Atatürk'ün Anlatımıyla Hayatı

Page 1

ATATÜRK'ün Anlatımıyla Hayatı (Mustafa Kemal Paşa, 10 Ocak 1922’de Vakit Gazetesi’nde yayımlanan, Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin'e (Yalman) verdiği mülakatında kendi hayatını anlatmıştır). - Çocukluğuma ilişkin ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı annemle babam arasında aşırı bir mücadele vardı. Annem ilahilerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan babam o zaman yeni açılan Şemsi Efendi Okuluna devam etmem ve yeni yöntem üzerine okumamdan yanaydı. Sonunda babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle mahalle okuluna başladım. Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okuluna yazıldım. Az zaman sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının öteki işlerine de karışıyordum. Böylece biraz vakit geçince annem, okulsuz kaldığım için kaygılanmaya başladı. Sonunda Selanik’te bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verildi: Selanik’te liseye yazıldım. Okulda Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı. Bir gün sınıfımızda ders verirken başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Öğretmen beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama karşıydı, hemen okuldan çıkardı. Yakınımızda Binbaşı Kadri Bey isminde bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî ortaokula devam ediyor ve okul giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi gereken yolun askerî ortaokula girmek olduğunu anlıyordum. O sırada annem Selanik’e gelmişti. Askerî ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu. Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî ortaokula giderek sınav verdim. Böylece anneme karşı oldubitti olmuş oldu. Ortaokul’da en çok matematiğe ilgi duydum. Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum, matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu. Öğretmenimin ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki; “Oğlum, senin de ismin Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun!


O zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize: “Aranızda kimler kendine güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım.” dedi, öncelikle duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim. Bunlardan birinin danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm son noktaya geldi. Ayağa kalkarak; “Ben bundan iyi yaparım" dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı yaptı, eski danışmanı benim danışmanlığım altına verdi. Askerî ortaokulu bitirdiğim zaman merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesi’nde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızcada geri idim. Öğretmen benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim çok gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice Frerler Okulunun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim. O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesinden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon) öğretmeni diye yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı. “Bu meşgale biçimi seni askerlikten uzaklaştırır” dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma isteği bende kalıcı oldu. Lisede iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde güçlü bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okuluna geçtim. Burada da matematiğe ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım. İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise öğretmeninin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcı idi. Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk. Harp Okulu yıllarında siyaset düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili bir düşünce oluşturamıyorduk. Sultan Hamit Dönemi idi. Namık Kemal Bey'in kitaplarını okuyorduk. Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk. Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu. Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz önünde bütünüyle netleşmiyordu. Kurmay sınıflarına geçtik. Alışılmış derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık. Binlerce kişiden oluşan Harp Okulu öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun öğrencileri arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk. Sınıf içinde küçük teşkilatımız vardı. Ben Yönetim Kurulunda idim. Gazetenin yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum. O zaman Okullar Müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun Müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu kişinin, padişah katında İsmail Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış; “Okulda böyle öğrenci var. Ya farkında olmuyor ya görmezden geliyor.” denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için inkâr etmiş. Bir gün, gazetenin gereken yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dersliklerinden birine girmiş, kapıyı kapamıştık, kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa'ya haber


vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu. Çıkarken: “Yalnız izinsizlikle yetinebilir.” dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen eksikliği ortaya çıkarmak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyet de inkâr edilemezdi. Kurmay Subaylar Grubu sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyordu ve biliniyordu. Bu sırada Fethi Bey adına eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve kendisine yardım etmeye karar verdik. İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman yanında Saraya mensup bir de yaver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında bir kişi vardı, anında götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey oysa ki İsmail Paşa'nın gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saraya götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilat kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan özet olarak, bütün bu işlerden dolayı zan altında olmak, şüphelenilmek... Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler, birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra bıraktılar. Birkaç gün sonra Kurmay Subaylar Grubu Dairesi’ne tüm kurmay subay arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selanik’te yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kura çekileceğini, ancak aramızda anlaşırsak kuraya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilatlar bulunduğuna delil diye telakki ettiler. Beni Suriye’ye sürdüler. Şam’da bir atlı asker kıtasına staj yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzilerle bazı meseleler vardı. Dürziler üzerine askerî birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım. “Hürriyet Cemiyeti” adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli asker sınıflarında staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e gitmem vardı. Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa’da daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilat daha güçlü oldu. Ancak Suriye’de istediğim derecede işi oluşturmak imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya’da daha seri gideceği kanısı vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim. Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan buyrukta; “Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi” şartı vardı. Bu yüzden Makedonya’ya gitmek güçtü. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri gelenlerinin çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı. Bu belgeye göre izinli olarak İzmir’e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını anlıyordum. Ancak o sırada Selanik’te Topçu Müfettişi bulunan Şükrü Paşa'nın oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde yapılması Makedonya’ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Ancak ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selanik’e gidersem işi sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk. Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından Meselenin ortaya çıkması ihtimaline karşı izimizi kaybettirmek için öncelikle Mısır’a, sonra Yunanistan’a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa’dan bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selanik’e girdim. Bir gece, Şükrü Paşa'yı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben önemli bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selanik’te kaldım. Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca


İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyetinin bir şubesini kurdum. Selanik’te bulunduğumu İstanbul haber alarak kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık değiştirerek Yafa’ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında sınıra görevlendirdim. Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum. Toplam iki buçuk, üç yıl Suriye’de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya’ya aktarılmak için resmen başvurdum. Amacıma sonunda ulaştım. Selanik’e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti’nin Terakki ve İttihat adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey Paris’ten Selanik’e gelmiş. “Terakki ve İttihat Derneğinin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi etki eder.” diye arkadaşları inandırmış. Dernek o isim altında çalışmayı sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar grubunda mareşallik emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 yılı geldi ve Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet’ten sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben herkesi böyle biliyordum. Şahsi gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının eleştirilmesinin gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim. Bu kötülükleri bir yana atmak için ilk düşündüğüm önlem, ordunun siyasetten çekilmesi teorisiydi. Bunu öteki arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Sonunda 31 Mart Olayı oldu. Bu olay üzerine Makedonya’dan giden bölüğün ve ilk dönemde Edirne’den bunlara katılan güçlerin Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü Paşa idi. “Hareket Ordusu” ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı. Mesele şundan ibaretti: İstanbul’a seslenen bir bildirge yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek ikinci bir bildirge yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar “Hürriyet Ordusu” dediler. Oysaki tüm ordu Hürriyet Ordusu durumunda idi. Hareket hâlinde olan orduların durumunu göstermek için “Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri” denildi. Ben “Operasyon” sözcüğünün Türkçeye çevirisini düşünerek “Hareket Ordusu” deyimini kullandım. 31 Mart meselesi çözümlenince yeniden Selanik’e döndüm. Ordunun dernekten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu kere daha güçlü ileri sürmeye başladım. Meşrutiyet'in ilanından sonra teşkilat kurmak için Trablusgarp’a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakki Kongresine delege seçiliyor, ancak gitmiyorduk. Bir kere yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak muvaffakiyet yalnız kongrenin teorik yargısı olarak kaldı, uygulanmadı. İttihat ve Terakkinin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet’ten sonra başlayan aykırı düşünceler son derece güçlendi ve tam bu ana dek sürdü. Bundan sonra yeni ordu teşkilatı yapıldı. İzzet Paşa Kurmay Başkanı oldu. Ben bu teşkilatta Selanik Kolordusu Kurmayına küçük rütbede bir subay olarak katıldım. Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bundan dolayı sözlü ve yazılı birçok eleştiriler yapmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu. Bu eleştirmeler özellikle eski komutanları incitiyordu. Bunun, benim tecrübeli olmaktan çok teorisyen olduğumdan ileri geldiği düşüncesine kapılıp ceza olarak beni 38'inci Piyade Alayına komutan yaptılar. Bu görevlendirme kızgınlık yüzünden gerçekleşmedi. Alay Komutanlığını yerine getirdiğim sırada Selanik’te bulunan tüm garnizon birlikleri, alayın uygulamalarına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara öteki subayların katılımı görüldü. O zaman Selanik’te bu çalışmalardan kuşkulandılar. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul’a çağırdılar. Genelkurmayda bir göreve atadılar. Selanik’te bulunduğum sırada Arnavutluk harekâtıyla uğraşmıştım. Öncelikle Şevket Turgut Paşa görevli iken Mahmut Şevket Paşa kendisi Arnavutluk harekâtını ele almıştı. Beni de Kurmay Başkanı diye birlikte götürdü. İstanbul’a çağrıldığım zaman İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Ben de isim ve kılık değiştirerek bazı arkadaşlarla birlikte Mısır’a, oradan Bingazi dolaylarına gittim. Bir yıl kadar süren savaş sırasında Bingazi Kuvvetleri Komutanlığında bulundum.


