safa ederdi ruhu. Heyhat o nesim-i saf şimdi; Nâzan nâzan semâya gitti. Ey lâne-i tarumar söyle, Canan sana artık inmiyor mu? Ey mâtem-i payidar söyle, Sahandaki nevha dinmiyor mu? Ey ebr-i semâ-güzîn-i seyyar, Yâdında mıdır o nazlı reftâr? Ey darbe-i bâda karşı, raşân, İnşâd-ı enin eden nihâlân! Bir şiir-i revân olup da canan, Geçmez mi bu gölgeden hırâman? Aks-i nida: Geri dönen, yansıyan ses. Eko. Ebkem: Dilsiz. Konuşamayan. Yâd-ı nükhet: Anılan güzel koku. Şemme: Bir defa koklamak. En küçük miktar. Kail: Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Şemîm-i nâz-perver: Beka: Devamlılık. Sermest-i safa: Eğlence sarhoşu. Nesîm-i saf: Tatlı yel. Lâne-i tarumar: Yıkılmış yuva. Mâtem-i payidar: Sonsuz yas. Nevha: Ölüye sesli ağlamak. Ebr-i semâ-güzîn-i seyyar: Gökyüzünde gezen seçkin bulut. Reftâr: Gidiş, salınarak yürüyüş. Darbe-i bâd: Yel vurması. İnşâd-ı enin: Şiir okur gibi inleyen. Nihâlân: Taze fidanlar, sürgünler. Şiir-i revân: Yürüyen şiir. Hırâman: Salınarak naz ve edâ yaparak yürüyen. 114 Ey dilber-i mihriban, zuhur et! Ömrüm gibi ansızın mürur et! Yâ kalb-i fezaya bir hutur et: Afakımı lema lema nur et. Bin nevha-i can içimde pür-cûş, Geldim bu garîb yurda, medhûş. Feryadımı yok mu eyleyen gûş? Yâ Rab, bu nasıl cihân-ı hâmûş: Bir “Yok!” diyecek sadâ da yokmuş!.. Dilber-i mihriban: Muhabbetli acıyan güzel. Mürur: Geçmek, gitmek. Kalb-i feza: Göklerin, kainatın kalbi. Hutur: Akla gelmek. Hatırlamak. Nevha-i can: Ardından sesli ağlayan. Medhûş: Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş. Gûş: Kulak. Cihân-ı hâmûş: Sessiz dünya. 115 BİR MERSİYE (Henüz, on dokuz yirmi yaşlarında iken bu cihân-ı zulmete veda ederek âlem-i nûrânûr-i didâra yükselen yâr-i canım Hilmi hakkında) Nihayet oldu nazardan nihân o nûr-i mübîn, Peyinde kaldı ufuklarda bir hayal-i defîn! Zeval, o emr-i tabiî kemâle derpeydir: Fezada yükselen encüm olur ufûle karîn; Fakat bu necm-i emel sanki berk-ı hatif idi, Ki birden etti gurubuyla ufku leyl-âkîn. Tenezzül etmedi nâsûta, döndü lâhûta; Kemîne pâye-i iclâli oldu ılliyyîn. Hayâli yâd-ı hazinimde, ruhu bâlâ-gerd, Vücûdu bister-i makberde iğtirâb-güzîn... Tehallül eyledi, güya o nûr-i yekpare, Nigâh-ı bârika-bîn oldu bir de hârika-bîn! Bir âsümân-ı celâlin muhîti oldukça, Nazarda Arş ile yeksan olursa çok mu zemîn? Kitabe, seng-i mezarında hep kitâb-ı ledün; Sirâc, fevk-ı serinde ziyâ-yı nûr-i yakîn. Nûr-i mübîn: Apaçık meydanda olan nur. Pey: İz, işaret, nişan. Zeval: Zâil olma, sona erme. Derpey: Hemen, ardı sıra. Encüm: Yıldızlar. Necmler. Ufûl: Gözden kayboluş. Görünmez olmak. Karîn: Yakın. Hısım. Akraba. Necm-i emel: Emel yıldızı. Berk-ı hatif: Göz kamaştırıcı şimşek. Leyl-âkîn: Gecenin rengi. Tenezzül: İnme, düşme. Aşağılama. Nâsût: İnsanlık. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler. Lâhût: İlâhî âlem. Kemîne: Hakir. Aşağı. Âciz. Noksan. Eksik. İclâl: Ağırlama. İkram. Büyüklüğünü kabul edip hürmet etmek. Büyüklük. Bâlâ-gerd: Yücelerde gezme. Bister-i makber: Mezar döşeği. İğtirâb-güzîn: Gözden silinen seçkin, saygıdeğer. Tehallül: Hallolmak. Eczası birbirinden ayrılmak. Nûr-i yekpare: Tek parça olan nur. Nigâh-ı bârika-bîn: Nur parıltılarını gören bakış. Hârika-bîn: Olağanüstü hayranlık uyandıran. Asümân: Gökyüzü. Semâ. Celâl: Azamet. Hiddetlilik, hışım. Seng-i mezar: Mezar taşı. Kitâb-ı ledün: Manevî bilgiler kitabı. Sirâc: Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil. Fevk-ı ser: Başının üzeri. Ziyâ-yı nûr-i yakîn:Şüpheye düşürmeyen ışık. 116 Sütunu merkadinin Hakk’a yükselen tehlîl; Revâkı meşhedinin nâzilât-ı arş-ı berîn. Zemîn-i hâkine ferrâş dest-i nâz-ı nesîm; Fezâ-yı kabrine sâkî sehâb-ı nesr-âyîn. Nücûm, türbesinin türbedâr-ı bîdân; Bahar, lâhdine pûşîde sütre-i rengîn. Açılmadan kuruyan gonce-i izan için. Seherde nevha-i bülbül terâne-i Yâsîn! Havada mevcesidir şehper-i melâikenin, Eden riyâh değildir bu servilikte enîn. Leyâl o tayf-i lâtifin harîm-i ismetidir; Şafak ki hâtıra-i iğtirâbıdır, ne hazîn! Bütün mekân, nazarımda o ruha nüzhet-gâh, Eğerçi yükselerek oldu lâmekânda mekîn. Merkad: Uyku yeri. Yatacak yer. Tehlîl: İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden "Lâilâhe illâllâh" sözünü tekrar etmek. Revâk: Ev önündeki saçak. Kemer. Kubbe. Çardak. Önü açık, üstü örtülü yer. Meşhed: Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer. Nâzilât-ı arş-ı berîn: Ulu arştan inenler. Zemîn-i hâk: Yeryüzü. Ferrâş: Yayıcı, hizmetçi, döşeyici. Fezâ-yı kabr: Kabrin fezası/gökyüzü. Sehâb-ı nesr-âyîn: Ayin çığırtkanı. Nücûm: Yıldızlar. Lâhd: Üstü yükseltilerek yapılan mezar. Pûşîde: Örtülmüş. Sütre: Perde. Örtü. Gonce-i izan: Yeni açılan çiçeğe benzer yanak. Nevha-i bülbül: Bülbül sesi. Terâne-i Yâsîn: Sesli Yasin okuma. Mevc: Dalga. Şehper: Kuş kanadının en uzun tüyü. Riyâh: Rüzgârlar, yeller. Enîn: İnleme. Leyâl: Geceler. Tayf-i lâtif: Akıldan geçireilen güzellikler. Harîm-i ismet: Kutsal yuva. Hâtıra-i iğtirâb: Batışın anısı. Nüzhet-gâh: İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı mekanı. Lâmekân: Mekansız. Mekîn: Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi. 117 Ey aslına iltihâk eden nur, Sensin bana her tarafta manzûr; Olsan da zılâl içinde mestur, Bir an değilim o lemadan dür: Ruhumda ebed-karâr şulen. Mevvâc sabâhatin seherde, Berk utmada nâsiyen kamerde; Şeb sahn-ı harem-serâna perde. Matvî evrâk-ı verd-i terde; Bir şemme kitâb-ı nükhetinden! Nağmendir eden riyâhı tehzîz, Senden bu nevâ-yı şûriş-engîz! Tayfın beni eyliyor seher-hîz... Ey hâtırasıyla ruh lebrîz, İndimde bu kâinat hep sen! Ey lema-i şule-i ilahi, Ey subh-i ebed karârgâhi. Hiç bulmaya tâbişin tenâhî... Envârına gelmesin tebâhî... Bir böyle bekanı isterim ben. İltihâk: Karışmak.Katılmak.Yetişmek. Manzûr: Görülen, bakılan, nazar edilen. Zılâl: Gölgeler. Mestur: Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. Mevvâc: Çok dalgalanan. Çok dalgalı. Sabâhat: Yüz güzelliği. Nâsiye: Çehrenin gösterişi, alın, yüz. Sahn-ı harem-serân: Matvî: Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey. Riyâh: Rüzgârlar, yeller. Tehzîz: Hafif titreme, hareket ettirme. Tayf: Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller. Seher-hîz: Sabahları erken kalkan. Erkenci. * Sabahleyin esen. Tâbiş: Parlayış, parıldayış. Tenâhî: Son bulma, bitme, tükenme. Envâr: Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Tebâhî: Övünme, tefahur. 118 Sönmez yanan ihtimâli yoktur, Sönmek sözünün meali yoktur... Yok, nâre demem zevali yoktur, Nurun fakat öyle hâli yoktur. Olmaz ona hiç adem nişîmen. Ey hâtırasıyla kaldığım yâr, Artık aramızda bir cihan var! Sen gökte safâ-güzîn-i didâr, Ben yerde azâb içinde bîzâr! Gûşumda bütün terane şîven! Şiven demi nây-i nağmekârın, Şiven cereyanı cûybârın, Şiven sesi bâd-ı bî-karârın, Şiven bana âh yadigârın... Sen gökleri hande-zâr ederken! Nar: Ateş. Zeval: Zâil olma, sona erme. Nişîmen: Oturacak yer. Safâ-güzîn-i didâr: Zevk için seçilmiş yüz. Bîzâr: Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş. Gûş: Kulak. Terane: Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme. Şîven: İnleme, sızlanma. Nây-i nağmekâr: Uyumlu sesler çıkaran ney. Cûybâr: Akarsu, nehir, dere, çay, ırmak. Bâd-ı bî-karâr: Hareket hâlindeki yel. Hande-zâr: Gülme yeri. 119 DİRVÂS Derler ki: Ümeyye’den Hişâm’ın; Devrinde, yakınlarında Şam’ın, Üç yıl ekin olmamış kuraktan. Can kaydına düşmüş artık urban. Her hayme mezar olup kapanmış: Altında beş on kadîd uzanmış. Bakmış ki meşâyih-i kabâil: Sıyrılmayacak bu derd-i hâil; Bir karyede toplanıp, demişler: Durdukça helakimiz mukarrer. Madem ki şüyûhuyuz bu halkın, Kalkın gidelim Hişâm’a, kalkın. Bir duysa Halife’miz bu hâli; Var merhamet etmek ihtimâli. Hiç ak sakalıyla bir alay pîr, Eyler de Emîr’e hâli tasvîr. Görmez mi o, halkı rahme şayan? Sultansa da taş değil ya: İnsan! Teklifi kabul eder bütün nâs; Derler, yalnız: “Bulunsa Dirvâs. Sinnen daha pek çocuktur amma Olmaz o kadar talâkat asla.” Vaktâ ki girer şüyûh Şam’a, Derhâl haber gider Hişâm’a: Dirvâs: Büyük deve. Boynu kalın olan adam. Arslan. Köpek ve devenin sütü. Urban: Çöl arabaları. Hayme: Çadır. Kadîd: Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. Meşâyih-i kabâil: Kabilelerin şeyhleri. Derd-i hâil: Büyük felaket. Karye: Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer. Mukarrer: Kararlaşmış. Karar verilmiş. Şüyûh: Şeyhler. İhtiyarlar. Rahm: Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek. Şayan: Münasib, lâyık, yaraşır. Nâs: İnsanlar. Sinnen: Yaşça, yaş bakımından. Talâkat: Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük. 120 Derler ki beş on kabile geldi. Der: Gelsinler saraya şimdi. Birlikte çocuk dalar huzura, Evvelce dua eder de sonra. Hiç pervasız girer kelâma... Lakin bu tuhaf gelir Hişâm’a; Der: Sus a çocuk, büyük dururken, Söz sâdır olur mu hiç küçükten? Dirvâs o zaman kelamı tekrar; Teshir ile der: “Nedir bu azar! Mikyası mıdır zekâvetin sin? Dirvâs’ı çocuk mu zannedersin? Bir dinle de sonra gör çocuk mu? İnsaf nedir o sizde yok mu? Ben söyleyeyim de bir efendim, Susturmak elindedir efendim.” Dirvâs bakar Melik’te ses yok; Mecliste değil ki ses, nefes yok; Mutâdı olan talakâtıyle; Başlar söze eski şiddetiyle: “Üç yıl mütemadiyen kuraklar, Emsali görülmemiş sıcaklar. Sâmânımızı kuruttu gitti; Mezrûâtın umûmu bitti. Binlerce çadır kapandı kaldı, Çöl, mahşer-i mevt şekli aldı! Şehrîleri besleyen kabâil, Köy köy geziyor zelîl ü sâil! Matemlere cûd eden o urban, Nan-pâreye can verir bugün can! Çıplakları giydiren de üryan. Kabîl: Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan. Sâdır: Sudur eden, çıkan, meydana gelen. Zekâvet: Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış. Mikyas: Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek. Mutâd: Alışkanlık, her zamanki. Dil açıklığı. Düzgün sözlülük. Talâkat: Mütemadiyen: Devamlı surette. Mezrûât: Arşınlanmış şeyler. Ölçülmüş nesneler. Mahşer-i mevt: Ölüm mahşeri. Zelîl ü sâil: Sürçüp düşen ve saldıran, kibirli olup başkasına tecavüz eden. Cûd: Cömertlik. Nan-pâre: Ekmek parçası. 121 Gömleksizdir zükûr ü nisvan! Açlık ecelin zahîri oldu: Baştan başa çöl cesedle doldu. Her kuşede bin acıklı feryâd... Yok bir yerden sadâ-yı imdâd. Şubbân bütün ihtiyara döndü! Pîrân görsen, mezara döndü! Yok validelerde süt ki: Tutsun, Evladını emzirip uyutsun. Zannım, bize münfail ki Mevlâ: Bir bâdiye halkı yandı, hâlâ, Bir damla su inmiyor semâdan, Şebnem bile düşmüyor duadan! Binlerce duaya bir icabet Göstermedi bârgâh-ı rahmet. Artık sana ilticaya geldik. Reddetmez isen ricaya geldik: Görmekteyiz ey Emîr-i âdil, -İnkârı bunun değil ya kâbilYok sendeki ihtişama pâyân; Bizlerse alay alay sefîlân! Bir yanda demek ki fazla var çok; Hayfâ ki öbür tarafta hiç yok. Öyleyse biraz tevazün ister. Evvel beni dinle, sonra hak ver: Nerden buldun bu ihtişamı? Halkın mı, senin mi, Hâlık’ın mı? Allah’ın ise eğer bu servet, Bizler de onun kuluyken, elbet. Bir pay talebinde hakkımız var... İnsaf olamaz bu hakkı inkâr. Halkınsa şu bî-nihâyet emval; Zükûr ü nisvan: Erkekler ve kadınlar. Şubbân: Gençler. Pîrân: İhtiyarlar, yaşlılar. Münfail: Bir şeyden canı sıkılan. Gücenmiş. Bâdiye: Kır. Ova. Bârgâh-ı rahmet: Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer. İltica: Sığınmak. Hayfâ: Yazık, eyvah. Tevazün: Denklik. Emval: Mallar. 122 Ver, etme hukûk-i gayrı pâmâl. Yok; böyle de olmayıp da kendi Mâlin ise -çünkü fazla- şimdi Bî-vâyelere tasadduk eyle... Dördüncüsü varsa haydi söyle!” Mebhût ederek bu söz Hişâm’ı, Huzzâra demiş: “Görün kelamı! Yok bende cevâb-ı redde kudret. Hayret, bu civan-dehâya hayret! Îcâb ediyor ki şimdi insaf: Mesûlü hemen olunsun isâf.” Gayrı pâmâl: Ayak altında kalmasın. Bî-vâye: Mahrum, nasipsiz. Tasadduk: Sadaka vermek. Mebhût: Hayretle, şaşkın.Sersem. Huzzâr: Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve gözönünde olanlar. İsâf: Eseflendirmek. Esef vermek. 123 MAHALLE KAHVESİ Kardeşim Hüseyin Avni’ye… “Mahalle kahvesi!” Osmanlılar bilir ne demek? Tasavvur etme sakın “Görmedim nedir?” diyecek. Dilenci şekline girmiş bu sinsi caniler, Bu, gündüzün bile yol vermeyen, harâmîler, Adımda bir, dikilir, azminin, gelir, önüne... Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe! Evet, dilenci sanır seyr eden kıyafetini; Fakat bir onluğa âgûş açan sefaletini, Görüp de rikkate şayan, biraz sokulsa, hemen, Vurur şikârını tâ kalbinin samiminden! Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı? Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı! Hayır, bu perde, bu Şark’ın bakılmayan yarası; Bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası; Hayatımızda gediktir “gedikli” nâmıyla, Açık durur koca bir kavmin ihtimamıyla! Sakın firengiye benzetmeyin fecaatini: Bu karha milletin emmekte rûh-i gayretini. Mahalle kahvesi Şark’ın harim-i katilidir; Tamam o eski batakhaneler mukabilidir. Zavallı ümmet-i merhume ölmeden gömülür; Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür... Muhit-i levsine dolmuş ki öyle manzaralar: Girince nûr-i nazar simsiyah olur da çıkar! Agûş: Kucak. Rikkat: Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Şikâr: Av, avlanan hayvan. Avlama. Fecâat: Merak edilecek hâl, kederlenecek kötü durum. Felaket. Harîm-i katil: Katilin yardımcısı. Mukabil: Karşılık olan. Bedel, karşılığı. Ümmet-i merhume: Acımaya değer millet. Hufre: Kazılmış çukur. Oyuk. Muhit-i levs: Pis çevre. 124 Yatar zemin-i sefilinde en kesif eşbâh, Yüzer havâ-yı sakilinde en habis ervah. Dehân-ı lanete benzer yarıklarıyla tavan, Kusar içinde neler varsa hatıratından! O hatıratı sakın sanmayın: Mealidir; Bütün rezâil-i tarihimizle mâlidir. Neden mefâhir-i eslafa kahr edip, yalnız, Mülevvesâtına mazimizin sarılmadayız? Kış uykusunda mı geçmişti ömrü ecdadın? Hayır, o nesl-i necibin, o şanlı evladın, Damarlarında şehâmet yüzerdi kan yerine; Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine. Fakat biz onlara ait ne varsa elde, yazık, Birer birer yıkarak kahvehaneler yaptık! Bütün heyâkil-i sanat yetiştiren Şark’ın, Zemîn-i feyzi nasıl şûre-zâra döndü bakın! Ne hastahânesi kalmış zavallı eslafın, Ne bir imareti, bitmiş elinde ahlafın. Kanalların izi yok, köprüler harap olmuş; Sebillerin başı boş, çeşmeler serap olmuş! O kahraman babalardan doğan bu nesl-i cebîn; Ne gîrûdâr-ı maîşet bilir, ne kedd-i yemîn. Azâb içinde kalır sayi görse rüyada! Niçin yorulmalı zaten “ölümlü dünya”da? Vücud emânet-i Hak, doğru, hem de cennetlik. Bu kahveler gibi cennet de Müslimine gedik! Zemîn-i sefil: Sefalet yeri. Havâ-yı sakil: Ağır, kirli hava. Habîs: Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Ervah: Ruhlar. Canlar. Dehân-ı lanet: Beddua eden ağız. Rezâil-i tarihimiz: Mefâhir-i eslaf: Ataların üğülecek tarafları. Mülevvesât: Pislikler. Nesl-i necib: Temiz nesil. Şehâmet: Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Heyâkil-i sanat: Sanat heykelleri. Zemîn-i feyz: Bolluk yeri. Şûre-zâr: Çorak yerler, verimsiz araziler. Eslaf: Selefler, evvelkiler, geçmişler. Ahlaf: Halefler. Sonra gelenler. Nesl-i cebîn: Korkak nesil. Gîrûdâr-ı maîşet: Geçim savaşı. Kedd-i yemîn: El emeği. 125 “Hayat-ı aile” isminde bir maîşet var; Saâdet ancak odur... Dense hangimiz anlar? Hayat-ı aile dünyada en safâlı hayat, Fakat o âlemi bizler tanır mıyız? Heyhat! Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle; Evinde akşam otursan kemâl-i izzetle; Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa, Dolaşsalar, seni kat kat bu hâleler sarsa; Sarây-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı? İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı? Karın nedîme-i ruhun; çocukların ruhun; Anan, baban birer âgûş-i ilticâ-yı masun. Sıkıldın öyle mi! Lakin, biraz alışsan eğer, Feza kadar sana vâsi gelir bu dar çember. Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve? Gelin de bir bakalım... Buyrun işte bir kahve: *** Maîşet: Yaşayış. Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler. Kemâl-i izzet: Tam saygı. Nedîme-i ruh: Can yoldaşı. Agûş-i ilticâ: Sığınılacak kucak. 126 Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik; Önünde tahta mı, toprak mı? Sorma, pis bir eşik. Şu gördüğüm yer için her ne söylesen caiz; Ahırla farkı: O yemliklidir, bu yemliksiz! Zemini yüz sene evvel döşenme malta imiş... “İmiş”le söylüyorum. Çünkü anlamak uzun iş, O bir karış kirin altında hangi maden var? Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu duvar, Maun cilasına batmış tütünle nargileden; Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden. Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al, Vücûdu kapkara, leylek bacaklı bir mangal. Şu var ki bilmeyen insan görürse birden eğer, “Balıkçılın kara saçtan yapılma heykeli!” der. Kenarda, peykelerin alt başında bir kirli; Tomar sürükleniyor, bir yatak ki besbelli: Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı, Zavallının, güveden, lime lime hep sırtı. Kurur bu örtünün üstünde yağlı bir mendil; Ki “Bir tependen inersem!” diyen hasır zembil; Onun hizasına gelmez mi, bir döner şöyle; Sicimle kulpuna ilmikli çifte mestiyle! Duvarda eski ocaklar kadar geniş bir oyuk, İçinde camlı dolap var ya, raflarında ne yok! Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz; Onun yanında kan almak için beş on boynuz. İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar... Demek ki kahveci hem diş tabibi, hem perukâr! İnanmadınsa değildir tereddüdün sırası; Uzun lâkırdıya hacet ne? İşte mosturası:* Çekerken etli kemiklerle ayrılıp çeneden, Sonunda bir ipe, boy boy, onar onar, dizilen, Şu kazma dişleri sen mahya belledinse, değil; Birer mezara işaret düşün ki her kandil! Üçüncü katta durur sade havlu bohçaları. * Mosturası: Örnekleri. 127 Sağında cam dolabın hücre hücre bitpazarı. Duvarda türlü resimler: Alındı Çamlıbeli, Kaçırmış Ayvaz’ı ağlar Köroğlu rahmetli! Arab Üzengi’ye çalmış Şah İsmail gürzü; Ağaçta bağlı duran kızda işte şimdi gözü. Firaklıdır Kerem’in “Of!” der demez yanışı, Fakat şu “Âh mine’l-aşk”a kim durur karşı? Gelince Ezrakabânû denen acuze kadın, Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhat’ın! Görür de böyle Rüfâî’yi: Elde kamçı yılan, Beyaz bir arslana binmiş, durur mu hiç dede can? Bakındı bak Hacı Bektaş’a: Deh demiş duvara! Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra. Birer birer oku mümkünse, sonra manâ ver... Hayır, hülasası kâfi, yekûnu ömre sürer: Bedâhaten kusulan herzepâreler ki düşün, Epey zaman daha lâzımdı herze olmak için! Oturmadan içi yağ bağlamış bodur masanın, Yayılmış üstüne birçok kâğıt ki oynayanın. Elinde yağlı meşin zanneder görünce adam; Ya tavlanın kiri, kâbil değildir, anlatamam. Haritavâri açılmış en orta yerde dama; Beyaz mı taşları, yahut siyah mı, hiç sorma! Hutûtu: Gayr-i muayyen hududu memleketin: Nazarda haylice idman gerek ki fark etsin! Deliklerindeki pislik lebâleb olsa, yine,* Bakınca bunlara gayet temiz kalır domine. Delikli çekmece var ha! Demirbaş eşyadan; Yanında bir de kulaksız tekir... Unutma aman! — Asıldı bey koza! — Besbelli, bak sırıttı aval; — Bacak elinde mi? — Kır, Hamdi sen de dağlıyı al. — Ulan! Kapakta imiş dağlı... Hay köpoğlu köpek! * Lebâleb: Ağzına kadar dopdolu. Ağızdan ağıza. 128 — Köpoğlu kendine benzer, uzun kulaklı eşek! — Sekizli, onlu, ne çektinse ver de oryayı tut. — Halim, ne uğraşıyorsun bu çıkmaz işte: Kaput! — Cihar ü yek mi o taş? — Hiç sıkılma öldü dü-şeş! — Elimde yok mu diyor? Çek babam! — Aman şeş-beş! — Hemen de buldu be? Gelsin hesaplayıp durma! — Bi parti yendi ya akşam, dikiz gelin kuruma! — Dü-beşle bağlıyorum. — Yağma yok! — Elindeki ne? — Se-yek. — Aman durun öyleyse: Penc ü yek domine! — Mızıkçı dendi mi, sensin diyor, bakın ağalar: Kırık mı söyleyin, Allah için şu canım zar? — Kırık! — Değil! — Alimallah kırık!* — Değil billah! — Yeminsiz oynayamazlar ki ah çocuklar ah! — Karışmasan işin olmaz değil mi? Sen de bunak! — Gelirsem öğretirim şimdi... — Ay şu pampine bak! Gelip de öğretecekmiş... Mezarcı Mahmud’a git! Bir üflesen gidecek ha... Tirit mi sade tirit! — Zemâne piçleri! Gördün ya hepsi besmelesiz... Ne saygı var, ne haya var. Eğer bizim işimiz, Bu kaltabanlara kalmışsa vay benim başıma! — Herif belaya sokarsın dırıldanıp durma! — Mezarcı Mahmut’a git ha? Bakın it oğluna bir! Küfürbaz, alçak, edepsiz... Bu söylenir mi Bekir? — Yolunca terbiye verdin ya aferin Hasan Ağa. — Bıraksalar beni, çoktan marizlemiştim ya!.. — Mezarcı Mahmut’a ha? Vay babassının canına! Bunun yaşında iken biz büyüklerin yanına. * Allah en iyi ve en çok bilendir (meâlinde). 129 Okur da öyle girer, hem ayakta beklerdik; Otur, demezseler elpençe sade dinlerdik; Hayır, bu böyle değildir demek, ne haddimize! Evet, desek bile derlerdi: Sus be hey geveze! — Otuz yaşında idim belki; annesiz, dışarı; Kolay kolay çıkamazdım: Döverdi çünkü kan! Bugün, onaltıyı doldurmamış yumurcaklar, Odun yemez iyi bil ha! Geberse karşı koyar. Geçende dövmek için yoklayım dedim Kerim’i... Bırak! Eşek değilim ben, deyip dikilmez mi? Dayak eşekler içinmiş, adam dövülmezmiş... — Ya biz, sözüm ona, merkeb miyiz Bekir, bu ne iş? Döverdiler bizi her gün de karşı koymazdık... Ben öyle terbiye oldum... Kolay mı insanlık? — Dokundurur mu, ne mümkün, eloğlu hiç adama? O Müslümanları sen şimdi, hey kuzum arama! Gürültüsüz oyun isterseniz gelin damaya: Zavallı, açmaza düşmüş... Bakın hesaplamaya! Oyuncunun biri dalgın, elinde taş duruyor; Rakibi halbuki lâ-yenkatı bıyık buruyor. Seyirciler mütefekkir, güzide bir tabaka; Düşünmelerdeki şiveyse büsbütün başka: Kiminde el, filan asla karışmıyorken işe, Kiminde durmadan işler benân-ı endişe! Al işte: “Beyne burundan gerek, demiş de, hulul!” Taharriyât-ı amikayla muttasıl meşgul!* Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam: Zemine, daire şeklinde yaydı bir balgam; Abanmış olduğu bir yamrı yumru değnekle, Mümâslar çekerek soktu belki yüz şekle! Ayak teriyle cilalanma tahta peykelere, Külahlı, fesli dizilmiş yığın yığın çehre: Nasib-i fikr ü zekâdan birinde yok gölge; Duyulmamış bu beyinlerde his denen meleke! — Aman canım, şu bizim komşu amma uğraşıcı! * Taharriyât-ı amika: Derin araştırmalar. – Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. 130 — Ne belledin ya efendim? Onun bir ismi Hacı! — Çocuğ, ha mektebe verdim, ha vermedimdi diye,* Sokak sokak geziyor... — Koymuyor mu medreseye? — Koyar mı hiç? Arabî şimdi kim okur artık? — Evet, gavurcaya düştük de sanki iş yaptık! — Binaya üç sene gittimdi hey zamanlar hey! İlim de kalmadı... — Zaten ne kaldı? Hiçbir şey. — Mahalle mektebi lazımdır eski yolda bize; Sülüs, nesih bitiyor yoksa hepsi... Keyfinize! — On üç yaşında idim aldığım zaman ketebe. “Geçende sen ne bilirsin?” demez mi bir zübbe? Dedim, ulan seni gel ben bir imtihan edeyim, Otur da yap bakalım şöyle bir kıyak temmim. — Nasıl, becerdi mi? — Kâbil mi! Rabbi Yessir’i ben, Tamam beş ayda değiştimdi kalfamız sağ iken. — Nedir elindeki yahu? — Ceride. — At şu pisi. — Neden? — Yalan yazıyor, oğlum, onların hepsi. — Ya doğru yazsa asarlar... Ne oldu Volkan’cı, Unuttunuz mu? — Bırak, boşboğazlık etme Hacı! Şu karşıdan gözeten fesli, zannım, ağzıkara... — Hayır, demem o değil... — Durma sen belanı ara! — Canım latife yapar, bilmiyor musun Ömer’i? — Biraz rahatsızım Ahmed, yakın benim feneri! Duyuldu bir iri ses, arkasından istiğfar... Meğer geğirti imiş. — Pek şifalı şey şu hıyar: Cacık yedin mi ne hikmet, hazır hemen teftih... — Evet şifalı yemiştir... — Yemiş mi? La-teşbih!.. * "Çocuğu" yerine "çocuğ" kullanmasının sebebi halk ağzını kullanma gayreti ve vezin (ölçü) gereğidir. 131 — Günaha girme. Tefâsirde öyle yazmışlar... Dayım demişti ki: Gördüm, hıyar hadiste de var. Rabbi Yessir: “Ey Rabbim! Kolaylaştır, zorlaştırma, bana imdad eyle, yardım eyle!” meâlinde bir dua. İstiğfar: Afv dilemek. Teftih: Açmak. La-teşbih: Teşbih olmadan. Tefâsîr: Tefsirler. — Hasan, bizim yeni dâmad ne oldu anlamadık, Görünmüyor? — Kan koyvermiyor: Herif, kılıbık. — Evinde çan çan eden erkeğin de aklına şaş... Laf anlamaz dişi mahlûku, durma sen uğraş. — Kim uğraşır a babam, bunca yıllık ehlim iken, Adam hesabına koymam bizim köroğlunu ben. ...................................... ...................................... Tavanın pervazı altındaki toprak yuvadan, Bakıyor bunlara, yan yan, iki çift ince nazar: “Ya sizin bir yuvanız yok mu?” diyor anlaşılan, Dişi erkek çalışan yavrulu kırlangıçlar... 132 KÖSE İMAM — Kardeşim Ali Şevki Efendi Hoca’ya — İlmi az, görgüsü çok, fıtratı yüksek bir imam; Tanırım ben, ki hayatında tanıtmıştı babam. “Kim bilir; şimdi ne âlemde benim şanlı Köse’m; Görmedim üç senedir, bari gidip bir görsem...” Diyerek, dün gece güç hâl ile buldum evini. Koca insan; ne şetaretle kabul etti beni: — Gel ayol gel, Hocazâdem, bizi ihya ettin... Ne kerametçe tesadüf; seni andıktı demin. Kahveler, nargileler, enfiyeler, şerbetler, Ruhu lebrîz-i safâ eyleyecek sohbetler, Hepsi mebzul idi mecliste. Ne alâ; derken, Kapı şiddetle çalınmaz mı? — Bakın kim? Zaten. Ev değil, han gibi bir şey; gece gündüz işler... Gönderin kahveye, Asım, gelen erkekse eğer. — Ahmed’in annesi gelmiş... — Nasıl Ahmet, oğlum? — Hani bizdeydi bugün... — Ha! Küçük Ahmet... Malum. Bize ait değil öyleyse... Haber ver içeri; — Gir, dedim istemiyor; sen bana gönder pederi. Diye ısrar ediyor. — Girsene, hemşire hanım! — Varmayın üstüme! — Nen var a kuzum; anlayalım? — Ne kafam kaldı dayaktan, ne gözüm, hep şişti; Karşı koysaydım eğer mutlak işim bitmişti. Ağladım, merhamet et, yapma dedim... Kim dinler. Boşamakmış beni dünden beri efkârı meğer. Üç çocuk annesi, emzikli kadın tek başına, Koca berhaneyi silsin de, süpürsün de sana. Yine sen bilmeyerek zâlim onun kıymetini, Dene biçarede kalkıp kolunun kuvvetini! — Dur kızım; ağlama sen, şimdi haber gönderirim; 133 Karı dövmek ne kolaymış, ona ben gösteririm! Çağırın bekçiyi... — İhsan Bey’i bildin ya, Memiş? Hadi git şimdi getir... — Kahvede yok. — Evde imiş; Şimdi gelsin... — Gelemem, kendisi gelsin, dedi. — Ya! Ben gidersem iyi kaçmaz. Hadi git söyle ona: Şimdi gelsin... — Ne kibarlık bu beyim? Bir davet, Yetmiyor, öyle mi? — Yorgundum efendim de... — Evet, Haber aldık... O fakat sizce büyük bir şey mi? On kadın dövse yorulmaz, benim İhsan Bey’imi, Bilirim ben ne tosundur. — Hoca, bak, ben kızarım. Size haltetme düşer... Dövmüş isem, kendi karım. Keyfim ister döverim, sen diyemezsin: “Dövme!” Bu tecâvüz sayılır doğrusu haysiyyetime... — Hangi haysiyyetin oğlum? O da varmış desene. Beyimin şimdiki haysiyyet-i mevhûmesine. Diyecek yok... Yalnız rahat ararlarsa eğer, Böyle külfetli kuyûd altına hiç girmeseler! — Sen imam, saçmalıyorsun... Yetişir artık dur. Beni ısrar ile davetteki maksad bu mudur? — Haremin geldi demin ağlayarak, sızlayarak... — Gözü çıksın domuzun, patlasın isterse bırak! — Döveceksin, ne boşarsın? Boşadın, dövmek ne? Hem günah, hem de ayıp... — Bakma onun sen sözüne, Ne domuzdur onu bilsen! — Nesi var, hırsız mı? Yoksa yüzsüz mü? — Değil hiçbiri... Lakin canımı, Sıktı akşam “Edemem, üstüme evlenme!” diye. Ne demek! Dörde kadar evlenir erkek, demeye. 134 Kalmadan başladı şirretliğe... Kızmaz mı kafam? — Kustuğun herzeyi yutsun diye, hey sersem adam! Dövüyorsun, boşuyorsun elin öksüz kızını... Haklı bir kerre ya! İnsan boşamaz haksızını. — Boşamaz? Amma da yaptın! Ya Şeriat ne için? Bize evlenmeyi tâ dörde kadar emretsin? İki alsam ne çıkar sâye-i hürriyyette? Boşamışsam canım, ister boşarım elbette! İşte meydanda kitap! Hem alırız, hem boşarız! — Dara geldin mi, Şeriat! Sus ulan izansız! Ne zaman camiye girdin? Hani tek bir hayrın! Bir kızılbaşla senin var mıdır ayrın, gayrın! Ağzı meyhaneye rahmet okuturken, hele bak, Bana gelmiş de şeriatçi kesilmiş... Avanak! Hangi bir seyyie yok defter-i amâlinde? Seni dünyada gören var mı ayık hâlinde? Müslümanlık’ta Şeriat bunu emretmiş imiş: Hem alır, hem de boşarmış; ne kadar sade bir iş! Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber: “Bir talâk oldu mu dünyada, semâlar titrer!” İki evlense ne varmış... Bu yenir herze midir? Vakıa bazen olur, dörde kadar evlenilir... Bu kimin harcı, a sersem, hele bir kerre düşün! Tek kadın çok sana emsal olan erkekler için. Hani servet? Hani sıhhat? Ne ararsan, mefküd; Tamtakır bir kese var ortada, bir sıska vücûd! Sen dua et ki “Şeriat” demiyor evde karın! Yoksa, boynunda bugün zorca gezerdin yuların! Karı iş görmeyecek; varsa piçin bakmayacak; Çamaşır, tahta, yemek nerde? Ateş yakmayacak. Bunların hepsini yapmak sana ait “Şer’an!”; Çocuk emzirmeye hattâ olacak bir süt anan!* Sâye-i hürriyet: Özgürlük gölgesi. Seyyie: Kötülük, günah, suç. Tatlîk: Boşamak. Defter-i amâl: İnsanların amellerinin iyilik veya, kötülüklerinin meleklerce kaydolunduğu manevî defter. 135 * Boşarım, evlenirim bahsini artık kapa da, Hak ne verdiyse yiyip hoş geçinin bir arada. Al götür haydi!.. Kızım, gel... Hele bak, gel, diyorum! Hatırım yok mu? İnatlık iyi olmaz yavrum... Söyledim yapmayacak bir daha... Mahcup olmuş.. Böyle şeyler olağandır... — Ne desem hepsi de boş! Bu benim alnıma bir kerre yazılmış... — Öyle! Gazı göstersene Âsım! Gidiniz devletle. *** — Gittiler neyse... Dua et ki ucuz kurtuldun; Bazı davâlar olur, kış gecesinden de uzun! Dinledin, gördün a oğlum! Ne bozuk terbiyemiz! Ne yapıp yapmalı, insanlığı öğretmeliyiz! Şu bizim halkı uyandırmadadır varsa felah; Hangi bir millete baksan uyanık!.. Çünkü: Sabah! Hele biçare Şeriat’le nasıl oynanıyor?.. “Müslümanlık bu mu yahu?” diye insan yanıyor. Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek, Otuz üç yıl bizi korkuttu “Şeriat!” diyerek. Vahdetî muhlisiniz, elde asa çıktı herif,* Bir alay zabiti kestirdi. Sebep “Şer-i Şerif!” Karı dövmüş, boşamış... “Emr-i İlahi” ne denir! Bunların hepsi emin ol ki cehalettendir. Bana sor memleketin hâlini ben söyleyeyim: Bir imam çünkü, bilir evleri... Ha bir de, hekim. Gel nikâh kıy, demesinler, diye bazen kaçarım... Düğün olmaz mı, gelirler de bütün komşularım: “Yine kondun hoca!” derler, onu bilmezler ki, Talak: Boşamak. Boşanmak Mefküd: Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Vahdetî muhlis: Saf niyetli Vahdet; Derviş Vahdeti. O dönem Volkan gazetesi sahibi. 31 Mart Olayı sonrasında idam edildi. * 136 Daha memnun olacaktım o düğünsüz belki. Zerde karşımda durur kanlı yemek tavrıyle; Öksüz ağlar sanırım çalgıyı duydum mu, hele! Bu neden? Çünkü nikâhın sonu ergeç boşamak, Yahut akşamki gelenler gibi hır gür yaşamak. Düğün olsaydı ne alâ idi tek bir perde; Ayrılık faslı da var sonra bunun, mahkemede. Ne kadınlar, ne sefalet doğuranlar görürüz; İşte binlerce çocuk, hem baba sağ, hem öksüz! Üç sınıf halka içim parçalanır, hem ne kadar! İhtiyarlar, kanlar, bir de küçükler; bunlar. Merhamet görmeli, yüz görmeli insanlardan; Yoksa, insanlığı bilmem nasıl anlar insan? Sözü bir parça uzattımsa da, oğlum, affet... Hasbihâl etmek için başka adam yok ki... Evet!.. Kimse söyletmiyor artık bizi bak sen derde; “Mürteci!”damgası var şimdi bütün ellerde. Bir fenalık görerek, yapma, desen alnına ta, İniyor hatt-ı celîsiyle Hamîdî tuğra! İşte gördün ya, herif “sâye-i hürriyyette”; Diyerek, başlamak üzreydi hemen tehdide! Eskiden vardı ya meydanda gezen ipsizler: Hani bir “sâye-i şahane” çekip her şeyi yer! Onların bir çoğu ahrâr-ı izam oldu bugün; Mürteci, nah kafa, bizler... Kerem et; hâli düşün! Bu cehalet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulûm! Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum. Sâde hürriyyeti i’lân ile bir şey çıkmaz; Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz halka biraz. Mürteci: Geri dönen, geri dönmek isteyen. İrtica eden. Hatt-ı celîs: Yazı çeşidi. Sâye-i şahane: Padişahın gölgesinde, korumasında. Ahrâr-ı izam: Özgürlük seven büyükler. Asr-ı ulûm: İlimler çağı. 137 NAZIM PARÇALARI RESSAM HAKLI! Bir zaman vardı ya tarih-i mukaddes modası... Yeni yaptırdığı köşkün büyücek bir odası. Mutlaka eski tesavir ile ziynetlensin, Diye, ressam aratır hayli zaman bir zengin. Biri peyda olarak, ben yaparım, der, kolunu, Sıvayıp akşama varmaz, sekiz arşın salonu. Sıvar amma ne sıvar! Sahibi der: — Usta bu ne? Kıpkızıl bir boya çektin odanın her yerine! — Bu resim, askeri basmakta iken Firavn’ın, Bahr-i Ahmer yarılıp geçmesidir Musa’nın. — Hani Musa be adam? — Çıkmış efendim karaya. — Firavun nerde? — Boğulmuş. — Ya bu kan rengi boya? — Bahr-i Ahmer ay efendim, yeşil olmaz ya bu da! — Çok güzel levha imiş! Doğrusu şenlendi oda! Tarih-i mukaddes: Kutsal tarih. Tesavir: Tasvirler. Bahr-i Ahmer: Kızıl deniz, Şap Denizi. Levha: Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt. 138 BİR MEZAR TAŞINA YAZILMIŞ İDİ: Şu fani zindegâniyle hayat-ı câvidânînin, Telâkîgâhıdır makber denen son menzil-i aram. Hayat ölmekle bitmiş olsa bir şey anlaşılmazdı, Evet, bir ömr-i sânî var: Değil hilkât abes madam. Sen ey gafil beşer, âlemde bir temin-i istikbâl, Edeydim, der çekersin ihtiyari bir yığın âlâm. Eğer üç günlük istikbâl için ferdayı anmazsan, Hederdir, korkarım, dünyada imrâr ettiğin eyyam. Hakiki bahtiyar ancak o âdemdir ki, dünyadan, Giderken mamelek namıyla terk eyler büyük bir nâm. İlahi! Doğru bir meslek nasıl bulsunlar insanlar, Hakâik hep dururken perde-pûş-i zulmet-i evham? Fani zindegân: Geçici olan dünya hayatı. Hayat-ı câvidân: Sonsuz hayat. Telâkîgâh: Buluşma yeri. Kavuşma yeri. Menzil-i aram: Rahatlık yurdu. Ömr-i sânî: İkinci hayat; ahiret. Temin-i istikbâl: Geleceğin kazanılması. Âlâm: Elemler. Kederler. Üzüntüler. İmrâr: Geçirmek. Eyyam: Devirler. Günler. Hakâik: Hakikatler. Zulmet-i evham: Aslı olmayan karanlık. 139 BİR RESMİN ARKASINA YAZILMIŞ İDİ: Kiminin yâd-ı ihtiramı kalır, Kendi gittikte cânişîni olur; Kiminin bir yığın meberrâtı, Toplanır, heykel-i metîni olur; Kiminin de olanca hâtırası, Böyle bir sâye-i hazîni olur! ŞÂİR HUZURUNDA MÜNEKKİD: Düzer yâve-gû bir herif bir gazel: Müeddâ perîşan, eda mübtezel. Tabiî o gayetle parlak bulur; Okur, dinletir, söyletir, gaşy olur. Biraz sonra bastırmak ister, fakat, Sakın olmasın der ufak bir sakat, Büyük, muktedir bir münekkid arar, Nihayet zarifin birinden sorar. Gözetmez bu âdem de hatır, huzur, Bulur laz u manâda birçok kusur. Herif şimdi tenkîde hiddetlenir, Rezîlâne artık neler söylenir! Biraz dinleyip sonra, bak, der zarîf: Sizin nesriniz nazmınızdan lâtîf! Yâve-gû: İşe yaramaz, saçama sapan söz söyleyen. Yâd-ı ihtiram: Saygıyla anılan hatıralar. Cânişîn: Birinin yerine geçen, birinin yerine vekâlet eden. Vekil. Meberrât: Sevab için, hayır kazanmak için yapılan iş. Heykel-i metîn: Sağlam heykel. Sâye: Gölge. 140 BU DA BİR MEZAR TAŞI İÇİN YAZILMIŞ İDİ: Yâ Rab ne hatîbdir ki makber: İnsanlara en derin meali, Bir vahy-i bülend kudretiyle, Telkin ediyor lisân-ı hâli! Ondan da alınmıyorsa ibret, Yok bir daha almak ihtimâli! Binlerce vücûd-i nazeninin, Bir servi hayal-i yal ü bâli, Binlerce ser-i semâ-güzînin, Bir kabza türâb olur zevali. Her seng-i mezar bin hayatın, Fânilere karşı infiali. Görsün de bu inkılabı insan, Dehrin nedir anlasın kemâli! Zâir bu hakâikın önünde Hâlâ mı bırakmadın hayali? GÜL, BÜLBÜL Konduğu her gusn-i ter minberidir bülbülün, Zemzeme addettiğin hutbesi, faslu’l-hitâb. Reng-i hakîkat nedir, fark eden ebsâr için, Goncada matvî duran her varak ümmü’l-kitâb. Vahy-i bülend: Yaratıcı’nın peygamberlerine gödediği duyuru. Vücûd-i nazenin: Nazlı vücut. Kabza: Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. Türâb olur: Toprak, toz olur. Seng-i mezar: Mezar taşı. İnfial: Gücenme. Darılma. Gusn-i ter: Ağacın taze dalı. Zemzeme: Nağme, hoş ses. Ebsâr: Gözler. Dikkat sahipleri. Görücüler. Matvî: Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey. Ümmü’l-kitâb: Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm- i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.) * Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânasında Ümm-ül Kitab denilir. * Fâtiha Suresi. * Diğer bir mânada bütün müsbet ve faydalı kitabların anası ve mercii olarak Kur'an-ı Kerim'e de denir.) 141 TERCÜMEDİR Kendi feryâdımdır ancak ses veren feryadıma... Kimseler yok, âşinâdan büsbütün hâlî diyar. “Nerde yarânım?” diyorken ben bülend avaz ile, “Nerde yarânım!” diyor vadi, beyaban, kûhsâr. TERCÜMEDİR Nühüfte kalb-i ketumunda leyl-i deycûrun, Seninle biz iki âvâre-ser idik güya: Ki tâ ebed kalacak muhtefî nazarlardan, Meğer ki onları etsin lisân-ı subh ifşa! HÜSRÂN-I MÜBÎN Başlattığı gün mektebe, duydum ki, diyordu, Rahmetli babam: “Âdem olur oğlum ilerde.” Annemse, oturmuş, paşalıklar kuruyordu... Âdemliği geçtik! Paşalık olsun, o nerde? Amali tezâd üzre giderken ebeveynin, Hep böyle harâb olmada etfâl ara yerde! Beyaban: Çöl. Sahra. Kûhsâr: Dağ tepesi. Nühüfte: Saklı, gizli. Ketum: Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen. Her şeyi gizleyen. Leyl-i deycûr: Karanlık gece. Muhtefî: Gizlenen. Saklı, gizli. İftira eden. Etfâl: Çocuklar, tıfıllar. 142 ÂHİRET YOLU Sokakta sade bir “Amin!” sadâsıdır gidiyor: Mahalle halkı birikmiş, imam dua ediyor. Basık bir ev; kapının iç yanında bir tabut, Başında çınlayan avazı dinliyor, mebhût. Denildi: “Fatiha!”, amini kestiler; bu sefer, Göğüsler inledi, derken, açık duran eller. Hazin alınları bir kerre okşayıp indi; Deminki zemzemeler bir zaman için dindi. Duyuldu sonra diyordu: — Söyleyin imamın nidâ-yı mağmumu, — Allah için şu merhumu; Nasıl bilirsiniz ey Müslümanlar? — İy biliriz! — Yarın Huzur u İlahi’de toplanıp hepiniz. Bu yolda hüsn-i şehâdet edersiniz ya? — Evet! — İmam Efendi, helallik de iste, merhamet et... — Helal edin hadi öyleyse şimdi hakkınızı; — Helal edin hadi bekletmeyin adamcağızı! Cemaatin yüreğinden kopup “Helal olsun!” Nidâ-yı safveti, birden cenaze, âh-ı derûn, Misâli uğradı evden; fezada yükseldi. İçerde başladı bir cûş-i nevhadır şimdi; Baş örtüsüyle kadınlar gözüktü pencereden: — Bıraktın öyle mi, en sonra kardeşim, bizi sen! — Yıkıldı dostlar evim, barkım... Âh gitti kocam. — Dayım melek gibi insandı; ben nasıl yanmam! — Tamam otuz senedir komşuyuz da bir kerre, Kızıp da “Ey!” demiş insan değildi, hemşire! Mebhût: Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem. Mağmum: Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. Hüsn-i şehâdet: Güzel görmek. Nidâ-yı safvet: İçten gelen sade bir sesle. Cûş-i nevha: Çoşkun ağlama. 143 — Zavallı Remziye! Boynun büküldü evladım... — Babam ne oldu? — Baban... Öldü. — Etme Ayşe Hanım! Bu söylenir mi ya? Hicran olur zavallı kıza... — Ayol, şu öksüzü bir parçacık avutsanıza!.. Açın da cumbayı etrafa baksın ağlamasın!.. Göründü cumbada baktım ki tombalak, sarışın, Sevimli bir küçücek kız... Beşinde ancak var. Donuk yanakları üstünde parlayan yaşlar. Zavallının eriyen rûh-i bî-günahı idi. Benim o mersiye yâdımda ağlıyor ebedî. Sefîne-pâre ki sırtında mevc-i bî-hissin, Yüzer... Önünde ademden nişane bir engin, Çeker durur onu sâhil-cüdâ açıklarına; Bakar mı bir taşın üstünde durmuş ağlayana? Cenaze dûş-i cemaatte çalkalandıkça, O tahta-pâreye benzerdi, düşmüş emvâca. Nasıl duyar ki uzaklarda inleyen kadını? Nasıl görür ki yetimin hurûş eden yaşını? Bu hay ü hûy-i kıyâmet-nümûn içinde söner, Samîm-i hilkati sûzân eden enin-i beşer. Değilmiş öyle geniş nâlenin hududu meğer: Sokak bitip dönülürken kesildi matemler. O tahta-pâre-i câmid, o iğbirâr-ı samût, Güzer-gehindeki eşbâhı bir mehip sükût. Rûh-i bî-günah: Günahsız ruh. Mevc-i bî-his: Hissiz dalgalar. Sâhil-cüdâ: Ayrı sahiller. Dûş-i cemâat: Cemaatin omzu. Emvâc: Dalgalar. Hurûş eden: Coşan. Hay ü hûy: Konuşarak yapılan gürültü. Kıyâmet-nümûn: Kıyamete benzer. Hilkat: Doğuştan gelen vasıf. Yaratılış. Sûzân: Yakan, yakıcı. Ateşli. Enîn: Acı ve sızıdan inleyiş. Câmid: Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız. Samût: Az konuşan. Eşbâh: Benzeyenler. şibihler. Nazirler. Mehîb: İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. 144 İçinde haşr ederek dalgalarla seyrediyor; Zemine bakmıyor artık, sema deyip gidiyor. Bu mahmilin neye sık sık değişsin efradı? Suâli fikre büyük bir hakikat anlattı: Evet beka ezecek cism-i zâr-ı fânîyi, Vücûd çekmeyecek ömr-i câvidânîyi, Bu bâr-ı müdhişin altında titreyip dizler, Dayanmıyor üç adımdan ziyâde dûş-i beşer! Ağır ağır gidiyorken cenaze kafilesi, Nihayet oldu musalla birinci merhalesi. Çıkınca üstüne son minberin hatib-i memat, Açıldı dide-i imana perde perde hayat. *** Senin en son şeririndir şu bî-pervâ uzanmış taş, Ki nermin hâb-gâhından çıkar, bir gün vurursun baş! Elinden yok halas imkânı, mâdâme’l-hayat uğraş... O, mutlak, sedd-i râhındır, aşılmaz... Muktedirsen aş! Musalla: Müncemit bir mevcidir eşk-i yetimânın; Musalla: Ahidir, berceste, mâtem-zâr-ı dünyanın; Musalla: Minber-i tebliğidir dünyada, ukbânın; Musalla: Ders-i ibrettir durur pîşinde irfanın. Mahmil: Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler. Cism-i zâr-ı fânî: Yok olacak vücut. Câvidânî: Ebedi, sonsuza âit. Dîde-i iman: Dikatle bakan göz. Bâr-ı müdhiş: Altından kalkılmayacak yük. Bî-pervâ: Korkusuz. Pervasız. Halas: Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek. Madâme’l-hayat: Yaşadığı zaman içinde. Sedd-i râh: Yol seti. Muktedir: Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı. Musalla: Cami avlusunda cenaze namazı kılmaya ait yer. Müncemid: Donmuş, buz hâline gelmiş. Eşk-i yetimân: Yetimlerin gözyaşı. Berceste: Sağlam ve lâtif. Seçme. Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz. Tebliğ: Ulaştırmak. Götürmek. Bildirmek. Ukbâ: Ahiret, öbür dünya, bâki olan âlem. 145 Bu minberden iner nâsûta en müthiş hakikatler, Bu yerden yükselir lahûta en hâlis kanaatler. Civarından geçer zulmette bî-pâyan hayaletler: Kefen-ber-dûş geçmişler, kalan üryan sefaletler! Babam, kardeşlerim, evladım, annem... Belki bunlardan, Muazzez bildiğim kıymetli birçok yâr-ı can elan, Bu taştan atfeder zanneylerim dünyaya son iman... Benim ruhum bu heykelden duyar hâmûş bin efgân! Serîr-i saltanatlar devrilir, alt üst olur dünya: Müşeyyed burç ü bârûlar düşer bir bir, bu taş hâlâ, Zamanın dest-i tahribiyle, durmuş, eyler istihza; Bütün mevcuda hâkim bir adem timsâlidir güya. Namaz kılındı; dua bitti. Kârban, yoluna; Düzüldü taht-ı memâtın girip birer koluna. Yarım saat henüz olmuştu. Yolcular durdu; Demek ki; komşusu dünyanın ahiret yurdu. Cenaze indi omuzdan yavaş yavaş, sonra, Sokuldu servilerin ortasında bir çukura. Atıldı üstüne üç beş kürek kemikli çamur, Kabardı toprağın altında bir çıban, bir ur! Evet, çıban ki yatan duymuyorsa dehşetini, Dönün de arkadakinden sorun fecaatini; Sükûn içinde uyurken şu bir yığın toprak, İlelebet o küçük ruh çırpınıp duracak!.. Nâsût: İnsanlık. İnsanlarla alakalı şeyler. Lahût: İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî alem. Bî-pâyan: Sonsuz. Payansız. Kefen-ber-dûş: Kefen omzunda. Hâmûş: Susmuş. Sessiz. Efgân: Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar. Serîr-i saltanat: Saltanat tahtı. Müşeyyed: Yüksek ve sağlam. Burç ü bârû: Kale duvarı ve burcu. Dest-i tahrib: Yıkıcı el. İstihza: Alay. Timsâl: Resim, sembol, nümune. Tasvir. Örnek. Kârban: Kervan. Taht-ı memât: Ölüm tahtı. İlelebet: Sonsuz. 146 İSTİĞRAK * Tasavvur et ki muzlim bir şeb-i ecrâm-nâpeydâ: Yatar heybetli âgûşunda dûrâdûr bir feyfâ; Düşen gümrâh için yol bulma yok emvâc-ı zulmetten; Gidilmez... Her adım attıkça bir girdâb olur rehzen; O rîkistâna batmış, çalkanan seyyâh-ı âvâre, Nasıl müştak ise bir nura, bir necm-i rehâkâre. Sana ey lema-i ümmid ben de öyle müştakım; Görün bir kerre zira pek karanlık oldu afakım! Geçir pîş-i hayalinden ki cûşâcûş bir umman: Nişandır yükselen her mevc-i tûfan-hîzi bir dağdan; Ölüm var, kurtuluş yok, sâhil-i imdâd uzaklarda; Demâdem ruh titrer korkudan donmuş dudaklarda. O coşkun unsurun savletleriyle uğraşan kimse, Nasıl eyler tehalük bir kenâr-ı tesliyet görse; Muhât-ı lücce-i yes olduğum bir böyle hâlimde, Senin tayfın da ayniyle o sahildir hayalimde. Düşün âvâre bir mâder ki: Evladından olsun dür; Tahayyül eyle yahut bir yetim-i hânüman-mehcûr; O bedbahtın nasıl evladı hiç gitmezse yâdından; Nasıl çıkmazsa mâder öksüzün bir dem fuâdından; Benim yâdım da ey ârâm-ı can, yâd-ı güzînindir. Ne yapsam çünkü manzûrum senin feyz-i mübinindir. Çemen emvâc-ı nurundur, fidanlar yal ü bâlindir. Şeb-i ecrâm-nâpeydâ: Doğmamış gece yıldızları. Dûrâdûr: Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Rehzen: Yol kesen, haydut, eşkiya. Seyyâh-ı âvâre: Şaşkın doşalan. Müştak: Arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli. Necm-i rehâkâre: Kurtarıcı yıldız. Lema-i ümmîd: Umut ışığı. Mevc-i tûfan-hîz:Tufana benzeyen dalga. Demâdem: Zaman zaman. An be an. * Savlet: Saldırma. Ani ve şiddetli atılış. Tehalük: İstekle atılma. Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma. Kenâr-ı tesliyet: Avunma kıyısı. Muhât: Etrafı çevrilmiş. Tayf: Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller. Tahayyül eyle: Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Dalgınlık. 147 Yetim-i hânüman-mehcûr: Mâder: Anne. Yâd-ı Güzîn: Seçilmiş hatıra. Feyz: Bolluk, bereket. * İlim, irfan. Mübîn: Açık, vâzıh, âşikâr. Emvâc: Dalgalar. Yal ü bâl: Boybos düzgünlüğü. Sulardan akseden suret cemâl-i lâyezâlindir. Hırâm-ı nazeninindir o raksan mevceler cüda; Mutarrâ nükhetindir gizlenen ezhâr-ı hoş-bûda. Leyâlin sinesinde hâbe dalmış nâzenin eshâr, Eder gîsûna yaslanmış cebîn-i pâkini ihtar. Nigâhından saçılmış lemalardır pîş-i hayrette; Yüzen ecrâm-ı nûrânûr bahr-i sermediyyette. Zemin lebrîz-i asarın; semâ pâmâl-i envârın: Avalim hep merâyâ-yı nazar pîrâ-yı didârın. *** Cemâl-i lâyezâl: Sonsuza kadar sürecek güzellik. Hırâm-ı nazenin: Salınarak yürüme. Mevce: Bir dalga. Mutarrâ nükhet: Taze, güzel kokulu. Ezhâr-ı hoş-bûda: Leyâl: Geceler. Hâbe: Uyku. Rüyâ. Nâzenîn: İnce, nazlı, zayıf, lâtif, hoş eda olan, nazlı yetişmiş, şımarık. Eshâr: Seher vakitleri, seherler. Cebîn-i pâk: Temiz alın. Lema: Parıltı. Pîş: Huzur, ön, ileri taraf. Ecrâm: Ruhsuz büyük varlıklar. Bahr-i sermediyyet: Zemin lebrîz-i asar: Semâ pâmâl-i envâr: Avalim: Âlemler. Merâya: Aynalar. Pîrâ: Süsleyici, düzenleyici, donatıcı. Didâr: Görünme. Yüz. Çehre. 148 Çekilmek istemiş de subh-dem bir cây-ı tenhâya, Oturmuş sâhil-i deryaya, dalmıştım temaşaya. Henüz af âk açılmıştı: Semâ mahmur idi hattâ; Nümâyân olmamıştı hâb-gâhından güneş hâlâ. Derin bir samte müstağrak, leb-i deryada hiç ses yok... Sabâ durgun, sular durgun, bütün eşyada durgunluk! O ferş-i nîlgûn üstünde, tıfl-ı nâzenin-vâri, Uyurken dâye-i bîdâr-ı subhun, tıfl-ı envârı; Güneş, pîşinde dağlar perde-dâr olmuş, harîminden; Görünmüş, sonra şehrâhında yükselmişti tedricen. Teâlî eyleyince bir zaman bâlâ-yı kudrette, Ziyalar mevc mevc oldu o pehnâ-yı rükûdette. Bu cuşişler o dalgın havz-ı simini uyandırdı; Sabâ enfâs-ı sevdâ-perveriyle dalgalandırdı. Açıklardan gelen emvâc-ı perderpeyle, sahilden; Demâdem oldu vecd-efzâ hazin bir nağme, bir şiven. Kulak verdim o âhenge: Meğer âheng-i şiirinmiş! O cûşiş-zâr olan kulzüm, senin ummân-ı fikrinmiş, Güneş: Ruhun imiş; bir huzme şeklinde inen nuru: O menbadan hurûşan sânihanmış doğrudan doğru. Tecelli etti artık, anladım: Sensin bütün dünya. Bu senlikte fakat ey yâr-ı gâib, ben neyim âyâ? Subh-dem: Sabah vakti. Cây: Yer, makam, mevki. Nümâyân: Görünen, gözükücü olan. Parlayan. Hâb: Uyku. Samt: Susma, sükût. Müstağrak: Kendini bilmiyecek derecede dalgın olan. Bir şeye dalmış veya daldırılmış olan. Ferş-i nîlgûn: Mavi renkli döşek. Tıfl-ı nâzenin-vâri: Nazlı çocuk gibi. Dâye-i bîdâr-ı subh: Sabah uynaık çocuk yetiştiricisi. Tıfl-ı envâr: Nurlar çocuğu. Perde-dâr: Perdeci, kapıcı, odacı. Bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mâni ve perde olan. Şehrâh: Yörünge. Tedricen: Yavaş yavaş, azar azar, derece derece. Bâlâ: Yüksek. Yukarı. Yüce. Mevc mevc: Dalga dalga. Pehnâ: Genişlik, enlilik./Enli, geniş, yaygın. Rükûdet: Durgunluk, durulma. Havz: Suya girme. Sîmîn: Gümüşten. Enfâs: Nefesler. Soluklar. Emvâc: Dalgalar. Perderpey: Tek tek. Demâdem: Zaman zaman. An be an. Sık sık. Vecd-efzâ: Vecdi artıran, heyecanı çoğaltan. Cûşiş-zâr: Kaynama, coşma yeri. Menba: Kaynak. Hurûşan: Çağlıyarak, coşarak, Tecellî: Görünme. Bilinme. 149 ÂMİN ALAYI “Gözüm ki kâne boy andı, şarâbı neyleyeyim? Şarâbı neyleyeyim? Ciğer ki odlâre yandı, kebabı neyleyeyim? Kebabı neyleyeyim? Ne yâre yâredi cismim, ne bana, bilmem hiç! İlahi ben bu bir avuç türabı neyleyeyim? Türabı neyleyeyim? Âmin! Âmin!”* En önde, rahlesi âgûş-i ihtiramında, Ağır ağır yürüyen bir dokuz yaşında melek; Beş on adım geriden, pîş-i ihtişamında, Şafak ziyâları hattâ ufûl edip gidecek; Kadar lâtîf, iki masumu bir açık payton, Vakar u nâz ile çekmekte; arkasında bunun, Küçük adımlı yaman bir tabur ki hayli uzun! O ruhtan daha safî olan yüreklerden, Zaman zaman bir İlahi terane yükseliyor; Bu cûş-i safvetin aksiyle tâ meleklerden Zemîne doğru bir “Amin!” sadâsıdır geliyor. Muhiti her birinin bir sabâh-ı nûrânûr, Bütün bu kafile efradı, pür-sürûd-i sürür, Yarıp önünde duran halkı muttasıl gidiyor! Bu bir ketîbe-i masûmedir ki ey millet: Selama durmalısın şanlı rehgüzârında. Kâne: “idi, oldu” manasında, fiilin geçmiş zamanı. Türab: Toprak, toz. Agûş: Kucak. İhtiram: Hürmet olunmak, tazim olunmak, hürmet, saygı. Pîş: Huzur, ön, ileri taraf. Ufûl: Gözden kayboluş. Görünmez olmak. Safvet: Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik. Pür-sürûd-i sürür: Şarkı, sevinç dolu. Ketîbe: Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. “Hüzzâm makamında olan bu ilahiyi Üstad hiç dilinden düşürmezdi. Hemen her gün okurdu. Ve okudukça heyecana gelirdi.” Eşref Edib, Mehmet Akif, c. 2, s. 30, 1939. “Vefatından üç dört gün evvel (en çok sevdiği şiiri) yine sordum. Yine bunu okudu... Öyle bir nefesle okudu ki... İnşadında bile îman.” Fuad Şemsi, Akifnâme, s. 243, 1966. “Şiir Safvet’in imiş. Son beyti şöyle: O günde biçare Safvet/Hesâbı neyleyeyim?” H. Basri Çantay, Akifnâme, s. 130. * 150 Bu bir cenah ki: Atîde bir ufak hareket; Yapıp cihanları oynatmak iktidarında! Gelir de sâye-i imdâd-ı Hak’ta bir gün, bu, Girer diyâr-ı meâlîye doğrudan doğru. Bu ancak işte, eğer varsa, şanlı bir ordu! Evet, ilerlemek isterse kârbân-ı şebâb, Yolunda durmaya gelmez. O, çünkü durmayarak, Sabâh-ı sermed-i atîye eylemekte şitâb; O çünkü isteyemez hâle katlanıp durmak! Onun kudümü için nâzenîn-i istikbâl, Açar da sine, o olmaz mı per-güşâ-yi visal? Durur mu artık onun karşısında mazi, hâl? Fakat o zemzemeler uçtu hep dudaklardan... Sürûd-i neşve bu âlemde pek süreksizdir! Ağır ağır geçiyorken alay sokaklardan, Gelir de caddenin ağzında mıhlanır, dikilir, Mehîb-manzara bir anlı sanlı gerdûne; İçinde pudralı üç kanlı çehre! Neyse yine, Yol açtı bir iri ses mevkibin geçip önüne: — Siz ey heyâkil-i bî-rûhu devr-i mazinin, Dikilmeyin yoluna kârbân-ı atînin; Nedir tarîkini kesmekte böyle isticâl? Durun, ilerlesin Allah için, şu istikbâl. Sâye: Gölge. Meâlî: Kısaca mânasına ait. Kârbân: Kervan. Şebâb: Gençlik. Sermed: Dâimî, sürekli, ebedî, ezelî. Şitâb: Çabukluk, acele etmek. Nâzenîn-i istikbâl: Nazlı gelecek. Per-güşâ: Kanat açıcı, uçucu. Keskin uçucu. Visal: Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma. Sürûd: Bülbül nağmesi. Neşve: Sevinç, keyif. Mehîb: İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. Heyâkil-i bî-rûh: Ruh heykelleri. İsticâl: Sonraya bırakılmasını istemek. 151 HASBIHÂL “Mâ medâ fâte; ve’l-mü’emmeli gaybun; Feleke’s-sâatü’lletî en-te fîha.”* Büyük bir şairin düstur-i hikmettir şu ihtarı; Velev duymuş da olsan yolsuz olmaz şimdi tekrarı: “Geçen geçmiştir artık; ân-ı müstakbelse müphemdir; Hayatından nasibin: Bir şu geçmek isteyen demdir.” Evet, maziye ricat eylemek bir kerre imkânsız; Ümidin sonra istikbâl için sağlam mı? Pek cansız! Bugünlük iş bugün lâzım yapılmak, yoksa ferdaya; Bırakmışsan... O ferdalar olur peyveste ukbâya! Benim on beş yıl evvelden kalan işler durur hâlâ; Yarın bir başlayıp yapsam demiştim, bak, demin hattâ! Müsevvifler için dünyada mahvolmak tabiîdir.* Bu bir kânûn-i fıtrattir ki yok tevîli: Katîdir. Sakın ey nûr-i dîdem, geçmesin beyhude eyyamın; Çalış hâlin müsâitken... Bilinmez çünkü encamın. Diyorlar: “Ömrü inşânın yetişmez kesb-i irfana...” Bu söz lakin değildir her nazardan pek hakîmâne. Muhakkaktır ya insanlar için bir gâye-i amal; Edenler ömrünün saatini hakkıyle istimâl, Düstûr-i hikmet: Varlığın gerçeklerini bilme kanunu. Velev: Eğer, gerçi, her ne kadar da. Müstakbel: İlerdeki, gelecek. Mübhem: Belirsiz. Gizli. Ricat: Geri dönme, çekilme, kaçma, vazgeçme. Müsevvif: Geciktiren, atlatan. Kesb: Kazanç. Çalışmak. İrfan: Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. İstimâl: Avutmak. . Mânâsı: “Geçen zaman kaybolup gitti. Geleceğin ne olduğu ise belli değil. Sen ancak, içinde bulunduğun ânın sahibisin. Ama o da geçmek üzeredir.” * “Heleke’l-müsevvifûn...” (Bugünün işini yarına bırakanlar helak olur.) * 152 Zaferyâb olmasın isterse varsın asl-ı maksûda, Düşer bin maksad idrâk eyleyip bir zıll-i memdûda. Evet, her türlü ma’nâsıyle irfan durdurur azmi... Fakat insanlığın manâsı olsun öğrenilmez mi? Cibillîdir taharrî-i hakikat hırsı âdemde, Onun mahsûlüdür meşhûd olan asar âlemde. Atâlet fıtratın ahkâmına madem ki isyandır; Çalışsın, durmasın her kim ki davâsında insandır. Zuhur etmekle her malûma karşı bir alay meçhul, Neden olsun o malûmâtı idrâk eyleyen medhûl? Evet, malûm olanlar olmayan şeylerle bir nisbet; Edilmiş olsa, gayet az çıkar evvelkiler elbet. Fakat câhille âlim büsbütün nisbet kabul etmez: O bir kördür, bu lakin doğru yoldan hiç udûl etmez. Diyor Kur’an: “Bilenler, bilmeyenler bir değil... Heyhat Nasıl yeksan olur zulmetle nur, ahyâ ile emvât!” Bu hikmetler bedîhîdir senin indinde elbette: Fakat, çok sevdiğimdendir ki, tekrar eyledim işte. Sadedden galiba ayrılmışım... Söz neydi ihtar et;* Dalarsam nûr-i dîdem, böyle ba’zen, durma bîdâr et. Zaferyâb: Üstün gelen. Gayesine erişen. Zıll: Gölge. Memdûd: Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş. Taharrî: Aramak. Araştırmak. İncelemek. Meşhûd: Görünen. Şehadet edilen. Bedîhî: Güzel olan. Ebedî ve güzel olan. Nûr-i dîdem: Nurlu göz. 1905 yılında Edirne’de baytar olarak bulunan (Prof.) Fazlı Yegül’e hitaben yazılmış olan bir mektuptaki bu manzumenin ilk yayınında (1909) bu mısradan önce sekiz mısra daha bulunmaktadır. Şairin “saadedden ayrılmışım” demesi de bu mısralar sebebiyledir. * 153 Tutup “Lûtfiyye” yazmış oğlu Lûtfullah için Vehbî; Yazardım ben de bir “Fazlıyye” kudret yoksa nâ-kâfî. Ne var oğlum değilsen? Kardeşimsin, yâr-ı cânımsın, Müşahhas bir ümîdimsin, refîk-i râz-dânımsın; Ne var Vehbî değilsem? Ben de elbet nâzımım az çok... Eğer şairlik istersen ne Vehbî’den, ne benden yok! Hakîkat söylemek lazımsa Vehbî’nin kitabında, Fünûn inkâr edilmiştir kavâfî pîç ü tabında! Usandın sen de gerçek hikmetimden, hasbıhâlimden; Beş on söz kaldı lakin dinle nazm-ı bî-meâlimden: Diyorlar: “İtirâf-ı cehl iken tahsilin encamı, Nedir beyhude itâb eylemek şehbâl-i ikdamı?” Evet, lakin varıp ser-hadd-i malumâta bir insan, O gayetten demek lâzım ki: “Yok irfan için imkân!” Hakîkî itirâf altında parlar zilli irfanın; Budur insanlığın manâsı, en son zevki vicdanın. Nâ-kâfî: Yeterli olmayan. Müşahhas: Somut. Refîk: Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş. Râz-dân: Sırrı bilen, sırra ortak olan dost. BEBEK yahut İtâb: Yorgunluk vermek. Sıkıntı vermek. Şehbâl: Kuş kanadının en uzun tüyü. İkdam: Gayret ve sebat ile çalışmak. HAKK-I KARÂR * “Hakk-ı karâr” bir fıkıh terimi olmakla birlikte “Devamlı ve nizâsız tasarrufun, başkalarının malı üzerinde tevlîd ettiği hak!” demektir. 154 * Bizim Cemile Feride’yle bir sabah gelerek, “Unutma beybaba, akşam birer hotozlu bebek, Getir, kuzum...” dediler. Ben de kızların keyfi, Kırılmasın diye reddetmedim şu teklifi. Kiraz dudaklı, üzüm gözlü, inci dişli, iki, Edalı yosma getirdim. Aman o akşamki. Sevinme hâlini bir görmeliydi yavruların! Durup oturmadılar hiç dedim: “Yatın da yarın, Bütün gün oynayınız...” Nerde! Kim yatar? O gece, -Yemekte sızmaya melûf* olan- Feride’mce. Kabul olunmayacak söz olursa, yatmaktı. Yatar mı hiç? O nasıl hisli bir yumurcaktı. Feride’nin yaşı beş yok; Cemile’ninki yedi;* Şu var ki abla hanım pek hanım tavırlı idi. Büyük kız oynadı bir parça, sonradan yattı; Küçük sabaha kadar hep bebeğni hoplattı. Ne ninniden alıyormuş, ne öyle hoppaladan... “Işıl ışıl bakıyor a! Bebek değil, afacan.” Sabaha karşı tükenmiş mecali yavrucuğun: Mışıl mışıl uyuyor... Değmeyin aman uyusun. Benim bulunmadığım bir zamanda kız uyanır; Bebeğ uyutmak için evde üç saat kapanır.* — Aman da pek yaramaz, uyku sıçramış başına! Bakın beşik de getirdim, bakın yatar mı şuna? Yatar mısın seni maymun? Kapar mısın gözünü; Acık da dinlesen olmaz mı annenin sözünü? Kapandı işte gözün... Oh, şimdi artık, yat! Bebek ne yaptı bilinmez ki sonradan, pat pat! Dayak sadâları akseylemiş öbür odaya. Güzel güzel uyumuş olsa kız da dövmez ya. *** Gelince akşama, baktım, Feride pek düşkün. Melûf: Alışılmış. Mehmet Akif Bey’in üç kızı ve iki oğlu vardır. Yaş sırasıyla: Cemile, Feride,Suad, Emin, Tâhir. * Metinde geçen “bebeğ, acıcık...” gibi telafuz şekilleri çocuk diline uyulmak için şair tarafından kullanılmıştır. * * 155 Durur mu ablası? Ben sormadan atıldı: — Bugün Ne yaptı, beybaba, bilsen... Zavallıcık bebeğe? — Ne yaptı? — Dövdü bir alâ, sonunda kırdı. — Niye? — Bilir miyim, ona sor... Kız, getir bebeğni hadi! Feride kaçtı yanımdan, getirmek istemedi. Çiçek çıkarmışa dönmüş, getirdiler ki; yüzü; Birer kafes gibi kalmış o kuş bakışlı gözü. Başında saçtan eser yok, ayak topal, kollar Omuzdan oynamıyor, kim bilir ne illeti var? O kanlı canlı bebek şimdi işte bir kötürüm... — Bu ölmüş artık ayol, göm, götür de hem ne ölüm! Feride kaldı bebeksiz, Cemile’ninki fakat, Güzel güzel duruyor; olmuyor ne kör ne sakat. Günün birinde beraberce oynuyorlarken, Alıp Feride hazin bir niyaz tavrı hemen. — Bebeğni ver, acıcık oynayım, kuzum abla... Demez mi? Kız ne diyor?.. Galiba: “İnayet ola!” — Verir miyim sana ben hiç bebeğimi, yağma mı var? — Hasislik etme kızım, ver... — Alırsa sonra kırar. — Nasıl kırar a canım? Etme oynasın, veriver. — Olur mu beybaba? — Elbet olur. — Kırarsa eğer? — Yarın sabah sana ben başka bir bebek alırım. Bizim müdâhaleden sonra, “Oyna al bakalım!..” İnayet: Yardım, lütuf meded etmek. Hasis: Çabuk. Çok aceleci. Deyip Feride’ye kerhen uzattı kız bebeği; 156 Feride’nin yüzü gülmüştü, baktım, iyden iyi. Sevindi, oynadı, lakin bu müsteâr sürür, Süreksiz oldu... — Ver artık! — Acık daha, ne olur!.. — Bakındı beybaba? — Kız, ver de sonradan yine al, Mal olmaz insana, âdet değil, emanet mal. Tekerrür etti birazdan şu yolda aynı niyaz: — Bebeğni ver yine olmaz mı? Oynayım. — Olmaz!.. Ben iltiması dirîğ etmedim ikinci sefer. — Çok oldu beybaba, ya! Sonra her zaman ister! — Demin de aldı, hemen verdi, içlenir, yapma! Sen ablasın ne kadar olsa... — Başka vermem ama… Çabuk verirsen eğer al da oyna kız, haydi... Feride’nin bu sefer keyfi pek yolundaydı. Epeyce dandiniler yaptı, hayli hoplattı; Bebek kolunda, hasırlarda bir zaman yattı. Fakat ne çâre! Gelip çattı vakt-i istirdâd, Kızın nazarları beyhude etti istimdâd. Cemile istedi ısrar edip emanetini, Çocuk da verdi, fakat görmeliydi hiddetini! Büyük kızın eziyordu gurûr-i masûmu, Bebek elinde gezerken, şu tıfl-ı mahrumu. Ağır gelir ona elbette karşıdan bakmak. Sokuldu bak yine, hiç şüphe yok ki: Yalvaracak, “Bebeğni ver!” diye, lakin ben eylemem ibram. Hayır, değil bu eda, bir edâ-yı istirham: “Bebeğmi ver!” demesin mi üçüncüsünde kıza? Meğer hukuk da bilinmiş bakın şu saygısıza!... Kerhen: İstemeyerek, tiksinerek, zoraki. Müsteâr: Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim. Tekerrür: Tekrarlanmak. İltimas: Tavsiye. Rica. İstirham. Dirîğ: Men etmek, korumak, esirgemek. İstirdâd: Geri almak. Geri almayı istemek. Beyhude: Boşuna. Boş yere. Faydasız. Tıfl: Küçük çocuk. İbram: Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar 157 üzerine düşmek. YEMİŞÇİ İHTİYAR Sinin-i ömr-i şedâid-güzîni olmalıdır, Cebîn-i pâkine pîrin bu çîn-i yesi veren. Elinde tartısı, duşunda mülk-i seyyârı; yürür... Önünde mezar, arkasında bin şîven! Zaman olur ki, uzaklarda bir serâb-ı muzî Nümâyişiyle, gözünden geçer hayal-i vatan; Sönük nigâhını bîdâr ederdi belki ümid, Hayâle olsa müsâit bu meşy-i tâb-efgen. Çeker şu ban hayatında hep hayatı için; Bilinse âh şu bâr-ı hayatı çekme neden?.. İTİRAF Safahat’ımda, evet, şiir arayan hiç bulamaz; Yalnız, bir yeri hakkında “Hazin işte bu!” der. Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya? Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder! Sinîn: Seneler. Şedâid: Şiddetli musibetler. Güzîn: Seçilmiş. Cebîn-i pâkine: Temiz alın. Çîn: Çatıklık. Buruşukluk. Kıvrım. Muzî: Meydana çıkaran, açığa vuran. Nümâyiş: Görünüş, gösteriş, dış görünüş. Gösteri. Bîdâr: Mutlu. Meşy: Yürüme. Tâb-efgen: Yıkıcı karakter. Bâr: Zahmet. Eziyet. Sıkıntı. Bâr-ı hayat: Hayatın sıkıntısı. 158 SAFAHAT SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDE İKİNCİ KİTAP 159 SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDE -Kardeşim Fatîn Hoca’yaKöprü’den çok geçerim; hem ne kadar geçtimse,* Beni sevk etmedi bir kerrecik olsun yese, Ne Haliç’in o yosun çehreli miskin sulan; Ne onun hilkate küsmüş gibi durgun kenan! Herkesin hissi bir olmaz. Mesela karşıdaki, Sahilin, baş başa vermiş, düşünen, pis, eski, Ağlamış yüzlü, sakîl evleri durdukça, sizin, İçinizden acı şeyler geçecek hep... Lakin, Bak benim öyle değil... Siz de biraz şair olun: Meselâ, geçtiğiniz yalpa yapan tahta yolun, Cedd-i merhumu acep sal mı demekten ne çıkar? Geliniz farz edelim biz bunu: Sâbih bulvar! Köprüler asma imiş Avrupa afakında... Varsın olsun, o da bir şey mi? Bizim Şark’ın da, Böyle daldırma olur... Hem açınız asan, Köprünün nerde görülmüş, hani, tahte’l-bahrı? Anladım: Ben ne kadar şiire özensem de demek, Seni, ey sevgili kâri, bu telakki, pek pek, Azıcık güldürecek... Yoksa öbür yanda, hazin, Bin hakikat sırıtırken kıyısından denizin, Diyeceksin ki: “Hayâlin yeri yoktur... Boşuna!” Ya şu timsâl-i ilahi de mi gitmez hoşuna? Hilkat: Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış. Cedd-i merhum: Rahmete kavuşmuş ata. Sakîl: Ağır, can sıkıcı. Çirkin. Sâbih: Güzel, latif, şirin. Tahte’1-bahr: Denizaltı. Telâkkî: Karşılamak. Kabul etmek. Şahsi anlayış ve görüş. Timsal-i İlahi: İlahi âbide; Allah’ın yarattığı her şey. Safahat’ın yeni harfli bazı baskılarında, bu kitabın metni arasına konulmuş birtakım (Köprüden Geçiş, Yenicâmi, Vaiz Kürsüde... gibi) ara başlıklara rastlanmaktadır. Bu ara başlıklar kitabın aslında yoktur. Yeni harfli baskıların 1950’de yapılan üçüncüsünden itibaren konulmuşlardır. * 160 Öyle tazib-i nigâh eyleme bedbîn olarak, Bırak etrafı da, karşında duran mabede bak:* Başka bir sahile gehvâre-i emvâcından, Böyle şeh-dâne çıkarmış mı yakınlarda zaman? Ne seher-pâre-i sanat ki ezelden mahmur... Leb-i deryadan uçan bir ebedî hande-i nur! Sanki ummân-ı bekanın ezelî bir mevci, Yükselirken göğe donmuş da kesilmiş inci! Bu güher parenin ebâd-ı semavîsinde, Yorulan didelerin hâke neden insin de; Levse dalsın yeniden? Etme, yazıktır, olmaz; Garba tevcîh ediver, gel onu sen şimdi biraz: Dur da, Mabûd’una yükselmek için ilme basan;** Mabedin hâlini gör, işte serapa iman! Yüce dağlar gibi, afaka döşerken saye, O, bekadan daha câzib kesilen, âbideye, Bir nazar zevk-i bediîni yeter tatmine... Durma öyleyse, urûc et o ziya âlemine. O ziya âlemi bilmez ki karanlık ne demek; O semavî yuva kirlenmedi, kirlenmeyecek. Onu ilâ eden etmiş ebediyyen ilâ. Etse dünyaları tufan gibi levs istilâ, Bu, semâlarda yüzen, şahikanın pak eteği, Karşıdan seyredecektir o taşan mezbeleyi. Yerin altında sinen zelzeleler fışkırsın, Yerin üstünde ne bulduysa devirsin, kırsın.*** Tazîb: Azab verme. Eziyet etme. Men eylemek. Bedbîn: Kötü görüşlü. Ümitsiz. Gehvâre-i emvâc: Dalgaların beşiği. Şeh-dâne: İri ve kıymetli inci. Leb-i derya: Denizin dudağı. Deniz kenarı, sahil. Hande-i nur: Nurun gülümsemesi. Ummân-ı beka: Sonsuzluk denizi. Güher: Cevher. Ebâd-ı semavî: Göklerin genişliği. Dîde: Göz, ayn, çeşm. Urûc et-: Yukarı çıkmak. Yükselmek. Levs: Pislik, kötülük. * Yeni Cami. Süleymaniye Camisinin temellerinden bir kısmını da medreseler teşkîl eder. *** Şiirin 1928’den önceki yayınlarında, bu mısradan itibaren gelecek dokuz mısra, üç satır fazlasıyla, aşağıdaki şekildedir: “Yerin üstünde duran velveleler haykırsın/Hakkı son sadme-i kahrıyla devirsin butları. Yakasından tutarak ismeti çeksin hüsran/ “Fecr-i Atî” denilip, millet-i merhume için.” ** 161 Hakkı son sadme-i kahrıyla bitirsin isyan; Edebin şimdiki manâsına densin “hezeyan”; Kalmasın, hâsılı, alt üst olarak hissiyyât, Ne yüreklerde şehâmet, ne şehâmette hayat; Yine kürsi-i mehibinde Süleymâniyye, Kalacak, doğruluğun yerdeki tek yurdu diye. Yıkılır bir gün olur medreseler, mabetler;* En temiz yerleri en kirli ayaklar çiğner; Beşeriyyet yeni bir din tanıyıp ilhâdı, Beşerin hafızasından silinir Hakk’ın adi; Gömülür hufre-i tarihe me’âlî... Lakin Yine tek bir taşı düşmez şu Huda ianesinin; Yine insanlığa nâmahrem olan bîgâne, Bu harimin ebediyyen giremez sinesine; Yine yâdındaki Mevlâ’yı şu dört tane minâr, Kalbe merbut birer dil gibi eyler ikrar; Yine maziye gömülmez bu muazzam çehre: Leş değildir ki atılsın o umûmî kabre! Şimdi ey sevgili kâri, azıcık vaktin eğer, Varsa -memnun olacaksın- beni takip ediver. Gireriz koynuna, düşsek bile şayet yorgun, Karşıdan baktığımız heykel-i nûrânûrun. Sadme-i kahrı: Kahr çarpması. Hufre-i tarih: Tarih mezarı. * Şiirin ilk dört neşrinde “medreseler” olan kelime, 1928 baskısında “mahkemeler” şeklinde çıkmıştır. 162 Şeb-i rıhlet gibi muzlim görünen bir neslin, Zevk-i süflîsine münkât olarak hissiyyât, Ne yüreklerde şehâmet, ne şehâmette hayat Kalmasın; hâsılı isterse belâ tufanı Kaplasın cûşa gelip her tarafından vatanı; Yine kürsi-i mehibinde Süleymaniyye; Kalacak, inmeyecektir o mülevves dereye. Yıkılır bir gün olur medreseler, mabetler; En temiz yerleri en kirli ayaklar çiğner; Göreceksin: O harimin ebedî zillinde, Sanatın ruhunu seyyâl bulut şeklinde. “Gördüğüm var...” deme! Gel bir de beraber görelim. Nereden? Haydi, şadırvan kapısından girelim: Şeb-i rıhlet: Göç gecesi. Zevk-i süflî: Alçak, pek aşağı olan zevk. Münkâd: İnkiyad eden, boyun eğen, itaat eden. Kürsî-i mehîb: Heybet kürsüsü. Mülevves: Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış. Seyyâl: Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. Yer değiştiren her şey. Zill: Yumuşaklık. 163 Bir musanna kemer, üstünde kurulmuş Tevhit; Daha üstünde bir âyet ki: Huda’dan teyit, Emr-i mevküt-i salâtın bize katiyyetine. Şöyle bir baktı mı insan, kapının heyetine, Evvelâ her iki yandan oluyor çehrenümûn: Mütenazır iki mihrap, iki azade sütün. Sonra göz yükseliyor doğru yarım kubbelere, Ki dayanmış biri sağdan, biri soldan kemere. İstalâktitle donanmış o hazin sîneleri, Okşayıp nûr-i nazar, geçti mi artık ileri, Geliyor kısmen açılmış iki heybetli kanat, Ki teârici, telafifi ne müthiş sanat! Sanki Mevlâ mütefekkir, kocaman bir beyni, Açıvermiş bize göstermek için her yerini. Görüyor şimdi nazar girdi mi derhal içeri: Aynı ebâd ile tespit edilen kubbeleri. Avlunun saha-i üryanına bin sâye-i nur; Döşeyen bunca kemerlerle sütunlarda, vakur. Bir tenazur yoruyor görmek için irkileni; Yalnız iç kapının üstüne yükseltileni. -Mutlaka medhali göstermek için olmalı kiBir siyak üzre atılmış, sıralanmış öteki. Kubbelerden daha yüksek, daha vâsi duruyor; Aynı heybetli kanatlar göze tekrar vuruyor. Aşar aşmaz eşiğinden bu musanna babın, Şu yarım kubbe -ki pirâyesidir mihrâbınÇarpıyor çeşm-i temaşaya, asıl kubbe değil. Buna eş lazım, evet olmamak olmaz kâbil. Yoksa ihmâl edilir şey mi tenazur burada? İşte tam ondaki ebâda nazîr ebâda, Semt-i resinde duran aynı da mâlik, hele bak! “Bu yarım kubbeler elbette açık durmayacak. Musanna: Sanatla ve düzgün yapılmış olan. Teyit: Doğrulama, doğru çıkarma. Emr-i mevküt-i salât: Vakti bildirilen namaz. Teârîci talafîf: Büklümler, kıvrımlar. Birbirine girmiş ve sarmaşmış vaziyette olma. Lif lif olma. Sâha-i üryan: Açık alan. Sâye-i nur: Nur yansıması/gölgesi. Medhal: Girilecek taraf. Dahil olacak yer. Tenazur: Birbirine karşı olmak. Simetri hâli. 164 Mutlaka birleşecektir.” diye beş hatve kadar, Atıverdin mi, görür kubbeyi hayretle nazar... Ki dayanmış sanacaksın o yarım kubbelere; Ama pek doğru değil... Karşıki dört yekpare. Gıranittir taşıyan başları üstünde onu. Kahramanlar ki asırlar bükemez bir kolunu! Mabedin şimdiki tarife bakarsak, az çok, Mustatil olması icap edecek! Öyle mi? Yok! Şu, sütunlar ana divârına bağlanmak için, Ara yerlerden atılmış müteaddid kemerin, Konarak sırtına şahin gibi durmakta olan, Kubbeler yok mu ya? Onlar buna vermez meydan. Nerden icap ediyor sonra bu âvâre zehap? O kadar ince tutulmuş ki tenazurda hesap: Haricen kubbenin üstünden inen hatt-ı mümâs, Ediyor her iki cânipte tamamıyla temas, Tarafeynindeki sanatlı yarım kubbelere. Artık ey sevgili kâri’, gel otur orta yere, Cebhe dîvârına bak, camlara bak, minbere bak; Sonra mihrâb ile mahfillere, kürsîlere bak. İşte her cebhede, her yerde demâdem görünen, Lakin esrara bürünmüş gibi mübhem görünen, Seni bîtâb-ı telakki bırakan âyâtın, Kalarak mülhem-i âvâresi hissiyyâtın, Dalgalansın da denizler gibi kalbinde celâl; Görmesin didelerin reng-i sivâ, reng-i zılâl! Vecde gel; vahdete dal, âlem-i kesretten uzak... Yalnız Sâni’i gör; sanatı, masnûyu bırak! Ben de bir yer bularak şöylece tenha dalayım, Varlığımdan geçeyim, mahv-ı temaşa kalayım. Hatve: Adım. Pîrâye: Süsleyici, süs veren. Nazîr ebâd: Benzer boyut. Cânip: Yan, yön. Cihet, taraf. Semt-i res: Başucu. Müstatîl: İstitâle eden, uzanan. Müteaddid: Türlü türlü, çeşitli. Birçok. Hatt-ı mümâs: Teğet geçen düz çizgi. Mahfil: Toplanılacak yer. Demâdem: Zaman zaman. An be an. Mübhem: Belirsiz. Gizli. Bîtâb-ı telakkî: Güçsüz alma. Mülhem-i âvâre: Ansızın geliveren başıboş. Reng-i sivâ: Yaratılmışların rengi. Reng-i zılâl: Gölgelerin rengi. Âlem-i kesret: Çokluk dünyası. Masnû: Sanatla yapılan, yapılmış. Mahv-ı Temaşa: Seyrederek kendinden geçme. 