Asıl memlekette de Balkan Savaşı başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca çizgisine ve Bolayır’ın kuzeyine geldiği bir sırada İstanbul’a döndüm. Bu yılın sonunda Genel Savaş ilan olundu. Olagelen başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağ’ında şu çok yakın zamanda kurulan 19'uncu Tümen’e komutan oldum. Arıburnu’nda, Anafartalar’da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne’de 16'ncı Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada yaptığımız önemli savaşlardan biri, Bitlis ve Muş’un Ruslardan geri alınmasıdır. Savaşın son aşamasında bazı düşüncelerim kabul edilmeyince komutayı da geri çevirerek İstanbul’a döndüm. O sıralarda idi. Veliaht ile birlikte Alman Genel Karargâhına gittik ve Alman Batı Cephesi'nin bazı bölümlerini gördük. Bu gözlemimden, Hindenburg ve Ludendorf ile görüşmelerimden sonra geçmiş isteklerimdeki yerindeliğe daha çok inandım. O zaman oluşturduğum son fikir, Genel Savaş’a girildiği ilk anda söylemiş olduğum düşüncenin aynı olarak belirdi. Bu geziden hasta olarak İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir iki ay tedavi gördükten sonra, tedavi amacıyla Viyana’ya gittim. Orada Sanatoryum’da bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat’ta kaldım. Diğer yandan Sina Cephesi'nde, benim önceden raporlarda açıkladığım kötülükler aynen vaki oldu! Bunun üzerine Falkenhayn Almanya’ya çağrıldı, yerine Liman Von Sanders görevlendirildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında padişah katına çağrıldım. Amacın, beni yeniden Yedinci Orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek istediğimi gösterdim. İlk çağrı biçiminde ısrar edildi ve bana Yedinci Orduya komutan atandığımdan söz edilerek görev yerime yapacağım işlere ilişkin emir verildi. Bu emir, bana verilen görev ve yetkiyle yerine getirilemezdi. Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Sonuç olarak önceden çekildiğim Yedinci Ordu Komutanlığına yeniden başlamak üzere Nablus’a gittim. Aynı sıralarda mütareke yapılmıştı. Daha Halep’te iken hemen kabineyi (Hükûmet) değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul’a çağrılmamın yararlı olacağını açıktan açığa İstanbul’a bildirmiştim. Gerçi kabine kuruldu; ancak benim İstanbul’a çağrılmama gerek görülmedi, sonunda bu kabine de düştükten sonra İstanbul’a gittim. İstanbul’a ulaştığımda benim gözümde durum şu idi: Mebuslar Meclisi nasıl davranılacağında kararsız idi. Yeni görevlerinden düşmüş kişilerle ve milletvekilleriyle ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her çevreyi rahatlatarak ülkeyi savunmak için güçlü bir durumun ortaya çıkarılabileceği merkezinde idi. Ancak bu düşünce üzerinde gereği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclisin dağıtılmasına şahit olduk. İstanbul’un haysiyetli kişilerince türlü isimler altında programlar ve partiler kurularak kurtuluş yolları aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı araştırdım. Hiçbiri bir kurtuluş gücüne dayanmıyordu. Bundan dolayı hiçbiriyle iş birliğinden bir sonuç beklemedim. Onaylama gücünün doğrudan doğruya millet olacağı görüşü bende çok güçlüydü. İstanbul’da oluşan durumlardan, yapılan girişimlerden, özellikle durumun güçlüğü ve acıklılığından milletin haberi yoktu. İstanbul’da oturup milleti bilgilendirmek imkânı da kalmamıştı. Bundan dolayı yapılacak şeyin İstanbul’dan çıkıp milletin içine girmek ve orda çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun yapılış biçimini düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm sıradaydı ki hükûmet beni Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeyi önerdi. Bu öneriyi hemen seve seve kabul ettim ve tam Yunanların İzmir’e girdiği gün idi ki İstanbul’dan ayrıldım. Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta türlü isimler altında birtakım teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı isim altında birleştirerek bütün milleti ilgilendirmek ve tüm orduyu da bu


amaç için çalıştırmak lazımdı. Anadolu’ya girdiğim zaman; daha Ordu Müfettişi sıfatı ve yetkisi üzerimde iken bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda oluştu. İzlediğim çalışma biçimi İstanbul’ca bilinince beni İstanbul’a çağırmak istediler. Gitmedim. Sonuç olarak istifa ettim. Milletin bir bireyi olarak Erzurum Kongresi’ne katıldım. Erzurum Kongresi’nde belirlenen esasları tüm ülkeye yaymak amacıyla Sivas’ta da bir kongre yapıldı. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Kurulu adındaki heyetle kongrelerin kararlarını uyguladık. Milletvekillerinin yeniden seçilmesi, Meclisin İstanbul’da açılması sağlanmışsa da Meclisin işgale uğraması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisini oluşturmaya girişilmiş ve böylece 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkîlat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu'nda bulunup adı geçen kanunun özünü anlatan ve ilk projede anılan ilkelerin kökenine gelince; gerçekte öteden beri millî egemenliğin en iyi temsili imkânı olacağına ilişkin teorik olarak bazı araştırmalar ve teorik incelemelerden benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: Millî egemenliğin tümüyle ortaya çıkması, bunun gerçek sahibi olan tüm insanların bir araya gelip bunu gerçekten kullanmasıyla mümkündür. Ancak tüm Türkiye halkının toplanmasıyla bu amacın gerçekleştirilmesine uygulanabilir bir çözüm olsa bunların yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Millî hakimiyetimizin bir kişi ya da sınırlı kişilerden oluşan bir kurul tarafından temsil edilmesi yüzünden ülkeyi ve milleti baskıcılıktan kurtaramadığımız tarihî olaylar ile delil müsbit olduğundan herhâlde bu temsil hakkını olabildiğince çok insandan oluşan ve vekillik süresini az bir kurulla temsil etmek ve ortaya çıkarmak, bence tek çözümdü. Ülke içinde ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum araştırmalar ve incelemeler de bana bu düşüncenin uygulanmasında büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanısını vermiştir. Herhâlde halkımızı yönetim ile yakından ilgilenmek, yani yönetimi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir yönetim şeklini kurmak hem millî hakimiyetin gerçek olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması bakımından gerekliydi. İşte bu düşüncelerin, bu araştırmaların esin kaynağı olarak proje yapılmıştı. Halkçılık teşkilatı en ufak daireye kadar yayıldığında elde edilecek sonucun daha büyük ve verimli olacağına kuşku yoktur. Ülke ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş hâlini de düşünürsek Meclisin çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarılarını takdir etmemek imkânsızdır. Misakımillî, barış yapmak için en akıllıca ve asgari şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için toplatacağımız ilkeleri içerir. Ancak ülke ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının korunmasına bağlıdır. Misakımillî’nin amacı onu sağlamaktır. Ülke ve milletin geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan yönetim teşkilatının tümüyle yayılması ve biçimlendirilmesi ve uygulanmasıyla birlikte ekonomik durumumuzun millî refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirilme ve canlandırılmasına bağlıdır. Bu gerçeklikleri millî iman tanıyarak koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de eğitimimizi tamamen uygulanabilir ve gerçek ihtiyacımıza uygun bir program çerçevesinde canlandırmak gerekir. Bu noktalarda başarı ile ülke bayındır hale getirilecek ve millet zenginleştirilebilecektir. Küçük bir program kadrosu söylemek gerekirse teşkilat baştan sona kadar halk teşkilatı olacaktır. Genel yönetimi halkın eline vereceğiz. Bu toplantı kurulunda hak sahibi olmak, herkesin gayret içinde olması kuralına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır. Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Böylece ülke bayındır hâle getirilecek, millet refah sahibi olacaktır. Hiçbir millet ve ülkeye karşı saldırı düşüncesi beslemeyiz. Ancak varlığımızı korumak ve bağımsızlık için bir de ülkemizin bu dediğimiz alanda gönül rahatlığı ve sonsuz inançla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için her zaman ülke ve milletimizi savunmaya gücü yetecek bir orduya sahip olmak idealimizdir.


Yönetim Kurulumuzda tüm bu ilkelerin korunması tabii. Buna göre hükûmet, doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisinin kendisidir. Böyle yönetim işlerini ülkede yapacak olan bir kurulun türlü düşünce ve inançlar çevresinde toplanmış partilerden çok, ortak temel noktalara saygı gösteren kaynaşmış ve dayanışmacı bir kurul olması istenmeye değerdir. Ancak toplantı esaslarımızın kaynağı olan millete şimdilik hayat ve gerçek mutluluklarını üstüne alan kamuoyunu kapsayacak bir biçimde belirsiz olduğundan, bundan yararlanarak kendi düşünce ve inançlarının yerindeliği düşüncesinde direnecek bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonuç olarak parti hâlinde kuruluşlar oluşturmanın olabilirliği yüksektir. Buna karşılık bazı özel inanışların varlığı, belki de düşüncelerin çarpışması için yararlı olabilir. Ancak eskisi gibi millet ve ülkeden kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun gerçek çıkarlarıyla hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sadece teorik veya duygusal ve şahsi programlar çevresinde parti kurmaya kalkışacak insanların milletçe iyi kabul edileceğini sanmıyorum. Benim tüm düzenleme ve uygulamalarda davranış kuralı olarak esas saydığım bir şey vardır: O da oluşturulan kurum ve kuruluşların kişiyle değil, gerçekle sürdürülebildiğidir. Bundan dolayı herhangi bir program filanın programı olarak değil, fakat milletin ve ülkenin ihtiyacına cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve saygın olabilir. Misakımillî çerçevesinde varlığımızı sağladıktan sonra gürültü çıkarıp bozgunculuk ve kötülük edecek ve toprak genişletmek düşüncesinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur. Kaynak: ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2006. Vakit: 10.01.1922 ATATÜRK'ün Ailesi

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Selanik’te doğduğu ev Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 (Rumî 1296) yılında Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Muhtar Sokak No:38'de bulunan ve bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya gelmiştir. Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi, ilkokul öğretmeni olan Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından dedesi ise Sofuzade (Sofizade) Feyzullah Efendi'dir.