165 Mabedin cephe cidârındaki loş pencereler, Güneşin sırtına bir ince tül atmış, esmer, Mütemadi sağıyor dâhile bir gölgeli nur. O inen perde-i seyyâl arasından manzûr, Koca bir mahşer-i iman ki ezelden medhûş... Sineler vecd ile pür-cûş, dudaklar hâmûş! Diz çöküp mermerin üstünde yalın kat hasıra, Bekliyor hepsi münacâtı: Onun şimdi sıra. Esiyor cevv-i mehibinde bu vahdet-zârın, Ebedî nefha-i rahmet ki o binlerce yığın, Gölge şeklindeki eşbâha teayyün veriyor: Tepeden tırnağa zerrât-ı vücûd ürperiyor. İnliyor nâle-i gayret der ü dîvârından, Dar duydukça gelen sayhayı deyyârından. Ruhlar yanmada bî-tâb-ı tecellî kalarak, Dideler nâ-mütenâhî, ebedî müstağrak. Akıbet, başladı mahfilde hazin bir feryat; Yeniden coştu eninlerle o bî-hûş ebat. Bir de baktım ki: O her saftan uzanmış kollar, Varacak sanki yarıp boşluğu Mevla’ya kadar! Şimdi üç bin kişinin sine-i masumundan, Kopan “Âmin” sedâsıyla icâbet-lerzan! Sonra, bir okşanarak titreyen ellerle cibâh; Döndü kürsüye o âvâre cemaat nâgâh. Kimdi kürsüdeki? Bir bilmediğim pir amma, Hiç de bîgâne değil kalbe o cazip simâ. Bembeyaz lihye-i pâkiyle beyaz destan, O mehîb alnı, o pek munis olan didârı. Her taraftan kuşatıp bedri saran hâle gibi, Ne şehâmet, ne melahat veriyor, yâ Rabbi! Cidâr: Duvar; perde. Mütemâdî:Devamlı,sürekli. Manzûr: Görülen, bakılan, nazar edilen. Beğenilen. Medhûş: Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş. Pür-cûş: Çoşarak. Hâmûş: Sessiz. Cevv-i mehîb: Heybetli boşluk. Vahdet-zâr: Birlik dünyası. Nefha-i rahmet: Acıma soluğu. Eşbâha teayyün: Gövdelere şekil veren suret. Zerrât-ı vücûd: Bedenin her zerresi. Nâle-i gayret: Çaba iniltisi. Sayha: Çağırış. Çığlık. Deyyâr: Bir kimse. Yurt sahibi birisi. Belirle Bî-tâb-ı tecellî: yorgunluğu. Nâ-mütenâhî: Çok, fazla. Müstağrak: Garkolmuş, dalmış, batmış. Mahfil: Toplanılacak yer. Bî-hûş: Baygın, ölgün. İcâbet-lerzan: Titreyerek 166 karşılık vermek. Cibâh: Cebheler, alınlar. Lihye-i pâk: Temiz sakallı. Mehîb: Heybetli, korkunç kimse. Munis: Sevimli. azametli, Dîdâr:Görünme. Yüz. Çehre. Hele gözler iki mihrâk-ı semavîdir ki: Bir şuâıyla alevlendiriyor idrâki. Âh o gözlerden inen huzme-i nûrânûrun, Bağlı her târ-ı füsunkârına bin rûh-i zebun! — Beni kürsüde görüp, vaaz edecek sanmayınız; Ulemâdan değilim, şeklime aklanmayınız! Dinin ahkâmını zaten fukahânız söyler, Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer. Bana siz âlem-i İslam’ı sorun, söyleyeyim; Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim. Şark-ı Aksâ’dan alın, Mağrib-i Aksâ’ya kadar, Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var!* Beni yormuştu bu yıllarca süren yolculuğun, Daha başlangıcı... Lakin, gebereydim yorgun, O zaman belki devam eyleyemezdim yoluma; Yoksa ârâm edemezdim. Bana zira “Durma, Yürü, azminde devam et!..” diye vermezdi aman, Bir seda benliğimin fışkırıp amâkından. O seda işte benim gayret-i diniyyemdir, Coşuvermez mi, içim sanki yanardağ kesilir; Yeniden davranırım, eğlenemem bir yerde. Ne cihan kaygusu derman bu devasız derde; Ne de can, sonra filân duygusu engel, heyhat! Can, cihan hepsi de boş, “gaye”dedir varsa hayat. Bir zamanlar yine İstanbul’a gelmiştim ben. Hâle baktıkça, fakat ümmetin atîsinden, Fukaha: Fakihler. Fıkıh âlimleri. Huzme-i nûrânûr: Peşpeşe inen nurlar destesi. Ârâm: Durma, dinlenme. Rûh-i zebun: Ruhu etkisiz kılan. Şark-ı Aksâ: Uzakdoğu Türkistan, Hint. Mağrib-i Aksâ: Uzakbatı, Fas, Moritanya. Amâk: Göz pınarları. Atî: Gelecek. İlk baskılarda bu mısralar, bir beyit fazlasıyla şöyle idi: “Şarktan başlayarak, Mağrib-i Aksâ’ya kadar/Asya’nın, Avrupa’nın, Afrika’nın nerde ki var. Müslüman sakin olan bir yeri mutlak gittim/Hepsinin hâlini mazisini tedkik ettim.” * 167 Pek derin yese düşüp Rusya’ya geçtim tekrar. Geçmeseydim edeceklerdi ya zaten icbar! Sığmıyor en büyük endazeye işler artık; Saltanat nâmına, din nâmına bin maskaralık... Ne felâket, ne rezaletti o devrin hâli! Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli, İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş: Bir siyaset ki didiklerdi, eminim, Karakuş! Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pir, Haydi Mâbeyn-i Hümâyûn’a!.. Ya bâlâ, ya vezir! Ümmetin hâline baktım ki: Yürekler yarası! Ne bir ekmek yedirir iş; ne de ekmek parası. Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok; Ne kılıç var, ne kalem... Her ne sorarsan, hep yok! Kalmamış terbiye askerde. Nasıl kalsın ki? Birinin ömrü mülâzımlıkta geçerken öteki, Daha mektepte iken tayy-ı merâtible ferîk! Bir müşirlik mi var? Allâhu veliyyü’t-tevfîk! Hele ilmiyye bayağdan da aşağ bir turşu! Bâb-ı Fetva denilen daire ümmî koğuşu. Anne karnından icazetlidir, ecdada çeker; Yürüsün, bir de sarık, al sana kâdîasker! Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevvir, adî; Ne Huda korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî, Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi... Hani, can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi! Belki üç beş kişi olsun bulur irşat ederim, Diye etrafa bakındımsa da endişelerim. İnkılâp eyledi bir nâmütenâhî yese, Görünüp sûret-i haktan kimi söylettimse. Ekseriyyet kafasız; varsa biraz beyni olan: “Bu hükümet şu ahaliye biçilmiş kaftan! Kime dert anlatacaksın? Hadi anlat şimdi... Endaze: Ölçü. Arşının bez, basma vesâire ölçmeye mahsus küçük cinsi. (60 cm.dir) Mâbeyn-i Hümâyûn: Padişah dairesi. Tayy-ı merâtib ferîk: Rütbeleri aşarak. Veliyyü’t-tevfîk: Yardımını esirgemesin. Müzevir: Yalancı, dolandırıcı, arabozucu. 168 Ben mi kaldım, neme lazım!” diyerek yan çizdi. Hüsn-i zanneylediğim bir iki fâzıl hocanın, İstedim fikrini açmak; dedim: “Artık uyanın! Memleket mahvoluyor, din de beraber gidiyor; Size Kur’ân, bakınız sade uzaktan mı diyor?” — Memleket mahvolacak, olmayacak... Baştakiler, Düşünürler ona mevcut ise bir çâre eğer. Gelelim dine: Ne mümkün çalışıp kurtarmak? “Bede’e’d-din-i gariben... sözü elbet çıkacak.”* Dediler. Yoklayayım şimdi avamın da biraz, “Nedir efkârı?” dedim. Hey gidi vurdumduymaz! Öyle dalgın ki meğer sûrunu İsrafil’in, İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin! Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar, Bir mezarlık gibi: Her nâsiye bir seng-i mezar! Duymamış kaygı denen duyguyu vicdanında. Okunur her birinin cephe-i hüsranında, “Ne gelenden haberim var, ne gidenden haberim; Serseri kevne gelelden beri sersem gezerim!” Eskiden kalma bu söz, sanki o cansız beyinin, Doğmadan rahmet-i Mevla’ya göçüp gittiğinin, Dest-i kudretle yazılmış ezelî hâtırası! “Geliyor ruhun için Fatiha çekmek sırası; Yazık ey millet-i merhume!” dedikten sonra; Atladım Rusya’ya gitmekte olan bir vapura. O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyik... Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik? Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu! Medenî Avrupa, bilmem, niye görmezdi bunu? Süngü, kurşun gibi kestirme ölümlerle ölen; Yahut işkenceler altında ecelsiz gömülen: Târik: Yol. Tarz, usûl. “İslam, garib olarak başladı; yine başladığı gibi garip olacak.” mealindeki hadis-i şerife işaret ediliyor: Müslim, İman 232. * 169 Ne soluk var, ne ışık var, ne otur var, ne durak, İki üç yüz kulaç altında zeminin, çıplak. Aç, susuz işletilen kanları donmuş canlar, Size milyonla desem, fazlası yok, eksiği var! Bilmiyorlar ki bu şiddetlerin olmaz hükmü: Göz yılar önce, fakat sonra kanıksar ölümü. Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle, Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele! Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak: Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak! Hangi masumun olur hûnu bu dünyada heder? Yoksa kânun-i İlahi’yi de yırtar mı beşer? Evvelâ gizlice bir matbaa tesis ettim; Beş on öksüz bularak basmacılık öğrettim. Kalemim çokça pürüzlüydü, fakat çâresi ne? Sonra, bilmem kimin üslûbu avâmın nesine! Dilimin döndüğü şiveyle bütün gün yazdım; Okuyanlar o kadar çoktu ki hiç ummazdım. Usta âsârını verdikçe çocuklar bastı; Altı ay geçti, bizim matbaanın çıktı adı. Göğsü imanlı beş on tane fedaî gelerek, Dediler: “Sen ne basarsan, onu tevzi edecek; Vasıtan işte biziz; korkulacak şey yoktur... Para lazımsa da bildir ki verenler bulunur.” Bir cerideyle hemen başlayıverdim vaaza. Zaten en başlıca yol halkı budur ikâza. Medeniyyetteki insanlar için matbuat, Şimdi kürsülerin en yükseği, lakin heyhat, Sizde hiç böyle değil, belki tamamen aksi: En fena bir cereyan gösteriyor en iyisi. Müslüman unsuru az çok uyanıktır orada; Biz de ancak bunu tezyit ediyorduk arada. Hûn: Kan, dem. Öç, intikam, öldürme. Hazele: (Hâzil. çoğ.) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler. Âsâr: Eserler. Tevzî et-: Dağıtmak. Paylaştırmak. Ceride: Gazete. Tezyîd: Artırma, çoğaltma, fazlalaştırma. 170 Parasızlıktı bidayette işin korkulusu; Ağniyâ altını bezletti etekler dolusu... Açtık oldukça güzel medreseler, mektepler; Okuyup yazmayı tamime çalıştık yer yer. Tatarın yüzde bugün altmışı hakkıyla okur; Rusların halbuki nispetleri gayet dûndur. Ağniyâ, zannederim, sizde de az çok olacak... Şu kadar var ki çürük tahtaya basmazlar ayak! Fukaranız kılıyor, aklına geldikçe namaz; Ağniyânızda da hiç yoksa zekât olsa biraz. Şöyle dursun bu temenniye kulak vermeleri, Sadr-ı azam paşanız fitre alır, sunsa biri! Sonra zenginlerimiz: “Haydi gidin, fen getirin.” Diye, her isteyenin şahsına bilmem kaç bin Ruble tahsis ile sevk eylediler Avrupa’ya; Pek fedakâr idi hemşehrilerim doğrusu ya. Bu giden kafileden birçoğu cidden tahsil, Ederek döndü. Fakat geldi ki üç beş de sefil. Hepsinin namını telvise bihakkın yetti... Gönderenler ne peşimân oluyorlar şimdi! Hiç unutmam ki, cömerdin biri, hem zengin adam, Beni yüzdürdü nihayette şu sözlerle: “İmam, Günde on kerre gelip istediniz hep verdim. Yine vermezsem eğer millet için, namerdim. Yalnız, ehline gitsin bu emekler... Olur a, İş bizim Avrupa yaranma benzer sonra! Hâli ıslah edecekler, diyerek kaç senedir, Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir? Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu! Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu. Bir selamet yolu varmış... O da neymiş: Mutlak, Dini kökten kazımak, sonra, evet, Ruslaşmak!* Ağniyâ: Zenginler. Tamim: Umumileştirme. Genelleştirme. * Sadr-ı azam: Baş vezir, padişahın vekili, başvekil. Telvis: Kirletmek. Bozmak, berbat etmek. İlk baskılarda: “Dîni, milliyyeti kökten kazıyıp Ruslaşmak.” 171 O zaman iş bitecekmiş... O zaman kızlarımız, Şu, tutundukları gayet kaba, pek manâsız. Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden, Analık ilmini tahsil edecekmiş... Zaten. Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş: Ki kadın “sosyete” bilmezmiş, esarette imiş! Din için, millet için iş görecek alçağa bak: Dini pâmâl edecek, milleti Ruslaştıracak! Bunu Moskof da yapar, şimdi rıza gösterelim; Başka bir marifetin varsa haber ver görelim! Al okut, Avrupa tahsili desinler, gönder, Servetinden bölerek nâmütenâhî para ver; Sonra bir bak ki: Meğer karga imiş beslediğin! Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin! Sade bir fuhşumuz eksikti, evet, Ruslardan... Onu ikmâl ediverdik mi, bizimdir meydan! Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne... Acırım tükrüğe billahi tükürsem yüzüne! Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lazım... Şu kadar vermelisin.” Kahrolayım kaçmazdım. Elverir sardığımız bunları halkın başına... Ben mezarımda, huzur istiyorum, anladın a! Biraz insafa gelin, öyle ya artık ne demek? Zengin olduk diye, lanet satın almak mı gerek?” İşte biz böyle didinmekte, çalışmakta iken, Bir sabah üç tanıdık, seslenerek pencereden, Dediler: “Şimdi hükûmet basacak matbaanı... Durmanın vakti değildir. Hadi kaldır tabanı!” Bir işaretle çocuklar çekilip tâ geriye, Daldılar hepsi birer sesleri çıkmaz deliğe. Onların nevbeti geçmiş, sıra gelmişti bana: Yolu tuttum yalnız doğruca Türkistan’a. Gece gündüz yürüdüm bulmak için Taşkent’i; Geçtiğim yerleri tadâda mahal yok şimdi. Pâmâl: Ayak altında, çiğnenmiş. Nevbet: Nöbet. Tadad: Sayma; sayıp dökme. 172 Uzanıp sonra Buhârâ’ya, Semerkand’a kadar; Eski dünyada bakındım ki ne âlemler var? Sormayın gördüğüm âlemleri, hiç söylemeyim: Yâdı temkinimi sarsar da kan ağlar yüreğim. O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak; Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak! İbn-i Sina’ları yüzlerce doğurmuş iklim, Tek çocuk vermiyor âgûşuna ilmin, ne akîm! O rasadhâne-i dünya, o Semerkand bile; Öyle dalmış ki hurâfâta o mazisiyle: Ay tutulmuş, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek, Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek! Bu havalide cehalet ne kadar çoksa, nifak, Daha salgın, daha dehşetli... Umûmen ahlâk, “Pek bozuk!” az gelecek- namütenahi düşkün! Öyle murdarını görmekte ki insan fuhşun; Bırakın söylenemez: Mevkiimiz câmidir; Başka yer olsa da tafsile hayâ mânidir. Ya taassupları? Hiç sorma, nasıl maskaraca? O, uzun hırkasının yenleri yerlerde, hoca, Hem bakarsın eşi yok dine teaddisinde, Hem ne söylersen olur dini hemen rencide! Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bidat; Şeri tağyir ile, terzil ise -hâşâ- sünnet! Ne Huda’dan sıkılırlar, ne de Peygamber’den. Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden Çekecek memleketin hâli ne olmaz, düşünün! Sayısız medrese var gerçi Buhârâ’da bugün... Taassub: Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. Din bakımından fazla tutucu olma. Âkim: Neticesiz, sonu yok. Beyhude. Boş. Hurâfât: Bâtıl inanışlar. Hurafeler. Teaddî: Saldırma. Düşmanlık. Şeriattan ayrılma. Tağyir: Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. Terzil: Rezil etme. İtibarını kırma. Bidat: Sonradan çıkarılan âdetler. Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. 173 Okunandan ne haber? On para etmez fenler, Ne bu Dünyada soran var, ne de ukbâda geçer! Üdeba doğrusu pek çok, kimi görsen: Şair. Yalnız, şiirine mevzu iki şeyden biridir: Koca millet! Edebiyyatı ya oğlan, ya karı... Nefs-i emmâre hizasında henüz duyguları! Sonra tenkide giriş: Hepsi tasavvufla dolu: Var mı söfiyyede bilmem ki ibâhiyye kolu? İçilir, türlü şenâatler olur, bî-pervâ; Hâfız’ın ortada divânı kitâbü’l-fetvâ! “Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!” * Urefâ mesleği; alâ, hem ucuz, hem de şeker! Şu kadar var ki şebâbında ufak bir gayret; Başlamış... Bir gün olup parlayacaktır elbet. O zaman işte şu toprak yeniden işlenerek, Bu filizler gibi binlerle fidan besleyecek! Çin’de, Mançurya’da din bir görenek, başka değil. Müslüman unsuru gayet geri, gayet câhil. Acaba meyl-i teâli ne demek onlarca? “Böyle gördük dedemizden.” sesi milyonlarca; Kafadan aynı tehevvürle bakarsın, çıkıyor! Arş-ı amali bu ses tâ temelinden yıkıyor. Görenek hem yalnız Çin’de mi salgın; nerde! Hep musâb âlem-i İslam o devasız derde. Getirin Mağrib-i Aksâ’daki bir müslümanı; Bir de Çin sûrunun altında uzanmış yatanı; Dinleyin her birinin ruhunu: Mutlak gelecek, “Böyle gördük dedemizden!” sesi titrek titrek! Şebâb: Gençlik. Yiğit, civan. Gençler. Meyl-i teâlî: Yükselme eğimi. Üdebâ: Edibler, edebiyatçılar. Zarif kimseler. Nefs-i emmâre: İnsanın çirkin ve şeytanın teşviklerine itirazsız ve mücahedesiz tâbi olması hâli. Şenâat: Fenalık, kötülük, alçaklık. Tehevvür: Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Arş-ı amal: Umutlar, istekler koltuğu. [Farsça beyit: “Mebâş der pey azar ü herçi hâhî kün/Ki der şerîat-i mâ gayr ez in günahî nîst.” Manâsı: “Kimseyi incitme de ne istersen yap, çünkü bizim kanunumuzda bundan başka bir suç yoktur.”] * 174 “Böyle gördük dedemizden!” sözü dinen merdûd; Acaba sâha-i tatbîki neden nâmahdûd? Çünkü biz bilmiyoruz dini. Evet, bilseydik, Çâre yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik. “Böyle gördük dedemizden!” diye izmihlali; Boylayan bir sürü milletlerin olsun hâli. İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de! Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde? Lafzı muhkem yalnız, anlaşılan, Kur’ân’ın: Çünkü kaydında değil hiçbirimiz manânın: Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakanız yaprağına; Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına. İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için! Bu havalidekiler pek yaya kalmış dince; Öyle Kur’ân okuyorlar ki: Sanırsın Çince! Bütün âdetleri âyîn-i mecûsîye karîb; Bir şahâdet getirirler, o da oldukça garîb. Yalnız, hepsi de hürmetle anar namınızı. Hiç unutmam, sarılıp hırkama bir Çinli kızı, Ne diyor anlamadım, söyledi birçok şeyler; Sonra meyus olarak ağladı... Biçare meğer, Bana Sultan’ı sorarmış da “Nasıldır?” dermiş; Yol yakın olsa imiş, gelmeyi isterlermiş! Sorunuz, şimdi Japonlar da nasıl millettir? Onu tasvire zaferyâb olamam, hayrettir! Şu kadar söyleyeyim: Din-i mübinin orada, Rûh-i feyyazı yayılmış, yalnız şekli Buda. Siz gidin, safvet-i İslam’ı Japonlarda görün! O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün, Müslümanlıktaki erkânı sıyânette ferit; Müslüman denmek için eksiği ancak tevhit. Merdûd: Kovulmuşluk, geri çevrilmişlik. Nâ-mahdûd: Hudutsuz, sınırsız, sonsuz. Lafz: Ağızdan çıkan söz, kelime. Muhkem: Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Nazm-ı Celîl: Pek büyük kıymetli nazm edilmiş güzel söz. Kur'an-ı Kerim'in bir vasfı. Siyânet: Koruma, muhafaza, hıfz. Âyîn-i mecûsîye karîb: Ateşe tapanların dinî törenlerine yakın. Safvet-i İslam: Saf, temiz İslam. Rûh-i feyyaz: Bereketli, uğurlu, gür ruh. 175 Doğruluk, ahde vefa, vade sadâkat, şefkat; Âcizin hakkını ilâya samimi gayret; En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken; Yine ifrat ile vermek, veren eller darken; Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak, Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak; “Öleceksin!” denilen noktada merdâne sebat; Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat; İhtirâsât-ı husûsiyyeyi söyletmeyerek, Nef-i şahsîyi umumunkine kurban etmek; Daha bunlar gibi çok nadire gördüm orada... Âdemin en temiz ahfadına malik bir ada. Medeniyyet girebilmiş yalnız fenniyle... O da sahiplerinin lahik olan izniyle. Dikilip sahile binlerce basiret, imân; Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan! Garb’ın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür; Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür! Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız; Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız. Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde... “Togo”nun umduğunuz tavrı mı vardır? Nerde! “Gidelim!” der, götürür; sonra gelip tâ yanıma; Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma. Müslümanlık, sanırım parlayacaktır orada; Sâde Osmanlıların gayreti lazım arada. Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler, Ulema vahy-i İlahi’yi mi bilmem, bekler? Hint’i baştan başa gezmekti muradım, lakin, Nerde olsam, beni takibi yüzünden polisin, Takatim bitti de vazgeçmede muztar kaldım; Kaldım amma yine her mahfile az çok daldım! İlâya samîmi: İçten yüceltme. İhtirâsât-ı husûsiye: Kişisel istekler. Lâhik: Yetişen, vâsıl olan, ulaşan. Muztar: Zorlanmış. Çaresiz kalıp başı sıkılan. Mahfil: Toplanılacak yer. 176 Besliyormuş, bereket versin, o iklim-i kadim, “Rahmetullâh”a muâdil daha yüzlerce hakim, Rûh-i edyânı görür, hikmet-i Kur’ân’ı bilir Ulema var ki: Huzurunda bugün Garp eğilir. Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de: Bunların birçoğu tahsil eder İngiltere’de; Sonra dindaşlarının ruhu olur, kalbi olur, Çünkü azminden, ölüm çıksa, o dönmez, sokulur. Öyle maymun gibi taklide özenmek bilmez; Hiss-i milliyyeti sağlamdır onun, eksilmez. Garb’ın almışsa herif, ilmini almış yalnız, Bakıyorsun: Eli sanatlı, fakat tırnaksız! Fuhşu yok, içkisi yok, himmeti yüksek, gözü tok; Şer-i masuma olan hürmeti bizlerden çok.* Böyle evlat okutan milletin istikbâli, Haklıdır almaya âgûşuna istiklali. Yarın olmazsa, öbür gün olacaktır mutlak... Uzak olmuş ne çıkar? Var ya bir atî ona bak! Haydarabat’a giderken beni teşyîe gelen; Mîzebânın ne hazin çıktı şu ses kalbinden: “Âh biz hayra yarar unsur-i iman değiliz... Hind’in İslam’ını pek Türk’e kıyâs etmeyiniz. Onların rûh-i şehâmetle coşan kanları var; Bizde yok öyle samimi asabiyyet, o damar. Bu ağır zillete ukbâya kadar mahkûmuz... Duymuyor çektiği hüsranları zira çoğumuz! Varsa ümmidimiz Osmanlıların şevketidir. Onu bir kerre işitsek... Bu saadet yetişir.” Beni ağlattı herif. Lakin onun genç oğlu, Dedi: “Yok, öyle değil; sine-i millette dolu. Galeyan emrine âmâde, hamiyyetli yürek; Şu kadar var ki henüz kendini göstermeyecek. İklîm-i kadîm: Çok eski ortam. Muâdil: Müsâvi, eşit, denk. Rûh-i edyân: Dinlerin ruhu Şer-i masûm: Saf, temiz şeriat. * Teşyîe gelen: Uğurlamaya gelen. Mîzebâ: Ev sahibi. Sine-i millet: Milletin vicdanı. İlk baskılarda: “Beyni var, şapkası yok; sanatı var, tırnağı yok.” 177 Geçiyor şimdi esaretle deyip eyyamı, Müslümanlar gibi mazisi büyük bir kavmi, Ebedî zillete mahkûm edemem doğrusu ben. Daha biçare miyiz yoksa Mecûsîlerden? Diyeceksin ki: Asırlarca sefilâne hayat, Söndürür meyl-i meâliyi nihayet... Heyhat! Göz yumulmakla kör olmaz; külün altında ateş, Ne kadar kalsa bunalmaz: Hele bir aç, hele eş! Şunu öğretti ki İngiltere tahsili bana: Milletin, memleketin böyle sefil olmasına Bir sebep varsa, havassın geriden bakmasıdır... Yoksa, Şark’ın bu zeki unsuru her feyzi alır. Müslümanlık gibi, mâhiyyeti cidden yüksek, Sonra, vicdanları bir nefhada tehyiç edecek, Din-i fıtrîdeki bir milleti irşada ne var? Daha yüksek mi acep Şark’ı ezen fıtratlar, Kâbiliyyetçe? Hayır, ben buna asla kanmam. Adam ister yalnız etmeye bir kavmi adam! Doğru yol işte budur, gel, diye sen bir yürü de, O zaman bak ne koşanlar göreceksin sürüde! Evvelâ beynine bir fikr-i nezih aşlayarak; Hangi bir müslümanın göğsüne tuttumsa kulak; Şunu duydum ki: Onun, hiç sesi çıkmaz, kalbi, En temiz his ile vurmakta çocuk kalbi gibi. Sineler gayzını faş etmeye dursun varsın; Vakti gelsin, o zaman var mı yürek, anlarsın!” Haydarabat’a yetiştim ki bütün Hindistan, “Verdi Kânun-i Esasî’yi nihayet Sultan!” Diye birdenbire çalkandı. İnan, kâbil mi? Hiç o binlerce havâtır kemirirken içimi, Bir cılız “Belki!” nasıl hepsini tenkil etsin? Ansızın başladı beynimde ümidin, yesin, Meyl-i meâlî: Yüksek duygulara eğim. Nefhada tehyîc: Ani esintide heyecanlandırma. Fikr-i nezîh: Temiz, pak düşünceler. Gayz: Kin. Faş et-: Meydana çıkmış. Anlaşılmış olan. Havâtır: Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler. Yes: Üzüntü; karamsarlık. 178 Doğduğumdan beri hiç görmediğim bir harbi... O ne müthiş helecanlardı aman yâ Rabbi! Verdi Kânun-i Esasî... Bu, çıkar rüyâ mı? Yok canım öyle değil: Milletin istirhamı, Şekl-i tehdit alıvermiş, o da muztar kalmış... Hangi millet acaba? Her ne işitsen yanlış. Cûşa geldikçe fakat aynı teraneyle cihan, Görür oldum dönen işlerde yedullâhı nihan. Bu ne şahın işi, yâ Rab, ne sipahin kân... Bu senin kudretinin havsala-çâk esrarı! Yurdumun gülmeyen evladını artık güldür... Ağladım sonra çocuklar gibi hüngür hüngür. Azıcık ruhuma, asâbıma geldikte sükûn, Döndü vaziyyeti birdenbire, baktım, yolumun: Bir gün evvel yetişip dalmak için sinenize, Boyladım sahili, sahilden açıldım denize. Gemi enginde iken bende de engindi hayâl; Kevser içmiş sofunun hâline benzer bir hâl! Ömrü heybetle cehennemde geçen hâneharâb, Verseler cenneti şaşkın gibi çekmez ya azâb; Ben de rûhumdaki zulmetleri artık koğdum; En büyük hasmım olan yesi nihayet boğdum. Bahr-i Umman’da henüz çalkanıyormuş tekne... Attı hülya beni tâ Marmara sahillerine! Görüyordum, iki üç bin mil açıktan bakarak, Şu sizin kapkara İstanbul’u, kardan daha ak. Parlıyor alnı uzaktan ayın on dördü gibi; Gülüyor: İşvesinin cazibeler müncezibi. Ne gezer şimdi o zillet, o sefalet? Heyhat! Yedullâh: Cenab-ı Hakk'ın kudreti, yardımı. Havsala-çak esrar: Anlayışı yıkan sırlar. Müncezib: Beriye çekilen, cezb edilen. 179 Bu ne müthiş azamet, oh, ne müthiş dârât! Sayısız mektep açılmış: Kadın, erkek okuyor; İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor. Gece gündüz basıyor millete nâfi asar; Âdeta matbaalar bir uyumaz hizmetkâr. Mülkü baştan basa imar edecek şirketler; Halkın irşadına hadim yeni cemiyyetler, Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor; Gemiler sahile boydan boya servet taşıyor... Hasır üstünde bu rüyâları görmekte iken, İki melun gözün altında ayıldım birden: Müslüman düşmanı bir Rus tanırım çoktandır... Nerde görsem, kaçarım, çiftelidir çünkü katır! Hele Osmanlıların namı anıldıkça biter; Ne eyer kâbil olur sırtına vurmak, ne semer! Rusya’dayken beni gördükçe gelir, derdi: “İmam, Oku sen yoksa işin... Öldü sizin hasta adam! Çıkmıyor vâris-i meşrûu da bizden başka...” Beni kaç kerreler ağlattı bu hınzırca şaka! Yine lahavle deyip geçmede kaldım muztar; Çünkü alt üst olacak bunca tasavvurlar var... İşte hülyalarımın canlı yerindeyken, of, Nüksedip karşıma çıkmaz mı o illet Moskof! Gözlerim çoktan açık olmasa, derdim: Kâbus... İyi amma nereden bitti bu kurnaz casus? Ayak üstünde dikilmiş, gözümün tâ içine Bakıyor, hem de o şimşek gibi gözlerle yine! — Çelebim, gel bakalım, gel... Dikilip durma, çay iç. Hasta canlandı, ne dersin? Bunu ummazdın a hiç!.. Kahraman milleti gördün ya: Biraz silkindi, Leş yiyen kargaların sesleri birden dindi! Dârât: Debdebe, tantana, şan, gösteriş, çalım. Nâfi: Menfaatli. Faydalı. Yarar. Şifalı. Esma-i Hüsnâ’dan bir isim. Vâris-i meşrû: Yasal mirasçı. Eski sevdaları, kabilse, unutsun Ruslar... 180 — Ne dedin? Anlamadım! Hey gidi hülyacı Tatar! Kahraman milleti gördün... Dediğin Türkler mi? Sana söylersem eğer, şimdi, düşündüklerimi, Ebediyyen bu hayâlata veda eylersin. — Ya senin votkacılardan mı hayır beklersin? — Hasta canlandı, o iş bitti, diyorsun; heyhat! Olamaz böyle sefil ümmet için hakk-ı hayat. Duyulan nağme-i hürriyyet onun son nefesi! Yaşamaz yoksa emin ol ki bu barbar çetesi, Medenî Avrupa’nın dâmen-i irfanında; Asya’nın belki o kumluk Arabistan’ında, Lâşe hâlindeki bir devlete vardır medfen... Anlıyordum ki: Herif çatlayacak yesinden. İntikamın olamaz böyle müsâit sırası, Diye; nerdeyse bulup hasmımın artık yarası, Başladım deşmeye. Lakin bu cedel başlayalı, Dinliyormuş bizi şahin gibi bir Afganlı. Vakıa Rusça konuştuk, yine külhâni, fakat, Seslerin tavrına çoktandır edermiş dikkat. Çay semâverlerinin hepsini birden yıkarak, Rusu gırtlaklayıvermez mi? Aman, etme, bırak! Demeden şaşkını yağmur gibi ıslattı hacı! Ne tuhaftır ki: Zuhur etmedi bir davâcı. Etse zaten ne çıkar? Hak zıpırındır yalnız; Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü cılız! Bir de İstanbul’a geldim ki: Bütün çarşı, pazar Naradan çalkanıyor! Öyle ya... Hürriyyet var! Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... Doğru: Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru. Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının; Kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın. Dâmen-i irfan: Bilgi ve karayış eteği. Lâşe: Kokmuş et parçası. Medfen: Mezar. Defnedilen, gömülen yer. 181 Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden, Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden! Zurnalar şehrin ahalisini takmış peşine; Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine! Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli; En ağır başlısının bir zili eksik, belli! Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük. Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük! Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak... — Yaşasın! — Kim yaşasın? — Ömrü olan. — Şak! Şak! Şak! Ne devâirde hükûmet, ne ahalide bir iş! Ne sanayi, ne maârif, ne alış var, ne veriş. Çamlıbel sanki şehir: Zabıta yok, rabıta yok; Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vasıta yok. “Zevk-i hürriyyeti onlar daha çok anlamalı.” Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı! İlmi tazyîk ile ta’lîm, o da bir istibdat... Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen âzât! Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan... Sahneden sahneye koşmakta bütün şâkirdan. Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa, Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa, Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli; Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli. Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine, Üdebanız ana avrat sövüyor birbirine! Türlü adlarla çıkan nâmütenâhî gazete, Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete. İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit; Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it! Devâir:Daireler. Resmî işlerin görüldüğü yerler. Tekmil: Tam, bütün, eksiksiz. İstibdâd: Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi. Zulüm. Şâkirdan: Şakirtler, talebeler. Muzmer: İzmar edilmiş. Gizli, saklı, örtülü. Kasâid: Kasideler. Üdebâ: Edipler, edebiyatçılar. Zarif kimseler. Nâmütenâhî: Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Münbit: Verimli, verimi bol. İnbat eden, ekini güzel yetiştiren. 182 Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor, Nesl-i hazır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor! Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya... Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya! Hakk’a tefviz ile üç tane yetişmiş kızını; Taşıyanlar bile varmış buradan baldızını, Analık ilmi için Paris’e, yüksünmeyerek... Yük ağır, ecri de nispetle azi olsa gerek! Şüphesiz yıktı o hülyaları meşhûdâtım... Ama ben kendimi bir müddet için aldattım: Galeyandır... Galeyan geldi mi kalmaz mantık... Su bulanmazsa durulmaz... Hele sabret azıcık... İyi, lakin ne kadar beklemiş olsan, işler, Eskisinden daha berbât, iyileşmek ne gezer! Vatanın takati yoktur yeniden ihmâle: Dolu dizgin gidiyor baksana izmihlale! Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku! Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu? Düşmeden pençesinin altına istikbâlin, Biliniz kadrini hürriyyetin, istiklâlin. Söyletip başka memâlikteki mahkûmîni... Hâkimiyyet ne imiş, öğreniniz kıymetini. Yoksa, onsuz ne şu dünya kalır İslam’a, ne din... Kuşatır millet-i mahkûmeyi hüsrân-ı mübin. Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam, Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam, Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize? Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize? Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı, Aynı milliyyetin altında tutan İslam’ı, Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir. Bunu bir lâhza unutmak ebedî kaybettir. Tefvîz: Birisine bırakma. İşini Allah'a (C.C.) havâle etme. Sipariş ve ihâle etme. Meşhûdât: Görünenler. Seyredilenler. Memâlik: Memleketler. Hüsrân-ı mübin: Açık, meydanda zarar. Fikr-i kavmiyet: Kavmiyet fikri. Akvâm: Kavimler. 183 Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez.. Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez.* Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan; Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan. Siz bu davada iken yoksa iyâzenbillâh, Ecnebîler olacak sahibi mülkün nâgâh. Diye dursun atalar: “Kal’a, içinden alınır.” Yok ki hiçbir işiten... Millet-i merhume sağır! Bir değil mahvedilen devlet-i İslamiyye... Girdiler aynı siyasetle bütün makbereye. Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. Bırakın eski hükümetleri meydandakiler; Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer. İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti. İşte İran’ı da taksim ediyorlar şimdi. Bu da gayetle tabiî, koşanındır meydan; Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan. Müslüman, fırka belasıyla zebun bir kavmi, Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı? Ey cemaat, yeter Allah için olsun, uyanın!.. Sesi pek müthiş öter sonra kulaklarda çanın! Arzı oynattı yerinden yıkılırken İran... Belki bir kıl bile ürpermedi sizden, bu ne kan! Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber’den? Ki uzaklardaki bir mümini incitse diken, Kalb-i pâkinde duyarmış o musibetten acı? Sizden elbette olur rûh-i Nebî davâcı. Ey cemaat, uyanın! Yoksa, hemen gün batacak. Uyanın! Korkuyorum: Leyl-i nedamet çatacak. Yâzenbillâh: Allah’a sığınırım. Nagâh: Birdenbire, ansızın, hemen. Şiirin ilk dört neşrinde bu şekilde olan mısra, 1928 baskısında şu şekilde çıkmıştır: “Son siyâsetse bu, hiç böyle siyâset yürümez.” * 184 Ne vapurlarla trenler sizi bîdâr etti! Ne de toplar bu derin uykuya bir kâr etti! Sizi kim kaldıracak, sûru mu İsrafil’in? Etmeyin... Memleketin hâli fenalaştı... Gelin! Gelin Allah için olsun ki zaman buhranlı; Perdenin arkası -Mevla bilir amma- kanlı! Siz ki son lema-i ümmidisiniz İslam’ın, Dayanın gayzına artık medenî akvamın! Şimdilik sulha sebep ordunuzun kuvvetidir; Bir de vaziyyet-i mülkiyyenizin kıymetidir. Bu tezebzüble o kuvvet de fakat sarsılacak... Çünkü isyanları bastırmaya memur ancak! Ordu madam ki efradını milletten alır; Milletin keşmekeşinden nasıl azade kalır? Öyledir, memleketin hâli düzelmezse eğer, Kışlalar evlere, asker de ahaliye döner! Durmasın sonra kazan kaldıradursun ordu, Düşmanın safları çiğner bu mukaddes yurdu. Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer; Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer! Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerimin yâdı; İçi boydan boya milyonla şehit ecsâdı. Öyle meşbû-i şehâdet ki bu öksüz toprak: Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak! Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil, Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil! Hem vatan gitti mi, yoktur size bir başka vatan; Çünkü mirasyedi sâil kovulur her kapıdan! Göçebeyken koca bir devlete kurmuş bünyat; Çerge hâlinde mi görsün sizi kalkıp ecdat? Leyl-i nedamet : Pişmanlık gecesi. Bîdâr: Uyanık. Lem’a-i ümmîd: Umut ışığı. Vaz’iyyet-i mülkiye: Yurdun stratejik durumu. Tezebzüb: Karışıklık. Kararsızlık. Nesl-i kerîm: Büyük nesil/kuşak. Keşmekeş: Kararsızlık. Karışıklık. Kavga. Meşbû: Tok. Doymuş. Kanmış. Muhakkar: Hakir görülen. Hakarete uğramış. Sâil: Saldıran. Kibirli olup başkasına tecavüz eden. Bünyâd: Temel, esas. Yapı, binâ. Tebâh: Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada giriftar olmuş. Bozuk. Çerge hâli: Boş, çingene kadın. 185 “Çerge hâlinde...” dedim... Korkarım ondan da tebâh: Saltanat devrilecek olsa, iyâzenbillâh,* Öyle iğrenç olacak akıbetin manzarası! Ki tasavvur bile vicdanlar için yüz karası! Azıcık bilmek için kadrini istiklâlin, Bakınız çehre-i meşumuna izmihlalin: Yarılıp sanki zemin uğrayıvermiş, yer yer, Bin sefil ordu ki efradı: Bütün aileler. Hepsi aç, bir paralar yok, kadın erkek çıplak; Sokağın ortası ev, kaldırımın sırtı yatak! Geziyor çiğneyerek bunları yüzlerce köpek, Satılık cevher-i namus arıyor: Kâr edecek! Sen işin yoksa namaz kılmak için mescit ara... Kimi camilerin artık kocaman bir opera; Kiminin göğsüne haç, boynuna takmışlar çan, Kimi olmuş balo vermek için alâ meydan! Vuruyor bando şu karşımda duran minberde; O, sizin secdeye baş koyduğunuz, mermerde, Dişi, erkek, bir alay murdar ayak dans ediyor; İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor! Avlu baştan başa binlerce dilenciyle dolu... Eski sahipleri mülkün kapamışlar da yolu, El açıp yalvarıyorlar yeni sahiplerine!* Bu sizin ağlamanız benzedi bir diğerine: Endülüs tacı elinden alınan bahtı kara, Çehre-i meş’ûm izmihlaline: Yıkılmanın uğursuz yüzüne. Şiirin ilk dört neşrinde bu şekilde olan mısra, 1928 baskısında şu şekilde çıkmıştır: “Yurdunuz bir çökecek olsa, iyâzen-billâh.” * Bir zamandan beri için için ağlayan cemâat bu levhanın karşısında feryadını zaptedemedi. Mabedin içi bir mahşer hâlini aldı. O hay ü huy arasında ihtiyarın, bir müddet ne söylediği işitilemedi. Nihayet, o da beş on dakika beklemeye mecbur oldu. * 186 Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyara, Tırmanır bir kayanın sırtına, etrafa bakar. Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar, Başlar ağlatmaya biçareyi hüngür hüngür! Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür, Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla; Şimdi, hiç yoksa kadınlar gibi olsun ağla!” Bırakın matemi, yahu! Bırakın feryadı; Ağlamak faide verseydi, babam kalkardı! Göz yaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz? Bari müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz. Yese hiç düşmeyecek zerrece imânı olan; Sade siz derdi bulun, sonra kolaydır derman. Sizde erbâb-ı tefekkürle avamın arası Pek açık. İşte budur bence vücudun yarası. Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı, Bilmemiz lazım olur halkı da elbet cismi. Bir cemaat ki dimağında dönen hissiyyât, Cismin asâbına gelmez, durur âheng-i hayat; Felcin arâzını göstermeye başlar azâ. Böyle bir bünye için vermeli her hükme rızâ. Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın: “Medeniyyette tealisi umûmen Şark’ın, Yalnız bir yolu takip ederek kâbildir; Başka yollarda selamet gözeten gafildir. Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı, Aynı izden sağa yahut sola hiç sapmamalı. Garp’ın efkârını mâl etmeli Şark’ın beyni; Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; yani: İçtimai, edebî, hâsılı her meselede, Garp’ı taklit edemezsek, ne desek beyhude. Ağyar: Yabancılar. Başkaları. Erbâb-ı tefekkür: Fikir ustaları. Arâz: Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler. 187 Bir de din kaydını kaldırmalı, zira o belâ, Bütün esbâb-ı terakkimize engel hâlâ!” Gelelim şimdi, ne merkezde avamın hissi... Şüphe yoktur ki tamamıyla bu fikrin aksi: Görenek neyse, onun hükmüne münkâd olarak, Garp’ın efkârını, âsârını düşman tanımak; Yenilik nâmına vahy inse kabul eylememek. Şöyle dursun o teceddüt ki dışardan gelecek, Kendi milliyyetinin kendi muhitinde doğan, Yerli, hem haklı teceddütlere hattâ udvan! Müşterek hissi budur işte avamın sizde. Mütefekkirleriniz tuttuğu yanlış izde, Öyle saplandı ki aldırmadı bir başkasına. Hiç o gitsin de dönüp bakmayarak arkasına, Nâsın efkârı -ki efkâr-ı umûmiyye odurGitmesin kendi yolundan... Bu nasıl kâbil olur? Açılıp git gide artık iki hizbin arası, Pek tabiî olarak geldi nizâm sırası. Yıldırımlar gibi indikçe “beyin”den şiddet, Bir yanardağ gibi fışkırdı “yürek”ten nefret. Öyle müthiş ki husûmet: Mütefekkir tabaka, Her ne söylerse fena gelmede artık halka; Hem onun zıddını yapmak ebedî mutâdı. Bir felaket bu gidiş... Lakin işin berbâdı: Mütefekkir geçinenlerdeki taşkınlıktan, Geldi efkâr-ı umûmiyyeye mühlik bir zan: “Bu fesadın başı hep fen okumaktır.” dediler; Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer. Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün? Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün. Münkâd: İnkiyad eden, boyun eğen, itaat eden. Esbâb-ı terakki: İlerleme sebepleri. Teceddüd: Tazelenme. Yenilenme. Hizb: Cemaat. Udvan: Düşmanlık, haksızlık, zulüm. Efkâr-ı umûmi: Halkın düşüncesi ve fikirleri. 188 Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn, Önce gayetle büyük hürmet arar, sonra sükûn. Asr-ı hazırda geçen fenlere sahip denecek, Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek? Mütefennin tanılan üç kişinin kıymeti de, Münhasır anlamadan, dinlemeden taklide. Kim mesaisini bir gayeye vardırdı, hani? Gösterin pâye-i tahkike teâlî edeni? Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık; Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık. Bu hakikatleri lakin kim okur, kim dinler? Sivrilen züppelerin hepsi beş on söz beller, Düşünür “Dini nasıl yıkmak bunlarla?” diye. Böyle bir maksat için çok bile idâdiyye! Üdebanız hele gayetle bayağ mahlûkât... Halkı irşât edecek öyle mi bunlar? Heyhat! Kimi Garp’ın yalnız fuhşuna hasbî simsar; Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar! Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab; Biradan, fahişeden başka nedir şiir-i şebab? Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok; Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok! Şimdi Allah’a söver... Sonra biraz bol para ver: Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder! O benim en ebedî hasmım olan Rusya bile, Hakkı teslim edelim! Hiç de değildir böyle. Mütefenninleri tâ keşfe kadar tırmanıyor; Edebiyyatı anıldıkça zemin çalkanıyor. Kudretim yetse eğer, on yedisinden yukarı, Üdebâ nâmına kim varsa, huduttan dışarı. Atarım taktırarak boynuna bahnamesini; Okuyan yaftayı elbette çıkarmaz sesini. Mütefennin: Alim, münevver, fen adamı. Münhasır: Yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus. Tahkik: Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. Teâlî: Yükselme. Yüceltme. İdâdiye: Lise. Hasbî: Karşılıksız. Allah rızası için. Simsar: Komisyoncu, tellâl, aracı. Şiir-i şebab: Gençlik şiiri. Zangoç: Kilise hizmetçisi. Bah-nâme: Müstehcen (açık-saçık) yayın. 189 Sonra bir tarz-ı telafi bulurum: -gerçi garipKonturat akdederek Rusya’dan on on beş edip, Getirir, yazdırırım millet için birçok eser! Galiba bahsi değiştirdi bu müziç sözler... Nerde kaldıktı? Evet, ortada bir pis uçurum, Var ki günden güne dehşetleniyor, korkuyorum, -Kapatılmazsa gelip bir yere şayet efkârOlmasın millet-i merhumeye bir kanlı mezar. Hem o hüsran-ı müebbeddeki mesûliyyet, Mütefekkirlere râci kalacaktır elbet. Başı boş kaldı mı, zira şaşırıp ber-mutât, Bulamaz kendiliğinden yolu asla efrât. Yalnız gösterilen yol tutacak yolsa gider; Hissidir çünkü onun azmine daim rehber. Mütefekkirleriniz anlamıyorlar sanırım, Ki çemenzâr-ı terakkide atılmış her adım, Değişir büsbütün akvama, cemaate göre; Başka bir kavmin izinden yürümek, çok kerre, Âdeta mühlik olur; sonra ne var, her millet, Gözetir seyr-i tekâmülde birer ayrı cihet. Bir de hatırlamıyorlar ki, umûmen beşerin, Daima koştuğu son maksada yükselmek için; Tutacak silsile akvama değildir hep bir; Belki her millet için ancak o “mahiyet”tir, Ki kopar kendisinin ruh-i umumîsinden. Şimdi, bir kavmin içinden mütefekkir geçinen Zümre, evvelce bu “mahiyet”i takdir ederek, Sonra kaç safhası mevcut ise tenvîr ederek, Çekecek oldu mu önden o İlahi feneri; Arkasından da cemaat yürür artık ileri. Ruhudur çünkü karanlıkta elinden yedecek, Yolcu şaşkın mı ki dursun, mütemadi gidecek. Müzic: Usandıran, rahatsız eden, bunaltan. Hüsrân-ı müebbed: Sonsuz zarar, hüzün. Râci’: Geri dönen, ric'at eden. Ber-mutâd: Alışkanlık üzerine. Efrâd: Fertler. Askerler. Çemenzâr-ı terakkî: İlerleme sahası. Seyr-i tekâmül: İlerleme yolunda gidiş. Tenvîr: Aydınlatma. Bir şey hakkında bilgi verme. Bir şeyi münevver kılma. Mütemadi: Devamlı, kesiksiz, sürekli, daima. Mütefekkirleriniz dini de hiç anlamamış; 190 Ruh-i İslam’ı telâkkileri gayet yanlış. Sanıyorlar ki: Terakkiye tahammül edemez; Asrın âsâr-ı kemâliyle tekâmül edemez. Bilmiyorlar ki: Ulûmun ezelî dâyesidir, Beşerin bir gün olup yükselecek pâyesidir. Mündemiç sine-i safında bütün insanlık... Bunu teslim eder insafı olanlar azıcık. Müslüman unsuru gayet mütedennî, doğru, Şu kadar var ki değildir bu, onun mahzuru. «Müslümanlık» denilen ruh-i İlahi, arasak, «Müslümanız» diyen insan yığınından ne uzak! Dinî tetkik edeceksek, dönelim haydi geri; Alalım neşet-i İslam’a yakın bir devri: O ne dehşetli terakki, o ne müthiş sür’at! Öyle bir hârika gösterdi mi insaniyyet? Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan; Vahşetin, gılzetin amâkına daldıkça dalan; Gömerek dipdiri evladını kum çöllerine, Bunda bir neşve duyan hiss-i nedamet yerine! Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını, Sonra halik tanıyan bir sürü vahşî yığını; Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik Bir terakki ile dünyaya kesilmiş mâlik? Nasıl olmuş da o fazıl medeniyyet, o kemâl, Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhâl? Nasıl olmuş da zuhur eyleyebilmiş Sıddîk! Nereden gelmiş o Haydar’daki irfân-ı amîk? Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da, Ömer, Sonra bir adle sarılmış ki: Değil kâr-ı beşer? Hâil olsaydı terakkîye eğer Şer-i mübîn, Devr-i mesûd-kudûmuyle giren asr-ı güzîn. Âsâr-ı kemâl: Olgun eserler. Tekâmül: Kemâl bulma. Olgunlaşma. Dâye: Ana. Mütedennî: Gerileyen, aşağılanan. Devr-i fetret: Fetret devri; iki peygamber arasındaki boş zaman. Gılzetin amâk:Kabalığın derinliği. Neşve: Sevinç, keyif. Hiss-i nedamet: Pişmanlık duygusu. İrfân-ı amîk: İlim derinliği. Kâr-ı beşer: İnsan kâbiliyeti. Hâil: Perde. Mâni. İki şey arasını ayıran. Şer-i mübîn: Açık kural. Asr-ı Güzîn: Seçilmiş asır. 191 En büyük bir medeniyyetle mi eylerdi zuhur? Mündemiç olmasa ruhunda onun nâmahsûr. Bir tekâmül, o kadar harika nerden doğacak? Mütefekkirleriniz, anlaşılan, pek korkak, Yahut ahmak... İkisinden bilemem hangisidir? Sanıyorlar ki: “Bugün Avrupa tekmil kâfir. Mütedeyyin görünürsek, diyecekler, barbar! “Libri pansör” geçinirsek, değişir belki nazar.”* Şark’ı baştan başa yıllarca dolaştım, gezdim; Hem de oldukça görürdüm... Kafa gezdirmezdim! Bu Arap’mış, bu Acem’miş, bu Tatar’mış, demedim. Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim. Küçük âdemlerinin ruhunu tetkik ettim. Büyük âdemlerinin fikrini tamik ettim. İstedim sonra, neden böyle Japonlar yüksek? Nedir esbab-ı terakkisi? Yakından görmek. Bu uzun boylu mesai, bu uzun boylu sefer, Bir kanaat verecekmiş bana dünyada meğer. O kanaat da şudur: Sırr-ı terakkinizi siz, Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz. Onu kendinde bulur yükselecek bir millet; Çünkü her noktada taklit ile sökmez hareket. Alınız ilmini Garp’ın, alınız sanatını; Veriniz hem de mesainize son süratini. Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız, Çünkü milliyyeti yok sanatın, ilmin; yalnız; Devr-i mesûd-kudûm: Eski rahatlık zamanları. Mündemiç: İndimac eden, dürülüp sarılan, içine sokulmuş olan. İçine alınmış olan. Mütedeyyin: Dindar. Din ile vazifeli. Sağlam müslüman, dine muhalefetten sakınan, dinine sâdık olan. Tedkik et-: Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma. Tamîk et-: İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak. Esbâb-ı terakki: İlerleme sebepleri. Sırr-ı terakki: İlerleme sırları. Taharriye: Aramak. Araştırmak. İncelemek. Manzumenin bir kısmı 1921’de Sebilürreşad dergisinin Ankara nüshalarında tekrar yayınlanırken “libri pansör” tâbiri için şu dipnot konulmuştur: “Dinsiz.” * 192 İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin: Bütün edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için, Kendi “mâhiyyet-i rûhiye”niz olsun kılavuz. Çünkü beyhudedir ümmid-i selamet onsuz. Sonra, dikkatlere şayan olacak bir şey var: İnkişâfâtını bir milletin erbâb-ı nazar. Kocaman bir ağacın tıpkı çiçeklenmesine, Benzetirler ki hakikat, ne büyük söz bilene! Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı; Sayısız kökleri, tekmil dalı, tekmil budağı; Milletin sine-i mazisine merbut, oradan; Uzanıp gelmededir... Öyle yaratmış Yaradan. Bir cemaat ki: Nihayet ona gelmez de iyi, Ağacın heyet-i mecmuası, yahut çiçeği, Ta gider, sine-i milletten urup hâke serer; Milletin kendi olur işte o baltayla heder! İnkişâf etmesi atîde de pek zordur onun: Çünkü meydanda kalan kütle yığınlarca odun! Hastalanmışsa ağaç, gösteriniz bir bilene; Bir de en çok köke baksın o bakan kimse yine. Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı. Şayet isterseniz ağacın donanıp üstü, başı, Benzesin taze çiçeklerle bezenmiş geline; Geçmesin, dikkat edin, balta çocuklar eline! İşte dert, işte deva, bende ne var? Bir tebliğ... Size ait sizi tahlis edecek say-i beliğ. Yâ İlahi bize tevfikini gönder... — Âmin! Doğru yol hangisidir, millete göster... — Âmin! Ruh-i İslam’ı şedâid sıkıyor, öldürecek. Zulmü tedîb ise maksûd-i mehibin, gerçek. Edvâr-ı terakki: Yükselme devirleri. Mâhiyyet-i rûhiye: Ruhun aslı, özellikleri. Ümmîd-i selamet: Kurtuluş umudu. İnkişâf: Açılma. Meydana çıkma. Erbâb-ı nazar: Ehil kimselerin görüşleri. Tekmil: Tam, bütün, eksiksiz. Tahlîs: Kurtarmak. Halâs etmek. Bir şeyin özünü, hülâsasını almak. Sa’y-i belîğ: Kıymetli çalışma. Şedâid: Sıkıntılar. 193 Nâra yansın mı beraber bu kadar mazlûmîn? Bî-günahız çoğumuz... Yakma İlahi! — Âmin! Boğuyor âlem-i İslam’ı bir azgın fitne, Kıtalar kaynayarak gitti o girdap içine! Mahvolan aileler bir sürü masumundur, Kalan avarelerin hâli de malûmundur. Nasıl olmaz ki? Tezelzül veriyor Arş’a enîn! Dinsin artık bu hazin velvele yâ Rab! — Âmin! Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu... Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu! Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek Şer-i mübîn; Hâk-sâr eyleme yâ Rab, onu olsun... — Âmin! Ve’I-hamdu li’1-lâhi Rabbi’l-âlemin... 15 Ramazan 1330 - 15 Ağustos 1328 (28 Ağustos 1912) Tedîb: Edeblendirme. Terbiye verme. Haddini bildirme. Maksûd-i mehîb: İsteniln heybetli görüş. Tezelzül: Sarsıntı. Sarsılma, deprenme. Girdâp: Anafor; suların döndüğü ve çukurlaştığı yer. Enîn: Feryat. Velvele: Gürültü. Malum: Bilinen. Hâk-sâr: Yerle bir. 194 SAFAHAT HAKKIN SESLERİ ÜÇÜNCÜ KİTAP 195 “Yâ Muhammed, de ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım, sen mülkü dilediğine verirsin; sen mülkü dilediğinin elinden alırsın; sen dilediğini aziz edersin; sen dilediğini zelil edersin; hayır yalnız senin elindedir; sen, hiç şüphe yok ki, her şeye kadirsin.” * (Âl-i imrân (3) sûresi, 26. âyet.) İlahi, emrinin âvâre bir mahkûmudur âlem; Meşiyyet sende, her şey sende... Hiçbir şey değil âdem! Fakat, hâlâ vücut ispat eder, kendince, hey sersem! Bugün, üç beş karış toprakta varlıktan vururken dem; Yarın, toprak kesilmiş varlığından fışkırır matem! İlahi, “Mâlike’l-mülk’üm” diyorsun... Doğru, âmenna. Hakikî bir tasarruf var mıdır inşân için? Asla! Eğer almışsa bir millet, edip bir mülkü istila; Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bîpervâ; Alan sensin, veren sensin, senin hükmündedir dünya. İlahi, en asil akvamı alçaltırsın istersen; Dilersen en zelil eşhasa izzetler verirsin sen! Bu haybetler, bu hüsranlar bütün senden, bütün senden! Nasıl tâ arşa yükselmez ki meyûsâne bin şiven? Ne yerler dinliyor, yâ Rab, ne gökler, ruhum inlerken! Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş! Diyorduk: “Bir buçuk milyar!” Meğer tek bir nefer yokmuş! Bu hissiz toprağın üstünde mazlumine yer yokmuş! Adalet şöyle dursun, böyle bir şeyden haber yokmuş! Bütün boşlukmuş insanlık: Ne istersen, meğer yokmuş! Meşiyyet: Dilemek. İrade. Arzu. İstek. Âmenna: “İnandık, öylece kabul ederiz, ona diyecek yok.” anlamındadır. Bîpervâ: . Korkusuz. Pervasız. * Akvam: Kavimler. Milletler. Toplumlar. Zelîl: Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan. Eşhas: Şahıslar. Kişiler. Kitabın aslında âyetin Arap harfleriyle olan şekli de verilmiştir. 196 İlahi, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı... Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı. Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı! Ne bîkes hânümanlar işte, yangın verdiler, yandı! Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı! Sabâhü’1-hayr-ı hürriyyet, İlahi, leyl-gûn oldu; Karanlık bir hezîmet her taraftan rû-nümûn oldu! Şehâmet gitti; gayret söndü; kudretler zebûn oldu. O mevcâ mevc sancaklar ne müthiş sernigûn oldu! Sükûtun dehşetinden kalb-i rahmet, belki, hûn oldu: Ezanlar sustu... Çanlar inletip durmakta afâkı. Yazık: Şark’ın semâsından Hilâl’in geçti işrâkı! Zaman artık Salib’in devr-i istilâsı, ilhakı. Fakat, yerlerde kalmış hakların ferdâ-yı ihkâkı, Ne doğmaz günmüş ey âcizlerin kudretli Hallâk’ı! İlahi, Şer-i masumun şu topraklardı son yurdu... Nasıl teyid-i kahrın en rezîl akvama vurdurdu? Evet, milletlerin en kahbesinden, üç leîm ordu,* Gelip tâ sinemizden vurdu, seyret hem, nasıl vurdu: Ki istikbâl için çarpan yürekler ansızın durdu! Tecelli etmedin bir kerre, Allah’ım, cemâlinle! Şu üç yüz elli milyon ruhu öldürdün celalinle! Oturmuş eğlenirlerken senin -hâşâ- zevalinle, Nedir ilhâdı imhâlin o sâmit infialinle? Nedir İslam’ı tenkilin bu müstacel nekâlinle? Bîkes: Kimsesiz. Hânüman: Ev bark. Ocak. Aile. Leyl-gûn: Gece rengi. Rû-nümûn: Meydana çıkan, yüz gösterici. Şehâmet: Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Zebûn: Zayıf, güçsüz, âciz. * Mevcâ-mevc: Dalga dalga. Ser-nigûn: Başaşağı. Hûn: Hor ve zelil olmak. İşrâk: Güneşin doğması. Işıklanma. 2. Allah'a şerik koşma. İlhak: İlâve etmek, eklemek. Katmak. Ferdâ-yı ihkâk: Hakkın sonrası. Nemi (27) sûresi, 52. âyetin ilk yarısı. 197 Hallâk: Allah (c.c.) Leîm: Alçak, rezil, zelil. Cimri. Zeval: Zâil olma, sona erme. İlhâd: Dinden çıkmak. Sâmit: Sessiz. İnfial: Gücenme. Darılma. Tenkil: Uzaklaştırmak. Müstacel: Acele yapılması gereken. İmhâl: Bırakma. Nekâl: Şiddetli azab. *** Sus ey divane! Durmaz kâinatın seyr-i mutâdı. Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryadı? Bugün, sen kendi kendinden ümit et ancak imdadı; Evet, sen kendi ikdamınla kaldır git de bîdâdı. Cihan kânun-i sayin, bak, nasıl bir hisle münkâdı! Ne yaptın? “Leyse li’1-insani illâ mâ-se’â!.” vardı!..* 30 Muharrem 1331 27 Kânûnievvel 1328 (9 Ocak 1913) Mutâd: Alışkanlık. Bîdâd: Zâlimlik. Zulüm. Adalet dışı. * kânûn-i say: Çalışma kanunu. Münkâd: Boyun eğen, muti olan, itaat eden. “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” mealindeki Necm suresi 39. âyet. 198 “İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurtları!..” (Neml Suresi, 52. âyet) Geçenler varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezarından; Yürekler parçalar bir nevha dinler rehgüzârından. Bu matem, kim bilir, kaç münkesir kalbin gubârından Hurûş etmekte, son ümmidinin son inkisarından? Evet, son inkisarından ki yoktur cebrin imkânı: Batıp gitmiş nazarlar beklemekten fecr-i nâzânı! Nasıl, ey yolcu, bin lânet gelip ezmez ki vicdanı; Dudaklar, çak çak olmuş, içerken zehr-i hüsranı, Uzaktan baktı -koşmak nerde!- milyonlarca yaranı! Bu ıssız aşiyanlar bir zaman candan muazzezdi; Bu damlar böyle baykuş seslerinden çın çın ötmezdi; Şu kurbağlar seken vadide, ceylânlar koşup gezdi; Şu coşmuş, ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi; Bütün maziyi bir tufan, fakat hep boğdu, hep ezdi! Vefasız yurt! Öz evladın için olsun, vefa yok mu? Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziya yok mu? İlahi, kimsesizlikten bunaldım, aşina yok mu? Vatansız, hânümansız bir garibim... Mültecâ yok mu? Bütün yokluk mu her yer? Bari bir “Yok!” der sedâ yok mu? *** Zâir: Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden. Seyirci. Nevha: Ölüye sesli ağlamak. Reh-güzâr: Geçilen yol. Yol üstü. Geçit. Münkesir: İnkisar eden, kırılan. Gücenmiş. Gubâr: Toz. Hurûş: Coşma. Gürültü. Şamata. Telâş. İnkisar: Kırılma. Gücenme. Fecr-i nâzân: Nazlı gelecek. Muazzez: Çok aziz. Muhterem. Mültecâ: Sığınılacak ve iltica edilecek yer. 199 Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım: Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım: Ne yapıp yeisimi kahreyleyeyim, bilmem ki? Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!.. Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan, Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan? Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu, Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu! Bu ne hicran-ı müebbet, bu ne hüsran-ı mübin... Ezilir ruh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin! Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar: Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar! Bereden reng-i hüviyyetleri uçmuş yüzler! Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler! “Medeniyet” denilen vahşete lânetler eder, Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler! Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden! Nice başlar, nice kollar ki cüda cisminden! Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat; Sonra, namusuna kurban edilen bunca hayat! Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler! Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler! Teki binlerce kesik gövdeye ait kümeler: Saç, kulak, el, çene, parmak... Bütün enkaz-ı beşer! Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından, Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can! İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki düşün, Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün! Müslümanlıkları biçarelerin öyle büyük Bir cinayet ki: Cezalar ona nispetle küçük! Hicrân-ı müebbed: Sonsuz hüzün. Hüsrân-ı mübin: Açık hüzün. 200 Ey, bu toprakta birer naaş-ı perişan bırakıp, Yükselen, mevkib-i ervah! Sakın arza bakıp; Sanmayın: Şevk-i şahâdetle coşan bir kan var... Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var! Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza! Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza! Tükürün cephe-i lakaydına Şark’ın, tükürün! Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün! Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere! Tükürün Ehl-i Salib’in o hayâsız yüzüne! Tükürün onların asla güvenilmez sözüne! Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün: Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün! Hele ilânı zamanında şu melun harbın, “Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garp’ın; O da Allah’ı bırakmakla olur.” herzesini, Halka iman gibi telkin ile dinin sesini Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!.. Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün... Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsait lâzım! Artık ey yolcu bırak... Ben, yalnız ağlayayım! 22 Safer 1331 17 Kânûnisânî 1328 (30 Ocak 1913) Mevkib-i ervah: Ruhlar topluluğu. Şevk-i şehâdet: Şehit olma isteği. Çehre-i murdar: İğrenç yüz. Ehl-i Salib: Bayrağında Salib (haç) bulunanlar. Hristiyanlar. Osmanlılardan 209 sene evvelki tarihte Haçlı Seferlerine katılan Hristiyan Ordusu. Efkâr-ı umûmiye: Halkın düşüncesi ve fikirleri. 201 “Nizâr evladı: ‘Yetişin ey Nizâr oğulları! Yemenliler de: Yetişin ey Kahtanoğulları!’ dedi mi, hemen tepelerine felâket iner; hemen Allah’ın nusreti üzerlerinden kalkar; hepsine birden de kılıç musallat olur.” * (Hadis-i Şerif) Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk, Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!* Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş... Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müthiş! Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu: Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu. O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği! O ne tufan ki: Yakıp yıktı bütün vadiyi! Âşinâ çehre arandım... O, meğer hiç yokmuş... Yalnız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hamûş! Âşinâ çehre de yok, hiçbirinin yâdı da yok; Yakılan bunca hayatın, hani, ecsâdı da yok! Yoklasan külleri, altından, eminim, ancak, Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak! Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın Olacak mıydı feda hırsına üç kaltabanın? Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti... Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedî! Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba? “Meşhed”in beynine haç saplanacak mıydı baba! Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra, Hırvat’ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora! Bari bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri... Yer yarılmış, yere geçmiş şüheda türbeleri! Ecsâd: Cisimler. Nuaym b. Hammâd, Fiten 1-396, Kahire 1412. Babam Fatih müderrislerinden ipekli Hoca Tahir Efendi -merhumdur ki- benim hem babam, hem hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim. Şiirin daha iyi anlaşılmasına, merhumun da rahmetle anılmasına vesile olur, diye şu notu yazmaya mecbur oldum. * * 202 Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova... Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefasız Kosova! Hani binlerce mefahirdi senin her adımın? Hani sinende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın? Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı şehid? Ah o kurban-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd? Söyle, meşhet, öpeyim secde edip toprağını: Yok mudur sende Murat’ın iki üç damla kanı? Âh meşhet! O ne? Sahandaki meyhane midir? Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne midir? Ya hariminde yatan şapkalı sarhoşlar kim? Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim... Bildim! Basacak mıydı, fakat göğsüne Sırp’ın çarığı? Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı, Silecek miydi en alçak neferin çizmesini? Dürtecek miydi geçen, leş gibi her limesini? Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene, Neye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne? Hani, milletlere meydan okuyan kavm-i necip? Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda... Garip! Hani, haysiyyetinin gölgesi çiğnense eğer; -Olmadan üç kişinin, beş kişinin, hûnu hederKahraman gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrat? İşte haysiyyet-i kavmiyye muhakkar, berbat! Hani “Namahreme ben söyleyemem kızlarımın, Karımın ismini... Hem öldürürüm, sorma sakın!” Diye, tahrîr-i nüfûs istemeyen er kişiler! Hani, göstermediler eski celâdetten eser; Fuhşu ilaya koşan bir sürü namert öteden, Ne selamlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken! Meşhet: Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer. Mesâcid: Mescitler. Namazgâhlar. Mefahir: İftihar edilecek, övünülecek şeyler. İyd: Bayram. Peymâne: Büyük kadeh. Harim: Herkesin giremeyeceği, dokunmayacağı şey. Hûn: Kan. Gayz: Kin. Efrâd: Fertler. Askerler. Haysiyyet-i kavmiyye: Milletin şerefi. Muhakkar: Hakir görülen. Hakarete uğramış. Tahrir-i nüfûs: Nufus kaydı. Celadet: Yiğitlik. Bahadırlık. İla: Yükseltmek. 203 Hani, ey kavm-i esaret-zede, muhtâriyyet? Korkarım, şimdi nasibin mütemâdi haybet! Hani, ey unsur-i bîrâbıta, istiklâlin? Ebediyyen, sanırım, söndü bütün amalin! Hani “Başkım”cıların * kurduğu yüksek hülya? Seni yıllarca avutmuş da o melun rüyâ, Uyumuştun... Ya uyansaydın eder miydi tebâh, Mülkü, birdenbire afâka çöken kanlı sabah? Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı, Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı... Tarumar eyleyiversin de bütün ordumuzu,* Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu... Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa; Kimi bin türlü fecaatle çekilsin kucağa... Birinin ırzı heder, diğerinin hûnu helâl... ................................ İşte, ey unsur-i isyan, bu elim izmihlal, Seni tahrik eden üç beş alığın marifeti! Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti? Hani, milliyyetin İslam idi... Kavmiyyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine! “Arnavutluk” ne demek? Var mı Şeriat’te yeri? Tebâh: Mahvolmuş. Yıkılmış. Bozuk. Fecâat: Felaket. İzmihlal: Perişan olmak. Yok olmak. Birabıta: Rabtıasız; bağsız. Telin: Lanetlemek. * Başkım: 1912 yılında Arnavutluk’un Osm. Devleti’nden bağımsızlığını elde etmesi sırasında isyan hareketlerini düzenleyenlere verilen isim. * Şiirin ilk üç neşrinde bu şekilde olan son üç mısranın, 1928 baskısında ilk ikisi çıkarılarak yeri noktalarla gösterilmiş, üçüncüsü ise şu şekilde çıkmıştır: "Üç sefil ordu çevirsin o metin ordumuzu." 204 Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri. Arap’ın Türk’e; Laz’ın Çerkez’e, yahut Kürt’e; Acem’in Çinliye rüçhânı mı varmış? Nerde! Müslümanlık’ta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer! Fikr-i kavmiyyeti telin ediyor Peygamber.* En büyük düşmanıdır ruh-i Nebi tefrikanın; Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın! Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel, Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel? *** Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan! Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan? Ne Araplık, ne de Türklük kalacak, aç gözünü! Dinle Peygamber-i Zişân’ın İlahi sözünü. Türk Arap’sız yaşamaz. Kim ki “Yaşar.” der, delidir! Arap’ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.* Veriniz baş başa... Zira sonu hüsrân-ı mübin: Ne Hilafet kalıyor ortada billahi, ne din!* “Medeniyyet!” size çoktan beridir diş biliyor; Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor, Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ, Ne bu şûrîde siyaset, ne bu fasit dava? Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz... Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz! Bunu benden duyunuz, ben ki evet, Arnavut’um... Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!.. 28 Rebiülevvel 1331, 21 Şubat 1328 (6 Mart 1913) Anâsır: Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebep olan temel esaslar. Elementler. Kaltaban: Namussuz. Pezevenk. Cedel: Konuşmada kavga etme. Rüçhân: Üstünlük. Şûrîde: Karışık. Fâsid: Bozuk. Hadîs-i Şerîf: “Asabiye (ırkına, kabilesine körü körüne taraftarlık) dâvası güden, bizden değildir.” (Ebû Dâvûd, Edeb-112.) * Şiirin ilk üç neşrinde bulunan son iki mısra, 1928 baskısında çıkarılarak, yeri noktalarla gösterilmiştir. * Şiirin ilk üç neşrinde bu şekilde olan mısra, 1928 baskısında şu şekilde çıkmıştır: “Ne hükûmet kalıyor ortada billahi, ne din!” * 205 “Oğullarım! Gidiniz de Yûsuf’la kardeşini araştırınız, hem sakın Allah ‘in inayetinden ümidinizi kesmeyiniz; zira, kâfirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kesmez.” (Yûsuf (12) sûresi, 87. âyet.) Atîyi karanlık görerek azmi bırakmak... Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak. Dünyada inanmam, hani, görsem de gözümle: İmanı olan kimse gebermez bu ölümle. Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir.” Davransana... Eller de senin, baş da senindir! His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz? Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz? Atîyi karanlık görüvermekle apıştın? Esbabı elinden atarak yese yapıştın! Karşında ziya yoksa sağından, ya solundan, Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan. Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk! Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk! Herkes gibi dünyada henüz hakk-ı hayatın, Varken, hani herkes gibi azminde sebatın? Yes öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun. Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; Meyus olanın ruhunu, vicdanını bağlar, Lanetleme bir ukde-i hatır ki: Çözülmez... En korkulu cani gibi yesin yüzü gülmez! Mademki alçaklığı bir, yes ile şirkin; Mademki ondan daha melun, daha çirkin. Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i iman, Nevmid olarak rahmet-i mevûd-i Huda’dan, Hüsrana rızâ verme... Çalış... Azmi bırakma; Kendin yanacaksan bile, evladını yakma! Esbab: Sebepler. Meyûs: Ümitsiz. Melun: Lanetli. Seyyie: Günah. Nevmîd: Ümitsiz. Rahmet-i mevûd-i Huda: Yaratıcı’nın vaat edilmiş rahmeti. 206 Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş... Sesler de: “Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!” Lakin hani, milyonları örten şu yığından, Tek kol da “Yapışsam...” demiyor bir tarafından! Sahipsiz olan memleketin batması haktır; Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır. Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar... Uğraş ki: Telafi edecek bunca zarar var. Feryat ile kurtulması memul ise haykır! Yok yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! “İş bitti... Sebatın sonu yoktur!” deme; yılma. Ey millet-i merhume, sakın yese kapılma. 19 Rebîülâhir 1331 14 Mart 1329 (27 Mart 1913) Memûl: Umulan. Ümit edilen. Beklenilen. Millet-i merhume: Allah’ın (c.c.) rahmetine kavuşmuş, ölmüş millet. 207 “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helak eder misin, Allah’ım...” (Araf (7) sûresi, 155. âyetin bir kısmı.) Yâ Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı! Nur istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! “Yandık!” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun! Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında, Yâ Rab, o cehennemle bu tufan arasında, Toprak kesilip, kum kesilip âlem-i İslam; Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnam! Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn’i, En sonra, salîb ormanı görmek Haremeyn’i!.. Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz’ın, Ateşli muhîtindeki sûzişli niyazın, Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta; Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta? Sönsün de, İlahi, şu yanan meşal-i vahdet, Teslis ile çöksün mü bütün âleme zulmet? Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran iman, Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban? Nefha: Üfürmek. Üfürük. Esnam: Putlar. Bîzâr: Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş. Salîb: Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş. Sûziş: Yakma. Yanma. Emvâc: Dalgalar. Teslis: Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir inanış. Hurûş-âver: Çoşku veren. Melekût: Ruhların ve meleklerin âlemi. Meşal-i vahdet: Birlik kandili / lambası. İlhâd: Dinden çıkmak. Dinsizlik. Dinden dönmek. 208 Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-i leimin, Solsun mu o parlak yüzü Kur’ân-ı Hakim’in? İslam ayak altında sürünsün mü nihayet? Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlahi, bu ne zillet? Mazlumu nedir ezmede, ezdirmede manâ? Zalimleri adlin, hani, öldürmedi hâlâ! Cani geziyor dipdiri... Can vermede masum! Suç başkasınındır da niçin başkası mahkum? Lâ-yüsel’e binlerce suâl olsa da kurban; İnsan bu muammalara dehşetle nigehban! Eyvah! Beş on kâfirin îmânına kandık; Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık! Madam ki, ey adl-i İlahi, yakacaktın... Yaksaydın a melunları... Tuttun bizi yaktın! Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi: Binlerce cevâmi yıkılıp hâke serildi! Kalmışsa eğer bir iki mabed, o da mürted: Göğsündeki haç küfrüne fetva-yı müeyyed! Dul kaldı kadınlar; babasız kaldı çocuklar; Bir giryede bin ailenin matemi çağlar! En kanlı şenaatle kovulmuş vatanından, Milyonla hayatın yüreğinden gidiyor kan! İslam’ı elinden tutacak, kaldıracak yok... Nâ-hak yere feryat ediyor: Âcize hak yok! Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devahi? Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlahi! 4 Cemâziyelevvel 1331 28 Mart 1329 (10 Nisan 1913) Enfâs-ı habîs: Kötü nefisler, ruhlar. Rûh-i leîm: Alçak ruh. Lâ-yüsel: Mesul olmaz; sorulmaz. Nigehban: Gözcü, gözetici, bekçi. Cevâmi: Toplu olan şeyler. Camiler. Mescitler. Mürted: İrtidad eden. İslam dininden dönen. Fetvâ-yı müeyyed: Doğrulanmış fetva. Girye: Gözyaşı. Şenâat: Fenâlık, kötülük, alçaklık. Musâb: Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan. Devâhî: Büyük belalar. Afetler. 209 “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer (39) sûresi, 9. âyetin bir kısmı.) Olmaz ya... Tabiî... Biri insan, biri hayvan! Öyleyse, “cehalet” denilen yüz karasından, Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet. Kâfi mi değil yoksa bu son ders-i felaket? Son ders-i felaket neye mâl oldu? Düşünsen: Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden! “Son ders-i felâket” ne demektir? Şu demektir: Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir! Zira, yeni bir sadmeye artık dayanılmaz; Zira, bu sefer uyku ölümdür: Uyanılmaz! Coşkun, koca bir sel gibi, daim, beşeriyyet, Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet. Dağlar, uçurumlar ona yol vermemek ister... Lakin o, ne yüksek ne de alçak demez örter! Akvam o büyük nehre katılmış birer ırmak... Elbet katılır... Hangisi ister geri kalmak! Bizler ki bu müthiş, bu muazzam cereyanla, Uğraşmadayız... Bak, ne kadar çılgınız, anla! Uğraş bakalım, yoksa işin, hey gidi şaşkın! Kurşun gibi süratli, denizler gibi taşkın. Bir çağlayanın menba-ı dehhâşına doğru, Tırmanmaya benzer, yüzerek başka değil bu! Ey katre-i âvâre, bu cûşun, bu hurûşun, Âhengine uymazsan, emin ol, boğulursun! Beşeriyet: İnsanlık. Akvam: Kavimler. Milletler. Toplumlar. Menba-ı dehhâş: Dehşetli kaynak. Katre-i âvâre: Başıboş damla. Cûş: Çoşma. Hurûş: Çoşma. 210 Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık, Silkin de: Muhitindeki zulmetleri yak, yık! Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır; Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır! Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet... Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet, Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne namus! Ey sine-i İslam’a çöken kapkara kâbus, Ey hasm-ı hakikî, seni öldürmeli evvel: Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el! Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun! İslam’ı da “Batsın!” diye tutmuş, yediyorsun! Allah’tan utan! Bari bırak dini elinden... Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen! Lakin ne demek bizleri Allah ile iskât? Allah’tan utanmak da olur ilim ile... Heyhat!* 18 Cemâziyelevvel 1331 11 Nisan 1329 (24 Nisan 1913) İskât: Sükût ettirmek . Susturmak. Estizü billah: “İnnema yahşa'l-lahe ibadihi'l-ulemâ.” (Allah’ın kullarından ancak âlim olanları hakkıyla Allah’tan korkar.) - [Fâtır (35) sûresi, 28. âyet.] * 211 TERCÜMESİ “Siz iyiliği emreyler, kötülükten nehyeder, Allah’a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı bir milletsiniz...” (Âl-i İmrân (3) sûresi, 110. âyetin ilk yarısı.) Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya milliyyet nedir öğretmişiz! Kapkaranlıkken bütün afâkı insaniyyetin, Nur olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin; Yarmışız edvâr-ı fetretten kalan yeldâları; Fikr-i ferda doğmadan yağdırmışız ferdaları! Öyle ferdalar ki: Kaldırmış serapa âlemi; Dîdeler bir câvidânı fecrin olmuş mahremi. Yirmi beş yıl yirmi beş bin yıl kadar feyyaz imiş! Bak ne anî bir tekâmül! Bak ki: Hâlâ mündehiş. Yâd-ı fevka’l-itiyadından onun tarihler; Görmemiş benzer o müthiş seyre, hem görmez beşer. Bir taraftan dinimiz, ahlakımız, irfanımız; Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsanımız; Yükselip akvamı almış fevc fevc âgûşuna; Hepsi dalmış vahdetin âheng-i cûşâcûşuna. Emr-i bi’1-marûf imiş ihvân-ı İslam’ın işi; Nehy edermiş, bir fenalık görse, kardeş kardeşi. Kimse haksızlıktan etmezmiş tegâfül ihtiyar; Ferde râci sadmeden efrâd olurmuş lerzedâr. Edvâr-ı fetret: Fetret devri. Dîde: Göz, ayn, çeşm. Câvidânî: Ebedî, sonrasız. Feyyaz: Çok bereket ve bolluk veren. Mündehiş: Dehşet içinde olan. Seyf: Kılıç. Makrun: Yakın. Fevc fevc: Dalga dalga. Âgûş: Kucak. Emr-i bi’1-marûf: Dinin emirlerini, Kur’ânî ve İslamî hakikatleri neşretmek ve bildirmek, yasak edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslamî hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men edip yaptırmamaya sevk etmek. Nehy: Yasak etmek. Men etmek. Tegâfül: Zorluk, çetinlik, güçlük. Râci: Geri dönen, ric’at eden. Sadme: Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. Efrâd: Fertler. Askerler. Lerzedâr: Titrek, titreyici. 212 Bir, neyiz? Seyreyle artık, bir de fikret, neymişiz? Din de kürkün aynı olmuş: Ters çevirmiş giymişiz!* Nehy-i ma’rûf emr-i münkerdir gezen meydanda bak! En metin ahlakımız yahut görüp aldırmamak! Yıktı bin melun kalem namusu, bizler uymadık; “Susmak evladın!” deyip sustuk... Sanırsın duymadık! Kustu bin murdar ağız Şer’in bütün ahkâmına; Ah, bir ses bari yükselseydi nefret namına! Altı yüz bin can gider; milyonla iman eksilir; Kimseler görmez! Gören sersem de Allah’tan bilir! Sonra, şayet şahsının incinse, hatta bir tüyü: Yer yıkılmış zanneder seyreyleyen gümbürtüyü! Kırkın aylıktan biraz yahut geciksin vermeyin; Fodla çiy kalsın, “Pilav bitmiş.” deyin, göstermeyin; Fes, külah, kalpak, sarık vermiş bakarsın el ele; Midelerden fışkırır tâ Arş’a aç bir velvele! Ortalık alt üst olurken ses çıkarmazdım, hani, Öyle bir demekte seyret gel de artık sen beni! Göster, Allah’ım, bu millet kurtulur, tek mucize: Bir “utanmak hissi” ver gaip hazinenden bize! 23 Cemâziyelâhir 1331 16 Mayıs 1329 (29 Mayıs 1913) * Bu teşbih Hz. Ali’nindir (r.a.). 213 TERCÜMESİ “Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın.!’ denildiği zaman, ‘Biz ıslahtan başka bir şey yapmıyoruz.’ derler. Gözünü aç, iyi bil ki: Onlar yok mu, işte asıl (Bakara 11-12) müfsit onlardır, lakin farkında değiller.” Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti, Şimdi inmiş zanneder mutlak şu müthiş âyeti! Ey vatansız derbederler, ey denî kundakçılar! Milletin, az çok, duran bir dini, bir namusu var. Şimdi nevbet onların... Yansın da onlar, öyle mi? Tarumar olsun bütün bir Müslümanlık âlemi! Ey, haya namında bir hissin vücûdundan bile, Pek haberdâr olmayan, yüzsüz, hayâsız! Bak hele! Arkasından taklak attın en denî bir şöhretin; Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mâhiyyetin! Bir külah kapmaksa şayet bunca hırsın gayesi; Kendi namusun olur er geç onun sermâyesi. Yoksa namusuyla, vicdanıyla halkın oynama... Sonra kat kat nâsiyenden sarkacak birçok yama! Bir kızarmaz çehre bulmuşsun ya, ey cânî, burun; Hem bütün Dünyayı ifsat eyle, hem muslih görün! Kendi ırzından cömert olmaksa mutâdın eğer; Kendi mâlindir senin, hakkın tasarruf, kim ne der? Milletin, lakin henüz masum olan evladına, Verme bir melun temayül müptezel mutadına! Denî: Soysuz, alçak, ahlaksız. Tarumar: Dağınık, karmakarışık, perişan. Nâsiye: Çehrenin gösterişi, alın, yüz. İfsâd: Bozmak. Azdırmak. Fesada uğratmak. Fitne salmak. Karıştırmak. Muslih: Islah eden. İyileştiren. Terbiye edici. Mübtezel: Pek bol ve ucuz. Değersiz. Mutâd: Alışılmış. 214 Biz ki her mevcudu yıktık, gayesiz bir fikir ile; Yıkmadık bir şey bıraktık... Sade bir şey: Aile. Hangi bir bünyânı mahvettik de ıslah eyledik? İşte viran memleket! Her yer delik, her yer deşik! Bunların tamîri kabil... Olsa ciddiyyet, sebat; Lakin, Allah etmesin, bir düşse şayet âilât, En kavî kollarla hattâ kalkamaz imkânı yok. Kim ki kalkar der, onun hayvan kadar izânı yok! “Âilî bir inkılâb olsun!” diyen meyûs olur; Başka hiçbir şey kazanmaz, sâde bir .... olur!* Çünkü “çıplak” inkılâbâtın rezalettir sonu... Ey denî kundakçılar, biz sizde çok gördük onu! Bir de halkın dini var sık sık taarruzlar gören. Hâle bak: Millette hissiyyâtı oymuş öldüren! Dini kurban etmeliymiş mülkü kurtarmak için!.. Tut da hey sersem, bu idrâkinle sen âlim geçin! Her cemaatten beş on dinsiz zuhur eyler, bu hâl, Pek tabiîdir. Fakat ilhâdı bir kavmin muhal. Hangi millettir ki efradında yoktur hiss-i din? En büyük akvama bir bak: Dini her şeyden metin. Düşme ey âvâre millet, bunların hızlanına; Vâkıfız biz hepsinin pek muhtasar irfanına: Şark’a bakmaz, Garp’ı bilmez, görgüden yok vâyesi; Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi! 16 Cemâziyelâhir 1331 9 Mayıs 1329 (22 Mayıs 1913) Bünyân: Yapı. Bina. Duvar. Esas. Sebat: Sabır. Ailât: Aileler. Aile bireyleri. İzân: Bildirmek. Denî: Soysuz, alçak, ahlaksız. * Muhal: İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. Muhtasar irfan: Az, sınırlı bilgi. Vâye: Nasip kısmet. Hızlan: Rezil olma. Aşağı düşmek. Şiirin bütün neşirlerinde yeri boş bırakılan bu kelime, “deyyus” kelimesidir. 215 TERCÜMESİ “Allah’ın âsâr-ı rahmetine bir baksana: Toprağı, öldükten sonra, tekrar nasıl diriltiyor? İşte o Allah bütün ölüleri muhakkak diriltecek, hem O her şeye (Rum (30) sûresi, 50. âyet.) kadir.” Çık da bir seyret baharın cûş-i rengârengini; Nefh-i Sûr’un dinle mevcâ mevc olan ahengini! Bir yeşil kan, bir yeşil can yağdırıp kudret, yere: Yemyeşil olmuş feza; gömgök kesilmiş dağ, dere. En kısır toprak doğurmuş, emzirir birçok nebat; Fışkırır bir damlacık ottan, tutup sıksan, hayat! Dün, kemikten külçe halindeydi her çıplak fidan; Bak: Ne sağlam kan, bugün, dolgun yüzünden damlayan! Dün, kudurmaktaydı ormandan cahimî bin zefir; Âşiyan tutmuş, bugün, her dalda perran bir safir! Dün, nigehbânıydı milyarlarca zîrûhun sübât; Silkinip çıkmış o mahbesten, bugün, bir kâinat. Dün, ne matemdeydi âlem! Yer hazin, gökler hazin; Sûr-i fıtrattır bugün: Fıtrat bugün sahrâ-güzin! İşlemiş kırlarda yer yer kudretin feyyaz eli, Öyle yapraklar ki sunundan: Gidip bir görmeli! Cûş-i rengârenk: Renklerin çoşkusu. Nefh-i Sûr: İsrafil Aleyhisselâm’ın Kıyamet gününde “Sur” denilen boruyu üflemesi. Mevcâ mevc: Dalga dalga. Cahîmî: Cehennem gibi. Zefîr: Çok şiddetli ses. Hıçkırıkla nefes vermek. Perran: Uçan, uçucu. Safîr: Islık veya kuş sesi. Nigehbân: Gözcü, gözetici, bekçi. Zî-rûh: Ruhlu, canlı. Sübât: Dalgınlık. Uzun dinlenme. Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Mahbes: Hapishane. Hapsedilen yer. Cezaevi. Sûr-i fıtrat: Seçilmiş sahra. Feyyaz: Çok feyz veren. Çok bereket ve bolluk veren. 216 Öyle amma, gördüğüm elvâh-ı şevkin rağmine, Bende hâlâ zevke benzer duygu yok, hâlâ yine! Bir değil, yüz bin bahar indirse hatta asuman; Hiç kımıldanmaz benim ruhumda kök salmış hazan! Dem çeker bülbül... Benim beynimde baykuşlar öter! Sonra, karşımdan geçer, bir bir, yıkılmış ianeler! Aşinalık yok, hayalin konsa en bildik yere, Yâd ayaklar çiğniyor: Düşmüş vatan yâd ellere! Başka ses bilmem, muhitimden enîn eyler hurûş; Beklerim dinsin bu matem, beklerim, olmaz hamûş! Âh! Tek bir aşiyandan bin yetimin nâlesi, Yükselirken, dinleyen insan mıdır bülbül sesi? Duygusuz olmak kadar dünyada lâkin dert yok; Öyle salgınmış ki melun: Kurtulan bir ferd yok! Kendi sağlam... Hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin! İşte en korkuncu hüsranın, helakin, haybetin! Ey, ölüm renginde topraktan hayat ilâ eden, Bir yığın toprak da olsak, sade çiğnenmek neden? Başka tıynetler mi hep şayan olan ihsanına? Âh, yükselsem de bir düşsem senin dâmânına! Bir nesim ister kımıldanmak için canlar bugün; Bir nesim olsun, İlahî... Canlanır kanlar bütün. Nevbahârın ruhu etsin bir de bizlerden zuhur... Yoksa artık Sûr-i İsrafil’e kalmıştır nüşûr! 30 Cemâziyelâhir 133123 Mayıs 1329(5 Haziran 1913) Sun’: Yapmak. Eser, yapılan iş. Güzel iş yapmak. Elvâh-ı şevk: Gayrete getiren levhalar. Rağm: Rağmen. Asuman: Gökyüzü. Semâ. İane: Yardım. İmdat. Muhit: Etraf. Çevre. Hurûş: Coşma. Gürültü. Şamata. Telaş. Hamûş: Susmuş. Sessiz. Sâkit. Nâle: İnleme. Haybet: Mahrumiyyet. İsteğine erememek. İ’lâ: Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Şânını yüceltmek. Tıynet: Huy. Yaradılış. Dâmân: Etek. Kenar. Elbise veya dağ eteği. Nesîm: Hoşa giden, hafif ve latif esen rüzgâr. Zuhur: Meydana çıkmak. Sûr-i İsrafil: Kıyamet günü İsrafil Aleyhisselâm'ın çalacağı boru. Nüşûr: Neşirler. Yaymalar, dağıtmalar. 217 PEK HAZİN BİR MEVLİD GECESİ 12 Rebîülevvel 1331 (18 Şubat 1913) Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed! Aylar bize hep Muharrem oldu! Akşam ne güneşli bir geceydi... Eyvah, o da leyl-i matem oldu! Âlem bugün üç yüz elli milyon, Mazluma yaman bir âlem oldu: Çiğnendi harim-i pâki Şer’in; Namusa yabancı mahrem oldu! Beyninde öten çanın sesinden, Binlerce minare ebkem oldu. Allah için, ey Nebiyy-i masûm, İslam’ı bırakma böyle bîkes, İslam’ı bırakma böyle mazlum.* Leyl-i matem: Matem gecesi. Harîm-i pâk şer’in: Temiz, duru şeriatın kutsallığı. Ebkem: Dilsiz. Konuşamayan. Nebiyy-i masûm: Günahsız Peygamber. Bîkes: Kimsesiz. Şiir, 14 Rebîülevvel 1331/7 Şubat 1328 (20 Şubat 1913) tarihli Sebilürreşat’ta şu başlıkla yayınlanmıştır: “Peygamberimiz Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz’in Doğduğu Gece” * 218 Bize “Dînî, Felsefî Musahabeler” gibi muazzam bir eser yazan yâr-ı canım, üstâd-ı hakimim Hazret-i Ferîd’in kıymetdâr bir hâtıra-i iltifatıdır: Enis-i ruhum Akif’e, Safahat’ın üçüncü kısmını neşre muvaffakiyetinden dolayı seni halisane tebrik eder; diğer kısımlarının da peyderpey neşrine muvaffak olmanı Cenâb-ı Hak’tan temenni eylerim. Lisan-ı nazma -mahiyetini tağyir etmeksizin- müstait olduğu inkişâfı verdin. Türkçenin nazma gayet elverişli olduğunu eserlerin ile ispat ettin. Bir müddetten beridir lisânımızda herkes istediği gibi tasarruf âta kıyam eylediğinden, lisânımız bütün Osmanlıların* lisânı olmak derecesinden lisânı şahsî olmak derekesine düşmüştür. Filhakîka, üslûp, şahsın malı, tabîr-i diğerle sahibinin timsâlidir; fakat lisânın ruhuna dokunulmamak şartıyla. Herkesin lisanda bir tasarruf-i mahsus icrasına salahiyettar olması bir hadde kadar mücâz olabilir; o haddi tecâvüz edenlere “Dur!” demek lâzım gelir. Hâlbuki lisanımızda icrâ-yı tasarrufâta kıyam edenler, teceddüt gösterenler, hiçbir hadde riâyet etmiyorlar, hiçbir mikyasa tâbi olmuyorlar; onun için lisânımız da günden güne çığırından çıkıyor. Meselâ bir heykeltıraş, tasarrufât-ı hayâliyesiyle eserini kemal-i mümkine isale çalışır. Lakin hiçbir zaman tabiatin tayin ettiği haddi tecavüz edemez. Eserini o had dâhilinde kemâl-i mümkine isâl eder. O haddi tecavüz ettiği anda eseri bir eser-i sanat değil, bir nümûne-i garabet olur. Zirâ sanayie hâs olan kemâl-i nevinin zevk-i sahih denilen bir mikyası vardır. Âsâr-ı sanatta gösterilecek kemâl dâima o mikyas ile ölçülür. Muvaffakiyet: Allah'ın yardımıyla başarı gösterme. Peyderpey: Birbirinin ardı sıra; yavaş yavaş. Lisân-ı nazm: Şiir dili. Mâhiyet: İçerik. Tağyir: Değiştirme, bozma. Müstaid: Yetenekli. Hakikatte, Filhakîka: esasında, hakikaten, doğrusu. Tasarruf-i mahsûs: Kişisel tasarruf. Salâhiyetdâr: Vazifeli, salahiyet sâhibi. Mücâz: Câiz görülmüş, yapılabilir, uygun ve muvafık görülmüş. Teceddüt: Tazelenme. Yenilenme. Riâyet: İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. Mikyas: Kıyas edecek, ölçecek âlet. * İlk iki baskıda “bütün Osmanlıların” şeklinde olan bu ifade, 1928 baskısında “hepimizin” şeklinde çıkmıştır. 219 Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ressamlık da böyledir. Ressam eserinde göstereceği kemâli anâsır-ı sanatın nazm-ı tabiîlerini bozmamak şartıyla gösterebilirse maharet ibraz etmiş olur; gösteremez ise tabiatı kaba bir surette istinsah ederek adî bir mukallit derekesinde kalır. Anasır-ı sanatı vaaz-ı tabiîlerinden çıkaran kimse kavânîn-i sanatı ihlâl etmiş demektir. Vakıa bu hâl ender olarak duhâttan sudur eder. Hâlbuki nazar-ı sahih ile bakılacak olursa dehâyı hakikinin, bu hareketiyle kavânîn-i sanatı ihlal etmediği, belki sanatın kavânîn-i mevcûdesine bir kânun daha ilave eylediği görülür. Dehaya has olan bu tasarrufu taklide kıyam edenler daima aldanırlar, daima muvaffakiyetsizlik girdabına düşerler. Mûsikînin de o gibi tasarrufât-ı mübdiâneye asla tahammülü yoktur. Heykeltıraş olsun, ressam olsun, mûsıkîşinâs olsun daima sanata hâs olan mikyâs-ı neviyi elinde tutmaya, sanatında göstereceği eser-i kemâli o mikyas ile ölçmeye mecburdur. Bu şaritaya riayet etmeyen sanatkârların eserleri âsâr-ı sanattan madût olamaz. Ne fâide ki şiirde bu dakika asla nazar-ı itibâre alınmıyor. Çok kimseler saha-i nazmı tasarrufât-ı mübdiâneleri için gayet vâsi, gayet müsait buluyorlar. O vadide gösterdikleri garabetleri herkese birer bedia-i marifet suretinde kabul ettirmek istiyorlar. Yeni şiirlerde bunun pek çok numuneleri görülüyor. Çok kimseler de şiirin hakikatini, şiirde gösterilebilecek tasarrufâtın hadd-i tabiîsini tayinden aciz olduklarından bu başkalıklara teceddüt yâhut kemâl-i sanat nazariyle bakıyorlar. Elhâsıl öteki sanatların kabul etmedikleri o gibi tasarrufâtı dâhiyâneyi zavallı şiir kolayca kabul ediyor. Eğer şiirimizde gösterilen keyfî tasarruflar bil-farz heykeltıraşlıkta, ressamlıkta gösterilmiş olsa idi, heykeltıraşın elinden çıkan bir heykel her halde bizim bilmediğimiz bir mahlûk olur idi! Keza bir ressamın böyle bir tasarruf neticesinde vücuda getireceği eserler de bize görmediğimiz, bilmediğimiz bir âlemin menâzırını tasvir eder idi! Şiirimizde bu garabet çoktan taayyün etti. Fakat onun temyizi diğer sanatlardaki garabetlerin temyizi kadar kolay olmadığından bugün o garabetlere yukarıda söylediğim gibi, teceddüt yahut kemal-i sanat namı veriliyor. Bakalım bu hâl ne zamana kadar devam edecek? Fakat sen lisan-ı şiiri, mahiyet-i neviyesine has bir tekâmüle namzet kıldın; muvaffak da oldun; daha da olacaksın. Gelelim ikinci mülâhazaya: İhtimal ki “Sanat sanat içindir; sanattan maksat yine sanattır; sanatta dinî, ahlâkî, siyasî bir gayet aramak abestir.” diye senin 220 mesleğine itiraz edenler, onu hoş görmeyenler vardır. Fakat o halde, yani sanat hakkındaki bu düstur kabul edildiği takdirde, onu dinsizliğe, ahlâksızlığa da âlet ittihaz etmemek lâzım gelir. Zira sanat, bu suretle kayıttan azade edilmiş olmayıp belki kuyûdun en berbadıyla takyit edilmiş olur. Ben senin eserlerinde bu düstura muhalefetini gösterecek bir şey görmüyorum. Çünkü sen de sanatta gayet aramıyorsun; lakin gayette sanat arıyorsun. Mesleğin tamamıyla maksadını temine kâfidir. Hemen feyyaz kalemine istediği cevelânı ver, ciddî eserlere teşne olanları feyz-i kaleminle reyyân et. Safahât’ın bu kısmını teşkîl eden manzumelerin menbaı Furkân-ı Hakim olduğundan hepsinin ilhâm-ı mahz eseri olduğunu söylemek zâiddir. Hemen söyle, hemen yaz. Tevfik-i Huda refikin olsun azizim. 30 Mayıs 1329 (12 Haziran 1913) FERÎD Anâsır: Unsurlar. Nazm-ı tabiî: Doğal şiir. Mukallit: Taklit eden. Kavânîn: Kanunlar. Duhât: Dâhiler. Sahih: Kusursuz. Mübdiâne: Benzeri görülmemiş bir iş veya eser ortaya koyan. Mikyâs: Ölçek. Nev: Tür, çeşit. Madût: Sayılı. Bedia-i marifet: Yetenek güzellikleri. Menâzır: Manzaralar. Taayyün: Belli olma. Temyiz: Ayırma, seçme. Tekâmül: Bitirme, olgunlaşma. Namzet: İsteyen veya istenilen kimse. düşünce. Kuyûd: Kayıtlar. Takyit: Kayıt ve şarta bağlanma. Düstûr: Umumi kaide. Kanun. İzin. Cevelân: Dolaşma. Kaynama. Yerinde durmayıp gezme. Feyz: Bolluk, bereket. İlim, irfan. Menba: Kaynak. Furkân-ı Hakim: Kur'an-ı Kerim. Mahz: Safi ve hâlis. Katıksız. Zâid: Artan. Fazlalık. Tevfik-i Huda: Cenab-ı Hakk'ın insanı doğru yola lütfu ile sevketmesi. Refik: Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş. Mülâhaza: Dikkatle bakmak. Tefekkür, 221 SAFAHAT FÂTİH KÜRSÜSÜNDE DÖRDÜNCÜ KİTAP 222 FATİH KÜRSÜSÜNDE - Hamasî şâirimiz Midhat Cemâl’e -* İKİ ARKADAŞ FATİH YOLUNDA — Vapur yanaştı mı? — Çoktan! — Demek ki Köprü’deyiz... — Aman, şu yolcular insin!... — Fakat bilir misiniz? Yadırgıyor, hani, insan o eski tekneleri! “Yanaş” denildi mi, nazlım, gider gider de geri, Gelince hışm ile bir tos vururdu Köprü’ye ki: Zavallının deşilen kamı sağlam altı çeki. Odun yutar da biraz sancıdan bulurdu aman... — Hekim getirmeye koşsan, hekim de yok o zaman! — Tımarcılar, bereket versin, usta şeylerdi: Elinde balta, gelir, üç keser, beş eklerdi... “Dayan o yanki başından Ömer! Tutundu Memiş!” Bakardınız ameliyyata çarçabuk bitmiş! Amasra sahili çok eski bir müessesedir; Uşakların topu cerrah olur... Hemen kestir! Bugünden ormanı göster kılağlı baltasına: Temizleyip çıkıversin, bırakmasın yarına! — Biraz da dikmeyi öğrenseler... — Adam sen de! Düşündüğün şeye bak... Sen şu ilmi öğren de... — O ilme hiç diyecek yok: Müfâdı katidir!* Ulum-i şaire sunî, o, pek tabiîdir. — Ne var ki: Kalmadı tatbik için müsait yer! — Neden? — Neden mi, görürdün çıkıp gezeydin eğer. Eteklerinde zığın saklı bildiğin orman,* Bugün barındıramaz hâle geldi bir tavşan! O, sırtı hiç de güneş bilmeyen yeşil dağlar, Yığın yığın kayalardır: Seraplar çağlar! Hâmâsî : Destan. Mithat Cemal: 1885 – 1956 yılları arasında yaşamış şair ve yazar Mithat Cemal Kuntay. Mehmet Âkif’in dostlarındandır. * Müfâd: Sözün ifade ettiği mana. İfade edilen. * Zığın: Geyik. * 223 — Sabahleyin yine bir hayli nükte fırlattın! Hayali bol bol akıttın, serabı çağlattın! — Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim... İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim. Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek! — Fena değil yolun amma epeyce sarp olacak! “Odun” dedin de tuhaftır, ne geldi aklıma, bak: Zavallı memleketin yoktu başka mahsulü; Odundu, nerde bulunsan, metâ-ı mebzulü. — Adam yetiştiremezmiş, demek ki, toprağımız!.. — Latife bertaraf amma, adam değil yalınız,* Odun da isteriz artık yakında Avrupa’dan! — Bizim filizleri göndermesin sakın o zaman! — Ağırca davranıyorsun... Biraz çabuk yürüsek... — Vakit kazanmak için isterim yavaş gitmek. — O halde kuş gibi sekmek değil midir lazım? Ayıp değil ya, bu sözden ne çıktı, anlamadım. — Bu itirazı niçin salladın muhakemesiz? Vakit geçirmeyi bizler kazanma addederiz! — Demek ki şimdi işin yok... — Hayır, birazdan var. — Ne iştir, anlayabilsek?.. Mühim midir o kadar? — Gidip de öğleyi Fatih’te kılmak istiyorum; Gelir misin? Hadi! — Artık üşenmeden ne zorum. Sıcakta kan tere batmak? Namazsa maksat eğer: Sağın, solun dolu mescit, beğen beğen dalıver. — Namaz değil yalınız maksadım... Bugün bir adam; Çıkıp da vaaz edecek öğleüstü halka... — Tamam! Zamanıdır oturup şimdi, herze dinlemenin; O yâvegûları hâlâ, adam, deyin beğenin! Sarıklı milletidir milletin başında bela... — Fakat, umumunu birden batırmak iş değil a! Bilir misin ne dehâlar yetişti medreseden? — Dehâ mı? At bakalım, hiç sıkılma, bol keseden! Metâ-ı mebzul: En çok bulunan ticaret malı. Latife: Hoş söz. Şaka. Bertaraf: Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış. Muhâkeme: Karar vermek için iyice düşünmek. Addetmek: Saymak. Herze: Boş söz. Saçmasapan söz. Yâve-gû: Saçmasapan konuşan, saçmalayan. — Sıkılmadan atayımmış... Kuzum, niçin atayım? * Şair, aruza uydurmak için “yalınız” şeklinde kullanmıştır. 224 İnanmıyorsan eğer dur ki ben de anlatayım... — Sayıp da nafile malum olan beş on ismi, Yorulma: Onları ezberlemek de bir iş mi? Fakat, şu vazedecek herzegû acep kim ola? Ne olsa hiç ya... Nihayet, sarıklı bir molla! — Seninle biz de birader, sabahleyin çattık! İnada karşı ne yapsın da susmasın mantık? “Sarıklıdır” diye hiç görmeden, bila-insâf, Kibâr-ı ümmeti haksız değil mi istihfaf? Gelip de bir bulunaydın geçenki vaazında: Kalırdı parmağın, Allah bilir ki ağzında! Ne var inadına etsen de bir sefer galebe, Benimle Fatih’e gelsen... — Al işte, geldim be! — Hidayet erdi mi? Hah şöyle... Aferin su kuşu! — Aman, şu düz yolu tutsak da tepmesek yokuşu... — Uzak yakın deme artık; iniş, yokuş sorma! Tıpış tıpış gidelim... Haydi gir şu sağ koluma. — Aman, şu mabed-i feyyazın ihtişamına bak: Bakar bakar doyamam: Âşık olmuşum mutlak! — Hakikaten doyamaz dideler melahatine... Fakat yabancılar üşmüş civâr-ı ismetine! Nedir harimine yerleşmek isteyen şu salaş, Hüviyyetinde yığınlar ki hep birer kallaş! — Evet, zemini uzaktan görüp bayılmışlar; Yavaş yavaş sokulup sonradan yayılmışlar! — O hâlde şimdi ayılmak gerektir evkafa... — Ayıldı farz edelim... Yığmadıkça bir tarafa, Şu gördüğün kara taşlar kadar kesif altın, Nasıl temizleyebilsin, nasıl yıkıp çıksın? — Hayır, kapatmalıdır “Caminin!” deyip kemeri; Birer birer yıkılır az zamanda kendileri. — Nasıl kapatmalı? — Gayet kolay: “Şu meydanlık, Ki yol geçen hanı olmuştu, avludur artık; Malûm: Bilinen, belli olan. Herzegû: Saçma sapan konuşan. Bila-insâf: İnsafsız. İstihfaf: Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek. Mabed-i feyyaz: Feyizli, bereketli, mabet. Melahat: Yüz güzelliği. Cemal. Civâr-ı ismet: Günahsızlık civarı. Kallaş: Kalleş. Hileci, dönek. Evkaf: Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Bu avludan geçecekler namaz için geçecek.” 225 Deyip kapatmalı! — Yahu, akıllısın gerçek! — Geçende yıkmaya kalkıştılardı mahfili ya! — Demek ki zırdeli bunlar! — Sorar mısın? Deli ya! Delirmedikçe bir insan nasıl varır eli de, Kıyar şu mahfile yahut şu muhteşem geçide? “Bizim de var medeniyyetle aşinalığımız... Hem eskidir...” diyebilmek için dayandığımız, Yegâne hüccet-i sengini yırtacaklar da, Sıkılmadan gezecekler “geniş” sokaklarda! — “Sıkılmadan” diye bir nükte salladın... Lakin, Yerinde oldu... — Değil, sende anlayış keskin! — Ben anlamam ya, fakat pek değerli olsa gerek... Hakikaten şu geçit çok güzel midir?.. — Ne demek! Sahifeler yazıyor, belki, fenn-i mimârî, O, meyl-i nâz ile mahmur dideler-vârî, Biraz meyilli bakan, maberin güzelliğine... — Kemer de öyle muvafık mıdır aceb fenne? — Ne söyledin? — Şu atılmış verev kemer iyi mi? — Fünûn-i hendesenin var ya bir de “tersimi”; Denen usulü... Onun mâhirâne tatbiki. — Demek ki: Hayli mühimdir bunun da tetkiki. — Senin gözün iyidir... Kaç muvâkkıtın saati? Düzelteyim şunu... Dur, dur... Kurulmamış zâti. — Birinde on buçuk olmuş, birinde üç... — Ne güzel! Zaman içinde zaman... Yoktu böyle şey evvel. — Büyük kusur idi lakin... — Hakikat öyle idi: Kamer hesabı, güneş devri, sonra, miladî. Deyip de üç yılı ezber bilen zeki millet, Durur mu hiç yalınız bir saatle? Durmaz evet! Mahfil: Toplanılacak yer. Yegâne: Tek, bir. Hüccet: Senet. Vesika. Delil. Sengîn: Taştan olan, taştan yapılmış. Mahmur dîde: Baygın göz. Fünûn: Fenler, ilimler. Hendese: Geometri; şekil bilgisi. Tersimî: Resimle alâkalı ve resme dair. Grafik. Mâhirâne: Ustaca, ustalıkla, maharetle. Muvakkıt: Vakti tâyin eden. Tam ayarlı saat. Zâti: Kendisine âit, hususi. Özel. — Nasıl şu banka güzel bir bina mı? 226 — Pek o kadar; Fena değilse de nispetle, bir biçimli duvar. Mehip kalır caminin yanında... — Garip! Benim gözümle bakarsan: Ne muhteşem! Ne mehip! — O başka... Sorsalar üslup için “Şudur!” denemez. Asalet olmalı sanatta evvela... Bu: Melez! Hayır, melez de değil... Belki birçok üslûbun, Halita hâli ki tahlile kalkışılsa: Uzun! Necib eser arıyorsan: Sebile bak, işte... Taşıp taşıp dökülürken o şiir-i berceste, Safa-yı fıtratı şahit ki: Tertemiz asli; Damarlarında yüzen kan da can da Osmanlı! Görüp bu cuşiş-i sanatta ruh-i ecdadı, Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evladı! — Sıkılmak, eski adamlarda nadiren görülen, Bir ibtilaya denirmiş ki şimdi geçti! — Neden? — Değişti hâlet-i ruhiyle, çünkü asra göre... — Aman şu “hâlet-i ruhiye” bir de “mefkure” Ayıp değil ya, gıcıklar benim sinirlerimi! — Niçin sinirleniyorsun? Taassubun yeri mi? Biraz değişmeli artık bu eski zihniyyet. “Lisana hiç yenilik sokmayın!” demek: Cinnet. — Hayır, taassup eden yok... Şu var ki: icâbı; Tahakkuk etmeli bir kerre; bir de erbabı. Eliyle olmalı matlûp olan teceddütler... Düşün ki böyle midir bizde? — Şüphesiz. — Ne gezer! Delili: Kendi sözündür... — Kimin, benim mi? — Evet! — Ne söylemiştim? Unuttum... — Canım şu “Zihniyyet!”.. — Beğenmedin mi? Fransızca yok mu “mantalite”? Onun mukabili... — Zaten budur, ya dert işte! Berceste: Sağlam ve lâtif. Seçme. Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz. Mehip: Heybetli, azametli, korkunç kimse. Necip: Cömert, kerim kişi. Halîta: Karışmış. Tahlil: Çözümleme. Sebil: Allah rızası için su dağıtılan yer. İbtilâ: Belâya uğramak. Musibete düşmek. Hâlet-i rûhiyye: İnsanın ruhsal durumu. Matlûp: İstek, istenilen şey. Teceddüt: Tazelenme. Yenilenme. Mantalite: Mantık. Mukabil: Karşılık olan. Tasarrufâtını aynen alırsak İngiliz’in, 227 Fransız’ın, ne olur hâli, sonra, şivemizin? Lisanın olmalıdır bir vakâr-ı millîsi, O olmadıkça müyesser değil tealisi. — Biraz muhâfazakârânedir ya şimdi bu da... — Evet, muhafazakârım... Bilir misin, bu moda. Teammüm etmeye başlarsa... — Başlasın! Ne olur? — İler, tutar yeri kalmaz, lisanımız bozulur. Bugün ne maskara olmuşsa milletin kılığı; Lisan da öyle olur! — Anlamam inatçılığı... — Bilir misin bu garip ümmetin nedir hâli? “Yehâfü” sıygasının çıngıraklı ilali! — Nasıl, nasıl? — Hele sabret: “Yehâfü aslından...” Deyip de ezbere birçok ibareler okutan. Hocam, hitâma yakın devresinde ilalin; Meyân-ı kâfiye-dârında çifte “fi’l-hâl”in. Okur dururdu, bu bir ananeydi besbelli: “Kaçan ki sakin olur vav, onun da mâkabli. Hurûf-i sâlimede harf-i gayr-i sakin olur; O vâvı müttefikân meddeder imiş cumhur... O halde, biz dahi ettik: “Yehâfü oldu”... Evet! Ne yapsa Avrupa, bizlerce asi olan hareket: “O hâlde biz dahi yaptık!” deyip hemen taklit. Bu türlü bir yenilikten ne hayredersin ümit? — Fakat “yehâfü”nün ilali amma güçmüş ha! — Bu, ihtisarı onun, çok sürerdi, yoksa daha! Fena mı? Bak, lafa daldık da duymadık yokuşu. — Hakikat öyle! Epey yol kazanmışız... Şu ne, şu? — Yıkık sebile bakıp ağlayan yanık mektep... Geçenki yangının enkazı işte bunlar hep! Tasarrufât: Tasarruflar. Vakâr-ı millî: Millî izzet, şeref. Müyesser: Kolaylıkla olan, kolay gelen, âsân olan, nasib. Teali: Yükselme. Yüceltme. Muhâfazakârâne: Koruyucu olarak. Teammüm: İmame sarmak, sarık sarmak. Umumileşmek. Yehâfü: Kip. Sıyga: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. İlal: Harf-i illetlerin (Elif, vav, ya harfleri) kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. Meyân-ı kâfiye-dâr: Vav: Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Mâkabli: Öndeki. Üstteki. Geçmişteki. Hurûf-i sâlime: İçinde harf-i illet bulunmayan kelime. (Elif, vav, ya harfleri.) Müttefikan: Beraber olarak, anlaşarak, birlikte. Medd: Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı. Cumhur: Halk topluluğu. İhtisar: Sözün kısaltılması. — Demek ki: Camii kurbündeyiz Süleyman’ın. — “Demek” de var mı ya? Karşında! 228 — Lakin insanın. Nasıl kararmada maziye tırmanan nazan! Bugün, bizim tepemizden bakan şu asan. Sıyânet eylemeden âciziz, değil yapmak... — Hakikat öyle! Şu mabet nedir? Şu haşmete bak! — Bırak ki camisi, dünyada olmaz öyle eser; Fakat nedir şu heyâkil, nedir şu medreseler! Uzaktan andırıyorlar nitâk-ı simini, Ki sarmak isteyerek vahdetin nedimesini; Atılmış üç tarafından kement olup beline; Fakat değil beli, damanı geçmemiş eline! Beşer değil mi? Teali de etse irfanı, Nasıl kucaklayabilsin harim-i Yezdan’ı? Evet, medâris o vahdet-serây-ı muhteşemin; Önünde: Hürmetidir dine her zaman ilmin. Bütün şu kubbelerin mevce mevce silsilesi: Huzûr-i Hak’ta kapanmış sücut kafilesi! — Bugün de öyle mi lakin? — Değilse kimde kusur? Bu nâhalefliği biz yapmışız; selef mazur. Oyup sıçan gibi her dört adımda bir kemeri, Deden mi açmış o miskin kılıklı kahveleri? Hayır, deden sana, bak, hastahaneler yapmış! Yanında Mekteb-i Tıbbiyye’ler, neler yapmış! Şu gördüğün kocaman kütle yok mu? Dârü’t-Tıb. — Demek: Bu medrese, Tıbbiyye Mektebi’ydi... — Ayıp! — Ayıp nedir? — Bunu olsun görüp de bilmemeniz. — Bakılsa öyle... Fakat “Bilmeyin!” diyen yine siz! Kurb: Yakınlık. Yakında oluş. Asan: Kolay. Sıyânet: Koruma veya korunma. Heyâkil: Heykeller. Nitâk-ı simin: Gümüş kuşak. Vahdet: Birlik. Yalnızlık. Teklik. Nedime: Kadın sohbet arkadaşı. Kement: Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. Daman: Etek. Kenar. Taraf. Beşer: İnsan. Teâli: Yükselme. Yüceltme. İrfan: Bilmek, anlayış. Yezdan: Cenab-ı Hak. Medâris: Medreseler. Mevce mevce: Dalga dalga. Silsile: Zincir. Sücut: Secdeye varmak. Nâhaleflik:Halef olmayan. Devamı olmayan. Mekteb-i Tıbbiye: Tıp Mektebi. Dârü’t-Tıb: Tıp Fakültesi. — Tababetin o kadar muhteremdi mevkii ki: 229 Birer tabib-i fünûn-aşinâ çıkar, eski. Müderrisinimizin en güzide efradı. Yazık, o nesl-i kerimin vefasız evladı, Bırakmış öylece, hiç bakmamış müesseseye; Neler görür neler insan girince medreseye! Dolaşmak isteyerek daldığım olur bazı: Adım başında asırlarca sayin enkazı. Takılmamak, hani, kabil değil ayaklarına! Nazar nüfuz edecek olsa hangi bir yığına: Ya bir müdekkıkin esrar-ı tanıman defin; Ya bir müşerrihin asan saklı... Hem ne hazin! Çamurda saplı, geniş rahleler bütün mermer... Demek: Muallimi teşrihi vermemiş ezber; Kitab-ı naşı serip taşların uzunluğuna, Açıp açıp okumuş karşısında bulduğuna. Bugün, o rahlelerin kendi naaş olup yatıyor; Üzerlerinde bekârlar fasulye kaynatıyor! — Vefa’ya çıksa gerektir bu eğri büğrü sokak... — Evet, Vefa’ya iner. — Galiba epeyce uzak... Değil mi? — Hiç de değil... Sen yoruldun anlaşılan! — Unutmuşum, hani, yoktur da geldiğim çoktan. — Sapınca, doğru Vefa meydanındayız şimdi. — Biraz tanır gibi oldum... Ya az mı geçtimdi! — Al işte istediğin: Türbe, taş konak, karakol... — Fakat bunun nesi meydan? Bu âdeta bir yol... Tuhaf değil mi ya? — Vaktiyle belki meydandı... Kapanmış olsa da gittikçe, kalmış eski adı. — Epeyce kahve de var... — Nerde yok ki? Her yerde! Onunla millet-i merhume uğramış derde! Bekası var mı cihanın düşünme âkıbeti! Uzan şu peykeye: Buldun demektir ahireti! Tabâbet: Hekimlik. Doktorluk. Tabib-i fünûn-aşinâ: Bildik bilimin doktoru. Efrâd: Fertler. Nesl-i kerim: Şerefli nesil. Say: Çalışma, Çalışıp çabalama. Birinci defa imiş binmiş ihtiyar kayığa; Müdekkik: Dikkatle araştıran. Defîn: Medfun, defnedilmiş, gömülü. Müşerrih: Açıklayan, şerh eden. Kitab-ı naş: Cenaze kitabı. Millet-i merhume: Müslümanlar, İslam milleti. 230 Piyade yağ gibi kaydıkça doğrulup açığa; Işıldamış gözü, bir kav çakıp demiş: “Ya Hay! Ömür ömür bu ömür işte: Hem otur, hem kay!” Şu peykeler de o tiryakinin “ömür” dediği; Piyadenin eşidir: Yan gelir misin?.. Ne iyi! Hayat akıp gidecekmiş... Ne var kederlenecek? Zaman zaman bu zaman... Durma bir nefes daha çek! Sefâna bak ki ya çıktın, ya çıkmadın yarına! — Dönüp dönüp bakıyorsun... Ne geldi hatırına? — Şu karşılıklı binalar düşündürür mü seni? — Niçin düşündürecek, önce söyle hikmetini... — Şu sağ taraftaki? — Mektep. — Evet, bu cephedeki? — Bir eski medrese olmak gerek... Değil mi? — Peki. — Peki nedir? Biraz izâh edilse, çok eksik! — Zavallı milleti vahdet-cüdâ eden “ikilik” Sırıtmıyor mu? O pis dişleriyle karşında? Nasıl tükürmesin insan şu hâle baksın da? Yıkılmamış, ne kadar yıkmak istesek, iman; Ayırmak istemişiz sonra dini dünyadan. Ayırmışız, ederek Şer’i muttasıl ihmâl; Asıl ikincisi olmuş, şu var ki, berzede-hâl! Evet, bu sıska vücûdun yarın durur nefesi; Fakat şu gördüğün “Ekmekçioğlu Medresesi”. Yaşar, demir gibi göğsüyle, belki on bin yaş... Ya her kaburgası: Kurşunla bağlı yalçın taş! Olaydı koskoca millette bir beyinli kafa; “Vücudu bir yana atmak, dimağı bir tarafa, Akıllı kârı değil!” der de böyle yapmazdı. Ne oldu, sor bakalım? Milletin öz evladı, Yabancıdan daha düşman kesildi birbirine! — Sonunda kardeş olurlar tabiatıyla yine. — Zaman bilir onu artık. — Kemer gözüktü hele... — Gözükmesin mi ya? Bir hayli kısmı geçti bile. — Zavallı saklanıyor: Hâli görmek istemiyor! — Kurûn-i mâziyemizden bakan şu “gözler”e sor: Vahdet-cüdâ: Birlik – ayrılık. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. O neydi, dağ gibi erler ki arza hâkimdi... Berzede: Toplanılmış, bir araya getirilmiş. Kurûn: Asırlar. Devirler. Çağlar. 231 Nedir karıncalanan nesl-i müzmahil şimdi? — Hakikat, öyle küçülmüş ki: “Yok!” de, geç artık... — Asıl bu, yok gibi varlık değil mi maskaralık? — “Gebermeliydi.” mi dersin? Gebermişiz, ne çıkar? Kolay değil o da... İnsanca ölmenin yolu var. Cemaatin arasından “Kalırsa: El beğenir; Ölürse: Yer beğenir.”, dört adam çıkarsa, getir! Bırak da ölmeyi, anlat şu gördüğün kemeri; Büyüklüğünde midir, nerdedir bunun hüneri? — Gelince baktılar Osmanlılar ki memlekete, Su yok. Su, hâlbuki gayet mühimdi... — Elbette. — Düşündüler bunu nerden, nasıl getirmesini; Sonunda öyle bir iş yaptılar ki: Pek fenni. Tutulmuyor ya esasen bugün de başka tarik, Suyun isalesi, tevzii, mutlaka tazyik. Tanesiyle olur... — Şüphesiz! — Fakat, makine, Henüz bilinmediğinden, o kuvvetin yerine; Menâbi’in değişen rakımından istihsâl; Olunma bir sıkı tazyik edilmiş istimâl. Bulunca en iyi tazyikin en kolay yolunu; Kaçırmamak için artık onun tefâzulunu, Hemen şu âbideler başlanılmış ilâya... Fakat mehâret-i sanat bununla bitti mi ya? Hayır! Görülmelidir ayrı ayrı maksemler: Bakınca hayret edersin... Ne ince iş, ne hüner! Hakikaten şaşacak şey... Ne vâkıfâne hesap! Su öyle bir dağıtılmış ki... -Olmasaydı harapAlırdı hakkını her çeşme; damlanın kesri Kadar tehallüfü hatta sezerdi «ölçü»leri. Nesl-i müzmahil: Çökmüş nesil. İsale: Akıtmak, dökmek. Tevzii: Dağıtmak. Tazyik: Daraltmak, sıkıştırmak. Menâbi: Kaynaklar. Pınarlar. İstihsâl: Elde etmek. Üretmek. İstimâl: Kullanmak. Faydalanmak. Tefâzul: Miktar fazlası, fark. İlâ: Yükseltmek. Mehâret-i sanat: Sanat yeteneği. Maskem: Dağıtım merkezleri. Tehalüf: Birbirine zıt olmak. 232 — Şu karşımızda duran kubbe galiba türbe... — Ayol! Namaz geçiyor... Amma dalmışız lafa be! Bırak da türbeyi sen şimdicek biraz çabuk ol! — Canım neden koşalım? Var ya vaktimiz bol bol… Yetişmemiş bile olsak, kazası mümkündür! — Hayır, yetişmeli, madem edâsı mümkündür! — Demek: Sıvanmalı abdeste... Bari bir çeşme; Olaydı... — Çeşme mi? Al işte! — Dur, fakat gitme! — Senin uzun sürecek, anladım ki abdestin; Fotin çıkarması bilmem ne... Çünkü yok mestin. Bırak da ben gideyim, sonradan gelirsin sen... Gecikme ha! — Gelirim... Görmek isterim zaten. 233 “Allah’a sığınırım, kovulmuş Şeytan’dan. Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlarım. Allah ve melekleri Peygamber’e salat edip onun şanını yüceltmektedir.” (Ahzâb/56) “Ey müminler, siz de ona salat ve selam edin... Ey Allah’ım, o ümmi Resûl’e, onun yakınlarına ve dostlarına selam olsun; onların şanlarını yücelt.” (Salavat) “Onlar, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki kudret ve hâkimiyetini görmüyorlar mı?..” (Â’raf (7) sûresi, 185. âyetin başı) VÂİZ KÜRSÜDE Tutun da “zerre”lerinden, çıkın “sehâbiyye”; Denen yığın yığın eşbâh-i âsümânîye. Hülasa, âlem-i imkânı devredin; o zaman; Şühûda bağlı bir imanla hükmeder vicdan: Ki hilkâtin ne kadar şekli varsa: Ulvisi, Kesifi, müdriki, uzvisi, gayr-ı uzvisi. Kemâl-i şevk ile mahkûmu aynı kânunun... Bütün şuûn-i avâlim tecelliyâtı onun. Nedir ki etmededir fıtratın bu kânunu, Fezayı, gökleri, deryayı, deşti, hâmûnu, -Adımlarında zekâdan seri olup hattâEsiri kaplayacak füshatıyla istilâ? Evet, soruldu mu idrâke ansızın bu suâl, Lisan-ı hâli şu düstûru haykırır derhâl: “Bekâyı hak tanıyan, sayi bir vazife bilir; Çalış çalış ki bekâ say olursa hak edilir.” Sehâbiyye: Bulutlar. Eşbâh-i âsumânî: Gök cisimleri. Şühûd: Şahitler. Hilkât: Yaratma. Yaratılış. Ulvi: Yüksek, yüce. Kesif: Koyu. Çok sık ve sert. Müdrik: Aklı eren. Anlayan. Uzvi: Vucuda ait. Canlı. Organik. Şuûn: İşler, fiiller. Havadis. Avâlim: Âlemler. Cihanlar. Tecelliyât: Görünme. Bilinme. Fıtrat: Yaradılış, huy, hilkat. Feza: Gökyüzü. Hâmûn: Bozkır. Büyük sahra, düz ova. Füshat: Vüsat, genişlik, açıklık. Bekâ: Devamlılık. Say: Çalışma, Çalışıp çabalama. Konulsa rahle-i tetkike hangi bir mevcut; 234 Olur tekasüfü bir sayi daimin meşhut. Ademle karşılaşan zıt vücût olur, demeyin; Onun mukabil olan kutbu saydir. Sayin; Gezip dolaştığı ıssız, çorak fezâ-yı adem; Bakarsınız ki: Çıkarmış vücuda bir âlem. Tevakkuf ettiği hesti-serây-ı dûra-dûr, Görürsünüz ki: Ademdir... Ne bir ziya, ne de nur! Kulak verin de neler söylüyor bakın idrâk: Bu, lücce lücce tekasüf, bu say-i dehset-nâk, Beliğ sayidir ummân-ı kudretin, ezeli; Hurûş-i feyz-i ezel her kutayresinde celi. Mükevvenâtı ezelden halas edip ebede Sürükleyen; onu hayret-fezâ hüviyyette Tekallübât ile bir müntehâya doğru süren; Hem istikâmeti dâim o müntehâya veren, İrâde hep ezeli sayidir, bakılsa, onun; Kimin? O kudret-i mahzın, o sırr-ı meknûnun! Ne dinlenir, ne de âtıl kalır, velev bir an, Şuûn-i hilkati teksif edip yaratmaktan. Tasavvur eyleyelim şimdi başka bir kudret, Ki hep kuvâyı doğurmuş, esası madde... Evet. Nedir bu? Başka değil, aynı cilvenin işidir: Bütün ezeldeki sayin tekâsüf etmişidir. Şu madde yok mu ki almakta birçok eşkâli, Onun da varmadadır saye asl-ı seyyâli. Neden mi? Çünkü bütün kudretin tekasüfüdür. Zaman da saye çıkar: Çünkü hep onunla yürür. Mekân da saye varır: Sayi sıfra indiriniz, Mekân tasavvur edilmez, muhal olur hayyiz. Rahle-i tedkik: İnceleme rahlesi. Tekasüf: Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Meşhût: Görünen. Şehadet edilen. Mukabil: Karşılık olan. Tevakkuf: Durma. Duraklama. Dûra-dûr: Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Adem: Yokluk, olmama, bulunmama. Lücce: Engin sular. Dehset-nâk: Dehşetli. Beliğ: Kâfi derecede olan. Belagatli kimse. Hurûş: Coşma. Gürültü. Kutayre: Damlacık. Celi: Parlak, açık, âşikâr, meydanda. Mükevvenât: Yapılmış ve yaratılmışlar. Halas: Kurtulma, kurtuluş. Tekallübât: Saldırılar. Müntehâ: Son, en son derece, en son yer. İstikâmet: Doğruluk, nâmuslu hareket. Yön, cihet. Mahz: Safi ve hâlis. Katıksız. Meknûn: Örtülü, gizli. Saklı. Âtıl: İşlemez. Boş. Teksif: Sıklaştırma, koyulaştırma, yığma, toplama. Saye: Gölge. Seyyâl: Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Muhal: İmkânsız. Hayyiz: Cihet, yön. Ulûm-i şahikadan fışkıran sütûn-i ziya, Dayandı göklere; lakin yetişmiyor hâlâ, 235 Bülent nüsha-i icadın ilk sahifesine. Bu ilk sahife müebbet zalam içinde yine! Görünmüyor ki okunsun sevad-name-i gayb; Yakine sed çekiyor her satırda yüz bin reyb. Ziyaya doğru yüzüp gitmek istedikçe hayal, Sürüklüyor onu girdaba dalga dalga leyal! Meâl-i hilkate imkânı yok yetişmemizin; Fakat, o nüsha-i tekvin-i hayret-engizin. Başında pek iri bir hatla parlıyor, yalnız; Şu cümleler ki eğer görmemişseniz, alınız: “Bekâyı hak tanıyan sayi bir vazife bilir; Çalış çalış ki beka say olursa hakkedilir.” Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır; Güneş çalışmada, seyyareler çalışmadadır. Didinmeden geri durmaz nücûm-i gisû-dâr; Bütün alın teridir durmayıp yağan envâr! Yabancı sanmayınız seyredip de ecrâmı... Bir eski ailedir, gökyüzünde aramı. Şu var ki merkezi tâ asumanda olsa bile, Gelip gelip bizi besler kemâl-i minnetle. Fakat bu aile hiç benzemez bizimkilere; Bozuşmamış onun efradı belki bir kerre. Lisan-ı hâl-i tabiat lisandır onlara da, Bir ihtisas teâtisidir dönen arada. Bir ihtisas ki pek incedir... Fakat keskin... Ne hasbihal-i semavi! Nasıl belağ-i mübin! Görün şu aile efradının sevişmesini: Küçük, büyüklerinin ruhu, kurretü’1-ayni; Büyük, küçükler için dâyedir, mürebbidir... Gider, hayatını tanzim eder, görür gözetir. Ulûm: İlimler, bilgiler. Şahika: Dağ tepesi, zirve. Nüsha: Yazılı bir şeyden çıkarılan kopya. Müebbet: Ebedî. Dâimî. Sonsuz. Zalam: Karanlık. Zulmet. Sevad-name-i gayb: Görünmeyen kara yazı. Yakin: Şüphesiz, sağlam ve kati olarak bilmek. Reyb: Şek, şüphe. Leyal: Geceler. Tekvin: Var etmek. Meydana getirmek. Hayret-engiz: Hayret veren. Seyyare: Bir yerde durmayıp yer değiştiren.(Gezegenler.) Nücûm-i gisû-dâr: Kuyruklu yıldızlar. Güneş ki ailenin mihriban reisi odur, Serir-i muhteşeminden süzüp fezayı vakur. Envâr: Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Ecrâm: Ruhsuz büyük varlıklar. Minnet: İyiliğe karşı duyulan şükür hissi. Efrad: Fertler. Askerler. İhtisas: Kendine mahsus kılmak. Teâti: Karşılıklı alıp vermek. Hasbihal-i semavi: Gökle ilgili sohbet. Belağ-i mübin: Açıkça anlaşma. Kurretü’l-ayn: Gözbebeği. Dâye: Çocuk hizmetçisi. Çocuğa süt veren. Mürebbi: Terbiyeci, terbiye eden, yetiştiren, ders veren. Pedagog. Tanzim: Sıraya koymak. Sıralamak. 236 Nazarlarıyla arar her tarafta mevkibini; Nasıl ararsa bir âvâre yâr-ı gaibini. Bulunca hepsini artık o nazenin sine, Alır birer birer âgûş-i hâr-ı şefkatine. Bu hânümânı tutan hep onun himâyesidir; Üzerlerinde gezen saye, kendi sâyesidir. O sayedir ki: Yayıldıkça nuru ebada, Hayat ışıkları başlar saray-ı minada. Evet, bu aile efradı durmuyor... El ele; Verip, ezelde çizilmiş bir istikâmetle, Kemâl-i mümkini idrâke doğru hep koşuyor; Fezada füshati gördükçe büsbütün coşuyor! Bu azm-i kahiri nevmit eder mi bir hâil? Yolun uzunluğu, zirâ vazifesinde değil! Ne ıttırâd-ı müebbet! Ne muntazam hareket! Ya ellerindeki bernâmec, etseniz dikkat, Bir incelikle mesaiyi münkasimdir ki: Ne inceliktir o, kâbil değildir idrâki. Görülmüyor birinin istirahat eylediği... Onun tevakkufu, zira bütün bir aileyi; Dakikasında perişan eder, ezer, bitirir. Demek ki: İstese bir zerre bin cihan devirir! Fakat o zerre için nerdedir atâlete meyi? Bakın durur mu Süreyya, bakın durur mu Süheyl? Görüp Süheyl’ini Şirâ da her zaman çalışır; Bakar uzaktaki Ayyûk’a, Ferkadân çalışır. Kararı yok hele Râmih’le Azel’in bir an. Hülasa, his ile yâhut nazarla fark olunan, Nücûm-i nâmütenâhî bütün çalışmakta... Sükûn tasavvuru kâbil mi bud-i mutlakta? Mihriban: Sevimli, yumuşak huylu ve güler yüzlü. Serir: Köşk. Vakur: Ağırbaşlı, temkin sahibi. Mevkib: Kafile. Alay. Yâr-ı gaib: Görünmeyen sevgili. Nazenin: İnce, nazlı, zayıf, lâtif. Agûş-i hâr-ı şefkat: Sıcak, merhametli acıyan kucak. Hânümân: Ev bark. Sâye: Gölge. Saray-ı mina: Parlak saray. Füshat: Vüsat, genişlik, açıklık. Bu mevkibin, gece gündüz koşan bu kafilenin; Nevmit: Ümitsiz, cesareti kırılmış. Ittırâd: İntizamlı, uygun şekilde. Bernâmec: Program. Münkasim: Bölünmüş. Tevakkuf: Durma. Duraklama. Atâlet: Boş durma. Tembellik. Süreyya: Ülker (Pervin) yıldızı. Süheyl: Kuzey kutup yıldızının benzeri.Kolay ve yumuşak. Ferkadân: İkiz yıldızı. Nücûm-i nâmütenâhî: Sonsuz yıldızlar. Bud-i mutlak: Kesin uzaklık. 237 Mürettebatı birer saltanatlı ailenin. Reis-i dâimidir; vakıa bu aileler; Görünmüyor bütün ebadı yoklasak yer yer; Fakat delâlet-i nuruyla gezseniz ilmin, Vücudu anlaşılır her adımda bin necmin. Bu âilât-ı semaviyye ittihat ederek, Doğar ki sine-i minâda bir kabile, gerek; Serîr-i sânı, gerek zatı daima mestur. Kalan reisine münkat olup, sürekli, vakur, Fakat sevimli bir âheng-i tam-ı vahdetle, Çalışmadan geri durmaz o muhteşem kütle. Bu kütle işte bizim kâinâtımızdır ki: -Kuşatmasıyla beraber nazarda eflâkiHududu çevriliyor kehkeşan nitâkıyla. Geçin nücûmu... Sehâbiyyeler de, hakkıyla; Tekâmül etmek için uğraşır, döner, didinir, Birer kabile, birer kâinat-ı vâsidir. Bu kâinat-ı semaviyyenin -ki bir takımı, Deminki aile şeklindedir- kalan kısmı. Henüz meşime-i hilkatte saklı efrada; Hayat vermek için muttasıl çalışmakta. Mevkib: Kafile. Alay. Mürettebat: Tertip edilmiş olanlar. Gemide çalışan şahıslar. Necm: Yıldız. Âilât-ı semaviyye: İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan aileler. Sine-i minâ: Saray sinesi. Serîr-i sân: Benzer taht. Mestur: Gizlenmiş. Münkat: İnkıta eden, kesilmiş, kesilen. Nedir ki saha-i kudret denen bu zıll-i medid? Eflak: Felekler, gökler. Kehkeşan: Samanyolu. Nitâk: Kemer, kuşak. Tekâmül: Kemâl bulma. Olgunlaşma. Kâinât-ı vâsi: Geniş, enli. Bol. Engin. Kâinât-ı semaviyye: İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan kainat. Meşime: Dölyatağı, ana rahmi. Hilkat: Yaratma. Yaratılış. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. 238 Ziya adımları hatta mesahadan nevmid! Nedir nizam-ı mesai bu küll-i saide? Nedir ki sevk ediyor hiç dağıtmadan ebede? Bu bî-nihâye avalim idaresiz yürümez... Fakat idare için hangi noktadır merkez? Nedir ki mevkiyi, ebada sığmayan bu yığın, İçinde, şimdi bizim kendi kâinatımızın? Harim-i hikmet-i eşyaya hiç sokulmamalı: O bir cihân-ı muamma ki büsbütün kapalı! Bilir misin, ne kadar hiç imişsin ey idrâk! Bu ukdeler edecek miydi böyle sineni çâk? Ya sen, ne âciz imişsin zavallı akl-ı beşer! Mücâheden çıkacak mıydı binnetice heder? Evet, avalimi, hiç şüphe yok ki, bir kânun, İdare etmede... Lâkin nedir meali onun? Cihan şu gördüğümüz kütleden ibaret mi? Bütün avâlim-i meşhûde, yoksa hiç ismi. Bilinmeyen, sayısız, kâinat-ı uhrânın, Kemine cüzü müdür? Maverası ekvânın. Âdem değilse, nasıldır, nedir vücûdu aceb? Neden bu leyl-i serâir açılmıyor yâ Rab? Bu cûş-i cüreti etmekte ansızın mebhût, Şu ses ki, mevc-i bülendiyle çalkanır melekût: “Unutma kendini, hem bilmiş ol ki ey insan, Müebbeden kalacak hilkatin esası nihan. Semayı alması kabil mi bir avuç hâkin? O sahalar ki yetişmez ziya-yı idrâkin, Tasavvur et: Ceberûtum için bidayettir! Mükevvenât ki fikrince bî-nihâyettir. Saha-i kudret: Güç sahası. Zıll-i medid: Devamlı gölge. Mesaha: Genişlik. Nevmid: Ümidsiz. Küll-i saide: Avâlim: Âlemler. Cihanlar. Ukde: Düğüm, bağ. Çâk: Yarık, çatlak, yırtmaç. Mücâhede: Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme. Meşhûd: Görünen. Uhrâ: Ahir, gayr, son, sonra. Kemine: Hakir. Aşağı. Mavera: Bir şeyin gerisinde, arkasında veya Kemine zerresidir âsümân-ı hilkâtimin; ötesinde bulunanlar. Ekvân: Alemler. Varlıklar. Serâir: Gizli şeyler, sırlar. Cûş-i cüret: Cesaret çoşkusu. Mebhût: Hayretle, şaşkın. Mevc-i bülend: Yüksek dalga. Nihan: Gizli, saklı. Hâk: Toprak. Ziya-yı idrâk: Anlayış ışığı. Ceberût: Büyüklük. Bidayet: Başlangıç. İlk önce. Mükevvenât: Yapılmış ve yaratılmışlar. Bî-nihâyet: Sonsuz, nihayetsiz, tükenmez. 239 Gelip kenarına umman-ı sermediyyetimin. Rükû eder ebediyyen, kıyam eden idrâk; Zekâ sucuda varır, vehm olur karin-i helak. Senin o sahada yoktur işin! O saha, benim, Bütün halâika mesdûd Kâbe Kavseyn’im! * Harimi zâir-i tahmin için küşâde değil; Sarây-ı vahdetimin durma karşısında, çekil! Çekil de feyz-i mübinimle tâ ezelde sana; Müsahhar eylediğim bir cihanın ortasına. Atıl... Fezayı dolaş, asumana çık, yere in; Lisan-ı gaybım olan beyyinât-ı hikmetimin, Vücûdu inleten âheng-i yek-meâlini duy! Düşünme, haydi şu âheng-i sermediyyete uy: “Bekâyı hak tanıyan sayi bir vazife bilir; Çalış çalış ki bekâ say olursa hakkedilir.” Alın da bir küçücük taş, ziyâ-yı ilme tutun, Bütün nikâtını evvelce; sonra, kalkın onun Bakın vücuduna bir hurdebîn alıp, lakin, Bu hurdebin olacak kendi nuru idrâkin. Zemin kadar büyütün; asuman kadar büyütün; Hülasa, koskocaman bir cihan kadar büyütün; Görürsünüz ki: O bir damlacık vücuduyle, Katılmak isteyerek durmayıp giden şeyle. Önünde azmine hâil ne varsa, hep aşıyor. Demek ki: Şimdi bu taş canla, başla uğraşıyor. “Bütün avalimi lebriz eden mesaiye, Benim de sayim olunmak gerek ilave...” diye. Kemine: Hakir. Aşağı. Ummân: Büyük deniz. Okyanus. Sermediyyet: Daimlik, süreklilik. Karin-i helak: Helak kılıcı. Halâik: Mahlukat. Yaratılmışlar. Mesdûd: Seddedilmiş. Kapatılmış. Zâir: Ziyaret eden, ziyaretçi. Küşâde: Açık. Açılmış. Ferahlı. Feyz-i mübin: Açık bolluk. Bu seng-pâreyi siz şimdi görmeyin nâçîz... Müsahhar: Fetih ve teshir olmuş. Lisân-ı gayb: Kayıp dil. Beyyinât: Beyyineler. Açıklanmışlar. Yek-meâl: Tek açıklama. Nikât: Nükteler. İnce mânâlar. Hurdebîn: Mikroskop. Hâil: Korku ve dehşet veren. Lebriz: Taşacak kadar. Taşkın. Say: Çalışma. Kabe Kavseyn: “İki yay kadar.” ve “İlahî sırra çok yakın.” demek olan bu ifade ile Necm (53) sûresinin 9. âyetine işaret ediliyor: “Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar yâhut daha az kaldı.” 240 * O, bir vücûd-i muazzam; o, bir cihan-ı veciz; Ki -encümiyle, şümûsıyla, asümanıyla, Tevâbiyle, sehabiyyesiyle- aynıyla, Bizim şu bildiğimiz kâinatı gösteriyor! Hayâl o manzaranın dehşetinden ürperiyor: Birer kabîledir eczâ-yı ferdi; zerrâtı, Sırayla ailelerdir; alın zureyrâti: Görünmemekle beraber yığın yığın efrat, Demek, o, sine-i ebâdı inleten feryat; O, her taraftaki âheng-i -i gulgule-hiz; O girûdâr-ı umûmî... Bakılsa en nâçîz. Taşın nazik-i vücûdunda mündemiç... Hayret! Bu seng-i camidin eczâ-yı ferdi bir vahdet, Bir imtizâc-ı müebbedle eyliyor deveran, Ki her tekâsüfü mahsûl-i sayinin o zaman, Temessül etmede birçok kuva-yı galibeye: Ya inkılap ediyor heyetiyle cazibeye; Ya başka türlü hüviyyet alıp ziya oluyor; Ya reng-i şule-i berkide rû-nümâ oluyor; Ya bir hararet-i seyyâle eyliyor tesis; Ya ihtizaz ediyor mevce mevce mıknatıs. Acep, nümune-i ekvân olan bu, zaten ufak, Vücudu nâ-mütenâhî küçültecek olsak? Küçüldü, farz edelim, oldu akıbet zerre... Görün, şu zerreyi tetkik edin de bir kerre. Nasıl hurûş ile kalbinde eyliyor daraban. Avâlimiyle beraber şümûs-i bî-pâyan! Semalarında uçan aynı muttarit ahenk; Denizlerinde gezen aynı say-i rengârenk. Bakın ki: Zerre de bir hiç olan vücuduyle, Muvaffak olmadadır kâinatı temsile. Seng-pâre: Taş parçası. Encüm: Yıldızlar. Şümûş: Şemsler, güneşler. Tevâbi: Bir kimseye tâbi olanlar. Sehabi: Bulut ile alâkalı. Zerrât: Zerreler. Gulgule: Bağrışıp çağrışma. Girûdâr: Savaşlar. Mündemiç: Dürülüp sarılan, içine sokulmuş olan. İçine alınmış olan. Seng-i camid: Katı, sert taş. Eczâ: İlaç. Görün ki: Zerreyi etmektedir cihan tanzir. Fakat bu bahr-i serâir ki mümteni takdir. İmtizâc: Karışmak. Müebbed: Ebedî. Tekâsüf: Kesifleşme. Yoğunlaşma. Temessül: Benzeşmek. Cisimlenmek. Kuva-yı galibe: Galip güç. Şule-i berkide rû-nümâ: Şimşek parıltısından oluşan. Seyyâle: Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. İhtizaz: Haz duymak. Ferahlamak. Ekvân: Âlemler. Mahluklar. Nâ-mütenâhî: Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Muttarit: Sıralı. Düzgün. Muvaffak: Başarmış. Gayesine erişmiş. 241 Güneşte, gölgede, her yerde cûşa geldikçe, Atar kenara şu yüksek meali bir mevce: “Bekâyı hak tanıyan sayi bir vazife bilir; Çalış çalış ki beka say olursa hakkedilir.” Görün kuvâ-yı tabiatte sayi mutadi: Çalışmasaydı hararet, mevasim olmazdı. O, bir zaman azalıp sonra bir zaman çoğalıp; Buhar eder suyu, teksif eder buharı alıp. Ziya durur mu ya? Zulmetle daima yansır... Ne varsa hâsılı... Toprak, deniz, bütün çalışır. Tesaudâtı buharın bulut yığar havaya, Teressübâtı sehabın nehir yayar ovaya. Zemin semaya alev püskürür içinden tâ; Mukabilinde sağar yıldırım zemine sema. Duyup hurûşunu cevvin hurûş eder enhâr; Köpük saçar bunu gördükçe bâd-ı velvele-dâr! Nedir bu gökteki sesler? Nedir bu yerdeki cûş? Evet, kuvâ-yı tabiiyyenin bu dûşa-dûş. Mücâhedâtı ki bir bî-nihâye silsiledir, Tezâhumuyla yerin sinesinde, yükseltir. Hayatın ismini tebide bir büyük timsal, Ki cebhesinde tecelli eder durur şu meal: “Bekayı hak tanıyan sayi bir vazife bilir; Çalış çalış ki beka say olursa hakkedilir.” Zevil-hayata bakın... Koşmuyor mu hakk-ı hayat; Peşinde cümle nebatat, cümle hayvanat? Müessirat-ı tabiatla daim uğraşarak; Bütün cihan gibi onlar da istiyor yaşamak. Avamilin kimi teyit eder bekalarını; Hücum eder kimi tacil için fenalarını. Tanzir: Benzetme. Benzetilme. Nazire yapma. Bahr: Deniz. Serâir: Gizli şeyler, sırlar. Mümteni: İmkânsız, muhal, mümkün olmayan. Mutad: Alışkanlık. Mevasim: Mevsimler. Tesaudât: Yukarı çıkma(lar). Teressübât: Dibe çökme(ler). Sehab: Bulut. Zavallılar, hani, bir an içinde bin kerre, Mukabil: Karşılık olan. Hurûş: Coşma. Gürültü. Cevv: Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Enhâr: Nehirler, çaylar, ırmaklar. Bâd-ı velvele-dâr: Gürültülü yer. Dûşa-dûş: Omuz omuza. Mücâhedât: Uğraşmalar. Cihatlar. Nebatat: Nebatlar, bitkiler. Müessirat: Tesirli, dokunaklı olanlar. 242 Kaçıp ikinci takımdan koşar birincilere. Hayatı hak tanıyanlar yorulmuyor... Heyhat! Sükûn nedir, onu görmüş müdür ki uzviyyat? Bu kâr-zâra düşen hangi ferd-i uzvî ki, Kımıldamaz, onu çiğner geçer hemen öteki. Bu intiharı fakat nerden ihtiyar edecek? İlerleyip duruyor işte hiç kesilmeyerek. -Ezelde ruhuna mevdû-i dest-i fıtrat olanGüzide bir emelin arkasında koşmaktan. Değil visali, ki bir gayedir hayatı için, Hayâl-i vaslı da cazip o nâzenîn emelin! Bu gayenin, bu hayalin ümid-i idraki, Dolaştırır gece gündüz o ruh-i çâlaki. Zemini kendine hasretmek isteyip çalışır; Şu var ki başka emeller de ansızın karışır. Tezâhum etti mi amali birçok efradın; Kesilmez arkası artık cihâd-ı mutâdın! Bu harp işinde kazanmaktadır çalışmış olan; Çalışmayıp oturandır gebertilen, boğulan. Nedir muradı, bilinmez, fakat Hakim-i Ezel, Cihanı mareke halk eylemiş, hayatı cedel. Kimin kolunda mesai denen vefalı silah; Görülmüyorsa, ümit etmesin sonunda felah. Gerek hücuma geçilsin, gerek müdafaaya; Müsellah olmalı mutlak giren münazâya. Fakat cidâl-i hayatın bütün bu gulgulesi; Kalanların acı, ölmüşlerin acıklı sesi; Zaman zaman göğe yaprak nisâr eden eşcâr; Zemin zemin yere kaliçeler yayan ezhâr; Bahara karşı tuyurun garip nevhaları; Şikâr, önünde vuhûşun mehip sayhaları; Uzviyyat: Canlılık. Canlı uzva ait. Mevdû: Emanet bırakılmış, tevdi olunmuş. Dest-i fıtrat: Yaratılış eli. Güzide: Seçilmiş. Çâlak: Çeviklik, süratlilik, tezlik. Mutâd: Alışkanlık. Mareke: Savaş alanı. Müsellah: Silahlı, silahlanmış. Münazâ: Ağız kavgası, mücadele, çekişmek. Bedâyi’yle baharân, şedâidiyle hazân, Cidâl-i hayat: Hayat savaşı, mücadelesi. Gulgule: Bağrışıp çağrışma. Şamata, gürültü. Nisâr: Saçmak, dağıtmak. Eşcâr: Ağaçlar. Ezhâr: Satıhlar, yüzler. Nevha: Ölüye sesli ağlamak. Şikâr: Değerli, kıymetli. Vuhûş: Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar. Mehip: Heybetli, azametli, korkunç kimse. 243 Bu şiir-i hilkâti inşât eder durur her ân: “Bekâyı hak tanıyan sayi bir vazife bilir; Çalış çalış ki beka say olursa hakkedilir.” Değil mi ceng-i hayatın zebûnu âdem de? Mücâhedeyle yaşar çaresiz bu âlemde. Evet, mücâhede mahsulüdür hayat-ı beşer, O olmadıkça ne efrâd olur, ne aileler. Görün birer birer efradı: Muttasıl çalışır; Bakın ki aileler durmayıp nasıl çalışır. Alın sırayla cemaati, sonra akvâmı; Aceb cidâl-i maişetten ayrılan var mı? Nizâm-ı kevne nigehbân o sermedi kânun, Bütün cihanı tutarken tahakkümünde zebun, Garîb olur beşeriyyet çıkarsa müstesna. Hayır! Adâlet-i fıtratta yoktur istisna. Hayata hakkı olan kimdir anlıyor, görüyor; Çalışmayanları bir bir eliyle öldürüyor! Bekayı gaye sayanlar koşup ilerlemede; Yolunda zahmeti rahmet edip müzâhamede. Terakkiyâtını milletlerin gören, heyhat, Zaman içinde zaman etse, haklıdır, ispat. Bakın mücahit olan Garb’a şimdi bir kerre: Havaya hükmediyor kani olmuyor da yere. Dönün de âtıl olan Şark’ı seyredin: Ne geri! Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri! Nedir şu bir sürü fenler, nedir bu sanatlar? Nedir bu ilme tecelli eden hakikâtlar? Sefineler ki yarar kıta kıta deryayı; Şimendüfer ki tarar buka buka dünyayı; Şuûn ki berke binip seslenir durur ovada; Balon ki rûh-i kesifiyle yükselir havada... Hülasa, hepsi bu âsâr-ı dehşet-âkînin, Bütün tekâsüfüdür toplanan mesainin. Bedâyi: Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şeyler. Şedâid: Afât. Zebûn: Zayıf, güçsüz, âciz. Efrâd: Fertler. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. Fasılasız. Cidâl-i maişet: Geçim mücadelesi. Nizâm-ı kevn: Varlık düzeni. Nigehbân: Gözcü, gözetici, bekçi. Tahakküm: Zorla hükmetmek. Müzâhame: Birbirine zahmet verme. Terakkiyât: Terakkiler. Yükselişler. İlerlemeler. Şuûn: İşler, fiiller. Havadis. Kesif: Koyu. Çok sık ve sert. Âsâr-ı dehşet-âkîn: Dehşet dolu asırlar. Tekâsüf: Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Aduvve karşı cehennem kusan mehip efvâh; 244 Omuzlarında savâik yatan sehâb-ı sipâh; Uyûn-i hırsa aman vermeyen ridâ-yı medid: Kovuklarında yanardağ duran husûn-i hadid; Refah içinde ömür sürmeler, meserretler; Huzur-i hatıra makrun büyük saadetler; Teeyyüt etmiş emeller, nüfuzlar, şanlar; Küçülmeyen azametler, sürekli ümranlar... Eder neticede sayin tecessümünde karar. Zaman zaman görülen ahiret kılıklı diyar; Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar; Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar; Sürünmeler; geberip gitmeler, rezaletler; Nasibi girye-i hüsran olan nedametler; Harap olan azamet, tarumar olan ikbâl; Sukût-i rûh-i umûmî, sukût-i istiklal; Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler; Esaretiyle mübâhî zavallı milletler; Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar; Ekilmemiş koca yerler, biçilmiş ormanlar; Durur sular, dere olmuş hela-yı cariler; Isıtmalar, tifolar, türlü mevt-i sâriler; Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar; Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar... Atâletin o mülevves teressübâtı bütün! Numune işte biziz... Görmek isteyen görsün! Bakın da hâline ibret alın şu memleketin! Nasıldın ey koca millet? Ne oldu âkıbetin? Aduvv: Düşman, hasım. Mehip: Heybetli, azametli, korkunç kimse. Efvâh: Menfezler, ağızlar, delikler. Savâik: Saikalar, yıldırımlar. Uyûn-i hırs: Hırslı gözler. Ridâ: Örtü, belden yukarı örtülen şey; şal. Husûn: Kaleler. Korunacak sağlam yerler. Hadid: Dağ eteği. Meserret: Sevinç. şenlik. Makrun: Ulaşmış. Kavuşmuş. Yakın. Teeyyüt: Kuvvetlenme. Kuvvet bulma. Tecessüm: Cisim şekline girmek. Göz önüne gelmek. Girye: Gözyaşı. Tarumar: Dağınık, karmakarışık, perişan. Hela-yı cari: Mevt-i sâri: Yaygın ölüm. Atâlet: Boş durma. Tembellik. Mülevves: Kirli. Pis. Bulaşık. Teressübât: Dibe çökmeler. Durulmalar. Süzülmeler. 245 Yabancılar ediyormuş -eder ya- istikrâh: Dilenciler bile senden şereflidir billâh. Vakarı çoktan unuttun, hayâyı kaldırdın; Mukaddesatı ısırdın, Hüda’ya saldırdın! Ne hatırâtına hürmet, ne ananâtını yâd; Deden de böyle mi yapmıştı ey sefil evlad? Hayatın erzeli olmuş hayat-ı mutâdın; Senin hesabına birçok utansın ecdadın! Damarlarındaki kan âdeta irinleşmiş; O çıkmak istemeyen can da bir yığın leşmiş! İade etmenin imkânı yoksa mâziyi, Bu mübtezel yaşayıştan gebermen elbet iyi. Gebermedik tarafın kalmamış ya pek, zaten... Sürünmenin o kadar farkı var mı ölmekten? Sürünmek istediğin şey! Fakat zaman peşini, Bırakmıyor, atacak bir çukur bulup leşini! Bugün sahife-i âlemde sen ki bir lekesin; Nasıl vücudunu kaldırmasın, neden çeksin? “İşitmedim.” diyemezsin; işittin elbette; “Tevakkufun yeri yoktur hayat-ı millette.” Sükûn belirdi mi bir milletin hayatında; Kalır senin gibi zillet, esaret altında. Nedir bu meskenetin, sen de bir kımıldasana! Niçin kımıldamıyorsun? Niçin? Ne oldu sana? Niçin mi?.. “Çünkü bu fâni hayata yok meylin! Onun neticesidir saye varmıyorsa elin.” Değil mi?.. Ben de inandım! Hüda bilir ki yalan! Hayata nerde görülmüş senin kadar sarılan? Zorun: Gebertmemek ancak “ölümlü dünya”da! Değil hakikati, mevtin hayali rüyada. Dikilse karşına, hiç şüphe yok, ödün patlar! Düşün: Hayata feda etmedik elinde ne var? Şeref mi, şan mı, şehâmet mi, din mi, iman mı? Vatan mı, hiss-i hamiyyet mi, hak mı, vicdan mı? İstikrâh: Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Ananât: Gelenekler. Erzel: Daha rezil. Çok fena. En rezil. Hayat-ı mutâd: Alışkanlık durumunda olan. Mübtezel: Pek bol ve ucuz. Değersiz. Tevakkuf: Durma. Eğlenip kalma. Şehâmet: Kahramanlık. Bahadırlık. Hiss-i hamiyet: Gayret hissi. 246 Mezar mı, türbe mi, ecdadının kemikleri mi? Salibi sineye çekmiş mesâcidin biri mi? Ne kaldı vermediğin bir çürük hayatın için? Sayılsa ah giden fidyeler necatın için! Çoluk çocuk kesilirken; kadınlar inlerken; Zavallılar seni erkek sanır da beklerken; Hayayı, ırzı ekip yol boyunca, çırçıplak, Kaçarsın, öyle mi, hey kalp adam sıkılmayarak! Değil ki “Dön!” diye binlerce yalvaran geride; Dikildi karşına ecdadının mekâbiri de; “Yolumda durma kaçarken!” dedin, basıp geçtin! İşitmedin mi ne söylerdi muhterem ceddin:* “Zafer ilerdedir oğlum, hücum edip aşarak, Hudud-u düşmanı, hiç yoksa bir mezar almak; Geçip de ricate bin yıl muammer olmaktan, Hayırlıdır...” Ne yaman söz, ne kahraman iman! Yazık ki sen şu büyük ruhu şermsâr ettin: Bütün mekâbir-i İslam’ı küfre çiğnettin! Birer lisan-ı tazallüm uzattı her makber... Zavallı taşlara lakin bakan mı var? Ne gezer! Değil mezardaki naşın enin-i telini, Figânı bunca hayatın çevirmemişti seni! Meramın: Ölmeyebilmek, fena değil bu karar... Fakat hayat için elzem hayatı istihkâr. Hayat odur ki: Nihayet bahası hûn olsun, Senin hayat-ı sefilin: Baha-yı namusun! Deden ne türlü yaşarmış... Adamsan öyle yaşa: “Eğer hümâ-yı zafer konmak istemezse başa, Haram olur sana kuzgun üşürmemek leşine!” Nasıl, bu sözleri tutmak gelir mi hiç işine? Mezelletin o kadar yâr-ı canısın ki yazık, “Ucunda yoksa ölüm!” her belaya göğsün açık! Salib: Haç. Mesâcid: Mescitler. Ricat: Geri dönme, çekilme, vazgeçme. Şermsâr: Utangaç, müstahyi, mahçup. Mekâbir: Kabirler. Mezarlar. Tazallüm: Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek. * Enin-i telin: Lanetli inleyiş. Elzem: Daha lazım. Çok lazım. İstihkâr: Hakaret etmek. Küçük görmek. Hûn: Kan. Hümâ: Devlet kuşu. Saadet. Mutluluk. Mezellet: Alçaklık. Zelillik. Gâzî-i muhterem Tiryâkî Hasan Paşa (rahmetullahi aleyh). 247 Dilenci mevkisi, milletlerin içinde yerin! Ne zevki var, bana anlat bu ömr-i derbederin? Şimale doğru gidersin: Soğuk bir istikbâl, Cenuba niyyet edersin: Açık bir istiskal! “Aman Grey! Bize senden olur olursa medet... Kuzum Puankare! Bittik... İnayet et, kerem et!” Dedikçe sen, dediler karşıdan: “İnayet ola!” Dilencilikle siyaset döner mi, hey budala? Siyasetin kani: Servet, hayatı: Satvettir, Zebûn-küş Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir. Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri, Üzengi öpmeye hasretti Garp’ın elçileri! O ihtişamı elinden niçin bıraktın da, Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında? “Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru; Belanı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu. Talep nasılsa, tabiî, netice öyle çıkar, Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var? “Çalış!” dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun, Onun hesabına birçok hurafe uydurdun! Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya! Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden! Yorulma, öyle ya, Mevla ecir-i hâsın iken! Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini, Birer birer oku tekmil edince defterini; Bütün o işleri Rabb’im görür: Vazifesidir... Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir! Çoluk çocuk sürünülmüş sonunda aç kalarak... Huda vekil-i umurun değil mi? Keyfine bak! Onun hazine-i inamı kendi veznendir! Havale et ne kadar masrafın olursa... Verir! Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen O; Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O! Şimal: Sol, sol taraf. Cenup: Güney. İstiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Satvet: Ezici kuvvet. Zebûn-küş: Düşkünleri ezen. Meşiyyet: Dilemek. İrade. Ecir: Sevap. Tekmil: Bitirmek, tamamlamak. Umur: Emirler. İşler. Levazım: İhtiyaç maddeleri. 248 Çekip kumandası altında ordu ordu melek; Senin hesabına küffârı hâksâr edecek! Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin: “Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızır’ı göndersin! Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak; Şifâ hazinesi derhal oluk oluk akacak. Demek ki: Her şeyin Allah!.. Yanaşman, ırgadın O; Çoluk çocuk O’na âit: Lalan, bacın, dadın O; Vekil-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O; Alış seninse de, mesul olan verişten O; Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O; Ya ordu lazım imiş... Askerin, kumandanın O; Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O; Tabib-i aile, eczacı... Hepsi hâsılı O. Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu! Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu? Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda; Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete... Ha? Yehûd Üzeyr’e, Nasârâ Mesih’e ibnullâh Demekle unsur-i tevhid olur giderse tebâh; Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı imana? Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdan’a? Kimin hesabına inmiş, düşünmüyor, Kur’ân... Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhatap olan! Bütün evâmire ilan-ı harb eden şu sefih, Mükellefiyyeti Allah’a eyliyor tevcih! Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin; Nasıl günahına girmez tevekkülün, kaderin? Sarılmadan en ufak bir işinde esbaba, Muvaffakıyyete imkân bulur musun acaba? Hamâkatin aşıyor hadd-i itidâli, yeter! Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster! “Kader” senin dediğin yolda Şer’a bühtandır; Tevekkülün, hele, hüsran içinde hüsrandır. Küffâr: Hak din olan İslamiyeti inkâr edenler. Kâfirler. Hâksâr: Perişanlık, düşkünlük, rezillik. Muhassıl: Hâsıl eden. Meydana getiren. Mütevekkil: Tevekkül eden. Unsur-i tevhid: Birlik unsuru. Tebâh: Mahvolmuş. Yıkılmış. Sefih: Zevk ve eğlenceye düşkün. Mükellefiyet: Bir işi yapmaya vazifeli oluş. Tevcih: Döndürmek, yöneltmek. Muvaffakıyet: Allah'ın yardımıyla başarı gösterme. Hamâkat: Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık. 249 Kader ferâiz-i imana dâhil... Âmennâ... Fakat yok onda senin sapmış olduğun mana. Kader: Şeraiti mevcut olup da meydanda, Zuhura gelmesidir mümkinâtın ayânda. Niçin, nasıl geliyormuş... O büsbütün meçhul; Biz ihtiyarımızın sûretindeniz mesûl. Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh; Senin vazifen itaat ne emrederse İlah. O, sokmak istediğin, şekle girmesiyle kader; Bütün evâmiri Şer’in olur bir anda heder! Neden ya, Hazret-i Hakk’ın Resul-i Muhterem’i, Bu bahsi men ediyor müminine, boş yere mi?