Mustafa Kemal ATATÜRK’ün hem baba hem de anne tarafından soyu “evladı fatihan” yani Rumeli’nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu’dan (Konya/Karaman bölgesinden) göçürülüp, iskân edilen Türk boylarındandır. Baba soyu, günümüzde Makedonya Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Manastır vilayetinin Debrei Bala sancağına bağlı Kocacık köyüne yerleşmiştir. Ali Rıza Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile onun kardeşi Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi 1800’lü yılların başında o dönemde yine bir Türk toprağı olan Selanik’e göç etmişlerdir. Ali Rıza Efendi 1841 yılında Selanik’te dünyaya gelmiştir. Selanik’te Abdi Hafız Mektebinde okumuş, Vakıflar İdaresine kâtip olarak girmiş, “gümrük memurluğu” görevlerinde bulunmuş ve son olarak ticaretle meşgul olmuştur.

Kocacık’taki ATATÜRK’ün dedesinin evi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün anne soyu da, Fatih Sultan Mehmet döneminde Konya-Karaman civarından Rumeli’ye göçürülüp, iskân edilmiş olan Türk boylarındandır. Bu sebeple aileye “Konyarlar” da denilmektedir. Tamamen Türk olan Vodina sancağına bağlı Sarıgöl nahiyesine yerleşen aile; sonradan Selanik yakınlarındaki Lankaza’ya geçmiştir. 1841 doğumlu Ali Rıza Efendi, 1857 doğumlu Zübeyde Hanım ile 1870 veya 1871’de evlenmiştir. Altı çocukları olmuştur: Fatma (1871/1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (Kemal ATATÜRK) (1881-1938), Makbule (Boysan Atadan) (1885-1956) ve Naciye (1886-1901?). Kardeşlerinden Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz yaşlarında, o senelerde Rumeli’yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı (difteri) hastalığından çocuk yaşlarında vefat etmişlerdir. En küçükleri olan Naciye'nin ise Mustafa Kemal Mekteb-i Harbiyede öğrenci iken vefat ettiği düşünülmektedir. ATATÜRK, Selanik Askerî Rüştiyesinden itibaren hayatı boyunca dostlukları ve arkadaşlıkları devam etmiş olan Fuat Bulca’ya bir gün şöyle demişti: “Kardeşlerim arasında en sevdiğim Naciye’ydi. Çocuk yaşının üstünde hisli, duygulu ve öğrenmeye meraklıydı. Ben Harbiyeye giderken kitaplarımı istemişti. Annemden onu okutmasını istemiştim. Ne ablam Fatma’yı ne ağabeylerim Ahmet ve Ömer’i hatırlıyorum. Son ikisi aynı yıl, 1883’te ben iki yaşında iken ölmüşler. Naciye, annem gibi sarışın, mavi gözlü, duru beyaz tenli idi.” Mustafa Kemal, 1886 yılında altı yaşına girdiğinde ilkokul çağına gelmiştir. Babasının istememesine rağmen, Zübeyde Hanım’ın ısrarları üzerine önce Koca Kasım Mahallesi’ndeki Mahalle Mektebine törenle giren Mustafa, kısa bir süre sonra; Selanik’in şöhretli öğretmenlerinden ve eğitimcilerinden Şemsi Efendi'nin yeni metotlarla elifba öğretimi yaptığı özel okula yazdırılmış ve esas öğrenimine burada başlamıştır. Mustafa okuyup yazmayı burada öğrenmiş, babasının ölümüne kadar bu okulun sınıflarını düzenli olarak takip etmiştir. Ticari faaliyetleri iyi gitmeyen Ali Rıza Efendi, bu olaydan çok etkilenmiş ve hastalığa yakalanarak 23 Mayıs 1886 tarihinde Selanik’te vefat etmiştir. Üç çocukla dul kalan Zübeyde Hanım, kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Çalı (Rapla) Çiftliği'ne gitmiştir. Bu durum Mustafa’nın öğrenim hayatına bir süre ara vermesine neden olmuştur. Öğrenmek ve yetişmek imkânlarından mahrumiyetin verdiği huzursuzlukla âdeta bunaldığı görülen bu kabiliyetli ve yaratıcı çocuğu, annesi nihayet okula devam etmek üzere Selanik’teki teyzesinin yanına yollamak zorunluluğu duymuştur. Altı ay kadar süren çiftlik hayatından sonra Selanik’e gelen Mustafa Mülkiye Rüştiyesine (ortaokulu) başlamıştır. KAYNAKLAR 

ATADAN, Makbule; Ağabeyim Mustafa Kemal, (Yay.Haz.:Şemsi Belli) Ayyıldız Yayınları, İstanbul, 1959.


        

AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam Mustafa Kemal'in Hayatı, 1881-1919, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1969. BAYUR, Yusuf Hikmet; ATATÜRK’ün Hayatı ve Eseri: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1990. DİMİTRİADİS, Vasilis; Bir Evin Hikayesi (Çev.Gülsün AKSOY-AİVALİ), TTK Yay., Ankara, 2016. EROĞLU, Hamza; ATATÜRK’ün Hayatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1986. GÜLER, Ali; Bir Dâhinin Hayatı: ATATÜRK’ün Soyu, Ailesi, Öğrenim Hayatı (1881-1905), Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2000. ÖZ, Mehmet Ali; Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre ATATÜRK'ün Ailesi, Asi Kitap Yay.,2017. ŞAPOLYO, Enver Behnan, Kemal ATATÜRK ve Millî Mücadele Tarihi, Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul, 1958. TURAN, Şerafettin; Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik Mustafa Kemal ATATÜRK, Bilgi Yayınları, Ankara, 2004. UNAT, Faik Reşit; ATATÜRK ve Ailesi, Efradı ve Kendisine Karabet Dereceleri, V.TT Kongresi, Ankara, 12-17 Nisan 1956.

Selanik'teki Öğrenimi Mustafa Kemal, annesinin ısrarı sonucu önce Mahalle Mektebine başlamış, kısa bir süre sonra da Şemsi Efendi'nin yeni metotlarla eğitim öğretim yaptığı özel okula devam etmiştir. Ali Rıza Efendi'nin vefatı (23 Mayıs 1886) sonrası, Zübeyde Hanım'ın çocukları ile birlikte kardeşinin Lankaza’daki çiftliğine gidişi, Mustafa’nın öğrenim hayatına bir ara vermesine neden olmuştur. Altı ay kadar süren çiftlik yaşamından sonra Selanik’e gelen Mustafa, Mülkiye Rüştiyesine (ortaokulu) başlamıştır. Burada, matematik öğretmeni Hüseyin Efendi'nin, sınıftaki bir olay nedeniyle Mustafa’yı dövmesi üzerine, Mustafa büyük annesi Ayşe Hanım tarafından okuldan alınmıştır. Çocukluğundan itibaren askerliğe büyük bir ilgi duyan Mustafa, asker olmak istiyordu. Hatıralarında kendisinin anlattıklarına göre, üniformalı olarak Askerî Rüştiyeye giden komşularından Kadri Bey'in oğlu Ahmet ve sokaklarda gördüğü üniformalı subaylar onun askerlikle ilgili heveslerini kamçılamıştır. Nihayet asker olmasını istemeyen annesine haber vermeden Selanik Askerî Rüştiyesinin sınavlarına girerek başarılı olmuştur. Daha önceden dört yıl olarak eğitim yapan askerî rüştiyelerin o yıl birinci sınıflarının lâğvedilerek üç yıla indirilmesi üzerine Mustafa, Nisan 1894’te Selanik Askerî Rüştiyesinin ikinci sınıfından öğrenimine başlamıştır. Bu dönemde sivil ortaokullar çekiciliği az olan okullardı. Askerî rüştiyeler ise Türkçeye daha çok önem vermekte, yabancı dile iki yıl erken başlamaktaydılar. Fransızca, ders olarak okutulmaktaydı. Bu okullarda spor salonları da bulunmaktaydı. Sivil rüştiyeler ise bu imkânlara sahip değildi. Yine askerî rüştiyelerde öğrenciler, yetenekleri ve durumlarına göre yükselebiliyorlardı. Tüm bunların yanı sıra bu okulları bitirenler, orduya girdiklerinde, geniş Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak köşelerindeki insanların yaşayışlarını görüp öğrenme fırsatını bulabiliyorlardı. Bu sivil okul mezunlarının kolay kolay elde edemedikleri bir başka imkândı. Selanik Askerî Rüştiyesi, Mithat Paşa Caddesi’nde, yeni ve oldukça güzel bir binaya sahip bulunan, düzenli ve disiplinli bir okuldu. Dersleri ihtisas esasına göre okutan ve çoğunluğunu subaylar teşkil eden bir öğretim ve yönetim kadrosuna sahipti. İlk gençlik çağındaki iki yüz civarında üniformalı subay adayı, tam bir disiplin içinde ortaöğrenimle birlikte ilk askerlik eğitimlerini de burada görmekte idiler. Mustafa, çok kısa sürede öğretmenlerin ve komutanlarının dikkatlerini çeken seçkin bir öğrenci olarak kendisini çevresine tanıttı. Kendi hatıralarında anlattığına göre Mustafa, Rüştiyede matematik dersine merak sarmış; bu derste sınıfın “müzakerecileri” arasına girmişti. Çok sevdiği bu dersin öğretmeni Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri Bey (Harp Okulu 1297/1882 yılı mezunlarından), onun yetenek, yaratıcılık ve olgunluğunu teşhis ederek, ona “Kemal” adını vermiştir. Böylece, yarının ATATÜRK’ü, Mustafa Kemal olarak tarihe mal oluyordu. Mustafa Kemal, 1895 yılı sonu veya 1896 yılı Ocak ayında, on beş yaşında,