* Kader deyince ne anlardı dinle bak Ashâb: Ebû Ubeyde’ye imdada eylemişti şitâb, Maiyyetindeki askerle bir zaman Faruk. -Tereddüt etme sakın, çünkü vaka pek mevsükTarik-i Şam’ı tutup doğru “Surg”a indi Ömer. Ebû Ubeyde hemen koştu almasıyla haber. Halife, Hazret-i Serdar’a: “Nerdedir ordu? Ne yaptınız? Yapacak şey nedir?” deyip sordu. Ebû Ubeyde: “Veba var!” deyince askerde; Tevâbiiyle Ömer durdu kalkacak yerde. “Vebaya karşı gidilmek mi, gitmemek mi iyi?” Muhâcirin-i kiramın soruldu hep reyi. Bu zümreden kimi: “Maksat mühim, gidilmeli!” der; “Hayır, bu tehlikedir der, kalan muhacirler. Halife böyle muhalif görünce efkârı; Çağırdı: Aynı tereddüdde buldu Ensâr’ı. Dağıttı hepsini, lâkin sıkıldı... Artık ona, Muhacirin-i Kureyş’in müsinn olanlarına. Müracaat yolu kalmıştı; sordu onlara da. Ferâiz: Allah'ın farz kıldığı ibadetler, yapılması mecburi olan din emirleri. Mevcûd: Var olan. Bulunan. İstiknâh: Araştırma. Evâmir: Emirler, emredilenler, vazifeler. Ashâb: Arkadaş olanlar. Şitâb: Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek. Maiyet: Beraberlik. Arkadaşlık. Mevsük: Kendisine inanılır olan. Tevâbii: Maiyyet. Muhâcirin: Göç edenler, hicret edenler. Kiram: Benzetmeli, kinâyeli. Müsinn: Yaşlı, ihtiyar. Hadis-i Şerif: “Kader hakkında ileri geri konuşmayın; zira kader, Allah’ın sırrıdır.”, Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, 1-132. 250 * Bu fırka işte bila-kayd-ı ihtilaf arada: “Vebaya karşı gidilmek hata olur.” dediler; “Yarın dönün!” diye Ashâb’a emri verdi Ömer. Ale’s-seher düzülürken cemaatiyle yola, Ebû Ubeyde çıkıp: “Ya Ömer, uğurlar ola! Firârınız kaderullahtan mıdır şimdi?” Demez mi, Hazret-i Faruk döndü: “Doğru, dedi. Şu var ki bir kaderullahtan kaçarken biz, Koşup öbür kaderullaha doğru gitmedeyiz. Zemini otlu da, etrafı-taşlı bir derenin, İçinde olsa deven, ya Ebâ Ubeyde, senin. Tutup da onları yalçın bayırda sektirsen, Ya öyle yapmayarak otlu semte çektirsen, Düşün: Kaderle değildir şu yaptığın da nedir?” Ömer bu sözde iken İbn-i Avf olur zahir, Hemen rivayete başlar hadis-i taunu.* Ebû Ubeyde tabiî susar duyunca bunu. Muhâcirin-i Kureyş’in, kibâr-ı Ashâb’ın, Şeriat’ın koca bir rüknü: İbn-i Hattâb’ın; Kader denince ne anlardı hepsi, anladın a!.. Utanmadan yine kalkışma Hakk’a bühtana. Tevekkülün, hele, manası hiç de öyle değil. Yazık ki: Beyni örümcekti bir yığın cahil, Nihayet oynayarak dine en rezil oyunu, Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hâle onu! Yazık ki: Çehre-i memsûha döndü çehre-i din; Bugün kuşatmada İslam’ı bir nazar: Nefrin. Tevekkül inmek için tâ bu şekl-i mübtezele, Nasıl uyuttunuz efkârı, bilsem, ey hazele? Nasıl durur acep alnında Şer-i masumun, Bu simsiyah izi hâlâ o levs-i meşumun? Tevekkül öyle yaman bir şiâr-ı imandı, Ki kahraman-ı fezâil denilse şayandı. Yazık ki: Ruhuna zerk ettiler de meskeneti; Bila-kayd: Kayıtsız. Ale’s-seher: Gün doğmadan evvel, seher vakti. Taun: Vebâ. Muhâcir: Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. Bühtan: İftira. Memsûh: El ile sıvanmış. Temas edilmiş. * Nefrin: Lanet, beddua. Mübtezel: Pek bol ve ucuz. Değersiz. Hazel: Gayret. Levs: Pislik, murdarlık. Kir. Meşûm: Kötü. Uğursuz. Bedbaht. Fezâil: Faziletler. Değerler. Meskenet: Miskinlik. Tembellik. ["Veba olan yere girmeyin; veba olan yerde iseniz çıkmayın." Hadis-i şerif: Buhârî, Tıb 30.] 251 Cüzama döndü, harap etti gitti memleketi! Tevekkül olmasa kalmaz faziletin nâmı... Getir hayaline bir kerre Sadr-ı İslam’ı: O bî-nihâye füyûzun yarım asırlık bir, Zaman içinde tecellîsi hangi sayededir? Bu müddetin ne ki akvama nispeten hükmü, Bir inkılaba yetişsin?.. Bu hiç görülmüş mü? Zaman içinde zaman tayyolunmak imkânı Görülmedikçe tahayyür bırakmaz inşânı! Zalâm-ı şirki yarıp fışkırınca din-i mübin, Yayıldı sine-i Batha’ya bir hayat-i nevin. Bu inkılabı henüz ruhu duymadan Garp’ın, Kuşattı satveti dünyayı bir avuç Arap’ın! Dayandı bir ucu tâ Sedd-i Çin’e; diğer ucu, Aşıp bulut gibi, binlerle yükselen burcu, Uzandı ansızın İspanya’nın eteklerine. Hicaz’ı Çin’i düşün nerde? Nerdedir Pirene! Nedir bu harikanın sırrı? Hep tevekküldür: Ki itimad-ı zaferden gelen tahammüldür. Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refik, Durur mu şevkine pervane olmadan tevfik? Cenâb-ı Hak ne diyor bak Resûl-i Ekrem’ine: “Bütün serâiri kalbin ihata etse, yine, Danış sahabene dünyaya ait işler için; Rahim ol onlara... Sen, çünkü rûh-i rahmetsin. Hata ederseler aldırma, affet, ihsan et; Sonunda hepsi için iltimâs-ı gufran et. Verip karan da azm eyledin mi... Durmayarak, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül edip yol almaya bak.”* Cüzam: Hansel basilinin (mikrobunun) sebep olduğu bulaşıcı bir deri hastalığı. Bî-nihâye: Sonsuz, ebedî, bâki, tükenmez. Füyûz: Mânevi tecelliler. Tayy: Bükmek, sarmak, dürmek. Tahayyür: Beğenip seçmek, muhayyer olmak. İnşâ: Yapma. Zalâm: Karanlık. Zulmet. Din-i mübin: Açık din. Nevin: Yeni, yepyeni, yeni şey. Satvet: Ezici kuvvet. Refik: Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş. Tevfik: Uygun düşürme. Serâir: Yaradılış sırları. İhata: Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. İltimâs: Tavsiye. Rica. Gufran: Cenab-ı Hakk'ın günahları affedip örtmesi, rahmeti. [Onları affet; onlar için mağfiret dile; iş hakkında onlara danış; bir kere de karar verdin mi, Allah’a (tevekkül et) dayan... Âl-i İmrân (3) sûresi, 159. âyetin bir kısmı]. 252 * Demek ki: Azme sarılmak gerek mebâdide; Yanında bir de tevekkül o azmi teyide. Hülasa, azm ile memur olursa Peygamber; Senin hesabına artık düşün de bul ne düşer! Şeriat’ın ikidir en muazzam erkânı; Kimin ki öyle müzebzeb değildir imanı; Ayırmaz onları bir addedip tevessül eder... Açıkça söyleyelim: Azm eder, tevekkül eder. Ne din kalır, ne de dünya, bu anlaşılmazsa... Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nâsa. Bu anlaşılmalı... Yahut uzat bacaklarını, Pamuklu şilteyi buldun mu, anma hiç yarını! Ne olsa, pufla yataktan açılma tek bir adım; İçin sıkıldı mı, gelsin boğuk boğuk “Bakalım; Cenâb-ı Hak ne yapar?” virdi yorgan altından... Cenâb-ı Hak ne yapar, bilmiyor musun o zaman: Araştırır “Bakalım bir, kulum ne yaptı?” diye... Kıvır da şilteyi öyleyse bak ilerlemeye. Senin şu hâlini Sadi ne hoş hikâye eder... İşittiğin olacaktır ya... Neyse, dinleyiver: Kalenderin biri köyden sabahleyin fırlar, Arar nasibini; avdette kırda akşamlar. Fakat güneş batarak, ortalık karardıkça, Görür ki: Yerde yatılmaz, hemen çıkar ağaca. Herif ağaçta iken bir iniltidir, işitir... Bakar ki: Bir kötürüm tilkinin yanık sesidir. Zavallı, pösteki olmuş, bacak yok işleyecek; Boğazsa işlemek ister... Ne yapsın... İnleyecek! Biraz geçince, kavi dişlerinde bir ceylan, İner yakındaki vadiye karşıdan arslan. Yukarda çıkmaz olur, şimdi, yolcunun nefesi; Tabiatıyla durur hastanın da inlemesi! Yiyip şikârını arslan dalınca ormanına; Sürüklenir, yanaşır tilki sofranın yanına; Doyar efendisinin artığıyla, sonra yatar. Mebâdi: Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. Müzebzeb: Karmakarışık. Tevessül: Allah'ın dergâhına yaklaştıracak amel işlemek. Nâs: İnsanlar. Avdet: Dönüş, geri gelme, dönme. Şikâr: Av, avlanan hayvan. Avlama. 253 Herif düşünmeye başlar eder de hâle nazar: “Cenâb-ı Hak ne kadar merhametli, görmeli ki: “Açım!” demekle amelmande bir topal tilki, Ayağına gönderiyor rızkın en mükemmelini... O hâlde çekmeli insan çalışmadan elini. Değer mi koşmaya akşam, sabah, yalan dünya? Dolaşmayan dolaşandan akıllı... Gördün ya: Horul horul uyuyor kahpe tilki, senden tok! Tevekkül etmeli öyleyse şimdiden tezi yok. Yazık bu âna kadar çektiğim sıkıntılara!..” Sabah olunca, herif dağ başında bir mağara. Tasarlayıp, ebedî itikâfa niyyet eder. Birinci gün bakınır: Yok ne bir gelir, ne gider! İkinci gün basar açlık, erir erir süzülür; Üçüncü gün uyuşuk bir sinek olur büzülür. Ölüm mü, uyku mu her neyse akıbet uzanır; Fakat işittiği bir sesle silkinir, uyanır: “Dolaş da yırtıcı arslan kesil be hey miskin! Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin? Elin, kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak, Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.” Ömer, tevekkülü elbet bilirdi bizden iyi... Ne yaptı “Biz mütevekkilleriz.” diyen kümeyi? Dağıttı, kamçıya kuvvet, “Gidin, ekin!” diyerek. Demek: Tevekkül eden, önce mutlaka ekecek; Demek: Tevekküle pek sığmıyormuş, anladın a! Sinek düşer gibi düşmek şunun bunun kabına. Bakın ne hâle getirmiş ki cehlimiz dini: Hurafeler bürümüş en temiz menâbiini. Değil hakâikı Şer’in, bugün, bedihiyyât; Bila-münâkaşa ikrar olunmuyor... Heyhat! Kitâb’ı, Sünnet’i, İcmâyı kaldırıp attık; Havassı maskara yaptık, avamı aldattık. Yıkıp Şeriat’i, bambaşka bir bina kurduk; Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurduk! Amelmande: İş yapmaz hâle gelmiş olan. Menâbii: Kaynaklar. Pınarlar. İtikâf: İbadetle vakit geçirme. Hakâik: Hakikatler. Bedihiyyât: Delil ve ispatına lüzum olmayan sarih ve açık şeyler. Bila-münâkaşa: Tartışmadan. Havas: İleri gelen kimseler. Avam: Halk. 254 O hâli buldu ki cüret: “Yecûzu fi’t-tergib...”* Karar-ı erzeli fetva kesildi!... Hem ne garib. Hadisi vaz ediyorken sevap uman bile var! Sevabı var mı imiş, bir zaman gelir, anlar! Cihanı titretiyorken nidâ-yı “Men kezebe...”* İşitmiyor mu, nedir, bir bakın şu bî-edebe: Lisân-ı pâk-i Nebi’den yalanlar uyduruyor; Sıkılmadan da “Sevap işledim.” deyip duruyor! Düşünmedin mi girerken Şeriat’ın kanına? Cinayetin kalacak zanneder misin yanına? Sevaap ümit ediyor ha! Deyin ki namerde: “Sevabı sen göreceksin huzûr-i mahşerde! Tepende gezdirecek râd-ı intikamını Hak, Ki yıldırımları beyninde kaynayıp duracak. Yakandan inmeyecek dest-i kahrı hüsranın... Nasıl iner ki önünden kaçıp da nirânın, Civâr-ı nur-i nübüvvette mültecâ bulsan; Bu türlü kurtuluş imkânı yok ya... Kurtulsan; Şu izdihamın elinden -ki belki bir milyar; Nüfus-i haşiredir- kaçmak ihtimâli mi var? Bugün fesadına kurban olan zavallıların; Vebali boynuna yüklenmesin mi, yoksa yarın? Kolay mı ümmeti ıdlal edip sefil etmek? Kolay mı dini hurafat içinde inletmek? Niçin Kitab-ı İlahi’yi payimâl ettin? Niçin Şeriat’i murdar elinle kirlettin? Çıkıp tepinmeye yok muydu başka bir saha? Nedir bu salladığın çifte, Kâbetullah’a? Herif! Şu millet-i masumeden ne isterdin, Ki doğru yol diye tuttun, dalali gösterdin!” Erzel: Daha rezil. Çok fena. Bî-edeb: Edebsiz. Lisân-ı pâk-i Nebi: Peygamber’in temiz dili. Râd: Cömert, eli açık, faziletli, üstün, değerli. Dest: El. Nirân: Nurlar, ziyalar. Nübüvvet: Peygamberlik. Mültecâ: Sığınılacak ve iltica edilecek yer. Idlal: Hak dinden, imân ve islâmiyetten saptırmak. Hurafat: Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Payimâl: Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş. Dalal: Sapmak. Doğrudan, imân ve İslamiyet yolundan sapmak. İbadete teşvik maksadıyla olursa hadis uydurmak caizdir, anlamındadır. “Kim benim ağzımdan bile bile bir hadis uydurursa varacağı yer cehennemdir.” mealindeki hadis-i şerif. [Buhârî, İlim 38.] 255 * * Zavallı çırpınıyor boyladıkça hüsranı... Kenara kaçmaya olsaydı bari dermanı. Yazık ki çıkmak ümidiyle kalkarak ayağa, Kımıldadıkça gömülmekte büsbütün batağa! Zaman zaman bakıp etrafa diş gıcırdattı; Muhiti, çünkü yürürken o muttasıl battı! Fakat bugün acınır bir nazarla bakmakta: Omuzda, çünkü batak şimdi, cansa gırtlakta. Henüz gömülmedi biçarenin cılız boyunu; Koşup halas ediniz bari son deminde onu. Fakat halası için en emin tariki tutun; Şu pis bataklığı bir kerre mahvedin, kurutun. Kolay değil bu da, lakin, büyük vukuf ister; Düşünce yoksulu, zıpçıktı müctehidler eğer, Dalarsalar o rezil içtihada bermutât; Olur zavallının atîsi büsbütün berbât! Sakırgadan daha iğrenç öbek öbek türüdü, Vücud-u milleti son günler öyle bir bürüdü: Ki davranıp o tufeylatı ansızın koğacak; Olursa kurtulacak belki... Yoksa bit boğacak! Eğer vücudunu bir parçacık gözetseydin; Eğer tehâret-i vicdana dikkat etseydin; Bu hâle gelmeye kalmazdı orta yerde sebep. Batak da bit de o murdar atâletinden hep! Zavallı milletin idrâki, tarumar olalı: Muhit-i ilme giren yok, diyar-ı fen kapalı; Sanayin adı batmış, ticaret öylesine, Ziraat olsa da... Âdem nebi usulü yine! Hülasa, hepsi çalışmak, yorulmak isteyecek. Fakat çalışmak için önce şart olan: İstek. O yoksa hangi vesileyle biz ilerleyelim? Sıkıntısız mütefennin, üzüntüsüz âlim. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. Biçare: Çaresiz. Zavallı. Halas: Kurtulma, kurtuluş. Tarik: Yol. Tarz, usûl. Müctehid: İctihad eden. Hüküm çıkaran. Bermutâd; Her zamanki gibi. Tufeylat: Başkasının sırtından geçinen. Tehâret: Temizlik. Atâlet: Tembellik. İdrâk: Anlayış. Kavrayış. Tarumar: Dağınık, karmakarışık, perişan. Mütefennin: Alim, münevver, fen adamı. Teknik ilimle uğraşan. 256 Ne tatlı şey! Buna bir çâre yok mu? Hah! Bulduk: Tokatlıyan’da, yarın, toplanır beş altı kopuk, Birer kadeh biradan sonra davranır erken, Omuzlayıp kırarız bâb-ı içtihadı hemen. Kırılmadan açılır şey değil, kilit müthiş! Gelin, omuzlayalım... Bir omuzlamaktadır iş. Cesaretin medenî şekli işte böyle olur; Uzun düşünmeye gelmez, kararımız bozulur. Süveyş’i yardı herif... Akdeniz’le Şab denizi; Bitişti. Öyle ya, bizler de kendi fikrimizi Çıkarmış olsak eğer, şimdi, kuvveden fi’le, Kucaklaşır medeniyyetle din tamamıyle. Süveyş’in ağzına heykel nasıl dikilmişse, Bekâ-yı nâmını teyit için “Do Lesseps”e; Bizim de hakkımız elbette, içtihadı yaran; Kanal boyunca birer heykel istemek o zaman! Bakın ne günlere kaldık: Ya beş ya altı kopuk, Yamaklarıyla beraber ki hepsi kılkuyruk. Utanmadan çıkıyor, içtihada kalkışıyor! Bu hâle karşı tahammül hakikaten pek zor. Harimi Şer’-i mübinin ahır değil... Oradan, Çekil de kendine bir saha bul, be hey nadân! Kilitli bir kapı var orta yerde anlaşana: Harem-sarây-ı Şeriat değil dalan dalana. Nasıl ki her kapının ayrı bir anahtarı var, Onun da var. Bunu idrâk eder birinci nazar. Nedir mi? Anlatayım: Sizde olmayan irfan. Biraz hayâ edin öyleyse şaklabanlıktan! Kilitlidir kapı “Ümmî duhât” için, amma; Kıyâm-ı haşre kadar ictihat eder “ulemâ”. Evet, şeraiti mevcut olunca insanda; Ne kaldı men edecek içtihadı, meydanda? İlelebet yetişir müctehid bu ümmetten; Şu var ki: Çıkmalı ferdâ-yı nura zulmetten. Kıyâs-ı faside bir kerre eyleyin dikkat: Süveyş’i açtı herif... Doğru... Neyle açtı fakat? Bâb-ı içtihad: İçtihad (hüküm) kapısı. Nadân: Cahil. İrfan: Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. Ferdâ: Yarın. Müctehid: İçtihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. Fasid: Bozguncu. 257 Omuzlamakla mı? Heyhat! Öyle bir fenle, Ki bir ömür telef olmuş o fenni tahsile. Düşünmüyor bu kopuklar ki: Müctehid geçinen, Zamanının olacak muktedâsı irfânen. Kitap’ı, Sünnet’i, İcmâ’ı sağlam anlayacak; Hilafı yoklayacak, ihtiyacı kollayacak. Ne içtihadı yapar, yoksa, bir alay –zimmi; Kadar nasibe-i fıkhisi olmayan- ümmi? Kuzum, eşek nalı yapsan: Bir usta çingenenin; Yanında uğraşacaksın, başında mengenenin. Peki! Liyakat-i fıtrisi âdemin sade, Kifayet eylemiyorken bu en hasis işte, Ya içtihada nasıl kalkıyor bu sersemler? O içtihada ki: Dünya kadar ulûm ister! Sokarsa burnunu herkes düşünmeden her işe; Kalır selamet-i milliyyemiz öbür gelişe! Neden vezâifi taksime hiç yanaşmıyoruz? Olursa bir kişinin koltuğunda on karpuz, Öbür gelişte de mümkün değil selametimiz! Yazık, yazık ki, bu yüzden bütün felaketimiz. İşin reculleri kimlerse çıksın orta yere; Ne var, ne yok, bilelim, hiç değilse, bir kerre. Sabahleyin mütefelsif, ikindi üstü fakih; Sular karardı mı pek yosma bir edib-i nezih; Yarın müverrih; öbür gün siyasetin kurdu; Bakarsın: Ertesi gün içtihada pey vurdu!.. Hülasa, bukalemun fıtratında züppelerin; Elinde maskara olduk... Deyin de hükmü verin! Fakat bu maskaralıklar devam edip gitmez; “Adam, benim neme lazım!” demekle iş bitmez. Tecellüt eylemesinden yılıp da zındığın, Ağırca alması, bir fitnedir ki sıddığın: Cenâb-ı Hakk’a sığınmış o heybetiyle, Ömer.* Emin olun, bizi meyus eden felaketler. Muktedâ: Kendisine uyulan. Fıtri: Doğuştan, yaradılıştan. Vezâif: Vazifeler, işler. Recul: Yetişkin erkek. Mütefelsif: Filozoflaşmış. Fakih: Fıkıh ilmini bilen. İslâm hukukçusu. Nezih: Pâk, temiz. Tecellüt: Kendini cesaretli göstermeğe çalışmak. Müverrih: Tarihçi, tarih yazan. [Ömer İbnu’l-Hattâb der ki: “Zındıkların atılganlığından ve sıddıkların gevşekliğinden Allah’a sığınırım.”] 258 * Fakat bu maskaralıklar devam edip gitmez; “Adam, benim neme lazım!” demekle iş bitmez. Tecellüt eylemesinden yılıp da zındığın, Ağırca alması, bir fitnedir ki sıddığın: Cenâb-ı Hakk’a sığınmış o heybetiyle, Ömer.* Emin olun, bizi meyus eden felaketler. Vazife hissine bîgânelik belası bütün; Küçük, büyük “Ne vazifem!” desin de iş yürütün! O hâle geldi ki millet vazifesizlikten: Vazife hissi de kâfi değil, bugün, cidden. Evet, onun daha fevkinde ihtiyaç artık... O ihtiyaç ise: Milletçe bir fedakârlık. Şu fıkrasıyla hakikat, Cenâb-ı Mevlana, Nigâh-ı ibrete açmış cihan kadar mana: “Delik deşik evinin, bir zavallı hane-harap, Görür de hâlini, her gün eder şu yolda hitap: “Yıkılma ha! Beni evvelce etmeden agâh; Çoluk çocuk biteriz sonra hep, maazallah!” Bu hasbihâl ile yıllar gelir, geçer... Derken, Gelir bakar ki bir akşam: O âşiyân-ı kühen. Yıkılmış, altına almış zavallı aileyi! Görünce karşıdan adamcağız bu hâileyi. Yığınla taş kesilen yurdunun harabesine; Döner de der ki: “Meğer aldanırmışım, desene! Ne oldu bunca niyazım, ey âşinâ-yı kadim? Çocuklarım olacakken ben oldum işte yetim! Sakın yıkılma haber vermeden demez miydim? Bu muydu senden, a zalim, bu muydu ümmidim? Hukuku, ahdi gözetmek nedir, sakın bilme! Yazık, yazık sana sarf ettiğim emeklerime!..” O taş yığınları bir hatifi lisan olarak; Zavallı âdeme der: “Haksız infiali bırak! Geçip de karşıma feryat eder misin şimdi? Haber mi vermedim, amma kulak veren kimdi! Meyus: Ümitsiz. Kederli. Maazallah: Allah’a sığındık. Allah korusun. Âşiyân: Kuş yuvası. Kühen: Eski, zamanı geçmiş. Hâile: Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Kadim: Eski zaman. İnfial: Gücenme. Darılma. [Ömer İbnu’l-Hattâb der ki: “Zındıkların atılganlığından ve sıddıkların gevşekliğinden Allah’a sığınırım.”] 259 * Duvarlarımda yarık sandığın ağızlardan, Birer zeban-ı tezallüm uzattım, ey nadân! Fakat çamurla kapardın da her gün ağzımı sen, Ziyâde söyleyemezdim susardım artık ben!..” Hikâye hâlimizin aynıdır, değil mi? Evet! Şu farkı var yalınız: Bizde yok değil kuvvet. Yığın yığın sakatâtıyla geçmiş edvârın, Yıkılmış olsa da bir hayli kısmı divârın, Bina-yı milleti ila eden temel sağlam. Demek ki kurtuluruz biz bugün olursak adam. Onun da çaresi elbirliğiyle gayrettir. Çalışmanın o kadar feyzi var ki: Hayrettir! Hezimetin sonu ölmek değildir elbette. Düşenler oldu zamanıyla aynı akıbete: Fakat bugün yaşıyorlar, hem eskisinden iyi: Nasılsa gaip edip kâmilen muharebeyi, Esaret altına girmişti bir büyük millet. Zevilukûl arasından seçilme bir heyet, Düşündü: Milleti ilaya çare hangisidir? Döküldü ortaya ârâ-yı encümen bir bir: Siyaseten kimi kurtarmak istemiş kalanı; Demiş ki diğeri: “Asker halas eder vatanı!” O der: “Donanmaya vardır bugün eşedd-i lüzum!”. Bu der: “Hayır, daha elzemdir iktisâb-ı ulûm!” Kiminde sanata rağbet, kiminde nakde heves; Hülasa, her kafadan başka başka çıkmış ses. Bir ihtiyar yalınız dinleyip bidayette; “Mahalle mektebi lazım!” demiş, nihayette. Zavallının sözü pek anlaşılmamış ilkin: “Bunak!” diyen bile olmuş düşünmeden; lakin, Herif, bu söz ne demektir, güzelce şerh etmiş; Deminki lafları pek vakıfâne cerh etmiş. Zebân: Dil. Tezallüm: Birisinin zulmünden şikâyet etme. Edvâr: Devirler, zamanlar. Zevilukûl: Akıl sahipleri. Aklı olanlar. Ârâ: Süsleyen. Bezeyen. Encümen: Cemiyet. şura. Meclis. Komisyon. Eşedd: Daha şiddetli. Çok fazla şiddetli. İktisâb: Kazanmak. 260 Sonunda: “Kuvvetimiz, şüphesiz, ilerlemeli! Fakat düşünmeli her şeyde önceden temeli. Teammüm etmesi lazım maarifin mutlak: Okur yazarsa ahâli, ne var yapılmayacak? Donanma, ordu birer ihtiyâc-ı mübrimdir, O ihtiyacı, fakat öğreten «muallim»dir!” Deyip kararını vermiş ki aynen icraya, Konunca ortaya çıkmış, bugünkü Almanya. “Sedan”da orduyu teslim eden Fransızlar, -Ki her zaman o vukuatı yâd edip sızlarNe der, bilir misiniz? Hem de öyledir inanın: “Muallem ordusudur harbeden Prusyalı’nın; Muallim ordusu, lakin, asıl muzaffer olan!” Bu sözden almalıdır, hiç değilse, ibret alan. -Ne çare! İbrete hâlâ heveslidir çoğumuz; Yetişmemiş gibi dünyaya ibret olduğumuz!Şu cehlimizle musibet mi kaldı uğramadık? Mahalle mektebi lazım, düşünmeyin artık! Mahalle mektebi olsaydı bizde vaktiyle; Ya uğrasaydı kalanlar güzelce tadile; Yarım pabuçla gezen, donsuz üç buçuk zibidi, Bir Arnavutluk’u isyana kaldırır mı idi? Bugün anâsır-ı İslam’ı bir deni cereyan; Sürüklüyor ki: Bakın nerden eyliyor nebean. Felaketin başı, hiç şüphe yok, cehaletimiz; Bu derde çare bulunmaz -ne olsa- mektepsiz. Ne Kürt elifbeyi sökmüş, ne Türk okur, ne Arap; Ne Çerkeş’in, ne Laz’ın var bakın, elinde kitap! Hülasa, milletin efradı bilgiden mahrum. Unutmayın şunu lakin: “Zaman: Zaman-ı ulûm!” Zaman zaman-ı ulûm olmasaydı böyle, yine, -Kemâl-i şevk ile madem atılmışız dineOkur yazar olacaktık sıyâneten dini: Onun maarife vabeste, çünkü temini. Zavallının yüzü yok cehle, anlaşılmadı mı? Teammüm: İmame sarmak, sarık sarmak. İhtiyâc-ı mübrim: Zorlayan ihtiyaç. Muallem: Talim görmüş, talimli. Nebean: Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak. 261 Demek ki: Atmalıyız ilme doğru ilk adımı. Mahalle mektebidir işte en birinci adım; Fakat bu hatveyi ilkin tasarlamak lazım. Muallim ordusu derken, çekirge orduları Çıkarsa ortaya, artık hesap edin zararı! “Muallimim!” diyen olmak gerektir imanlı; Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı. Bu dördü olmadan olmaz: Vazife, çünkü büyük; Atıp da yazmayı bez bağlamakla dünkü hödük; Ya kalçın altına yüksek topuklu, eğri burun, Fotin çekip filiz olmakla her zamanki odun; Huda rızası için, “Ehliyim işin!” demesin! Demiş de olsa, denilsin: “Kuzum, nenin nesisin?” Diyorsanız: “Yine, hâlâ bu, olmasın mektup!” Ne zirzop isteyin artık, ne büsbütün meczup! O: Yükletir kocaman bir sığır bulur da yeri; Bu: Arş’ı, fersi yıkar salladıkça çifteleri! Bizim çocuklara gelmez ne öyle çifte giden; Ne böyle Arş’a kadar çifte sallayan yerden! Evet, ulûmunu asrın şebaba öğretelim; Mukaddesata, fakat çokça ihtiram edelim. Eğer hayatını kasdeyliyorsanız vatanın: Bakın, anâsır-ı İslam’ı hangi rabıtanın, Devamı bağlayabilmiş bu müşterek vatana? Kapılmayın onu ihmâl edip salâh umana. O rabıtayla bu millet bulur bulursa felah; O, bir çözüldü mü her şey biter maazallah. Eğer hayatına kasdeyliyorsanız... Başka! Fakat bu mesele, bilmem ki kaldırır mı şaka? Hayır, hayat-ı vatandır umum için gaye; “Vatan!” deyip giriyor her giren mücâhedeye. Bu “her giren”le, tabiî, tutunca it damarı, Mukaddesata kadar saldıran beş on çomarı; Hatve: Adım. Meczup: Başkasının tesiri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Şebab: Gençlik. Mukaddesat: Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar. Salâh: Bir şeyin en iyi hâli. Rabıta: Rabteden, bağlayan, bitiştiren. Mücâhede: Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme. 262 Hesaba katmayı hiçbir zaman düşünmüyorum: O tasmasızlara insan demekte mazurum. Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayat; Hülasa, aile hissiyle cümle hissiyyât; Mukaddesatı için çırpınan yürekte olur. İçinde leş taşıyan sineden ne hayr umulur? Vatan felakete düşmüş... Onun hamiyyeti cûş; Eder mi zannediyorsun? Herif: Vatan-ber-dûş! Bulunca kendine bir yer, doyunca kör boğazı, Kapandı, gitti, bakarsın ki nekbetin ağzı. Fakat sen öyle değilsin: Senin yanar ciğerin: “Vatan!” deyip öleceksin semada olsa yerin. Nasıl tahammül eder hür olan esaretine? Kör olsun ağlamayan, ey vatan, felaketine! Cemaat elverir artık, bu uykudan uyanın, Huda rızası için, dünkü hadisâtı anın! Kımıldamaz yine gelmezsek intibaha bugün, İkinci uyku ne dehşetli bir ölüm, düşünün! Ölüm kolay... Diyebilsek sonunda: “Kurtulduk!” Bu intihar öteden, üç yüz elli milyonluk, Zavallı Âlem-i İslam için elim olacak! Biz olmasak bu kadar hânümân yetim olacak! Gıcırdamakla beraber serir-i şevketimiz, Bu dini kurtaran ancak bizim hükûmetimiz. Tunus’ta, Fas’ta, Cezayir’de, Çin’de, İran’da, Cava’yla, Hıtta-i Hindi’de, belki Afgan’da, Sibirya, Hıyve, Buhara, Kırım muhitinde, Yaşarken ehl-i salibin nüfuzu altında; Zavallı Âlem-i İslam eğer salibe henüz Sarılmıyorsa, kolundan çeken: Hilafet’iniz. Mazûr: Özürlü. Özrü olan. Hamiyet: Gayret. Cûş: Çoşma. Ber-dûş: Omuzda, omuz üzerinde. Nekbet: Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık. İntibah: Uyanıklık, göz açıklığı. Hânümân: Ev bark. Serir-i şevket: Heybetli taht. Ehl-i salib: Bayrağında salib (haç) bulunanlar. 263 Hilafet olmasa: Dünya tanassur eyleyecek…* O halde, şimdi bizim hakkımız değil ölmek. Yetişmiyor mu ki dünya evinde çektiğimiz, Yarın da yüklenelim âlemin günahını biz? Hem intihara özenmek ne sermedi hüsran! Bucak bucak savuşun, Müslümansanız, bundan. Hayata karşı nedir, söyleyin, bu yılgınlık? Reis-i ailenin intiharı: Çılgınlık! Hilafet’in, o henüz payidar olan arşın* Sükûtu müthiş olur... Düşmesin aman, yapışın! Nedir bu tefrika, yahu! Utanmıyor musunuz? Geçen fecâyiye hâlâ inanmıyor musunuz? Gömülmek istemeyenler boyunca hüsrana; Nifakı gömmeli artık mezar-ı nisyana. Unuttunuz mu ne korkunç edepsiz olduğunu? Eşip de geçmişi hortlatmayın şu melunu! Demin, huşua varan bir kıyâm-ı haşyetle, Huzur-i Hâlik’a durmuştunuz cemaatle. Yarınca kubbeyi “Allahuekber!” ikrarı; Boşandı yerlere Hakk’ın sema-yı esrarı. Önümde cûşa gelen safların telatumunu; Görünce andım o deryaların tezâhumunu: Ki dalgalar gibi, ummân-ı sermediyyette, Birer sücud ile gümnâm olur nihayette! Sufuf ayakta iken, dalgalar ayakta idi; Hurûş edince hatibin nidâ-yı tahmidi: Serildi yerlere “yekpâre” bir cihân-ı hamûş, Ki imtidâd-ı mekâbirdi, öyle dûşa-dûş! Tanassur: Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme. Sermedi: Daimî, ebedî, sürekli. Fecâyi: Belâlar, musibetler, felaketler. Nifak: Bozuşukluk, ara açılmak. Nisyân: Unutmak, hatırdan çıkarmak. Melûn: Lânetlenmiş. Lânete lâyık. Huşu: Alçak gönüllülük. Haşyet: Korku ve dehşet. Telatum: Birbiri ile çarpışmak, vuruşmak. Tezâhum: Birbirine sıkıntı vermek. Sermediyyet: Daimlik, süreklilik. Sücud Secdeye varmak. Gümnâm: Eseri kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. Sufuf: Saflar. Sıralar. Hurûş: Coşma. Gürültü. Şamata. Nidâ-yı tahmid: Şükür seslenişi. Hamûş: Susmuş. Sessiz. Sâkit. Mekâbir: Kabirler. Mezarlar. Dûşa-dûş: Omuz omuza. Şiirin ilk dört neşrinde, son iki mısrada bulunan “Hilafet’iniz” ve “Hilafet” kelimeleri, 1924 baskısında “Bu kudretiniz” ve “Bu kudret” şeklinde çıkmıştır. * Şiirin ilk dört neşrinde bulunan “Hilafet’in” kelimesi, 1924 baskısında “Hükûmetin” şeklinde çıkmıştır. * 264 O mevce mevce uzanmış duran hazâirden, Duyuldu vurduğu binlerce sinenin birden! Mezarların bu yürekler dayanmaz ahengi; Yüreklerin de hazin inkisâr-ı yek-rengi; Getirdi cuşişe umman-ı sermediyyeti de; Hitâma erdi nihayet o sermedi secde: Zemine raşe veren bir derin sadâ geldi; Deminki dalgaların, şimdi, hepsi yükseldi! Bu herc ü merc-i ubûdiyyetin tevâlisi; Sukutu cephelerin, sonradan tealisi, Namazda hem beni gözyaşlarıyla ağlattı; Hem öyle ağlanacak bir hakikat anlattı, Ki dinlemezseniz elbette mahvolur millet: Sizin felaketiniz: Tarumar olan “vahdet”. Eğer yürekleriniz aynı hisle çarparsa; Eğer o his gibi tek, bir de gayeniz varsa; Düşer düşer yine kalkarsınız, emin olunuz... Demek ki birliği temin edince kurtuluruz. O halde vahdete hâil ne varsa çiğneyiniz... Bu ayrılık da neden? Bir değil mi her şeyiniz? Ne fırka herzesi lâzım, ne derd-i kavmiyyet; Bizim diyanete sığmaz sekiz, dokuz millet! Bütün bu tefrikalar, etsenizdi istiknâh, Görürdünüz nereden geldi... Ya ibadallah! Huzur-i Hak’ta nasıl toplu durdunuzdu demin? Günahtır, etmeyin artık, ayıptır, eylemeyin! Şu ihtirasa uyup az mı verdiniz kurban? Şikâk için mi eder, sade, kalbiniz daraban? Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza? Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza? Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki, yaptığınız? Çıkar yol olmayacak, korkarım, bu saptığınız! Görünce fesli, atılmak, tasarlayıp bıçağı; Görünce şapkalı, sinmek, değiştirip sokağı; Hazâir: Etrafı duvarla çevrili olan mezarlıklar. İnkisâr: Kırılma. Gücenme. Herc ü merc: Darmadağınık. Karmakarışık. Ubûdiyet: Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Tevâli: Uzayıp gitmek, devam etmek. Teâli: Yükselme. Yüceltme. Herze: Boş söz. Saçmasapan söz. İstiknâh: Bir şeyin hakikatini araştırma. Şikâk: Nifak, ikilik, ittifaksızlık. Münhasır: Yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus olan. 265 Gönüller ayn oluş, sineler bir olsa bile... Nifak alameti bunlar, kuzum, tamamıyle:* Nifaka buğz ediniz hâlisen li-vechillah; Halas eder sizi ihlasınızla belki İlah. Münafığın sonu gelmez, söner sefil ocağı... Bugün tüterse henüz gelmemiş, demek ki çağı! Nedir ki verdiği yangınla memleket de biter, Saçak tutuşmadan evvel basılmamışsa eğer. Yanında yaş da yanar, çaresiz, yanan kurunun... Diyor Kitab-ı İlahi: “O fitneden korunun, Ki sade sizdeki erbâb-ı zulmü istila; Eder de suçsuz olan kurtulur değil asla!..”* Hesap edin ne kadar bigünahın aktı kanı... Beş on vatansız için nâra yakmayın vatanı! Huda rızası için kaldırın nifakı... Günah! Alev saçaklara sarsın mı, ya ibadallah? Sararsa hangimizin hânümânı kurtulacak? O bir tutuşmaya görsün, ne od kalır ne ocak! Neden beş altı vatansız beş altı kundakçı, Yığın yığın buluyor arkasında yardakçı? Niçin hakir oluyor, sonra, durmayıp öteden, “ ‘Koşun!’ diyen, bu cehennem henüz kıvılcım iken.” Ne intibaha çalışmak, ne itilaya emek; Cihan yıkılsa bizim halk uyanmadan gidecek! Onun kıyamı için Sûr’u beklemek lazım! Bu duygusuzluğa bir çare yok mu, Allah’ım? Zavallı köylüye, ilkin, epeyce sövmüşler; İşitmemiş... Bu sefer bir odunla dövmüşler. Birer davul kadar olmuş da budlarındaki şiş, “Davul çalınmada, zannım, aşağki* evde!” demiş. İnince, derken odunlar budur, deyip beyni, “Davul bizim eve gelmiş!” demiş sonunda, hani? Buğz: Gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Hâlisen: Hilesizce, doğru olarak. Li-vechillah: Allah için. Allah nâmına. Nâr: Ateş. İntibah: Uyarı. İtila: Yüksek rütbelere çıkmak. Bud: Varlık. [Kendi aralarında çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri ayrı ayrıdır... Haşr (59) sûresi, 14. âyetin bir kısmı.] * [O fitneden sakının ki aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz... Enfâl (8) sûresi, 25. âyetin bir kısmı.] * * “aşağıdaki”ya da “aşağıki” yerine “aşağki” yazılmasının sebebi, mısrayı aruz ölçüsüne uygun düşürme kaygısıdır. 266 Bizim de hâlimiz ayniyle köylünün hâli! Harim-i Şer’-i Mübin’in, zemin-i İslam’ın, Birer birer yıkılırken husun-i iclali; Yerinden oynadı yerler de, bizler eyyamın Tekallübâtına bîgâneyiz hayal ettik, Kımıldamaksızın imanı küfre çiğnettik! Kımıldamak yine yok bizde cebr-i mâfâta; Kim uğramıştı, unuttuk, geçen beliyyâta! Bizim muhiti, bizim halkı seyredince nazar; Görür ki: Beyni bozulmuş yığın yığın kafa var. Düşünceler mütehâliftir istikâmette; Şu var ki hepsi nihayet bulur sakâmette! Birinci zümreyi teşkil eden zavallı avam, Bıraksalar edecek tatlı uykusunda devam. Bugün nasibini yerleştirince kursağına; “Yarın” nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağına. Yıkılsa arş-ı hilafet, tıkılsa kabre vatan,* Vazifesinde değil: Çünkü “Hepsi Allah’tan!” Ne hükmü var ki esasen yalancı dünyanın? Ölürse, yan gelecek Cennet’inde Mevla’nın. Fena kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana: “Kabul ederse Cehennem ne mutlu, amca, sana!” İkinci zümreyi teşkil eden cemaat ise, Hayata küskün olandır ki: Saplanıp yese. “Selametin yolu yoktur... Ne yapsalar boşuna!” Demiş de hırkayı çekmiş bütün bütün başına. Bu türlü bir hareket mahz-ı küfr olur; zira: Taleple amir olurken bir âyetinde Huda, Buyurdu “Kesmeyiniz rûh-i rahmetimden ümit; Ki müşrikin olur ancak o nefhadan nevmit.” Husûn: Kaleler. Korunacak sağlam yerler. İclal: Ağırlama. İkram. Eyyam: Devirler. Günler. Tekallübât: Düşmanlıklar. Bîgâne: Kayıtsız. Alakasız. Cebr-i mâfât: Kaybedilen bir şeyin yerine başka bir şey bularak, onunla avunma. Beliyyât: Felaketler. Mütehâlif: Birbirine muhalif olan. Birbirine uymayan. Birbirini tutmayan. Sakâmet: Bozukluk, ziyan, noksan, zarar, eksiklik. Keyifsizlik. Dert. Mahz-ı küfr: Küfrün ( ta ) kendisi. Nefha: Üfürmek. Üfürük. Nevmit: Ümitsiz. Bu bir; ikincisi: Yesin ne olsa esbabı, Onun atâlet-i külliyyedir ki icâbı, * Şiirin ilk dört neşrinde bulunan “arş-ı hilafet” ifadesi, 1924 baskısında “arş-ı hükûmet” şeklinde çıkmıştır. 267 Teressübâtını etmiştik önceden tahlil. Üçüncü zümreyi kimlerdir eyleyen teşkil? Evet, şebâb-ı münevver denen şu nesl-i sefih. -Fakat nezihini borcumdur eylemek tenzihBu züppeler acaba hangi cinsin efradı? Kadın desen, geliyor arkasından erkek adı; Hayır, kadın değil, erkek desen, nedir o kılık? Demet demetken o saçlar, ne muhtasar o bıyık? Sedâsı baykuşa benzer, hıramı saksağana; Hülasa, züppe demiştim ya, artık anlasana! Fakat bu kukla herif bir büyük seciyye taşır, Ki, haddim olmayarak, “Aferin!” desem yaraşır. Nedir mi? Anlatayım: Öyle bir metaneti var, Ki en savulmayacak yesi tek birayla savar. Sinirlerinde teessür denen fenalık yok, Tabiatında utanmakla aşinalık yok. Bilirsiniz, hani, insanda bir damar varmış, Ki yüzsüz olmak için mutlaka o çatlarmış; Nasılsa “Rabbim utandırmasın!” duası alan, Bu arsızın o damarı zaten eksik alnından! Cebinde gördü mü üç tane çil kuruş, nazlım, Tokatlıyan’da satar mutlaka, gider de, çalım. Eğer dolandırabilmişse istenen parayı; Görür mahalleli tâ karnavalda maskarayı! Beyoğlu’nun o mülevves muhit-i fahişine Dalar gider, takılıp bir sefilenin peşine. “Hayâ, edep gibi sözler rüsûm-i fasidedir; Vatanla aile, hattâ kuyûd-i zaidedir.” Diyor da hepsine birden kuduzca saldırıyor... “Ayıp değil mi?” demişsin... Acep kim aldırıyor! Yes: Ümitsizlik. Esbab: Sebepler. Atâlet-i külliye: Toplu tembellik. Teressübât: Dibe çökmeler. Şebâb-ı münevver: Nurlu sebepler. Nesl-i sefih: Zevke düşkün kuşak. Tenzih: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Seciye: Huy, karakter. Metanet: Sağlamlık. Teessür: Kederli ve üzüntülü olarak içlenmek. Mülevves: Kirli. Pis. Rüsûm: Resimler, şekiller. Faside: Bozguncu. Kuyûd: Kayıtlar. Zaid: Artan. Fazlalık. 268 Namaz, oruç gibi şeylerle yok alışverişi. Mukaddesat ile eğlenmek en birinci işi. Duyarsanız “kara kuvvet” bilin ki: imandır. “Kitab-ı köhne” de -hâşâ- Kitab-ı Yezdan’dır. Üşenmeden ona Kur’ân’ı anlatırsan eğer, Şu ezberindeki esmayı muttasıl geveler: “Kurûn-i mâziyeden kalma cansız evradı, Çekerse, doğru mu yirminci asrın evladı?” Nedir alakası yirminci asr-ı irfanla; Bu şaklaban herifin? Anlamam ayıp değil a! Meta-ı fazlı mı varmış elinde gösterecek? Nedir meziyyeti, görsek de bari öğrensek. Hayır! Mehâsin-i Garb’ın birinde yok hevesi, Rezâil, oldu mu lakin şiarıdır hepsi! Bütün kebâire tiryaki bir kopuk tanırım... -Ne oldu bilmiyorum şimdi, sağ değil sanırımKumar, şenaatin aksamı, irtikâp, içki... Hülasa defter-i amali öyle kapkara ki: Yanında leyl-i cehennem, sabah-ı cennettir! “Utanmıyor musun? Ettiklerin rezalettir!” Denirse kendine, milletlerin ekâbirini; Sayardı göstererek hepsinin kebâirini: Filan içerdi... Filan fuhşa münhemikti...” diye, Mülevvesâtını bir bir ricâl-i maziye, İzafe etmeye başlardı paye vermek için. “Peki! Fezâili yok muydu söylediklerinin?” Diyen çıkarsa “Müverrihlik etmedim!” derdi. Şu zübbeler de bugün, aynı ruhu gösterdi. Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı; Kapıştı bunları “Yirminci asrın evladı!” Ya Alman’ın nesi var zevki okşayan? Birası; Unuttu ayranı, matûha döndü kahrolası! Heriflerin, hani, dünya kadar bedâyisi var: Ulûmu var, edebiyyatı var, sanayisi var. Giden birer avuç olsun getirse memlekete; Döner muhitimiz elbet muhit-i marifete. Kurûn: Asırlar. Devirler. Meta: Fayda. Menfaat. Mehâsin: İyilikler. İyi ahlaklar. Şiar: İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet. Kebâir: Büyük şeyler, büyük günahlar. Şenaat: Fenalık, kötülük, alçaklık. İrtikap: Bir işe girişmek. Ekâbir: En büyükler. Pek büyükler. Kebâir: Büyük şeyler, büyük günahlar. Münhemik: Bir işin üzerine çok düşen. Ricâl: Erkekler, er kişiler. Müverrih: Tarihçi, tarih yazan. Matûh: Bunak. Bedâyi: Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. 269 Kucak kucak taşıyor olmadık mesâviyi; Beğenmesek, “Medeniyyet!” diyor; inandık; İyi! “Ne var, biraz da maarif getirmiş olsa...” desek; Emin olun size “Hammallık etmedim!” diyecek. Ne kaldı arkaya? Dördüncü kısmın efradı. Bu zümrenin de sefâhet hayat-ı mutâdı. Hem itiyâdını hiçbir zaman değiştiremez; O nazlı sineye, zir, acıklı şey giremez! Geçen kıyamet için “Fırtınaydı, geçti!” diyor, Diyor da zevkine, vur patlasın, devam ediyor. — Bugün Florya mı? Alâ! Yarın ne var? — Konser... “Sular” da pek ömür amma, açık değil, dediler. — Açılmamış diye evlerde kalmak olmaz ya! — Hakikat öyle! Ne yapsak? Gider misin Mama’ya? — Ne var ki? — Orta oyun var. Gelir misin? Haydi! — Kavuklu, Hamdi mi? Gerçek... O sağ değil... — Abdi. — Hayır hayır! Bana lâzım değil ne Abdi, ne şey!.. — Nedense pek asabisin bugün, Feridun Bey! — Değil, bu tatsız oyunlar çekilmiyor: Monoton! — Peki! Ne yapmalı? Sen bari söyle... Bak: Saat on. — Evet, ne yapmalı? Dur dur! Ne Üsküdar, ne Mama; Tiyatro olmalı yahut güzelce bir sinema. Demek tiyatro severmiş benim sevimli beyim... O hâlde ben ona tam altı sahne arz edeyim: Ki her birinde değişsin bütün bütün âhenk; Zemini yeknesak olsun, edası rengârenk! Edirne kalasıdır gördüğün hisar-ı mehip; O zirvesinde biten simsiyah ağaç da: Salip! Murad-ı Evvel’i sırtında gezdiren tepeler, Nasıl rükû ediyor Ferdinand’a, bak, bu sefer! Bizim midir sanıyorsun şu yükselen bayrak? Çeken: Savof... Lala Şahin değil, kuzum iyi bak! Mesâvi: Kötü haller. Efrad: Fertler. Askerler. İtiyâd: Pürüzsüz yapmak veya yapılmak. Yeknesak: Devamlı aynı hâlde olan. Mehip: İnsanın kendisinden korktuğu. Hisar: Kale. Kal’a: Kale. 270 Edirne... İşte o İslam’ın âhenin sûru; Edirne... İşte o Şark’ın cebin-i mağruru; İkinci arş-ı teâlisi Âl-i Osman’ın; Birinci mevki-i feyyazı, belki, dünyanın; Edirne... İşte o Dârü’l-hilafe’nin kilidi;* Sefil ayakları altında Bulgar’ın şimdi! Muzaffer ordusu hakkıyla intikam alıyor: Çoluk çocuk, kadın erkek, ne bulsa parçalıyor. Bu katliama da razıyım ihtiram olsa, Harim-i dini de geçtik, harim-i namusa! Şu dört minareli cami ki yoktu hiçbir eşi; Ki parlıyordu hilalinde sanatın güneşi; Salibi sineye çekmiş de bekliyor... Nevmid! Ezan sedâsı değil duyduğun tanin-i medid! O şanlı mabedi Sultan Selim-i mağfurun, Ki ihtişamına benzerdi subh-i mahmurun, Nasıl gurup edivermiş ki: Bir ziya, bir nur, O kanlı bezlerin altından olmuyor manzûr! Ne sinesinde Huda var, ne hatırında Nebi... Zalam-ı küfre gömülmüş boyunca iaşe gibi! Birer mezar-ı müebbet kesilmiş evlere bak: Beş ayda kırk bini sönmüş ki yanmıyor tek ocak! Sokak sokak dolaşan sayha: Vâpesin feryat; Derin derin duyulan ses: Enin-i istimdat. Dışarda kendisi mahkum, içerde namusu... Esiri öldürüyor, bak ki zulmün en koyusu! Meriç’le Tunca’nın üstünde gördüğün kümeler; Nedir bilir misin? Enkâz-ı târumâr-ı beşer! Sarayiçi’ndeki biçareler ki hepsi kadın... Kenara vurmuş olan kısmıdır bu ecsâdın! Cebin: Korkak. Cesaretsiz. Dârü’l-hilafe: Halifelik merkezi. Tanin: Avaz ve gürültü. Medid: Devamlı. Çok uzun süren. Mağfur: Rahmetlik olmuş. Subh-i mahmur: Sabah mahmurluğu. Gurup: Batma, batış. Zalam: Karanlık. Zulmet. İaşe: Geçindirmek. Beslemek. Müebbed: Ebedî. Sayha: Çağırış. Çığlık. Vâpesin: En gerideki, en sondaki. Enin-i istimdat: Yardım inleyişi. Ecsâd: Cesedler. Cisimler. Şiirin ilk dört neşrinde bulunan “Dârü’l-hilafe’nin” ifadesi, 1924 baskısında “İstanbul’un demir” şeklinde çıkmıştır. 271 * Nazarlarında sönen gözlerin sönük nazari; Kulaklarında civarın enin-i muhtazari; Kucaklarında birer naaş-ı pare pare defin... Ecelle uğraşıyor bir yığın kemik... Ne hazin! Yalın ayak, baş açık, bir paçavra sırtında; Bu tamtakır adanın tamtakır muhitinde; Acından ölmeye mahkum olan zavallıları, Sular bıraksa da Bulgar bırakmıyor dışarı! Ne kurtulur ne ölür... Derde bak, felakete bak: Hayat? O hakkı değildir. Ölüm? Ölüm de yasak! — Nedir şu karşıki vadiyi bir alev buruyor; Fakat yılan gibi yerlerde kıvranıp yürüyor? — Nedir mi? Kükremesinden de bellidir: Arda... — Ya imtidâd-ı mehibince yükselen her ada? — Mezar-ı sâbihi binlerce gövdenin, kafanın! — Bu kıpkızıl derenin reng-i ateşini, sakın, Şafak bulutlarının zilli olmasın? — Heyhat! Sevâhilinde onun söndürüldü öyle hayat: Ki aktı sel gibi aylarca hûn-i mazlumu! — Bu kanlı perde nedir? — Hangi kanlı perde, şu mu? Gümülcine’yle havalisidir ki bir canavar Bu melanetleri yapmaz -meğerki Bulgarlar!Ne ihtiyar seçiyor, bak, ne kimsesiz tanıyor; Beş altı günde otuz bin adam boğazlanıyor! Pomakların deşilip süngülerle vicdani; Alınmak isteniyor tâ içinden imanı! Birer birer oluyor ırzı, mâli, yurdu heder... Gidince hepsi elinden: “Ya Bulgar ol, ya geber!” Şu, göğsü baltaların en körüyle parçalanan, Şu, beyni taşların altında uğrayıp kafadan, Karın, çamurların üstünde, inleyen canlar; Şu, bir yığın kömür olmuş, kül olmuş insanlar; Ki gazlı bezle, o olmazsa, yağlı katranla, Yakıldı Bulgar’a şâyeste bir soğuk kanla; “Salibe secdeye varmak Huda’ya isyandır.” Deyip Huda’sına kurban olan şehidandır. Enin-i muhtazar: Ölüme hazırlanıp inleyen. Naaş: Ceset. İmtidâd-ı mehib: Korkunç görüntü ile uzanan. Sevâhil: Sahiller, yalılar. Hûn-i mazlum: Mazlum kanı. Havâli: Çevre, civar, etraf, yöre. Şâyeste: Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. 272 “Ya Bulgar ol, ya geber!” sade hainin dediği... Tanassur etmeye koyvermiyor ahaliyi, Bahanesiyle imam görmüyor mu, çıldırarak, Kuduzca saldırıyor intikam için ite bak! Sarıklarından asılmışların hesabı mı var? Yetişmiyor gibi yer, bir de gökyüzünde mezar! Siz, ey başındaki destarı etmeyip de feda, Onunla âlem-i lâhuta yükselen şüheda! Ne mutlu sizlere: Dünyada çok ölüm gördüm; Tahattur etmiyorum böyle kahraman bir ölüm. Cihanda Habl-i İlahi’ye itisama, sizin; Şu kahramanlığınızdır yegâne levh-i güzin! Siz, ey vücuduna elvermeyip de hâk-i mezar, Nesim-i safa gömülmüş ricâl-i berhurdâr! Biz almasak bile adâdan intikamınızı; Huda ki defter-i ebrâra yazdı nâmınızı, Günün birinde şu dağlardan indirir elbet, O intikamı alır kanlı canlı bir millet! — Nedir uzakta nümâyân olan şu ıssız ova, Ki pek hazin duruyor? — Bilmiyor musun? Kosova! Nasıl bilirdin! Evet, bilmesen de hakkın var: Bırakmamış ki taş üstünde taş, kuduz canavar! Yol uğratıp da bu sahradan önce geçmişsen; Görür müsün, bakalım, bir nişane geçmişten? Ne olmuş onca mefahir? Ne olmuş onca diyar? Nasıl da bitmiş o saymakla bitmeyen asar! O, Yıldırım gibi sahib-kıranların, ebedî; Sedâ-yı kahrı fezasında çınlayan vadi, Bir inkılap ile, yâ Rab, nasıl harap olmuş? Ki çırpınıp duruyor her taşında bin baykuş! Murad-ı Evvel’i koynunda saklayan toprak, Kimin ayakları altında inliyor hele bak! Kimin elinde bıraktık... Kimin emanetini! O Padişah-ı Şehit’in huzur-i heybetini, Sonunda çiğneyecek miydi Sırp’ın orduları, İçip içip gelerek önlerinde bandoları? Tanassur: Hrıstiyan olma. Lâhût: Ruhanî, manevî âlem. Tahattur: Hatırlamak. Habl: Bir şeyin bozulması. İtisam: Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak. Levh: Görünen ibretli manzara. Güzin: Seçilmiş. İntihap edilmiş. Nesim: Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr. Ricâl: Erkekler, er kişiler. Berhurdâr: Selâmette. Ebrâr: Sâdıklar. İyiler. Nümâyân: Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. 273 Sen, ey şehid-i muazzam ki ruh-i feyyazın; Duyar, neler çekiyor yerde kalmış enkazın! O ruhtan bize bir nefha olsun indiriver... Ki başka türlü uyanmaz bu gördüğün ölüler!.. — Nedir şu karşıda birçok karaltılar yürüyor? — Muzaffer ordu ahaliyi şimdi öldürüyor. Nüfus-i müslime çökmüş da gayr-ı müslimeden, İdare müşkil olurmuş tevazün eylemeden. Demek tevazün içindir bu Müslüman kesmek; O hâsıl oldu mu artık adam kesilmeyecek! Tevazün olmadı besbelli: Her taraf yanıyor; Odun kıyar gibi binlerce sine doğranıyor! Ne reng-i muzlime girmiş o yemyeşil Kosova! Şimale doğru bütün Pirzerin, İpek, Yakova, Fezâ-yı mahşere dönmüş gıriv-i matemden... Hem öyle arsa-i mahşer ki: Yok şefaat eden! Ne bir yaşındaki masum için beşikte hayat; Ne seksenindeki mazlum için eşikte necat; O, baltalarla kesiktir; bu, süngülerle delik... Öbek öbek duruyor pıhtı pıhtı kanla kemik. Bütün yıkılmış ocak, başka şey değil görünen; Yüz elli bin bu kadar hânümânı buldu sönen! Siz, ey bu yangını ihzar eden beş altı sefil, Ki ettiniz bizi Hırvat’la Sırp’a karşı rezil! Neden Halife’ye Kur’ân’la bağlı Arnavut’u;* Ayırdınız da harap ettiniz bütün yurdu? Nasılmış, anlayınız iddia-yı kavmiyyet? Ne yolda mahvoluyormuş bakın ki bir millet! Siz, ey bu zehri en evvel kusan beyinsizler! Kaçıp da kurtuluruz sandınız... Fakat ne gezer! Feyyaz: Çok bereket ve bolluk veren. Nefha: Koku. Rüzgârın hafif esişi. Müşkil: Zorluk, güçlük, zor olan iş. Tevazün: Denklik. Gıriv: Bağırma, feryat etme, çığlık atma, bağrışma. * Şiirin ilk dört neşrinde bulunan “Halife’ye” kelimesi, 1924 baskısında “hükûmete” şeklinde çıkmıştır. 274 Bugün belanızı bulmuş değilseniz, mutlak, Yarınki saikalar beyninizde patlayacak! Şişip şişip gidiyorsun, değil mi, ey Vardar? Ya boğduğun kadının, erkeğin hesabı mı var! Mezarı olmuş iken bunca naaş-ı mevvâcın, Cenaze yutmaya hâlâ mı doymaz emvâcın? Ne oldu yâdına her gün hutur eden o nukûş? Nedir bu göğsüne çökmüş sevâd-ı cûşâcûş? Neden kısıldı muhitinde çağlayan nagamât? Bir âşinâ sesi duysaydım ölmeden... Heyhat! O kanlı canlı yiğitler ki: Zıll-i bîdârı, O anlı şanlı gelinler ki: Nur-i didârı, Koşar gezerdi senin dûş-i imtinânında; Uyurdu naz ile âgûş-i mihribânında; O kahraman babalar, anneler ki: Sahilini; Dönerdi, her biri evladının tutup elini... O gölgelerle beraber birer hayal-i tebâh, Birer hayal-i defin oldu şimdi... Öyle mi? Âh! Selanik’in, Siroz’un, bak, o nâmdâr ovası, Kimin elinde bugün, hangi haydudun yuvası? Zemini öyle boyanmış ki hûn-i İslam’a: Kızıl kesafeti çökmüş cebin-i eyyama! Kızıl ufukların altında kıpkızıl yer yer... Kızardı, baksana, dağlar, kızardı vadiler; Kızardı çehre-i dünya; kızardı rûy-i sema; Fakat şu mavili bayrak kızarmıyor hâlâ! Onun salındığı yerlerde bir kızıl tufan, Ne can bıraktı ne iman ne boğmadık vicdan! Minareler serilip hâke, sustu mabetler; Yıkıldı medreseler; dümdüz oldu merkatler. Mesacidin çoğu meydanda yok, kalanlar ise, Saika: Yıldırım. Mevvâc: Çok dalgalı. Fırtınalı. Emvâc: Dalgalar. Hutur: Akla gelmek. Hatırlamak. Nukûş: Resimler, nakışlar. Cûşâcûş: Çok coşkun, taşkın. Nagamât: Nağmeler, âhenkler, güzel sesler. Zıll-i bîdân: Uyanıklık gölgesi. Dûş-i itminân: Minnet omzu. Nûr-i didâr: Nur yüzlü. Âgûş: Kucak. Mihribân: Merhamet ve şefkat sahibi. Tebâh: Mahvolmuş. Hûn-i İslam: İslam kanı. Kesafet: Bulanıklık. Kir. Yoğunluk. Cebin: Korkak. Eyyam: Devirler. Günler. Merkat: Uyku yeri. Yatacak yer. Mesacid: Mescitler. 275 Ya gördüğün gibi meyhanedir, ya bir kilise. Şehirde evlere baskın; kazada katl-i nüfus; Kurada kalmadı telvis olunmadık namus! Yapan da kim? Adı Osmanlı, ruhu Yunanlı, Bu işte en mütehassıs bölük bölük kanlı! “Mukaddes ordu”yu teyit eden bu azgınlar; Saçıp savurdular etrafa öyle yangınlar: Ki uğradıktan yerlerde tütmüyor bir ocak... Kıyam-ı haşre kadar, belki tütmeyip duracak! Adım başında şekâvet, adım başında kıtal; Senâatin ne kadar kanlı şekli varsa: Helal! Şu, haç kazılmak için alnı parça parça olan; Şu, vaftiz etmek için buzlu gölde dondurulan. Zavallılarla soğuklarda titreşen eytâm; Şu, süngülerle aranmış delik deşik erhâm; Şu, naaşı kanlı çarıklarla çiğnenen kızlar; Şu, hanedanı sönenler; şu hânümansızlar; Şu, ümmehât-ı perişan; şu derbeder evlat; Şu, saç yolan ninecikler; şu inleyen ecdat; Şu, bombalarla çöken kubbeler derunundan, Kemik sütunları hâlinde fışkıran ecsâd; Şu kül yığınları altında saklı gövdeleri; Tavaf eden, o yürekler dayanmayan feryat; Tiyatrolarda görülmez, değil mi, nazlı beyim? Sıkıldın öyle mi? Dur başka sahne göstereyim: Bilir misin duyulan hangi yurdun inlemesi, .............. * İkindi oldu mu yahu? Nedir bu “Salli!” sesi? Evet... İkindi... Gelin bari bir dua edelim. Kabul eder diyelim... Hakk’a iltica edelim: Mütehassıs: Bir işin hakikatini, içyüzünü çok iyi bilen. Eytâm: Yetimler. Erhâm: Rahimler. Ümmehât: Analar. İltica: Sığınmak. Escâd: Cesetler. Yâ Rab, bizi kahretme, helak eyleme... — Âmin! Vaiz, bu yeni sahne-i fecaati tasvire başlamak üzere idi ki müezzinin ikindi vaktini ihtar eden «salli» sesi kubbeye aksetti. Lakin, yarım saatten beri teessür, nedamet yaşları dökmekte olan cemaatin içinden pek azı bu sadâyı işitebildi. * 276 Tâ ibret olup kalmayalım âleme... — Âmin! Yetmez mi celalinle göründüklerin artık? Kurban olayım, biz bu tecelliden usandık! Bir fecr-i ümit etmeli ferdaları temin... Göster bize yâ Rab o güzel günleri... — Âmin! Ferdalara kaldıksa eğer... Nerde o ferda? Hâlâ mı bu İslam’ı ezen matem-i yeldâ? Hâlâ mı bu afaka çöken perde-i hûnin? Nârın yetişir... Bekliyoruz nurunu... — Âmin! Müstakbel için sine-i millette emel yok! Bir ukde var ancak, o da: “Tevfik-i ezel yok!” Sensin edecek “Var!” diye vicdanları tatmin. Çok görme, İlâhî, bize bir nefhanı... — Âmin! Kur’ân ayak altında sürünsün mü, İlahi? Âyâtının üstünde yürünsün mü, İlahi? Haç Kâ’be’nin alnında görünsün mü, İlahi? Çöksün mü nihayet yıkılıp koskoca bir din? Çektirme, İlahi, bu kadar zilleti... — Âmin! Ve’1-hamdu li’l-lâhi Rabbi’l-âlemin… Fecr-i ümit: Ümidin geleceği. Mâtem-i yeldâ: Uzun yas. Perde-i hûnin: Kana bulanmış perde. Nâr: Ateş. Nefha: Koku. Rüzgârın hafif esişi. 277 SAFAHAT BEŞİNCİ KİTAP HÂTIRALAR Hânedân-ı Hilâfet’in erkân-ı muazzamasından Ömer Faruk Efendi Hazretlerine takdime-i tazîmimdir.* Muazzamasından: Büyüklerinden. Takdime-i tazîm: Hürmetli sunuşumdur. “Takât getiremeyeceğimiz yükü bize yükleme, Allah’ım...” * * * Kitabın ilk iki baskısında bulunan bu ithaf, 1928 baskısına konulamamıştır. Bakara (2) sûresi, 286. âyetin bir kısmı. Tedîb: Edeplendirme. Terbiye verme. Haddini bildirme. Eza: Ticarette kaybetme, zarar etme. Kibir ve gururunu bıraktırma. Rûz-i ceza: Kıyamet günü Nûr-i nazar: Nurlu bakış. 278 Ey bunca zamandır bizi tedîb eden Allah; Ey âlem-i İslam’ı ezen, inleten Allah! Bizler ki senin vaad-i İlahîne inandık; Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık; Bizler ki beşer bir sürü mabuda taparken, Yıktık o yaman şirki, devirdik ebediyyen; Bizler ki birer hamlede evhamı bitirdik, Mabetlere Mabûd-i Hakikî’yi getirdik; Bizler ki senin ismini dünyaya tanıttık... Gördükse mükâfatını, ya Rab, yeter artık! Çektirmediğin hangi elem, hangi ezadır? Her ânı hayâtın bize bir rûz-i cezadır! Ecdadımızın kanları seller gibi akmış... Maksatları dininle beraber yaşamakmış. Evlâdı da kurban olacakmış bu uğurda... Olsun yine, lâkin bu ışık yoksulu yurda, Bir nûr-i nazar yok mu ki baksın bacasından? Bir yıldız, İlahî? Bu ne zulmet! Bu ne zindan! Hâlâ mı semamızda gezen leyle-i memdûd? Hâlâ mı görünmez o seher-pâre-i mevûd? Ömrün daha en canlı, hararetli çağında, Çalkanmadayız yes ile hirman batağında! Kâm aldı cihan, biz yine ferdalara kaldık... Artık bize göster ki o ferdayı: Bunaldık! Bir emrine ecdadı da, ahfadı da kurban... Olmaz mı bu millet daha teyidine şayan? Hüsran yine biçarenin amalini sardı; Atîsi nigâhında karardıkça karardı. Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken, Bir başka cehennem çıkıversin... Bu ne erken! Lakin bu cehennem onu yıldırdı mı? Asla! İlâya seğirtip duruyor namını hâlâ. Kum dalgalarından geçiyor öyle şitâban: Güya o sabâ, geçtiği çöller de hıyâban. Leyl: Gece. Memdûd: Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş. Mevûd: Söz verilmiş. Vaat edilmiş. Yes: Ümitsizlik. Hirman: Mahrumluk, mahrumiyet. Ahfad: Hafidler. Torunlar. Evlat oğulları. Yardımcılar. Teyid: Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme. Şayan: Münasip, layık, yaraşır. Amal: Emeller. Arzular. Gayeler. Dilekler. İstekler. Atî: Gelecek zaman. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. 279 Kar kütlelerinden iniyor öyle yaman ki: Bir çağlayan akmakta yarıp taşları sanki. Kızgın günün altında beyabanı dolaştı; Yalçın buzun üstünde sekip dağları aştı. Artık gidiyor: Hakk’a varan bir yolu tutmuş, Allah’a bakan gözleri dünyayı unutmuş. Cûş eyleyedursun geriden nevha-i hüsran... Yâdında onun şimdi ne matem, ne de hicran! Yâdında değil ianesinin hüzn-i elimi; Yâdında değil yavrusunun tavr-ı yetimi; Yâdında değil doğduğu, ter döktüğü toprak; Yâdında kalan hatıra bir şey, o da ancak: Gökten ona “Yüksel!” diyen ecdâd-ı şehidi! Artık o da yükseldi, fakat yerde ümidi: Bir böyle şehidin ki mükâfâtı zaferdir, Vermezsen İlahî dökülen hûnu hederdir! 1 Kânûnisânî 1330 (14 Ocak 1915) İla: Son, nihâyet, dek, değin, ye.. ye kadar (mânâlarına gelir, harf-i cerdir.) Şitâb: Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek. Sabâ: Gün doğusundan esen hoş ve latif rüzgâr. Hıyâban: Cadde. İki tarafı ağaç dikili yol. Bahçe yolu. İki tarafı ağaçlı muntazam yol. Beyaban: Çöl. Sahra. Kır. Cûş: Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek. İane: Yardım. İmdat. Yardım için istenen, toplanan şey. Hûn: Hor ve zelil olmak. 280 UYAN! Baksana kim boynu bükük ağlayan? Hakk-ı hayatın senin ey Müslüman! Kurtar o biçareyi Allah için, Artık ölüm uykularından uyan! Bunca zamandır uyudun, kanmadın; Çekmediğin kalmadı, uslanmadın. Çiğnediler yurdunu baştan başa, Sen yine bir kerre kımıldanmadın! Ninni değil dinlediğin velvele... Kükreyerek akmada müstakbele, Bir ebedî sel ki zamandır adı; Haydi katıl sen de o coşkun sele. Karşı durulmaz, cereyan sine-çâk... Varsa duranlar olur elbet helak. Dalgaların anlamadan seyrini, Göz göre girdaba nedir inhimak? Dehşet-i maziyi getir yâdına; Kimse yetişmez yarın imdadına. Merhametin yok diyelim nefsine; Merhamet etmez misin evladına? “Ben onu dünyaya getirdim.” diye, Kalkışacaksın demek öldürmeye! Sevk ediyormuş meğer insanları, Hakk-ı uhuvvet de bu caniliğe! Doğru mudur yes ile olmak tebâh? Yok mu gelip gayrete bir intibah? Beklediğin subh-i kıyamet midir? Gün batıyor, sen arıyorsun sabah! Sîne-çâk: Göğsü, yüreği yaralı. İnhimak: Ahmak olma. Ahmaklaşma. Uhuvvet: Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk. Tebâh: Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada giriftar olmuş. İntibah: Uyanıklık, göz açıklığı. Subh-i kıyamet: Kıyametten sonraki sabah. Kıyamet sabahı. 281 Gözleri maziye bakan milletin, Ömrü temadisi olur nekbetin. Karşına müstakbeli dikmiş Huda, Görmeye, lâkin daha yok niyetin! Ey koca Şark, ey ebedî meskenet! Sen de kımıldanmaya bir niyet et. Korkuyorum, Garp’ın elinden yarın, Kalmayacak çekmediğin melanet. Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden, Kan dökerek almalısın mert isen. Çünkü bugün ortada hak sahibi, Bir kişidir: “Hakkımı vermem!” diyen. 5 Şubat 1330 (18 Şubat 1915) Temâdî: Devam etmek. Sürüp gitmek Nekbet: Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık. Müstakbel: İlerdeki; gelecek. Meskenet: Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. 282 “Ey Müslümanlar, Allah'tan, nasıl korkmak lazımsa öylece korkunuz!”* Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan’ın... Ne irfanın kalır tesiri katiyyen, ne vicdanın. Hayat artık behîmîdir... Hayır ondan da alçaktır: Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır. Behâim çıkmaz amma hilkatin sabit hududundan, Beşer hâlâ habersiz böyle bir kaydın vücudundan! Meğer kalbinde Mevla’dan tehâşî hissi yer tutsun... O yer tutmazsa hiç manası yoktur kayd-ı namusun. Hem efradın, hem akvamın bu histir, varsa, vicdani; Onun tatili: İnsaniyyetin tevkî-i hüsranı! Budur hilkatte carî en büyük kânunu Hallak’ın: O yüzden başlar izmihlali milletlerde ahlakın. Fakat ahlâkın izmihlali en müthiş bir izmihlal; Ne millet kurtulur, zirâ ne milliyet, ne istiklal. Oyuncak sanmayın! Ahlâk-i millî rûh-i millîdir; Onun iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllidir. Olur cemiyet artık çaresiz pâmâl-i istila; Meğer kaldırmış olsun, rûh-i sânî indirip, Mevla. Evet, bir ba’sü ba’de’l-mevte imkân vardır elbette... Bunun temini, lakin bir yığın edvara vabeste! Havf: Korku, korkutmak. Behîmî: Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık. Hilkat: Yaratılış. Tehâşî: Korkup çekinme, sakınma. Tevkî: Alamet, işaret, belirti, nişan. Carî: Akan, akıcı. Hallâk: İyi traş eden. Berber. İzmihlal: Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek. Mevt-i külli: Toplu ölüm. Pâmâl: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş. Rûh-i sânî: İkinci ruh. Ba’sü ba’de’l-mevt: Öldükten sonra tekrar dirilmek, diriltmek Edvar: Devirler, zamanlar. Vabeste: Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan. Akvam: Kavimler. Milletler. Toplumlar. Menfur: Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç. Kıpti: Çingene. * Âl-i İmrân (3) sûresi, 102. âyetin bir kısmı. 283 O cemiyet ki vicdanında hâkim havf-ı Yezdan’dır; Bütün dünyaya sahiptir, bütün akvama sultandır. Fakat efradı Allah korkusundan bî-haber millet, Çeker, milletlerin menfuru, Kıptiler kadar zillet; Meâlî meyli hiç kalmaz, şehâmet büsbütün kalkar; Ne hâkimlik tanır artık, ne mahkûm olmadan korkar. Şeref hırsıyla istihkâr-ı mevt etmişken ecdadı, Bırakmaz öyle bir pâkîze neslin şimdi ahfadı, Hayat uğrunda istihfafa şayan görmedik hüsran! Gebersin tekmeler altında razı... Çıkmasın, tek, can! Yürekler en mülevves, en sefil amal için çarpar; Sinirler en muhal endişeden titrer durur par par! Olur, cemiyet efradınca şahsî menfaat “mabut”! Sorarsan kimse bilmez var mı «hak» namında bir mevcut. O, doymak bilmeyen, mabuda kurbandır haya hissi, Hamiyet, âdemiyet hissi, ulvî hislerin hepsi! Bu hissizlikle cemiyyet yaşar derlerse pek yanlış: Bir ümmet göster, ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış? 20 Ağustos 1330 (2 Eylül 1914) Şehâmet: Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Kahramanlık. İstihkâr: Hakaret etmek. Küçük görmek. Mevt: Ölüm. Ahirete göç. Dünyadan gitmek Pâkîze: Temiz, pak. Lekesiz. Hâlis, saf, katıksız. Ahfad: Torunlar. Hafidler. Evlâd oğulları. Yardımcılar. İstihfaf: Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek. Mülevves: Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış Amal: Emeller. Arzular. Gayeler. Dilekler. İstekler. Muhal: İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. Hamiyet: Gayret. Âdemiyet: İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır. Ulvî: Yüksek, yüce. 284 “Kim Müslümanların derdini kendine mâl etmezse onlardan değildir.” Hadis-i Şerif* Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile... Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile! Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir! İstemem, dursun o pâyansız mefahir bir yana... Gösterin ecdada az çok benzeyen bir kan bana! İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigâr, Çok değil, ancak, necip evlada layık tek şiar. Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız: Böyle kansız mıydı -hâşâ- kahraman eslâfınız? Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdasına? Benzeyip şirazesiz bir mushafın eczasına, Hiç görülmüş müydü olsun kayd-ı vahdet tarumar? Böyle olmuş muydu millet can evinden rahnedâr? Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi? Böyle âdet miydi, bî-pervâ, yemek insan leşi? Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan! Hey sıkılmaz ağlamazsan, bari gülmekten utan! “His” denen devletliden olsaydı halkın behresi: Payitahtından bugün taşmazdı sarhoş narası! Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi, Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi. Lakin aşk olsun ki aldırmaz da otlarmış eşek, Sanki tavşanmış gelen yahut kılıksız köstebek! Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı... Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!.. Pâyan: Kenar, son nihayet, uç. Mefahir: İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Mefharetler. Necip: Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Şiar: İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet. Eslâf: Selefler, evvelkiler, geçmişler. Şîrâze: Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ince şerit. Mushaf: Sahife. Sahife halinde yazılı kitap. Ecza: Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler. Tarumar: Dağınık, karmakarışık, perişan. Rahnedâr: Eksiği, bozuğu olan. Bî-pervâ: Korkusuz. Pervasız. Behre: Nasip, pay, hisse. Payitaht: Merkez-i hükümet, başşehir, başkent. * Munâvî, Feyzu’l-Kadîr, 6 - 67. 285 Bir hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üslûba sok: Hâlimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok. Burnumuzdan tuttu düşman, biz boğaz kaydındayız! Bir bakın: Hâlâ mı hâlâ ihtiras ardındayız! Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın: Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın! Davranın haykırmadan nâkûs-i izmihlaliniz... Öyle bir buhrana sapmıştır ki, zira hâliniz: Zevke dalmak şöyle dursun, vaktiniz yok mateme! Davranın zira gülünç olduk bütün bir âleme. Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah intikam; Yerde kalmış, naaşa benzer kavm için durmak haram! Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur? Yoksa: İstikbâlinizden korkulur, pek korkulur! 13 Haziran 1329 (26 Haziran 1913) Nâkûs: Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. İzmihlal: Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Ervah: Ruhlar. Canlar. Naaş: Cenaze. 286 “Kimin bu dünyada gözü kapalı ise ahirette de kapalı, hattâ oradaki şaşkınlığı daha ziyâde.”* Nihayet neyse idrâk ettiğin şey ömr-i fâniden; Onun bir aynıdır mutlak nasibin ömr-i sânîden. Hatadır ahiretten beklemek dünyada her hayrı: Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil, ayrı. Sen ey sersem ki “Üç günlük hayatın hükmü yok.” der de, Sanırsın umduğun amadedir ferdâ-yı mahşerde; Ne ekmiştin ki mahsul istiyorsun bir de ferdadan? Senin meşru olan hakkın: Bugün hüsran, yarın hüsran! Eğer maksudu ancak ahiret olsaydı Yezdan’ın; Ne hikmet vardı ibdâında hiç yoktan bu dünyanın? «Ezel»den ayrılan ruhun nişîmen-gâh-ı bakisi; «Ebed»ken yolda eşbâhın niçin olsun mülakisi? «Elest»in arkasından gelmesin Cennet, Cehennem de, Neden ervaha tekrar imtihan olsun bu âlemde? Demek: Dünya değil pek öyle istihfafa şayeste: Demek: Bir feyz-i bakî var, bu fani ömre vabeste! Diyorlar: “Kâinatın aslı yoktur, çünkü fanidir.” Ömr-i sânî: İkinci hayat, ahiret hayatı. Amade: Hazırlanmış, hazır. Ferdâ-yı mahşer: Mahşer sonrası. Meşru: Yasal. İbdâ: Yaratmak. Nişîmen-gâh: Durak, yurt. Toplanılacak yer. Baki: Ağlayan. Eşbâh: Benzeyenler. şibihler. Nazirler. Mülaki: Buluşan. Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan. Elest: “Rabbiniz değil miyim?” meâlinde olan âyet-i kerimenin kısaltılmış işaretidir. Ervah: Ruhlar. Canlar. İstihfaf: Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek. Şâyeste: Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. Feyz-i bakî: Sonsuz feyz/bereket. Vabeste: Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan. * İsrâ (17) sûresi, 72. âyet. 287 Evet, fânidir amma bir nazardan câvidânîdir. Süreksizmiş hayat... Olsun! Müebbet zevki, hüsranı; Onun bir sermediyyettir bu haysiyyetle her ânı. “Cihanın aslı yoktur, çünkü fânîdir.” diyen sersem, Ne der “Öyleyse hilkat pek abes bir şey çıkar.” dersem? Nedir dünyaya gelmekten garaz, gitmek midir ancak? Velev bir anlamak hırsıyla olsun yok mu uğraşmak? Ganimettir hayatın, iğtinâm et, durma erkenden, Yarın milyonla feryat olmasın enfâs-ı madûden! Bu âlem imtihan meydanıdır ervah için madam, Demek: İnsan değilsin eylemezsen durmayıp ikdam. Neden geçsin sefaletlerle, haybetlerle, ezmânın? Neden azmin süreksiz, yok mudur Allah’a imanın? Çalış dünyada insan ol, elindeyken henüz dünya; Öbür dünyada insanlık değilmiş yağma, gördün ya! Dilinden ahiret hiç düşmüyor ey Müslüman, lakin, Onun hakkında âtıl bir heves mahsûlü idrâkin! Bu mecnûnâne vehminden şifâyâb olmadan, şayed; Gidersen böyle sıfru’1-yed, kalırsın sonra sıfru’1-yed! Hayâlât arkasından koştuğun yetmez mi hey şaşkın? Senin hâlâ hakikatten nedir iğmâz için hakkın? Bu âlem şöyle bir rüyâ imiş yahut muvakkatmiş... Evet ukbâda anlarsın ne müthiş bir hakikatmiş! 16 Teşrinievvel 1330 (29 Ekim 1914) Câvidânî: Câvidân, ebedi, sonsuza âit. Müebbet: Sonsuz. Sermediyyet: Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk, ebedîlik. Hilkat: Yaratılış. Velev: Eğer, gerçi, her ne kadar da, hatta. Enfâs: Nefesler. Soluklar. Madûd: Hesap edilen. Sayılan. Ervah: Ruhlar. Canlar. Ezmân: Zamanlar. Vakitler. Müddetler. Âtıl: Tembel. Mecnûnâne: Delice, divanece. Mecnunlara ve delilere yakışır surette. Vehm: Müphem ve manasız korku. Şifâyâb: Şifa bulma, iyileşme. Sıfru’l-yed: Mahrum, eli boş. Muvakkat: Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan. Ukbâ: Ahiret, öbür dünya, bâki olan âlem. 288 “Müslümanlık huyun güzelliğinden ibarettir.” Hâdis-i Şerif* Biz ki yarmıştık şuûnun en büyük ummânıni; Çiğnemiştik yükselen emvâc-i bî-pâyânıni; Biz ki edvarın, kurunun, hâdisatın rağmına, Hâkim olmuştuk bütün bir âlemin eyyamına; Şimdi tek bir dalganın pâmâl-i izmihlaliyiz! Şimdi sahillerde mahkûmiyetin timsaliyiz! Böyle bir sadmeyle alt üst olsun en müthiş gemi... Dehşetin tesiri hâlâ sarsıyor endişemi! Öyle salgındır felaket, öyle anîdir ölüm: Hem görür göz, hem acep rüyâ mıdır, der, gördüğüm? Nerde rüyâ! Gördüğün ayniyle vakidir senin. Gayr-i vâki noktalar: Ancak o mühlik sadmenin, Bir dışardan, bir kaza, bir nâgehânî olması; Bir de -en yanlış kanaat- âsümânî olması. Dâhilîdir sadme... Hariçten değil... Asla değil! Sonra, olmaz ez-kaza dünyada bir şey, böyle bil! Nâgehânî lâfzının manası yoktur, herzedir: En beyinsizler bu istikbali zira kestirir. Gökten inmez bir de hiçbir şey... Bütün yerden taşar; Kendi ahlakıyla bir millet ölür yahut yaşar. Şu’ûn: İşler, fiiller. Havadis. Ummân: Büyük deniz. Okyanus. Emvâc: Dalgalar. Bî-pâyân: Sonsuz. Payansız. Edvar: Devirler, zamanlar. Ez-kaza: Kaza olarak. Rağm: Bir şeyden hoşlanmayıp kerih görmek. Bir işi birisine zor ile tutturmak. Eyyam: Devirler. Günler Pâmâl: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş. İzmihlal: Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek. Sadme: Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. Gayr-i vâki: Olmayan. Mühlik: Kötü ve günah olan iş. Nâgehânî: Birdenbire, ansızın, âniden. Âsümânî: Beşerî olmayan. Semavî olan. Dahilî: İçeri. İç. İçinde. Ez-kazâ: Kaza olarak/ kazayla. Lâfz: Ağızdan çıkan söz, kelime. Herze: Boş söz. Saçmasapan söz. Boş lakırdı. Ahmed Naim, Ahlak-ı İslamiyyenin Esasları, SM, c. 9, s. 296, 1328. Bu hâdisin kaynağı bulunamamıştır. “Elbirru hüsnü’l-hulk: Bir (üstün iyilik) güzel huydan ibarettir...” hâdisi mevcuttur: Tirmizî, Zühd, 52. * 289 Çiğnenirsek biz bugün, çiğnenmek istihkakımız: Çünkü izzet nerde, bir bak, nerdedir ahlakımız. Müslümanlık pak sîretten ibaretken, yazık! Öyle saplandık ki levsiyyâta: Hâlâ çıkmadık!* Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak; Kendi asudeyse dünya yansa, baş kaldırmamak; Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehâşî etmemek; Kuvvetin meddahı olmak, aczi hiç söyletmemek; Müptezel birçok merasim: inhinalar, yatmalar, Şaklabanlıklar, riyalar, muttasıl aldatmalar; Fırka, milliyet, lisan nâmıyla dâim ayrılık; En samimî kimseler beyninde en ciddi açık; Enseden arslan kesilmek, cepheden yaltak kedi... Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi! Hâlimiz bir inhilâl etmiş vücudun hâlidir; Ruh-i izmihlalimiz ahlâkın izmihlalidir. Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli: Bir halas imkânı var: Ahlakımız yükselmeli,* Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız... Çünkü hem dünya gider, hem din, eğer yapmazsanız. 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913) İstihkak: Kazanılan şey, hak edilen. Sîret: Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlakı. Levsiyyât: Kirli ve pis şeyler. Âsûde: Rahat, huzur içinde. Dinç. Ahd: Vaat etme. Söz verme. Nakzetmek: Bozan, bozucu. Tehâşî: Korkup çekinme, sakınma. Müptezel: Pek bol ve ucuz. Değersiz. İnhina: Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. Fasılasız. İnhilal: Çözülüp ayrılma. Dağılma. İzmihlal: Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Mücmel: Kısa. Öz. Halas: Kurtulma, kurtuluş. Selamete ermek. Sebilürreşad basımında bu mısradan sonra bir beyit daha vardır: “Rûh-i gayret ölmüş artık, her şenaat bizdedir / Duygusuzluk bizde, bin mühlik kanâat bizdedir!” * Sebilürreşad neşrinde bu beytin yerinde başka bir beyit vardır: “Müslüman kim? Din nedir? Evvelce tahkik etmeli / En büyük düstûr odur, hakkıyla tatbik etmeli.” * 290 “O müminlere ind’allah ecr-i azîm var ki: Birtakım kimseler kendilerine ‘Düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar; onlardan korkmalısınız.’ dedikleri zaman bu haber îmanlarını artırır da: ‘Allah’ın nusreti bize kâfidir, o ne güzel muhafızdır!’ derler.”* Şehâmet dini, gayret dini ancak Müslümanlık’tır; Hakikî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır. Cebânet, meskenet, dünyada, sığmaz rûh-i İslam’a... Kitâbullâh’ı işhâd eyledim -gördün ya- davama. Görürsün, hissedersin varsa vicdanınla imanın: Ne müthiş bir hamaset çarpıyor göğsünde Kur’ân’ın! O vicdan nerdedir, lakin? O iman kimde var? Heyhat! Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyyât! O imandan velev pek az nasip olsaydı millette, Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette! O iman ittihâd isterdi bizden, vahdet isterdi... Nasıl «bünyân-ı mersûs» olmamız lazımsa gösterdi. Peki! Bizler ne yaptık? Kol kol olduk, tarumar olduk... Nihayet bir denî sadmeyle düştük, hâk-sâr olduk! O iman kuvvet ihzariyle emretmişti... Lakin biz; «Tevekkelnâ!» deyip yattık da kaldık böyle en âciz! O iman, farz-ı katîdir diyor tahsili irfanın... Ne câhil kavmiyiz biz Müslümanlar, şimdi, dünyanın! O iman hüsn-i hulkun en büyük hamisi olmuşken... Nemiz vardır fezâilden, nemiz eksik rezâilden? Şehâmet: Yağlılık, semizlik, besililik. Cebânet: Korkaklık, ürkeklik. Meskenet: Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. İşhâd: Şahadet ettirme, şahit gösterme. Hamaset: Cesurluk. Kahramanlık. Yiğitlik. Bünyân-ı mersûs: Kaynaşmış sağlam bina. Tarumar: Dağınık, karmakarışık, perişan. Denî: Soysuz, alçak, ahlâksız. Sadme: Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. Hâk-sâr: Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli. İhzar: Hazır etmek. Hazırlamak. Tevekkelnâ: Tevekkül ettik. hüsn-i hulk: Ahlak güzelliği. Güzel ahlak. Fezâil: Faziletler. Rezâil: Utanılacak çok fena işler, alçakça hareketler. * Âl-i İmrân (3) sûresi, 1 73. âyet. 291 Demek: İslam’ın ancak namı kalmış Müslümanlarda; Bu yüzdenmiş, demek, hüsran-ı millî son zamanlarda. Eğer çiğnenmemek isterseler seylab-ı eyyama; Rücû etsinler artık Müslümanlar Sadr-ı İslam’a. O devrin yâd-ı nûrânûru bî-pâyan şehâmettir; Mefahir onların tarihidir; ümmet o ümmettir. Ki bir yandan celâdetler saçıp dünyayı titretmiş; Öbür yandan da insanlık nedir dünyaya öğretmiş. Değilmiş böyle mahkûmiyetin timsâl-i pâmâli! Şevâhikten tenezzül eylemezmiş arş-ı iclali. «Tevekkül» vasfı, ancak onların hakkında manidar: Ki etmiş hepsi dünyalar kadar âlâmı istihkar. Çekinmezmiş şedâid yağsa asla, iktihâmından; Zeminlerden ölüm fışkırsa dönmezmiş meramından. “Hakikî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.” Demiştim... İşte davam onların hakkında sadıktır. 