Askerî Rüştiyenin kırk (veya kırk üç) kişilik olan son sınıfını, derslerden geçme tam notu olan 45 alarak (43 aldığı biri hariç) dördüncü bitirmiştir. Manastır Askerî İdadîsi Öğrenimi ve Burada Kişiliğini Etkileyen Olaylar, İnsanlar Mustafa Kemal, Askerî Rüştiyeyi bitirirken idadî (lise) eğitimine İstanbul’da Kuleli Askerî Lisesinde devam etmek istemiştir. Fakat, vatansever bir kurmay subay olan Hasan Bey, onu bu kararından vazgeçirmiştir. Hasan Bey, birçok defa Rüştiyeye mümeyyiz olarak gelen ve sınavlarda Mustafa Kemal’i tanıyıp seven bir komutanı idi. Hasan Bey, o günlerde bir münasebetle genç öğrencisine, lise eğitimine nerede devam edeceğini sormuş ve niyetinin İstanbul’a gitmek olduğunu anlayınca da şu tavsiyede bulunmuştur: “Bundan vazgeçiniz oğlum. Manastır'a gidiniz, orada daha iyi yetişirsiniz.” Mustafa Kemal, Hasan Bey'in bu tavsiyesini dinleyerek Manastır Askerî İdadîsine gitmiştir. 1896 yılı Mart ayının ortalarına kadar Selanik’te tatilini geçiren Mustafa Kemal, tatil bitiminde Selanik’ten trenle Manastır’a yolcu edilmiştir. İdadîde yatılı ve daha üstün dereceli bir okulun hayat ve öğretim şartlarına kısa sürede intibak eden genç Mustafa Kemal için artık ömrünün sonuna kadar sürecek olan aile yuvası dışındaki hayat başlamıştır. Bundan sonra ev yaşantısı sadece izin ve tatillerde kısa süreli olabilecektir. Askerlik mesleğinin meşakkatli ve zorlu özelliklerinden de kaynaklanan bu durum, biraz da onun “bağımsız yaşama” karakterine uygun düşmüştür. Manastır Askerî İdadîsindeki sınıf arkadaşları arasında Üsküp, İşkodra, Yanya ve Manastır Askerî Rüştiyelerinden gelen öğrenciler bulunmaktadır. Bu ortam içinde çeşitli karakter, mizaç ve seviyede genç insanlarla tanışmak, anlaşmak ve onlara kendini kabul ettirmek hususunda Mustafa Kemal’in üstün vasıflarının burada da büyük bir rol oynadığı şüphesizdir. Manastır Askerî İdadîsinde Mustafa Kemal, matematikte çok başarılı olmuş, Fransızca da ise istediği seviyeye gelememiştir. Kendi hatıralarında bunu şöyle anlatmıştır: “Askerî Rüştiyeyi ikmal ettiğim zaman, merakım epeyce ileri gitmişti. Manastır Askerî İdadîsinde riyaziye (matematik) pek kolay geldi. Bununla meşgul olmaya devam ettim. Fakat Fransızcada geri idim. Muallim benimle çok meşgul olmuyor, acı ihtarlarda bulunuyordu.” Burada Mustafa Kemal’i en çok etkileyen arkadaşlarından biri olan Ömer Naci, ona edebiyat ve şiir merakı aşılamıştır. Sonradan İttihat ve Terakki Partisinin hatibi olacak olan ve genç yaşta Birinci Dünya Harbi sırasında hayatını kaybeden Ömer Naci, Bursa Askerî İdadîsinden kovularak, Manastır İdadîsine yollanmıştı. Mustafa Kemal hatıralarında şunları anlatmıştır: “O zamana kadar edebiyatla çok temasım yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa İdadîsinden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın, kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Onun ilgilendiği konunun şiir ve edebiyat olduğuna o zaman muttali oldum. Onunla çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat beni şiirle iştigalden men etti. ‘Bu tarz iştigal seni askerlikten uzaklaştırır.’ dedi. Ne var ki güzel yazmak hevesi ben de baki kaldı.” Bu ikazı yapan Kitabet Öğretmeni Alay Emini Mehmet Asım Efendi'dir. Aynı olayı Mustafa Kemal, daha sonraları Ali Fuat Paşa'ya şöyle anlatır: “Eğer kitabet hocamız imdadıma yetişmeseydi, ben de şair olup çıkacaktım. Çünkü hevesim vardı. Asım Efendi bir gün beni çağırdı: ‘Bak oğlum Mustafa dedi, şiiri filan bırak. Bu iş senin iyi asker olmana mani olur. Diğer hocalarınla da konuştum. Onlar da benim gibi düşünüyorlar. Sen Naci’ye bakma, o hayalperest bir çocuk. İleride belki iyi bir şair ve hatip olabilir fakat askerlik mesleğinde katiyen yükselemez.’ Hocamın ne kadar haklı olduğunu hadiseler ispat etti. Çok arzu ettiği hâlde Naci, Erkânıharp (kurmay) zabiti olamadı.” Bu ikaz ve yönlendirmenin ATATÜRK’ün hayatını ve kaderini doğrudan etkilediğine şüphe yoktur. Fakat, Ömer Naci’nin de Mustafa Kemal’in fikri alt yapısının oluşmasında diğer faktörlerle birlikte önemli bir rol oynadığı da kesindir. Nitekim, genç Mustafa Kemal’in dönemin vatan ve hürriyet şairi Namık Kemal ile Türkçü şairi Mehmet Emin Yurdakul’un şiirleri ile tanışmasında Ömer Naci’nin etkili olduğu bilinmektedir. İdadîde, Namık Kemal’i tanımak, duymak, onun gizlice elden ele dolaşan vatan şiirlerini bulmak, okumak işini Hatip Ömer Naci sağlamıştır. ATATÜRK, sonradan 14 Eylül 1931’de yaptığı bir konuşmada Mehmet Emin Yurdakul ile ilgili şunları söylemiştir: “...Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk kez Manastır Askerî İdadîsinde öğrenciyken