4 Eylül 1330 (17 Eylül 1914) Seylab: Taşkın su, sel. Eyyam: Devirler. Günler Rücû: Taşa tutmalar, taşlamalar. Sadr: Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. Bî-pâyan: Sonsuz. Payansız. Mefahir: İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Celâdet: Yiğitlik. Bahadırlık. Kuvvet ve şiddetlilik. Timsâl: Resim, suret, sembol, nümune. Pâmâl: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş. Şevâhik: Yüksek tepeler, şahikalar. Arş-ı iclâl: Büyüklük makamı. Âlâm: Elemler. Kederler. Üzüntüler. İstihkar: Hakaret etmek. Küçük görmek. Şedâid: Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler. İktihâm: Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. 292 Emir Abbas Halim Paşa Hazretlerine EL-UKSUR’DA* Hava ağırdı, fakat pek dokunmuyordu sıcak; Guruba vardı esasen yarım saat ancak. Yakındı sahile mihmanı olduğum mesken; Yavaş yavaş iniverdim ağaçlı bir tepeden. O, Nil’i koynuna çekmiş yeşillenen, vadi, -Ki yok hazan safahatında ömrünün ebedîÖnümde, zümrüde benzer, yığın yığın mevecât, Saçıp saçıp uzuyor: Sanki bir serâb-ı hayât! Şu imtidâda bakın, var mı yal ü bâline eş? Bu yal ü bâli bütün gün kucaklayan o güneş, Ki Nil’i şarkına almış da garba geçmişti; Ufukta son lemeâtıyla parlıyor şimdi... Fakat ziyasına hâlâ tahammül imkânsız. Solumda bir büyücek hurma var ki yapyalnız... Zemini haylice mail de olsa, çâresi ne? Burundum artık onun zıll-i pâre-pâresine. Bu noktadan ne müheyyic fezaya doğru nazar! Birer kanat iki sahilde yükselen ovalar: Mihmân: Misafir. Mesken: Ev. Sakin olunacak yer. Mevecât: Dalgalar. İmtidâd: Uzanmak. Uzayıp gitmek. Yal ü bâl: Boy bos; boyun ve endam. Lemeât: Parlayışlar, parıltılar. Mail: Ehil, iyal, çoluk çocuk. Zıll: Gölge. Pâre: Cüz, parça. Kesinti. Müheyyic: Tehyic eden. Heyecan veren. El-Uksur, Kâhire’nin altı yüz kilometre kadar cenubunda Nil’in sâhil-i şarkîsine düşen bir mevkidir ki eski Mısırlılardan kalma pek çok asara mâlik olduğu için seyyahlarca mâruftur. Aşağıda ismi gelecek «Karnak» ise bizim At-meydanı’ndaki dikilitaşlarla doludur. * 293 Nigâh uzandı mı bir kerre dûş-i sahiline, Hayal uçup gidiyor başka âlemin birine! Zemine şimdi, o gündüz alev saçan, afak Ilık ılık döküyor bir hava-yi istiğrak. Gülümsüyor yüzü artık muhit-ı reyyânın, Muhatı, çünkü semadan inen bu çağlayanın. Deminki samte bedel hande çınlıyor yer yer: Gülümsüyor koca vadi, gülümsüyor tepeler; Gülümsüyor suyu tırmanmak isteyip öteden, Uzun kürekli kayıklarla bir büyük yelken; Gülümsüyor beriden gölgeler döküp Nil’e, Otel binaları etvâr-ı imtinânıyle; Gülümsüyor kıyılardan beş altı hatve kadar, İçerde, ipli sırıklarla işleyen kuyular; Gülümsüyor suyu kırbayla aktaran fellâh; Gülümsüyor bunu ömründe görmeyen seyyah; Gülümsüyor çalılıklarla örtülen dereler; Gülümsüyor sayısız tarlalarla meşcereler; Gülümsüyor kanlar, başlarında topraktan, Güğüm kılıklı birer kap dönerken ırmaktan; Gülümsüyor derelerden balık tutan, çıplak, Çoluk çocuk suyu kepçeyle aktarıp durarak... Sabahleyin dolaşıp gördüğüm o heykeller; Ki sermediyyete çılgın zavallı hırs-ı beşer, -Kulûba nakşedecek yerde yâd-ı rahmetiniFezaya kazmak için zıll-i bî-kerâmetini; Dikip de her kayadan bin hayata seng-i mezar, Bu korkuluklara vahşetle vermiş istikrar; Ki secdeler edecekmiş ayaklarında zemîn; Ki arşı titretecekmiş alınlarındaki çîn! Fakat zaman denilen dest-i kibriyâ-yı mehîb; Bu kahramanları etmiş ki öyle bir tedîb: Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. Dûş: Dün gece İstiğrak: Gark olmak, dalmak. Reyyân: Suya kanmış, sudan doymuş. Samt: Susma, sükût. Hande: Gülme, gülüş. Etvâr: Tavırlar, haller, davranışlar. İtminân: Emniyet içinde olmak. İnanmak. Hatve: Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Fellah: Ekinci, çiftçi, ziraatla uğraşan Arap. Seyyah: Seyahat eden, dolaşan, gezen. Meşcere: Ağaçlık yer, koru, şeceristan. Sermediyyet: Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk. Kulûb: Kalbler, gönüller. Zıll: Gölge. Seng-i mezar: Mezar taşı. İstikrar: Tekrarlatmak. Dest: Dört bucaklı yastık ve elbise Kibriyâ: Büyüklük. Mehîb: Heybetli, azametli, korkunç kimse. Tedîb: Edeplendirme. Haddini bildirme. 294 Ne enf-i nahveti kalmış kırılmadık, ne kolu! Civâr-ı ibreti enkâz-ı lâşesiyle dolu. Ne çehrelerde mehabet, ne cephelerde gurur; Silik hututuna çökmüş bütün meâl-i fütur. Adaletin bu kadar bî-aman tecellisi, Nigâh-ı zâire vermekte merhamet hissi. Evet, mezân o heykellerin uzaktı bana; Şu var ki münatıf oldukça gözlerim o yana, Gülümsüyor diyorum onların da çehreleri. Gülümsüyor koca bir mabedin uzakta yeri. Gülümsüyor sağa baktıkça karşıdan «Karnak»; Gülümsüyor o sütunlar ki, Nil’e müstağrak, Zılal-i raşe-nümâsıyla oynuyor emvâc. Gülümsüyor, dağınık başlarında altın tâc, Semâya fırça vuran hurmalar sevâhilden. Oturmuş olduğum asude sath-ı mailden, Biraz yukardaki çardak biçimli gölgeliği, Nasılsa görmek için kalkayım, dedim... Ne iyi! Fransız, İngiliz, Alman, on üç kadar seyyah, Üçer beşer küme olmuşlar: İnliyor akdâh! Birinciler gülüyor... Çünkü ceyb-i meşhûnu, Yerinden oynatıyor kâinat-ı medyunu. «Sedan» düşündürecek olsa olsa maskarayı... Refah unutturur insana en derin yarayı. İkinciler gülüyor, hem de hakkıdır, gülecek: Cihan bir emrine amade... «Öl!» desin, ölecek. Tutuşturup bütün akvamı karşıdan bakıyor! Çelikle taş vuruşurken herif çubuk yakıyor! Üçüncüler gülüyor, çünkü zûr-i bâzûsu, Ne derse «Doğru!» denen bir kefil-i namusu. Beşer ki kuvveti bahşetmiyor henüz Hakk’a; Ne çâre var onu kuvvetle almadan başka? Zebun musun? Yalınız ağlamak senin hakkın!.. Enf: Burun. Nahvet: Kibir, gurur. Kibirlenme. Lâşe: Kokmuş et parçası. Mehabet: Heybet. Meâl: Meydana gelen netice. Mefhum Fütur: Yeis. Ümitsizlik. Usanç. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. Mezân: Zannolunan yerler veya şeyler. Mün’atıf: Bir tarafa doğru teveccüh etmiş. Müstağrak: Gark olmuş, dalmış, batmış. Zılâl: Gölgeler. Ra’şe: Kulağa takılan küpe. Nümâ: Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır. Emvâc: Dalgalar. Sevâhil: Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları. Sath-ı mail: Eğri yüzey. Akdâh: En çirkin. Çok kabih. Ceyb: Cep. Gömleğin (yarığı) açıklığı. Meşhûn: Doldurulmuş. Dolu. Dopdolu. Akvam: Kavimler. Milletler. Toplumlar. Zûr-i bâzû: Güçlü pazu. Zebun: Zayıf, güçsüz, âciz 295 Evet, bu saha-i cûşun, bu cûş-i ezvâkın İçinde ben, yalınız ben zavallı gülmüyorum... Oturmuş ağlıyorum, ağlasam da mazurum: Vatan-cüda gibiyim ceddimin diyarında! Ne toprağında şu yurdun, ne cûybârında, Bir âşinâ sesi yahut bir âşinâ izi var! Sedâma beklediğim aksi vermiyor ovalar. Bileydim ey koca Şark, ey cihan-ı dûrâdûr, Senin nerendeki evlâdının nasibi huzur? Başın belâlara girmiş; elin, kolun pâmâl; İçinden esti mi bir gün hevâ-yı istiklal? Görür müyüm diye karşımda Müslüman yurdu, Bütün diyarını gezdim, ayaklarım durdu... Yabancı sesleri geldikçe reh-güzârımdan, Hep inkisâr-ı emel taştı rûh-i zarımdan! Vatan-cüda olayım sinesinde İslam’ın? Bu akıbet, ne elim intikamı eyyamın! Benim ki yaşlıyım artık düşük kolum, kanadım; Bu intikamı çalışsın da alsın evladım. Ufukta şimdi güneş sönmek üzre sallanıyor; Şu var ki çehresi hâlâ parıl parıl yanıyor. Biraz geçince, şuaât-ı vâpesîniyle, Dikildi geldi de karşımda, ansızın Nil’e, Sularla esnemeyen bir amûd-i nûrânûr. Fakat bu zıll-i mübâhî, bu intiba-ı vakur, -Ki çok zaman kalacak sandım imtidâdındanBeş on dakikada Nil’in silindi yâdından! Yazık, o gölge de milyarla zıll-i nâ-yaba, Katılmak üzre atılmış meğer bu girdaba! Çûş: Coşma. Ezvâk: Zevkler. Keyfler. Eğlenceler. Mazûr: Özürlü. Özrü olan. Vatan-cüda: Vatan ayrılığı. Cûybâr: Akarsu, nehir. Dûrâdûr: Uzaktan uzağa. Uzun uzadıya. Pâmâl: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş. Hevâ: İstek. Nefsin isteği. Reh-güzâr: Geçilen yol. Yol üstü. Geçit. İnkisâr: Bir şeyin derisinin veya kabuğunun soyulması. Eyyam: Devirler. Günler. * Güç, iktidar, nüfuz. Şuâ’ât: Işıklar. Vâpesîn: En gerideki, en sondaki. Amûd: Dik, dikine. Sütun, direk. Mübâh: İşlenmesinde sevap ve günah olmayan şey. İntibâ: İzlenim. Vakur: Ağırbaşlı, temkin sahibi. İzzetli, vakarlı. İmtidâd: Uzanmak. Uzayıp gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak. Nâ-yâb: Benzeri olmaz. Nâdir. Ender. 296 Görünmüyor güneş artık, önünde perde cibâl; O şimdi başka ufuklardan etti arz-ı cemâl. Acıklı ruhunu mağrip hazin hazin döktü; Zemine şâm-ı gariban yavaş yavaş çöktü. Değişti çehresi Nil’in: Önümde az kumral; Deminki zıll-i sütunun yerinde pek koyu al; Biraz ilerde, fakat âdeta karanlıktı. Bu reng-i mateme dağlar da âşinâ çıktı: Karardı baktım uzaktan dumanlı cepheleri. Ridâsı mağribin artık kucaklamıştı yeri. Demin gülümseyen afâkı tülledikçe zılâl, Uyandı ruh-i garibimde bir hayal-i muhal: Cihan-ı sâmiti karşımda ağlıyor sandım... O gölgelikten inip nura doğru tırmandım. 15 Kânûnisânî 1329 (28 Ocak 1914) Cibâl: Dağlar. Cemâl: Yüz güzelliği. Zıll: Gölge. Âşinâ: Tanıdık. Zılâl: Gölgeler. Muhal: İmkânsız. Sâmit: Tatsız bayat süt. 297 Binbaşı Ömer Lütfi Bey kardeşimize… BERLİN HÂTIRALARI “Biraz da kahveye çıksak...” demişti arkadaşım. O doğru söylemiş, amma ben eğri anlamışım: Mahalle kahvesi nerden de geçti zihnimden? Bakılsa geçmemeliymiş... Bilir miyim onu ben? Mahalle kahvesi... Berlin... Münasebet mi dedin! Fakat rica ederim, dinleyin, inayet edin: Fakiriniz en açık bir söz olsa, mecburum, Kafamda bulduğum eşyayı aktarır dururum. Onun bir örneği geçmişse akıbet elime, Derim ki: “Ha! Bu demekmiş o duyduğum kelime.” Otel denildi mi bilfarz, o muteber kamus; Ne söylüyor bakarım bir: Evet, lügat menus; Kütükte mahlası han, sinni lâ-akal yetmiş! Zavallı âhir-i ömründe irtidâd etmiş; Şu var ki midesi ilhâdı etmemiş temsil; Ne Müslüman, ne Frenk, öyle bir vücud-u sefil. Yıkanma yok, tuvalet yok! Yazın belinde çamur; Eteklerinden inerken kabuk tutar yağmur! Değil mi uçkuru sarkan bunakların bir eşi? Bakındı cumbaya: Bîzâr eder durur güneşi, O nemli yorganı sallandırıp da pencereden! Yatak takımları şâyân-ı merhamet cidden: Kadife hâline geçmiş patiskadan yastık... Ne istihale geçirmiş hesap edin artık! İnayet: Yardım, lütuf meded etmek. Muteber: İtibâr gören. Beğenilen. Kamus: Deniz. Derya. Lügat: Kelime. Söz Menûs: Alışılmış. Alışık. Sini: Büyük tepsi Lâ-akal: En az. Hiç olmazsa. Âhir: En son, sonraki. İrtidâd: Din değiştirmekle mürted olmak. İslâmiyetten çıkarak dinsiz olmak. İlhâd: Zulüm yapma, eziyet etme. Bî-zâr: Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş Şâyân-ı merhamet: Merhamet dikkati. 298 Benek benek yayılıp kehle intıbââtı, Benekli basmaya dönmüş o çarşafın suratı! Kırık sürahide bekler yosunlu bir mayi, Ki derd-i cûya gelir üç yemek kadar nâfi. Bir ekmeğin yeri dolmazmış olmadan iki su; Bunun beş ekmek olur belki bir kadeh dolusu. Şimendifer deyiniz... Buldum işte örneğini: Üşenmeden çevirip nazenin tekerleğini, —Yakınsa bindiğiniz noktadan eğer kasabaKader müsaade ettikçe işleyen araba. Samatya lordu müfettiş; Tatavla kontu müdir,* Zavallı milletin efradı orta yerde esir! «Bilet mahalli» midir, ismi pek de bilmiyorum, Basık tavanlı, rutubetli, isli bir bodurum, Ayakta esneyen âvâre yolcularla dolu. Biletçi nerde mi? Kumpanyanın o nazlı kulu.* Verâ-yi perdeden etmez ki halka doğru nigâh... Ne var telâş edecek? Beklesin ibadullah! Açıldı perde nihayet şu var ki cendereye; Kısılmak istemiyorsan sokulma pencereye! İntıbâât: Edinilen intibalar. Mayi: Akıcı. Akıcı madde. Cû: Akarsu, ırmak, nehir, çay. Nâfi: Giderici, yok eden, nefyeden, menfi yapan. Efrad: Fertler. Askerler. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. Cendere: Tazyik. Baskı, basınç. Samatya (Kocamustafapasa) ve Tatavla (Kurtuluş), İstanbul’un iki semti. O tarihte buralarda, daha çok gayrimüslimler otururdu. * Tren ve tramvay işletmesi yabancı şirketlerin elindeydi. * 299 İtiş kakış olağan şey, dövüş sövüş de caba! — Biletçi, mösyö, tren kaçta kalkacak acaba? — Ayağımı ezdin adam... Patlıyor musun ne zorun? — Vurursam ağzına?... — Yahu! Gürültünüz ne? Durun! — Yavaş be! — Çüş be! Gözün kör mü? — Pardon! — İllallah! Nasıl ki çıktı şu «pardon» eşeklik oldu mubah! — Ne laftır ettiği Allah’ça söyleyin yakışır? — Uzatma! — Tut ki uzattım?.. — Herif de amma hışır! — Suç öldürende değildir ki derseler... — Hele bak! — Nedir ki bir de ki baktım? — Susun bela çıkacak! — Ufaklık olmalı! — Yok, mösyö! — Yoksa git bozdur! — Dikilme nafile, sinyor ne derse kânundur! — Tren kaçar a kuzum... — Haydi! Dinlemez ben laf! — Tren kaçar diyorum, dinlemem diyor: Ne tuhaf! — Kızarsa ağzı bozuktur fena bi şey söyler; Bozarlar onluğu verdin mi. Koş da bozduruver! Tütüncü “On para az!” der... Musibetin büyüğü: Herif simitçi ararken tren çalar düdüğü!.. Sokak deyin mesela... Şimdi baktığım lügate; Müracaat yine lazım mı? Lazım elbette! Evet, o bir helezondur ki kutru altı karış; Ya tülü? Bilmiyorum, her ne söylesem yanlış. Muvaffak olmanın imkânı yok ki tahmine: Biraz gidip dalıyor haydi evlerin birine! Zamane şiirine benzer zemin-i tertibi: Zalam içinde mebâdîsi müntehası gibi. Peki! Ne yapmalı çarpılmak istemezsen eğer? Tekin değil mi nedir, pek acayibimsi bu yer? Dilinde “Besmele” olsun, elinde “Sure-i Nur”, Kesende sade mühür... Kimse çarpamaz... Destur! Zalam: Karanlık. Zulmet. Mebâdî: Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. Müntehâ: Son, en son derece, en son yer, nihayet. Destur: İzin, müsaade. 300 Birinci hatve selamet... İkinci hatve tamam... Üçüncü hatveyi lakin düşünmeden atamam... Ne var mı? Ağzını açmış ki bir yaman uçurum, Dalarsa «Cup!» diye insan, çıkar mı bilmiyorum! Uzak dolaş! İyi, lakin alındı bir tümsek, Ne atlayanda kalır diz, ne tırmananda bilek! Kenarca gitmeli öyleyse... İhtimali mi var? Sağında: Ağrısı tutmuş, çıkık karınlı duvar, Solunda: Lastiğe sahip çıkan sakızlı çamur! Durundu çâreyi buldum... Evet, olur mu olur: Şu künbedin üzerinden beş altı taş sökerim, Bataksa al, bu da batmaz, deyip deyip ekerim. Demek; Hazine-i Evkafa bir metin köprü Binası terk edeceksin... Uzatma, haydi yürü! Vasiyyetim size: Ey zıplayıp geçen ahlaf, Sakın şu künbed-i feyyazı etmeyin israf, Günün birinde bataklık asarsa köprümden, Emin olun size lazımdır öyle bir maden. Otel meğer o değilmiş, şimendifer de keza... Sokak mı benzeyen az çok? Aman canım, hâşâ! Meğer oteller olurmuş saray kadar mamur, Adam girer de yaşarmış içinde mest-i huzur. Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak... Nasip olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak! Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahar, Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf-ı nehâr! Hıyât-ı nurunu temdid edip her avize, Fezada nescediyor bir sabah-ı pakize, Havayı kızdırarak hissolunmayan bir ocak; Ilık ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak. Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz; Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz. Hatve: Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak. Evkaf: Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler Ahlâf: Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Mamur: İmar edilen, tamir edilmiş. Mest-i huzur: Huzur mestliği/sarhoşluğu. Leyle-i Yeldâ: Uzun gece. Nısf-ı nehâr: Öğle vakti, gündüzün ortası. Hıyât: Perdeler. Engeller. Temdîd: Devam ettirmek. Uzatmak. Uzatılmak. Sürdürmek. Nesc: Dokunuş, dokuma. Pakize: Temiz, pak. Lekesiz. 301 Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten, Sanırsınız ki zemininde olmamış gezinen. Ne kehle var o mübarek döşekte hiç, ne pire; Kaşınma hissi muattal bu itibâra göre!.. Unuttum ismini... Bir sırnaşık böcek vardı... Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı. Ezince bir koku peyda olurdu çokça iti... Bilirsiniz a canım!.. Neydi? Neydi? Tahtabiti! O hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya, Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya! Şimendifer de meğer başka türlü bir şeymiş: Hemen binip uçuyorsun... Aman bayıldığım iş! Mesafe kaydı, mekân kaydı bilmiyor insan; Dakikanın boyu: Saat. Ne ihtisâr-ı zaman! Evet, kucaklıyor ebâdı berk olup nâgâh, Haritanın üzerinden nasıl geçerse nigâh! Şehirlerin yapışık sanki hepsi birbirine: Tutup da pencereden fırlatılsa bir iğne, Düşer ya «tık» diye her halde mevkifin damına; Ya şehrin ismi olan levhanın gelir camına! Düdük sadâsına hasret kalır işitmezsin... Bizimki durduğu yerden öter durur, miskin! Kavurma zembili yüklenmek itiyadı da yok... Nedir kâğıttaki, peynir mi? Açma koynuna sok... Lokanta keyfine amade, istedikçe yanaş... Lisan da istemiyor: Bir işaret et, anlaş. Yok öyle heybeye dirsek verip ımızganmak; Yataksa emre müheyya içerde... Hem ne yatak! Uzandığın gibi dünyadan insilah ederek; Dolaş semaları artık düşünde yel yepelek! Kehle: Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. Muattal: Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Nâgâh: Birdenbire, ansızın, hemen. Mevkif: Durak. Durulacak yer. İtiyad: Alışkanlık. Huy. Müheyya: Hazırlanmış olan. İnsilah: Silahlanma. 302 Sokak dedikleri neymiş? Feza-yı bî-pâyan, Ki tayyedilmesinin yoktur ihtimalî yayan. Demek, vesait-i nakliyye nâmı tahtında, Havada, yerde, yerin çok zamanlar altında Uçup duran o havârık bir ihtiyâc-ı şedid. Piyade harcı mı, hâşâ, bu imtidâd-ı medid! Bakın nasıl da mücellâ ki: Ferş-i nevvârı, Zemine indiriyor gökyüzünden envârı! Bu imtidâdı nazar şöyle dursun istiâb, Öbür kenara geçerken düşer kalır bîtâb! Şu var ki: Düştüğü yerden çamurlanıp kalkmaz... Çamur bu beldede âdet değil ne kış ne de yaz. Geçende haylice kar yağdı Berlin’in içine; Bıcık bıcık olacakken takır takırdı yine! Merak edip soruverdim, “Bırakmayız!” dediler! — Bırakmayın, güzel amma yağar durursa eğer? “Bırakmayız!” sözü aynen tekerrür etmez mi? Evet, bu sözde nümâyân heriflerin azmi. Bizim diyara biraz kar düşünce zor kalkar. Mahalle halkı nihayet kalırsa pek muztar, “Lodos duasına çıkmak gerek!..” denir, çıkılır. Cenâb-ı Hak da lodos gönderir, fakat bıkılır: Çamur yığınları peyda olur ki mühliktir... “Aman don olsa!..” deriz... Şüphe yok, temizliktir, Donun kırılması varmış, düşünme artık onu: Yağar, erir, buz olur... Neyse, yaz değil mi sonu? Kalenderin zifir olmuş su görmedik yakası... Bakıp da bir titiz insan demiş ki: — Kahrolası! Nedir o gömleğinin hâli, yok mu bir yıkamak? — Değil mi kirlenecektir sonunda? Keyfine bak! — Su kıtlığında değilsin ya... Hey müseyyib adam, İkinci defa yıkarsın... — Fakiriniz yapamam. Cenâb-ı Hak bizi dünyaya muttasıl gömlek; Sabunlayın, diye göndermemiş bulunsa gerek! Hikâye bizleri teyide en güzel düstur. Süpürge sohbeti bitmez ki: Bahs-i dûrâdûr. Sokak süpürmek için gelmedik ya bizler de! *** Müseyyib: Tembel, uyuşuk, üşengeç. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. Fasılasız. Düstur: Umumi kaide. Kanun, nizam. Dûrâdûr: Uzaktan uzağa. Uzun uzadıya. 303 — Biraz da kahveye çıksak, demiştiniz, nerde? — Dolaştırıp sizi bir parça, galiba yordum. Uzak değil mamafih… — Yorulmadım, sordum. — Şu dört yol ağzını tuttuk mu, korkmayın... — A’lâ! — Gözüktü işte! — Aman nerde? Görmedim hâlâ... — Görürsünüz, hele bir parça yaklaşın yanına... — Bu, kahve... Öyle mi? Yahu! Nedir bu? Vay canına! Bizim “Düyûn-i Umûmiye”den de heybetli!* Ne var ki öyle sevimsiz değil bunun şekli. — Bırak şu heykel-i iflası! Yok mu başka misâl? — Bırakmadık mı? Fakat anlıyor mu istiskâl? Demiş çocuk: “Baba, artık ateh getirmişsin!” Hayâsız oğlana biçare ihtiyar ne desin: “O kendi geldi ayol, ben getirmedim yoksa!” Bu iş de tıpkı o... Kim “Gel!” demişti menhusa? Bırakmak isteyedur, sen, bırakmıyor ki seni... Nasıl! Ödünç alarak bol tutar mısın keseni? — Dalıp da milletin âlâm-ı bî-nihâyesine, Çevirme bahsi, birader, yılan hikâyesine! Tenezzüh etmeye çıktık, unutma... — Doğru, evet! Bu, kahve... Öyle mi? Lâkin hakikaten hayret! Feza içinde feza... Bir harim-i nûrânûr, Ki asümân-ı keriminde bin güneş manzûr! Mamâfih: Öyle olmakla beraber. İstiskâl: Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Ateh: Bunama, bunaklık. Menhus: Uğursuz. Kötü. Âlâm: Elemler. Kederler. Üzüntüler. Bî-nihâye: Sonsuz, nihayetsiz, ebedi, bâki, tükenmez. Manzûr: Görülen, bakılan, nazar edilen. Osmanlı Devleti’nden alacağı olan Avrupa devletlerinin, bu alacaklarına karşılık, devletin bazı vergilerine el koymak için kurdukları «Umûmî Borçlar» teşkilatı. Bu teşkilat bugünkü İstanbul Erkek Lisesi binasında bulunuyordu. * 304 Ne selsebil-i ziya karşımızda cûşa gelen, Ziya değil, seherin ruhudur taşıp dökülen. Leyâle karşı o tufan-ı fecri görmelisin: Huda bilir şaşırırsın, donar kalır hissin! Neden böbürleneyim, ben de öyle oldumdu; Ziyanın ölçüsü aklımda, çünkü bir mumdu. Bizim hesap ile milyonlar oynuyor arada... İdare kandili mikyası pek güdük burada! Gözüm kamaştı bidayette, döndü durdu başım; Rezil olurdum eğer olmasaydı arkadaşım. Ne bastığım yeri gördüm, ne gittiğim tarafı; Nasıl yıkılmayabildim, bu işte en tuhafı! Tuhaf değil, düşüyorken yetişti iskemle; Genişçe bir nefes aldım çekip ilişmemle. Bakınmak istedim etrafa, anladım pek zor: Asılmış enseme hâin kafam, kımıldamıyor! Hayır! İnadının esbabı yok değil, varmış; Ben anlamazmışım amma o çok şey anlarmış: Meğerse davet edermiş bizim fesin ibiği, O yıldırım gibi enzârı bir siperden iyi! Kararı bende kılarmış yığınla berk-i nigâh, Uzak, yakın nereden çaksa... Hem maazallah, Zemine sarkamasaymış... Tutup da püskülümü; Tepemde kışlayacakmış... Görür müsün ölümü! Demek ki: Hiç daha fes girmemiş bu memlekete... Bizimkiler ne giyermiş, külah mı? Elbette! Çenemle gömleğimin irtibatı bir aralık, Selsebil: Cennet'te bir çeşme veya ırmak. Cûş: Çoşma Leyâl: Geceler. Fecr: Tan yerinin ağarması. Şafak. Enzâr: Bakışlar, görüşler. 305 Çözülmesiyle, kafam şöyle doğrulup azıcık, Ne var ne yok diye etrafı etti istikşaf. Civan yoklayadursun bizim alık keşşaf; İlerde bir masa gördüm, dedim ki arkadaşa: — Biraz siperde otursak... Geçer miyiz o başa? — Neden? — Görülmeyi sevmem de... — Pek güzel, gidelim... Benim de vahdete kesretten az değil meylim. Evet, görünmeyerek halka pek deminki kadar, Kolaydı şimdiki yerden muhite medd-i nazar. Nasıl, ziyada uçarken şu var ki bir yarasa, Gelen karaltıya dağ taş demez de çarparsa; Benim sinirli nigâhım da çarpıp irkilecek, Ne olsa “Pat!” diye bir kerre... Hay alık kelebek! Çoluk, çocuk, kadın, erkek... Hülasa bulduğuna, Sataşmadan geri durmaz bakındı mecnuna! *** Önümde yükseliyor bî-nihâye çıplak alın, Ki her birinde yazılmış görün de ibret alın, Cihana karşı cidalin meâl-i galibini. O itimâd ile millet bütün metâlibini, Bugün değilse, yarın çâre yok halas edecek. Mücâhedeyle tevekkül... Ne kahraman meslek! Boşalmasıyla o esnada üç beş iskemle, Oturdu karşıma bir kır sakallı âdemle, Ridâ-yı mateme girmiş felaket arkadaşı; Sevimli bir de küçük kız... Ya beş ya altı yaşı. Reis-i ailenin pek vakur olan hüznü, Biraz da reng-i tecellüdle kaplıyor yüzünü. İstikşaf: Keşfetmeğe çalışma. Keşşaf: Keşfeden. Kesret: Çokluk, sıklık. medd-i nazar: Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. Mecnun: Deli. Çılgın Bî-nihâye: Sonsuz, nihayetsiz, ebedî. Cidal: Sözle mücadele. Kavga. İtimâd: Güvenerek bağlanmak. Metâlib: İstekler. Arzular. Talep edilen şeyler. Halas: Kurtulma, kurtuluş. Mücâhede: Cihad etme. Tevekkül: İşi başkasına ısmarlamak. Ridâ: Örtü, belden yukarı örtülen şey, çar ve şal. Vakur: Ağırbaşlı, temkin sahibi. Tecellüd:. Kendini şecaatli ve cesaretli göstermeye çalışmak 306 Kadın da öylece göstermek istiyor temkin; Sönük nazarları lakin bükâ kadar gam-kîn! Zehirli bir düğüm olmuş dudaklarında keder, Çözülmüyor, onu ancak çözerse girye çözer! Solunda erkeğinin ibtisâm-ı cebrîsi, Sağında yavrusunun inşirâh-ı fıtrîsi, Önünde nâmütenâhî nazar-rübâ safahat, Enin-i ruhunu bir türlü etmiyor iskât. Görünmüş olmalı bir şey ki sonradan, gözüne; Götürdü mendili biçare ansızın yüzüne. — Ne var hicap edecek bunda ey zavallı kadın! Değil mi bir anasın sen, ölen de evladın? O haklı girye-i hicranı hapse kalkışmak, Huda bilir ki hatadır... Günaha girme, bırak! Bırak merâret-i ruhun buram buram insin... Boşanmadan dinecek bir bela mıdır yesin? Seyirci farz ediyorsan muhiti matemine; Yabancı hangi nazardır bükâ-yi mahremine? Nihayet arkadaşım var, değil mi, sonra da ben? Vebali boynuna olsun, eğer bu zanda isen! Mesâibin ezelî âşinâsı varsa, biziz: Cihanda bir günümüz geçmemiş felaketsiz! Sürura kalsa da bîgâne Müslüman yüreği; Bilir teessür-i masum önünde inlemeyi. Onunla söyleşilir en acıklı hicranlar, Ki her figanı açık bir lisan kadar anlar. O halde anlaşarak paylaşın melalinizi. İşitmek istiyorum, çünkü hasbıhâlinizi. Senin nedir bakalım gizli gizli feryadın? Evet; boyunca beraber yetişmiş evladın, Henüz bahar-ı hayatında pâymâl olarak, Fidan vücudunu yutmuş yabancı bir toprak; Temkin: Ağır başlılık, usluluk Bükâ: Ağlama Gam-kîn: Gamlı, kederli. Girye: Gözyaşı. İbtisâm: Tebessüm etmek. İnce ve hafif gülümsemek. Cebrî: Zorla icra olunan, rızası olmadan zorla yaptırılan. İnşirâh: Ferahlanmak. Fıtrî: Doğuştan, yaradılıştan. Nâmütenâhî: Sonsuz. Nazar-rübâ: Göz çeken. Enîn: Acı ve sızıdan inleyiş. İskât: Sükût ettirmek. Cevap veremeyecek hâle getirmek. Susturmak Biçare: Çaresiz. Merâret: Acılık. Tatsızlık. Mesâib: Musibetler. Sürur: Sevinç. Neşeli olmak. Pâymâl: Ayak altında kalmış, sürünmüş. 307 Ki nerde belli değil... Bilmek istesen de muhal. Olanca yâdı bugün bir çamurlu, kanlı hayal! O yâdı ruhuna gömdün ki bir vazifendir. “Unut!” demek açılan kabri görmemektendir. Hayır, demem... Bilirim pek vefalıdır o mezar. Fakat düşün, niye etmiş hayatı istihkar? Düşün, neden bu çocuk yaktı gitti annesini? Evet, yaşatmak için ümmehâtın akdesini, “Fedâ-yı can edeceksin!” demiş “vatan” hissi... Demek: Heder değil oğlun, vatan fedaisi. Bilir misin ne kadar anne var bugün, yasta, Tunus’ta, sonra Cezayir’de, sonra Kafkas’ta? Götür de kalbine bir kerre ey kadın elini; Düşün zavallıların sernüvişt-i erzelini! Ne ibtila! Ne musibet! Cihan cihan olalı, Bu ızdırâbı, eminim ki çekmiş olmamalı. Hesaba katmıyorum şimdilik bizim yakada, Sönen ocakları; lakin zavallı Afrika’da, Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası. Ne körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası, Tutup tutup getirilmiş -Fransız askerine; Siperlik etmek için- saff-ı harbin önlerine. O ümmehâtı, o zevcâtı bir düşünmelisin: Kimin hesabına ölmüş, desin de inlemesin, Anarken oğlunu, biçare, yahut erkeğini? “Kimin hesabına?..” Bir söz ki: Parçalar beyini! Bakınca kasdolunan gayenin şenaatine, Ne olsa çıldırır insan işin fecaatine. Ne milletin şerefiyçin, ne kendi sânın için! Feda-yı can edeceksin adüvv-i canın için! Geber ki sen: Baba yurdun, harim-i namusun Yabancı ökçeler altında çiğnenip dursun! Gebermek istemiyorsun değil mi? Bak ne olur: Muhal: İmkânsız. İstihkar: Hakaret etmek. Küçük görmek. Ümmehât: Esaslar, asıllar. Akd: Anlaşma. Sözleşme. Sernüvişt: Yazı başlığı. Erzel: Daha rezil. En rezil. İbtila: Belaya uğramak. Zevcât: Zevceler. Karılar. Kadın eşler. Şenâat: Fenâlık, kötülük, alçaklık. Fecâat: Felaket. Adüvv: Düşman, hasım. 308 Rehin bıraktığın efrâd-ı ailen tutulur, Birer birer ezilir. Hem nasıl vesaitle: Yanardı havsalan imkân olaydı tahlile. Biraz da geçmeyi ister misin bizim yakaya? Al işte bir günü matemsiz olmayan Asya! O eski mabed-i irfan, o mehd-i İbrahim; O şimdi, boynu bükülmüş zavallı hâk-i yetim! Zaman-ı rüşdünü andıkça ağlasın dursun, İkiz vesayeti altında İngiliz’le Rus’un. Sülük benizli vâsiler ne emdiler kanını, Mecali kalmadı artık çıkardılar canını! Bütün hazâini Hint’in, o muhteşem yurdun, Gider de hırsını teskine üç şakî lordun; Zavallı yerliyi kıtlık zaman zaman kemirir; Bu, kan tükürmeye baksın... O, muttasıl semirir! Hukuk-i millete hâkim denî bir istibdâd; Hayatı, ruhu soyulmuş yığın yığın ecsâd. Verir de hepsini kalmazsa hiç mi hiç parası; Damarlarındaki son damlanın gelir sırası... Ki saklı durmayacak, ister istemez akacak, Gidip efendisinin düşmanıyla çarpışarak. O, can alıp veredursun, bilir misin bu ne der? “Ölürse hizmet eder, öldürürse hizmet eder!” Ya çünkü her iki suret lehinde caninin. Şimale doğru çıkarsan vasiyy-i sâninin, Neron rezilini mahcup eden, şenaatini. Görür de zaptedemezsin sâdâ-yı lânetini. Ne dul bıraktı, ne öksüz o hânüman yıkıcı... Nasıl da keskin ahaliye karşı kör kılıcı! Şuûn-i cariyeden köy basıp, şehir yakmak... Sefilin ordusu katil, hükûmetiyse yatak! Hazarda sulhu tehassürle yâd eden teba, Sürüldü süngüler altında harbe son defa; Yıkıldı arkada milyonla bî-günâhın evi. Yetim iniltisidir şimdi inleten cevvi! Efrâd: Fertler. Askerler. Mehd: Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer. Hazâin: Hazineler. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. Fasılasız. İstibdâd: Ecsâd: Cesetler. Cisimler. Tenler. Vücutlar. Şimal: Kuzey. Vasiyy: Yetim gibi güçsüzlerin işleri kendine vazife olarak verilen kimse. Sânî: İkinci. Şenâat: Fenâlık, kötülük, alçaklık. Şuûn: İşler, fiiller. Havadis. Tehassür: Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek. Cevv: Yerle gök arası. Gök boşluğu. 309 Değil mi bir anasın sen? Değil mi Alman’sın? O hâlde fikr ile vicdana sahip insansın. O hâlde “Asyalıdır, ırkı başkadır...” diyerek, Benât-ı cinsin olan ümmehâtı incitecek, Yabancı tavrı yakışmaz senin faziletine... Gel iştirak ediver şunların felaketine. Ya “Paylaşıldı mı artar durur sürur-i beşer; Kederse, aksine: Ortakla eksilir.” derler. Bilir misin ki senin Şark’a meyleden nazarın, Birinci defa doğan fecridir zavallıların? Huda’yı bir tanımak töhmetiyle suçlu olan, Şu hânümânı yıkık üç yüz elli milyon can, Nedense, mevte olurken biner biner mahkum, Çıkıp da etmedi bir ses bu hükme karşı hücum! Nedense, duymadı Garp’ın o hisli vicdanı, Hurûşu sine-i asârı inleten bu kanı! Nedense, arsa kadar yükselen enin-i beşer Sizin semalara aks eyledikçe oldu heder! Nedense, vahdet-i İslam’ı tarumar edeli, Büyük tanındı, mukaddes bilindi zulmün eli! Zemin-i Şark’ı mezalim kasıp kavurdukça; O kıpkızıl yüzü hâkin fezaya vurdukça; Gurup seyreden âvâre bir temâşâ-ger; Kadar da olmadı dünya nasibedâr-ı keder! Keder de söz mü ya? Alkışlıyordu celladı, Utanmadan koca yirminci asrın evladı! Evet, şenaate el çırpıyordular hepsi... Senin elinde yok ancak bu alkışın levsi. Benât: Kızlar. Ümmehât: Analar. Sürûr: Sevinç. Beşer: İnsan. Fecr: Tan yerinin ağarması. Hânümân: Ev bark. Hurûş: Coşma. Gürültü. Sine-i asâr: Asırların sinesi/göğsü. Enin-i beşer: İnsan inleyişi. Aks: Yansıma. Tarumar: Dağınık, karmakarışık, perişan. Temâşâ-ger: Seyirci. Nasibedâr: Nasibi olan. Hissedar. Levs: Pislik, murdarlık. Kir. 310 O nâsiyen -ki pürüz bilmeyen bir âyine, Beraatıyla, bütün kavminin beraatine, Şehâdet etmededir- Şark’a doğru dönmeli ki: Sizin de Garp’ınızın hâtırât-ı nâ-pâki, Biraz silinsin onun hiç değilse yâdından. Hanım, muhitinizin alçak itiyâdından, -Ki zor görünce yılışmak, zebûnu ezmektiBenât-ı cinsini bilsen neler neler çekti! Onun netice-i ikazıdır ki: “Avrupalı!” Denince ruhu sağır, kalbi his için kapalı, Müebbeden bize düşman bir ümmet anlardık. Hayır, bu ananenin hakkı yok, deyip artık. Benât-ı cinsine göstermek isterim seni ben... Yabancı durma ki pek âşinâsınız kalben. O annecikler için duyduğun hurafeyi at! Düşünme dest-i musâfâtı Şark’a doğru uzat. Ne hisli validelerdir bizim kadınlarımız! Yazık ki anlatacak yok da yanlış anladınız. Yazık ki onları tasvir eder birer umacı, Beş on romancı, sıkılmaz beş on da maksatçı. Nedir bu anlaşamazlık? Gelin de anlaşınız; Lisan-ı müşterek olmaz mı kendi gözyaşınız? Nasib-i zarına düşmez bu işte fazla keder; Öbür taraf seni hatta kederlerinden eder. İnanmıyor musun? Öyleyse bir hesap ediniz: Siz elli yıl oluyor, belki, harbe girmediniz. Geçen muharebeden şanlı bir celadetle, Çıkınca verdiniz evlad-ı memleket el ele; Çalıştınız gece gündüz, didindiniz o kadar, Ki hâyuhûy-i tekâmülle cenge döndü hazar! Sükûn-i mutlak olan sulha verdiniz hareket; Zamanı, tayy-i vakâyide geçtiniz, hayret! Nâsiyen: Kesinlikle. Beraat: İlim ve şecaatte, güzel vasıflarda emsalinden üstünlük. Nâ-pâk: Temiz olmayan, pis, kirli. Muhit: Etraf. Çevre. İtiyâd: Alışkanlık. Zebûn: Zayıf, güçsüz, âciz. Benât: Kızlar. Dest: El. Musâfât: Samimi ve hâlis dostluk. Lisân-ı müşterek: Ortak dil. Celadet: Yiğitlik. Tekâmül: Olgunlaşma. Sükûn: Durgunluk. Sulh: Barış. Uyuşma. Tayy: Bükmek, sarmak, dürmek. Vakâyi: Vâki olup zuhur eden hususlar. 311 Bu seyri alması kabil mi diğer akvamın? Koşarsalar da giderler izinden eyyamın. Nüfusunuz iki kat arttı, ilminiz on kat; Uçurdunuz yürüyen fenne taktınız da kanat. Zemini satvetiniz tuttu, cevvi sanatınız; Yarın müsahharınızdır, bugün değilse, deniz. Terakkiyâtınız artık yetişti bir yere ki: Maarif oldu umumun gıdâ-yı müştereki. Havassınız yazıyorken avamınız okudu, Yazanların da okutmaktı, çünkü maksûdu. Unutmuyordu beyinler süzerken afakı, Nasib-i nurunu topraktan isteyen halkı. Semaya çıkmak için yüksek olmalıydı zemin... Bu itilâyı siz evvelce ettiniz temin. Belirdi yurdunuzun sinesinde şahikalar. Evet, bu şahikalar, belki, başkasında da var; Fakat sizinkilerin arkasında yok yer yer, Derin derin uçurumlar, cehennemî dereler. Neden mi? Kendi değil sivrilip çıkan yalınız, Zeminle bir gidiyor daima şevâhikınız. «Beyin»le «kalb»i hem-ahenk edip de işleteli, Atıldı vahdet-i milliyye sakfının temeli. O vahdet işte bütün ihtişamınızdaki sır, Cihana raşe veren ses onun sadalarıdır. Teşettüt eyleyerek gayeniz, bizimki gibi, Tehallül etmeye koyvermiyor bu terkibi. Düşüncelerdeki mebde bir olmasın varsın... Değil mi gayesi bir hepsinin, ne korkarsın? Bakılsa dairenin nısf-ı kutru nâ-madûd; Fakat umumuna bir nokta müntehâ-yı hudûd. Ne ittihâd-ı muazzam ki: Bunca milyonlar, İçinden en sıkı nispetle binde altı çıkar. O gayeden bilerek inhiraf eden hisler, Akvam: Kavimler. Milletler. Eyyam: Devirler. Günler. Satvet: Ezici kuvvet. Cevv: Yer ile gök arası. Müsahhar: Fetih olmuş, ele geçirilmiş. Terakkiyât: Yükselişler. İlerlemeler. Maârif: Tahsil ile elde edilen ilim, eğitim. İtilâ: Yükselmek. Şevâhik: Yüksek tepeler, şahikalar. Vahdet-i milliye: Millî birlik. Sakf: Dam, çatı, tavan. İhtişam: Debdebe. Şanlı görünüş. Teşettüt: Dağınık olma. Dallara ayrılma. Tehallül: Bozulmak. Terkib: Birkaç şeyin beraber olması. Nısf: Yarım, yarı. Kutr: Taraf. Nâ-madûd: Sayılmaz, çok. Sayısız. Müntehâ: Son, en son derece, nihayet. İttihâd: Birleşmek. Muazzam: Büyük. 312 Ziyade olsa da hatta telaşa yoktur yer. Bizim düşünceler amma sizinkinin aksi! Demin beraber iken şimdi ayrılır hepsi! Bu itibar ile baktıkça: Aynı merkezden, Çıkıp da nâmütenahî muhite doğru giden. Kümeyle hatlara benzer ki muttasıl açılır... Bizim de işte budur inhilâlimizdeki sır. O rabıtayla giderken sizin tealiniz; Bu tefrikayla perişan bizim ahalimiz. Sizin işittiğiniz bir terane, bir perde; Beşikte, sonra eşiklerde, sonra mektepte. Hülasa her çatının altı aynı sesle dolu. Bütün şuûnu bir ahenge rapteden bu yolu Tutunca, git gide mekteple, kışla, fabrika, fen Seçilmez oldu, hakikat harim-i aileden. Bu ittihadı tabiî yaşatmak isterdi... Asıl kemâlini millet o işte gösterdi: Düşündü hangi semadan hayatın indiğini; Düşündü ruh-i umumîyi emziren dini. Sonunda gördü ki: Ümmette müşterek vicdan, Tehassüsâtını almakta aynı membadan; Kurursa bir gün o memba ne his kalır, ne hayat; Bekâ-yı din ile kâim hayât-ı cemiyyât; Mukaddesatını tespite uğraşıp durdu... Mücerredât-ı kesifeyle bir cihan kurdu. Alınca şekl-i teayyün vatan heyulası, Budur revâbıt-ı milliyyenin en alâsı, Deyip sarılmada asla tereddüt etmediniz. Nasılsa mektebiniz tıpkı öyle mabediniz. Ne çan sedası boğar sanatın teranesini, Ne susturur medeniyyet bu ahiret sesini. Muhitiniz ne acayip muhit-i velveledâr: Nâ-mütenahî: Sonsuz. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. İnhilal: Çözülüp ayrılma. Dağılma. Rabıta: Rapt eden, bağlayan, bitiştiren. Teali: Yükselme. Yüceltme. Tefrika: Nifak. Ayrılık. Şuûn: İşler, fiiller. İttihad: Birleşmek. Tehassüsât: Duygulanmalar, hislenmeler. Memba: Kaynak. Mukaddesat: Kutsal olanlar. Mücerredât: Mücerretler / soyut olanlar. Kesif: Koyu. Çok sık ve sert. Teayyün: Meydana çıkmak. Belirmek. Heyula: Zihinde tasarlanan korkunç hayal. Revâbıt: Rabıtalar, bağlılıklar. Terane: Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme. Velveledâr: Gürültücü. 313 Ki her gürültüsü bir başka intibaha medar! Sanayinin ne var afakı tutsa demdemesi? Bedâyiin de münevvim değil ki zemzemesi. Ne mûsikînize girmiş uyuşturur nağamât; Ne şiirinizden olur tarumar fikr-i hayât. Onun lisan-ı semavîsi ruha söylerse; Bununki ruh-i mevaliyi nefheder hisse. Gelip de görmeli sanatta gaye var mı imiş? “Hayır!” denir mi ki: Her gayenizde en müthiş, En ince sanatın esrarı yükselip duruyor? Sizinki yüksele dursun biraz da gel bizi sor! Beşikte her birimiz bir teranedir işitir, Ki bestekârı tabiat değil de ananedir. Evet, bu ananenin tellerinde mazimiz, Terennüm etse o parlak sesiyle razıyız. Fakat mefâhir-i ecdadı nakleden «ana» tel, Bakılmayıp da asırlarca kalmadan mühmel, Ya büsbütün sağır olmuş, ya öyle paslanmış: Ki hangi perdeye vursan, çıkan sada yanlış. Bu tel ki «Yıldırım»ın dasitan-ı satvetini, Başında besteleyip, ceddimin sahavetini, Zafer havasına doymaksızın uyutmazdı; Bugün uyuşturuyor «ninni»lerle ahfadı! Eşikten atlamak isterseler hayata yarın, Beşikte duyduğu sesler gelir, bu yavruların. Dokur ufukları üstünde bir serâb-ı kesif, Ki yırtarak çıkabilmek ümidi hayli zaif! Geçer şebâbımızın en güzide eyyamı, Hayâtı anlayarak atmadan bu evhamı! Hayatı anlamıyor... Çünkü görmüyor, okuyor; Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor! Okutma: Bitti; okut: Serseri-i şiir ü hayal! İntibah: Uyanıklık, göz açıklığı. Medar: Sebep, vesile. Demdeme: Hiddetli söz. Avâz. Bedâyi: Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şeyler. Münevvim: Uyutucu. Zemzeme: Nağme, hoş ses. Nağamât: Ahenk, güzel ses, avaz, ezgi, teganni. Mevali: Efendiler. Nefh: Üflemek, şişmek, üfürük. Terennüm: Güzel güzel anlatma. Mefâhir: İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Mühmel: İhmal edilmiş. Bırakılmış. Dâsitân: Destan. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. Satvet: Ezici kuvvet. Sahavet: Cömertlik. Ahfad: Torunlar. Kesif: Yoğun, sık. Şebâb: Gençlik. Güzide: Seçilmiş. Eyyam: Devirler. Günler. Evham: Vehimler. Kuruntular. 314 Okutmasan da okutsan da aynı istikbâl! Hesap edilse: Cehalet kadar çıkar mühlik, Maarif oldu mu bir yerde sade müstehlik. Ulûm-i hâzıradan beklenen menâfiidir. Demek, birincisi ilmin: Hayata nâfiidir. O halde bizdekiler sadra hiç değil safi. Fünûn-i müsbeteden istifademiz menfi; Ne kaldı, bir edebiyyâtımız mı? Vâ-esefâ! Bırak ki ettiği yoktur bir ihtiyaca vefa; Ya ruh-i milleti afsunluyor, uyuşturuyor; Ya sinelerdeki hislerle çarpışıp duruyor! Şarap kokmada eslafın en temiz gazeli...* Beş altı yüz sene «saki» hevâ-yı mübtezeli, Sinir bırakmadı Osmanlılarda gevşemedik! Muhitin üstüne meyhaneler kusan bu gedik, Kapanmak üzre iken başka rahneler çıktı; Ayakta kalması lâzım ne varsa hep yıktı. “Değil mi bir tükürük alna çarpacak tedip, Ne hükmü var?” diye üç beş hayâ züğürdü edip, Bitirmek istedi ahlâkı, ârı, namusu; Çıkardı ortaya, gezdirdi, saksılar dolusu, Hevâ-yı fuhşu kudurtan zehirli “Zambak”lar!* .......................... * .......................... “Okur yazar” denilen eski baş belasından, Mühlik: Kötü ve günah olan işler. Müstehlik: Tüketici. Ulûm-ı hâzıra: Medeni ilimler. Menâfi: Menfaatler. Faydalar. Nâfii: Menfaatli. Faydalı. Fünûn-i müsbet: Müsbet (olumlu) fenler/ilimler. Menfi: Olumsuz/kötü. Vâ-esefâ: Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık! Eslâf: Selefler, evvelkiler, geçmişler. Hevâ: İstek. Nefsin isteği. Mübtezel: Pek bol ve ucuz. Tedib: Edeplendirme. Terbiye verme. Olunca ümmet-i merhume büsbütün meyus; Şiirin ilk üç neşrinde “kokmada” şeklinde olan kelime, 1928 baskısında “kokar” şeklinde çıkmıştır. Veznin bozulmasına sebep olan son şeklin, bir dizgi hatası olduğunu tahmin ettiğimiz için, kelimeyi ilk şekliyle aldık. * “Eylül” romanı yazarı Mehmed Rauf’un 1910 yılında gizlice yayınladığı “Bir Zambağın Hikâyesi” adlı müstehcen romana işaret ediliyor. M. Rauf, bu kitap sebebiyle tevkif edilmiş (tutuklanmış) ve subaylıktan atılmıştı. * Buradan yüz satır eksiktir. * 315 Muhit-i fikrine çullandı kanlı bir kâbus. Çekilse: Arkada mazi denen leyâl-i azap; Atılsa: Önde bir atî ki dalga dalga serap! Ne gökte yıldıza benzer ufak bir aydınlık; Ne yerde göz kadar olsun ışıldayan bir ışık, Adem bulutları döktükçe gölge tufanı, Kefenli gezmede mevtin hayal-i üryanı! Bağırmak istedi, lâkin duyulmuyordu sesi. Bunaldı... Çünkü tıkanmıştı büsbütün nefesi. Nihayet oldu bu rüyâdan öyle bir bîdâr: Ki hepsi gitmiş elinden, ne yâr var, ne diyar! Çatırdamakta bütün hânümânının temeli; Alev, saçaklara sarmış... Yerinde yok Rumeli! Şaki çarıkların altında hurdehâş iman, Huda’yı titretiyor eyledikçe istiman! Domuz çobanları “Balkan”da hânedân-ı vakur! O hanedanlar, o beyler bütün bütün makhûr. Reis-i aileler kâmilen şehit olmuş; Kapanmış evlere dullar, yetimler dolmuş. Zemin-i camidi seyyâl bir alevdir buruyor: Bütün sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor. Değil ki mahremi olsun yabancı enzârın, Bu ihtimalî tasavvurdan ürken ebkârın, Açılmadık yeri yok şimdi, hepsi meydanda; Ridâ-yı ismeti bir yanda, kendi bir yanda. Hariminin eşiğinden uzanmamış başlar, -Üzerlerinde muhafız bölük bölük canavarSürüklenip karakışlarda Varna sahiline, Sefinelerle taşınmakta Rusya dâhiline! Bu, yanmadık yeri kalmışsa kağşamış yurda, Meğerse Avrupa kundak sokar dururmuş da; Meyus: Ümitsiz. Kederli. Leyâl: Geceler. Atî: Gelecek. Mevt: Ölüm. Hayal-i üryan: Çıplak hayal. Hânümân: Ev bark. Hurdehâş: Paramparça, kırık dökük. İstiman: Teslim olmak. Makhûr: Kahredilmiş. Enzâr: Bakışlar, görüşler. Seyr. Ebkâr: Bekârlar. Ridâ-yı ismet: Temizlik örtüsü. Sefine: Gemi. Kağşar: Yıkılmak üzere. “Uyan şu uykudan, etrafı yangın aldı, yetiş!” 316 Demek lüzumunu hiçbir beyin düşünmezmiş. Unutmuşum, bunu olmuştu hisseden gerçek... Çıkıp da: “Ortada fol yok, yumurta yok!” diyerek! Sizin de varsa da pek kanlı bir hezimetiniz; Bizimkiler ona benzer mi; nerde! Nispetsiz. Fransız ordusu galipti vakıa «Yena»da; Fakat yenilmediniz, bence, siz Napolyon’a da: Zafer değil de nedir öyle bir perişanlık, Ki buldu verdiği gayretle vahdet Almanlık? «Sedan»da harikalar gösteren bu vahdettir; Demek, o kanlı hezimet de bir saadettir. Bizim felâketimiz böyle olmuyor asla: Muhiti yeis ederek her taraftan istila, Ne intibaha ne ikdama vermiyor meydan. Bunun da hikmeti: Millette bir değil vicdan. Vatan gülünce bizim muhterem vatandaşlar; Tahammül etmez olur, ekşi çehreler başlar! Mesâib etmeye görsün zavallı mülkü zebun; Asık suratlıların hepsi münbasıt, memnun! Nasıl bu memleket atîden olmasın nevmid? Ufuklarında sönük bir ziya, cılız bir ümid; Belirmesiyle, bakarsın, deminki baykuşlar, Meşimesinde fezanın o nuru boğmuşlar! Koşarken Avrupa tacile intizarımızı; İçerde bir sürü hain kazar mezarımızı! “Gebermek istemeyiz biz!” desek de kim dinler? Kımıldasan, “Ezeriz, mahvolursunuz!” derler! Kımıldamaz da durursan, işittiğin nakarat: “Çalışmayanlar için yok cihanda hakk-ı hayat.” Sözün hülasası: Beyhudedir boğuştuğumuz; Çalışmasak da çalışsak da mevte mahkûmuz! Muhit: Etraf. Çevre. Yeis: Ümitsizlik. İntibah: Uyanıklık, göz açıklığı. Mesâib: Musibetler. Zebun: Zayıf, güçsüz, âciz. Münbasıt: İnbisat eden, yayılan, genişleyen. Atî: Gelecek zaman. Nevmid: Ümitsiz. Meşime: Döl yatağı, ana rahmi. Tacil: Acele ettirme, hızlandırma. İntizâr: Gözlemek. Mevt: Ölüm. Ne söyleyip duruyor, görmedin mi İngiliz’i: 317 “Üzülmeyin, yaşamaktan kesin ümidinizi! Hakikat ortada, manası var mı evhamın? Bilirsiniz ki: Mısır, kâinat-ı İslam’ın, O sıska gövdesi üstünde âdeta kafası; Diyar-ı Hind ise, göğsünde kalb-i hassası; Sizinkiler de kımıldanmak isteyen koludur. Ki boş bırakmaya gelmez, ne olsa korkuludur! Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik; O beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik. O halde bir kolu kalmış ki bizce çullanacak, Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak! Hem öyle zorla değil, çünkü “fikr-i kavmiyet”; Eder bu gayeyi teshile pek büyük hizmet. O tohum-u laneti baştan saçıp da orta yere, Arap’la Türk’ü ayırdık mı şöyle bir kerre, Ne çarpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı; Halifenin de kalır sade bir sevimli adı! Donanmamızla verip, sonra, Şark’ı velveleye, Birinci hamlede bayrak diker Çanakkale’ye; İkinci hamleye “Dârü’l-Hilafe!” der çekeriz!” İşit de ağla! Fakat biz ne mazhariyyetsiz, Ne bahtı kapkara milletmişiz ki dünyada; Şu beyni kurtaralım der, koşarken imdada; Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi! Silindi gitti Hilal’in şu anda belki izi, Zavallı Marmara’nın şerha şerha bağrından! Bir İngiliz bezidir, belki, şimdi dalgalanan Bizim Çanakkale afak-ı tarumarında, O Dâr-ı Saltanat’ın bâb-ı şerm-sârında! Evham: Kuruntular. Dârü’l-hilafe: Halifelik merkezi. Mazhariyet: Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Şerha: Dilim. Afak-ı tarumar: Darmadağın ufuklar. Dâr-ı saltanat: Saltanat merkezi. Bâb-ı şerm-sâr: Utangaç kapısı. Sen ey boğaz ki uzattın da âhenin kolunu, 318 Halife yurdunu tehdit eden deniz yolunu,* Cihana karşı asırlarca bağladın durdun; Açık değil ya henüz rehgüzâr-ı mesdûdun; Yerinde kaldı ya kıblem, harim-i imanım? Huda rızası için söyle, pek perişanım! Uzakta olmama rağmen civar-ı zarından, Civarım inliyor âvâz-ı ihtizârından! Şu anda cepheni görmekteyim: Ateş yağıyor; Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor! Nigâhı bin bu kadar mil mesafeden kavuran, Alevleriyle beraber, o şeyle karşı duran, Karaltılar nedir, asker mi, taş mı, gölge midir? Huda rızası için, seçmiyor gözüm, bildir. Ne taş, ne gölge, ne asker... Serap, korkuyorum, Yığınla kül kesilen sırtlarında manzûrum! Taş olsa, çünkü erir; gölge olsa parçalanır; Taşar gelir de bu tufan, önünde sed mi tanır! Durun!.. Kımıldanıyor gördüğüm hayaletler... Bakın: İlerledi... Asker! Huda bilir, asker! Evet, gözüm seçiyor şimdi bir bir efradı: Halife ordusunun en muazzam evladı,* Ki pak alınları İslam için son istihkâm. Huda rızası için ey mücahidin-i kiram! Sebatı kesmeyiniz, çünkü sâde sizde ümid; Dönerseniz ebediyyen söner gider Tevhid, Harim-i hak yıkılır savletiyle evhamın. O elde tuttuğunuz yer hayat-ı İslam’ın Yegâne ukdesidir. Yâd ayak basarsa eğer, Âhenin: Demirden yapılmış, çok kuvvetli, pek sağlam. Rehgüzâr: Geçilen yol. Yol üstü. Geçit. Mesdûd: Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış. Zar: İnleyen, sesle ağlayan. İhtizâr: Hazer etmek. Korunmak. Sakınmak. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Bakış. Manzûr: Görülen, bakılan, nazar edilen. Efrad: Fertler. Askerler. İstihkâm: Sağlamlık. Mücahit: Cihat eden. Çalışan. Din için çalışan. Kiram: Eli açık cömert kimseler. Savlet: Saldırma. Ani ve şiddetli atılış. Yegâne: Tek, bir. Ukde: Düğüm, bağ. Olur meâlimi dinin bir anda zîr ü zeber! Şiirin ilk üç neşrinde bulunan “Halife yurdunu” ifadesi, 1928 baskısında “Zavallı yurdumu” şeklinde çıkmıştır. Şiirin ilk üç neşrinde bulunan “Halife ordusunun” ifadesi, 1928 baskısında “Muazzam ordumuzun” şeklinde çıkmıştır. * * 319 Ümidi sizde kalan üç yüz elli milyon can, -Ki hasta göğsünü yıkmakta şimdiden helecanKopup damarları şirazesiz kitaba döner; Kalır sahâifi yerlerde rast gelen çiğner! Minareler sökülür sinesinden afakin; Fezaya söylemez artık lisânı Hallak’ın! On üç, on üç buçuk asrın ne varsa kalbinde, Hayat-ı maziyemizden, şu ân için, zinde; Boğar da hepsini bir bir tutup tutup nisyan, Bütün mefahirimiz bir serap olur o zaman! Göçer hazire-i tarihe Beyt’i Mevla’nın; Çürür gider ayak altında göğsü Kur’ân’ın! Bilirsiniz ki hemen, yüz yüz elli yıldır, biz, Ne varsa elde verip muttasıl çekilmedeyiz! Ömer’lerin, Yavuz’un biz vefasız evladı, Sıyanet eylemedik yâdigâr-ı ecdadı. Ne yâr-ı candı o, lâkin biz olmadık ona yâr; Sonunda parçalanıp yurdumuz, diyar diyar, Küçüldü öyle ki: Yoktur yaşatmak imkânı, Dönüp de arkaya namusu, dini, vicdanı! Evet, bu hisler için bir mezar olur ancak, Kalırsa elde nihayet beş on karış toprak! Enin içinde vatan... Kıymayın şu mazluma, Huda rızâsı için ricat etmeyin!.. — Korkma! Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz; Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz! Düşer mi tek taşı, sandın, harim-i namusun? Meğerki harbe giren son nefer şehit olsun. Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa; Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa; Meâl: Meydana gelen netice. Anlam. Zîr ü zeber: Alt üst, karmakarışık, darmadağın. Helecan: Titreme. Kalp çarpıntısı. Hallak: Yaratan, her şeyi halk eden. Mefahir: İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Beyt: Ev, oda,hane. Muttasıl: Bitişik. Aralıksız. Sıyanet: Koruma veya korunma. Yâdigâr-ı ecdad: Ata hatırası. Nefer : Asker. 320 Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar, Taşıp da kaplasa afakı bir kızıl sarsar; Değil mi cephemizin sinesinde iman bir; Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir; Değil mi cenge koşan Çerkeş’in, Laz’ın, Türk’ün, Arap’la, Kürt ile bakidir ittihadı bugün;* Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz! Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz! Nasıl ki yarmadan afakı pâre pâre düşer, Huda’yı boğmak için saldıran cünûn-i beşer; Nasıl ki nur-i hakikatle çarpışan evham; Olur şerâre-i gayretle akıbet güm-nâm, Şu karşımızdaki mahşer de öyle haşrolacak. Yakında kurtulacaktır bu cephe... — Kurtulacak?.. Demek yıkılmayacak kıble-gâh-ı amalim... Demek ki ölmüyoruz... — Haydi, arkadaş gidelim!.. Berlin 5 Mart 1331 (18 Mart 1915) İttihad: Birleşmek. Pâre: Cüz, parça. Kesinti. Cünûn-i beşer: İnsan deliliği. Evham: Kuruntu. Şerâre: Kıvılcım. Akıbet: Son. Güm-nâm: Adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. Haşr: Dirilme. Kıble-gâh: Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer. Amal: Emeller. Arzular. * Şiirin ilk üç neşrinde bulunan son iki mısra, 1928 baskısında tamamen çıkarılmıştır. 321 Şerif Ali Haydar Paşa Hazretlerine NECİD ÇÖLLERİNDEN MEDİNE’YE Nâr-ı beyzâ mı nedir, öğle zamanında güneş? Tepesinden döküyor beynine afakîn ateş! Yıldırım yağmuru şeklinde inen huzmesine, Siper olmuş yanıyor çöldeki çıplak sine. Sanatın sırrını ressam-ı ezelden okuyan; Ruh-i masumu bütün hilkati kendinde duyan; Şimdi yerlerde şafak, şimdi bulutlarda bahar, Şimdi tufan-ı ziya, şimdi köpük, şimdi buhar, Şimdi, mahmur-ı tefekkür, uzanan enginler, Şimdi yalçın kayalar, şimdi oyulmuş inler, Şimdi dalgın dereler, şimdi zılal ummanı, Şimdi bir vaha çizen; şimdi bütün elvanı, Toplayıp mavi elekten geçirirken, üryan Kumların üstüne bin türlü bedâyi dokuyan O güzel sine, o çöl, şimdi ne korkunç oluyor: Bir cehennem ki uzanmış, dili çıkmış, soluyor! Ne zemininde sezersin, ne fezasında hayat; Âh bir reng-i hayât olsa da görsem... Heyhat! Benzi külden de uçuk... Nerde o masmavi sema? Yine biçarenin üstünde o müzmin humma! Yorulup titremeden, sanki dalarken mahmûm, Gizli nevbet gibi nerdense çıkıp şimdi semûm, Deşiyor bağrını cevvin, eşiyor, aktarıyor; O zaman işte muhitâtı alevler tarıyor; Bir avuç gölgeyi minnetle veren kuytuların, Yalıyor, parçalıyor göğsünü binlerce fırın! Ne soluk var ne de ses... Badiyenin hâli harap! Çağlıyor sade ufuklardaki âvâre serap; Bir de çan seslerinin dalgalanan tekrarı. Nâr-ı beyzâ: "Akkor, beyaz ateş" mânâsında olan bu tâbir fizikte: 1800 derece kadar olan hararette erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir. Afakîn: Kâinat ve içindeki hâdiselere ait. Huzme: Demet. Deste. Ezel: Başlangıcı olmayan, her zaman var olan. Hilkat: Yaratma. Yaratılış. Tufan-ı ziya: Işık tufanı. Mahmur: Sarhoşluğun verdiği sersemlik. Tefekkür: Fikretmek. Düşünmek. Zılal: Gölgeler. Umman: Büyük deniz. Okyanus. Elvan: Renkler. Muhtelif görünüşler. Üryan: Çıplak. Bedâyi: Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şeyler. Heyhat: Eyvah, yazık, ne yazık. Bî-çâre: Çaresiz. Zavallı. Şaşkın. Müzmin: Eskimiş. Humma: Ateşli hastalık. Sıtma. Mahmûm: Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Nevbet: Nöbet, sıra. Sıra ile görülen iş. Semûm: Zehirli şey. Muhîtât: Çevreler, muhitler. Badiye: Kır. Ova. 322 Geceden girdiği dehşetli mugaylân-zârı, Gündüzün geçmek için kafile olmuş develer, Eğrilip büğrülerek yangına düşmüş ejder, Izdırâbıyla, ne müziç uzanıp kıvranıyor! İniyorken yanıyor, tırmanıyorken yanıyor. Ya o sırtındaki yüzlerce heyula-yı beşer, Âteşîn dalgalar üstünde yüzen bir mahşer, Ki bu enginleri tayyetmek için çalkanarak, Gidiyor bulmaya, heyhat, yeşil bir toprak! Yok mu, ey bağrı yanık çöl? Ebedî pâyânın? Nerdedir vahası, yâ Rab, bu serâbistânın? Necd’in amâkına dalmış, iki aydan beridir, Koca bir kafile Mecnun gibi hâib, haşir, Koşuyor, merhamet et, bâdiyeden bâdiyeye, Görürüm, bir gün olur «Hayme-i Leyla»yı diye! Ne devam etmeye takat, ne karar etmeye yer; Bir ılık gölge, İlahî... O da olmazsa eğer, Kalmıyor sahil-i maksuda vusul imkânı. Yeniden cûşa gelirken bir alev tufanı, Karşıdan «Kubbe-i Hadrâ» edivermez mi zuhur? O nasıl heykel-i didar, o nasıl cephe-i nur! Öyle bir tür ki: Her lemha-i istiğrakı, Olmadan çâk-i tecellî, süzüyor Hallak’ı! Ebedî fecrini gördükçe perişan lâhut; Zıll-i memdûduna düştükçe güneşler mebhût! Merkad-i Nebevî’nin üzerindeki kubbe. Mugaylân-zâr: Deve dikeni biten yer, dikenlik. Müziç: Usandıran, rahatsız eden, bunaltan. Heyula: Zihinde tasarlanan korkunç hayal. Beşer: İnsan. Pâyân: Kenar, son nihayet, uç. Serâbistân: Serap yeri. Amâk: Göz pınarları. Hâib: Mahrum. Ümitsiz. Kederli. Bâdiye: Kır. Ova. Hayme: Çadır. Takat: Güç, kuvvet. İktidar. Vusul: Ulaşma, erişme, varma, yetişme. Kubbe-i Hadrâ: Yeşil kubbe. Lemha: Bir göz atmak. İstiğrak: Gark olmak, dalmak. Çâk: Yarık, çatlak, yırtmaç. Tecellî: Görünme. Bilinme. Hallak: Yaratan. Fecr: Tan yerinin ağarması. Şafak. Zıll: Gölge. Memdûd: Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş. Mebhût: Hayretle, şaşkın. Sersem. Merkad-i Nebevî: Peygamber mezarı. 323 Sanki feyfâ-yı taharrîde yanan ervaha, Sayeler dökmek için Sidre’den inmiş vaha. O cehennem gibi vadide bu cennet ne güzel! En büyük şiir tezadın mıdır, ey hüsn-i ezel? Sana bir mısra-ı bercestedir etmiş ki sünûh: Duyar amma varamaz yükselen ahengine ruh. «Menâha»dan geçiyorduk, ikindi olmuştu.* Çıkınca karşıma Cânân’ımın yeşil yurdu, Gözüm karardı, atıldım harim-i cazibine; Yarıp cemaati, düştüm direklerin dibine. Sonunda bir yere, lakin gömünce varlığımı, Ridâ-yı haşyete hisseyledim sarıldığımı. Yavaş yavaş o demin duyduğum derin heyecan, İçimde dondu da bir raşe koptu ruhumdan; Ki hilkatimdeki her zerre ayrı ürperdi! Önümde sineye çekmiş huşu’u titrerdi, Zemin zemin kabaran saflarıyla gûnâgûn Zılal-i camide halinde, bir cihân-ı sükûn! Evet, o koskoca âlem... Tunuslu, Afganlı, Transvalli, Buhârâlı, Çinli, Sudanlı, Habeşli, Hıyveli, Kaşgarlı, yerli, Hersekli, Serendib’in, Cava’nın, Mağrib’in bütün şekli; Hülasa, attığı kollar, muhit-i garbîden, Cihan cihan dolaşıp, müntehayı şarka giden, O dûdmân-ı kerimin sayılmaz evladı, Huzur içinde bırakmış bu mahşer-âbâdı! Feyfâ: Büyük çöl, sahra. Taharrî: Aramak. Ervah: Ruhlar. Canlar. Saye: Gölge. Tezad: Zıtlık. Hüsn-i ezel: Ezel güzelliği. Sünûh: Sözü kinâye ve târiz ile söylemek. Menâha: Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhane. Harîm-i cazib: Çekici haram. Ridâ-yı haşyet: Korku örtüsü. Raşe : Titreme, titreyiş. Hilkat: Yaratılış. Huşû: Alçak gönüllülük. Gûnâgûn: Türlü türlü, renk renk. Alaca. Zılâl: Gölgeler. Sükûn: Durgunluk. Münteha: Son, en son derece, nihayet. Şark: Doğu. Dûdmân: Hanedân, aile, kabile, aşiret. Mahşer-âbâd: Mahşer dolu. * Medine’nin ortasında bir meydandır; kafileler develerini oraya çöktürürler. 324 Ne manzaraydı, İlahî, o herc ü merc-i samût! Ki vecde geldi temaşadan ansızın melekût: Hurûş edip beşi birden yanık minarelerin, Huda’yı bağrına basmış yığın yığın beşerin Gömülmüş olduğu ummanı dalgalandırdı; Deminki mahşeri inletti, Sûr’u andırdı! Birinci “Eşhedü en-lâ-İlahe illâllâh!” Nidâlarıyla dönerken semâya doğru cibâh, Duyuldu Merkad-i Pâk’in de, aynı ikrârı, Derin derin gelen âvâzelerle tekrarı. Bütün o makese dönmüştü cepheler şimdi; Onun sadaları artık muhite hâkimdi. İkinci mevc-i şahâdetle aynı aks-i medid, Huda’yı etti zeminden için için tevhid. Üçüncü oldu şahâdet ki: Tuttu ebâdı, Muhammed’in ebediyyet-güzîn olan yâdı. Ne gulguleydi o yâdın peyinde dalgalanan! Nasıl uyanmadı bilmem ki uykudan Canan? Muhiti bunca zamandır ki inliyor, az mı? Kıyam-ı Haşr’e kadar yoksa hiç uyanmaz mı? Nasıl sığar ki İlahî, hayale, idrake: Şu hâb-gâhı derâgûş eden demir şebeke, -Yerinden oynamayan dağ kadar vücûdundaBütün bu cuşişi ürpermelerle duysun da; O Mihriban-ı ezel, rûh-i nâzeniniyle, Uyanmasın koca bir mahşerin eniniyle? Herc ü merc: Darmadağınık. Karmakarışık. Samût: Az konuşan. Vecd: Yüksek heyecan. Temaşa: Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. Melekût: Melekler / melekler âlemi. Hurûş: Coşma. Beşer: İnsan. Cibâh: Cepheler, alınlar. Merkad-i Pâk: Temiz mezar. İkrâr: Kabul ve tasdik etmek. Makese: Akis yeri. Akseden yer. Mevc: Dalga. Medîd: Devamlı. Güzîn: Seçilmiş. Beğenilmiş. Gulgule: Bağrışıp çağrışma. Kıyam-ı haşr: Kıyâmet günü/ yeniden dirilme günü. İdrak: Anlayış. Kavrayış. Hâb-gâh: Uyku yeri. Cuşiş: Kaynama, coşma. Mihribân: Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu. Ezel: Başlangıcı olmayan, her zaman var olan. Rûh-i nâzenîn: Nazlı ruh. Enin: Acı ve sızıdan inleyiş. 325 Minareler yeniden “Lâ-İlahe illâllâh!” Teranesiyle coşarken ayaklanıp nâgâh, Göründü yerdeki saflar huzur-u Mevla’da; Yayıldı velvelesiz bir inilti ebâda. Önümde ümmet-i mazlûmesiyle Peygamber; Gözümde sel gibi yaşlar, içimde titremeler; Ne ihtiyarıma sahip, ne itiyâdıma ram, Bu girdibâd-ı ibâd ortasında bî-ârâm; Sularla engine düşmüş sefine-pâre gibi, -Ki şimdi üste çıkar, şimdi bulmak üzre dibi, İner iner silinir, şimdi tâ uzaklarda; Yavaş yavaş kabaran dalgalarla kalkar da, İyân olur yeniden- öyle çalkanıp durarak; Zemin-i acze kapandım sonunda müstağrak! Ayılmışım ki: O dehşetli girdibâd, o hurûş, Sükûna münkalip olmuş da bekliyor, medhûş. İnince yerlere mahfilden akıbet bir enin, Boşandı gitti o binlerce sineden “Âmin!”. Boyun bükük, kol açık âsümâne, göz kapanık; Ne inliyor o cemaat, ne inliyor artık! Fezayı dolduran eller ki Hakk’a yalvarıyor; Yarıp da loşluğu bir müttekâ-yı nur arıyor! Bu başka başka lisanlar, bu herc ü merc avaz, Birer niyaz idi Mevla’ya. Hem de aynı niyaz! Evet, şu önde duran ihtiyar Serendibli, Ya arka saflara düşmüş zavallı Mağribli; Dalıp dalıp gidiyorken semâ-yı merhamete, Gerek bu âleme ait, gerekse ahirete, Ne istesin ki beraberce ben de istemeyim? Şu ben ki... Her birinin ayrı ayrı kardeşiyim. Ezelde kaynaşan ervaha ayrılık var mı? Cihan yıkılsa bu vahdet yerinden oynar mı? Olunca minberimiz, Arş’ımız, Huda’mız bir; Benim de beklediğim nur onun da gayesidir. Terane: Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme. Nâgâh: Birdenbire, ansızın, hemen. İtiyâd: Alışkanlık. Huy. Âdet. Ram: İtaat eden, boyun eğen, itaatli. İbâd: Devenin ayağını bağladıkları ip. Bî-ârâm: Dinlenmeksizin. Sefine-pâre: İyân: Aşikâr. Belli. Müstağrak: Gark olmuş, dalmış, batmış. Hurûş: Coşma. Gürültü. şamata. Münkalib: İnkılap eden. Dönen, dönmüş. Medhûş: Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş. Mahfil: Toplanılacak yer. Akıbet: Son. Enin: İnleme. Müttekâ: Dayanmaya, yaslanmaya yarayan şey. Herc ü merc: Darmadağınık. Karmakarışık. Mağrib: Batı. Ervah: Ruhlar. Canlar. 326 O nuru gönder, İlahî, asırlar oldu, yeter! Bunaldı milletin afakı, bir sabah ister. İnayetinle halâs et ki, dalga dalga zalam; İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslam! Bu secde-gâha kapanmış yanan yürekler için; Bütün solukları feryat olan şu mahşer için; Harim-i Kâbe’n için; sermedî Kitap’ın için; Avâlimindeki âyât-ı bî-hesâbın için; Nasib-i daimî hüsran kesilmiş ümmet için; Şu hâk-i pâke bürünmüş sema-yı rahmet için;* Biraz ufukları gülsün cihan-ı İslam’ın! Hududu yok mu bu bitmez, tükenmez âlâmın? O, çünkü âleme hâkim yegâne kudret iken, Bir inkılap ile mahrum olunca azminden, Esaretin ne kadar şekli varsa katlandı... Vatanlarında garip oldu kendi evladı! O azmi sen vereceksin ki eylesin sereyan, Soluk benizlere kan, inleyen göğüslere can. O ruhu ver ki, İlahî, kıyam edip dinin, Zemine feyzini yaysın hayat-ı mazinin, İnayet: Yardım, lütuf medet etmek. Halas: Kurtulma, kurtuluş. Zalam: Karanlık. Zulmet. Secde-gâh: Namaz kılınıp secde edilecek yer. Sermedî: Daimî, ebedî, sürekli. Avâlim: Âlemler. Cihanlar. Âyât: Âyetler. Bî-hesâp: Sayısız, hesapsız. Hâk-i pâk: Temiz toprak. Âlâm: Âlemler. Yegâne: Tek. Sereyan: Yayılma, dağılma. Merhum Mehmet Akif Bey, Millî Mücadele yıllarında Anadolu’yu dolaşarak, sohbetleri ve vaazları ile halkı cihâda teşvik etmekteydi. Kastamonu havalisindeki vaazlarmı bitirirken dua olarak şiirin bu kısmını da okumuştur. O sırada, bu mısraı çıkarmış ve onun yerine şu üç mısraı duanın içinde söylemiştir: O bîkes ümmete va’d ettiğin saâdet için; Yegâne bezmine mahrem sirâc-ı sermed için: Resûl-i Muhterem’in, sevgilin Muhammed için. * 327 Henüz dua ediyordum ki, “Ya Resûlallâh!”; Nidası kükreyerek, bir kanatlı tayf-i siyah, Basıp eşikleri tutmuş yığınla gölgelere, Süzüldü uçtaki «Babü’s-Selam» önünde yere. Mehip sayhası hâlâ fezada çınlardı, Ki yükselip yeniden, yardı geçti ebâdı. Düşünce Ravza-i Peygamber’in ayaklarına; Sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına. Dikildi cebhe-i dîdâr önünde, müstağrak. Diyordu inleyerek: — Ya Nebi, şu hâlime bak! Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın; Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın! Harim-i pâkine can atmak istedim durdum; Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum. “Tahammül et!” dediler... Hangi bir zamana kadar? Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var! Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak; Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak... Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyâr-ı Sudan’ı, Üç ay “Tihâme!” deyip çiğnedim beyabanı. Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada; Yetişmeseydin eğer, ya Muhammed, imdada: Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin; Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin! İradem olduğu gündür senin irâdene ram, Bir an için bana yollarda durmak oldu haram. Bütün heyâkil-i hilkatle hasbıhâl ettim; Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim! Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü... Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü? Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir... Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir? Beş altı sineyi hicran içinde inleterek, Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek? Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden; Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden! Nedir o meşale? Nurun mu? Ya Resûlallâh!.. Tayf: Hayal. Mehip: Heybetli, azametli, korkunç kimse. Ebâd: En uzak yerler. Ravza: Bahçe, bostan, çimenlik yer. Dîdâr: Yüz. Müstağrak: Gark olmuş; boğulmuş. Pâk: Temiz, saf. Hânümân: Ev bark. Heyâkil: Heykeller. Hilkat: Yaratılış. Hasbıhâl: Halleşme. Görüşüp konuşma. Leyâl: Geceler. Cibâl: Dağlar. Nücûm: Yıldızlar. Hecr: Ayrılık, firak. Nikâb: Yüz örtüsü, peçe, perde. Mezâr-ı pâk: Temiz mezar. Hâk: Toprak. 328 ......................... Sükûn içinde bir an geçti, sonra bir kısa “Ah!”... Ne gördüm, oh! Serilmiş zemine Sudanlı... Başında, ağlayarak bir zavallı Seylanlı, Öpüp öpüp kapıyor elleriyle gözlerini. Bitince harice nakliyle gasli, tekfini, «Baki»ye gitti şehidin vücûd-i fanisi;* «Harem»de kaldı, fakat rûh-i câvidânisi. Gasl: Yıkama. Gusül. Tekfin: Kefenlenmek veya kefenlemek. Sükûn: Durgunluk. Rûh-i câvidân: Sonsuz ruh. * Medine mezarlığının ismi. 329 SAFAHAT ALTINCI KİTAP ÂSIM 330 Kardeşim Fuad Şemsi’ye Bu eser bir muhavereden ibarettir ki Harb-i Umûmî içinde ve Fatih yangınından evvel, Hocazâde’nin Sarıgüzel’deki evinde geçer. Eşhâs-ı muhavere şunlardır: HOCAZÂDE: Merhum Hoca Tahir Efendi’nin oğlu. KÖSE İMAM: Merhum Hoca Tahir Efendi’nin şakirtlerinden. ÂSIM: Köse İmam’ın oğlu. EMİN: Hocazâde’nin oğlu. — Vay Hocam! Vay gözümün nuru efendim, buyrun! Hangi rüzgârdır atan sizleri?.. Lütfen oturun. Mütehassirdik efendim, ne inayet! Ne kerem! Öpmedik affediniz... — Çok yaşa... Lakin... Veremem. — Bütün İstanbul’un ağzında gezen elleriniz, Bize naz etmese olmaz mı efendim? Veriniz. — Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni! Ayda, âlemde bir olsun aramazsın Köse’ni. Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de ayol, Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol. Yoksa yaşlanmaya görsün, adamın hâli yaman... Ne fena günlere kaldık, aman Allah’ım aman! «Nesl-i hâzıp» denilen şey pek acayip bir şey: Hoca rahmetliye bak, oğluna bak, hey gidi hey!.. — Amma tekdîr ediyorsun, canım ilkin adamı... Bir selam ver bakalım, böyle Selamsız’dan mı? — Selamün aleyküm! — Aleyküm selam!.. Barıştık, yüzün gülsün artık, imam! — Hele dur, öfkemi tekmilleyeyim... — Tekmille! Zaten eksik bir o kalmıştı: Hudâyî sille. — Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz, döveriz... Gül biter aşk ile vurduk mu... — İnandım, caiz. — Pek cılız çıktı bu «caiz» demek imanın yok? — Dayak «Amentü»ye girdiyse benim kamım tok. Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında! — Hele! — Öyle olsaydı şu karşındaki yalçın kelle, Harb-i umûmî: Genel harp. Eşhâs-ı muhavere: Şahısların konuşmaları. Mütehassir: Özleyen, hasret çeken. Nesl-i hâzıp: Muhalefet nesil. Tekmil: Tam, bütün, eksiksiz. 331 Fark olunmazdı Kızanlık’taki güllüklerden! Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden? Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et. — Söyle gelsin, hadi, zahmetse de... — Hâşâ, rahmet. — Enfiyen var ya? — Tabiî. — Çekilir boydan mı? — Burun aldatmaya kâfi. — Bu nedir? Cerman mı? — Karışık. — Neyse, zarurette pek alâ gidecek. Hocazâdem, bakalım, bir de bizimkinden çek. — Yerli mahsûlüne benzer mi desem?.. — Kendisidir. — Sen de tiryaki değilsin ya, pek alâ yetişir. — Baban olsaydı da görseydi, işin vardı. — Neyi? — Çektiğin murdarı. — Sevmezdi, evet, böyle şeyi. — Neydi rahmetlide, lakin o temizlik, vay vay! Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdumu da... — Ay? Şu babamdan nerem eksik, hadi, göster bakayım? — Ama hiddetleneceksen ne suyum var, ne sayım? Yok, eğer mum gibi dosdoğru cevap istersen: Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen. — Ne nezaketli beyan: Hay gidi mum, tıpkı odun! — Böyle hiddetlenecektin, neye razı oldun? — Oldum, amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı... “Selamün aleyküm be hey kör kadı!” Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdir ettin, Yine az geldi... — Hayır, söylemedim, söylettin. — Başladın şimdi de tahkire... Kızılmaz mı Hoca? — Züppelik yok! — O ne? Ben züppe miyim? — Oldukça!.. — Vakıa çok severim, her ne desen aldırmam; Bu, fakat hazmolunur parça değil... Pir ol imam! — Sen de pir ol! — Ama kızdım! — Ne tuhaf şeysin be!.. Bir sözümden kızıyorsun. — Kime derler züppe? Murdar: Pis Tekdir etmek: Azarlamak. 332 — Sana derler. — Niye? — Hem benzemedin merhuma; Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma, O ne hiddet, o ne şiddet! Çalışıp benzeşene! İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene. — Biz de az çok pala sürttük... — Sana cahil demedik, Yalınız züppe dedik... Bak yine baktın dik dik. Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden? Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden? İpek’in köylüsü, ümmî, yan vahşî bir adam... — Bari yamyam de! Ne mâni ki evet, ak yamyam! — Dinle oğlum... — Ne nezâhet bu Hocam? Hayranım! — Lafı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım!.. — Cümle bitseydi, eminim ki dedem gitmişti... Dar yetiştim! — Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi? — Neyse bahsinde devam et bakalım... — İşte baban, Bir şey öğrenmedi elbette o ümmî babadan. Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi. Zât-ı devletleri, lakin azıcık çöplendi. Sen dua et babadan topladığın mirasa, Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa. — Üç satır hem de İlahi, ne tükenmez irfan! — Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan. Hoca’nın kâ’bına yükselmen için dağlar var. — Tırmanırsam? — Hadi tırman, bakalım, işte duvar. — Göreceksin. — Bu bacaklarla mı? — Hay hay! — Belli! Yaşınız kaçtı paşam, elli mi? — Yoktur elli. — Aştınız kırkı ya? — Kırk altıyı bulduk. — Alâ!.. Yüzü bulsan, yine “Hâlâ mı bu mektup hâlâ!” Arzı olmazsa hayatın ne çıkar tülünden? Hani kırk altı yılın eldeki mahsulünden? Hangi bir fende teali edebildin, evlat? Hangi sanatta rüsuhun göze çarpar? Anlat! Kâ’b: Büyüklük. Nezâhet: Ahlâk temizliği Mütehammil: Tahammül eden. Rüsûh: Devamlılık. 