okuduğum ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur.’ dizeleriyle başlayan manzumesinde bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum...” Tarih öğretmeni Mehmet Tevfik (Bilge) Bey'in de etkisiyle, Fransız İhtilali'nin temel ilkelerinden biri olan hürriyet kavramı ile de burada tanışmıştır. Topçu Kolağası Mehmet Tevfik Bey, o dönemin tarihçilik anlayışından uzak, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış ve öğrencilerine dersini sevdirerek, esaslı tarih bilinci ve kültürü veren bir öğretmendi. Ali Fuat Cebesoy’un, “Değerli ve milliyetçi bir Türk subayıydı. Türk tarihini iyi biliyor ve öğrencilerine tarih zevkini veriyordu. ATATÜRK, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış bulunan hocasından daima saygı ile söz etmiştir. Bir gün bana ‘Tevfik Bey'e minnet borcum vardır. Bana yeni bir ufuk açtı.’ demiştir.” şeklinde tanıttığı Kolağası Mehmet Tevfik Bey (1865-1945) ATATÜRK’ün derin tarih bilgisi ve bilincinin oluşmasında önemli katkısı olmuştur. Manastır İdadîsinin ikinci sınıfına geçen Mustafa Kemal, 1897 yılının ilk günlerinde sıla iznini geçirmek üzere trenle Selanik’e dönmüştür. Mart'ın ilk günlerine kadar devam edecek izinden faydalanarak Fransızcasını kuvvetlendirmeyi düşünmüş ve 1888’de kurulmuş olan Tophane semtindeki “College Des Freres De Salle”in (Frerler Okulu) özel kurlarına kaydını yaptırarak dersleri düzenli olarak takip etmiştir. Birinci sınıfta kendisini ikaz eden Fransızca öğretmeninin acı ihtarlarına yeniden muhatap olmak istememiştir. Kendi hatıralarında, “iki, üç ay gizlice Frerler Mektebinin hususi sınıfına devam ettim. Böylece mektep derslerine nispetle fazla derecede Fransızca öğrendim.” demiştir. Bu özel derslerde Mustafa Kemal’in öğretmenlerinden biri Frere Rodriquez (1849-1941)’dir. Öğretmeninin anlatımına göre, Mustafa Kemal gayet ciddi, zeki ve çalışkan, elinde daima kitap bulunan bir gençtir. Mustafa Kemal, subay olduktan sonra da zaman zaman kendisinden ders almaya gelmiştir. Mustafa Kemal, gerçekten İdadîden başlayarak gençlik yıllarında Fransızca öğrenmeye büyük önem vermiştir. O, “Bir kurmay subay, mutlaka yabancı dil bilmelidir, bunun aksini düşünmek büyük hatadır.” demiştir. Manastır Askerî İdadîsinde Mustafa Kemal’in ilk seneye ait öğrencilik hayatı hakkında resmî bir belgeye sahip değiliz. Fakat 1897 Aralık ayında ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçerken yalnız, kitabet ve Fransızcadan 45 üzerinden birer not eksiği ile 44 aldığını ve 52 mevcutlu sınıfı üçüncü olarak bitirdiğini biliyoruz. Bu seneki durumunu Mustafa Kemal sonradan şöyle anlatmıştır: “İdadide iken muannidane (inatla) bir surette çalışıyordum. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir gayret vardı.” Bu çalışmanın ve başarılı bir askerî lise eğitiminin ardından Mustafa Kemal, Aralık 1898’in ilk yarısında son bulan sınavların sonucunda her dersten tam not (45 ve 20) alarak 54 mevcutlu üçüncü sınıfı ikinci olarak bitirip diplomasını almıştır. Aslında not defteri incelendiğinde görülmektedir ki sınıfın iki birincisi vardır. Listede birinci gösterilen Selanikli Ahmet Tevfik Efendi ile ikinci sırada yer alan Mustafa Kemal’in notları aynıdır. Her ikisi de “beher dersin tam numarası” olan 420 toplam not ile mezun olmuşlardır. Harbiye Öğrenimi ve Burada Kişiliğini Etkileyen Olaylar, İnsanlar 1898 yılı Aralık ayının ortalarından, 1899 yılının Mart ayı ortalarına kadar Selanik’te tatilini geçiren Mustafa Kemal, İstanbul Pangaltı’daki Harbiye Mektebinde yüksek öğrenimine devam etmek için Selanik’ten vapura binmiş ve İstanbul’a, payitahta hareket etmiştir. Birikimi ile yeni bir hayata atılacağı, kişiliği ve düşüncelerinin daha da olgunlaşacağı Harp Okuluna girişi (duhulü) 1 Mart 1315/13 Mart 1899, apolet numarası 1283’tür. Harbiyeli Mustafa Kemal, buradaki “1315 Duhullülere Mahsus Künye Defteri”ne “Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Gümrük memurlarından Müteveffa Ali Rıza Efendi'nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96” olarak, 1282 Selanikli Ahmet Tevfik Efendi (96) ile 1284 Manastırlı Recep Fahri Efendi (95) arasına kaydedilmiştir. Mustafa Kemal’in Harbiyedeki arkadaşları öncelikle Manastır İdadisinden gelenler olmuştur. Bunların arasında, Ahmet Tevfik ilk sırayı almaktadır. Çocukluk arkadaşı, Rüştiye ve İdadide de birlikte okuduğu Mustafa Nuri (Conker), Lütfi Müfit (Özdeş), Ali Fuat (Cebesoy), Arif (Ayıcı), Hayri (Tırnovacık), Kâzım (Karabekir), Ömer Naci, İsmail Hakkı (Pars), Kâzım (İnanç), Kâzım (Özalp), Ali Fethi (Okyar), onu takip eden arkadaşlarıydı. Bunların bazıları kendi devresi, bazıları da kendisinden önce veya sonraki devrenin öğrencileri idi.


Mustafa Kemal Harbiyede öğretime başladığı sırada, okul komutanı 24 yıl (1884-1908) bu kutsal yuvaya komutanlık yapmış olan Mustafa Zeki Paşa; öğretim başkanı, o zamanki ismi ile “ders nazırı”, daha sonra Çanakkale’de kendisine kolordu komutanlığı yapacak olan Esat Paşa idi. Mustafa Kemal’in Harp Okulundaki öğretmenleri arasında, onun kişiliğini etkileyen ve onu hayata hazırlayan çok değerli öğretmenleri olduğunu görüyoruz. Bunlar arasında sonradan İstanbul Üniversitesi'nde profesör olan, Türk Tarih Kurumu kurucu üyesi ve milletvekili olan Fransızca öğretmeni Necip Asım (Yazıksız) Bey (1861-1935), Talim Öğretmeni Rahmi Paşa ve onun maiyetindeki Binbaşı Fazıl Bey, sonra korgeneral ve milletvekili olan Yüzbaşı Naci (İldeniz) Bey ve Teğmen Osman Efendi bulunuyordu. Ali Fuat Cebesoy öğretmenleri hakkında şunları anlatmıştır: “Hocalarımızdan memnunduk. Talim öğretmenlerimizin başında öğrenimini Almanya'da yapmış olan Rahmi Paşa bulunuyordu. Maiyetinde Birinci Dünya Savaşı'nda ölen, hünkâr yaverlerinden Binbaşı Fazıl Bey, Yüzbaşı Naci (Rahmetli Korgeneral ve Milletvekili Naci Eldeniz) ve Teğmen Erzurumlu Osman Efendi vardı. Osman Efendi talim yaptırırken: “Birinci mangadan sağdan itibaren beş kişi kop da gel!” diye bizleri çağırırdı. Bundan dolayı kendisine Kopdagel adını vermiştik. Daha sonra bu lakabı kendisi de beğenmiş olacak ki soyadı olarak almıştır. “Mustafa Kemal en ziyade Yüzbaşı Naci Bey'i sayar ve severdi. Hatırımda yanlış kalmadıysa Manastır'dan tanışıyorlardı. Bu saygı ölünceye kadar devam etti. Çok yıllar önce Naci Paşa kolordu kumandanıyken bir münasebetle ATATÜRK’ü ziyaret etmişti. Ben de oradaydım. Kendisine çok itibar etti. ‘Buyurunuz hocam.’ diye yer gösterdi ve sonra bana döndü: ‘Naci Paşa Hazretlerinin’ dedi, ‘İkimizin üzerinde de emeği vardır.’ Ben, okula geldikten on beş gün kadar sonra ders nazırlığına Yanyalı Esat Paşa atandı. O zaman rütbesi albaydı. Taşkentli Mehmet Kaçın'ın sülalesinden olan Esat Paşa vatanperver ve bilgili bir askerdi. Harp Okulunda ve Harp Akademisinde birçok ıslahat yapmıştır. Bu kişi Balkan Savaşı'nda Yanya Savunması'nda benim kumandanımdı. Onun kolordusunun kurmay başkanlığını yaptım, yine onun emri altında 23'üncü Tümen Kumandan Vekili olarak Pasita ve Pizani mevkilerini müdafaa ettim. Yaralandığım zaman çok üzülmüştü.” “Esat Paşa, Çanakkale Savaşları’nda ATATÜRK’e de kumandanlık etmiştir. ATATÜRK'ün meşhur 19'uncu Tümeni Esat Paşa'nın kumandasındaki 3'üncü Kolordunun kuruluşu içindeydi.” Mustafa Kemal Harp Okulu 1'inci sınıfında, 635 mevcutlu piyade sınıfında bütün derslerden 484 not almış ve 9'uncu olarak ikinci sınıfa geçmiştir. 2'nci sınıfta 420 arkadaşı arasında toplam 522 not alarak ve 11'inci olarak üçüncü sınıfa geçmiştir. 3'üncü sınıfta ise 459 arkadaşı arasında üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulunu 8'inci olarak bitirmiştir. Okul arkadaşlarının anlattıklarından Harbiyeli Mustafa Kemal’in, bu dönemde hem Fransızcasını geliştirdiği hem de memleket meseleleri üzerindeki düşüncelerinin daha da olgunlaştığı görülmektedir. Onun nasıl bir öğrenci olduğunu ve ileriye dönük hangi düşüncelere sahip olduğunu göstermek için harbiye öğrenciliği ile ilgili bazı anıları buraya aynen alıyoruz. En samimî arkadaşlarından Lütfi Müfit (Özdeş)’e göre Harbiyeli Mustafa Kemal: “Daha o zaman mektepte iken şuursuz, düşüncesiz kötü bir idareye karşı vicdan ve ruhundan fışkıran inkılapçı düşünceleri bilhassa kayda şayandır. Her okuduğu ders, her mütalaa ettiği ilim ve fenni dikkatle tahlil ederek neticeyi alırdı. Bütün talebe arkadaşlarının ders müşküllerini makul ve mukni cevaplarla izah ederdi. Erkânıharbiyede mesleğe ait ihtisas derslerinde en iyi notu Büyük Şef almıştır.” Lütfi Müfit Bey, Gazi Hazretlerinin istibdat devrinde mektepteki hatıralarını anlatırken onun gazete çıkararak talebe arkadaşlarını tenvir ettiğini kaydetmiş ve şöyle devam etmişti: “Büyük Şef, şuursuz idareden o derece ıstırap duymuştu ki daha mektepte iken o zamanki idareye karşı arkadaşları ile hasbıhâller, tenkitlere başlamış ve hatta büyük tehlikelere rağmen haftada bir iki defa gizli olarak gazete bile çıkarmışlardır. Daha o zaman evlâdı bulunduğu asil Türk milletine ileride ne büyük hizmetler yapmaya namzet olduğunu pek güzel anlatıyordu. Onun her hâline olduğu gibi dürüst düşüncelerine meftun olan ve candan inanan arkadaşları o büyük adamın etrafına toplanmışlardı.”


Hayri Paşa (Tırnovacık), Gazeteci Naci Sadullah’a anlatmıştır: “…Gazi Hazretleri sınıfın en zeki talebesiydi. Hâllerinden, yaşlarından umulmayan bir olgunluk vardı. Çok kuvvetli bir ikna kabiliyetine sahipti; herhangi kavgaya tek defa olsun karıştığını hatırlamıyorum.” “Mekteplerde, intikal kabiliyetinin ve zekâlarının kıtlığını, zorlamalarla telafiye çalışan bedbaht talebeler vardır. Bu zorlamalardan müstağni olan Gazi Hazretlerinin kitaplar üzerinde mütemadiyen kafa patlatan ezberciler gibi de çalıştığını hatırlamıyorum. Bilhassa merak ettikleri derslerle fazla meşgul olurlardı. Riyaziye (matematik) ve edebiyata karşı fazla düşkünlüğü vardı. En çok okudukları Tevfik Fikret’in bilhassa 'Sis' manzumesini beğenirlerdi. Namık Kemal’i, Abdülhak Hamit’i okumaktan da zevk duyarlardı. En fazla meşgul oldukları şeylerden biri de zamanın felsefesi ve fikrî cereyanları idi. Toplumun henüz halledilmemiş davalarıyla dimağlarını meşgul ederlerdi.” “Sınıftaki durumu, davranışları nasıldı?” “Gazi Hazretleri, sınıfımızın en yakışıklı, en şık, en temiz giyinen talebesiydi. Kendisi, muasır hayatın İstanbul’dan evvel yer bulduğu Selanik’te bulundukları için cemiyetin ince muaşeret kaidelerine hepimizden fazla vakıftı." “Sınıfta en fazla kimlerle konuşurlardı paşam?” “Manastır İdadisinden kendileriyle beraber gelen Tevfik Bey'le, ki bu kıymetli arkadaşı mektepten mezun olduğu zaman kaybettik. Sonra şimdi Kırşehir mebusu bulunan Müfit Bey de samimî dostlarındandı…” Harp Okulunda Mustafa Kemal’den bir devre önce olan (1900-Piyade-2) fakat, okulu bitirdiğinde bir sene tebdili hava raporu alarak memleketine giden ve Harp Akademisine bir yıl sonra başlayan Asım Gündüz, orada Mustafa Kemal ile birlikte aynı sınıfları okumuştur. Anılarında Harbiyeli Mustafa Kemal’i şöyle anlatmaktadır: “Gerek Harbiyede, gerek Harp Akademisinde bir şey dikkatimi çekmişti. Doğu illerinden ve Anadolu'dan gelen arkadaşlar, İstanbullular gibi, yalnız dersleriyle meşguldüler. Sadece Manastır İdadisinden gelen arkadaşlarımız daha çok uyanık, daha çok Batı'ya dönüktüler. Onlar derslerinin dışında memleketin meselelerini de tartışıyorlar, bu konularda fikirler ileri sürüyorlardı. Mustafa Kemal de bunlardandı.” “Beni, Mustafa Kemal'le ilk tanıştıran eski arkadaşım Fethi Bey (Okyar) olmuştu. Mustafa Kemal, çok güzel giyinir, çok güzel konuşur, kimseyi kırmaz, terbiyeli bir çocuktu. Doğup büyüdüğü Selanik'in Batı'yla daha çok bağlantılı bulunması sebebiyle olacak, dikkati çeken fikirleri vardı. Etrafına topladığı arkadaşlarla cesaretle konuşuyor, onları güzel konuşmasıyla kısa zamanda tesiri altına alıyordu. Bizlerin okumadığımız birçok vatan şiirlerini sık sık tekrarlıyordu. Namık Kemal’in bütün şiirlerini bir defterde toplamıştı. Bu şiirleri kısa zamanda bütün arkadaşlar defterlerimize yazmış ve ezberlemiştik. Mustafa Kemal “Milletleri uyandıracak olan fikir adamları, devlet adamlarıdır.” diyordu. Yabancı lisana karşı büyük bir hevesi vardı. Bu maksatla, Beyoğlu’nda bir Fransız madamına pansiyoner olmuştu. Bu Fransız kadın, Fransız Sefareti kuryeleriyle, İttihatçıların Paris'te yayınladıkları gazeteleri getirtiyor ve Mustafa Kemal'e veriyordu. Fransız kadın aynı zamanda Mustafa Kemal'e Fransızca dersi veriyordu. Bizler, vatan, millet ve Türklük fikirlerini ilk defa, Harp Akademisi sıralarında ondan duymuştuk. Bizim sınıfta en iyi Fransızca bilen Ali Fuat (Cebesoy)’tı. Çünkü, Ali Fuat Fransız okulundan Harbiyeye gelmişti. Onu takiben de Mustafa Kemal iyi Fransızca bilirdi. Mustafa Kemal, Harbiyede iken her tatilde Selanik'te bir Fransız okulunun tatil kurslarına devam ederek lisanını ilerlettiğini söylerdi.” Bütün bu anlatılanlardan anlaşılmaktadır ki, Harp Okulu eğitimi ve öğrenimi dönemi, Mustafa Kemal’in hem vatan, millet, Türklük fikirlerinin olgunlaşmasında hem de Batı'ya dönük çağdaşlaşma düşüncelerinin gelişmesinde önemli bir dönem olmuştur. Ayrıca bu fikirlerini arkadaşlarına da anlatması, okula bu fikirleri yaymak için bir gazete çıkarma girişiminde bulunması, onun daha o dönemde liderlik özelliklerinin gelişmeye başladığını da göstermektedir. O, yine bu dönemde özellikle ilk sınıfta İstanbul’un sosyal hayatı içinde kendisini bulmuş görünmektedir.


Harp Akademisi Öğrenimi ve Burada Kişiliğini Etkileyen Olaylar, İnsanlar 1845 yılında padişah Birinci Abdülmecit’in fermanı ile Harp Okulu Komutanı Emin Paşa, Fuat Paşa ve Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’den oluşan Askerî Öğretim Kurulu, askerî okulların düzenlenmesine ilişkin olarak “Askerî liseler kurulacak, Harp Okulu dört sınıf olacak, Avrupa ordularında olduğu gibi kurmay subaylar yetiştirmek için sınıflar oluşturulacaktır.” kararlarını almıştır. Alınan karar gereğince Avrupa orduları sisteminde kurmay subay yetiştirmek amacıyla, “Mekteb-i Fünûn-u Harbiye-i Şâhâne Erkân-ı Harbiye Sınıfları” adıyla Harp Okulunun 3’üncü ve 4’üncü sınıfları oluşturulmuş ve 1848 yılında Harbiye’deki binada eğitim ve öğretime başlanmıştır. Kurmaylık, önceleri ayrı bir askerî sınıf olarak kabul edilirken, 1867 yılından itibaren piyade, süvari, topçu gibi sınıflar için kurmay subay yetiştirmek üzere programlar yeniden düzenlenmiştir. 1899'da Esat Paşa'nın Harp Okulu öğretim başkanlığına atanmasından sonra, yani Mustafa Kemal’in Harp Okulunda öğrenime başladığı sırada yeni bazı düzenlemeler yapılmıştır. O zamana kadar Harp Okulundan “Erkânıharp Sınıfları”na geçen öğrencilere “Erkânıharp” (kurmay) deniliyordu. Esat Paşa bunu değiştirmiş, “Erkânıharp namzeti” (kurmay adayı) şekline çevirmiştir. Bundan sonra Harp Akademisi öğrencileri kısaca “namzet” (aday) olarak anılmaya başlanmıştır. O zamana kadar Harp Akademisinin 15 kişiyi geçmeyen öğrenci sayısı yine Esat Paşa'nın çabalarıyla kırka kadar yükseltilmiştir. Fakat bu öğrencilerden ordunun ihtiyaç fazlası kısmına kurmaylık hakkı verilmemiş, bunlar “mümtaz” adı altında ve yüzbaşı rütbesiyle kıtalara çıkarılmışlardır. Bu uygulamanın 1902 yılından itibaren başladığı görülmektedir. Bu yıldan itibaren Erkânıharbiye sınıflarından “çok iyi” derecede başarı sağlayanlara “kurmay”, ve “iyi” derecede bitirenlere “mümtaz” unvanı verilmeye başlanmıştır. Bu usul, 1909 yılına kadar devam etmiştir. Mümtazlar arasında kurmay ihtiyacını karşılamak üzere sonradan kurmaylıkları onananlar da olmuştur. Bu dönemde, Erkânıharp sınıfı öğrencileri, kurmay yüzbaşı olarak mezun olmuşlar ve iki yıl sonra da kıdemli yüzbaşılığa yükselmişlerdir. Mustafa Kemal, 1902'de şimdi Askerî Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı olarak faaliyet gösteren Harbiye’deki Erkân-ı Harbiye Mektebine 1902'de başlamıştır. Mustafa Kemal Harp Akademisindeki ilk yılını 1922’de yayınlanan anılarında şöyle anlatmıştır: “Erkânıharp sınıflarına geçtik. Mutad olan derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler peyda oldu. Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık...” Kara Harp Okulu Arşivindeki, elle yazılmış (matbu olmayan) 16 No.lu numara defterine göre ATATÜRK’ün Harp Akademisinde okuduğu dersleri, notları ve buradaki ders başarısı şu şekildedir: Mustafa Kemal, Akademi birinci sınıfta, toplam 580 olan ders notlarından 479 not almış ve başarı sırası 8 olmuştur. İkinci sınıfında ise, toplam 480 puan alarak 6’ncı sırada yer almıştır. Mustafa Kemal kurmay yüzbaşı olarak yeminini 08 Teşrinievvel 1320 (Hicrî 11 Şaban 1322, Miladi 21 Ekim 1904) Cuma günü etmiştir. Mustafa Kemal 29 Kanunuevvel 1320 yani 11 Ocak 1905 Çarşamba günü “Erkânıharbiye yüzbaşılığı ile mektepten neşet ederek sunuf-u selasede bölük idare ve kumanda etmek üzere atik 5'inci Orduya memur buyrulmuştur.” 57'nci dönem Akademi mezunu toplam 37 kişidir. Bunların 13'ü kurmay, diğerleri de mümtaz olmuşlardır. Mevcut bilgi ve belgelere göre, Mustafa Kemal kurmay olarak Akademiyi bitiren 13 kişi arasında, 5'inci olmuştur. Dönemin birincisi Ali İhsan Sabis, ikincisi Asım Gündüz, üçüncüsü Ahmet Sedat Doğruer, dördüncüsü Ahmet Tevfik, altıncısı Mehmet Hayri Turhan, yedincisi Mustafa İzzet Yavuzer, sekizincisi Ali Seydi Uğur, dokuzuncusu Ali Fuat Cebesoy’dur. Diğer üç kurmay da sırasıyla şunlardır: Süleyman Şevket Demirhan, Kemal Ohri, M. Şevki (kurmaylığı geri alınmıştır). Akademide Mustafa Kemal'i derinden etkileyen öğretmenleri vardı. Bu öğretmenleri: Topçu Feriki (Tümgeneral) Ahmet Muhtar (Eski Osmanlı Seferleri Tarihi), Kurmay Binbaşı Refik Bey (Napolyon Vesair Savaşlar), Kurmay Yarbay Nuri Bey (Tabiye), Pertev Paşa (Demirhan), (kurmay