333 Ulemadan mı sayıldın? Fukahâdan mı? — Hayır. — Ya siyasî mi nesin? Kendine bir meslek ayır. — Şairim. — Olmaz olaydın: O ne yüzler karası! Bence dünyadaki işsizlerin en maskarası. — Affedersin onu! — İmkânı yok etmem, ne demek! Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek? Âh, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne, Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene. — Ama pek hırpaladın şiiri... — Evet, hırpaladım: Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım, Ben de tarih okudum; âlemi az çok bilirim. «Şuarâ» dendi mi, birdenbire oynar sinirim. İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı güruh, O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh. Dalkavukluktaki idmanları sermayeleri... Onlar azdırdı, evet, başlıca pespayeleri. Bu sıkılmazlara “Medhet!” diye, mangır sunarak, Ne erâzil adam olmuş, oku tarihi de bak! Edebiyyata edepsizliği onlar soktu, Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu: Sürdüler Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı; Muttasıl şimdi “hakikât” kusuyor Sıdkı Dayı! Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarap; Kıble: Tezgah başı, meyhaneci oğlan: Mihrap. Git o «divan» mı ne kam ağrısıdır, aç da onu, Kokla bir kerre kokar mis gibi “Sandıkburnu!”* Beni söyletme neler var daha! — Tekmilleyiver... Sade pek sövme ki Peygamber’imiz şiiri sever. — Vakıa “İnne mine’ş-şiiri...” büyük bir nimet; Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lakin hikmet.* Güruh: Bölük. Cemaat. Takım. Kısım. Mekruh: İğrenç, nahoş görülen şey. Erâzil: Reziller, namussuzlar, yüzsüzler. Tekmilleyivermek: Bitirmek, tamamlamak. Fukahâ: Fakihler. Fıkıh âlimleri. Şuarâ: Şairler. Pestpaye: Perde arkası, gizli iş. Kam’: Kahretmek. Zelil etmek. * * Yenikapı’daki tarihî meyhanelerin olduğu yer. “Öyle şiir vardır ki hikmettir; öyle beyan vardır ki sihirdir.” Hadis-i Şerif. [Buhârî, Edeb 90.] 334 Ben ki Attâr ile Sadi’yi okur, hem severim; Başka vadileri tutmuşlara ancak söverim. Hem senin şiire müdafi çıkışın manasız: Sana şair diyen, oğlum, seni gördüm yalnız: Kimi mevlitçi diyor... — Âh olabilsem, nerde! Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde. — Kimi bidatçi diyor... Duyduğum en çok bunlar. — Daha var mıydı, imam? — Var ya, unuttum: Baytar. — Keşke baytarlık edeydim... — Yine et mümkünse! — Yapamam. — Belki yapardın be!.. — Unuttum, be Köse! — Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lazımmış; Beni dinler misin evlat? Yine kâbilse çalış: Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar, Bize insan hekiminden daha lazım baytar. — Hele bir çek bakalım! — Sen de bizimkinden çek. — Hani çay gelmedi yahu? — Ay, unuttuk, gerçek. — Gitme, seslen, yalınız, nerde Emin, yok mu? — Emin! Nerdesin? Baksana, çay demleyeceklerdi demin... — Demlemişler, baba! — Sen gelsene, oğlum, buraya! El öperlerdi, unuttun mu? — Hayır! — Oldu mu ya? — Demin öptüm, baba!.. — Öptün mü, git öyleyse hadi! Hele yâ Rabbi şükür, çay da nihayet geldi. Şeker istersen eğer bulduralım? — Dört yüz mü? — Aldığım yok, yaşasın İzmir’in alâ üzümü; Hem ucuz hem daha lezzetli! — Çekirdeksiz de... — Buyrun. — Başla canım, var mı merasim bizde? — Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay... İçelim aşkına rindân-ı Huda’nın! — Hay hay! Müdafi’: Müdafaa eden. Koruyan. Tekmil: Bitirmek. Bid’at: Sonradan çıkarılan âdetler. Rindân: Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. 335 — Hoca, keşfet bakayım, şimdi bu harbin sonunu? — Onu Allah bilir amma, acaba var mı sonu? — Ne demek! Nâ-mütenâhî mi bu? Elbette biter; Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: Yeter. — Aklım ermezse de evlat, bu işin bitmesine, İki şeyden biri lazım... — O nedir? — Dinlesene: İngiliz yok mu, o hain, ya doyup patlamalı; Yahut aç kalmalıdır... Yoksa bizim fal kapalı. Açma sen şimdi o yaprakları, oğlum beni sor: Başımın derdi büyük, çaresi yok... Olsa da zor. — Çaresiz dert olamaz, söyle Hocam, dinliyorum? — Bir değil... — Tut ki bin olmuş, ne demek, mecburum. Sana hizmet, babamın ruhuna rahmettir, ayol! — Hocazâdem, bilirim hepsini, berhurdâr ol! Oğlanın hâlini evvelce mi açsam?.. Lakin; Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin. — Oğlanın hâli nedir, söyle? Merak etmedeyim... — Hele dursun da o, ilkin şunu bir nakledeyim: Mütekait paşalardan biri, üç beş sene var, Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar. Kimde az çok getirir bir satılık mal varsa, Kapatıp yaptı beleşten sekiz ev, dört arsa. Herifin hâli bidayette zararsızcaydı; Son zamanlarda, ne olduysa namazdan caydı. Ne cemaatte, ne mescitte, bugün komşu paşa. — Olağan şey, sofuluk çıkmadı, besbelli başa. — Derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı... — Aman! — Ne aman dinledi, gittikçe hovardam, ne zaman. Saç sakal tuttu ne hikmetse acayip bir renk; Kalafatlandı bıyıklar, iki batman, bir denk! Çehre allıklı sabunlarla mücella her gün; Fes yıkık, kelle çıkık, kaş yılışık, göz süzgün; İğne, boncuk, yakalık, tasma, yular... Hepsi tamam; Koçyiğit sanki bunak! — Sen de mi şairdin imam? — Kuşkulandım paşadan, gizlice gittim hanıma; Dedim: Örtün de kızım, gel bakalım, gel yanıma. Mütekâid: Emekli. Bidayet: Başlangıç. İlk önce. Berhudâr: Mükâfata erişen. Nasipli. Mücella: Parlak. 336 Zevcinin tavrı acayipleşiyor zannederim, Sen ne dersin buna bilmem, bana sor, bak ne derim: İşçiniz, sofracınız var mı? — Evet. — Kim? — Eleni. — Şimdi sav. — Hiç mi sebepsiz? — A kızım, dinle beni! Böyle şeylerde sebep, hikmet aranmaz... Çabucak savabilmektedir iş... Yoksa rezalet çıkacak: Paşa azmış! — Acaba üstüme gül koklar mı? — Onu bilmem, gülü koklar mı kocan, yoklar mı? Beni söyletme kızım, git de hemen sav karıyı! Çok zaman geçmedi, gördüm ki bizim soytarıyı, Geliyor “İlmühaber yaz!” diye, neymiş bakalım? — Bir izinname. — İzinname mi? Hay hay, lazım!.. Evlenen hangisi? Beyler mi, kerîmen mi, Paşa? — Onların vakti değil. — Kim ya? — Benim. — Sen mi? Yaşa! Tam da vaktin, hani gün geçmeye gelmez, davran! — Hoca eğlenme hemen yazmana bak, işte paran! — Ay o murdar kâğıdın pek mi büyük hatın ki, Beni ürker diye tutmuş sayıyorsun bir.,. iki?.. Kaç paran varsa büküp katla da indir cebine, Yazamam nafile! — Elbet yazacaksın, sana ne? — Hiç adam hâline bakmaz mı be! İnsaf azıcık! — Çok şükür hâlime... Nem var? Yüzüm ak, alnım açık... İyi bak sen bana bir kere! — Hayır, kendin bak; Bence bir kellen açık, bir de sakal diplerin ak. — Ama sen halt ediyorsun! Sakalımdan size ne? — Ne mi? Ondan beleş eğlence mi var seyredene? Gülüyor kahvede el, çarşıda bakkal, çakkal; Olma beyhude, ağızlardaki bir parmak bal; Çatlasan sofracı Rumdan karı olmaz adama. — Kim haber verdi bileydim?.. — Ne bunak şeysin ama! İlmühaber: Resmi belge. Kerîme: Kız evlat. Beyhude: Boş. 337 Kim haber verdi, nedir? Sormaya var mıydı lüzum? Yediğin herzeyi kör gördü, sağır duydu kuzum. Söyletir çarçabuk insan, meğer olsun pek alık, Boşboğaz şey, o senin yosma sakal, hasba kılık! — Artık elverdi imam, kellemi kızdırma da yaz. — Bana bak: Hiçbir imam böyle rezalet yazamaz. — Ay, rezalet de diyor sünnete! — Sünnet mi? — Ya ne? — Öyle şey yok... — Ne demek! — Dinle, be hey divâne: Öyle sünnet denemez, her zaman, evlenmek için; Vaktolur, sünneti geç, vacip olur erkek için; Vaktolur, sünnet olur... — Söylediğim çıktı, tamam! — Vaktolur, bir de bakarsın ki, olur böyle: Haram. — Kimseden dinlememiştim bu senin fetvayı... Ne tuhaf! — Sende tuhaflık, kısa kes davayı. Çoluğun var, çocuğun var, haremin namuslu; Yaşın altmış beşi bulmuş, otur artık uslu. Neren eksik, be adam, böyle ne var çıldıracak? Karı derdiyle yıkılmaz bu kadar yıllık ocak. — O nasıl söz? Ben ocak yıkmaya evlenmiyorum. — Hiç o seksen kapı gezmiş, o kaşarlanmış Rum, Sofracıyken seni koymuş da bu canım kılığa, Hanımım derse, dökülmez mi ki fındıkçılığa? Kan kıvrak, paşa hazretleri, şallak mallak; Biri hakkıyla edepsiz, biri şartınca salak; Evelallah döneceksin çabucak maskaraya; Vuracaksın iki üç dalgada baştan karaya! Artık evler gidiyor cilveyi kırdıkça madam... Oynasın kumda çocuklar! — Ne vazifen be adam? Avukattan da beter, ay ne kadar herze-vekil! — Defol ordan! — Haydi yaz kâğdımı! — Yazmam be, çekil! — Yazacaksın! — Yıkıl ordan, sana yok ilmühaber; Meğer emretmeli rüyama girip Peygamber. — Yazma sittin sene, pampin, yap elinden geleni; Yedi gün sonra duyarsın: Hanım olmuş Eleni! Herze: Boş söz. Saçmasapan söz. 338 *** — Hocazâdem, sözü çıksın da nihayet herifin, Bana kah kah diye gülsün mü? Nasılmış keyfin! — Akdi kim yaptı? — Açıkgöz mü ararsın ki? Dolu... Yalınız gösteren olsun: Paranın nerde yolu. O değil, şimdi asıl çattı belânın büyüğü: Haber aldım, kan kandırmış o sersem hödüğü, Alıyormuş bütün emlakini. — Gerçek mi? — Evet! Buna bir çâre düşün, gitmesin evler, kerem et! O çocuklar ne olur sonra? — Perişan. Ya hanım? — O da rahmetli anamdan daha safmış be canım! Söyledim söyledim aldırmadı «vurdumduymaz»! Sonra melun kan kurnaz mı, hakikat kurnaz; Herif essek mi dedin, eşhedübillâh essek; Ağzı karnındaki uçkur düğümünden gevşek! Bir kırıtsın, iki dil döksün o fettan kahpe! Çare yok, salyası sarkıp diyecek: Verdim be! Hanım akşam, bize gelmişti namazdan sonra... Yolda biçare şaşırmış, hadi girmiş çamura. Ne kıyafet, ne hazin manzara, görsen yavrum! Kendi ağlar, kızı ağlar... Ne deyim, bilmiyorum. Ciğerim sızladı baktım da, fakat fâide ne? Kaderin cilvesi, kurban olayım halledene! Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak; Yüreğin hisli mi, işkencedesin, tâlihe bak! Şimdi, oğlum, herifin hacrine bir çâre! — Kolay! — Süfehâdan sayabilsek? — Sayacaksın, hay hay. Bir adam mâlini israf ile etmişse heder, Ona hükkâm-ı Şeriat “Süfehâdandın!” der. Sade-dil, ebleh olup kâr ederim, vehmiyle, Ahz ü itâya çıkıp aldanan eşhasa bile, Fettan: Fitneci. Hükkâm: Hâkimler. Süfehâ: Sefihler. Ahz ü i’tâ: Alışveriş 339 «Süfehâ» nâmını vermekte, evet, Şer-i şerif. Gelelim meselenin hâlline: Madem bu herif, Kendi infâkına muhtaç olan evlatlarının, Cümlesinden geçerek, derdine bir pis karının, Heder etmekte bütün mâlini... Elbet ya bunak; Yahut aldanmaya gayetle müsait avanak. İki surette de hâkim bunu hacretse, eder. Şimdi lazım gelen ancak size bir ilmühaber. İhtiyar heyeti, muhtar, hepiniz toplanınız; Yazınız çarçabuk... Etraflıca olsun yalınız; Sonra, hiç beklemeden gönderiniz mahkemeye. — İş mühim... Korkarım etraflı yazılmazsa diye, Şunu sen yazsana oğlum? — Bakarız dur da biraz... Daha alâsı mı: Ben söyleyeyim, kendin yaz... İmam üslûbuna uydurması artık senden! Hadi bir besmele çek, başlayalım istersen. Hele ilkin takıver gözlüğü. — Hay hay, takayım, Yalınız, sen bana bir parça kâğat ver bakayım.* — Hokka ister mi? — Divit var ya! — Peki, işte kâğat. Evvela ortaya bir «Hû» mu atarlar? Hadi at, Başla: «Bâdî-i» — Evet, “İlmühaber oldur ki…” — “Mahallemizde” çabuk yaz! — Şaşırmayım, dur ki! — «Filan sokakta» — Yavaş söyle, oldu. — “Kâin olan, Filanca hanede... sakin... filanca oğlu... filan...” Düşünme! «Her ne kadar» — Oldu, söyle sen... — Matuh. — Peki. — Değilse de… — Lakin, kalem kırıldı be, tüh! İâşe: Geçindirmek. Beslemek. İnfâk: Nafaka verme. Besleme. Bâdî: Muvakkat. Geçici. Hacr: Birisine bir şeyi yasak etmek. * Şair, hem vezin ve kafiye hem de günlük dili kullanmak açısından “yalınız” ve “kağat” şeklini tercih etmiştir. 340 — Öbür kalemle yaz artık, ne makta var, ne çakı. «İaşesiyle» bitirdin mi? — Söyle. — “İnfâkı, Tamamen üstüne ait ve...” Haydi! “Efradı Kesîr...” — Evet, azıcık dur... — “İyâl ü evladı…” — Peki. — “Bulunduğu...” — Dur dur! — Yoruldun anlaşılan? — Yorulmadım, hadi sen... — “Hâlde uhdesinde olan” Yazıldı bitti mi? “Bilcümle mal ü mülkü” — Evet. — “Ahiren aldığı...” Yazdın mı?.. Durma şimdi. — Fakat... — Ne var ki? — «Aldığı» kâfi mi? İstemez mi nikâh? — O halde şöyle yazarsın: «Ahiren istinkâh» — Bu oldu. — «Ettiği»... Kız neydi? — Söyledik ya kuzum, İşitmedin mi demin? — Haklısın, devam et: «Rum, Cemaatinden» efendim «filanenin» yazıver. — Yazıldı. — «Üstüne etmek» — Edeydi keşke! — «Diler, Ve böyle malını beyhude yolda imhaya, Kıyam eder.» — Yavaş ol! Koş diyen de olmadı ya! — «Ve arz edildiği vech üzre emr-i infâkı» Ne itina bu! Yesârî misin, nesin? — Tıpkı? — Yazıldı: «Kendine mahsus ve münhasır bulunan» Adam, cızıktırıver, bakma hüsn-i hatta, filan. «Küçük, büyük bütün evlatlarıyla zevcesini» Yazıldı bitti ya? — Sabret, düzelteyim şu sini... Efrad: Fertler. Kesîr: Parçalanmış, dağıtılmış. Münhasır: Yalnız bir kimseye ait olan. Zevce: Eş. Vech: Münasebet. İnfâk: Nafaka verme. Besleme. . Bâdî: Muvakkat. Geçici. İyâl: Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler. Ahiren: En son, en son olarak. İstinkâh: Araştırma. Yesârî: Sola ait Makta: Kesilen yer. Beyhude: Boş. Kâin: Var olan. Bulunan. Matûh: Bunamış. İâşe: Geçindirmek 341 Düzeldi. — Yaz bakalım: «Her cihetçe pek mahrum, Ve ihtiyaç» — Evet, oğlum, yazıldı, bekliyorum. — «İçinde ölmeye mahkûm» — Eder mi? — Yok «bırakır». — Yazıldı. — «Olmağın» — Alâ! — Fena mı yoksa? — Hayır, Fena olur mu ya? — «Mumaileyhin» — İşte bu çok! — Ne çare! «Şer-i şeni canibinden» oldu mu? — Yok... Biraz yavaşça. — Peki... Haydi, şimdi bağlayıver: «Lüzûm-i hacrine dâir» yaz... «İşbu ilmühaber» «Mahallemizce» mi dersin? Dedinse «bit-tanzim, Huzûr-i hâkim-i şeriye» seci bas: «Takdim Kılındı.» — Aferin, oğlum, imam da böyle yazar! — Onu bilmem, şu bitirdik ya nihayet zor zar. — Acaba hacri muvafık görecekler mi ki? — Eyy!.. Hâkimin reyine, vicdanına kalmış bir şey. Sen de gör kendini bir kerre. — Peki, evladım, Göreyim... Başka ne yapsam ki şaşırdım kaldım. Bittim artık, bilemezsin ne kadar bittiğimi; Âh görsem şu cihandan yıkılıp gittiğimi! Ne gebermez ne kütük bünye ki hiç kağşamamış! Bunu Rabb’im bana “sağlık” diye nerden yamamış? İstemem, kendinin olsun! — Ne diyorsun? Hele bak! — Bırak oğlum, azıcık derdini döksün şu bunak. Bana dünyada ne yer kaldı, emin ol, ne de yâr; Ararım göçmek için başka zemin, başka diyar. Mumaileyhin: Adı geçen kadınlar. Tanzim: Sıraya koymak. Şer’iye: Şeriata uygun olma. Kağşamak: Yıkılmak üzere. Hacr: Birisine bir şeyi yasak etmek. 342 Bunalan ruhuma ister bir uzun boylu sefer; Yaşamaktan ne çıkar günlerim oldukça heder? Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün; Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün. Seneler var ki harap olmadığım gün bilmem; Gezerim abdala çıkmış gibi sersem sersem.* Dikilir karşıma hep görmediğim bilmediğim; Sorarım kendime: Gurbette mi, hayrette miyim? Yoklarım taşları, toprakları: İzler kan izi; Yurdumun kan kusuyor mosmor uzanmış denizi! Tüter üç beş baca kalmış... O da seyrek seyrek... Âşinâ bir yuva olsun seçebilsem, diyerek... Sakınırken duyarım gözlerimin yandığını; Sarar afakımı binlerce sıcak kül yığını. Ne o gömgök dereler var, ne o zümrüt dağlar; Ne o çıldırmış ekinler, ne o coşkun bağlar. Şimdi kızgın günün altında pinekler, bekler, Sade yalçın kayalar, sade ıpıssız çöller. Yurdu baştanbaşa viraneye dönmüş Türk’ün; Dünkü şen, şatır ocaklar yatıyor yerde bugün. Gündüz insan sesi duymaz, gece görmez bir ışık, Yolcu haykırsa da baykuş gibi, çığlık çığlık. «Bu diyarın hani sahipleri?» dersin; cinler, «Hani sahipleri?..» der, karşıki dağdan bu sefer! Nerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş obalar? Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar? Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selim? Âh, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elîm! Hani cündîleri, şahin gibi, ceylân kovalar, Köpürür, dalgalanır, yemyeşil engin ovalar? Hani tarihi soruldukça, mefahir söyler, Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler? Hani orman gibi afakı deşen mızraklar? Hani atlar gibi sahrayı eşen kısraklar? Hani ay parçası kızlar ki koşar oynardı? Hani dağ parçası milyonla bahadır vardı? Bugün artık biri yok... Hepsi masal, hepsi yalan! Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan. *** Cündî: Süvari. Mefahir: İftihar edilecek. Bahadır: Kahraman. * «Abdala çıkmak» orta oyununda abdal oyununu oynamaktır. 343 — Sorma, Kartal’da idim ben de bu çarşamba günü. Dediler: “Kuma’da dünden beri var köy düğünü, Hoşlanırsan, hadi, olmaz mı?..” “Pekâlâ, gideriz; Hem biraz kır görürüz, hem de güreş seyrederiz.”* Keşke, gitmem demiş olsaydım... İlahi, o ne hâl, O nasıl maskara dernekti ki tarifi muhal.* Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra, Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra. Bet beniz sapsarı biçarelerin hepsinde; Ne olur bir kişi olsun görebilsem zinde! Şiş karın sıska çocuklar gibi, kollar sarkık; Arka yusyumru, göğüs çökmüş, omuzlar kalkık. Gözlerin busbulanık rengi, kapaklar şiş şiş; Yüz buruşmuş, uzamış, cephe daralmış, gitmiş. Gezecek yerde o âvâre nazarlar dalıyor; Serilip düştü mü bir noktaya, kaldırması zor! Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk’ün, Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün. Gövde teşrihlere dönmüş, o bacaklar değnek; Daha yaş yirmi iken eller, ayaklar titrek. Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış; Kırk onun ömrüne son merhale olmuş kalmış. Değişik sanki o arslan gibi ırkın tonunu! Bense İslam’ın o gürbüz, o civan unsurunu, Kocamaz, derdim, asırlarca, sorulsaydı eğer, Ne çabuk elden, ayaktan düşecekmiş o meğer!.. Neyse, değnekçi gelip: «Meydan açılsın, savulun!» Der demez, başladı kalbî sesi yırtık davulun. Güm güm ötmek ne gezer! Tık nefes olmuş kasnak: Göğsü tokmak gibi “Küt! Küt!” Vuruyor hışlayarak. Zuma hımhım mı nedir, söylemiyor bir türlü; Üfleyen çingenenin rengi mezar, kendi ölü. Güneş oldukça kızışmış, beni yormuştu sıcak; Hele bir gölge bulup altıma çektim çabucak. Tam demiştim: Azıcık yaslanayım, dinleneyim... Biri tıksırdı ta ensemde... Acayip, bu da kim? Ne göreydim: Kelebek tarlası olmuş da içi, Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi! «Ama bak, aklıma gelmezse de hürmet talebi; O kadar fazla samimiyeti sevmem, çelebi; * * Safahat’ın eski metninde, “güreş” kelimeleri, “güleş” imlasıyla yazılmıştır. Muhal: İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. 344 Sakalından çekerim, sonra, karışmam... Hadi git!» Nerde! Aldırmadı... Sordum, baş ödülmüş bu yiğit!..* Hele sen geç yiğidim, geç bakalım, başka ne var? Bir çelimsiz sopa, boynunda üç arşın astar. “Pehlivanlar hani?” derken söküvermez mi, Hocam, Birbirinden daha biçare sekiz çıplak adam? Âh o soygunluğu rüyâda gören korkardı: Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı! Bir delik torbaya girmiş kimi, kispet yerine; Çekivermiş kimi, bir lime çuval dizlerine. Kiminin, giydiği çakşır, kiminin bez şalvar; Kiminin, uçkuru boynundan asılmış, donu var. Acaba yağ sürünürler mi desem, yağ nerede? Bereket versin onun madeni varmış derede: Sağ omuzlarda birer, başları kertikli, ağaç, Kadın, erkek, suyu aktarmada bakraç bakraç. Sonra, nerdense gelip “Yağlanınız haydi!” sesi, Çöktü meydanda duran kaplara artık hepsi. Palaz ördek gibi, bandıkça avuçlar bandı; Meşin ıslar gibi, kavruk deriler ıslandı. Bu merasim de bitip başlayacak dendi güreş, Çarpınıp çırpınarak çıktı nihayet iki eş. Daha ilk elde boşansın mı alınlardan ter, O göğüsler sana ötsün mü körükten de beter? Baktım: Altından o bir çifte perişan bağrın, Soluğanlar gibi kalkıp iniyor çifte karın! Sonradan dizlere bir titremedir çökmüştü; Hele çok sürmeyerek dördü de cansız düştü. İki biçare serilmiş, yatıyorken yerde, “Kalkın artık!” dediler, lakin o derman nerde! Güreşin böylesi hiç görmediğim bir şeydi; Orta, baş, hepsi de bunlar gibi âvâreydi. *** Lime: Parça, uzun dilim. Âvâre: Başıboş, serseri, boş gezen. İşsiz güçsüz. * «Ödül» güreşlerde, yarışlarda galip tarafa verilen mükâfat. Eski imlası: Öndül. 345 Karşıdan tentesinin nısfı hasır, nısfı aba, Bir tekerlekleri alçak, yana yatmış araba; Yerliden az kaba, Maltız keçisinden çok ufak, İki mahzun öküzün seyrine münkâd olarak; Ne yanık mersiyeler söyletiyor dingiline! Bunu gördüm, acımak geldi içimden geline: Sana baksın da kızım, bahtın utansın... Ne deyim? O, senin, kimdi, bugün nerde yatar, bilmediğim, Ninenin ruhuna âgûş açıyorken melekût, Tertemiz naaşını gufran gibi örten tabut, Şu gelinlik arabandan daha şahaneydi. Geçti rüyâ gibi, Allah’ım, o günler neydi! Şu bayırlarda -ki vaktiyle bütün bağlardıSesi dünyayı tutan bir bereket çağlardı. Ya şu vâdî ki çırılçıplak uzanmış, bîtâb, Hiç yazın böyle fezasında tüter miydi serâb? Şimdi afaka alev püskürüyor her çatlak, Yarılıp hasta dudaklar gibi, yer yer, toprak. — Deşme, oğlum, yaradır, hem de yürekler yarası. — Neydi, yâ Rabbi, otuz kırk sene evvel burası? Dağlar orman, tepeler bağ, ovalar hep tarla; Koca mera dolu baştan başa sağmallarla. İğne atsan yere düşmez: O ekin bir tufan; Atlı girsen gömülür buğdayın altında kafan. Köylünün kırları tutmuş, yayılırken davarı, Sökemezsin, sarar afakını yün dalgalan! Dolaşır sal gibi göllerde hesapsız manda, Fil sanırsın, hani, bir çıksa da görsen karada. Geniş alnıyla yarar otları binlerce öküz, Besiden her birinin sırtı, bakarsın, dümdüz. Ne de ıslak patı burnundaki mosmor meneviş!* Hadi gelsin bakalım damların altında geviş. Diz çöker buldu mu yaslanmaya kâfi meydan; Sürünür toprağın üstünde o kat kat gerdan. Çifte gözler süzülür, tek çene durmaz çiğner; İki yandan yere şeffaf iki ipliktir iner. Bunların ağdalanır, maç maç öterken sakızı, Öteden bir sürü gürbüz, demevî köylü kızı, Tarayıp hepsini evlat gibi, bir bir kınalar. Tepeden kuyruğu dikmiş, inedursun danalar, Nısf: Yarım. * Münkâd: İnkiyad eden, boyun eğen, muti olan, itaat eden. Âgûş: Kucak. Sığırların burunları üstündeki ıslak, sağlık belirtisidir. Geviş getirmeleri de buna işarettir. 346 Dalar etrafa köyün damgalı yüzlerce tayı; İnletir at sesi, kısrak sesi gömgök ovayı. Gündüzün kimse görünmez: Kadın, erkek çalışır; Varsa meydanda gezen tostopaç oğlanlardır. Akşam olmaz mı, fakat toplar ahaliyi ezan, Son cemaat yeri, hatta adam almaz bazan. Güneş afaka henüz arz-ı veda etmişken, Yükselir Kâbe’ye doğrulmuş alınlar yerden; Önce bir dalgalanır, sonra eder hepsi karar; Örülür enli omuzlarla birer canlı hisar. Bu yaman safların ahengi hakikat müthiş; Sanki yalçın kayalar yan yana perçinlenmiş, Öyle bir cephe kesilmiş ki: Müselsel iman; Hangi imana dokunsan taşacak itminan. Âh o yekpârelik eyyamı hayâl oldu bugün; Milletin hâlini gör, sonra da maziyi düşün. Kim bu yalçın kayalar sarsılacaktır derdi? Öyle sarsıldı ki edvara tezelzül verdi! *** Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlâkı bitik; Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik. Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri; Nerde evvelki refahın acaba onda biri? Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi «icra» ister; Bir kalem borca bedel faizi defter defter! Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak, Verilen tohmu da inkâr edecek, öyle çorak. Bire dört aldığı yıl köylü, emin ol, kudurur: Har vurur bitmeyecekmiş gibi, harman savurur. Uğramaz, gün kavuşur, çiftine yahut evine; Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine. Yekpâre: Bütün, parçasız. Eyyam: Günler, devirler. İtminan: Emniyet içinde olmak. 347 Muhtasar, gayr-ı müfit ilmi kadardır dini; Ne evâmir ne nevâhî seçemez hiçbirini. Namazın semtine bayramları uğrar sade; Hiç su görmez yüzünün düşmanıdır seccade. Hani, üç beş kişiden fazla musalli arama; Mescit ambarlık eder, başka ne yapsın, imama! Okumak bahsini geç... Çünkü o defter kapalı, Bir redif zabiti mektepleri debboy yapalı. Sıtma, fuhş, içki, kumar türlü fecâyi salgın... Sonra söylenmeyecek şekli de var hastalığın. Bir taraftan bulanır levse hesapsız namus; Bir taraftan serilir toprağa milyonla nüfus. Hadi aldırmayalım yükseledursun vefiyat, Nerde noksanı telafi edecek taze hayat? Evlenip aile teşkili bugün zor geliyor; Görüyorsun ya nikâhlar ne kadar seyreliyor! *** Eskiden zurnalar öttükçe feza inlerdi; O ne dehşetli düğünler, o ne derneklerdi! Kurulur meydana harman gibi kırk elli sini, Tablalar yığmaya başlar koyunun beşlisini. Ense kat kat taşıp etrafa dökülmüş yakadan; Göğsün ebadı kabardıkça gerilmiş camadan; Başta abanî sarık, tende hilali gömlek; Belde Lâhûr şalı, üstünde o som sırma yelek; Dizde kaytan çevrilmiş çuhadan sıkma potur; Amcalar, lök gibi, bağdaş kurarak halka olur. Sofranın hâlesi şeklinde duran, kutru geniş, Boyu çepçevre kılapdanla zarif işlenmiş, Eni az peşkiri herkes götürür dizlerine. Çorbadan sonra etin türlüsü kalkıp, yerine, Hamurun türlüsü devlet gibi kondukça konar. Sekiz on yerde güğümler mütemadi kaynar. Taze şerbet sunulur taze kesilmiş karla; Buzlu ayransa döner ortada bakraçlarla. Öğle olmaz mı, cemaatle kılarlar namazı. Güreşin gümler o esnada mehîb incesazı: Oturur beşli davullar yere, şişman şişman, Perde göstermeye başlar kabalardan, o zaman, Öyle inler ki zemin: Kalb-i feza “Küt! Küt!» atar; Zurnanın tizleri, dersen, yedi iklimi tutar! Şimdi, hayvanlı, yayan, kız, kadın, oğlan, erkek; Tezelzül: Sarsıntı Müfîd: İfâde eden, meramı güzel anlatan. Evâmir: Emirler. Musallî: Namaz kılan. Levs: Pislik Vefeyât: Ölümler. Mehîb: Korkunç, heybetli. Mütemadi: Sürekli. Nevahî: Yasak edilmiş şeyler. 348 Kuşatır ip çekilen meydanı yüzlerce öbek. Bir taraftan da iner nâ-mütenâhî araba... İner amma o kadar süslü ki, dersin: «Acaba, Şu beyaz tenteler altında birer hacle mi var?» Çekilir derken ödüller: Sekiz on seçme davar; İki baş manda, birer tay, dana, top top dokuma... Hele peşkir gibi peşkeşleri artık sorma. Yağ kazanlarla durur, tartısı yok, ölçüsü hiç; Hani ister sürün, ister dökün, istersen iç! Bunların hepsi biter, bir heyecandır belirir; Ne temaşadır o, titrer durur insan tir tir. Birbirinden daha mevzun iki üç çift endam, Atılıp sahneye şahin gibi etmez mi hıram; Ses, soluk çıkmaz olur, herkesi ürperme alır; O geniş yer de nefeslerle beraber daralır, Çünkü meydanda değil, seyre bakanlarda bile, Asım’ın dengi heyâkil seçilir yüzlerle. Şimdi, sağ kolda, gümüş kaplı birer bâzû-bend, Boynu mıskayla donanmış, o yarım deste levend, Önce peşrev yaparak, sonra tutuşmazlar mı, Güreş artık kızışır, hasmını tartar hasmı. Uzanır şimdi göğüsler, kavuşur; şimdi, yine; Dalga çarpar gibi çarpar gerilip birbirine. Kimi tek çapraza girmiş, mütemadi sürüyor; Kimi şîrâzeyi tartıp alıvermiş, yürüyor. Kimi sarmayla çevirsem diye sardıkça sarar; Kimi kılçık düşünür, atmak için fırsat arar. Adalî gövdeler altında o biçare çayır, Serilir toprağa, hem bir daha kalkar mı? Hayır! Bu, elenseyle düşürmüş de hemen çullanıyor; O da kurtulmak için türlü oyun kullanıyor. Kimi almış paça kasnak, o açar, hasmı döner; Kimi kündeyle giderken topuk eller de yener. Kimi cüretli olur çifte dalar, hem de kapar; Kimi baskın çıkarak kazkanadından çarpar. Heyâkil: Heykeller. Hacle: Gelin odası. Temaşa: f. Hoşlanarak bakmak. Levend: Asker. Peşrev: Önde giden. Mütemâdî: Devamlı. Şîrâze: Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ince şerit. Düzen, nizam, esas. 349 Seyreden halkı da bir gör: O ne candan hizmet; O ne rikkatli adamlar, o ne masum ümmet! Yarılan başları çevreyle boğanlar mı dedin... Göz silenler mi dedin, incecik oğlanlar mı dedin... Yağ süren başka, saran başka, çözenler başka; Su veren başka, güğümlerle gezenler başka. Şan şeref duygusu millette nasıl yüksekse, Merhamet hissi de öyleydi, değil miydi Köse? Ne o? Bir şey demedin... — Geçmişe mazi derler! — Doğru, lakin... — Bırak, oğlum, gelecekten ne haber? — Onu Allah bilir ancak. — Azıcık kul da bilir. — Bilemez, çünkü görünmez. — İyi amma sezilir: Oruç sıcaklara gelmiş, Kır Ağası bakmış ki: Sabahlar akşam olur şey değil, bu, tiryaki; Bütün gün esnemeden, hiddet etmeden bıkmış; Al atla bağdaşarak «Ya sefer!» demiş çıkmış. Takım rahat, pala uygun, gaza mübarek ola: Tavuklu, hindili köylerde haftalarca mola. Refiki arpayı bulmuş, keser, ferih ü fahur; Bu dört öğün yiyip ister sonunda bir de sahur! Bedava sofraya düştün mü, hoş geçer Ramazan; Misafirim diye insan mukim olur bazan. Nasılsa bir gece bir düş görür bizim yolcu; Sabahı bekleyemez, yok ya hainin orucu; Uyandırır ne kadar köylü varsa, der: Çabucak, Gidin bulun bana bir şöyle zorlu düş yoracak.* Çarıkçı Emmi’yi sağlık verir cemaat de, — Fakat sahurda yatar, kalkamaz bu saatte. Biraz sabırlı olun... — Şimdi isterim, gelecek. Ben öyle bekleyemem, kalkamaz demek ne demek? Rikkat: Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık. Ferîh: Tavuk veya kuş yavrusu. Fahur: Bir fesleğen cinsi. Mukîm: İkamet eden. Ayakta duran. * «Düş yormak» rüyâ tâbir etmek. 350 Çarıkçı Emmi gelen halkı uğratır kapıdan. İkinci defa gelirler: — Ocağına düştük, aman, Herif lâf anlamıyor, gel de sonra yat, haydi! — Sabah sabah bu ne düştür be? Görmez olsaydı! Henüz yatağıma uzandım bakındı aksiliğe... Gebermediydi ya! — Sen git de söz geçir deliye! Ne söylesen kızıyor... Hak şaşırtmasın kulunu. Adamcağız çıkar evden, tutar köyün yolunu, Ki uyku sersemi tak der zavallının canına; Düşer gelince nihayet Kır Ağası’nın yanına. — Aman be emmi! — Ne var? — Düş yorar mısın? — Be adam, Biraz nefesleneyim, dur ki, yorgunum... — Duramam. — Neden? — Fenama gider beklemek de... — Vah! Vah! Vah! — Bilir misin ki ne gördüm... — Hayırdır inşallah? — Yemek yiyip yatıverdim, tamam yarıydı gece, Bir öyle hayvana bindim ki, seçmedim iyice. — Peki, o bindiğin at mıydı, anlasak, neydi? — Bilir miyim? Yalınız dört ayaklı bir şeydi... Katır mı desem Eşek mi desem? Öküz mü desem? İnek mi desem? Al at mı desem? İdiç mi desem? Koyun mu desem? Çepiç mi desem? — Güzel! — Biraz yürüdük... — Geçtiğin nasıl yerdi? — Nasıl mı yerdi?.. Unuttum, görür müsün derdi? Yokuş mu desem? İniş mi desem? Uzun mu desem? Geniş mi desem? Çorak mı desem? Çayır mı desem? Sulak mı desem? Hayır mı desem? — Tamam! İlerde ne gördün? — İlerde bir kocaman, Karaltı vardı... — Peki, ismi yok mu? — Bilmem aman! 351 Ağaç mı desem? Kütük mü desem? Duvar mı desem? Höyük mü desem? Ağıl mı desem? Hamam mı desem? Yıkık mı desem? Tamam mı desem? — Ya sonra? — Karşıma, baktım, dikildi... — Kim? — Bir adam... — Tanıştınız mı? — O, bilmem tanır mı, ben tanımam... Babam mı desem? Kızım mı desem? Hasım mı desem? Hısım mı desem? Çıfıt mı desem? Gavur mu desem? Şudur mu desem? Budur mu desem?.. — Uzatma, sen buluyorsun belanı Allah’tan!.. Bu: Elde bir; yalınız pek seçilmiyor ne zaman... Bugün mü desem? Yarın mı desem? Uzak mı desem? Yakın mı desem? Yazın mı desem? Güzün mü desem? Güzün mü desem? Yazın mı desem?.. — Ne kadar doğru! Hocam, hayra yorulmaz bu gidiş. — Sen o rüyaya hakikat deyiver, tam bizim iş. Herifin hâlini gördün ya, bugün millet de, Aynı meslekte, o fıtratta, o mahiyette. Tanımaz bindiği mahlûku, sürer körü körüne; Tanımaz gittiği yer hangi taraf, gördüğü ne? Fikri yok, duygusu yok, sanki yürür bir kötürüm; Bu da sağlıksa eğer bence müreccahtır ölüm. Üç beyinsiz kafanın şevkine şaşkın gibi ram; Kırbaç altında bütün gün, ne tezallüm, ne kıyam. Tuttun, oğlum, bana mazileri tasvir ettin; Köylünün hâlini bilmez, diyerek dinlettin. Hasta meydanda, tedaviye de cidden muhtaç; Yalınız görmeliyim nerde hekim? Nerde ilâç? Nesl-i hazır ki sarık gördü mü, terzil ediyor, “Def ol ıskatçı!” diyor, “çerçi” diyor, “leşçi” diyor... Hocazâdem, ne sülükmüş o meğer vay canına! Diş bilermiş senelerden beri Türk’ün kanına. Emiyor fırsatı bulmuş yapışıp, hem ne emiş! Kene bir şey mi acep, ah o ne doymaz şey imiş! Mâhiyyet: Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Fıtrat: Yaradılış. Müreccah: Daha ileride kabul edilen. Tezallüm: Birisinin zulmünden şikâyet etme. Terzil: Rezil etme. İtibarını kırma. 352 Ne o kızdın mı? — Hayır, anlarım amma keneyi, Sağdınız siz de asırlarca o sağmal ineği. — Hakkımızdır sağarız: Kahrını çektik o kadar, Besledik... — Ya? — Ne demek? — Beslediniz, hakkın var! Hanginiz bir tutam ot verdi, bırak beslemeyi? — Yok mudur medresenin köylüde olsun emeği? — Mektebin, belki... Fakat medresenin, hiç ummam. — Kızarım ha! — O senin hakk-ı sarihindir imam. — Halka yol gösterecek bir kılavuz var: Ulema. Kalanın hepsi de boş. — Boştur, efendim, amma... — Neymiş amması beyim? — Yok, şu sizin medreseler, Asrın icabına uymakta inat etmeseler... — Gidin ıslah edin öyleyse! — Hakikat, lazım. — Fıkra gelsin mi ne dersin? — Hadi, gelsin bakalım. — Son zamanlarda hükûmet, şımarık bir deliyi,* Götürür bir yere vali diye bağlar. — Ne iyi! — Herifin ilk işi “Tekmil hocalar gelsin!” der. Ki tabiî bu adamlar da icabetle gider. Önce tebrik ile takdim için az çok durulur; Sonra «meclis» denilir, bir koca divan kurulur. Şimdi kürsüye abansın da senin Vali Bey, Bu vaka beş altı sene evvel cereyan etmiştir. Nutka gelsin mi adam zannederek kendini?.. — Eyy? Ne demiş? — Yok, ne geğirmiş diye sor! Manasız; Bir yığın rabıta müştakı perakende lafız, Bir etek yave saçar, bir sürü cinnet savurur; Bu da yetmez gibi peştahtaya üç kerre vurur, Ulema: Âlimler. Tekmil: Bitirmek, tamamlamak. Sarih: Kurtaran. [Bu dipnot, bu bölüm, Sebilürreşad’ın Ankara nüshalarında -3 Ağustos 1922- yayınlanırken konulmuş; kitaptaki neşirlerine alınmamıştır.] * 353 Der ki: “Yirminci asır, fenlere zihniyetler; Verebilmekle tebellür ve tefahürler eder. Vakıa halet-i ruhiyyesi var akvamın; Bu prensiple, fakat maşeri pek izâmın, Belki ferdiyyeti sarsar biraz aksülameli... Sâde şeniyyet-i asân durup dinlemeli. İçtihâdî galeyanlar da mühimdir ya, asıl, İktisadî cereyanlardır olan müstahsil. Bunu temin edemezlerse nihayet hocalar, İskolastikle sanayi’ yola gelmez, bocalar. İlk adımdır atacaktır bunu elbette ilim; Parprensip, gelin, ıslah-ı medâris diyelim.” — Parprensip mi? Bayıldım be! — Fransızcama mı? Ya heriften de mi eşşek sanıyordun İmamı? — Birden eşşek deme, biçare henüz müsvedde... Ne yetişkinleri var, dursun o sağlam şedde. — Hangi müsvedde? Ne müsveddesi? Bir bilmece ki... — Merkebin... — Ey? — Mütekâmil soyu olmaz mı? — Peki? — İşte hilkatten o surette çıkarken beyazı; Böyle birdenbire müsvedde de fırlar bazı! Neyse geç fıkraya. — Nerdeydik? Evet, şimdi, nutuk Biter amma yayılır meclise bir durgunluk. — Çünkü imlâya gelir herze değil duyduğu şey! — Sonra kalkar hocalardan biri, der: «Vali Bey, Tebellür: Billurlaşmak. Tefâhür: İftihar etmek. Hâlet-i rûhiyye: İnsanın ruh hâleti Aks: Karıştırmak. Yansımak. Şe’niyyet: İşler. Asân: Kolay. Mütekâmil: Olgun. İ’zâm: Büyük görmek, büyük bilmek. Aksü’l-amel: İstenilen şeyin zıddının olması. 354 Şu hitabeyle tavanlardan uçan efkârı, Tutamazlarsa küçük görmeyiniz huzzârı. Siz ki yirminci asırlardasınız, baksanıza, Bizim on dördüne dün basmış olan asrımıza! Altı yüz yıl mı, evet, tam o kadar lazım ki, Kabil olsun o büyük nutkunuzun idrâki. Sade «ıslah-ı medâris» mi ne, bir şey dediniz... Onu anlar gibi olduksa da izah ediniz: Acaba hangi zaruret sizi şevk etti buna? Ya fesat olmalı meydanda ki ıslah oluna. Bunu bir kerre kabul eylemeyiz, reddederiz. Sonra, biçare medâris o kadar sahipsiz, O kadar baştan atılmış da o haliyle yine, Düşüyor, kalkıyor amma gidiyor hizmetine. Halkın irşadı mıdır maksad-ı tesisi? Tamam: Şehre müftü veriyor, minbere, mihraba imam. Hutabânız oradandır, oradan vaiziniz; Oradandır hocanız, kayyiminiz, hafızınız. Adli tevzi edecek hâkime fıkh öğreten o; Hele köy köy dolaşıp köylüyü inşâr eden o. Şimdi bir mesele var arz edecek, çünkü değer: Bunların hepsine az çok yetişen medreseler, Bir zaman müftekir olmuş mu acep hârice? Yok. İyi amma, a beyim, şöyle bakınsak, bir çok, Bir alay mekteb-i âli denilen yerler var; Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar. Şu ne? Mülkiye. Bu? Tıbbiye. Bu? Bahriyye. O ne? O mu? Baytar. Bu? Ziraat. Şu? Mühendishane. Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız, Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız. İşimiz düştü mü tersaneye yahut denize, Mutlaka âdetimizdir, koşarız İngiliz’e. Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir; Hekimin hazıkı bilmem nereden celp edilir. Mesela bütçe hesabâtını yoktur çıkaran... Hadi maliyeye gelsin bakalım Mösyö Loran. Hani tezgâhlarınız nerde? Sanayi nerde? Huzzâr: Hazır olanlar Hutab: Hutbeler. Kayyim: Peygamber’imize (A.S.M.) verilen bir isim. Hâzık: Mahâretli, işinin ehli, uzman. Müftekir: Muhtaç. İnşâr: Ölüyü diriltme. Celb: Kendi tarafına çekmek. 355 Tevzi’: Pay ederek dağıtmak. Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de! Biz ne müftü, ne imam istemişiz Avrupa’dan; Ne de ukbâda şefaat dileriz Rimpapa’dan. Siz gidin bunları ıslaha bakın peyderpey; Hocadan, medreseden vazgeçiniz, Vali Bey!” *** Ne dedin fıkrama? — Alâ! Beni habt ettin, imam! — Yola gel şöyle biraz, neydi o sözler? — Be Hocam, Sana biz medresenin hizmeti hiç yok demedik; Bir bedahet bu ki inkâra çalışmak delilik. Halkı irşat edecek var mı ya sizden başka? Onu insan bile saymaz mütefekkir tabaka? Köylüden milletin evladı kaçarken yan yan, Sizdiniz köydeki unsurla beraber yaşayan. Ruhunuz halkımızın, köylümüzün ruhuna denk; Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mesut ahenk! Biz bu ahengi harap etmeyecektik, ettik; Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik. Ne kadar benziyoruz şimdi sakat bir duvara... Vahdetin tertemiz alnında ne çirkin bu yara! Hadi iş gör bakalım, var mı ki imkân? Nerde! İkilik azmine hâil kesilir her yerde. Ne desek, dinlemiyor, nafile, bir kimse bizi. — Uydurun siz de beyim, halka biraz kendinizi. — Haklısın. — Aykırı gitmekle bu yol hiç çıkmaz. — Konya’daydım... — Haberim yok, ne zaman? — Bıldır yaz. Şehri az çok bilir, etrafını pek bilmezdim; Bari bir köyleri görsem, diye çıktım, gezdim. Yolda duydum ki: Filan nahiyenin ayânı, Üç gün evvel kovuvermiş hoca bilmem filanı; Herkes evladını almış, kapatılmış mektep. Çok fena şey! Hele bir anlayalım, neydi sebep. Hiç işim yok, bu da oldukça mühim doğrusu ya, Gidecek yolcu da var, akşama indik oraya. Ukbâ: Ahiret. Habt: Şiddetli vurmak. Bedahet: Açıklık. İrşâd: Doğru yolu göstermek. A’yân: Meclis âzaları. Hâil: Korku ve dehşet veren Peyderpey: Birbiri ardınca. Yavaş yavaş, azar azar. 356 Yatsıdan sonra ahali “Bize vaaz et!” dediler; Çektiler altıma bir cıllığı çıkmış minder. Tahta sordum, silinip çevre kadar yenlerle, Geldi, tâ göğsüme yaslandı sakat bir rahle. Evvela hamdeleden, salveleden başlayarak, Girmeden maksada dibaceyi serdim çabucak. İlme kıymet veren âyâtı, ehâdîsi bütün, Okudum, hâsılı bülbül gibi öttüm ben o gün. Sonra, teyid-i İlahi olacak besbelli, Öyle bir maskara ettim ki o hâin cehli, Hani kendim de beğendim. — Adam, anlat, ne dedin? — Biri aklımda değil. — Öyle mi? — Baktım, sadedin, Tam zamanıydı, ahaliye çevirdim yüzümü; Açtım artık bu sefer ağzımı, yumdum gözümü: Hiç muallim kovulur muymuş, ayol, söyleyiniz? O sizin devletiniz, nimetiniz, her şeyiniz. Hoca hakkıyla beraber gelecek hak var mı? Sizi mizana çekerken bunu sormazlar mı? Müslüman, elde asa, belde divit, başta sarık; Sonra, sırtında, yedek, şaplı beş on deste çarık; Altı aylık yolu, dağ taş demeyip çiğneyerek, Çin-i Mâçin’deki bir ilmi gidip öğrenecek. Hiç düşünmek de mi yoktur, be adamlar, bu ne iş? En büyük talihi Mevla size ihsan etmiş, Hem de ta olduğunuz mevkie göndermişken; Teptiniz kendi gelen nimeti sersemlikten! Çok zaman geçmeyecektir ki bu nankörlüğünüz, Ne felaketlere meydan verecektir görünüz! Köylerin yüzde bugün sekseni, hatta hocasız; Siz de onlar gibi cahil kalarak anlayınız! Bir hata oldu, deyip şimdi peşimansınız a!.. Ne çıkar? Gitti giden, kıydınız evladınıza!.. Dîbâce: Başlangıç, ön söz. Hamdele: “Elhamdülillah” demenin kısaca ismi. Salvele: Peygamberimiz’e (s.a.v.) okunan dua. Âyât: Âyetler Ehâdîs: Hadisler. Mîzân: Ölçü. 357 Buna benzer daha bir hayli savurdum, estim, Ses, nefes hepsi tükenmişti, nihayet kestim. Sanıyordum ki duadan koca mescit inler... Umduğum çıkmadı hiç: Pek yavaş âmin dediler. Çekiverdim o zaman ben de hemen Fatiha’yıYatacağımız odanın sahibi Mestanlı Dayı, Getirirken beni, sağ elde fener, mescitten; “Gürül gürül okuyor hep, gürül gürül okuyor; Yanıl da bir, deli oğlan, baban mezarda mı, sor!” Deyivermez mi, ne dersin? — Ama pek hoş cidden. — Bunu duydum zehir içmiş gibi sersemleştim... Eve geldik, herifin kalbini artık deştim. Ne de çok şey biliyormuş, be Hocam, köylü meğer! — Öyledir. — Sen de şaşarsın, hani, söylersem eğer. Anladım: Bilmeyecek tilki onun bildiğini. — Hadi naklet bakalım şimdi şu bilgiçliğini! — Dedi: “Fetvayı veren mahkeme, yanlış, gerçek, İki davacı ne söylerse bütün dinleyecek. O zaman kestiği parmak acımaz, amenna... Ama hep bir tarafın ağzına bakmak, o fena. Benim arkamdaki düşman bana mevlit mi okur? Dur ki ben söyleyeyim bir de kuzum, sen hele dur! Köylü cahilse de hayvan mı demektir? Ne demek! Kim teper nimeti? İnsan meğer olsun eşşek. Koca bir nahiye titreştik, ödünsüz yattık; O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık. Kimse evladını cahil komak ister mi ayol? Bize lazım iki şey var: Biri mektep, biri yol. Niye Türk’ün canı yangın, niye millet geridir; Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir. Sonra baktık ki hükûmetten umup durdukça, Âmenna: İnandık, öylece kabul ederiz, ona diyecek yok (meâlindedir.) 358 Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca. Para bizden, hoca sizden deyiverdik... O zaman, Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman! Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı... Görmeliydin o muallim denilen maskarayı. Geberir, camie girmez, ne oruç var, ne namaz; Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz. Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu; Ebenin teknesi, ömründe pisin gördüğü su! Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak, Bunu bilmem ki yarın hangi imam paklayacak? Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama... Bari bir parça alışsaydı ya son son, arama! Yola gelmez şehrin soysuzu, yoktur kolayı. Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı, Bir bakar insana yan yan ki yüz olmuş manda,* Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda. Bir selam ver be herif! Ağzın aşınmaz ya!.. Hayır, Ne bilir vermeyi hayvan ne de sen versen alır. Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz; Hele tırnaklan bir kazma ki insan bakamaz. Kafa orman gibi, lakin o bıyık hep budanır; Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır. Tertemiz yerlere kipkirlilerle dalar; Kaldırımdan daha berbat olur artık odalar; Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın, çamura. Su mühendisleri gelmişti... Herifler gavura, Neme lazım bizi incitmediler zerre kadar; İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar! Tatlı yüz, bal gibi söz... Başka ne ister köylü? Adam aldatmayı alâ biliyor kahpe dölü! Ne içen vardı, ne seccadeye çizmeyle basan; Ne deyim dinleri bâtılsa herifler insan. Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun... İçki yüzler suyu, ahlakını bir bilsen onun! Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız, Öyle devlet gibi, nimet gibi laflar bana vız! Farmason: Mason. Dinsiz, imansız. * Yüz: Uyuz. 359 İlmi yuttursa hayır yok bu musibetlerden... Bırakın oğlumu, cahilliğe razıyım ben.” — Hakkı var. — Pek güzel amma, bu işin yok ki sonu. Kapadık mektebi, kovduk diyelim farmasonu, Başıboş köylünün evladını kimler yedecek? Adam ister ona insanlığı telkin edecek. Bunu nerden bulalım? Kimlere ısmarlayalım? Önce kaç tezgâhımız var, bakalım, bir sayalım... — Pek uzun boylu hesap etme, nedir mesele ki? Herkesin bildiği şey: Medrese, bir, mektep, iki. — İşte arz eyliyorum zât-ı fazîlânenize: İkisinden de hayır yok bu şeraitle bize. — Galiba sen yeniden kızdıracaksın Köse’yi; Söyle, mirasyedi bey, kimdi yıkan medreseyi? Biz miyiz, siz misiniz? Sizsiniz elbet... — Elbet! — Yıktınız kazmaya kuvvet, ne de süratle! — Evet. — Bir hünermiş gibi ikrar ediyor ağzıyla... — Çünkü mektep yapacaktık onun enkâzıyla. — Çünkü mektep yapacakmış!.. Ne kolay söylemesi! Bir kümes yaptığınız var mı ki, bir kaz kümesi? — İnkılap ümmetinin sânı yakıp yıkmaktır. — Size çılgın demeyen varsa, kuzum, ahmaktır. Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir? Onu en çolpa herifler de, emin ol, becerir. Sâde sen gösteriver “İşte budur kubbe! diye; İki ırgatla iner şimdi Süleymâniye. Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman, Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan. Bunların var mı sizin listede hiç benzeri, yok. Ya ne var? Bir kuru dil, siz buyurun, karnım tok! Ötmeyin nafile baykuş gibi karşımda, susun! — Mürteci’sin be imam? — Mürteciyim, hamd olsun. — Hele bak hamd ediyor! — Hamd ediyorsam, yeridir: Şâfiî’nin mi, kimindir o şiir? — Hangi şiir? Telkîn: Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Fazîlâ: İnsandan başkalarına da geçebilen huy. Irgat: İşçi Mürteci: Gerici. 360 — Hani “Peygamber’in evladını candan sevmek, Rafızîlikse... — Evet!” — “Yerde beşer, gökte melek, Râfızîdir bu, desin hepsi de hakkımda benim, Ben oyum, işte...” diyor... — Bildim, evet. — Kaili kim? — Şâfiî zannederim, neyse, fakat maksadınız? Şunu lütfen bana teşrih ediniz, anlatınız. — Yıkılan yurduma cennet diyemem, mazûrum; Hani mamûre? Harabeyle benim neydi zorum? Heybe sırtında «adalet» dilenirken millet, Müsterih olmanın imkânı mı var, insaf et? “Yaşasın!” macunu alâ idi, yut, keyfine bak! Tutmuyor şimdi, fakat bin yala parmak parmak. — Niye tiryakisi oldun bu kadar sen de ayol? Tutmuyor, çünkü alıştın... Yemeyeydin bol bol. Hem bizim macunu pek hırpalamak doğru mu ya? — Dur canım! Ben kızarım böyle vakitsiz şakaya... Sözü tekmil edeyim... — Sonra bitir, dinle biraz: Bir yutar, beş yutar, afyonkeşi afyon tutmaz; Der ki: Toprak mı, ne zıkkım bu, varıp anlamalı. Açılır kurna başından, sıyırır peştemalı, Nalının sırtına atlar, sürerek doğru gider, Hangi artarsa, bulur: “Tutmadı yahu, yine!” der. Gülmeden çatlayadursun biriken çarşı, pazar; “Bu kadar tuttuğu yetmez mi kuzum?” der attar. Siz de artık uzun etmektesiniz, hem pek uzun; Üç saat esnemeden dinlediğim nutkunuzun, Rafizîlik Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (R.A.) halifeliklerini kabul etmeyenlerden. Mazûr: Özrü olan. Mamûre: Bayındır yer. Kail: Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Müsterih: İstirahat eden, rahat bulan. Attar: Güzel koku veya iğne iplik gibi şeyler satan. 361 “Yaşasın!” macunu peymâne-i ilhamı bütün, Hani, sarhoş kuşa döndün, mütemâdî öttün! — Bırak oğlum, yeter artık, şakanın vakti değil. — Sen de öyleyse bizim macuna baş kesmeyi bil! — Sade bir «bal» deyivermekle ağız tatlansa, Arı uçmuş diye, kaçmış diye hiç çekme tasa. Ağlasın milletin evladı da bangır bangır, Durma hürriyyeti aldık diye, sen türkü çağır! Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım... — Boğamazsın ki! — Hiç olmazsa yanımdan koğarım.* Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle, Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.* Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boynum. Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim. Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım. Zalimin hasmıyım, amma severim mazlumu... İrticaın şu sizin lehçede manası bu mu? — Yok canım! — Yok deme! — İfrat ediyorsun Köse... — Ya? İşte ben mürteci’im, gelsin işitsin dünya! Hem de baş mürteci’im, patlasanız çatlasanız! Hadi kânununuz assın beni yahut yasanız! — Yasa yok şimdi. — Neden, bitti mi? — Çoktan bitti. — Dede Cengiz ya? — Bırak, derdimi deştin: Gitti! — Getirirler yine lazımsa... — Hayır, gitti gider. — Deme oğlum! — Ya bizim düşmanımızmış o meğer... Peymâne: Büyük kadeh. * Bu mısra toplantılarda okunurken: «Boğamazsam da hiç olmazsa yanımdan koğarım.» şeklinde okunabilir. * Lale: Boyna vurulan zincir. 362 Dedenizdir diye bir kahpe çıfıtmış yamayan... — Size ha? — Öyle ya, çok geçmedi, lakin aradan, Geldi bir başka gavurcuk, dedi “Cengiz’le, ayol, Bu hısımlık nereden çıktı ki siz Türk, o Moğol!...” — Sonra?.. — Hiç! — Hiç mi? — Sönüp gitti o kızgın piyasa. — Hem de bir püfle! — Evet, şimdi ne hakan, ne yasa! — Kimse makul kefereymiş, o herif. — Sorma Köse’m... — Çok şükür sizde de pek yok, değil amma sersem! — İğnelersin şu benim neslimi yüz buldukça, Sana elmas gibi hürriyyeti kim verdi, Hoca? Ne yaman şeydi unuttun mu o istibdadı? Hep fecâyi idi, hayatın hele hiç yoktu tadı. Milletin benzi sararmış, işitilmezdi refah; Her nefes dört elifin sırtına binmiş bir «Ah!» O ne günler... — Beni kızdırmaya söyler mahsus, Yeter artık! — Niye? — Ezber bilirim hepsini, sus! — Ne tuhafsın! Bana döktürmeyeceksin içimi... — Yok Paşa’m, sizde tuhaflık, o benim haddim mi? — Müstebittin de gem almaz soyu çıktın, git git, Sen ki hürriyyet için nefy olunurdun, a tirit! işi yok, şimdi muhalifliğe sarmış derdi... — Hoca rahmetli keramet gibi söz söylerdi... — Bari tuttun mu? — Ne mümkün? O zaman nerde akıl? — Sonradan geldiği sabit mi efendimce, nasıl? — Döverim ha! — Hadi dövmüş kadar ol! — Dur be adam, Dinle, zevzekliği terk et! — Sana terk ettim, İmam! — Ne diyordum be? — Ya gördün mü kafan aynı kafa! “Hoca rahmetli!” dedin, öyle giriştindi lafa. Müstebid: Başlı başına, müstakil olan. Nefy: Sürgün etmek Kefere: (Kâfir. C.) Kâfirler Makul: Akla yakın. Fecâyi’: Belalar. — Evet, oğlum, Hoca sevmezdi, bilirdim, Saray’ı; 363 Ama sövmezdi de hoşlanmadığından dolayı. Vardı bir duygusu besbelli ki... — Bilmem, varmış... Pâdişâh dendi mi, çokluk dil uzatmazlarmış! — Hiç unutmam, Hocazâdem ki sıcak bir gündü, Bahçedeydik, bana bir parça baban küskündü. — Sana düşkündü babam, küstüğü olmazdı ama... — Boşboğazsın diye kızmıştı. — Keramet! — Sorma! Büsbütün kızdırayım bari, dedim... — Ya? Çok iyi: Çivi, bir ananedir bizde, sökermiş çiviyi. — “Ortalık şöyle fena, böyle müzebzep işler, Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer, Akıbet çok kötü...” dîbâce-i malûmuyla, Söze girdim. — Kızıyor muydu? — Hayır. — Tekmille! — Bırakan var mı ki? Rahmetli hocam doğrularak, Dedi: “Oğlum, bu temenni neye benzer, bana bak: Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler, Nedir bu çektiğimiz dert o çifte çifte semer! Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü; Gelir ki taş gibi hâin, hem eskisinden iri. Semerci usta geberseydi... Değmeyin keyfe! Evet, gebermelidir inkisar edin herife. Zavallı usta göçer bir gün akıbet, ancak, Makamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak? Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye; Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe. Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner; Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler. Bütün o beller, omuzlar çürür çürür oyulur; Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur. “Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi? Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi. Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş: Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!” Dibace: Mukaddeme, başlangıç, önsöz. Müzebzeb: Karmakarışık. 364 Nasihatim sana: Herzeyle iştigali bırak; Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak. Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez; Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez. Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere; Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.” — Sen işin yoksa devir çamları paldır küldür; Neslimin şöyle dönüp bakması hatta züldür. Gözüm ensemde değil, görmeliyim ben önümü; Kestik attık hele mazi denilen kör düğümü! Ne zamandan beridir bağlıyız artık bıktık; Demir aldık o sizin ananelikten çıktık. — Pupa yelken açılın şayet oturmazsa gemi! Bu tenezzüh, cici bey, doğruca Kağıtâne’ye mi? — Hayır, enginleri bir bir geçerek, gayemize. — Hele bir kerre çıkın Marmara’dan Akdeniz’e! Fıkra gelsin mi? — İşin fıkracılık zaten İmam! Korkarım çam devirirsin yine... — Bilmem çam mam! “Bocalarken bakar üstündeki kaptan acemi, Sarılır bir kayanın boynuna biçare gemi. «Bu nedir, Beybaba, bittik mi, ne olduk?» derler; Kimi evrad okur üfler, kimi lâ-havle çeker. “Yok canım!” der, Hacı Kaptan, biriken yolculara: “Su tükenmiş, haberim yok, buyurun işte kara!” Siz de oğlum, bu maharette, bu cürettesiniz: Gemi yüzdürmek için kalmadı meydanda deniz! — Dinle bir fıkra da benden bakalım şimdi. — Olur. — “Devr-i sâbık”ta, kaza teknesi, bir köhne vapur, Akdeniz hattına tahsis edilir bol keseden. Eski kaptan “Gidemem, der, getirin varsa giden.” Yeni kaptan gelerek, doğru çıkar mevkiine. Adamın tâlihi oldukça güzelmiş ki yine, Yel üfürsün, su götürsün diye bekletmez pek, Gece kalkar bu âdem postası İzmir diyerek. Göksu’daymış gibi fış fış yüzedursun miskin... Denizin neşesi alâ, hava enfes... Lakin, Herze: Boş söz. Saçmasapan söz. Evrad: Sık sık ve devamlı okunan dua. Tenezzüh: Uzaklaşmak. Devr-i sâbık: Bir önceki hükûmet. Geçmiş devir. İştigal: Bir iş işlemek. Uğraşmak. 365 Bir taraftan verivermez mi nihayet patlak, Tekne körkandil olur, yolcular allak bullak. Şimdi biçare süvariye ne dur var, ne otur; Dinlenir farz ederek birçok emirler savurur: “Getirin haritayı!” der; baksana maşallah: Şile, Bartın, Kızılırmak... Güzelim, Bahr-i Siyah! — Akdeniz yok mu? — Hayır yok. — Bu nasıl kaptanlık? — Haklısın Beybaba, göndermediler, çok yazdık. Eğilir sonra bakar: İbresi yok bir pusula... Yürümez ezbere, yahu, gemi, eyvahlar ola! Bora estikçe eser, dalgalar azdıkça azar... “Getirin ibreyi!” der, bulmanın imkânı mı var? “İbre yok, Beybaba, bilmem ne getirsek?” derler... O da: “Öyleyse şahâdet getirin!” der bu sefer. *** Verdiğin tek silik onluktu, be hey aksi imam! Olacak söz mü dokuz kubbeli, çiçinli hamam? Bize devlet diye teslim olunan şey neydi? Çarpacak sahil arar, kupkuru bir tekneydi! On sekiz mil mi gideydik? Batırırdık... — Lebbey? Batmadık bir yeriniz kaldı mı, bilsem, cici bey? «Devr-i sâbık» mı dedin şimdi?.. Elindeyse, çevir, Ensesinden tutup eyyamı da gelsin o devir. Milletin beş parasız onda, emin ol, yedisi! Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi! Yatırın âlemi çavdar karışık mezbeleye: “Ne bu? Ekmek!” diye dünyayı verin velveleye. Hastalık, kehle, sefalet saradursun, kol kol, Sade siz seyre bakın! — Harb-i Umumî bu, ayol! — Devr-i sâbıkta gebermezdi adam böyle zelil, Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefil. — Niye hürriyyet için sürgüne gittindi? — Evet. Gittim amma bu değil beklediğim hürriyyet. Zaten ilan edilirken işi çakmıştım ya... Çatlasan hayra yorulmazdı o miskin rüya! Ne herifler, ne kılıklar, ne nutuklardı, düşün! — Düşünür, arz ederim sonra! — Unutmam, bir gün; Lebbey – Lebbeyk: “Buyrunuz /buyrun, evet... Efendim? Ne dediniz?” anlamında. Bahr: Deniz. Harb-i Umûmî: Genel savaş. 366 Babıâli yokuşundan çıkıyordum, baktım: Yolu boydan boya tutmuş eli bayraklı takım. Geziyor başların üstünde genizden bir ses. Çömelip, salya sümük, ağlayadursun herkes, Ben görür görmez öten zurnayı bir irkildim... Ay, Zuhurî’ye çıkan maskara! Bildim... Bildim... Değişen bir yeri yok, dinleyemem kim ne dese. Yine bir kıl keçe altında kapanmış ense; Yine yıllarca hamamsız ki boyun musmurdar; Yine parmak gibi, afaka batan, tırnaklar; Yine merdane geçirmiş gibi yatkın bir yüz, Ki haya nâmına tek ârıza bilmez, dümdüz! Yine bir tatsız alın, yassı burun, basma çene... Hep o, hiç başka değil, gördüğüm evvelki sene. — Kimdi, anlat şunu? — Kuzguncuk’a geçtim bir gün, Molla’nın köşküne yaklaşmadan etmez mi sökün, Belki kırk elli köpek, havlayarak, nerdense... — Ama hiç saklama: Korkup da oturdun mu Köse? — Köse dünyada senin söylediğin haltı yemez; Parçalar, belki, fakat üstüme itler siyemez. — Hadi öyleyse, Hocam, sell-i asa et de yanaş! — Saldıran yoktu ki... Derken kocaman bir karabaş, Karşıdan başladı ses vermeye... — Lakin bu yaman, Konağın bekçisi besbelli... — Değilmiş, dur aman! O içerden, bu yiğitler de dışardan ürüdü; Bir ağız kavgasıdır aldı, tabiî yürüdü. Karabaş sustu neden sonra, köpekler yattı; Şimdi afakı gümüş kahkahalar çınlattı. Kapıdan bir göreyim şöyle, dedim, vay canına: Adam olmuş karabaş, geçti beyin ta yanına. Ben şaşırmış bakıyordum ki sedalar dindi; Karabaş salta dururken dönerek silkindi, Oldu bir zilli köçek, oynadı hop hop göbeği; Hani varmış gibi karnında beş aylık bebeği! Karabaş sonra Zuhurî’ye de çıksın mı sana? Hem nasıl, taş çıkarır, belki, Burunsuz Hasan’a. Ne Arap kaldı, ne Laz kaldı, ne Çerkeş, ne Pomak, Öyle bir kesti ki taklitleri, bittim... — Hele bak! Babıâli: Osmanlı hükûmeti. Merdâne: Erkekçesine. Sell-i asa: Yavaşça sıyrılma. 367 Çok köpoğluymuş! — Evet, pek de utanmaz şeydi... — Parsa çok muydu? — Bırak, toplasın, oğlum, değdi... Kaçıranlar bile olmuş, o kadar gülmüştük. İşte yavrum, bu omuzlarda gezen dilli düdük, Havlayan, zil takınan, sonra Zuhurî’ye dalan, O bizim soytarının kendi değil miydi? — Yalan! — Karabaş gel, diyecektim... — Dememiştin ya, sakın? — Ne dedim, bilmiyorum, ta öteden bir çapkın, Galiba sezdi ki yekten dedi: “Halt etme sofu! Gördüğün fesli: Senin milletinin feylesofu. Bu ve emsali dehâlar tutuyor memleketi. Sen bu şenlikleri gördünse kimin marifeti?” Dedim: “Ezberleyelim, saysana, oğlum, bir bir, Şu dehâlar dediğin kaç kişidir, kimlerdir?” — İçtimaî biri, dehşetli siyasî öbürü; Hele maliyecimiz yok mu, bu ilmin piri. Sayı dolmuştu, fakat bende tükenmişti sıfır; Dön işin yoksa fırıldak gibi artık fır fır. Böyle bir korku geçirmiş değilim ömrümde; Benzedim gitti o gün neşvesi kaçmış Kürd’e. — Yine bir fıkra mı yerleştireceksin araya? — Hani vaiz geçinen maskara şeyler var ya, Der ki bir tanesi peştahtayı yumruklayarak: Dinle dünya nenin üstünde durur, hey avanak! Yerin altında öküz var, onun altında balık; Onun altında da bir zorlu deniz var kayalık. Öteden Kürt atılır: — Doğru mu dersin be hoca? — Ne demek doğru mu dersin? Gidi cahil amıca! Sözlerim basma değil, yazma kitaptan tekmil; Kim inanmazsa kızıl kâfir olur böylece bil. — Rahatım yok benim öyleyse bugünden sonra; Gömülüp kurtulayım bari hemen bir çukura. — Ne zorun var be adam? — Anlatayım dur ki hocam: Ben bu dünyayı görürdüm de sanırdım sağlam. Ne çürükmüş o meğer sen şu benim bahtıma bak: Tutalım şimdi öküz durdu, balık durmayacak; Diyelim haydi balık durdu biraz buldu da yem, Ya deniz?.. Hiç dibi yokmuş bu işin... Ört ki ölem! *** Neşve: Sevinç, keyif. 368 Ne dedin fıkrama? — Gayetle fena. — Vay? — Dinle: Memleket mahvoluyor, baksana, bedbinlikle. Ben ki ecdada söven maskaralardan değilim, Anarım hepsini rahmetle... Fakat münfailim. — Niye? — Zerk etmediler kalbime bir damla ümit. Hoca, dünyada yaşanmaz, yaşamaktan nevmit. Daha mektepte çocuktuk, bizi yıldırdı hayat; Oysa hiç korku nedir bilmeyecektik, heyhat! Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmeyeni; “Yürü oğlum!” diye teşcî edecek yerde beni, Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki, Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki! Bana dünyaya çıkarken “Batacaksın!” dediler... Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner! Ye’si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam; Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi imam? — Çattı, lakin o yalan bellediğin istikbâl. — Hadi çatmış diyelim, kimlere ait ki vebal? Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık, Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık. İki üç yüz senedir serpemiyor bizde şebap; Çünkü biçarenin atîsine imanı harap. Hissi yok, fikri bozuk, azmini dersen: Mefluç... Hani ruhunda o haksızlığa isyan, o huruç? Karşıdan zinde görürsün, sokulursun ki: Yarım... Yandık ecdadımızın nârına, hâlâ yanarım! Ye’si tekfir eden imanıma olsun ki yemin, Bize telkin-i ümit etmediler, yoksa bu din, Yine dünyalara yaymıştı yeşil gölgesini; Yine hakkın sesi boğmuştu dalalin sesini. Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık, Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık! Göreyim gel de büyük bildiğin Allah’ı kayır... Hani, tevfik-i İlahi’ye kanan var mı? Hayır. Ya senin âlem-i İslam’ın inanmış ye’se; Din-i resmîsi odur, vazgeçemez kim ne dese! Önce dört kıtayı alt üst eden iman-ı metin; Sonra, dört yüz bu kadar milyon adam, hepsi cebin! Şarka in, mağribe yüksel, göremezsin galeyan... Nasıl olmuş da uyuşmuş bütün ümmetteki kan? Nevmîd: Ümitsiz. Teşcî’: Cesaret verme. Şebâb: Gençlik. Ye’s: Ümitsiz. Dalâl: Sapmak. Tevfîk: Yardım. Mefluç: Felc olmuş. İnmeli. Cebin: Korkak. Metin: Sağlam. Tekfir: Birisine deme. "kâfir" 369 Niye tutmuş da bu şevket, bu şehâmet dini, Benden imsak ediyor ceddime bezi ettiğini? Yaşamak hakk-ı sarihim mi? Evet. Bir mantık, Bunu inkâr edemez, çünkü bedihî artık. Bir bedahet de bu öyleyse: “Çalışmak borcum.” Yok iradem ki, fakat dipdiri bir meflucum! — Ya kabahat yine mazide mi?.. — Bilmem, kimde... Bir çıfıt sillesi kaç yıldır öter beynimde: Dedi: “Farz et senin Asya’n yedi yüz milyonmuş; Ne çıkar? Davranamaz hiç ki serâpa donmuş. Vakıa biz bir avuç unsuruz amma boğarız, Kimi dünyada görürsek hareketsiz, cansız.” Ah o din nerde, o azmin, o sebatın dini; O yerin gökten inen dini, hayatın dini? Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek? Müslümanlık mı dedin?.. Tövbeler olsun, ne demek! Hani Kur’ân’daki ruhun şu heyulada izi, Nasıl İslam ile birleştiririz kendimizi? Ye’si tedrîc ile zerk etmiş edenler dine... O ne melun aşı, hiç benzemiyor, hiç birine! Dikkat et: Bin senesinden beri, asâbı harap, Yatıyor koskoca bir âlem-i iman, bîtap. Pıhtı hâlinde yürekler, cevelânsız kanlar; Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar! Gözünün gördüğü yok beynine çarpan güneşi!.. — İyi amma nasıl ikaz edeceksin bu leşi? — Leş değil. — Leş mi değil? — Dipdiri... Dalgın, yalnız... Şimdi kurtarmak için azmedelim, kurtarırız: Verelim gel de şunun kalbine bir canlı ümîd. — Ne kolay! Say-i medîd ister ayol, say-i medîd! — Eklerim ben de mesaiyi tutar birbirine, Al kuzum, istediğin say-i medîd oldu yine. Şehâmet: semizlik Bedîh: Şanı, şerefi yüce. Melun. Lanetli. Tedrîc: Azar azar, derece derece ilerlemek. Sa’y: Çalışma. Medîd: Devamlı. Çok uzun süren. Bî-tâb: Yorgun, takatsiz, güçsüz. 370 Var mı bir başka sözün söyleyecek? — Elbet var: Hani, tevfiki hesap etmedin, onsuz ne çıkar? — Ama kul neyle mükellefti ki, tevfik ile mi? Hiç değil, say ile; tevfik, o: Huda’nın keremi. Sarıl esbaba da çık, işte tarik, işte refik; Ne vazifen senin olmazmış, olurmuş tevfik? Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter! Bin çalış gayen için, bir kazan ömründe yeter. Mütebaki o dokuz yüz emeğin yok mu, Hocam? — Daha doksan dokuz ister, ne demek, etsene zam! — Hadi ettik... Biri olmaz, biri hatta, zayi; Ya onun gayede tek hissesi var, hem şayi. Dinle üç beş sene evvel geçen oldukça mühim, Bir ufak hâdiseden bahsedeyim... — Dinleyelim. — Hüseyin Kâzım’ı elbette bilirsin? — Lebbey? — Kadri Beyzade canım? — Ha! Şu bizim Kâzım Bey! — O, ziraatla çok uğraştı, bilir çiftçiliği... — Gördüm! Asan da var köylü için... Hem pekiyi!.. — Bir zamanlar, hani, tenvir edelim halkı diye, Toplanırdık ya... — Evet, «Heyet-i İrşâdiyye». — O senin söylediğin canlı eserler, sanırım, Yeni bitmişti ki, gösterdi de bir gün Kâzım, Dedi: “Meclisçe münasipse basılsın da hemen, Okusun taşralılar gönderelim meccânen.” Biz bu teklifi beğendik, aramızdan sade, İtiraz etti şu suretle Recâîzâde: “Güzel yazılmış eserler ve şüphesiz ki müfit; Fakat basılsa okurlar mı? Bence azdır ümit, Evet, beş on kişi ancak okur tenevvür eder; Bizim masarif-i tabiyye olmayaydı heder.” Dedik: “Cevabını versin müellifin kendi.” Kabul edildi bu teklifimiz, peki, dendi. Say: Çalışma. Mütebaki Zayi’: Yitik. Zarar, ziyan. Şayi’: Duyulmuş, işitilmiş. Tarîk: Yol. Tarz. İrşâd: Doğru yolu göstermek. Meccânen: Ücretsiz, parasız. Refik: Yoldaş. Eş. Müfîd: İfade eden. Masârif: Harcananlar, masraf. 371 — Ne söylemiş, bakalım, çünkü pek güzel söyler? — Söz aldı, başladı Kâzım: —Efendiler, beyler, Şu bahsi geçmiş eserler nedir? Ziraiîdir. Müdafaatımı öyleyse pek tâbiîdir, Alıp da nakledivermek bütün tabiattan, Bütün tabiata hâkim şuûn-i kudretten. Bilirsiniz ki: Hudâyî biten en ince nebat, Döker de her sene milyonla canlı tohm-ı hayat, Göçerse öyle göçer hilkatin baharından. Yabani hardala mümkün mü olmamak hayran? Ya bir papatyaya kabil mi etmemek hürmet? Ne vergi vermedelerdir? Çiçek başından, evet, Zemînin aldığı tohmun yekûnu: Milyarlar! Demek tabiati icbar eden avâmil var, Bu ihtişama, bu vâsi’, bu müthiş israfa; O, iktisadı bırakmazdı yoksa bir tarafa. İşin hakikati: Hilkat ne kâr arar, ne zarar; Bekâ-yı nesle bakar hep, bekâ-yı nesli sorar. Neden mi? Çünkü hayatın yegâne gayesidir; O gaye olmasa dünya bir ahiret kesilir. Saçıp savurmada fıtrat bütün hazâinini, Meramı gayesinin böylelikle temini. Ya önceden biliyor, binde kim bilir ne kadar Ziyana uğrayacak sonradan bu milyarlar? Kolay değil, kimi, intâş için zemin bulamaz; Zemin bulur kimi, lakin nedense doğrulamaz. Bu çiğnenir, onu kurt yer, öbür zavallıyı kuş; Bakarsınız: Çoğu bitmiş sonunda, mahvolmuş, Sebat edip de, fakat kurtulan tohum pek azı. Demek, saçarken eteklerle saçmadan garazı, Şu çimlenen bir avuç tohumu devşirip ancak, Bekâ-yı nesle varan gayesinde kullanmak. Demek, tabiat edermiş zaman zaman israf... Hayır, tabiata müsrif demek bilâ-insâf, Hata değil de nedir? Çünkü hayr için veriyor. Avâmil: Sebepler. Hazâin: Hazineler Bilâ-insâf: İnsafsız. İntâş: Tohumun toprakta çimlenme. 372 Efendiler, bize fıtrat numune gösteriyor, Diyor ki: Gayeniz uğrunda bezledin emeği; Düşünmeyin hele hiçbir zaman esirgemeyi. Efendiler, bu eserler de şimdi bastırılır, Biner biner saçılır yurda, çünkü lazımdır. Buyurdular ki: Fakat bastırıp dağıttık mı, Ziyan olup gidecek, hem büyükçe bir kısmı. Efendiler, bilirim ben de çok bu işde ziyan; Şu var ki: Savrulan efkârı toplayıp okuyan, Velev pek az kişi olsun zuhur eder mutlak. Bizim de gayemiz ancak o nesli kurtarmak.” — Hakikaten diyecek yok be: Aferin Kâzım! — Zavallı Ekrem o gün “Hakk’a ser-fürû lazım!” Deyip rücû edivermişti. — Aferin, Ekrem! Şimdi, oğlum, sana bir vaka da ben söylersem? — Dinlerim, söyle Hocam, — Aferin evlat sana da! — Hele bir aferin olsun diyebildin bana da! — Kadri Bey sağdı, Trabzon’da henüz valiydi. Yine bir dolduran olmuştu ki Abdülhamid’i, Karakoldan dediler: “Şimdi, İmam, Erzurum’a!» Bir de kış, bir de kıyametti ki artık sorma! Tıktılar, çalyaka, bir tekneye; sırtım gevşek, Abam arkamda değil, sonra ne yorgan, ne döşek. Titredim beş gece, dört gün... — Ne de çok! Beş gece mi? — Hocazâdem, hele bin türlü meşakkatle gemi, Bizi bir sahile aktardı «Trabzon» diyerek. Henüz inmiş bakınırken: “Bunu Vali görecek, Götürün şimdi öbür Laz’la beraber konağa; Durmayın!” emrini vermez mi bir oldukça ağa? Yeniden doğmuşa döndüm. Aradan geçti biraz, Söktü Mandal Hoca’dır gürleyerek... — Ay, o mu Laz? — Yeni Cami’deki vaiz, bileceksin belki? — Bileceksin ne demek? Mandal’ı kim bilmez ki? Velev: Eğer Ser-fürû: Eğik baş. Rücû’: Geri dönme Tacı yok, tahtı da yok, kendine mâlik sultan. 373 Galiba öldü ki hiç gördüğümüz yok? — Çoktan! Ne güzel söyledin, oğlum, Hoca sultandı evet. Yoktu dünyada esîr olduğu hiçbir kuvvet. Hele sen yoldaşımın hâlini görseydin o gün, Eskisinden de perişandı... — Tabiî, sürgün! — Başta bir dalgalı fes, tâ tepesinden o ibik, Çuk oturmuş bakıyor; mavi beş on kat iplik,* Sapı yok püskülü tutmuş da, dışından ibiğe, Bağlamış sımsıkı “Artık bu da kopmaz ya!” diye. Önü göçmüş sarığın, arka taraf vermiş bel; Çağlıyor püsküle baktım, üzerinden tel tel. Saçak altında o gözler uzanan kaşlardan; İki şimşek dolu gök, sanki yanarsın baksan! Sonra, hendekler açılmış gibi kat kat bir alın; Hani, bin parça olur, düşmeyegörsün, nazarın! İri burnundan inip savruluyor çifte duman, El ayak bağlı, solurken bu kıyılmaz arslan. Karayel indiredursun tipi, yağmur, kar, kış; Hoca çıplak, yalınız çok senelerden kalmış, Yanı yırtmaçlı bir entarisi var sırsıklam, Akıyor dört eteğinden hani biçare adam. Lakin aldırdığı yok: Hem sövüyor, hem yürüyor; Göğsünün kılları donmuş, o ateş püskürüyor! Oflu “Hâinlere lanet!” dağıtırken bol bol, Kime benzetti ki, bilmem, beni “Berhurdâr ol!” Diyerek okşadı; artık ne kadar hoşlandım, Bilemezsin... Sıcacık bir aba giydim sandım. — Bakalım şimdi makamında görün Kadri Bey’i; Zorlu valiydi herif... — İlme de vardır emeği. Evet, oğlum, Hoca Mandal’la tutunduk el ele, Evvela Kâzım’ı gördük; bizi hürmetlerle, Alarak durmadı valiye haber gönderdi; Geliniz, emrini vali de senan verdi. Kâzım önden, hadi bizler de peşinden daldık. — Vay İmam, sen yine düştün mü bu kışlarda? Yazık! Ya Hocam, sen niye ta Yıldız’a çıktın bu sefer? Otur anlat, bakalım, çünkü fena söylediler? — Kim fena söyledi? — İstanbul’a sormuştuk da... Mâlik: Sahip, Yaratıcı. Oflu tedrîc ile bağdaş kurarak koltukta, "Çuk oturmak" aşık oyununda aşık kemiğinin ayakta durmasıdır. Aşığı çuk oturmak, işi yolunda gitmek anlamındadır ki kinaye olur. * 374 Dedi: Çoktan beridir vardı benim bir derdim: Gideyim, zalimi ikaz edeyim, isterdim. O, bizim cami uzaktır, gelemez, mâni ne? Giderim ben, diyerek, vardım onun camiine. Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamit, Koca Şevketli! Hakikat bunu etmezdim ürnit.* Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız; O silahşorlar, o al fesli herifler sayısız. Neye mâl olmada seyret, herifin bir namazı: Sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı! Hele tebzîri aşan masrafı, dersen, sorma. Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma, Dedim ki: “Bunca zamandır nedir bu gizlenmek? Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek. Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören; ne eden; Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden. Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın; Ya çünkü korkan adamlar, gerek ki saklansın. Değil mi korkudasın var kabahatin mutlak!..” Bir de baktım, canavarlar pusulardan çıkarak, Koştular, tekmeye kuvvet kimi, dipçikle kimi, Serdiler her tarafından delinen postekimi. — Sonra?.. — Ben hissimi kaybetmişim artık... — Vah! Vah! — Sanki bir korkulu rüya idi... Ferdası sabah, Deniz üstünde bulup kendimi şaştım bu işe, Dedim ki: “Anlatırım ben, Hamit öbür gelişe. Adam aldıkça Lazistan kıyısından takalar, Kurtuluş yok, seni Mandal yine bir gün yakalar!” Kadri Bey hem beni, hem vaizi tatyîb etti; Aba giydirdi ki bizlerce birer hilatti. Sonra birçok paralar verdi... — Cebinden mi? — Evet. Oflu reddetti, ben aldım... — İyi olmuş... — Elbet. Hasbihâl: Görüşüp konuşma. Hil’at: Kaftan. Ferda: Yarın. Hasbi: Karşılıksız. Tebzîr: Boş yere malını sarf etmek. Tatyîb: İyi davranma. Tedrîc: Azar azar, derece derece ilerlemek. — İşte gördün ya, Hocam, millet için lazım olan, * İlk baskıda: Âl-i Osman’dan edilmezdi bu korkaklık ümid. 375 Hoca Mandal’daki iman gibi sağlam iman. Titretirsin yine dünyayı, emin ol, tir tir; Hele sen Şark’a o imanda beş on sine getir. Züppe valiye çatan hangi müderrisse, ona, Sorarım ben ki: Açık gördüğü bir hak yoluna, Kellesinden geçecek molla yetiştirmiş mi? Oturup sadece, mektepleri tenkit iş mi? Kuru laftan ne çıkar? Tıngır elek, tıngır saç... Mektebin açsa eğer, medresen ondan daha aç! Bu da muhtaç, o da yıllarca mugaddî yemeğe. “Neye boynun bu kadar eğri demişler, deveye, A kuzum, hangi yerim doğru, demiş.” Söz de budur. Sen işin yoksa filan mesleğe ver payeyi, dur. O filan meslek, evet, bizde filandan yüksek; Bir bıçak sırtı kadar farkı, fakat ölçersek. Beni gördün ya, şu ben kaç paralık şairsem, Senin ilmin de odur, nafile uğraşma Köse’m. “Bekçi hırsız yakalar bağda, koşar der ki beye, — Bağladım haydudu, zor zar, ayağından direğe. — Ayağından mı dedin? Kolları meydanda demek! Ulan, aptal mı nesin? Şimdi çözer... — Kim çözecek? — Hele bak! Kendi çözer elleri boştaysa... — Paşam, Hiç telaş etme! — Neden? — Çünkü bizim köylü adam. — Ne çıkar? Gitti gider... — Gitmesinin var mı yolu? Tut ki ben bilmemişim bağlanacakmış da kolu; Ayağından ipi gevşetmeyi akletmez o da.” Biz de bir köylüleriz, yanlamışız bir yurda. Öyle hiç kendini aldatmaya kalkışmamalı, Hangimiz, başka metâız? Hepimiz Tırhallı! Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü. Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü? İbn-i Sina niye yok? Nerde Gazali görelim? Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim? Şark: Doğu. Mugaddî: Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı. Tatyîb: İyi davranma Hil’at: Kaftan. En büyük fâzılınız: Bunların asarından, 376 Belki on şerhe bakıp, bir kuru mana çıkaran. Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâ, İhtiyacatını kabil mi telafi? Asla. Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslam’ı. Kuru dava ile olmaz bu, fakat ilm ister; Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster? Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tane fakih: Zevk-ı fıkhisi bütün, fikri açık, ruhu nezih? Sayısız hâdise var ortada tatbîk edecek; Hani bir tane «usûl» âlimi, yahu, bir tek? Böyle âvâre düşünceyle yaşanmaz, heyhat! «Mültekâ» fıkhınızın namı, usulün «Mirât». Yaşanır, zannediyorsan, Baba Cafer’liksin, Nefes ettir, çabucak, kendine, olsun bitsin! Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din, Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin. Niye israf edelim bir sürü iknâiyyât? Hoca, madem ki bu din: Din-i beşer, dîn-i hayât, Beşerin hakka refîk olmak için vicdanı, Beşeriyyetle beraber yürümektir sânı. Yürümez dersen eğer, ruhu gider İslam’ın; O yürür, sen yürümezsen, ne olur encamın? Oflu’nun ilmi de olsaydı o imana göre, Şimdi baştanbaşa tevhit ile dolmuştu küre, O nasıl kalp o nasıl azm, o nasıl itminân?.. İşte tevfik-i ilahiye yürekten inanan; İşte “La havfe aleyhim!” diye Kur’ân-ı Hakîm,* Bu velî zümreyi etmektedir ancak tekrîm. Hâlik’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak. Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak! Fâzıl: Fazilet sâhibi Heyhat: Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için söylenir. Mültekâ: Kavuşup buluşulacak yer. Hâlik: Yaratıcı. Nâ-mütenâhî: Sonsuz. Terkîm: Rakamlamak, rakam koymak. İtmînân: Emniyet içinde olmak. Mirât: Ayine. Ayna. İknâiyyât: İknâ etmek veya râzı etmek için söylenilen sözler. Hani, Ashâb-ı Kiram, ayrılalım, derlerken, Mutlaka Sûre-i ve’1-Asr’ı okutmuş, bu neden? (*) Nazm-ı Celîl’deki (la havfe) fâ’nın fethiyle -Yakûb kıraatine göre- okunmalıdır. [“Onlara korku yoktur.” demek olan bu ibare, Kur’ân-ı Kerîm’in on bir âyetinde geçmektedir. Bu âyetlerde, iyi Müslümanların vasıfları ve yaptıkları hayırlı işler sayıldıktan sonra, “Onlara ahirette korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” buyurulur.] * 377 Çünkü meknûn o büyük surede esrar-ı felah; Başta iman-ı hakikî geliyor, sonra salâh, Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık. Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık. Müslüman hakka zahir olmaya her an mecbur, Sarsılır varlığı, göstermeye başlarsa fütur. Hele zulmün galeyanında bu mecbûriyet, Daha şiddetli olur başkalarından elbet. Çünkü hak öyle zamanlarda kalır tehlikede, Çaresizdir onu kurtarmaya bakmak sade. Bir adam dursa da bir zalim imamın yüzüne, Adli emretse bu zalim de onun hak sözüne, İnkıyâd eyleyecek yerde tutup kıysa ona, O mücahit yazılır ta şühedanın başına. Hamza’dan sonra gelen şanlı şehit, ancak odur. Hak için can verenin payesi elbet bu olur. Hakkı bir zalime ihtar, o ne şahane cihat! “En büyüktür.” dedi, Peygamber-i pâkîze-nihat.* Hak zelil oldu mu millet de, hükûmet de zelil. “Hangi ümmette ki müşkildir edilmek tahsil, Âcizin hakkı kavilerden... O, kuvvetlenemez.” * — Ne güzel söz bu! Şümulüyle kavi beraber mûcez. — Ömer’in hutbesi aklında mı bilmem? — Bilmem... —Eyyühe’n-nâs, ederim taptığım Allah’a kâsem, Yoktur asla şu cemaatte ki hiçbir aciz, Benim indimde sizin olmaya en kadiriniz, Bir kavinizde olan hakkını kurtarmam için. Bir kavi kimse de yoktur ki bu ümmette, bilin, En zaif olmaya nezdimde tutup kendinden, Âcizin hakkını ısrar ile isterken ben.” Ashâb-ı Kiram: Hz. Muhammedin (A.S.M.) ashabı, sahabeleri. Pâkîze: Temiz, pak. Nezd: Göre, nazarında, fikrince. Kavi: Sağlam, metin, kuvvetli. Şüheda: Şehitler. Paye: Rütbe, derece. Mûcez: İcaz yoluyla. Şümul: Kaplamak. İçine almak. Sâni: İkinci. İtmînân: Emniyet içinde olmak. Meknûn: Örtülü, gizli. Saklı. Tekrîm: Hürmet göstermek ve görmek. İnkıyâd: Boyun eğme. Ömer’in işte, Hocam, çizdiği meslek buydu. — Lakin akvâline efâli bi-hakkın uydu. * * Hadis-i Şerif: “Cihadın en üstünü, zalim hükümdara, hak sözü söylemektir.” Ebû Dâvûd, Melâhim 17.] İmam Ali’den rivayet olunan bir hadis-i şerifin mealidir. [İbni Mâce, Sadakat 17.1] 378 — Sallanan çünkü kılıçlardı; ne kuyruk, ne kavuk! Öyle bir devr-i şehâmette kolaydır ululuk. Senin etrafını alsın ki yığınlarca sefil, Kimi idmanlı edebsiz, kim talimli rezil. Kiminin fıtratı azade haya kaydından; Kiminin iffeti ikbâline etten kalkan. O kumarbaz, bu harâmî, şunu dersen, ayyaş, Sonra mecmûu müzevvir, mütebasbıs, kallâş... Bu muhitin bakalım şimdi içinden çıkabil; Ne yaparsın? Ömer olsan, yine hâlin müşkil. Uğramaz doğru adam semtine, lakin heyhat, Gece gündüz seni ıdlâle müvekkel haşerat! Kulağın hak söze artık ebediyyen hasret; Kustuğun herze: Ya hikmet, ya büyük bir nimet! Yutan olmazsa dedin, öyle mi? Beyhude merak; Dalkavuklar onu hazmetmeye candan müştak! Geğirirsin herifin burnuna, oh, der, ne nefis! Aksırırsın, vay efendim, bu ne ahenk-i selis! Tükürürsün o mülevves yüze “Hak tu!” diyerek; Sırıtır: “Sorma, samimiyetimiz pek yüksek.” İçiyorsan, sofu, sarhoş sana herkes saki... “İşretin hürmeti hâlâ mı? O sizler baki!” Irza düşmansan eğer, aileler hep mahrem... “Ne büyük vahşet esasen bu selamlıkla harem!” Bir muhalif hava yok, dinlediğin aynı şâda: “Zât-ı sâmînize millet de hükûmet de feda.” Menfaattir seni tehdit edecek tek mevcut, Çünkü çıksan da nebiyim diye, hasmın mabut!* Mecmû’u: Bütün, hepsi. İkbâl: Baht açıklığı. Talih. Efâl: Fiiller, işler, ameller. Şâd: Mutlu. Şehâmet: Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Sâmî: Yüksek, yüce. Akvâl: Sözler. Mütebasbıs: Yaltaklanan. Müzevvir: Yalancı. Müşkil: Zorluk, güçlük, zor olan iş. Idlâl: Hak dinden, iman ve İslamiyet’ten saptırmak. Müvekkel: Vekil tâyin olunmuş olan, vekil edilmiş olan. Sofusun farz edelim, şimdi de boy boy tesbih... * Hasmın yâni menfaat. 379 Dalkavuklar bütün insan kesilir lâ-teşbîh! Taylâsan, cübbe, kavuk, hırka, hep esbâb-ı riya, Dış yüzünden Ömer’in devri muhitin güya. Kimi sâim, kimi kâim, o tavanlar, yerler, «Kul hüva’llâhu ehad» zemzemesinden inler. Sen bu coşkunluğa istersen inan, hepsi yalan, «Hüve»nin merci’i artık, ne «ehad»dir, ne filan. Çünkü madem yürüyen sade senin saltanatın, Şimdilik heykeli sensin tapılan mefaatın. Kanma, hey kukla kıyafetli adam, hey sersem, Herifin ağzı «samed», midesi yüzlerce «sanem»! Sen de bir tekmede buldun mu, nihayet, yerini, Ne kılıktaysa gelen, hepsi hüviyyetlerini, Aynı mahiyete aktarma ederler çabucak. Sana her gün sekiz on kerre söverler mutlak. Hani dillerde gezen namın, o hiçten şerefin? Ne de sağlammış, evet, anlasın aptal halefin: “Âh efendim, o ne hayvan, o nasıl merkepti! En hayırhâhı idik, bizleri hatta tepti. Bu haya der, bu edep der, verir evhama vücut; Bilmez aptal ki değil hiçbiri zaten mevcut. Din, vatan, aile, millet, ebediyyet, vicdan, Sonra haysiyyet-i zâtiye, şeref, şöhret, şan, Daha bir hayli hurâfâta herif olmuş esir. Sarımsak beynine etmez ki hakâik tesir. Böyle Anka gibi medlulü yok esmaya kanar; Adamın sabrı tükenmek değil, esması yanar. Kız, kadın hepsi haremlerde bütün gün mahpus, Şu telakkiye bakın, en kötü vahşet: Namus! Herifin sofrada şampanyası hâlâ: Ayran, Bari yirminci asırdan sıkıl artık, hayvan! İçelim sıhhat-i sâmînize... Hay hay içeriz! Biz, efendim, senin uğrunda bu candan geçeriz. İçelim... Durmayalım... Afiyet olsun... Şerefe!” Sonra nevbetle, uzun boylu, söverler selefe. Hakâik: Hakikatler. Medlul: Delâlet olunan. Gösterilen. Anka: İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Selef: Eskiden olan. Evvelce bulunmuş olan. Evham: Kuruntu. Sâim: Soymak Kâim: Devenin ağzını bağladıkları şey Telâkkî: Şahsi anlayış ve görüş. Zemzeme: Nağme, hoş söz. Hüviyyet: Asıl Taylâsan: Başa ve boyna sarılan şal. Esbâb-ı riya: Riya, yalan elbiseleri. Lâ-teşbîh: Benzeri olmayan. Sanem: Put. Samed: Muhtaç olmayan. Halefin farz edelim şimdi öbür mektepten. 380 Dalkavuklar yeni bir maske takarlar da hemen, Kuşatırlar yine etrafını: — Sübhanallâh! Bu ne fıtrat, bu ne vicdan-ı meali-agâh! Zât-ı ulyâları Hakk’ın bize inâmısınız, Kimsiniz, söyleyiniz, Hazret-i Musa mısınız? Hele Firavn’ın elinden yakamız kurtuldu; Hele mahvolmadan evvel sizi millet buldu. Âh efendim, o herif yok mu, kızıl kâfirdi; Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi. Ne edep der ne hayâ der ne fazilet ne vakar; Geğirir leş gibi, mutâdı değil istiğfar. Aksırır sonra, fütur etmeyerek, burnumuza... Yutarız, çare ne, mümkün mü ilişmek domuza? Savurur balgamı ta alnımızın ortasına, Tükürürmüş gibi taşlıktaki tükrük tasına! Din, vatan, aile, millet gibi yüksek hisler, Ahmak aldatmak için söylenilir şeylermiş... Bu hurâfâtı hakikat diye kim dinlenmiş? Âkil oymuş ki: Hayâtın bütün ezvâkından, Durmayıp hırsını tatmine edermiş iman. Ahiret fikri yularmış, yakışırmış eşeğe; Hiç kanar mıymış adam böyle beyinsizce şeye? Hele ahlâka sarılmak ne demekmiş hâlâ? Çekilir miymiş, efendim, gece gündüz bu belâ? Zevki hakmış adamın, başkası hep bâtılmış... Çok tuhafmış bunu insanlar için anlamayış! Âh, efendim, daha söylenmeyecek işler var... Çünkü namusa musallattı o azgın canavar. — İyi amma niye sarmıştınız etrafını hep? — Hakk-ı devletleri var, arz edelim neydi sebep: Tepeden tırnağa her gün donanıp sırsıklam, Hani, yuttuksa o tükrükleri, faslam faslam, Vatan uğrunda efendim, vatan uğrunda bütün. Biz o zilletlere katlanmamış olsaydık dün, İstiğfar: Af dilemek. İn’âm: Nimet vermek. İhsan etmek. Hurâfât: Bâtıl inanışlar. Hurafeler. Ezvâk: Zevkler. Keyfler. Eğlenceler. Bâtıl: Hak ve doğru olmayan, yalan. Telakkî: Karşılamak. Ulyâ: Pek büyük. Mu’tâd: Alışılmış. Memleket yoktu bugün, yoktu, iyâzen-billâh... 381 Öyle üç balgam için millete kıymak da günah. Herif ancak bizi bir parçacık olsun saydı; Başıboş kalmaya gelmezdi, eğer kalsaydı, Mülkü satmıştı ya düşmanlara, ondan da geçin, Yıkmadık aile koymazdı Huda hakkı için. Bulunur pek çok adam cenge koşup can verecek; Harbin en müşkili haysiyyeti kurban etmek. Bu fedaîliği bir biz göze aldırmıştık. Hezeyan, sorsanız, Allah; hezeyan, Peygamber; Ama Halık biliyor, bilmesin isterse balık.* Ey veliyyü’n-niam, artık size bizler köleyiz; Yalınız emrediniz siz, yalınız emrediniz.” — Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat boş ne desen; Bu rezalet beni meyus ediyor atîden. Hâle baktıkça adam kahroluyor elde değil; Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil? — Âsım’ın nesli, Hocam, — Nerde! — Hayır, haksızsın! Galiba oğlana pek fazla bugünler hırsın? — Âsım’ın nesli... diyorsun. Ne uzun boylu hayal! — Âsım’ın nesline münkât olacak istikbâl. Sana vicdanımı açtım okudum, dinlesene; Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene. — Ne kehânet bu? — Bilirsin ki değil mutâdım. — Güzel amma, ne faziletleri var evladım? — Ne fazîlet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak, Cepheden cepheye arslan gibi hiç durmayarak. Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile; Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsiyle! Cephenin her biri bir kıtada, etrafı deniz; Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz. Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı, Yalnayak Kafkas’ı tutmak, baş açık Sina’yı! Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun... Kıta kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun. Ezvâk: Zevkler. İyâzen: Sığınarak. Veliyyü’n-niam: Nimetler ihsan eden, iyilik eden kimse. Me’yûs: Ümitsiz. Münkâd: İnkiyad eden; boyun eğen, muti olan, itaat eden. Hezeyan: Sayıklama. Saçma sapan konuşma. İyâzen-billah: Allah’a sığınarak. Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? * “İyilik et, denize at, balık bilmezse Halık bilir.” atasözü kullanılarak irsal-i mesel yapılmıştır. 382 En kesif orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’yaKaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: bir Avrupalı!” Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi yahut kafesi! Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer. * Yedi iklimi cihanın duruyor karşına da, * Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sade bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ. Hani, tauna da züldür bu rezil istilâ! Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyla sefil, Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrarı hayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize afetti o yüz... Medeniyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz. Sonra melundaki tahribe müvekkel esbap, Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harap. Öteden saikalar parçalıyor afakı; Beriden zelzeleler kaldırıyor amâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Tehaşşüd: Birikme, yığılma. Toplanma. Akvam-ı beşer: İnsanlık kavimleri. Mahlûk-i asil: Asil / seçkin yaratık. Lağam: Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Müvekkel: Vekil tâyin olunmuş olan. Esbap: Sebepler. A’mâk: Derinlikler. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer... * * İlk baskılarda: ... kum gibi, mahşer mi, hakîkat mahşer. İlk baskılarda: ... duruyor karşında. 383 Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o namert eller, Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyare. Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! Ne çelik tabyalar ister ne siner hasmından; Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına ram? Çünkü tesis-i ilahi o metin istihkâm. Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkif edemez sun-i beşer; Bu göğüslerse Huda’nın ebedî serhaddi; “O benim sun-i bedîim, onu çiğnetme!” dedi. Âsım’ın nesli... Diyordum ya... Nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek. Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar, Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,* Bir hilal uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer. Enkaz-ı beşer: İnsanlık enkazı. Tayyare: Uçak. İstihkâm: Sağlamlık. Kal’a: Kale. Serhad: Sınır. Sun-i beşer: İnsanlık eseri. Sun-i bedî: Güzel eser. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i... * İlk baskıda: Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor. 384 Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın, “Gömelim gel seni tarihe!” desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitap... Seni ancak ebediyyetler eder istîâb. “Bu, taşındır!” diyerek Kâbe’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyla, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyla; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,* Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsam oradan; Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. Sen ki son ehl-i salibin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin’i, Kılıçarslan gibi iclaline ettin hayran... Sen ki İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın; Sen ki, asâra gömülsen taşacaksın... Heyhat!.. Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat... Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber. Edvâr: Devirler, zamanlar. Fecr: Şafak. Lebriz: Taşacak kadar. Ehl-i salib: Bayrağında salib (haç) bulunanlar. Asâr: Asırlar. Herc ü merc: Darmadağınık. Karmakarışık. İstîâb: Dökülme. Ecrâm: Ruhsuz büyük varlıklar. Savlet: Saldırma. Ani ve şiddetli atılış. Mağrib: Batı taraf. Garp. Güneşin battığı yön. Heyhat: “Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak...” gibi manalar için söylenir. * İlk baskılarda: Ebr-i nîsânı açık... 385 — Bırak Allah’ı seversen, yine berbat oldum! O yanık defteri artık kapa, zira doldum... Tıkanıp durmadayım. Baksana, nevbet nevbet... Zaten asabıma hâkim değilim, merhamet et. — Bakayım şimdi, senin neydi o müşkil derdin, Ki sabahtan beridir söylemedin, söylemedin? — Âsım’ın hâli fena: Pek mütehevvir, ama pek! Ne nasihatten alır şey, ne azar dinleyecek. — Atak oğlandır esasen... Demek azdırdı işi... — Bilmem azdırdı mı, lakin hoşa gitmez gidişi. — Ramazan vakası varmış, o nedir? — Anlatayım... O zamandan beri zaten ne suyum var, ne sayım! — Ne demek? — Çıkmıyorum, sanki beraber dışarı. Bu, zıpır; âlemin evladını dersen, haşarı; Görecek hayli mürüvvet daha var! Ben yapamam. — Ramazan vakası, yahu! Şunu anlat, be adam! — Üsküdar’dan geliyorduk, ikimiz: Âsım, ben. Saat on bir sularındaydı... Vapur beklerken,* Yolcular Bafra’yı tellendirivermez mi sana? Kaçıver, belli ki çıngar çıkacak, durmasana! Hayır oğlum, nasıl olduysa apıştım kaldım. Çocuğun tavrı değişmişti. Dedim: “Bak, Âsım, Dalaşırsan bu heriflerle üzersin babanı.” İçlerinden biri, hem şüphesiz, en kaltabanı, Üç nefes püfleyerek burnuma: “Sen söyle, Hoca! Niye bağlanmalı hayvan gibi hâlâ oruca?” Deyivermez mi, tabiî senin oğlan tokadı, Herifin yırtılacak ağzına kalkıp yamadı. Galiba pek canı yokmuş ki yuvarlandı leşi... Asıl itler gerideymiş, koşarak dördü, beşi, İclâl: Ağırlama. İkram. Nevbet: Nöbet. * Ecrâm: Ruhsuz büyük varlıklar. A’sâr: Asırlar Mütehevvir: Hiddet ve kızgınlıkla neticeyi düşünmeden saldıran. Ezânî saatle, akşam ezanına (iftara) bir saat kala. 386 Ansızın serdiler evladımı karşımda yere. Ben şaşırmış, “Aman oğlum!” demişim bir kere. Hele yâ Rabbi şükür, toplanıp oğlan birden, Kömür almış deve kalkar gibi doğruldu hemen. O nasıl ceht idi kurtulmak için anlamalı: Silkinip attı belinden asılan dört çuvalı! Dedim: Artık sizi haklar bu zıpır şimdi, durun, Ne ağız kaldı yiğitlerde, hakikat, ne burun; Kime indiyse, nüzul inmişe benzetti onu! Bu sevimsiz şakanın hayli firaklıydı sonu: Hani, salhane civarında durup seyre bakan, Karabaşlar görülür: Yüzleri kan, gözleri kan; Bu çomarlar da o vaziyyete gelmişlerdi. Hepsinin hakkını Allah için oğlan verdi! Hele bir tanesinin beyni dağılmıştı, eğer, İşi sulh etmemiş olsaydı gelen dört asker. — Anlasaydık, şu neden sonrakinin fazla payı? — Ya tabancayla hücum etti uzaktan bu dayı. Bereket versin o askerlere dava bitti; Sedyeler geldi, polislerle herifler gitti. — Sizi haksız çıkaran yoktu ya? — Olsun mu? Tuhaf! Affedersin, Hocazâdem, ne kadar saçma bu lâf! Haklı haksız diye taksimi kim etmiş ki kabul? Bu cihan, baksana, baştan başa: Âkil, mekûl. Kuvvetin sırtını kimmiş, göreyim, okşamayan? Ne zaman altta kalırsan, o zaman derdine yan! “Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız; Selhhâne: Mezbaha, halk söyleyişiyle «salhane». Âkil: Yiyen. Me’kûl: Yiyilen. Cehd: Fazla çalışma. Nüzul: İniş Firak: Ayrılık. 387 Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü: Cılız!” Bizim oğlan bunu vird etmiş, okur her yerde... — Doğru söz, sonra, tabiî, efelik var serde! — Efelik, çok güzel amma, sonu çıkmaz bu yolun; Etme, oğlum, şuna bir parça nasihatte bulun. Çünkü ben korkuyorum, söylemiş olsam tekrar, Yüz göz olduk, edecek mesele isyanda karar. — Ne demek! Hiç sana isyan mı edermiş Âsım? — Bence her mümkünü vaktiyle düşünmek lazım. — Hocam, evladına benzer bulamazsın araşan, Görmedim ben bu kadar dört başı mamûr insan. Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel! Onu, bir şiir-i hamaset gibi, ilham-ı ezel, Sana sunduysa, açıp ruhunu teşrihe çalış... Galiba oğlanı yanlış görüyorsun, yanlış! Yalınız göğsünün ebadı mı sandın yüksek? İn de amâkına bir bak, ne derinmiş o yürek! Dalgalandıkça içinden taşan iman denizi, Dökülen hisleri gör: İncilerin en temizi. Gövde yalçın kayadan âbide, lakayd-ı ecel; Sanki hiç duygusu yok... Bir de fakat ruhuna gel; O ne ifrat ile rikkat! Hani, etsen tamîk, Bir kadın ruhu değildir o kadar belki rakîk. Sonra, irfanı için söyleyecek söz bulamam; Oğlanın bildiği, öğrendiği her şey sağlam. Boynu dehşetli, evet, beyni de lakin zinde; Kafa enseyle beraber gidiyor seyrinde. Çölde ben hayli görüştüm bu sefer Âsım’la; Hoca, te’mîn ederek söylerim imanımla: İğtinâm etmeye baktım çocuğun sohbetini; Vird: Sık sık ve devamlı okunan dua. A’mâk: Derinlikler. Tamîk: Derinleştirmek. Rakîk: Yufka yürekli, ince merhamet ve şefkat sahibi olan. Hamaset: Yaradılıştan olan cesâret. Teşrih: Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, İğtinâm: Yağma etmek. Fırsatı ganimet bilmek. 388 Pek yakından tanıdım çünkü husûsiyetini. Ne güreştirmediğim kaldı, ne koşturmadığım; Ne de “Her şeyde sıfırsın!” diye coşturmadığım. Çölün, asude muhitinde geçen günlerimiz, Bana gösterdi tamamıyla ki: Oğlun eşsiz. Bî-tenâhî safahâtıyla herif ayrı cihan; Bî-tenâhî safahatında da lakin insan. Hiç unutmam, büyücek bir zafer olmuş da nasip, Asker etmişti güreşlerle yarışlar tertip. “Hadi Âsım!” dedik, “Olmaz!” dedi, biz dinlemedik; Bularak bir de kalın, pırpıta benzer dizlik,* Yaralıymış demedik, üç kişi tuttuk soyduk; Çıktı meydanda gezen hasmına biçare çocuk. Neydi oğlandaki endamın o ahengi fakat! Belli her uzvu için ayrı çalışmış hilkat. Ya kemikler ne salâbetli, ya etler ne kati: Tepeden tırnağa, güya, dolamışlar halatı, İki üç katlı büküp bir çınarın gövdesine. Hele taşmış dökülürken o muazzam sine, Öyle bariz adelatın ebedî dalgalan, Ki yorar arızalar seyrine dalmış nazan. Çok geniş dersen omuzlar, boy o nispette uzun, O ne mevzun kafadır, sonra, ne sağlam o boyun! Ufarak bir kapı sırtın kabaran ebadı, Çarpışıp durmada nâçâr iki müthiş kanadı. Enseden ta bele sarkan o derin hat, o yarık, Arzı umkunda nihan tûl-i mücerret artık! Bî-tenâhî: Sonsuz. Safahat: Safhalar. Umk: Derinlik. Tul: Boy. Mücerret: Soyut. Nâçâr: Çaresiz. Salâbet: Sağlamlık. Adelat: Adaleler. Pehlivanların güreşte dizlerine çektikleri, tamamıyla meşin ise adına «kispet», yarı yelken bezi, yarı meşin ise «pırpıt» derler. * 389 Bel nisabında, omuzlar gibi taşkın çatılar, Adalî baldırının kutru hemen boynu kadar. İki çam bölmesi kol, kim tutacak, kim bükecek? O bileklerle o ellerse demirden daha pek. Yaralar başkaca endamına heybet veriyor, Bir şehâmetli temaşa ki vücut ürperiyor. Vakıa hasmı da gürbüz delikanlıydı ama, Âsım’ın savleti kuvvet mi sorar hiç adama? Silkiyor dut gibi biçareyi sağdan, soldan. Ne o? Çapraz mı? Hemen gir ki senindir meydan. Ay! Herif sıyrılıyor, hem ne kolaylıkla, bakın! Aman Asım, bu güreş olmasın uydurma sakın? Hele anlat şu işin neyse hakikî rengi? “Yenemezmiş onu: Bir kerre değilmiş dengi, Bir de biçare adam pek müteazzım şeymiş, Kahrolurmuş kederinden tutarak yenseymiş. Sonra, layık mı imiş yerlere sermek şimdi, Böyle düşmanla bütün gün dövüşen bir yiğidi?” *** — Anladık, hepsi de alâ, diyecek yok... Lakin, Şu benim derdime bir çâre bulaydık ilkin. Ramazan vakası her gün, Hocazâdem, her gün, Hele günler bereketliyse hemen üç beş öğün! Adetâ çılgına dönmüş... Bu cünûnun da başı: Yanarak gömdüğü binlerce şehit arkadaşı. Sanırım son yarasından da biraz huylanıyor... Sonra, ahvale tahammül mü dedin, gayet zor. Ne dolaplar dönüyor, beynini sarsar duysan! Bence beyhudedir, oğlum, bu nehirler gibi kan. O, demin “Harb-i umumî” dediğin maskaralık, Karagöz’den de beter, kıymeti yok beş paralık. Perde sıyrıldı, işin kalmadı hiçbir hüneri, Şehâmet: Yağlılık Savlet: Saldırma. Ani ve şiddetli atılış. Müte’azzım: Taazzum eden, büyüklük taslayan; kibirli. 390 Her bakan sezdi karanlıkta sinen çehreleri. Yutulur herze mi pir aşkına mahrûmiyet? Çekti yıllarca, fakat çekmiyor artık millet. Hele sen gel de “Hamiyyet!” diye aptal kandır; Canı yanmış dedenin son sözü «illâllah!»tır. Ben sefaletten ölürken seni sıkmazsa refah, Hak erenler buna ummam ki desin: Eyvallah! Şöyle bir bak: Ne harap ortalığın manzarası... Ama hiç deşme sakın, çünkü yürekler yarası. Hani, insan sesi çağlardı şu vadilerde... Sor ki afaka, o âlemler, o demler nerde? Yemyeşil yurda çöken kapkara toprak rengi; Dindi binlerce hayatın ezelî ahengi. Yok civârımda bugün aç yatanın pâyânı; Her perişan yuva bir aile kabristanı! Beni öldürmede, oğlum, bu harap ıssızlık: Hangi viraneyi essen kopuyor bin çığlık! Hasta binlerle, bakan yok; diriler çırçıplak; Ölüler kaskatı olmuş, hani kim kaldıracak? Bir taraftan bu fecâyi kemirirken yurdu, Bir taraftan da elin bir sürü doymaz kurdu, Dişliyor naaşını sırtlan gibi biçarelerin; Yolu ummam ki bu olsun koşulan son zaferin! Girdiniz harbe heriflerle “Zarurî!” diyerek; Bu rezalet de zaruri mi, kuzum, bir bilsek? — Ama sen pek uzun ettin Hocam, artık sadede! Bahsimiz nerde, senin söylediğin şey nerede? — İşte, oğlum, çocuğun ruhunu sarsan esbap; Muttasıl kıvranıyor, kalbi yıkık, beyni harap. Hangi biçarenin âlâmını etsin tadil; Kimin imdadına koşsun? O kadar çok ki sefil!.. Pâyân: Kenar. Hamiyet: Gayret. Esbâb: Sebepler. Fecâyi: Belalar, musibetler, felaketler. Âlâm: Elemler. Herze: Boş söz. Ta’dîl: Aslına zarar vermeden değiştirmek. 391 Hangi matemli evin derdine çıksın ortak? Bir yığın kül kesilen, baksana, binlerle ocak! Hangi yardım dilenen aczi tutup kaldırsın? Hangi melun çetenin boynunu ilkin kırsın? Bizim ev mahkeme; hâkim, bereket versin, acar; Geceden hükmü verir, gündüzün icraya koşar! — Neme lazım, herifin pek amelî şey bileği! — Ama hiç sorma bizim çektiğimiz gaileyi: Akşam olmaz mı, kızın benzi uçuktur mutlak... “Ağabeyim gelmedi hâlâ...” diye korkak korkak, Dikilir karşıma... Lahavle derim, sabrederim; Beni kim tesliye etsin ki ben ondan beterim! Çullanır beynime yüzlerce mehîb endişe; Bütün asabımı sarsar, bakamam, hiçbir işe. Saat artık bilemem altı mı, yahut yedi mi; Heyecan, geldi mi oğlan; helecan, gelmedi mi. Çileden çıkmışım akşam, dedim: — Âsım, bana bak! Yol yakınken geri dön, nafile çıkmaz bu sokak. Koşuyorsun, be çocuk, çarpacak alnın duvara; Dağılır sonra kafan, etme, çekil bir kenara. Ne demir leblebi meslek bu, Ebû Zer-vâri? Ömer’in zabıta memuru geleydin bari! Sen o meyhaneyi basmakla mükellef miydin? Ya kumarbazları manası nedir tehdidin? Toplanıp cümbüş ederken elin evladı, gece, Hangi bir hakla gidip hepsini dövdün delice? Nâra atmış diye sarhoşları, tut sen, kovala... Bari git bekçi yazıl, aylık alırsın budala! Niye cebren ayırırsın kocasından kadını? Mehîb: Heybetli, korkunç kişi. Melun: Lanetli. Helecan: Titreme. Kalp çarpıntısı. Cebren: Zorla. 392 Komşular, baksana, «Kel Kâhya» komuşlar adını! Balık almış, ne olur? Sonra yedirmiş, ne çıkar? Sanki hiç beslememiş kendisi vaktiyle zağar. Sana bir şey dememiş, kısmış oturmuş dilini; Niçin, oğlum, seriyorsun herifin pestilini?...” Söyleyen ben değilim şimdi, bizim Asım Bey: “Harekâtım sizi bîzâr ediyormuş... Çok şey! Babacığım, öyle değil, dinlemeyin rast geleni; Dinleyin suçlu muyum, haklı mıyım, bir de beni. Herkes aç bekleşiyor kaldırımın sırtında... Siz gidin, perdelerin hepsini kaldırtın da, Alenî işret edin âleme göstermek için! Be adamlar! Azıcık saygı sayın: Gizli için. Meze tufanına dalmış, kulaç atmaktasınız; Yutkunan halka bakın, pencerelerden, sayısız. Paranız yok ya, şu ben var diyeyim, bol keseden; Hakkınız nerde sefih olmaya, dünya açken? Hadi yahu, yetişir... Çok bile içtikleriniz; Durmak olmaz, dağılın, belki uzaktır yeriniz... Hani aldırmasalar bari, “Def ol git!” dediler... Dedim: “Artık kime aitse def olmak, o gider.” Kollarından tutarak hepsini attım bir bir; Söyleyin varsa kabahat, acaba bende midir? Gelelim şimdi kumarbazları tehdide. Evet, Bütün evlerde ışıksız bunalırken millet, O kulüpten sırıtan şenliğe insan duramaz: Yanıyormuş, dediler, haftada bir sandık gaz! Ben bu israfı tabiî çekemezdim artık; Taşıdım söylenilen petrolü sandık sandık. Bir ufak ölçü, dedim... Buldu nihayet bakkal; Aldı herkes gazı, gülyağ gibi, miskal miskal! Ne donanmıştı sokak, doğrusu şehrâyindi! Bîzâr: Bıkmış, usanmış. Zağar: Av köpeği. Miskal: Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. Şehrâyin: Şenlik. 393 Sormayın parçalanan zulmeti: Üç gün sindi! Babacığım, işte kumarbazlara zulmüm bu kadar, Bir de öksüzler için bin lira aldım zor zar. Gelelim cümbüşe insaf ediniz vakti midir? Yahut insan gibi eğlense herifler ne denir? Muhtekir kâfilesiymiş ne edep var ne hayâ. Aç, sefil inleyerek can veredursun dünya, Yine siz dinlemeyin, anlamayın matemini, Sürün artık serilen yurdunuzun son demini! Sağda yüzlerce ölen, solda hesapsız sürünen, Karşıdan bunlara gülmek ne demektir alenen? Durmayın, derdime ortak görünün kalkın da, Demiş olsam, bilirim, vüsunüzün fevkinde. Ağlamak çok kişinin zevki değilmiş, lakin, Gülmemek herkes için, zannederim, pek mümkin. Komşulardan sıkılın, peşten atın nâraları; Büsbütün sustururum sonra, çıkarsam yukarı! Son sözümdür size... Beyhude fakat nerde duyan? Taştı kusmuk gibi her pencereden bin hezeyan. Pek tabiî ki durulmazdı...” — Dur oğlum, yetişir! — Lütfedin, bitmedi... — Bir dinle de olmazsa, bitir. Bana anlat bakayım şimdi: Şu biçare ocak, Zorbalar saltanatından ne zaman kurtulacak? Hiç bu mantıkla, a divane, hükûmet mi yürür? Bir cemaat ki erenler işi yumrukla görür, Kafa bitmiş demek artık, çekiver kuyruğunu! Kuvvetin hakkı mıdır enselemek bulduğunu? Bize, Âsım, ne şunun yumruğu lazım, ne bunun; Birinin pençesi ister yalınız: Kanunun. Ver bütün kudreti kânuna ki vahdet yürüsün... Yoksa millet değil ancak dağınık bir sürüsün... Memleket zaten ayol baksana: Allak bullak, Sen de hissinle yürürsen batırırsın mutlak. Ya kuzum, zaptiye ruhuyla hükûmet sürenin, Yeri altındadır, üstünde değildir kürenin! — Babacığım, öyle değil... — Dinlemem artık, hadi git! Beyhude: Boş. - Muhtekir: Hakir ve hor gören. 394 *** Hocazâdem, sen asıl derdi bizim kızdan işit: Senin aptal daha bir hayli de çılgın bularak, Babıâli’yi... — Aman? — Basmayı kurmuş... — Hele bak! Acaba kim ki ayartan?.. Ama zannetmem pek... — Deme, oğlum, bana tekmilini anlattı Melek. Kız biraz azmine engel herifin, yoksa fena... Hem basar, hem de asar, çok deli şey, âmenna! — Söyle, pek kanlı oyundur, yanılıp oynamasın. — Beni hiç saydığı yok nafile... Bir sen varsın, Bir de hemşiresi var zabtedecek şimdi onu. Aman oğlum, bana terk etmeyiniz mecnunu. — Yok canım, vazgeçer elbette, bu gerçek mi deli? — Bilemem, korkuyorum kız beni ikaz edeli. İş o evvelki vakâyı gibi olsaydı, evet, Belki bir parça teselliye bulurdum cüret. Lakin, oğlum, görüyorsun: Kurulan perde yaman; Hani, baştan basa kan, dış yüzü kan, iç yüzü kan! Bir damar patlamasın, sel götürür memleketi; Yoksa göstermeye Rabb'im o elim akıbeti. — Yine ifrata kapıldın sanırım... — Hiç de değil, Sen şu vaziyyete bir baksana: Cidden müşkil. — Hadi müşkil diyelim, çâresi hiç yok mu ki? — Var. — Nedir öyleyse telâşın, heyecanın bu kadar? — Heyecan yok, yalınız, meselenin ihmâli, Bence pek doğru değildir. Evet, insan hâli, Ya nihayet kızı saymaz da bu matûh oğlan, Yeniden kamete kalkarsa, ne olmaz o zaman? Kopacak fitneyi, oğlum, hele bir kerre düşün; Sanırım ayn-ı hatadır beni müfrit görüşün. Elim: Hüzünlü, kederli. Âkıbet: Son. Tekmil: Tam, bütün, eksiksiz. İfrat: Haddinden geçmek. Âmenna: “İnandık, öylece kabul ederiz, ona diyecek yok.” meâlindedir. Matûh: Bunamış, bunak. Müfrit: Tek başına, yalnız bırakan. 395 Hayır, ifratıma hükmetmene razı değilim; Ben de oldukça metinim, hele pek mutedilim. Ne yakın der ne uzak der ne soğuk der ne sıcak, Bu çocuk harbe gider, kaç senedir, zıplayarak. Ne zaman "Gitme!" dedim? "Koş!" diyerek gönderdim; Gönderirken de "Gider, bir daha gelmez." derdim; Unutulmuş gibi artık bırakırdım peşini, Avuturdum, oturur, evde kalan kardeşini. Hânümanlar çöküyor, zelzele yalnız bana mı? Ortalık can çekişirken açamam ben yaramı. Anlamam oğlum için çekmeyi zaten helecan; Elin evladı nedir? Hepsi civan, hepsi de can. “Parçalanmış senin Asım.” dediler bi’d-defeât, Babayım, elbet içim parçalanırken, heyhat, Her zaman sineye çektim, biliyorsun ya? — Evet. — Çünkü gayetle tabiîdir o müşkil gayret: Kaplamış yurdumun afakını, madem, şüheda... Varsın olsun kalanın uğruna Âsım da feda. “Hem gaza, hem de şehâdet, ne saadet bu!” derim; Ciğerim yansa da söndürmek için cehd ederim. Ama «katil» deseler oğlumu, yahut «maktul», O zaman işte benim akıbetim pek meçhul. Var mı bir çâre ki dünyada, gidip baş vurayım? Hangi hüsranımı “Sen dur!” diyerek susturayım? Kendi vicdanım olur önce gelir davacı... Görüyorsun ya: Tecellüdle savulmaz bir acı! Babanın canı için merhamet et, evladım, Pek harabım, bana bir parçacık olsun yardım. Yalınız sensin elimden tutacak, yaş yetmiş... Ah o vaktiyle ölenler ne de talihli imiş! Rabbimin cilvesi bunlar ya, fakat hayranım... Geberip gitmediğim, başka nedir isyanım? Aman oğlum, “Hadi tahsilini ikmâl ediver!” De de, mecnunu zaman geçmeden evvel gönder. Tecellüd: Kendini şecaatli ve cesâretli göstermeye çalışmak. İkmâl: Tamamlamak. Bitirmek. Mükemmelleştirmek. Mecnun: Deli. Çılgın. Maktul: Öldürülmüş, katledilmiş olan. Cehd: Fazla çalışma. Bi’d-defeât: Kerrelerce, defalarca. Mutedil: Orta hâlli. İtidalli. Hânüman: Ev bark. 396 Çünkü... — Dur dur!.. Ne haber? Yoksa misafir mi, Emin? — Âsım ağabeyimi getirdim... — İyi ettin, gelsin. — Bize gitmek düşüyor şimdi. — Selametle, Hocam... Hiç merak etme... Bu akşam kalabilsen? — Kalamam. *** — Seni çoktan beridir, gördüğümüz yok, Âsım, Nerdesin? Yerde misin? Gökte misin? Gel, bakalım! Yalınızsın? — Yalınız geldim, efendim, bu sefer. — Getireydin, a canım, şunları!.. — Bilseydim eğer... — Aferin, doğrusu, cevherli çocuklar, belli! İftihar etmeli gördükçe bu gürbüz nesli. — Ben de şükranımı arz etmeliyim şimdi size, Böyle en sevgili yaranımı takdirinize. Amca Bey, gördünüz, Allah için insan şeyler... Ama bir türlü ısınmaz, ne sebeptense, peder. — Aklı ermez, babanın, sen nene lazım, bana bak! — Yeni yazdıklarınız nerde, efendim, okusak? Aradım kimsede yok. — Varsa da üç dört eserim, Zât-ı sâmînizi hoşnut edemez zannederim: Demevî zevkiniz elbet demevî şiir ister! — Asabî olsa da razıyız, efendim, bizler... Bir mizaç istemiyorsak o da: Lenfâîlik; Çünkü milletler için, doğrusu, gayet mühlik. — Edebiyyatımız Allah’a emanet desene! Babanın oğlusun, Asım, ne kadar olsa yine. — Pek taraftarı değildir pederim... — Sorma, fena! Üdeba namına kim varsa, bilâ-istisnâ, Mühlik: Öldüren. Öldürücü. Bozan. Demevî: Asabi, sinirli. Bilâ-istisnâ: İstisnasız. Üdebâ: Edipler, edebiyatçılar. 397 Hepsinin ruhunu şâd etti bugün... — Etmeyiniz! — Dedim: Artık bu kadar sövmeye layık değiliz. “Sen de kimsin?” deyivermez mi, ne oldum, bilsen? Bense şair geçinirdim, hele bir bak şuna sen! Komşunun hâline gülmek ne fena şey! — Elbet! Yok ki dünyada cezasız kalacak bir hareket. — Evet, oğlum, yalınız ibret alanlar nerde? Edebî sohbet olurmuş büyücek bir yerde. “Neden asarımızın hepsi çelimsiz?” derler; Bu zemin üstüne herkes iki üç söz söyler. Bulunur, neyse nihayet balığın belkemiği: Şark’ın üç bin senedir, gün sayarak beklediği, O muazzam, o yaman şair-i dâhiyi zaman, Çıkarıp vermemiş aguşuna yurdun elan.* Ruh-i millîmizi tatmin edemezmiş bir edib, Gelmeden sahne-i eyyama o dâhî-i mehîb.* Geceler hâmile, madem, çocuk er geç doğacak. Ama sen şimdi işin girdiği son safhaya bak: Hangi saz şairi, bilmem, bunu almış da haber; “Neciyim ben?” diye, günlerce tepinmiş ter ter! Sonra durmuşsa da hâlâ, dediler, gayzı yaman; * Dut yemiş bülbüle dönmüş, giderek, kahrından. Buna gülmüştüm, evet, gülmeyecektim oğlum, Çarçabuk adl-i ilahi dedi: “Dur şimdi kulum, Sen ki 'vah vah' diyecek yerde, gülersin 'kah kah'; İşte fiil, işte ceza, çek bakalım!” Eyvallah! Babanın yok mu davuldan beter ikazı, hani, Tıpkı rüyadan ayılmışlara benzetti beni! — Yok, efendim, bu kadar şiddeti etmem ya ümit! Mamafih* pederin hakkı değildir tenkit.* — Şimdi Asım, edebiyatı bırak, bir tarafa; Daha ciddî işimiz var, geçelim başka lafa. El’an: Şimdi. Hâlâ. Sahne-i eyyam: Günlerin sahnesi. * Gayz: Kin. * Mamafih: Öyle olmakla beraber. * Tenkit: Eleştiri. * * Dâhî-i mehîb: Heybetli dâhi. 398 Galiba söylediğim yoktu? Evet, hiç yoktu: Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abdu, Konuşurken neye dairse Cemâleddin’le; Der ki tilmîzine* Afganlı: “Muhammed, dinle! İnkılap istiyorum, başka değil, hem çabucak. Öne bizler düşüp İslam’ı da kaldırmazsak, Nazariyyât ile bir şeyler olur zannetme... O berâhîni* de artık yetişir dinletme! Çünkü muhtac-ı tezahür* değil istidâdın...” — Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri* var Üstadın... Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan’a; Yeni bir medrese tesis edelim urbana.* Daha üç beş de faziletli mücahit bulalım. Nesli tehzib* ile ilâ ile meşgul olalım. Çıkarıp gönderelim, hâsılı, şeyhim, yer yer, Oradan âlem-i İslam’a Cemâleddin’ler.” — Bu, fakat yirmi yıl ister ki kolay görmüyorum. Yirmi günlük işe bak sen! — Kulunuz mazurum. Kıssadan hisse çıkarsak mı, ne dersin Asım! Anlıyorsun ya, zarar yok, daha iyanlaşalım:* İnkılap istiyorum ben de, fakat Abdu gibi... Yoksa ellerde kör âlet efeler tertibi, Babıâli’leri basmak, adam asmakla değil. Çek bu işten bütün ihvanını*, kendin de çekil. Gezmeyin ortada, oğlum, sokulun bir sapaya, Varsa imkânı, yarın avdet* edin Avrupa’ya. — Amca Bey! — Nafile Asım, seni hiç dinlemeyiz... Çünkü sen bir kişisin, biz bakalım öyle miyiz? Ben... Baban... Sonra Melek... Tutturamazsın ne desen... Hadi tahsilini ikmale tez elden, hadi sen! Tılmiz: Çırak. Talebe. Kalfa. Berâhîn: Deliller. * Tezahür: Meydana çıkma, belirme, görünme. * Semûh: Çok cömert. * Urban: Aşiretler. * Tehzib: Temizleme. Fazlalığını, pisliğini giderme. * İyan: Aşikâr. Belli. * İhvan: Kardeşler. * Avdet: Dönüş, geri gelme, dönme. * * 399 Çünkü milletlerin ikbali için, evladım, Marifet, bir de fazilet... İki kudret lazım. Marifet, ilkin, ahaliye saadet verecek Bütün esbabı taşır; sonra fazilet gelerek, O birikmiş duran esbabı alır, memleketin Hayr-ı flaşına tahsis ile sarf etmek için. Marifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer, Tek faziletle teali edemez, zaafa düşer. İptidaîliğe* mahsus olan avare sükûn, Çöker asabına. Artık o da bundan memnun! Marifet, farz edelim, var da, fazilet mefkûd*... Bir felaket ki cemaatler için, nâ-mahdûd.* Beşerin ruhunu tesmim* edecek karha budur; Ne musibettir o: Taunlara* rahmet okutur! Bizler edvâr-ı faziletleri* cidden parlak, Bir büyük milletin evladıyız, oğlum, ancak, O fazilet son üç asrın yürüyen ilmiyle, Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,* Bünyevî kudreti günden güne mefluç* olarak, Bir düşüş düştü ki: Davransa da sarsak sarsak. Garp’ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm; Çünkü hâkim yaşatan şevket-i fenden* mahrum. Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfanından, Bî-nasîbiz de o yüzden bu şerefsiz hüsran. Sonra, asara süren haybeti* çekmekle, bugün, O fazilet bile hissiz, hareketsiz, ölgün. Şimdi, Âsım, bana müfrit* de ne istersen de, Marifetten de cüda Şark o faziletten de. Lakin ister misin, oğlum, müteselli* olmak: İptidaî: Evvel. Başlangıç. Mefkûd: Kaybolmuş. Olmayan. * Nâ-mahdûd: Hudutsuz, sınırsız, sonsuz. * Tesmim: Zehirleme. * Taun: Vebâ. * Edvâr-ı faziletler: Faziletler devri. * Cehl: Câhillik. * Mefluç: Felc olmuş. İnmeli. * Şevket: Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. * Haybet: Mahrumiyyet. İsteğine erememek. * Müfrit: İfrat eden. Haddini aşan. * Müteselli: Teselli bulmuş olan, teselli bulan. * * 400 İçtimaî bütün amillere*, kudretlere bak. Bunların her birinin kuvveti, maziye inen, Kökü mikdâr *olur; çünkü bu amillerden, En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir. Şimdi, sen bizdeki kudretleri essen bir bir, Göreceksin ki: Bu millette fazilet en uzun, En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun, Bir mübarek suyu var, hiç kurumaz: Din-i mübin.* Hâdisât etmesin oğlum, seni asla bedbin... İki üç balta ayırmaz bizi mazimizden. Ağacın kökleri mademki derindir cidden, Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar? O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar, Yükselir, fışkırıp, afak-ı perişanımıza; Yine bin vaha serer kavrulan imanımıza. Vakıa ortada yüzlerce mesâvî* yüzüyor; Sen bu kâbusu bütün şerre değil, hayra da yor. Çünkü yoktur birinin kalb-i cemaatte yeri; Araşan: Hepsi beş on maskara ferdin hüneri! Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz; Sade Garp’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz. O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin; Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin. Fen diyarında sızan nâ-mütenâhî* pınarı, Hem için, hem getirin yurda o nâfi* suları. Aynı membaları ihya için artık burada, Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada. Sen geçenlerde demiştin ki: “Yazık hâlâ biz, Dünkü ilmin bile bîgânesiyiz, cahiliyiz. İşte fıkdanı bu ihmâl edilen marifetin, Nesli bir acze düşürmüş ki, bugün, memleketin, Bir yığın kuvveti var, hem ne tabiî de henüz, Amil: Yapan. İşleyen. Mikdâr: Kıymet. Değer. Derece. * Din-i mübin: Açık din. * Mesâvî: Kötü haller. Fenalıklar. * Nâ-mütenâhî: Sonsuz. * Nâfi: Menfaatli. Faydalı. * * 401 Biz o kuvvetlere eller gibi hâkim değiliz! Yarının ilmi nedir, hâlbuki? Gayet müthiş: «Maddenin kudret-i zerriyyesi» uğraştığı iş. O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek, Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek. Onu bir buldu mu, artık bu zemin: Başka zemin. Çünkü bir damla kömürden edecekler temin, Öyle milyonla değil; nâ-mütenâhî kudret!.. İbret al kendi sözünden, aman oğlum, gayret! Bir yılın var daha zannımca? — Evet. — Bak, ne kolay! Lakin ihvân-ı kiramın? — Çoğunun altışar ay. — Hep giderler ya, beraberce? — Giderler, malûm. — Hepsinin mesleği sağlam mı? — Evet, müspet ulûm. * — İnkılâbın yolu mademki bu yoldur yalınız, “Nerdesin hey gidi Berlin?” diyerek yollanınız. Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek... Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek! Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz; Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz. Şark’ın âgûşu* açıktır o zaman işte size; O zaman varmanın imkânı olur gayenize; * * Müspet Ulûm: Olumlu ilimler. Âgûş: Kucak. 402 O zaman dinlerim artık seni, Âsım, bol bol... — Yarın akşam gideriz. — Öyle mi? Berhurdâr ol. 22 Zilhicce 1337 18 Eylül 1919 403 - EK - SAFAHAT DIŞINDA KALMIŞ ŞİİRLERİ 404 İSTİKLAL MARŞI — Kahraman Ordumuza — Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak. Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celal?* Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal; Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım. Garp’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.* Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, “Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın... Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Bastığın yerleri «toprak!» diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda, * * Celal: Hiddetlilik, hışım. Öfke. Serhat: Sınır. 405 Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda. Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli; Bu ezanlar -ki şahadetleri dinin temeliEbedî, yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;* Her cerihamdan, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,* Fışkırır ruh-ı mücerret gibi yerden naaşım!* O zaman yükselerek Arş’a değer, belki, başım. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal: Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakka tapan, milletimin istiklal.* Vecd: Aşk, muhabbet. Ceriha: Yara. * Mücerret: Soyut. * * * Sebilürreşad, c. 18, no. 468, s. 305, 17 Şubat 1337 (1921), Ankara. Şiirin -henüz millî marş olarak kabul edilmemiş olan metninin- bu ilk yayınında, beşinci kıtasındaki "uğratma" kelimesi "bastırma" şeklinde iken, sonradan Mehmet Âkif Bey tarafından değiştirilmiştir. Bunun dışında "İstiklâl Marşı"mızın ilk metni ile sonrakiler arasında hiçbir fark yoktur. Yukarıdaki metnin noktalama işaretlerinde, Sebilürreşad dergisindeki şekle aynen uyulmuştur. 406 DESTUR Şeyda-yı gamem beste-i zincir-i hevâyım, Uşşâka şu hâlim ile ben gıbtâ-fezayım. Mahveyledin ey afet-i can akl ü şuurum, Allah bilir garka-i seylab-i kazayım. İster isen öldür beni ey ruh-i revaim, Bir emrine canım da feda ben de fedayım. Dür eyledi devran beni bâb-ı kereminden, Ümid-i telaki şerefinden de cüdayım. Sen bezm-i rakîbâna çerâğ olmadasın ah; Ben Halkalı’da çillekeş-i dert ü belâyım. Bilmem ne hayal gösterir ayine-i gerdûn, Nâçâr olarak muntazır-ı lûtf-i Huda’yım. Sensin beni şairliğe sevk eyleyen ey mah, Şevkin ile bir Ruhi-i rengin-edayım. Ateş saçıyor hâme-i esrar-nüvîsim, Aciz değilim şair-i icâz-nümâyım. Ey bâd-i seher uğrar isen söyle nigâre, Ben böyle neden hemdem-i enva-i cefayım. Arz eyle neler çektiğini Âkif-i zarın, Öldürdü beni dağ-i gamı rahme sezayım. Sor kim dil-i bîçâreciğim kâm alacak mı? Hicran elemi yoksa müdâmen kalacak mı?* 22 Teşrinievvel 1308 (3 Kasım 1892) Gerdûn: Dünya. Envâ: Neviler, çeşitler, türler. Hevâ: İstek. Uşşâk: Âşıklar. Huda: Rab. Mâh: Ay. Gark: Boğulmuş. Müdâmen: Devamlı. Şeydâ: Tutkun. Âyîne: Ayna. Rahm: Acıma. Seylâb: Sel. Destur: İzin, müsaade. Bâd: Rüzgâr. Çerâğ: Mum. Gamem: Saçın, alnı ve başı örtmesi. Telâki: Kavuşma. Nüvîs: Yazan. Cüda: Ayrılık. Fezâ: Gökyüzü. Nigâr: Güzel yüzlü sevgili. Rakîbân: Rakipler. * Bâb: Mevzu. Fevziye Abdullah Tansel, Mehmet Âkif, 2.b., İstanbul 1973, s. 11-12. 407 GAZEL Allah’ı seversen nazarımdan güzer etme; Müştakını başın için olsun heder etme. Kurban oluyor bir nigeh-i hışmına ruhum, Sevda-zededen böyle diriğ-i nazar etme. Ey mah yetiş bezm-i safa zulmet içinde, Herkes uyuyor gayrdan asla hazer etme. Aşkın ne azap olduğunu sen de bilirsin, Gel hatırımı kırma beni pür-keder etme. Ben kuyunu terk eyleyemem ah garibim, Babındaki nevmidini meyus-ter etme. Tard etme kapından şu ciğer-sûzu yazıktır, Hûnâbına rahm et de anı derbeder etme. Ey nur-i dü-çeşmim! Bu temaşaya doyulmaz, Allah’ı seversen nazarımdan güzer etme* Güzer: Geçiş, geçme. Müştak: Arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli. Nigeh: Bakmak, nazar etmek. Dirîg: Esirgemek. Mâh: Ay. Gayr: Diğer, başkası. Hazer: Korunma. Pür: Çok. Bâb: Kısım. Nevmîd: Ümitsiz. Me'yûs: Ümitsiz. Tard: Sürme, kovma, uzaklaştırma. Ciğer-sûzu: Ciğerin yanması. Hûnâb: Kanlı gözyaşı. Rahm: Şefkat etmek. Temaşa: Hoşlanarak bakmak. * Hazîne-i Fünûn, yıl 1, no. 25, s. 200, 16 Kânûnievvel 1309 (28 Aralık 1893) 408 TERKÎB-İ BEND Saki! Getir ol badeyi kim ruh-i revandır, Peygûle-nişînân-ı gama neşe-resandır. Her katresi erbâb-ı kemalin nazarında, Hurşid-i hakikat gibi envâr-feşandır. Her müntesib-i sagar-ı gül-reng-i müdâmın, Ayine-i ikbali müdâmü’l-lemeandır. Saki içelim aşkına yâran-ı kadimin, Kim her biri bir kuşe-i firkatte nihandır. Saki içelim geçmez ele ahd-i cevânî, Hengâm-ı safa işte bu kıymetli zamandır. El çekme bu ser-germ-i şerâb-ı ezelîden, Bîçâre felâket-zededir hâli yamandır. Namahrem olan âlem-i feyz-âver-i âba, Heyhat ne bilsin bu da bir başka cihandır. Rindân oturup işret ederler o miyanda, Mutrib dahi bülbül gibi feryâd-künandır. Güya ki o saki-i kadeh-kâr-ı latifin, Peymâne-i lûtfunda füyûzât iyandır. Her kuşede bin nur-i tecellâ mütecellî, Meyhane değil gülşen-i feyyâz-ı cinandır. Hem-dem olamaz âdeme peymâneye benzer; Yok, cay-i selamet hele meyhaneye benzer. Peygûle: Köşe, bucak. Nişînân: "Oturanlar. Neşe-resan: Neşe ulaştıran. Katre: Damla. Hurşid: Güneş. Envar: Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Feşan: Yayıcı. Serpici olan. Müntesib: İntisab etmek. Bağlanmak. Sagar: Küçük olmak. Müdâm: Devam eden. Lemean: Parlama, parıldama. Rindân: Dünyayı terk ederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. Mutrib: Şarkıcı, şarkı söyleyen. Miyan: Orta, ara, vasat, meyan. Künan: "Ederek, yaparak.” Füyûzât: Mânevi tecelliler. İyan: Belli. Tecellâ: Görünme. Bilinme. Mütecellî: Parlak. Gülşen: Gül bahçesi. Feyyâz: Çok bereket ve bolluk veren. Cinan: Cennetler. Peymâne: Büyük kadeh. 409 *** Âlemde edânîye müdaradan usandım, Nâhak yere takdir ile kavgadan usandım. İkbal etek öpmekle müyesser olacakmış, Ben öyle rezilane temennadan usandım. Beyhude imiş ettiğim ümmid-i terakki, Bir şey diyemem zaten o sevdadan usandım. Allah bilir devlet-i dünyada gözüm yok, Devlet değil a şimdi bu dünyadan usandım! Namerde değil merde değil ferde inanma, Ben herkesi hayretle temaşadan usandım. Şeh-râh-ı sadakatte devam etmeli derdim, Heyhat bugün işte o davadan usandım. Elbet gün olur anlamamaktan usanırsın, Bi’1-lâhi sana şerh-i süveydadan usandım. Dergâh-ı tahammülde sebat etmeyi kurdum, Allah’a bile derdimi şekvadan usandım. Geçtim feleğin bağ ü bahar ü çemeninden Hem-razım iken bülbül-i şeydadan usandım İster isen ey fecr-i emel hiç görünme, Rüya gibi her dem seni hülyadan usandım. Lâkayt olayım fikri ile hayli çalıştım, El-minnetü-lillah ki her şeye alıştım. Edânî: Alçak, pek bayağı ve aşağılık kimseler. Nâhak: Haksız, beyhude, boş. İkbal: Talih. Süveyda: Siyahlık. Sebat: Kararlı olmak. Şekva: Şikayet. Fecr: Şafak. El-minnetü-lillah: Minnet ancak Allah'ındır. "Ancak Allah'a minnet edilir." 410 *** Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i sefada, Âkil yüzüyor merkez-i girdâb-ı belada. Ser-tâc olacak (yerde) kemal ehli yazık kim, Makhûr oluyor dest-i habis-i cühelada. Kimler sürüyor zevkini gülzâr-ı baharın, Kimler görüyor şiddeti hengâm-ı şitada. Kimler çekiyor sineye mahbûb-i meramı, Kimler geziyor yes ile dünya-yı fenada. Kim yaslanıyor bister-i nâzende-i valsa, Kim paslanıyor kûşe-i sengîn-i cefâda. Âkil olan âdemde şetaret göremezsin, Cahilde ise istediğinden de ziyade . Ey hikmeti fazılları hayran eden Allah! Bir nimet-i hayret mi bıraktın fuzalâda. Âlemde eğer mazhar-ı acz olmasa insan, Hâşâ ki hatalar bulacak sun-i Huda’da. İnsan ne yapsın ne ki pervâza mahal yok, Esrar-ı Huda sidre-i ulyâ-yı hafâda. Allah bilir hikmetini başkası bilmez, Yok zerre kadar marifet erbâb-ı dehâda. Girdâbe-i hayrette kalır akl nihayet, Hayret, yine hayret, yine hayret, yine hayret. Zevrak: Kayık, sandal. Dest: Dört bucaklı yastık ve elbise. Habis: Hilekâr. Cühela: Cahiller. Makhûr: Kahredilmiş. Mahbûb: Sevilen. Meram: Niyet. Bister: Yatak, döşek. Nâzende: Nazlı, naz edici, naz yapan. Âkil: Yiyici. Pervâz: Uçan, uçucu. Sidre: Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi. Ulyâ: Çok yüksek olan. 411 *** Takdir-i sıfatında melâik bile hayran, Yâ Rab seni idrâke nasıl yol bulur insan. Esrar-ı ulûhiyyete irfan ne yapsın, Hep aczini derpiş ediyor gayet-i irfan. Her yerde tecelli kılıyor şahit-i feyzin, Misbâh-ı cemalinle müşaşa bütün ekvan. Kudsiyyetinin bankıdır mihr-i muzîa, Ulviyyetinin nâtıkıdır mah-ı Füruzan. Kudret, azamet zatına mahsus ü müsellem, Kudret, azamet sadece zatında nümâyan. Birsin, ezelîsin ebedîsin, samedîsin, Yâ Rab sana yoksun demeye var mıdır imkân. Sensin bütün efâlde faâl-i hakikî. Sensin melikü’l-arş olan sahib-i ferman. Bir kısmı bu halkın seni Mabut bilirler, Bir kısmı ise etmiyor elan sana iman. Ser-dâde-i iman iken erbâb-ı fazilet; Üftâde-i hüsran oluyor bunca hakiman. Her nazrada çarpar göze bin ukde-i hikmet; Lakin anı keşfeyleyemez dide-i izan. Kânun-i İlahi’deki ahkâm büyüktür; Mikyas-ı tefekkür ise gayetle küçüktür. Samedî: Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi. Misbâh: Lamba. Cemal: Yüz güzelliği. Müşaş: Omuz başı. Ekvan: Alemler. İrfan: Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. Melâik: Melekler. Ulûhiyet: İlahlık. Kudsiyyet: Kudsilik, mukaddeslik, azizlik. Mihr: Aşk, şefkat, muhabbet. Muzîa: Aydınlatan. Işık veren. Efâl: Fiiller, işler, ameller. Faâl: Fâiller, özneler, iş yapanlar. Melikü’l-arş: Arş’ın melekleri. Ukde: Düğüm, bağ. Nazra: (Bir tek) bakış. Mikyas: Ölçek. Tefekkür: Düşünmek. İzan: Bildirmek. 412 Her canlı olan heykeli âdem mi sanırsın, İnsanlığı bir şekl-i mücessem mi sanırsın. Mademki âdem olacak mazhar-ı terkim, Hep gördüğün eşhası mükerrem mi sanırsın. Âzürde-dil-i devr-i dil-âzâr-ı felektir, Âlemde ukûl ehlini hurrem mi sanırsın. Ebnâ-yı zamanın keremi anların olsun, Mükrim görünen mâkiri Hâtem mi sanırsın. Ey müstenid-i mesned-i yekrûze-i ikbâl, İkbâlini, iclâlini her-dem mi sanırsın. Bir kerre de karşındaki bîçâreyi söylet, Bak gör ki ne söyler anı ebkem mi sanırsın. Nâçâr olarak mülzem olan âcize bakma, Sen gerçek o bîçâreyi mülzem mi sanırsın. Ey devlet-i dünya ile fahr eyleyen ahmak, Kendin gibi dünyayı da sersem mi sanırsın. Bin türlü hakâyık ki var ondan haberin yok, Üç şeyle hocam kendini âlem mi sanırsın. Âlem dediğin anladığın güne değildir, Gafletle geçen demleri âlem mi sanırsın. Minhâc-ı hidây dide-i tahkika iyandır, Yol doğru iken aksine gitmek hezeyandır. Mücessem: Katı nesneler, cisimler. Mükerrem: İkram olunmuş. Âzürde: Kalbi kırılmış, üzülmüş. Dil-âzâr: Gönlü inciten, hatır kıran. Ukûl: Akıllar. Hurrem: Sevinçli. Ebnâ: Oğullar. Mâkir: Hile yapan. Mekreden. Müstenid: Bir şeye dayanan. Mesned: Dayanacak yer, nokta. Yekrûze: Bir günlük. Geçici. İkbâl: Talih. İclal: Ağırlama. İkram. Ebkem: Dilsiz. Nâçâr: Çaresiz. Mülzem: Susturulmuş. Hakâyık: Hakikatler. Minhâc: Doğru yol. Hidây: Doğruluk. Tahkika: İncelemek. İçyüzünü araştırmak. Hezeyan: Sayıklama. Saçma sapan konuşma. *** 413 Halkın kimi müstakbele rekz-i nazar eyler, Müstakbel ise kendiliğinden güzer eyler. Müstakbel için hâli feda eyleyen âdem, Nâ-hak yere gayetle büyük bir zarar eyler. Maziye teessüfle geçen ömre yazık kim, Beyhude esef ömrü heba-yü heder eyler. Âkil diye ol âdeme derler ki zamanda, Boş durmayarak kesb-i kemal ü hüner eyler. Gafil diye ol âdeme derler ki cihanda, Daim oturup eski zamana keder eyler. Maksat ne imiş bilmeli dünyaya gelişten, Dünyaya gelen sanma ki bir hoş sefer eyler. Mazhar olur amaline eshâb-ı tahammül, İkdam ise her mukdimi sahip-zafer eyler. Tedbire tevessülde olanlar mütekâsil, Bilmez de hatîâtını haml-i kader eyler. Aşk olsun o eslafa ki ahlarını mesut, Eyler de anın namı gönüllerde yer eyler. Binlerce kişi hayr ile yâd olmayı ister, Binlerce kişi lanete kendin siper eyler. Âlemde ne ekdinse biçersin anı mutlak, Öyleyse nedir şer yaparak fayda ummak. Rekz: Dikme, yere saplayıp sabit kılma. Müstakbel: İlerdeki, gelecek. Beyhude: Boşuna. Boş yere. Faydasız. Esef: Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü. Kesb: Kazanç. Çalışmak. Eshâb-ı tahammül: Tahammül (sabır) çekmek. Mütekâsil: Üşenir ve tembel olan. 414 KUR’ÂN’A HİTÂB Ey nüsha-i canı ehl-i dinin! Ey nâsih-i sanı münkirinin! Ey meşal-i hikmet-i İlahi! Ey mecma-ı feyz-i bî-tenâhî! Takdir-i meziyyetinde efkâr, Heyhat eder mi kudret izhar? Sen cilvegeh-i cemal-i Hak’sın, Ayine-i Hak desem ehaksın. Tenzil-i celil-i kibriyâsın, Burhan-ı celalet-i Huda’sın. Feyz aldı cihan senin yüzünden, Bir bârika-i kemalsin sen, Bir bârika kim bekaya mazhar, Her leması tâ zaman-ı mahşer, Bir şule-i intifâ-masunsun, Her an bu şerefle rû-nümunsun. Ettin bizi feyz-i Hak’tan agâh, Ey nur-i mübin tebârek-Allah! Mahlûk değil kelâm-ı Hak’sın, Alî-i sunûf-i mâ-halaksın. *** Nâsih: Nasihat eden, öğüt veren. Münkir: İnkâr eden, kabul etmeyen, hakikati tasdik etmeyen, dinsiz. Mecma: Toplanılacak yer. Bî-tenâhî: Issız olmayan. Meziyet: İyilik. İzhâr: Meydana çıkarma. Cilvegeh: Cilve edilecek yer, cilve yeri. Ehak: Daha haklı, pek haklı. Tenzîl: İndirmek, indirilmek, indirilen. Celîl: Azîm, mertebesi yüksek. Kibriyâ: Azamet. Burhân: Delil, hüccet, ispat vasıtası. Celâlet: Nihâyet derecede büyüklük. Bârika: Parıltı. Parıldayan. Lema: Parlama, parıldama. Şule: Alev, ateş alevi. İntifâ: Fayda temin etmek. Masun: Sâlim, sağlam. Rû-nümun: Meydana çıkan, yüz gösterici. Mübîn: Açık. Tebârek-Allah: Allah'ın (C.C. ) yaptığı eserlerinden dolayı hayranlık hislerini ifade maksadıyla, Allah (C.C.) hakkında söylenen ve aynı zamanda dua için okunan bir kelâm. Alî: Büyük, yüksek. Sunûf: Sınıflar. Soylar, neviler. Mâ-halâk: Allah'ın (C.C.) yarattığı her şey. 415 Furkan ki kitab-ı Mustafa’dır, Bir mucize-i Huda-nümâdır. Olmakta ulu’n-nihâye alen, Bin harika her bir ayetinden. Kur’ân’ı görüp duhât-ı urban Hep kalmadılar mı lal ü hayran? Furkan ki zahir-i müminindir, Misbâh-ı münir-i müminindir, Şehrâh-ı hüdâ onunla mekşûf, Meçhul kalır o olsa mekşûf. Yâ Rab bu nasıl kitab-ı âlî? İdrake sığışmıyor meali. Ulviyyetin eyleyenler inkâr, Bir mislini eylesinler izhar. Elhak o kitâb-ı bî-nazire, Meydana getirmeden nazire, Aciz bu cihâniyân aciz, Kim muktedir, ins ü can aciz? Mademki iktidar yoktur, Tanzire de ictisâr yoktur. *** Ahmet ki nebiyy-i bî-gümandır, Kur’ân ile feyz-yâb-ı şandır. “Fe’tû...” diyerek Resul-i Ekrem, Eylerdi muannidini mülzem. “Fe’tû...” denilince ehl-i inkâr, Kabil mi ki eylesinler ısrar. Davaya mahal kalır mı artık? Kavga ve cedel kalır mı artık? *** Furkan: Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. Duhât: Arazi. Urban: Aşiretler. Lal: Dilsiz. Misbâh: Lamba. İzhar: Açığa vurma. Elhak: Hakkın ta kendisi. Tam doğrusu. Bî-nazire: Benzeri olmayan. Nasirsiz. İns: İnsan. İctisâr: Cüret ve cesâret göstermek. Bî-güman: Şüphesiz. Feyz-yâb: Bollaşan, feyiz bulan. Mülzem: Lüzumlu görülmüş. Cedel: konuşmada kavga etme. Ulviyyet: Yücelik. Muannid: İnatçı. İzhâr: Açığa vurma. Urban: Çöl arabaları. İsrâr: Sır saklamak. Cihâniyân: dünya ahalisi olan insanlar. Misbâh: Lamba. İctisâr: Cür'et ve cesaret göstermek. Münir: Parlak / nurlandırılan. Tanzir: Benzetme. Nebiyy: Yükseklik. Mekşûf: Keşfolunmuş. Güman: Tahmin. 416 Ey ziver-i dest-i ihtiramım! Âlemde muhassalü’l-meramım, Pîrâye-i hafızam sen oldun, Sermaye-i hafızam sen oldun. Sensin hele ey kitâb-ı a zem Hâşâ buna hiç tereddüd etmem, Dünyada refik ü hemzebânım, Ukbâda muin ü müsteânım.* Muhassal: Netice. Zîver: Süs. Ukbâ: Âhiret. Müsteân: Kendisinden yardım beklenen, yardım istenen. * Mekteb mecmuası, c. 2, no. 26, s. 577-78, 2 Mart 1311(14 Mart 1895). Mehmed Akif’in imzasının üzerinde şu ibare vardır: «Orman ve Ma’âdin ve Zirâ’at Nezâret-i Aliyyesi, Zirâ’at Hey’et-i Fenniyyesi’nde baytar.» Hayatını Kur’an-ı Kerîm’e adamış olan Mehmed Akif merhum, yirmi beş yaşında iken yayınlanan bu şiirinin son kıt’asında şöyle diyor: “Ey en ziyâde saygı duyduğum ve dünyadaki bütün arzum, söylediklerini gerçekleştirmekten ibaret olan ilâhî Kelâm! “Sen benim hafızamın en değerli ve tek varlığısın. Senin en yüce kitap olduğundan hiç şüphem yok. Sen benim dünyada dost ve fikirdaşım, âhirette yardımcı ve yoldaşımsın.” 417 EL-HAKKU YA’LÛ Evet! Görmemiştir bu âlemde göz, Şu “El-hakku ya’lû” kadar doğru söz! Hakikat tealidedir daima, O şehbâze mahsustur itilâ! Hakikat hubût eylemez yükselir, O miraca nerden tenâhî gelir? Ziya, perde-pûş-i zılâl olsa da! Şada, dursa bî-intikâl olsa da! Hakikat gurûb eylemez bir zaman, O eyler fezalarda tayy-i mekân! Teâmî, tecahül, tegâfül, inat, Değil hiç şayeste-i istinat! Bu gerdenkeşî sürsün üç gün meğer, Yalan doğruya akıbet baş eğer! Evet! Bir an için belki perdedir, Güneş nerde? Yoksa bulut nerdedir? Görünmezse evvelce mah-ı siyam, Gelir bir gün elbet olur bedr-i tam! Semâvâta korkar da bakmaz isen, Ne hacet azizim emin ol ki sen. Hakk: Doğru. Pûş: "Örten, giyen”. Zılâl: Gölgeler. Tayy: Bükmek. Şehbâze: İri ve beyaz doğan kuşu. Gurûb: batma, batış. Tegâfül: Bilmez görünmek Hubût: batıl olmak. Teâmî: Görmez gibi görünme. Şâyeste: Uygun, yaraşır. Tenâhî: Son bulma , tükenme. Tecâhül: Bilmezlikten gelme. İstinâd: Dayanma. Gerdenkeş: Âsi, serkeş, isyankâr. Bedr: Dolunay. Semâvât: Gökler. 418 Onun nuru yerden de rahşân olur! Gezen dide-berpâ nasıl kurtulur? Tarassut edenler hilâli görür! Teannüt eden bedre karşı yürür! *** Ne lâzım bu nahak yere iddia? Hata başka hak başkadır daima! Zemin başkadır, asuman başkadır! Mekân başkadır, lâmekân başkadır! Beka başkadır, intiha başkadır! Ezel başkadır, ibtidâ başkadır! Haber başka şeydir, iyân başkadır! Duyan başkadır, anlayan başkadır. Bilen, bilmeyen bir değil bir zaman, Filânla filân olmuyor hemzebân! Garaz bir midir safvet-i kalb ile? Değil der garazkâr olanlar bile! Hakîmin birinden işitmiş idim, Çocukken bakın ezber etmiş idim: Tedavisi en müşkil, en güç maraz, Garazdır, garazdır, garazdır, garaz!* Rahşâ: Parlak. Garazkâr: Haset ve düşmanlıkla. Dîde: Görmek. Berpâ: Ayakta, ayak üzerinde, dik. Tarassud: Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. Teannüd: Hakkı ve doğruyu bilerek tersini yapmak. İntiha: Son, nihayet, uç. İbtidâ: Baş taraf. İyân: Belli. Hemzebân: Safvet: Safilik, temizlik, * Resimli Gazete, no. 67, s. 794, 12 Mart 1314 (24 Mart 1898). 419 SADİ Şair-i hatâm Arif Hikmet Beyefendi Hazretlerine Şu üstâd-ı irfan-penâhın bu gün; Hakikatte şakirdiyiz biz bütün. Mürebbi-i efkâr-ı ümmet odur, Eden halka tedris-i hikmet odur! Odur şiiri hikmetle meze eyleyen; Odur şiir namıyla hak söyleyen! Tasavvur edilsin, olur şey değil; Ki geçmiş iken altı yüz bunca yıl! Gülistan’ı hâlâ hazan bilmiyor, Safa-yı rebî’îsi eksilmiyor! Ne mezher ki bir verdinin bin bahar; Kadar zevk-i binan için hükmü var! Ne manzar ki bir düşse nur-i nigâh; Gelir başka yerler karanlık, siyah! Bu gülsen ki her lâhza meftûhtur Temaşası nev-neşve-i ruhtur! Bakın her yerinde hezâran hezâr Letafetle olmaktadır nevha-kâr! Bütün nağme-sencân-ı dehre sala! Duyan var mı bir böyle ulvî şada? Ne ateşli sözler, ne parlak meal? Serapa mekâlâtı rûhu’l-kemal! Güler güldürür, ağlayıp ağlatır! Fakat daima bir esas anlatır! Penâh: Sığınmak. Nev: Yeni. Mürebbi: Terbiyeci. Neşve: Sevinç Tedrîs: Okutmak. Hezâr: Bülbül. Tasavvur: Bir şeyi zihinde şekillendirmek Hezâran: Pek çok. Safâ: Gönül şenliği. Letafet: Hoşluk. Rebî’î: Bahara ait, baharla ilgili. Nevha: Ölüye sesli ağlamak. Nigâh: Bakmak, nazar etmek. Dehre: Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Lâhza: Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Mezher: Çiçeklik. Ulvî: Yüce. Mekâlât: Bir bahsin kaleme alınışı. Makaleler. Meftûh: Açılmış. Bînâ: Gören. 420 Küçük kıssalardan büyük hisseler, Çıkarmış mıdır kimse Sadi kadar? “Lâfonten” mi “Sadi”ye sânî olur? Bu dava kim istitaat bulur? Çıkın, söyleyin siz de ey şairan! Yazılmış mıdır başka bir Bûstan? Letâifte kâbında yoktur edîb, Mevâizde bir bî-müdânî hatîb! Hakikatten ayrılmamak sanıdır! O âlemde maşuk-i vicdanıdır! Beka namının her zaman yârıdır. Fena bilmeyen varsa asandır! Odur sade pirâye-i hafızam! Ne var başka sermaye-i hafızam? Hayalîm onun mehbitin-nurudur, Gözüm gerçi müştakı, mehcûrudur! Cebin-i mübininde lâmi dehâ! Cemal-i kemalinde sâti zekâ, Nigâhında bir hâriku’l-âdelik! Külahında pejmürdelik, sadelik! Tekellüften asude, bî-kayd ü bak, Kalender, abâpûş bir pir-i pak! Gelir hatırımda tecessüm eder, Zarifane güya tebessüm eder! Fakat öyle bir hoş sabâhat ile, Ki subhunda yoktur baharın bile! Edibane bin nükte eyler beyan, Hakimane çok bahs eder dermeyan. Biraz lâubalicedir meşrebi! Taassub götürmez imiş mezhebi! O söyler de ben istimâ eylerim! Coşup kâh olur kim sema eylerim! Semâ: Gökyüzü. İstimâ: Birisinin ziyaretine gitmek. Ma’şûk: Aşk ile sevilen, sevgili. Sanî: İkinci. Müdânî: Yakın. Eş. Benzer. Cemâl: yüz güzelliği. İstitâ’at: Tâkat getirmek. Nigâh: Nazar etmek, bakmak. Pejmürde: Dağınık. Bûstan: Bağ bahçe. Letâif: Latif duygular. Pîrâye: Süs. Cebîn: Korkak. Mehbit: Bir şeyin indiği yer Subh: Sabah vakti. Mehcûr: Uzaklaşmış. Tekellüf: Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak. Mevâiz: Öğütler, nasihatlar. Abâpûş: Aba giyen, derviş. Tecessüm: Cisim şekline girmek. Subh: Sabah vakti Sabâhat: Yüz güzelliği. Lâmi: Parlak. Parlayan. Parıldayan. 421 Benim şeyh-i sâhib-fütûhum odur! Delilim müzekkî-i ruhum odur! Durun, söylüyor, şöyle bir dinleyin! Hakikat nasılmış görün belleyin: “Benî âdem a’zâ-yı yek-dîgerend.” “Ki der âferîneş zi yek gevherend.”* Fütûh: Fetihler. Şeyh: Yaşlı adam. Müzekkî: Temizleyen, ıslah eden, tezkiye eden. A’zâ: Bedenin her bir uzvu. Yek-dîgerend: Bir başkası. Gevherend: Akıl ve edep. Resimli Gazete, no. 68, s. 806-807, 19 Mart 1314 (31 Mart 1898). Manzume, Sadi’den alınmış beyitlerle, yirmi mısra daha Farsça olarak devam etmektedir. Manzumenin altına “Resimli Gazete” adına, şairi tebrik ve teşvik etmek için şu dört beyit eklenmiştir: Yaz ey şâir-i ter-zebân durma yaz, Bu tavır, bu ahenk pek dil-nüvaz. Bu nitâk u teşhisine bî-gümân, Olur rûh-i “Sadi” de takdîr-hân. Bilir birbirin ehl-i hâl ü kemâl, Eder dâima hikmete imtisal, Bu feyz ü bu im’ân u bu i’tibâr, Nasıl olmasın bâis-i iftihar. * 422 FAHREDDÎN RÂZÎ Namı sernâme-i manzumem olan Fahreddin, Yedi yüz yıl kadar olmuş, olalı huld-güzin. Elli altmış sene tahsil ile uğraşmışken, Hikmetin, marifetin gayetini aşmışken. O dehasıyla, o fazlıyla diyor kim “Eyvah! Olduğum var ise ömrümde nihayet agâh. Sade mahiyet-i aczimden ibaret kalıyor! Anlaşılmaz hele binlerce hakikat kalıyor. Hâke ricat ediyor gerçi bu fani ecsâd, Hangi yer olsa gerektir fakat ervaha meâd? Öyle pek namütenahi değil idrak-i beşer, Halli matlûb mesâil ise bitmez, o biter! Yer gelir hiç yürümez sendeki ilm-i ma’kûl, Orda kösteklidir ikdam-ı terakki-i ukûl. Ah yetmiş iki yıl daim olan devr-i hayat, Bana bir fâide bahş etti mi sandın? Heyhat!” *** Bunu ben söylemiş olsam olamaz tesiri, Düşünün âlemin üstadı olan nihrîri! Öyle nihrîr ki asrında geçen cümle ulûm, Ona malûm idi hem öyle ki cidden malûm. Fıkh u tefsirde, mantıkta, riyazîde imam, Tıbda, heyette, akâidde serefrâz-ı enam. Görmedik kimsede Râzî gibi her fende rüsûh, Beşerin kârı değildir bu kadar fende rüsûh! Sernâme: Ön söz. İkdâm: Gayret ve sebat ile çalışmak. Huld: Ebedilik. Ukûl: Akıllar. Güzîn: Seçilmiş. Fâide: Kazanç Agâh: Haberdar. Nihrîr: Tecrübeli. Mâhiyyet: Bir şeyin içyüzü. Tefsir: Gizli bir şeyi aşikâr etmek Ric’at: Geri dönme. Riyâzî: Hesap ve hendeseye dair. Akâid: Akideler. İnanışlar. Ervah: Ruhlar. Me’âd: Ahiret. Serefrâz: Gizli âdet, haslet iyi huy. Mütenâhî: Sonu gelen. Rüsûh: İlim ve fennin derinliğine sahip olma. Mâtlub: İstek, istenilen şey. Enam: Halk. Mesâil: Meseleler. 423 Bilir erbabı ki bir mesleğe hakkıyla vukuf, Ona tahsis-i hayat etmeye ancak mevkuf! Akla hayret veriyor işte bununçün Hazret, Bu ne himmet, ne metanet, ne dehadır? Hayret! Bilemem şahide muhtaç mıdır davamız? Haydi olsun! Ne olurmuş; değiliz ya aciz. Bunca asar-ı hakimânesi var ellerde, Sade ellerde değil, birçoğu da ezberde! Bu kütüphane-i âlemde “Mefâtîhu’1-Gayb” Duracak şân u şerefle ebediyyen lâ-reyb. Hazret’in kuvvet-i irfanını nâtık o eser, Payidar olsa gerek metn-i semavîsi kadar! Nass-ı katı gibidir ordaki ahkâm bütün, Hangi bir mebhası şayeste-i tariz bugün? *** Bir gün Üstâd-ı muazzam oturup ağlarken, Biri gelmiş yanına kendi ehibbâsından, Hazret’in hâlini gördükte ma’al-istiğrâb. Sormuş esbabını almış bakınız böyle cevap: “Tam otuz yıl ki hakikat diye neşr eylediğim, Bir mühim meseleden şimdi habir oldum kim, Başka bir türlü imiş bense hata eylemişim; Anladım zannederek anlamadan söylemişim! İşte mahvoldu bir anda o kadar yıllık emek! Ye’si tadil ne mümkün, bana durmak ne demek? Ya bugün hak görünen şeyde nedir elde senet? Ki yarın olmayacak böylece şayeste-i ret!” Sıyt-ı irfanı semalarda gezen Fahreddin, Görerek aczini olmakta iken ser-bezemin. Ne bu tavrın, ne bu vaazın senin ey gerdenkeş, Üç buçuk söz ile allâme mi oldun a gebeş! Ne küçük der, ne büyük der, ne selef der, ne halef. Erbâb: Ulu. Şâyeste: Uygun. Mebhas: Bahis. Vukuf: Bir şeyi bilme. Ehîbba: Dostlar. Gerdenkeş: Âsi, serkeş, isyankâr. Mevkuf: Durdurulan. İstiğrâb: Araplaşmak. Selef: Eskiden olan. Reyb: Şüphe. Neşr: Yaymak. Halef: Birinin yerine sonradan geçen kimse. Nâtık: Konuşan. Habîr: Taze ve yeni şey. 424 Sade tahkire yürürsün bu mudur sence şeref! Niçin eslâfı muhakkar görelim ey ahlâf! Biraz insaf gerektir bize insaf, insaf! *** Ben demem eldeki asar ile kani olalım, Müteceddidlere, say ehline mani olalım! Gayret erbabını hürmetle telakki ederiz Ne demek? Çünkü biz onlarla terakki ederiz. Biliriz biz ki oturmakla yol almak olamaz, Bunca akvam giderken geri kalmak olamaz. Bakın eslâf nasıl say-i beliğ etmişler? Hangi himmettir o himmet ki diriğ etmişler! Biz de onlar gibi cehd eyler isek elhâsıl, Oluruz kâbe-i ulyâ-yı merama vasıl. Demiş olsak, selefin yazdığı asar yeter, Ayb olur... Onları teksirdedir çünkü hüner. Demiş olsak, o kütüphanelerin hepsi bugün, Köhne şeyler ile malî bırakın da çürüsün! Duyan erbâb-ı dirayet diyecek, aşk olsun! Yazalım da şu hakimane suhan meşk olsun! Oğlum onlar çürümez taze durur haşre kadar Sen çürürsün, buna yoktur ya sözün zerre kadar! *** Sevk-i mebhasle sadedden azıcık dür oldum, Herkesin bildiğini yazmaya mecbur oldum. Fazla sözler deveran eyledi madam, yine, Bahsi irca edelim hazret-i Fahreddin’e. Ruh-i mağfurunu takdis edelim, şad edelim, Nam-ı ulvîsini hürmet ile irad edelim, Şan-ı irfanına hayrettedir erbâb-ı kemal. Tahkîr: Hareket etmek. Cehd: fazla çalışma. Mebhas: Bahis. Eslâf: Geçmişler. Elhâsıl: Hasılı. Mağfur: Rahmetlik olmuş. Muhakkar: Hakir görülen. Ulyâ: Pek büyük. Îrâd: Söylemek. Ahlâf: Sonra gelenler. Erbâb: Ulu. Ulvî: Yüce. Müteceddid: Yenilenen. Hakîmâne: Hükmederek. Beliğ: Yeter olan. Suhan: Törpü. Dirîğ: Koruma, esirgemek. Haşr: Bir yere birikmek. 