görevleriyle 1866 ve 1871 Prusya-Avusturya, Prusya-Fransa savaşları), Kurmay Albay Hasan Rıza Bey (Pertev Demirhan'dan sonra), Kurmay Albay Zeki Bey, Kurmay Yarbay Fevzi Bey idi. Sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal'in öğretmenlerinden Nuri Bey ile ilişkileri konusunda şunları anlatmaktadır: "Mustafa Kemal ve ben yeni öğretmenlerimiz içinde en çok Trabzonlu Nuri Bey'i sayıyor ve takdir ediyorduk. Nuri Bey gerçekten geniş kültürlü, çağına göre aydın düşünceli, stratejide üstat sayılan bir kurmay yarbaydı. Tabiye okutuyordu. Aradaki uzaklığı korumakla beraber öğrencilerine karşı içten ve ağabeyce davranıyordu. Yalnız ders vermekle yetinmiyor, genç kurmay adaylarının çeşitli sorularını da yanıtlamaktan zevk duyuyordu. ‘Bir erkânıharp zabiti, askerlik dışında kalan bilgilerle de donanmış olmalıdır. Yarın hepiniz birer kumandan olacak, sorumluluk yükleneceksiniz.’ diyordu.” Nuri Bey, Birinci Dünya Savaşı seferberliğinde kolordu kumandanı olmuş, fakat savaşa girmeden önce bir kaza sonucunda ölmüştür. “Şimdi, Mustafa Kemal'in hayatında etkisi olan bir olaydan söz etmek istiyorum. Yarbay Nuri Bey, bir gün Tabiye dersinde gerilladan genişçe bir şekilde söz etti. ‘Gerilla nedir, ne değildir?’ konusu üzerinde uzun uzun durdu. Açıklamada bulundu ve bir ara: ‘Arkadaşlar,’ dedi ‘Gerilla olmak ne kadar güçse, onu bastırmak da o oranda güçtür.’ Arkadaşlar, kendisinden birkaç örnek vermesini rica ettiler. Mustafa Kemal ise konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, olayın ülkenin herhangi bir yerinde olmuş gibi açıklanmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Onu arkadaşım Tevfik Selanik de destekledi. Bunun üzerine Nuri Bey ‘Öyle ise, Boğaz'a ait haritalarınızı açın.’ emrini verdi. Dersten sonra Mustafa Kemal, Nuri Bey'in arkasından gitti: ‘Efendim bu söylediğiniz gerilla gerçek olabilir, değil mi?’ Nuri Bey kendine özgü olan ve her zaman kullandığı 'nev'ima' sözcüğünü de ekleyerek: ‘Olabilir,’ dedi. ‘Fakat artık bu kadarı yeterli.’ Bu olaydan Mustafa Kemal çok söz etmiştir. Sayın Profesör Afet İnan, kendisinden dinleyerek edebî bir üslûpla kaleme almıştır. Benim bu yazdıklarım, yalnızca belleğimde kalan keskin çizgilerdir. Mustafa Kemal, bu Tabiye dersinin ilk uygulama alanını Trablusgarp Savaşları'nda buldu. Bana Tobruk'tan yolladığı bir mektupta, Kurmay Yarbay Nuri Bey'in gerilla metotlarını başarıyla uyguladığını yazıyordu.” Gerek kendisinin, gerekse arkadaşlarının anılarından öğrendiğimize göre Mustafa Kemal Akademide kültürel çalışmalara da çok önem vermiştir. Gazete çıkarma işini Harbiyeden daha düzenli bir şekilde yürütmüş, kürsüden konferans niteliğinde konuşmalar yapmış ve bunların metinlerini arkadaşlarına dağıtmıştır. Mustafa Kemal, 26 Haziran 1902 Perşembe günü Kuzguncuk'ta Ali Fuat Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa'nın Kuzguncuk'taki köşkünde misafir edilmiştir. O gece orada kalmış, ertesi 27 Haziran Cuma günü köşke gelen Osman Nizami Paşa ile tanıştırılmıştır. Osman Nizami Fransızca ve Almancayı -edebiyatı dâhil- ana dili gibi bilmekte, İngilizceyi de yanlışsız konuşabilmektedir. O gün tanışıp görüşmüşlerdir. Osman Nizami Paşa, II. Abdülhamit’in baskı rejimini yumuşatacağına dair hiçbir belirti olmadığına işaret ettikten sonra şöyle demiştir: “İstibdat idaresi, bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı manada bir idare gelip memleketi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum." Mustafa Kemal, Nizami Paşa'nın Abdülhamit'in adamlarından biri olabileceğinden kuşkulanmıştır. Bu olasılığa karşı yine de düşüncelerini cesaretle söylemiştir: "Paşa Hazretleri! Garplı manadaki idareler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılap vukuunda bugün iş başında olanlar yerlerini muhafaza etmeye kalkarlarsa o vakit buyurduğunuzu kabul etmek lazım getir. Yeni nesiller içerisinde her hususta itimada layık insanlar çıkacaktır."


Osman Nizami Paşa susmuş, olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap vermemiş; aynı günün akşamı ayrılmak üzere veda eden Mustafa Kemal'e şunları söylemiştir: “Mustafa Kemal efendi oğlum, sen, bizler gibi yalnız Erkânıharp zabiti olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende, memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum." Osman Nizami Paşa yanılmamıştır. Çünkü Mustafa Kemal, gençlik çağlarından beri geleceğin ATATÜRK'ünden belirtiler ve ışıklar vermiştir. Kaynaklar           

AYDEMİR, Şevket Süreyya; Tek Adam, Mustafa Kemal'in Hayatı, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1969. AKGÜL, Suat-GÜLER, Ali; ATATÜRK ve Eğitim, KHO Matbaası, Ankara, 1999. AKGÜL, Suat-GÜLER, Ali; Türk Tarihinde Harbiye, KHO Matbaası, Ankara, 1999. CEBESOY, Ali Fuat; Sınıf Arkadaşım, Okul ve Genç Subaylık Hatıraları, İnkılap ve Aka Kitapevleri, İstanbul, 1981. GÜNDÜZ, Asım; Hatıralarım, Yay.Haz.İhsan Ilgar, Kervan Yayınevi, İstanbul, 1973. GÜLER, Ali; Manastır Askerî Lisesi ve Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Askerî Lise Öğrenimi, KHO Matbaası, Ankara, 1999. KOCATÜRK, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı ATATÜRK Günlüğü, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2007. TURAN, Şerafettin; Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik Olarak Mustafa Kemal ATATÜRK, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004. UNAT, Faik Reşit; ATATÜRK'ün Öğrenim Hayatı ve Yetiştiği Devrin Millî Eğitim Sistemi, TTK ATATÜRK Konferansları, C.I, Ankara, 1964. ŞAPOLYO, Enver Behnan; Kemal ATATÜRK ve Millî Mücadele Tarihi, Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul, 1958. YALMAN, Ahmet Emin; Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'nin Tarihçe-yi Hayatı, Vakit Gazetesi, 10 Ocak 1922.