425 Kimi bulmuş sana tarih, seleflerde misal? Sade mazide mi takdir olunurdun, heyhat! Sana hürmette kusur etmeyecek istikbal, Her zaman âlemi tenvir edecektir feyzin, Bu ufuklarda müdâmen kalacaksın cevval, Nasıl olsun bu kadar şaşaa pâmâl-i zeval, Ebediyet seni etmekte iken istikbal? Milletin mefhar-i şan-âverisin, Fahreddin! Allah Allah bu ne parlak, bu ne ulvî ikbal? Nâm-ı pâkin cevelân eyleyecek maşrıkta, Dâim oldukça bu âlemde esîr-i seyyâl Tuttuğun mevki’e -varmak hele dursun şöyle! Sanırım eyleyemez bir çoğumuz sevk-i hayâl! Yürümez oldu kalem şerh-i kemâlâtında O da benden daha râcil, daha mahrum-i mecal, Hiçbir nazım-ı şûrîde-serin kan mıdır? Böyle bir bahsi tutup eyleyebilmek ikmal? Artık evsafını ihsâya çalışmaktan ise, “Bârekâllâh!” Deyip etmeliyim hatm-i mekâl.* Selef: Eskiden olan. Şerh: Açma, genişletme. Tenvîr: Aydınlatma. Kemâlât: Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Râcil: Yürüyerek. Seyyâl: Akıcı şey. Feyz: Ölmek. Şûrîde: Perişan. Müdâmen: Devam eden. İkmâl: Tamamlamak. Cevval: Dâim hareket hâlinde olan. Evsâf: Vasıflar. Pâmâl: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş. İhsâ: Saymak, sayılmak. Mefhar: İftihara vesile olan şey. Bârekâllâh: Allah mübarek etsin! Pâki: Temizlik. Hatm: Kırmak. Cevelân: Dolaşma Mekâl: Söz. Maşrık: Gündoğusu. * Resimli Gazete, no. 71, s. 842-843, 9 Nisan 1314 (21 Nisan 1898). 426 MUHÂTABE-İ ŞEM’ Ü PERVANE TERCÜMESİ Durur hatırımda o leyl-i hazin, Ki bîdâr idim, ansızın bir enin, İşittim garîbâne Pervane’den, Diyordu yanan şema: “Ey şem! Ben, Feda-yı garâmım, yanarsam bile, Revadır bu vecd ü tehalük ile. Mehâfil vücudunla nevvâr iken, Senin sûzişin, giryen âyâ neden?” Duyunca bunu şem’-i âteşzebân, Dedi: “Ey hevâdâr-ı nâ-mihribân, Bana yâr-i şirin idi engübîn, Nasıl olmayım şimdi matem-güzîn? Firakıyla Şirin’imin dâğdâr İken yanışım çok mu Ferhat-vâr?” Gözünden hurûş eyleyen seyl-i nâr, Sararmış yüzünden ederken güzâr, O ateşli yaşlar, o muhrik figan, İçinden şu sözler olurdu iyân: “Nedir aşktan böyle dem urduğun? Ki yoktur ne sabrın, ne de durduğun. Harîfân-ı aşka, en evvel gerek, Tevekkül, tehammül, sebat eylemek. Sebat eylemek nerde? Heyhat, sen! Leyl: Gece. Girye: Gözyaşı Bîdâr: Uykusuz. Âyâ: Acaba. Enîn: Acı ve sızıdan inleyiş. Sebat:Yerinden oynamamak, dayanmak. Garâm: Helak. Mihribân: Muhabbetli, sevimli. Vecd: Aşk, muhabbet. Engübîn:Bal İyân: Aşikâr. Güzâr: Geçiş, geçme. Tehalük: İstekle atılma. Güzîn: Seçilmiş. Firâk: Ayrılık. Muhrik: Yakan, yakıcı. Harîfân: Herkes kendi masrafını, hissesine düşeni vermek suretiyle, ortaklıkla yapılan. Nevvâr: Nurlu, aydınlık. Dâğdâr: üzüntülü. Sûziş: Yakma. Hurûş: Coşma 427 Kaçarsın hemen ham bir şuleden! Ben istâdeyem büsbütün ihtirâk, İçin işte mihrak-ı hasrette, bak. Bu sûzişli feryatlardan utan! Senin per ü bâlinse ancak yanan, Ya görmez misin ki lehîb-i garâm, Benim yakmada cismimi bi’t-tamam! Evet, revnakım meclis-efrûzdur; Fakat çektiğim derd-i dilsûzdur!” Henüz geçmeden leylden çok zaman, Mumu üfledi bir perî nâgehân. Diyordu o en son deminde bile, Serinden çıkan dûd-i sevda ile: “Budur işte pâyân-ı edvâr-ı aşk, Benim varsa ancak fedakâr-ı aşk! Eğer aşkı öğrenmek ister isen: Bir ateş ki yok kurtuluş, ölmeden!”* Şu'le: Alev. Efrûz: Parıltı. İstâde: Ayakta durmuş Leyl: Gece. Mihrâk: Çok hareket eden. Nâgehân: Birdenbire, ansızın, âniden. Sûziş: Yakma Dûd: Duman. Per: Kanat. Pâyân: Kenar, uç. Bâlin: Yastık. Garâm: Helak. Lehîb: Zayıf deve. Servet-i Fünûn, c. 16, no. 401, s. 167, 170, 5 Teşrînisânî 1314 (17 Kasım 1898). "Bedâyi’ü’l-Acem" yazısı içinde. Sadi’den tercüme. * 428 HERSEKLİ ARİF HİKMET* Ömrü koşmakla, didinmekle geçen hane-harap, Gece olmaz mı, kalır düştüğü yerde bî-tap. Ben de bilmem ne sabahıydı çıkıp ianemden, Dâne-çîn olmak için say-i sefîlânemden, Hayli dağ aşmış idim, hayli yar inmiş idim; Akşam olmuştu da bir yer bularak sinmiş idim. Uyuşukluk iken ekser benim uykum, heyhat, O gece uğramamıştı yanıma hiç şubat.* Asabî bir heyecan kalbimi ezmekte idi: Vâhimem ufukta bir hâdise sezmekte idi. Ortalık sütre-i sevda-yı şeb altında hazin, Bir kıyafet ile olmuş idi ârâm-güzîn. Maddiyat ile ruhum da olup hem-ahenk: O karanlıkta kesilmişti hayalim şeb-renk! Meşeler serv gibi hatıra-ferma-yı mezar, Hep mekâbirdi bütün meşcere-i velveledâr.* Dereler ömr-i beşer-vâri akıp gittikçe, Öteden dağları tabut hayal ettikçe, Baykuşun nevhası telkin gelir oldu bana; Çeşm-i vehhâmıma makber gibi darlaştı feza. Asuman bir âdem-âbâd gibi hiça-hiç, Görünüp cismimi etmekte idi piçâ-piç. Dedim: “Allah, bu kâbus mudur yoksa nedir?” Ruh-fersâlık için her demi güya senedir.* Dâne: "İtaat etti. İtaatli oldu, boyun eğdi, aziz oldu" manasında fiil. Meşâcir: Ağaçlık yerler. Çin: "Derleyen, toplayan" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Ârâm-güzîn: dinlenmek için oturan. Vehmeden, kuran. Buyurucu. Vâhime: Fermâ: Nevha: Ölüye sesli ağlamak. Sütre: Perde, örtü. Mekâbir: Mezarlar. Şeb: Gece, karanlık. Meşcere: Ağaçlık yer. Pîçâ-pîç: Karma karış, pek dolaşık, kıvrım kıvrım. SM, c. 2, no. 27, s. 6-8, 12 Şubat 1324 (25 Şubat 1909). Manzumenin sonunda 13 Haziran 1319 (26 Haziran 1903) tarihi vardır. * Son iki beyit yoktur. Onların yerinde şu üç beyit vardır: Sağa koştum, sola koştum, tepelerden indim: Geç vakit oldu... Bulup kuytuca bir yer sindim. Gündüzün durmayan âvârelerin nevmi şubat denilen bir uyuşukluk olacakken heyhat. Uyku imkânını selbeyledi hissim o gece... Kuru bir tahtanın üstünde tekerlendikçe. Bu mısraın yerine: Bir mehabetle ederken beni evhâmgüzîn. * Bu beytin yerine: “Karşıdan bir meşe bir servi kadar mûhişti! Hep mezarlıktı nigâhımda meşâcir şimdi!” * Son iki beyit yoktur. * 429 Ben o fetret batağında nice dem çalkandım,* Sonra bir sevk-i tabiîyle hemen davrandım. Belki bir hem-dem arar da bulurum ümmidi, Bana Mecnun gibi vadileri devrettirdi! Kim olur hiç o muvahhiş dem-i tenhâyîde? O zaman garp bile şark gibi hâbîde! Yalınız encüm, o milyarla mesâbîh-i ezel, O kanâdîl-i ziya-küster-i nur-i evvel, Zindedârân-i şebin haletini andırarak, Bakıyorlardı birer gözle ki gayet parlak. Dönüyorlar idi pervane-i avare gibi... O ne lemaydı, ne cezbeydi, aman yâ Rabbi! Dalmışım ben o temaşa-yı safa-avare de, Gitmişim fecre kadar farkına varmak nerede! Ortalık açtı, kapandı gözü hep ecrâmın, Oldu asan nümûdâr batan hülyamın. Az zaman sonra uyandı bütün erbâb-ı hayat, Sıyrılıp gitti kefen-vâri ridâ-yı zulemât; Yeniden başladı eşbâhta hiss ü hareket, Aldı tatil edilen seyrini faaliyyet. Ben de terk eyleyerek olduğum avare yeri, Yürüdüm hissime peyrev olarak hep ileri. Fetret: Uyuşukluk, zayıflık. Şeb: Gece. Bîhuş: Akılsız. Sersem, bunak. Temâşâ: Hoşlanarak bakmak. Muvahhiş: Vahşet veren. Safâ: Eğlence. Tenhayî: Yalnızlık. Ecrâm: Ruhsuz büyük varlıklar. Dem: Kan. Nümûdâr: Görünen. Hâbîde: Uyuyakalmış. Zulemât: Karanlıklar. Encüm: Yıldızlar. Ridâ: Örtü. Mesâbîh: Lambalar. Eşbâh: Şahıslar. Kanâdîl: Kandil. Peyrev: Ardı sıra giden. Ziyâ: Aydınlık. Nûrı: Nura ait. Zindedârân: Gece uyumayan, uyanık kalan. * Bu mısraın yerine: Önce bîhuş düşüp kendimi ölmüş sandım... 430 Yürümez olsa idim... Âh belâ karşı imiş: Yolumun uğrağı zira ufak bir çarşı imiş. Bir müvezzi’ çıkıverdi önüme, ben de, “Tamam, Bari bir meşgale olsun!” diye aldım İkdam;* Atladım baştaki dibaceyi, tevcîhâtı, Sonra gözden geçirip şöyle “siyâsiyâtı”. Çevirince öteki yaprağı birden, bire âh, Oldu çeşmân-i felaket-zede, mâtem-âgâh:* “Haber aldık ki vefat eylemiş Arif Hikmet, Eylesin ruhunu Allah garîk-i rahmet...” Gibi hâyîde beş on cümle-i malûme o gün, Bezi olunmuştu bütün fazıl-ı yektamız için... Bu ne dehşetli haber! Öldü mü Arif Hikmet? Kapasın defter-i eslâfı da artık millet. O ne kıymetli vediaydı seleften halefe, Hayf, şad hayf ki düşmüştü yed-i nâ-halefe. Utan ey kavm ki Hikmet gibi ashâb-i kemâl, Ediyor sicn-i sefalette hayatı ikmal. Var olun ey süfehâ, Hazret’i mahveylediniz, Ölmemişken, aman ölsün diyerek beklediniz! Öyle dürdâne-i irfana kıyar mı insan, Utan ey ümmet-i merhume, şu namından utan! Enbiya vârisine böyle mi hürmet edilir, Size bunlar gün olur öğretilir, söyletilir. Müvezzi: Dağıtıcı Çeşmân: Gözler. Eslâf: Geçmişler. İkdam: Gayret ve sebat ile çalışmak. Âgâh: Haberdar. Vedî’ay: Emanet. Peyke: Tahta sedir. Gârik: Boğulmuş. Selef: Eskiden olan. Dibace: Başlangıç Hâyîde: Çiğnenmiş. Hayf: Haksızlık. Tevcîhât: Verilmiş rütbeler. Fâzıl: Üstün kimse. Halefe: Birinin yerine sonradan geçen kimse. Süfehâ: Sefihler. * Sicn: Hapis. Enbiyâ: Nebiler. Yed: Yardım. İkmâl: Bitirmek. Dürdâne: İnci tanesi. Bu beyit yoktur; yerinde şu üç beyit vardır: Sekiz on evli köyün bir o kadar kahvesi var! Peykeler dopdolu: Kasvet gibi çökmüş ağalar. Kimsenin saye-i şahanede endişesi yok... “Bakkal ekmek veriyor, her şey ucuzluk, bolluk.” Yatıyor leş gibi yerlerde geniş bir gazete, “Kaldıran yok...” dedim, eğlenceyi buldum işte: * Bu beyit yerine aşağıdaki beyit vardı: Bakalım başka ne var sonlara doğru derken, O siyahnâmeyi topraklara attım yeniden! 431 Garp heykel dikiyor namına ehl-i hünerin, Sökeriz bizse mezar-taşını bîçârelerin. Fuzalâ Garp’te binlerle sayılmakta iken, Kadr ü kıymetleri asudedir eksilmekten; Bizde yüz yılda bir âdem yetişirken, o bile, Hiç mazhâr olamaz zerre kadar tebcile. Bu mudur din, yazık, hey gibi İslamiyet, Bizi gördükçe utansın bütün insaniyet. Şark, bir hufre-i nisyana atar da öleni, Öldürür sonra onun namını yâd eyleyeni. Garp’ta öldü mü bir ehl-i fazilet faraza, O bulur hatır-i millette hayat-ı uhrâ. Bizde ölmüş fuzalânın çoğu hattâ gidiyor, Buluyor Garp’ta asarı gibi feyz-i nüşûr. Sürünüp de ölen erbâb-ı meziyet burada, Sürüyor, hâle bakın ömr-i müebbet orada! Size öğretmededir Şark’ı da müsteşrıklar, Utanın kukla kıyafetli beyinsiz şıklar!* Kafanın dış yüzü benzer, bu kolay, Efrenc’e... İçini onlara benzetme hünerdir bence... Bize insan demek insanlığa bir bühtandır, Nâtıkız, doğru, fakat silsilemiz hayvandır! Kadr: İtibar. Asuda: Rahat. Tebcîl: Ağırlamak. Hufre: Oyuk. Nisyân: Unutmak. Ehl: Alışık olduğumuz. Faraza: Mesela. Uhrâ: Diğer, başka Fuzalâ: Faziletliler. * Feyz: Ölmek. Nüşûr: Neşirler Meziyyet: İyilik. Müsteşrık: Garplı âlim. Bühtan: İftira. Nâtık: Konuşan. Beşeriyyet: İnsanlık. SM neşrinde bulunan bu mısra, İbnülemin neşrinde yoktur. 432 “Bari son hizmeti olsun görelim!” fikriyle, Tuttum İstanbul’a doğru yolu âvâre-misâl, Öyle bir hâl-i garabetle ki tasviri muhal, Evvelâ yâr-i vefâdârım Edip’e gittim, Hikmet’in öldüğünü kendine ihbar ettim. O haberdar imiş evvelce esasen benden, Okumuş zannıma İkdam o sabah erkenden. İki matem-zede düştük yola, hem-râh olarak, Öyle bir yolculuğu bir daha göstermeye Hak! Etmedik yolda teâtî iki sözden fazla, Sade gittik sebebi mübhem olan bir hızla. Müteessir o, ben ondan daha mahmur u harap, Kimde var tâb-i suhan her ikimiz de bîtap.* Hikmet’in hanesi Şehzâdebaşı’ndaydı ki biz, Doludur halk ile zannetmiş idik her ikimiz. Bir de vardıkta ne görsek koca bir cemm-i gafir: Beş on âdemle beş on zâkir ü derviş-i ecir! Cemm: Çokluk. Gafîr: Mağfiret eden, kusurları örten, afveden Allah (C.C.) Mübhem: Belirsiz. Gizli. Te’âtî: Karşılıklı alıp vermek. Tâb: Parıltı. Suhan: Törpü. Zâkir: Zikreden, zikredici. Ecîr: Sevap. Son altı beyit yoktur. Onların yerinde şu iki beyit vardır: Doğru İstanbul’a indim, oradan bir tirene, Atlayıp yâr-i vefâdârım Edîb’in evine. Gidiyordum... O da gelmekte imiş, karşılaşıp, Eyledik bildiğimiz bir yolu artık takip. * 433 Bir bulut kaplayarak beynimi işte o zaman, Etti didemdeki avare dumûum feyezan. Yüklenip didemdeki avare dumû’um mahmil-i tabutu musallaya kadar, Sonra ettik oradan belde-i emvâta sefer. Yolda üç beş kişi gerçek daha peyda oldu, Ehl-i teşyi o zaman yirmiyi ancak buldu! Kimdi bunlar, bilemem, saymağa var mı hacet, Olsa bi’1-farz neden külfete mecbûriyyet... Biz idik der isem en hallisi mevcudun eğer, Var kıyas eyle kalanlar ne kâbil âdemler!* Hikmet’in tercüme-i hâlini yazmış üdeba, “Sen de yaz bir iki söz...” dendi, münasip amma, Hazret’in pâye-i irfanına şayan olacak, Sözü bîvâye hayalim ne yapıp da bulacak! Öyle bir fâzıl-i nihrîr idi Arif Hikmet Ki onun mislini nadir görecektir ümmet. Has idi kendine pek şanlı olan vadisi, Ümmetin oydu hakikatte hele Sadi’si. Şiir-i lahut-i güzînânesi ilham bütün, Nesri hep terceme-i vâzih-i âyât-ı ledün. Seyf-i meslûl-i hakikat gibi gâhî kalemi, Görünüp bâtıla eyler idi mevâ ademi. Gâh ney-pare-i mansûr gibi cûş ederek, Duyururdu dem-i can-bahşini yüksek yüksek. Neydi Allah o enfâs, o kudsî nefehât, Ki verirdi “ve nefahnâ”da olan ruha hayat, Dumû’um: Göz yaşları. Mahmil: Bir ibareye hamledilen mana ihtimallerinden her birisi. Emvât: Ölüler. Üdebâ: Edipler. Bîvâye: Mahrum, nasipsiz. Nihrîr: Tecrübeli. Lâhût: İlâhî âlem. Güzînâne: Seçilmiş. Vâzih: Meydanda, apaçık. Ledün: Sırasında, yapıldığında. Meslûl: Çekilmiş. Me’vâ: Mekân. Ney-pâre: Kamış parçası. Enfâs: Nefesler. Nefehât: Esintiler. * Son iki beyit yoktur. Hazret’in defni uzun sürmeyerek pek öyle, Ben çekildim oradan Neyzen-i âvâre ile. 434 Hele bezmindeki ezvâk... O bir âlem idi, Öyle âlem ki durur yâdı gönülde ebedî. Gâh Sahban kesilip Ârif-i pâkîze-nijâd, Bize yüz hutbeyi bir anda ederdi îrâd. Gâh ihya ederek Hazret-i Muhyiddin’i:* Hep Fütuhat gelirdi o zaman telkini. Ağlatır meviza-pîrâlığa meyleylerse, Güldürür nükteli bin sözle eğer söylerse.* Üdeba-yı Acem’in ekseri mazbutu idi, Arap’ın birkaçı bilhassa magbûtu idi. Edebiyyâtımızı öyle bilir şair ben Görmedim, hem göremem şimdiki şairlerden.* Hangi bir nadire-i şiir olunursa inşâd, Altını üstünü ezberden okurdu üstâd; Hangi bir mebhas-i hikmet sürülürse ileri, Bırakırdı onun efkârı hep arayı geri. Bezle-gûlukta Ubeyd’in bile fevkinde idi, Akla gelmez nüketin kendisi farkında idi. Gâh tarihe dalıp gitmiş olan asârı, Gösterirdi bize tasvir-i füsun asarı. Canlanıp feyz-i beyanıyla rical-i millet, Bezm-i ervaha dönerdi o zaman cemiyyet. Ben beş on meclisinin mahremi oldukta dedim: “Böyle bir şey olacak Garp’taki ispirtizm!..” Ezvâk: Zevkler. Pâkîze: Temiz, pak. Nijâd: Nesil, soy, neseb. Îrâd: Getirmek. Söylemek. Fütuhat: Fetihler, zaferler, galibiyetler. Meviza: Öğüt. Mazbut: Sağlam. Derli toplu. Korunmuş. Magbût: İmrenilmiş, gıpta edilmiş. İnşâd: Şiir okuma. Mebhas: Bahis. Bezle: Lâtife, hoşa giden kibar ve nazik söz. Füsun: Şaşırtıcı. Büyü. Rical: Erkekler, er kişiler. Ervah: Ruhlar. Canlar. Gah temsîl ederek neşve-i Muhyiddîn’i. Bu beyit, dört beyit aşağıda: «Bırakırdı onun efkârı...» mısraından sonra gelmektedir. * Fevziye Abdullah Hanım, gördüğü bir yazma nüshada bu beytin şöyle olduğunu kaydediyor (Mehmet Akif, 2. b., s. 243): Hele Osmanlı edebiyyâtını merhum kadar. * * 435 Münkeşifti bütün atî nazar-ı nafizine, Hâl olmuştu hakikat ona bir ayine. İşte meydanda Levâmi’le Levâyih duruyor, Bütün elvanına bak Sânihalar mevc uruyor. Yâ o Misbâh ne ulvî, ne kadar parlaktır, Çâr-rükn-i edebin çârumu dense haktır. Hele Divan’ı için söyleyecek söz bulamam, O kadar doğrusu idrakime mağrur olamam. Arap’ın şair-i yektası Cerîr’in bir gün, Sorulur reyi beş on nâbiga-i şiir içün; Serdeder her biri hakkındaki efkârını da, Sıra Hansâ’ya gelince durur artık orada. Sonra huzzâr, “Neye sustun?” diye sordukta, Cerîr, Der, “Onu çünki benim haddime düşmez takdir!” Hikmet’in şiiri de ayniyle budur şimdi bana, Tanıyan görmemişim, varsa, edilsin ihtar. Ben dahî bilmeliyim mevkimi doğrusu ya!* “İyiydi, hoştu; fakat meşrebi rindane idi, Laubaliliği vardı...” deniyor. Dur şimdi, Düşünülsün bu da bir söylenecek laf mıdır; Laubaliydi demek Hazret’e insaf mıdır?* Laubaliydi, fakat kimlere karşı acaba? Kimdi bî-çâreyi baştan çıkaran ehl-i hevâ? Böyle kavmin içine düşmüş olan âdemden, Tavr-ı ciddi mi, kuzum bekleyeceksin, daha sen? Münkeşif: Açılmış, meydana çıkarılmış. Nafiz: İçe işleyen. Levâmi: Parıldayan şeyler, nurlar, parıldamalar. Levâyih: Parlak. Meydanda. Aşikâr. Hatıra gelen. Elvan: Renkler. Muhtelif görünüşler. Sâniha: Zihne gelen fikir. Mevc: Dalga. Misbâh: Lamba. Ulvî: Yüce. Çâr: Dört. Cihâr. Rükn: Direk. Esas. Nâbiga: Şanı, şöhreti büyük adam. Serdet-: Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak. Efkâr: Fikirler. Düşünceler. Huzzâr: Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve göz önünde olanlar. Mevk: Yer. Meşreb: Huy. Yaradılış. Ehl-i hevâ: Heves/eğlence ehli. * Son sekiz beyit yoktur. * Düşünülsün bu da bir söylenecek söz mü kuzum? 436 Öyle bir kavm ki dinlerse nevâ-yı ninni, Gibi dinlerdi onun zemzeme-i hikmetini! Öyle bir kavm ki Âşık Ömer’i ezberler, Sonra Kur’ân’ı sıkılmaz da yüzünden heceler. Öyle bir kavm ki Köroğlu’na peygamber der; Sonra peygambere binlerce hata nispet eder! Öyle bir kavm ki tahsili tanır da bidat; Kara cahilliğe Sünnet gibi eyler hürmet! Öyle bir kavm ki her yaveyi bir ilm sanır, Öyle bir kavm ki hep meskeneti hilm tanır. Düşünülsün ki bu merkezde iken hâl-i muhit, Hazret’in tavrını talil de olmaz mı basit? Bir gün ez-cümle huzurunda idim ben de evet, Galiba Sânihalar’dan okuyordu hikmet. Çıkageldi biri bin yâve-serâlık ederek: Ben sıkıldımsa da Hazret ne desin? Hoş görecek! O devam eyledi bahsinde vakürâne yine... Beriden susmadı heyhat bu divane yine. “İyi amma a efendim!” diye en sonra o har, Laubaliydi evet, yok onu inkâra lüzum. “Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler!” Şiir-i marufunu bir tavr ile inşâd etti... Hikmet’in sabrı da aramı da elden gitti: Gayr-ı mekşûf girîbân-ı şutumu açtı, Tatlı dilden ona bir hayli söğüşler saçtı.* Haydi şimdi bulunuz haksız olan yer neresi? Bana kalsaydı döverdim alimallah teresi! Nevâ: Ahenk, ses. Meskenet: Miskinlik. Tembellik. Sâniha: Zihne gelen fikir. Vakürâne:Ağırbaşlılıkla.Temkinle. Girîbân: Elbise yakası. * Zemzeme: Nağme, hoş ses. Bid’at: Sonradan çıkarılan âdetler. Hilm: Doğuştan olan huy yumuşaklığı. Talil : Bahane. Yâve-serâ: Yalan söyleyen. İnşâd: Şiir okuma. Maruf: Bilinen, tanınmış. Mekşûf: Açık. Belli. Alimallah: Allah en iyi ve en çok bilendir (meâlinde.) Bu beyit yoktur. 437 İşte, Hersekli budur, böyle bilin ey ahlâf, Neyseler öyle tanınsa ne güzeldir eslâf! Âh, biz kendimizi bilmiyoruz, nerde selef, Çalışın haydi çocuklar sizin olsun bu şeref!* Geçmişe rahmet okuttuk bu güzer-gâhta biz, Bari canlandırınız ümmet-i merhumeyi siz... Arif, bize sen bârika-i hikmet-i Hak’tın, Dar geldi cihan şaşaa-i feyzine, baktın, Yükseldin ufuktan bizi zulmette bıraktın. Mademki bir gün gelecek ayrılacaktın, Evvel ne için kalbimizi nârına yaktın! Yüksel, daha yüksel, bu tealiyi tamam et, Aksâ-yı makâmâtı kemâlinle makam et, Tâ sine-i lâhûtu yarıp rekz-i hiyâm et; Ervah-i şehidân-ı hamiyyetle hıram et, Gör âşık-ı hürriyyeti bizden de selam et! Cismin duruyor sine-i makberde emanet, Yâdın buluyor hatıra-i ilimde hürmet; Ruhun yüzüyor âlem-i ıtlakta, Hikmet! Sen ölmeyeceksin, bu evet işte hakikat... Ben şimdi nedir anlıyorum zevk-i fazilet. Ahlaf: Halefler. Sonra gelenler. Selef: Eskiden olan. Evvelce bulunmuş olan. Bârika: Parıltı. Parıldayan. Zulmet: Karanlık. Aksâ: En uzak. Lâhût: İlâhî âlem. Hiyâm: Çadırlar. Şehidân: Şehitler. Hıram: Sallanma, salına salına naz ve edâ ile yürüme. Makber: Mezar. Itlak: Salıvermek. Bırakmak. * Eslâf: Selefler, evvelkiler, geçmişler. Güzer-gâh: Geçit yeri. Geçilecek yer. Feyz: Bolluk, bereket. Teali: Yükselme. Yüceltme. Makâmât: Makamlar, mertebeler. Rekz: Hicret. Gaza. Ervah: Ruhlar. Canlar. Hamiyet: Gayret. Son iki beytin yerinde şu beyit vardır: "Siz o Hersekli’yi tebcîl ediniz ey ahlâf, En büyük meslek-i irfanınız olsun insaf." 438 Ashâb-ı kemalin bugün efradı azaldı. Onlar da bütün kuşe-i mensiyyete daldı. Meydanı bakın bir sürü divaneler aldı. Yerleşti cebânet kökünü her yere saldı! Yâ Rab, bu günün akşamı ferdaya mı kaldı? Vaktinde çekildin hele, Hazret, içimizden. Zaten duramazdın duracak olsa idin sen: Artık bu ufuklar olamazdı sana mesken. Heyhat, bu hikmetleri hakkıyla bilirken Bilmem ki nedir şimdi bu feryat, bu şîven?.. İnleme, sızlanma. Arif, bize sen bârika-i hikmet-i Hak’tın, Dar geldi cihan şaşaa-i feyzine, baktın, Yükseldin ufuktan, bizi zulmette bıraktın. Mademki bir gün gelecek ayrılacaktın, Evvel ne için kalbimizi nârına yaktın!* 14 Kânûnisânî 1319 (27 Ocak 1904) Hâk-i pây-i ashâb-ı kemâl Mehmet Akif Ashâb: Arkadaş olanlar. Efrad: Fertler. Kuşe: Köşe. Mensiyyet: Unutulma, hatırdan çıkma. Cebânet: Korkaklık, ürkeklik. Şîven: İnleme, Sızlanma. Bârika: Parıltı. Parıldayan. * Şiir bir önceki kıtada bitmekte, yukarıda geçmiş olan bu kıta, tekrar edilmemektedir. 439 MUSAHABE — Yine şairleniyorsun... Ne dedin? Millet mi? Sana anlatsam eğer şimdi düşündüklerimi, Ebediyyen bu hayâlâta edersin de veda, Kalkar artık aramızdan bütün esbâb-ı niza. Hasta canlandı, o iş bitti, diyorsun... Heyhat! Olamaz böyle sefil ümmet için hakk-ı hayat! Duyulan nağme-i hürriyyet onun son nefesi... Yaşamaz yoksa emin ol ki bu barbar çetesi. Medenî Avrupa’nın dâmen-i irfanında. Asya’nın belki o kumluk Arabistan’ında, Lâşe hâlindeki bir devlete medfen bulunur... — Varsa dünyada siyaset o da hakka ki budur! Gladiston müteveffa bile eyler tahsin! Sen onun yoksa beyim nüsha-i sânîsi misin? Çünkü kalbinde bütün nutk-i hakimanenizin, Ruh-i bîzârı' tepinmekte o kart İngiliz’in! — Kim ne isterse desin... Ben pesimistim monşer! — Optimist ol demedik biz de ya... Lakin ben eğer Şimdi kalkar da niçin milletin atîsinden, Büsbütün kat’-ı ümit etmeli dersem... Beni sen, Hangi makul delilinle edersin ikna? Size zannım düşüyor şimdi “Hayâlâta veda!” Haberin varsa eğer memleketin hâlinden, Nâ-ümit olmayacaksın onun ikbâlinden: Ne yürektir kabaran sine-i milliyette! Onu bir kerre işit, sonra gelip ölmüş de. Hayâlât: Hayaller, hülyalar. Esbâb: Sebepler. Niza’: Çekişme, kavga. Heyhat: Eyvah, yazık, ne yazık. Dâmen: Etek. Kenar. Lâşe: Kokmuş et parçası. Medfen: Mezar. Defnedilen, gömülen yer. Müteveffa: Ölü, vefat etmiş, ölmüş. Nüsha: Yazılı şey. Sânî: İkinci. Hakimane: Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda. Bîzâr: Bıkmış, usanmış. 440 Önden evladını asker yapıyor, gönderiyor; Arkadan tarla, öküz bakmayarak hep veriyor: Gemi alsın bize millet, diye,. Yahu utanın, Cûd-i masumunu gördükçe bu öksüz vatanın! Pesimizmin yere batsın! Ona hakkın var mı? Sanki yıllarca çalışmış da bu bîkes kavmi, Adam etmek için, amali bütün mahvolmuş... Bu ne calî heyecanlar! Bu ne beyhude hurûş! “Doğru yol işte budur, gel!” diye sen bir yürü de, O zaman bak ne koşanlar göreceksin sürüde! Milletin yok deyip insanlığa istidadı, Bırakın siz de bütün sayi, bütün irşadı, Dağılıp herkesin efkârına binlerce semûm, Doğmadan ruh-i emel ölmeye olsun mahkûm! İki şeydir verecek mülke hayat-ı cavit; O da hiç gevşemeyen azm ile hiç bitmez ümit. Yeis ecelden daha salgın, ona yaklaşmayarak, Yaşamak isteyelim, hem ebediyen yaşamak. * Cûd: Cömertlik. Bîkes: Kimsesiz. Amal: Emeller. Arzular. Calî: Uydurma. Beyhude: Boş. Hurûş: Coşma. Gürültü. İstidad: Alışma. Say: Çalışma. İrşad: Doğru yolu göstermek. Efkâr: Fikirler. Semûm: Zehirli şey. Cavit: Sonsuz. * SM, c. 4, no. 81, s. 47, 11 Mart 1326 (24 Mart 1910). 441 HASBİHÂL Âh ki lebrizin iken kâinat, Sen yine ey yâr-i misal-i hayat, Burka-i mahfiyyete girmektesin; Dîdemi haybetle çevirmektesin! Kâbe-i dîdârını hülya ile, Rahlini şedd eyledi bin kafile; Mevkib-i enzâra fakat sedd-i râh Oldu o estâr-ı kesafet-penâh. Perde senin, emr senindir burun... Ben ne derim, tek bana gâhî görün. Ey bana dünyayı haram eyleyen, Ey bana dünyayı makam eyleyen; Çalkanıyor bim ile ümmidde, Sabrını seyret dile nevmidde. Çoktan olurdum hele makber-güzin, Olmasa âlemdeki feyzin mübin. Ömür benimçün bir ağır bâr iken, Serde sefer gailesi var iken, Sen beni tuttun, bana verdin sükûn. Buldu huzurunla teselli derun. Oldu şebâbım gibi hep münadim, Âh, o yıllar ki enîsin idim. Bezm-i kemalinde geçen demlerim, Yâdıma geldikçe figan eylerim. Yâdıma geldikçe dedim gafleten, Gittiği yok hatır-ı avareden. Lebriz: Taşkın. Haybet: İsteğine erememek. Mahrum olmak. Dîdâr: Mülakat, görüş. Rah: Yol. Şedd: Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma. Mevkib: Kafile. Alay. Enzâr: Bakışlar, görüşler. Seyr. Estâr: Örtüler, perdeler. Kesâfet: Bulanıklık. Kir. Penâh: Sığınma. Sığınacak yer. Bim: Korku, havf. Nevmid: Ümitsiz. Güzin: Beğenilmiş. Mübin: Açık. Bâr: Eziyet. Sıkıntı. Şebâb: Gençlik. Münadim: Meclis arkadaşı. Enîs: Dost, arkadaş. Bezm: Sohbet meclisi. Figan: Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma. Gaflet: Dikkatsizlik. Âvâre: Başıboş. 442 Olmasa eğlencem o hoş hatırat, Ben bu kadar eyleyemezdim sebat. Ey beni insanlığa irşat eden, Ey bana tavrıyla edep öğreten; Ey bana ahlâk nedir gösteren, Ey bana bin ders-i meali veren; Sen bana bir misli yok üstâdsın. Sen bana üstâd-ı Huda-dâdsın. Ben senin etvârına hayran olur, Ben seni dinim gibi ulvî bulur, Öylece takdis ederim daima. İster isen şâhid-i âdil: Huda! Bende hüner sorma, o devletli yok. Ehline hürmet arıyorsan o çok. Hiç demedim, hem de demem neyi var. Dilde âlâ yok, yalınız meyi var. İşte o meylim bile sayendedir, Varsa hilafım onu Allah bilir. Meyl-i âlâ var, onu isbât içün, Meyl-i derûnum sana kâfî bu gün. Meyl-i âlâ var diye fahr eylemem, Meyi değildir yalınız mültezem. Kesb-i âlâ etmeli insan olan, Meyi yetişmez yalınız bir zaman, Çünkü âlâ gûşiş-i tam istiyor; Durmasın ol kimse ki nam istiyor. Yok yere sahbâ-yı emel dolmuyor, Say-i beliğ eylemeden olmuyor. Sebat: Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak. İrşat: Doğru yolu göstermek. Dâd: Adâlet. Etvâr: Tavırlar, haller, davranışlar. Ulvî: Yüksek, yüce. Takdis: Büyük hürmet göstermek. Saye: Gölge. Hilaf: Ters, karşı. Muhalefet etmek. Meyl: Yönelme. Âlâ: Daha iyi. Pek iyi. Fahr: Övünme. Mültezem: Lüzumlu görülen. Gûşiş: Çabalama, uğraşma, çalışma. Beliğ: Yeter olan. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatan. 443 Hâb ile olmuşsa leyâlin sabah, Yok o seherden sana bir inşirah. Günler olursa güzerân zevk ile, Meyl-i âlâ nafile bir gaile. Olmalı encüm gibi şeb zindedâr, Kim ki me’âlîye eder intizar. Nefse huzûzâtı haram etmeli, Azm, fakat azmini tam etmeli. Sineden amali bütün silmeli, Maksad-ı hilkat ne imiş bilmeli. Varmalı ol gayete kim ictihâd: Olmalı âtıl yaşayış irtidâd. Nerde ise cevher-i feyz almalı. Olsa da bi’1-farz deniz dalmalı. Hatve-i ikdamı metin atmalı. Dağları, vadileri oynatmalı! Seyl-i hurûşân gibi cûş etmeli, Mania gördükçe hurûş etmeli. Dönmemeli hâile çatmak ile: Himmet olursa sökülür dağ bile! Çıktı mı bir kerre yola gitmeli, Durmamalı, tayy-i mekân etmeli. Durmaya gelmez ki zaman durmuyor, Devr ediyor, hem sana hiç sormuyor. Durmaya, eğlenmeye meydan mı var, Arkadaşın eylemiyorken karar? Hâb: Uyku. Rüya. Leyâl: Geceler. İnşirah: Ferahlanmak, mesrur olmak. Güzerân: Geçit yeri. Geçilecek yer. Nafile: Menfaatli olmayan. Gaile: Dert, sıkıntı, baş belâsı. Tasa, zor iş. Encüm: Yıldızlar. Şeb: Gece, karanlık. Zindedâr: Gece uyumayan, uyanık kalan. Me’âlî: Kısaca manasına ait. İntizar: Gözlemek. Ümit ederek beklemek. Huzûzât: İnsanın hoşuna giden şeyler. Amal: Emeller. Kederler. Hilkat: Yaratılış. İçtihâd: Gayret etmek. Çalışmak. İrtidâd: İslâmiyet’ten çıkarak dinsiz olmak. Bi’1-farz: Olduğunu kabul ederek. Farz olarak. Hatve: Adım. Seyl: Sel. şiddetle gelen şey. Hurûşân: Coşan, çağlayan. Cûş: Coşup taşma. Hurûş: Coşma. Hâile: Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Trajedi. Himmet: Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Tayy-i Mekân: Mekânı ortadan kaldırmak. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi. 444 Merhale mahrumu değildir tarîk, Olsa şu ömrün sana nime’r-refîk. Râh-ı meâlîye çıkan durmasın, Yoksa oturmakla emel kurmasın! Er yolunun yolcusu da er gerek; Her yiğidin kârı değil, dönmemek. Hâsılı mert olmalı azm eyleyen, Hatırına gelmemeli râh-zen. Kalp gerek yağsa belâ yılmasın, Sine gerek dağ gibi sarsılmasın. Öyle ya olsun mu âlâ sahibi, Canını pek tatlı bilen zen gibi? Bister-i izzette seçen ömrden, Fâide ümmîd edemem hiç ben. İç yüzü neymiş acaba âlemin, Kesb-i vukuf etmek için âdemin, Dide-i imânı açık durmalı; Herkes uyurken uyanık durmalı. Fikrine dar gelmeli de hâkdân, Olmalı pervâz-gehi asman. Ruhu şu eflâki bütün yanmalı, Matla’-ı aslîsine dek varmalı. Olmalı efkârına âşık midâd; Kalmalı rûşen ona mebde meâd. Nüsha-i kübrâ deniyor âdeme, Mazhar imiş hem koca bir âleme; Tarîk: Yol. Tarz, usûl. Ni’me: Ne iyi, ne âlâ, ne güzel. Refîk: Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş. Meâlî: Kısaca mânasına ait. Râh-zen: Yol vuran. Yol kesen. Bister: Yatak, döşek. İzzet: Değer, kıymet. Vukuf: Bir şeyi bilme. Dide: Göz, ayn, çeşm. Pervâzgeh: Uçulacak yer. Asman: Gökyüzü, sema. Eflâk: Felekler, gökler. Matla: Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer. Efkâr: Fikirler. Midâd: Yazı mürekkebi. Mürekkep. Rûşen: Parlak, aydın. Belli, âşikâr. Mebde: Baş taraf. Başlangıç. Meâd: Ahiret. Kübrâ: Büyük. Mazhar: Şereflenme. 445 İşte şu makhûr vücûd-i basit, Anlamak ister nasıl olmuş muhit. Sendeki irfan-ı adîmü’l-misal, Sendeki idrak, o parlak kemal, Bunları elbette yakinen bilir; İlmine esrar iyânen gelir. Kadrini iclal değil maksadım, Öyle bir âdem daha ben olmadım. Ben kimim, evsafını icmal kim? Doğrusu yoktur o kadar cüretim. Anlatabilmek seni mümkün müdür? Anlamış olsam yalınız elverir. Zatına ey merd-i hakâyık-şinâs, Yol bulamaz değme tasavvur kıyas. İşte sadedden yine dür olmuşum; Hâlime koyver ki beni dolmuşum! Merdüm idin dide-i ahbapta, Şule idin meclis-i ashapta, Söyle niçin zulmete kaçtın aziz, Böyle neden olmalı merdüm-girîz? Elverir artık bu kadar ihticap, Bir görün ey nur ki hâlim harap! Âşık-ı hicran-zedenin derdi çok; Derdine derman olacak fert yok; Her nereye baksam olur rû-nüma: Yeisimi teşdid edecek bir bela. Makhûr: Kahredilmiş. Muhit: Etraf. Çevre. İrfan: Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. Adîmü’l-misal: Örneksiz. Eşsiz. İdrak: Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. İyânen: Açıkça. İclal: Ağırlama. İkram. Evsaf: Vasıflar, sıfatlar. İcmal: Kısaltmak, bir araya toplamak. Cüret: Yiğitlik, cesaret. Hakâyık-şinâs: Hakikatleri anlayan. Saded: Asıl mevzu. Merdüm: İnsan. Adam. İhticâb: Örtünme. Gizlenme. Rû-nüma: Yüz gösteren, meydana çıkan. Teşdîd: Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme. 446 Leyl-i mesâib gibi muzlim günüm, Gel de elimden tutuver, düşkünüm! Tayfına kani’ değilim sadece, Olsa kudümün ne olur bir gece. Nerdesin ey yâr-i celail-penâh. Hangi megârib sana ârâm-gâh? Ruh-i sebük-seyr eden sen var iken, Şimdi ağır bir yüke girmiş beden. Uzleti ettin edeli ihtiyar, Kûşe-güzin olmaya verdim karâr. Âlem-i vahdette bütün hâtıram, Hâtıran ey yâr-i İlahi-şiyem. Tayf-ı latifin gelerek gizlice, Ruhumu pür-cûş kılar her gece! Sonra o cezbeyle geçer gündüzüm, Görmez olur bir yeri artık gözüm. Bak haberim yok meğer olmuş bahar, Eylemiş âfâkı bütün lem’a-dâr! Kisve-i hadrâya bürünmüş cihan, Didede hem-reng sema hâkdân. Feyz ile meşbû’ bütün kâinat. Âleme gelmiş yeniden bir hayat. Fıtratı bîdâr görünce nigâh, Sandım açılmış seher-i intibah! Sema safâ-yı ruha bir misâl-i lema-bârdır; Zemin ikinci bir hayat içinde cilve-kârdır. Leyl: Gece. Mesâib: Musibetler. Muzlim: Karanlık. Zulmetli. Dehşetli. Tayf: Hayâl. Kani’: Kanaat eden. Kudüm: Ayak basmak. Celail: Celiller, büyük olanlar, yüceler. Penâh: Sığınma. Sığınacak yer. Ârâm-gâh: Dinlenilecek yer. Sebük: Hafif. Ağırbaşlılığı ve ağırlığı olmayan. Kûşe: Köşe. Tayf: Hayâl. Lâtîf: Yumuşak. Pür-cûş: Çoşku dolu. Lem’a-dâr: Parıldayan. Kisve: Elbise. Kılık. Hadrâ: Yeşillikler, yeşillik. Meşbû’: Tok. Doymuş. Kanmış. Bîdâr: Uykusuz, uyumayan. Uyanık. Nigâh: Bakış. İntibah: Uyanıklık, göz açıklığı. Cilve-kâr: Cilveli. 447 Sabada nefha, nefh-i sur ile hem-iktidardır: Serâir-i nüşûr her taraftan aşikârdır! Çemen çiçekleriyle ol zaman ki mevce-dârdır, Gören sanır köpüklü bir latif cûybârdır! Yemine bak, yesâra bak, nuküştur, nigârdır, Riyâzdır, hiyâzdır, fezâ-yı lâlezârdır; Kenar-ı selsebîldir, miyâh-ı bî-karardır, Şu cûş-i feyzden nasîb alan ne bahtiyardır! Gönül nasıl durur ki dem, dem-i tarab-medardır: Bahardır, bahardır, bahardır, bahardır!* Saba: Gün doğusundan esen hoş ve latif rüzgâr. Nefha: Üfürük. Nefh-i Sur: İsrafil Aleyhisselam'ın Kıyamet gününde "Sur' denilen boruyu üflemesi. Serâir: Gizli şeyler, sırlar. Nüşûr: Neşirler. Yaymalar, dağıtmalar. Aşikâr: Belli, meydanda, açık. Mevce-dâr: Dalgalı. Cûybâr: Akarsu, nehir, dere, çay, ırmak. Yesâr: Kolaylık. Nuküş: Resimler, nakışlar. Nigâr: Güzel yüzlü sevgili. Riyâz: Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Hiyâz: Havuzlar. Lâlezâr: Lale bahçesi. Lalelik. Selsebîl: Cennet'te bir çeşme veya ırmak. Miyâh: Sular. Bî-karar: Kararsız. Cûş: Coşmak, kaynamak. Tarab: Sevinçlik. Şenlik. Medar: Sebep, vesile. * SM, c. 5, no. 129, s. 407-408, 10 Şubat 1326 (23 Şubat 1911). Şiir «Sadi» müsteâr (takma) adıyla yayınlanmıştır. 448 CENK ŞARKISI Sebîlülreşâd ceride-i İslamiyyesinin kahraman askerlerimize armağanı Yurdunu Allah’a bırak, çık yola: “Cenge!” deyip çek ki vatan kurtula. Böyle müyesser mi gaza her kula? Haydi levent asker, uğurlar ola. Ey sürüden arkaya kalmış yiğit! Arkadaşın gitti, yetiş sen de git. Bak ne diyor, cedd-i şehidin, işit: “Durma git evladım, uğurlar ola.” “Durma git evladım, açıktır yolun... Cenge sıvansın o bükülmez kolun; Süngünü tak, ön safa geçmiş bulun. Uğrun açık olsun, uğurlar ola.” “Yerleri yırtan sel olup taşmak! Dağ demeyip taş demeyip aşmalı! Sendeki coşkunluğa el şaşmalı! Haydi git evladım, uğurlar ola.” “Yükselerek kuş gibi Balkanlara, Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a: Bir daha Osmanlı’ya güç sırtara! Git de gel evladım... Uğurlar ola.” Müyesser: Kolaylıkla olan, kolay gelen, âsân olan, nasip. Levend: Yeniçeri devrinde deniz erlerine verilen bir isim. Asker. Cedd-i şehid: Şehit atalar. 449 “Düşmana çiğnetme bu toprakları; Haydi kılıçtan geçir alçakları! Leş gibi yatsın kara bayrakları! Kahraman evladım, uğurlar ola.” *** Balkan’ı bildin mi nedir, hemşeri? Sevgili ecdadının en son yeri. Bir sıla isterdin a çoktan beri Şimdi tamam vakti... Uğurlar ola. Balkan’ın üstünde sızan her pınar Bir yaradır, durmaz içinden kanar! Hangi taşın kalbini deşsen: Mezar! Gör ne mübarek yer... Uğurlar ola. Eş hele bir dağlar örten kan: Ot değil onlar, dedenin saçları! Dinle: Şehit sesleridir rüzgârı! Durma levend asker, uğurlar ola. Ey vatanın şanlı gaza mevkibi, Saldırınız düşmana arslan gibi. İşte Huda yaveriniz, hem Nebi. Haydi gidin, haydi, uğurlar ola.* SR, c. 9, no. 215, s. 121, 4 Teşrînievvel 1328 (17 Ekim 1912). Manzume imzasız olarak yayınlanmıştır. Balkan Harbi, 8 Ekim günü başlamış bulunuyordu (Eşref Edib, Mehmet Akif, c. 1, s. 649, 1938). * 450 YARASI OLMAYAN GOCUNMASIN Yâr-i canım Hoca Fahreddin’e Ümidin her zaman hâib, nasipin daima nekbet; Hayatın geçti hüsranlarla ey gün görmeyen millet! Ne devletsiz başın varmış, ne melun talihin, hayret! Müebbet bir hayat ummuş da içmiştin... Fakat seyret: Nasıl zehr oldu birden diktiğin sahbâ-yı hürriyyet! Meğer alt üst olurmuş en muazzam arş-i istiklâl; Meğer pâmâl edermiş en bülent akvamı izmihlal; Meğer birden olurmuş altı yüz yıl beslenen amal: Ufuklar, bak, adem renginde zulmetlerle mâlâmâl... Ne beklerdik, nasıl çıktın sen ey ferdâ-yı istikbâl! Bu istikbâli rüyamızda görseydik, inanmazdık! “Sabah olmuş.” dedik, sezmekle bir âvâre aydınlık. Ne haybettir: Değilmiş fecr-i kâzibler kadar sadık! Cahîmi bin hatar kat kat yığılmış, gel de yırtıp çık! İlahi! Bir ışık göster, bunaldık büsbütün artık! *** Fakat hey şaşkın, istimdâd için Hak’tan yüzün var mı? Kitabullâh’a yüksekten bakan gözler de ağlar mı? Muhakkar gördüğün kuvvet bu gün bir bak, muhakkar mı? Demezdin, ruhu Kur’ân’ın o lakaydiyle muztar mı? Ya sen muztar kalır, feryat edersen, aldırırlar mı! Hâib: Kokan, Utanan. Utangaç. Nekbet: Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık. Melun: Lanetlenmiş. Lanete layık. Müebbet: Sonsuz. Muazzam: Büyük. Pâmâl: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş. Akvam: Kavimler. Milletler. Toplumlar. İzmihlal: Bozulup gitmek. Amal: Emeller. Arzular. Mâlâmâl: Çok dolu, lebâleb, ağzına kadar dolu. Haybet: İsteğine erememek. Mahrum olmak. Fecr: Tan yerinin ağarması. Şafak. Kâzib: Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse. Cahîmi: Cehennem gibi. İstimdâd: Medet ve yardım istemek. 451 Muhakkar: Hakir görülen. Hakarete uğramış. Evet, sen böyle bir ferdâ-yı mahşer-hîzi ummazdın. Haberdâr eyleyenler oldu; güldün. Pek de kurnazdın! Kudurmuştan beter bir hâle geldin, durmadın azdın! Düşen masûma çıkmak gayr-i kabil bin çukur kazdın: Gömüp ahlâkı, artık fuhş için bah-nâmeler yazdın! Utanmak bilmiyorsun, anladık, lakin ne isterdin: Şu milletten ki levsiyyâtı bir «meslek» deyip verdin? İbadullahı saptırdın, fakat bir yol mu gösterdin? Görürsen nerde bir namus, fuhş-âbâda gönderdin; Sezersen kimde nâ-merdâne bir fıtrat, kanat gerdin! *** Bıyık kırpık, sakal yontuk da tırnaklar birer parmak; Yıkanmaz bir surat; sol gözde beyzî cam, fakat parlak; Hamamsız ensenin sırtında bir yağ var: Kayar yavşak! Şu, kalçınlarla kıvrık pantalon altında, kıskıvrak. Seken Osmanlı centilmende hiçbir duygu yok mutlak. Utanmak ver, yeter, kabilse Allah’ım, utandırmak! Ferdâ: Yarın. Hîz: Atılan, kalkan, sıçrayan. Bah-nâme: Açık saçık yayın. Levsiyyât: Kirli ve pis şeyler. İbadullah: Allah'ın kulları. Fuhş-abâd: Fuhş/zina dolu. Nâ-merdâne: Mertçe olmayan. 452 “BERLİN HÂTIRALARI”NDA NOKSAN DOKSAN SEKİZ MISRA Fakat bu, ırzını dellâla vermiş, alçaklar; Muhiti levse henüz bulmayınca amade; Diyâsetin edebî şekli sökmüyor sade... Bir öyle felsefe lazım ki: Susturup halkı, Birer birer kırıversin kuyûd-i ahlakı. Mukaddesatını millet bırakmıyor hâlâ; Fezayı köhne bir “Allah”tır etmiş istila! O indirilmelidir Arş-ı Kibriya’sından, Ki biz de kurtulalım şunların riyasından! Ne istesen yapamazsın: Elin kolun bağlı. Taassubun rolü hâlâ ne müthiş anlamalı! Mahalle halkı evimden, gelir, yabancı koğar... Evet, hayat-ı husûsiyyemin de kâhyası var! Karım dekolte çıkarmış gelenlerin yanına... Peki, nedir dokunan bunda komşunun kanına? O pembe göğsü verirken tabiatın keremi, Acep ne fikr ile vermişti, gizlesin diye mi? ‘Kadın sevilmek içindir.’ bu felsefî düstûr; Teammüm ettiği gün kalmaz ortalıkta fütur. Yegâne âmili, zirâ bu günkü meskenetin Şudur ki: Sosyete yok bir yerinde memleketin. O olmadıkça da insan bu inkılâba güler! Çoğaldı, farz ediniz, her tarafta sosyeteler... Hayat-ı aşka henüz mübtedî giren erkek, Muvaffakıyyet ümidiyle çok şey öğrenecek: Dellâl: Hakk’a davet eden. Levs: Pislik, murdarlık. Kir. Amade: Hazırlanmış, hazır. Dekolte: Göğsü bağrı açık. Kuyûd: Kayıtlar. Mukaddesat: Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar. Arş-ı Kibriya: Büyüklük arşı. Riya: İki yüzlülük etmek. Düstûr: Umumi kaide. Kanun, nizam. Teammüm: Umumileşme. Genelleşme. Fütur: Yeis. Ümitsizlik. Usanç. Yegâne: Tek, bir. Âmil: Yapan. İşleyen. Meskenet: Miskinlik. Tembellik. Mübtedî: İlk mektep talebesi. Yeni başlamış. Muvaffakıyet: Allah'ın yardımıyla başarı gösterme. 453 Komilfo olmayı bir kerre önceden kuracak; Zekâsı incelecek, azmi artacak duracak. Giyinmek öğrenecek bir zaman olup, belki... Giyinmek iş mi dedin! Onda sokreler var ki!.. Bu incelikleri idrake yükselince şebâb, Zuhura başlayacak orta yerde istirkâb: On on beş erkeği birden esir eden kadını, Dezarme etmeye herkes olanca sanatını, Olanca nakdini arz etmek ihtiyâcıyle, “Aman!” deyip koşacak, elde yoksa tahsile. Nedir o serveti Garp’ın ya bankalar dolusu? Tabiatıyla olur: Çünkü işliyor balosu: Kadın sefahate vurdukça erkeğin sayi, Çoğalmıyor mu?.. Bu düstur-u iktisadiyi. Kabul edeydik eğer biz de böyle kalmazdık. Bütün bu şeyleri kaç kerre söyledik, yazdık! Fakat kim anlayacak? Bome, gördüğün kafalar, Geniş düşünmenin imkânı yok, hemen patlar! Birinci sözleri: “Allah”, ikinci işleri: “Din”, Üçüncü hamlede vicdana, Hakk’a, Şer’a yemin! Devirmedikçe bu evhamı fikrimiz yaşamaz; Ne yapsa, çünkü muhataplarıyla anlaşamaz. Şu var ki yıkmak için riske etmenin yolu yok: Hükümetin liberal tavrı daima ekivok. Muhiti entoleran görmesiyle, mevkiini, Halas için tutacaktır uvertöman dini. Komilfo: Zamanın çocuğu. Devrin adamı. Sokre: Sır, incelik. Dezarme: Silahı elinden alınmış. Ekivok: Meşkûk, iki yüzlü. Şebâb: Gençlik. İstirkâb: Çekememe, rekabet yapma. Sayi: Çalışma. Düstûr-u iktisadi: Ekonomi kuralları. Evham: Kuruntu. Liberal: Mezhebi geniş. Entoleran: Mutaassıp. Tutucu. Halas: Kurtuluş. Uvertoman: Açıktan açığa. Bome: Mahdud, dar. 454 Ya hapse kalkacak artık, ya sürmek isteyecek... O halde diplomatik bir tarik alıp yürüsek... Rober Kolej’deki dahi-i sanatın kalemi. Vurur bu darbeyi isterse... Çünkü haddine mi?.. Hükümetin ona kalkıp da itiraz etmek? Herifte bandıralar çifte, tek de olsa direk! Ya nazlanırsa? Evet, nazlanırsa yalvarırız... Niyaza pek yüzü yoktur, hemen kanar, yalınız, Dehâların çoğu ‘eksantrik’ denir ya hani, Bu personajda da var bir cünun kılıklı mani! Nedir mi? Arz edeyim... Gülmeyin fakat: Namus! Sakın bu çifte hecâdan çıkan sedâ-yı abus, -Ki boş beyinleri buldukça öttürür çın çın!Sevimli şairi göstermesin titiz, hırçın. Onun sarıldığı ahenk-i lafzadır, yoksa Sığar mı fıtrat-ı azadı kayd-i namusa? Fransa halkını tasviri var ya Bismark’ın; Bunun da hâli o tarife benzemez mi bakın: Görülmemiş bu herifler kadar garip unsur... Liberte namına serdet uzunca bir diskur; Sonunda hepsini döv, kimse itirâz edemez. Liberte anladık amma bu yaptığın ne? demez!’ Bizim edibe de bir gürledin, deminki sesi, Kûsâdedir size artık harîm-i ailesi!.. Deyip de Zangoç’a başvurdular. O mecnun da; Mukaddesatına halkın, ibâda, Mabûd’a, Savurdu pencereden havruz uğratırcasına, Gelip gelip tıkanan levsi pis karihasına! Personaj: Eşhâs-ı mühimmeden. Liberte: Hürriyet. Diskur: Nutuk. Rober Kolej: Amerikanların bir müessese-i dîniyyeleri. Eksantirik:Tahtası eksik. Dahi-i sanat: Sanat dahisi. Cünun: Delilik, cinnet. Hecâ: Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Abus: Yüzü ekşi. Lafza: Bir tek söz veya kelime. Sığar: Çocukluk hali. Küçüklük. Bismark: Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber'i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir. Serdet: Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak. Kûşâde: Açık. Açılmış. Ferahlı. Zangoç: Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse. Mukaddesat: Kutsi olanlar. Mukaddes olanlar. İbâd: Kullar. Allah'ın kulları. Mabûd: Kendine ibadet edilen Allah (C.C.) Levs: Pislik. 455 Boşandı yerlere küfrün bir öyle murdarı: Ki bağlayıp ebediyyet ipiyle asân; Süpürge yapsalar imkânı yok temizleyemez! Bütün cihanı dolaş: Garp’ı, Şark’ı, her yeri gez... Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhâd, Ki ferşi çiğneyerek Arş’a hırlasın? Heyhat! Cinayetin bu şenâat kadar mülevvesini İşitmek istemez insan, değil ki görmesini. Sizin çocuklarınız dini belliyor ilkin; Esas-ı terbiyeniz mahvı âdeta şirkin. Bizim çocuklar için, şimdi, ilmihâl oldu, Gömüp de hufre-i maziye Hayy-i Mabûd’u, Murdar: Pis. Kirli. Asân: Kolay. İlhâd: Dinden çıkmak. Ferş: Yer. Yeryüzü. Heyhat: Eyvah, yazık, ne yazık. Şenâat: Fenâlık, kötülük, alçaklık. Mülevves: Kirli. Pis. Bulaşık. Şirk: En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. İlmihâl: İbadet usullerini, din kaidelerini bildiren kitap. Hufre: Ahd, söz. Mabûd: Allah. 456 Ne var ne yoksa mukaddes, onunla bitti demek! Şebâba hak veririm... Çünkü üç beyinsiz inek, Yazıp dağıttı o melun berât-ı isyanı; Sabilerin yüreğinden kopardı imanı! Okuttu sonra da “Sanat mukayyed olmayacak.”, Deyip hayadan, edepten bütün bütün “mutlak”; Paçavralar ki nigâh ürperir temasından!* Mukaddes: Kutsal. Şebâb: Gençlik. Melun: Lanetli. Berât: Kurtuluş. Mukayyed: Kayıtlı. Nigâh: Bakış. Buraya dere olunan 98 mısra, “Berlin Hâtıralarının 300. sayfasındaki: «Hevâ-yı fuhşu kudurtan zehirli Zanbak’lar!» mısraından sonra noktalarla gösterilmiş olan yere girecektir. Safahat’ın beşinci kitabını teşkil eden “Hâtıralar”, Sebilürreşad mecmuasında neşr olunurken, yukarıdaki 98 mısra da sırası gelince, 25 Ağustos 1334 (1918) tarihli 367. sayıda yayımlanmıştır. Ancak eser, kitap halinde neşrolunurken -Giriş bölümünde belirtilen mâniler yüzünden- eski harfli üç baskıya da alınamayarak, yeri noktalarla işaretlenip, eksikliği bir dipnotu ile belirtilmiştir. Bu not ilk iki baskıda “Buradan elli beyit eksiktir.”, sonuncuda ise “Buradan yüz satır eksiktir.” şeklindedir. Fakat görüldüğü gibi noksan olan yüz değil, doksan sekiz mısradır. * 457 “KİŞİ HİSSETTİĞİ NİSBETTE YAŞAR.” Şair Eşref Asırlardır ki “insaniyet”in olmuş da mahkûmu, Asırlar var ki, İslam’ın hederdir hun-i mazlumu... “Ne gördün, Şarkı hep gezdin?” deyip sor. Gördüğüm: Yer yer, Yıkılmış hanümanlar; devrilip gitmiş hükûmetler; Serap olmuş kanallar; dümdüz olmuş burç ü bârûlar; Dökülmüş âbrûlar; habsedilmiş zinde bâzûlar; Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; coşmayan kanlar; Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar; Kasap görmüş koyundan beş beter yılgın cemaatler; Tezellüller, tazarrular, esaretler, şenaatler; Örümcek bağlamış tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar; Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar; “Gaza” namıyla dindaş öldüren bîçâre dindaşlar; Ipıssız aşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar; Mesaisiz sabahlar; fikr-i ferda bilmez akşamlar! Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum; Bütün bunlardı, zira gezdiğim âlemde meşhudum. Mezâristan kesilmiş rehgüzârım hüzn-i dûrâdûr... Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nur! Zeminden yükselir feryadı yüz binlerce âlâmın; Ufuklar kıpkızıl bir halkadır boynunda İslam’ın! Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta; Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon cansa gırtlakta! Hun: Hor ve zelil olmak. Öç, intikam, öldürme. Mazlum: Zulüm görmüş. Hanüman: Ev bark. Bârû: Sığınak, siper. Bâzû: Pazı. Tezellül: Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak. Tazarru: Kendi kusurlarını bilip kibirden vaz geçip tevâzu ile yalvarmak. Şenaat: Fenâlık, kötülük, alçaklık. Meşhud: Görünen. Rehgüzâr: Geçilen yol. Yol üstü. Geçit. Dûrâdûr: Uzun uzadıya. Âlâm: Elemler. Kederler. 458 “Ne yapsam, neyle kurtarsam şu yatmış inleyen halkı?” Deyip, ezberde olsun, gezdiğin vaki midir Şark’ı? Benim beynim sağır, yahut gözüm körmüş... Peki. Lakin, Senin görgün yolundaymış da keskinmiş de idrâkin, Ne gördün, söyle evladım, ne duydun, lütfen izah et? Hayır, hacet de yok izaha, pek meydanda mâhiyyet! O mâhiyet fakat iğrenç, o mâhiyyet fakat çirkin! “Niçin?” dersen, sıkılmak hiss-i insanîsi yok ilkin! Evet, beynim sağırdır... Kâinatım, çünkü hep feryat... İşitmem başka bir ses milletim eylerken istimdat. Gözüm görmez, evet, zira muhitim kapkaranlıktır; Fakat sinemde imanım müebbet fecr-i sadıktır. Kör olmaz ağlayan gözler, sağırlaşmaz tutuşmuş beyn; Yaşarmaz gözle yanmaz beyni hilkat addeder bir şeyn! Geçilmez kahkahadan her taraf yangın içindeyken... Yanan bir sineden, lakin ne istersin? Nedir öfken? Beraber ağlamazsın, sonra, kör dersin, sağır dersin. Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin! Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren? Bırak tahsili, evladım, sen ilkin bir hayâ öğren!* Şark: Doğu. İdrâk: Anlayış, kavrayış. Hacet: İhtiyaç. Mâhiyet: Özellik. Müebbet: Sonsuz. Hilkat: Yaratılış. Addeder: Sayar. Şeyn: Yaramaz şey. Yedinci Safahat’taki «Şark» başlıklı şiirin (bkz. s. 411) ilk ve çok farklı bir şekli olan bu manzume, Safahat’ta yoktur. Farklılığı sebebiyle buraya alınmıştır. Şiirin ilk yayını Sebilürreşad’ın 19 Eylül 1334 (1918) tarihli 370. sayısındadır. Manzumenin son kısmında Akif Bey’in kendisine hakaret eden bir gence hitap ettiği görülmektedir. Bu hâdiseyi, şiirin son kısmını "Haya Öğren İlkin" başlığı ile yeniden neşr eden Eşref Edib, şu şekilde anlatmaktadır (Sebilürreşad, c. 14, no. 329, 9 Aralık 1961). Robert Kolej’de milliyetten uzaklaştırılmış bir kız, verdiği bir konferansta Akif’in "beyni sağır, gözü kör" olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Akif bu şiiri yazmıştır." * 459 ORDUNUN DUASI Yılmam ölümden, yaradan, askerim; Orduma, “gazi” dedi Peygamberim. Bir dileğim var, ölürüm isterim: Yurduma tek düşman ayak basmasın. “Âmin!” desin hep birden yiğitler, “Allahuekber!” gökten şehitler. “Âmin! Âmin! Allahuekber!” Türk eriyiz, silsilemiz kahraman... Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman. Putları Allah tanıyanlar, aman, Mescidimin boynuna çan asmasın. ‘Âmin!’ desin hep birden yiğitler, “Allahuekber!” gökten şehitler. “Âmin! Âmin! Allahuekber!” Millet için etti mi ordum sefer, Kükremiş arslan kesilir her nefer, Döktüğü kandan göğe vursun zafer, Toprağa bir damlası boş akmasın. ‘Âmin!’ desin hep birden yiğitler, “Allahuekber!” gökten şehitler. “Âmin! Âmin! Allahuekber! Allahuekber!” Ey Ulu Peygamberimiz nerdesin? Dinle minaremde öten gür sesin! Gel, bana yâr ol ki cihan titresin, Kimse dönüp süngüme yan bakmasın. “Âmin!” desin hep birden yiğitler, “Allahuekber!” gökten şehitler. “Âmin! Âmin! Allahuekber! Allahuekber!” 460 ŞARK’IN YEGÂNE DÂHÎ-İ SANATINA Yanık bağrında, yıllardır, kanar mızrabının yâdı, Gel ey bîçâre Şark’ın, Şark’a küsmüş gitmiş evladı. Zaman ıssız, mekân ıssız, görünmez kimse meydanda, Gel ey dahi-i gâib sanatın pek bîkes arkanda. Bütün cevvinde ölgün ruhu inler bir derin yeisin, Bu viran kubbe yüksek bir figan ister ki ses versin. Evet, yüksek, senin udun kadar yüksek figan ister; Gel ey Davud-i sanat Sur-i Mahşerden neva göster! Uyansın, gel ki mızrabınla Şark’ın dalgın ebadı; Kıyametler koparsın, her telin bin sesle feryadı. Türâb olmuş emeller silkinip çıksın mezarından; Hayat emvâcı fışkırsın muhitin ruh-i zarından. Gönüller cezbelensin, cezbeler Mevla’ya tırmansın, Fezalar kudretin "Lebbeyk" tufanıyla çalkansın. Gel ey Peygamber’in fevka’l-beşer fıtratta evladı, Bugün, bîçâre sanat bekliyor, bir senden imdadı. Gezen lakayt ayaklardır bugün kudsî hariminde, Nasıl nâmahrem izler var görürsün Şark’a bir in de. Melez, soysuz, şerefsiz parçalardan başka şey yok hiç; Ne düşkün zevk-ı millî; besteler piç, şaheserler piç. Asalet ruhu bin fetretle sarsılmış, harap olmuş, Yürekler çöl kesilmiş, duygular yer yer serap olmuş. Bu çöl, tufanlar ister cevv-i sanattan ki ürpersin, Sen ey dâhisi Şark’ın, yoksa bir yağmur mu beklersin? O müthiş udunun birden çakıp göğsünde bin mahşer, Denizler püsküren her nevhadan yağmazsa şimşekler, Lebbeyk: Buyurunuz. Fevka’l-beşer: İnsan gücünün üstünde, insanüstü. Nâmahrem: Yabancı. Kudsî: Kutsal. Nevha: Ölüye sesli ağlamak. Cevv: Gök boşluğu. Ebad: Mesafeler, uzaklıklar. 461 Bu zulmetler kımıldanmaz, bu kavrulmuş zemin kanmaz; Nasıl kansın ki vadi öyle yağmurlarla ıslanmaz. Ne terler döktü, alnından büyük ceddin, ne uğraştı, O terlerdir ki serpildikçe kumdan vahalar taştı. Bütün gözler kararmışken behimiyyetle, küfranla, Nasıl yükseldi yurdun kalbi lâhutî bir imanla. Nasıl fışkırdı ümmî sinelerden öyle hisler ki, Hayal etmezdi insaniyetin bîçâre idrâki. Zaman artık senin... Gel sen de yükselt öyle bir vaha, Bu ıssız çölde hâib inleyen binlerce ervaha. O peygamberdi lakin... Doğru, peygamber değilsin sen... Fakat bir sanatın var, şüphesiz âyât-ı kudretten. Ne müthiştir o ayet: Kaydı yok yâdında eyyamın, O coşkunlukta tebliğin, o taşkınlıkta ilhamın! Gel ey Peygamber’in fevka’l-beşer fıtratta evladı, Uyansın, gel ki mızrabınla Şark’ın dalgın ebadı. 24 Rebîülâhir 1349 18 Eylül 1930 Cedd: Ata. Behimiyyet: Hayvanlık, canlı olmakla beraber akılsız oluş. Hâib: Mahrum. Ümitsiz. Fevka’l-beşer: İnsan gücünün üstünde, insanüstü. 462 İKİNCİ ARÎZA Ey bâd-i saba, ahde vefa, böyle mi sizde? Yelkenle koşarken hani, kırlarda, denizde, Hatırlamadın Heybeli’den geçmeyi, heyhat!.. Güya edecektin, hani, takdim-i tahiyyât, Hilvanlıların sevgili Abbas’ına bizden. Ey bâd-i saba, kurtulamazsın, elimizden. Biz, neyse, fakat şairimiz var ki, beladır; Söz dinletemezsin, ukaladır, sukaladır. Asrın hani yüz kıble değiştirse şuûnu, hatvede; Tek ibre bilir, kendisi ancak; o da: Burnu. Bin söyle onun doğrusudur, veçhesi, şaşmaz, Her hatvede sürçer, yıkılır, sulhe yanaşmaz. Düşkünse bugün, kimse değil, kendisi badi, Beyninde sekiz bin senedir, köhne mebâdî; “Er geç” tutacak bunları dünya diye bekler;* Zulmette pinekler gibi avare sinekler. Yahu, bu tuzaklarla beşer, avlanacak mı? Yirminci asır akbabalardan da bunak mı? İdrake bakın... Sonra ömür altmışa gelmiş; Aklın yeri basmış, yaş olaymış, ne güzelmiş. Yetmez gibi vaiz kesilip ettiği kem küm, İster edebiyata kadar, bulsa, tahakküm. Hülya mı dedin, hem de ne divanece hülya, Ahlâk ile zincirleyecek sanatı güya!.. Tahiyyât: . Duâlar. Manevî hayat hediyeleri Mebâdî: Prensipler. Şu’ûn: İşler, fiiller. Havadis. Sulh: Barış. Hatve: Adım. Tehakküm: Tekebbür. Dîvâne: Deli. Aklı başında olmayan. * “Er geç” dönecek bunlara... 463 Bir yosma ki çıplak daha munis, daha dilber, Endişe-i namus ile örtünse, ne derler! Endişe-i sanatla eder, hulki tahammül, Endamını, rüya gibi örterse de bir tül. Bir tül ki şafaklarla, seherler gibi şeffaf, Bir tül ki durulmuş suların kalbi kadar saf, Bir tül ki esiri mi nedir târ ile pûdu, Örterken açar büsbütün avare vücudu. Artık bunu ölçüp biçecek terzi, tabiî, Dört peşli giyen çulha değil, zevk-i bediî!.. Ey zevk-i bediîye kıyan şair-i mecnun!.. İflâs-ı karihayla bunaldın mı? Oh olsun. Kumlarda sürün, inlere gir, dağlara tırman! Kabil mi senin bir daha ilhama kavuşman! Evrad oku, efsunlu mürekkepli sular iç, Bin bekle, bin uğraş... O peri gelmeyecek hiç! Lakin gelecek -evlere şenlik- sıra devler, Bakkal, kasap, eczacı, hekim, kahveci, berber, Ev sahibi, ekmekçi, manav, sebzeci, fulcu, Silkip dökecek her biri koynundaki borcu. Sen, dil dökeceksin, edebilsem diye heyhat, Karşındaki yaranla bir ay sonra mülakat. Beyhude o diller, o nefesler, o emekler, Yaran seni terk etmeyecek, gitmeyecekler. Pû: Araştırma Bedî’î: Ebedî ve güzel olan. Evrâd: Virdler; dualar. Ful: Bakla Mecnun: Deli. Çılgın. Hulk: Huy. Ahlak. Tahammül: Bir yükü üstüne almak. Târ: Karanlık. 464 Ey sanata zincir düşünen şair-i evham! Hasret misin ilhama, evet, al sana ilham: En seçme zebanîleri karşında cahimin, Boy boy gezedursun, kimi kâfir, kimi mümin. Döndükçe nazarlar sana şimşek gibi çaksın, Kurtul görelim, şimdi, nasıl kurtulacaksın! Feryadına kimdir koşacak? Kim, kimi dinler, “Burhan” diye inlerken ufuklarla zeminler. İhvan-ı safânın kimi medyun, kimi müflis; Gök kubbe nin altında ne tek his ne de munis! Bir tane Paşa’m var, o da gördün ya, pamuklar, Düşkün diye, gitmiş, Yakacık’larda uyuklar! Hamiş: Ey bâd-i saba, öyle değil sen beni dinle: Son cümleyi yazdınsa çizip kendi elinle, Hamiş de kenar bir yere çek, söyleyeyim yaz: Elbet Paşa’mın nüsha-i sânîsi bulunmaz. Tek nüsha çıkarmış, çıkarırken onu hilkat; Tezhibi de, tezhibi de bambaşka hakikat. Şirazesi din, dini salabetle mücehhez; Servetçe düşer, belki, fakat kendisi düşmez. Allah’a dayanmış, onu sağlam bilir ancak; Bilmez ne demektir pamuk ipliğine dayanmak.* 16 Temmuz 1932 Cahî: Aşikar. Tezhîb: Yaldızlama işi. Tehzîbi: Islah etme. Hamiş: Son. Salabet: Sağlamlık. Sânî: İkinci. Bâd-i saba: Sabah rüzgârı. Mücehhez: Cihazlanmış. Bu manzume “Gölgeler”deki “Bir Arîza”nın devamı olup, metni üç kere yayınlanmıştır: 1. “Abbas Paşa’ya Mektup” Eşref Edib, Mehmet Akif, c. 1, s. 652, 1938; baştan sadece 24 mısra. 2. “Bir Arîza” Hasan Basri Çantay, Âkif-nâme, s. 214-216, 1956. / 3. “ikinci Mektup” Sabit Ayasbeyoğlu, Mehmet Akif’in Safahat’ta Bulunmayan Bir Şiiri Üzerine, İslam Medeniyeti Mecmuası, yıl 1, no. 9, s. 19-23, 15 Nisan 1968. Manzumenin sonundaki «Hamiş» bölümü yalnız “Âkifnâme” neşrinde bulunmaktadır. Metinler arasında farklılık vardır. Buraya aldığımız metni, her üçünden ve Ayasbeyoğlu’nun klişesini yayınladığı asıl metinden istifade ederek hazırladık. * 465 NAZIM PARÇALARI * Bir gün azıcık kazmayı vurdum yere, nâgâh; Aks etti derinden bana şu nale-i cangâh: Zinhar yavaş vur ki bu toprak yığınında; Bilsen ne kadar baş, ne kadar göz yatıyor âh! * *** Bir gün satılık bir köle gördüm gidiyordu, Bîçâre dönüp sahibine böyle diyordu: Çok bende bulurlar sana benden iyi, lakin, Bulmak bana zâtın gibi heyhat ne mümkin! * *** Yandım o güzel teranelerden, Ey bülbül-i nev-nevâ-yı lâhût! Duysaydı şu lahn-i hak-pesendi, Davut bile olurdu mebhût! * *** Nâgâh: Birdenbire. Mebhûd: Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem. Nev: Yeni, taze. Nevâ: Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz. Zinhar: Asla. Lâhût: İlâhî âlem. Lahn: Güzel ve kaideli ses. Pesend: Beğenmek. Bu başlığı, birinci Safahat’ta Mehmet Akif Bey de kullanmıştı. Manzumeler tarih sırasına konulmaya çalışılmıştır. Resimli Gazete, no. 69, s. 820, 26 Mart 1314 (7 Nisan 1898), Sadi’den tercüme. * Aynı yer. Sadi’den tercüme. * Aynı gazete, no.77, s.1014. 28 Mayıs 1314 (9 Haziran 1898). Sadi’den tercüme. * * 466 Oluyor yâd-ı haziniyle gönül mahv-ı garâm, O tabiî, o rebî’î nagamâtın hafız! Sen figân etmelisin, ben dahi mest olmalıyım, Başka yok zevki bu âlemde hayatın hafız!* İclaline dâir duyulan, söylenilen hep, Tahmindir ey berter-i idrâk olan Allah! Meclis dağılıp ömr ise pâyâna erişti, Biz evvel-i vasfında, tahayyürde iken âh!* Ya bu âlemde vefa yok zaten, Ya vefasız bütün ebnâ-yı zaman; Kime ok atmayı öğrettimse, Sonra bir gün beni de aldı nişan!* Olsaydı beşer gaybı da idrake muzaffer, Bir kimseye asudelik olmazdı müyesser.* Bulsan da benim hâlimi şayeste-i nefret; Sen hulk-i kerimaneni terk etme, ne hacet!* Hulk: Huy. Ahlâk Kerimane: Kerim olana mahsus hâlde. Hacet: İhtiyaç, lüzum, muhtaçlık. Ebnâ: Oğullar. Tahayyür: Beğenip seçmek, muhayyer olmak. Yâd-ı hazin: Hüzünlü hâtıra. Mahv-ı garâm: Harap olma. Helâk. Rebî’î: Bahara ait, baharla ilgili. Nagamât: Nağmeler, âhenkler, güzel sesler. Figân: Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma. İclal: Ağırlama. Berter: Daha yüksek, daha üstte, âlâ. Pâyân: Kenar, son nihayet, uç. Aynı yer, Sadi’den tercüme. Aynı gazete, no.82, s.1075, 2 Temmuz 1314 (14 Temmuz 1898), Sadi’den tercüme. * Aynı yer, Sadi’den tercüme. * Servet-i Fünûn, c. 16, no. 399, s. 135, 22 Teşrinievvel 1314 (3 Kasım 1898). Sadi’den tercüme, «Bedâyi’ü’l-Acem» yazısı içinde. * Aynı dergi, no. 401, s. 1 70 (1 7 Kasım 1898), Sadi’den tercüme. * * 467 Derim hep ederken nesim ihtizaz Seher vakti, ser bezemin-i figân: “Beni hiç yâd eylediğin var mıdır? Hayalimden ey bir zaman çıkmayan!” Nevmîd-i visal eyleme artık beni ey merg, En son emelimdir, şunu bari heder etme; Canan geliyor, can gidiyor, şimdi, İlahi, Bir lahza eman ver de Kıyamet’te diriltme. Sefalet olsa hatta müntehası râh-ı irfanın, Yakışmaz fariğ olmak bir zaman kesb-i faziletten. Cehaletten utanmak kendine âiddir inşânın; Fakat eyyam utansın “Bî-nasîb erbâb-ı himmetten!”* Bu bir neşide-i giryan ki her enininden; Sımâh-ı dehşete çarpar meal-i zâr-ı hayat; Yazık ki şiirimizin böyle en güzîninden Nasipimiz oluyor en acıklı hissiyyât!* Sen ey cihân-ı muvahhid ki mâh-i gufranı, Mücâhedeyle geçirdin Huda rızası içtin; Nasîb-i pâkini al durma han-ı kudretten, Helâl olur sana Hakk’ın naîm ü lütfü bugün. Nesîm: Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr. Nevmîd: Ümitsiz. Visal: Kavuşma. Merg: Ölüm. Giryan: Ağlayan. Sımâh: Kulak deliği. Muvahhid: Allah'ın birliğine inanan. Pâk: Temizlik. Naîm: Bolluk ve bahtiyarlık içinde yaşayış. Sıratımüstakim (SM), c. 1, no. 20, s. 312, 29 Kânûnievvel 1324 (11 Ocak 1909). Arapça bir kıt’anın tercümesi. SM, c. 2, no. 38, s. 181, 14 Mayıs 1325 (27 Mayıs 1909). Kıt’a, dergi adına ve imzasız olarak, «Sonbahar» adlı bir manzumenin altına yazılmıştır. * * 468 Odur tevakkuumuz bar-gâh-i Mevla’dan: Ki ıyd-l fıtn said eylesin cihana bütün; Semadan arza nigâh eyledikçe aynı hilâl Umum âlem-i İslam’ı mübtehiç görsün.* *** Şark’tan başlayarak Mağrib-i aksaya kadar, Dayanan bir koca dünyadaki üç yüz milyon, Sineden yükselecek İsm-i Huda hürmetine, lydin ey ümmet-i merhume mübarek olsun. Bugün âfâkı fürûzân edecek nûr-i mübin Farlasın haşre kadar, sönmesin! “Âmin âmin!”* *** Şîrâzîdir iç afiyetle! - Olsun şu da hatırında lakin: Bir tömbekidir bugünkü feyzi, - Sadi’yi yetiştiren o hâkin!* Beden hazzeyler amma ruh zevk almaz atâletten: Çalışmak sonra dinlenmektir ancak kârı dünyanın. Eğer eğlence iş olmaz da iş eğlence olmuşsa, Güzâr etmiş demektir zevk içinde ömrü insanın.* Tevakku: Bekleme. Iyd: Bayram günü. Fıtne: Akıllılık. Saîd: Saadetli. Nigâh: Bakış. Mübtehic: Sevinmiş. Mağrib: Batı taraf. Fürûzân: Parlak. Haşr: Toplanmak. Güzâr: Geçiş. Atâlet: Tembellik. * SM, c. 3, no. 58, s. 81, 29 Ramazan 1327/1 Teşrinievvel 1325 (14 Ekim 1909). Ramazan Bayramı münâsebetiyle yazılan manzume, derginin birinci sayfasında, başlıksız ve imzasız olarak yayınlanmıştır. * SM, c. 3, no. 68, s. 241, 10 Zilhicce 1327/10 Kânûnievvel 1325 (23 Aralık1909). Kurban Bayramı münâsebetiyle yazılan manzume, derginin birinci sayfasında, başlıksız ve imzasız olarak yayınlanmıştır. * SM, c. 4, no. 80, s. 28, 4 Mart 1326 (17 Mart 1910). Başlıksız olan dört mısralık bu manzumenin üzerinde şu satırlar bulunmaktadır:«Şirazlı bir arkadaşım vardı. Sizin toprak adam yetiştirmez diye ikide birde bana takılırdı. Bir gün lâtîfe yollu şu kıt’ayı bir kâğıda yazdım. İçine de elli gram kadar tömbeki koyarak kendisine hediye ettim.» * Küfeli bir seyyar satıcının resmine yazılmıştır. Altında (21 Mart 1905) tarihi vardır. Tarih ve Toplum, no. 39, s. 146, Taha Toros neşri. 469 LEYLE-İ MEVLİDİ’N-NEBÎ ALEYHİSSELÂM Zulmette kalan zemin-i Şarka, Saçtın yeniden sema sema nur; Bir feyz-i azim var ki sende, Hayran ona bin sabah-ı mahmur! Ey leyi devam edip gideydin: Ferdayı da nura kalp edeydin!* Mademki gördün bu güzel günleri, artık; Ey millet-i merhume! Hayatın ebedîdir. İkbalini teyit edecek nasr-ı İlahi; Ümmid kavi, çünkü mevâîd kavidir. Afakta, enfüste ayan şevk ile biz de, Kalkın edelim, Halik-ı hürriyete secde. * Yâ Rab, şu muazzam Ramazan hürmetine, Kaldır aradan vahdete hail ne ise; Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan, Artık ezilip düşmesin ümmet yeise. Mademki verdin bize bir ruh-i nevin... Yâ Rab, daha bir nefha-i teyit insin!* Üç yüz milyon sahifelik, bir Mecmua demekse Müslümanlar; Şiraze-i içtimaı dindir. Yok, rabıta başka, varsa din var. *** “Bayram!” diye ey kucaklaşan halk, İnsanları hangi kayd bağlar? Sen din ile payidar olursun; Din gitti mi tarumar olursun!* Mevâîd: Söz verilmiş vakitler. Enfüs: Nefsler. Zulmet: Karanlık. Nefha: Üfürmek. Üfürük. Teyit: Doğrulama, doğru çıkarma. SM, c. 4, no. 81, s. 41, 12 Rebîülevvel 1328/11 Mart 1326 (24 Mart 1910). Mevlid kandili dolayısıyla yazılan manzume, derginin birinci sayfasında imzasız olarak yayınlanmıştır. * SM, c. 4, no. 98, s. 333, 8 Temmuz 1326 (21 Temmuz 1910). 10 Temmuz, Meşrutiyet inkılâbının ikinci yıldönümü dolayısıyla yazılan manzume, derginin birinci sayfasında imzasız olarak yayınlanmıştır. Üzerinde, başlık yerinde bulunan Rûm (30) sûresinin 4-5. âyetlerinden bir parçadır. Meali: «O gün mü’minler Allah’ın yardımıyla ferah bulacaklardır.» * (20) SM, c. 5, no. 105, s. 1, 4 Ramazan 1328/26 Ağustos 1326 (8 Eylül 1910). Ramazan münâsebetiyle yazılan manzume, derginin birinci sayfasında imzasız ve başlıksız olarak yayınlanmıştır. * (21) SM, c. 5, no. 109, s. 71, 2 Şevval 1328/23 Eylül 1326 (6 Ekim 1910). Ramazan Bayramı münâsebetiyle yazılan manzume, derginin birinci sayfasında imzasız ve başlıksız olarak yayınlanmıştır. * 470 LEYLE-İ MEVLİDİ’N-NEBİ SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM On dört asır evvelki meşimen senin ey leyi, Bir nur-i semâ-pâre doğurmuştu, değil mi? Aguşunu bir aç: Görelim tayfını olsun... Sinende nihandır, sanırım, yâd-ı yetimi. Yâ Rab, o harîminde yüzen Dürr-i Yetim’in, Tâ haşre kadar Şer’i yetîm olmasın... Âmin!* Ramazan geldi zamanında bu yıl, hamdolsun, O biraz belki azaltır çekilen âlâmı. Hastalık, zelzele, yangın, karışıklık, kıtlık, Daha binlerce felâket eziyor İslam’ı. “Halk çok azdı da ondan bu belalar...” deniyor; Azmayan yok mu, bütün ehl-i siyam azgın mı? Kimse, yâ Rab, süfehâ onları imhâl etme; Yoksa bir millet-i masumeyi pâ-mâl etme.* Düşman sesi duymak istemezsen, Kardeş sesidir, uyan bu sesten! Kalkınca görür ki akşam olmuş, Vaktiyle uyanmayan bu sesten.* Meşîme: Döl yatağı. Dürr: İnci. Süfehâ: Sefihler. Pâ-mâl: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş. İmhâl: Mühlet verme. Âlâm: Elemler. Dürr-i Yetim: Yetim incisi. Haşr: Toplanmak, bir yere birikmek. (22) SM, c. 6, no. 132, s. 17, 14 Rebîülevvel 1329/3 Mart 1327 (16 Mart 1911). Mevlid Kandili münâsebetiyle yazılan manzume, imzasız olarak derginin birinci sayfasında yayımlanmıştır. * (23) SM, c. 6, no. 156, s. 401, 7 Ramazan 1329/18 Ağustos 1327 (31 Ağustos 1911). Ramazan münâsebetiyle yazılan manzume, derginin birinci sayfasında imzasız olarak yayınlanmıştır. Üzerinde, başlık yerinde bulunan A’râf (7) sûresi 155. âyetin bir kısmıdır. Meali: «İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helak eder misin, Allah’ım?...» * * (24) Hasan Basri (Çantay) Bey’in Balıkesir’de, 17 Ekim 1918-13 Mart 1919 tarihleri arasında çıkardığı «Ses» gazetesi için Mehmed Akif Bey tarafından yazılmış olan bu kıt’a, gazete yayınlandığı müddetçe, başlığının altında bulunmuştur. 471 O yeşil toprağın ey yüzler ağartan Karesi, Şimdi binlerce şehidin kanayan makberesi. Sana hasret kalan evladın için dünyada Varsa kahrolmadan aram edecek yer neresi? Hani gök kubbenin altında görülmüş mü eşin? Dağların bağ, hele vadilerin altın deresi! Ey benim her taşı bir mabed-i iman yurdum, Seni er geç bana mutlak verecek Mabûd’um!* Siyam: Oruçlar. Süfehâ: Sefiller. Pâ-mâl: Ayak altında kalmış. Makbere: Mezar. Yeni Gün Gazetesi, 30 Haziran 1338 (1922) Ankara. Balıkesir’in Yunanlılar tarafından işgalinin ikinci yılı dolayısıyla yazılmıştır. Karesi, Balıkesir’in o zamanki ismidir. * 472 TEBRİK Tanrının yurdunu sarmış da yanan sinesine, Yine bir mahşeri inler ki, bu gün, imanın: Ne ayaklarda, ne başlarda, ne vicdanlarda, “Kayd-ı dünya!” denecek limesi yok, dünyanın. Oh! Bir nur-i mücerret ki bulutsuz, üryan, Gördüğüm parçası manzume-i bî-payanın. Dönüyor vecd ile bir lahza karâr eylemeden, Vech-i Bakisine dalmış, dönüyor Rahman’ın. İşte bir böyle tecelli dilerim ben sana da: Ki tamam olmak için Rabb’ine itminanın, Sinmesin -kalbini imanla dönen duygularaEn ufak gölgesi dünya ile mâfîhânın.* Bana hiç bakmayan o gözlerden, Bir nazar beklesem ne var çok mu? Deme çeşm-aşinalığım yoktur; Çeşmine aşinalığım yok mu?* Ne yazdıysam eser namıyla hepsinden rücû ettim; Sözün manası yok, mana için söz bulmak imkânsız!* Ma’bûd: Kendine ibadet edilen Allah (C.C.) Mücerred: Yalnız. Soyut. Vecd: Aşk. Vech: Yüz. Mehmet Akif’in, Mahir İz’e gönderdiği 5 Temmuz 1928 tarihli mektubundan.Neşreden M. Uğur Derman, Mehmed Akif’ten Mektuplar, Kubbealtı Akademi Mecmuası, yıl 5, sayı 4, Ekim 1976, s. 14-15. Manzume, Kurban Bayramı tebriki için Abbas Halîm Paşa’ya yazılmıştır. * * * Mehmed Akif Bey’in gençliğinde yazdığı bir kıt’a. Mahir iz Bey’den naklen, Eşref Edib, Mehmed Akif, c. 2, s. 304, 1939. Hakîm Senâî’den tercüme. Mahir İz Bey’den naklen, Eşref Edib, Mehmed Akif, c. 2, s. 304, 1939. 473 *** Yâ Rab, senin üç türlü kulun var, bu muhakkak; Bir kısmına her şeyleri bol bol veriyorsun... Bir kısmına lakin keremin muktesit olmuş, Nur istese bilfarz ona petrol veriyorsun. Bir kısmı da aç kalmak için bağlı kapında, Ekmek dese bîçâre, heman yol veriyorsun.* *** Hikmet ne ezelde yazmamaktan Yâ Rab, bizi de ganiyy-i şâkir? Aç kamına çok mu kulluk ettik, Olduk da bugün fakir-i sâbir?* *** Arkamda serilmiş yere bir mazi var, Karşımdaki müstakbelim ondan da harap. Hâl ortada, bir çöl ki sudan vazgeçtim, Yok yeşimi aldatmaya bir damla serap.* “Nasıl dört İngiliz dünyayı oynatmakta, hayrettir, Bunun elbette var bir sırrı?” derler. İngiliz der ki: “Sefil evladı şayet ırkımın cüretli şeylerse, Necip evladı onlardan cerîdir elli kat belki.” Bilfarz: Olduğunu kabul ederek. Mâfîhân: İçindekiler. O şeyin içinde olanlar. Muktesid: İktisatlı, tutumlu. Rücû’: geri dönme. Müstakbel: İlerdeki, gelecek. Ganiy: Kimseye muhtaç olmayan, elindekinden fazla istemeyen. Şâkir: Allah’a şükreden. Fakîr-i sâbir: Kefil fakir. Necip: Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cerî: Cesur, yiğit, delikanlı, gözü pek, cesaretli, yılmayan. M. Uğur Derman Bey’in merhum Mahir İz’den duyarak tesbit ettiği metin.Mahir Bey’in yakın talebesi ve üstad hattatlarımızdan eczacı M. Uğur Derman Bey, merhum Hoca’nın, Akif Bey’in bu mısralarını sık sık okuduğunu bildirmektedir. * H. Basri Çantay, Akif’e Dâir Hâtıralar, Fetih gaz., 27.12.1957. * Ayda Bir mecmuası, no. 11, Temmuz 1936. * 474 KITA Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm, Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu. Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum; Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?.. Antakya, Ağustos 1935 KASR-I GÜLSEN Kasr-ı Gülşen’sin evet, lakin gönüller şen değil. Durduğum, mazine hürmet, yoksa neşvemden değil. Var mı loş sinende canandan kalan nur izleri? Ey yeşil yurt, istenen senden odur, sinen değil... Kahire, 4 Eylül 1935 RESMİMİN ARKASINA Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok! Sen mi kaldın, yalınız kafileden böyle uzak? Postu sermekse meramın yola, serdirmezler; Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak. Kahire, 1935 RESMİM İÇİN Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim... Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben. Daha bir müddet eminim ki hayatın yükünü, Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben. Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını, Bana çok görme, İlahi, bir avuç toprağını!.. Kahire, 1935 (33) Kasr-ı Gülşen: . Gül bahçesi sarayı. Neşve: Neşe. 475