Askerî Görevleri Modern dünya tarihinin kaydettiği karizmatik liderlerin başında kuşkusuz Mustafa Kemal ATATÜRK gelmektedir. Mustafa Kemal ATATÜRK, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden modern Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran büyük önder, ebedî başkomutan, saygın devlet adamı olarak dünya tarihinde yerini almıştır. Bir liderin kişiliğinin oluşmasında, yetişmesinde şüphesiz, içinde yaşadığı çevre etkin rol oynamıştır. Üstün bir önder olarak ATATÜRK'ün yetişmesinde de aldığı eğitimin önemli bir etkisi ve katkısı vardır. Bu süreçte aile çevresi, ilk öğrenimi, Mülki ve Askerî Rüştiye, Manastır Askerî İdadisi, Harp Okulu ve Harp Akademisindeki eğitim ve öğrenimleri bilgi birikiminin oluşmasında ve kişiliğinin şekillenmesinde büyük etkiler yapmıştır. Mustafa Kemal'in düşünce yapısının oluşması ve ileriye dönük fikirlerinin şekillenmesi, ilerde gerçekleştireceği önemli işlerle ilgili bilinçli bir fikrî alt yapının oluşması da bu yıllardan başlayarak gerçekleşmiştir. Bu bakımdan, aile çevresi ve çocukluğu da dikkate alındığında 1881'den Harp Akademisini bitirdiği 1905'e kadar olan dönem büyük önem taşımaktadır. Yaklaşık yirmi beş yıllık bu zaman diliminde dış çevre olarak çocukluğunun geçtiği değişik mekânlar, okullar, Manastır ve Selanik şehirleri söz konusudur. İç çevre açısından ise genç Mustafa Kemal'i etkileyen arkadaşları, dersler, öğretmen ve yöneticiler, olaylar, düşünürler, şairler, yazarlar, okuduğu kitaplar birikim ve kişiliğinin kaynaklarıdır. Bütün bunların yanında genç Mustafa Kemal'in bilinçli öğrenme isteği ve çabaları ile üstün kavrayış, algı ve sezgi gücü, kitap okuma alışkanlığı ve kitap sevgisi liderlik oluşumunu etkileyen temel kişilik özellikleridir.


Mustafa Kemal'in bu yirmi beş yıllık süreçteki askerî eğitim ve öğrenim hayatı; onun başarılı bir asker, devlet adamı, inkılapçı ve düşünce adamı, kısaca dünya çapında "vizyon" sahibi karizmatik bir lider olmasına doğrudan etki yaptığı görülmüştür. ATATÜRK'ün söyledikleri ve gerçekleştirdiklerinin daha iyi anlaşılıp anlatılmasında bu sürecin çok iyi bilinmesinin önemli olduğu ortadadır. Birinci Dünya Savaşı'na Kadar Olan Hizmetleri Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, ilk olarak stajını yapmak üzere merkezi Şam'da bulunan, 5'inci Orduya atanmıştır. Bu dönemde, ülkenin genelinde olduğu gibi Suriye'de de karışıklıklar vardı. Bazı Arap aşiretlerinin devlet otoritesini tanımaması, dirlik ve düzeni bozmuştu. Mustafa Kemal, küçük rütbeli bir subay olduğu hâlde kendisini herkese saydırmış, almış olduğu görevleri üstün başarıyla yerine getirmiş, komutanlarının sevgisini kazanmıştır. Mustafa Kemal burada, ülke sorunlarını yakından görmüş ve çözüm arayışlarına yönelmiştir. Bu amaçla "Vatan ve Hürriyet" adlı bir dernek kurarak hürriyet mücadelesine girmiştir. Bu amaçla birtakım gezilere çıkarak derneğin şubelerini açmıştır. Fakat bulunduğu ortam, yapmak istedikleri açısından elverişli olmadığı için bu faaliyetlerde istediği neticeyi elde edememiştir. Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907'de Şam'dan, merkezi Manastır'da bulunan 3'üncü Ordu Karargâhına atanmıştır. 3'üncü Ordu Karargâhındaki görevinin yanı sıra, Şark Demiryolu Müfettişliği görevini de yürütmüştür. 13 Ocak 1909'da Mustafa Kemal, 3'üncü Ordu Selanik 2'nci Redif Tümeni Kurmay Başkanlığına getirilmiştir. 31 Mart Vakası olarak tarihe geçen isyanın çıkışı üzerine 15/16 Nisan 1909'da Hareket Ordusu ile beraber bu ordunun kurmay başkanı olarak Selanik'ten İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'daki görevini tamamladıktan sonra Mayıs 1909'da tekrar Selanik'e dönmüştür. Mustafa Kemal, kolağası rütbesiyle Makedonya'da Vardar Irmağı havzasında, Mareşal von der Goltz'un izlediği askerî tatbikata katılmış, bu tatbikatta kendi hazırlamış olduğu plan uygulanmış ve bu plan Mareşal'in takdirini kazanmıştır. Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1909'da Cumalı Karargâhındaki askerî manevralarda yer almıştır. 5 Kasım 1909'da, Selanik 2'nci Redif Tümeni Kurmay Başkanlığından tekrar 3'üncü Ordu Karargâhına ataması yapılmıştır. Mayıs 1910'da, Arnavutluk'ta çıkan isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev almıştır. 6 Eylül 1910'da Mustafa Kemal'in, 3'üncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığına ataması yapılmıştır. Mustafa Kemal bu görevde iken orduyu temsilen aralarında Fethi Bey'in de bulunduğu bir kurul ile birlikte Fransa'daki Picardie manevralarına katılmıştır. İyi bir subay ve komutan olmak için sürekli çalışan Mustafa Kemal, kendisini sadece mesleğine adamıştır. Üzerine aldığı görevleri büyük bir başarı ile yerine getirmiş ve bu dönemde askerlikle ilgili kitaplar da yayımlamıştır. Kasım 1910'da 3'üncü Ordu Talimgâhı Komutanlığından tekrar 3'üncü Ordu Karargâhına ataması yapılan Mustafa Kemal, daha sonra Selanik'te bulunan 38'inci Piyade Alayında görev yapmıştır. Eylül 1911'de 38'inci Piyade Alayı Kumandanlığındaki görevinden sonra İstanbul'daki Genelkurmay 1'inci Şubeye ataması yapılmıştır. 1911'de İtalya'nın güçlü bir donanma ile Trablusgarp kıyılarına yaptığı askerî çıkarma üzerine Trablusgarp Savaşı başlamıştır. Mısır'ın İngilizlerin kontrolünde olmasından dolayı Trablusgarp ile doğrudan kara bağlantısı bulunmayan Osmanlı Devleti'nin buraya asker göndermesi konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Fakat, başta Mustafa Kemal olmak üzere, az sayıdaki idealist subay büyük fedakârlıklara katlanarak gizlice Trablusgarp'a gitmiş; oradaki yerli halkı teşkilatlandırarak İtalyanlara karşı mücadeleye başlamıştır. Mustafa Kemal burada, 27 Kasım 1911'de binbaşı rütbesine yükselmiştir. 19 Aralık 1911'de, Tobruk Bölgesi Komutanlığı görevini yürüten Ethem Paşa'nın yerine bu göreve getirilmiştir. Mustafa Kemal komutasındaki yerel kuvvetler, Tobruk bölgesindeki İtalyanlara baskın şeklinde taarruzlar düzenleyerek ağır zayiat verdirmiştir. 30 Aralık 1911'de Mustafa Kemal, Derne'ye gelmiş ve Derne Doğu Kolu Komutanlığını üzerine almıştır. Tobruk'ta olduğu gibi, burada da Mustafa Kemal komutasındaki yerel kuvvetler, baskın şeklinde taarruzlar düzenleyerek önemli başarılar elde etmiştir. Mart 1912'de Binbaşı Mustafa Kemal'in Derne Komutanlığına ataması yapılmıştır. Trablusgarp'a ulaşım imkanlarının yetersiz oluşundan dolayı; gerekli yardımlar kolay kolay ve zamanında yetişemiyordu. Fakat bu savaşta Mustafa Kemal, kısıtlı imkanlara sahip birliklerle burada çok başarılı muharebeler gerçekleştirmiştir. İtalyanları üst üste yenilgiye uğratarak içlere


doğru ilerlemelerini engellemiştir. Mustafa Kemal'in Derne ve Tobruk'taki askerî başarıları onun hem askerlik hem de teşkilatçılık yönünden önemli tecrübeler kazanmasını sağlamıştır. 24 Ekim 1912'de Mustafa Kemal'in, Derne'den ayrılması üzerine burada kurmuş olduğu cephe çökmüş, birlikler dağılmıştır. Balkan Savaşı nedeniyle İstanbul'a gelen Mustafa Kemal, Çanakkale Boğazı'nı savunmakla görevli birliklerden biri olan Kuva-i Mürettebe Komutanlığına atanmıştır. Burada askerî açıdan herhangi bir çarpışma meydana gelmemiştir. Mustafa Kemal, bu görevi esnasında, Çanakkale Boğazı'nı askerî açıdan ayrıntılı olarak inceleme fırsatı bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale Muharebeleri'nde göstermiş olduğu büyük başarıların bir sebebi de bu bölgede kazanmış olduğu bilgi ve tecrübedir. Birinci ve İkinci Balkan Savaşları'nın sona ermesiyle 27 Ekim 1913'de Mustafa Kemal, Bulgaristan'ın başkenti Sofya'ya askerî ataşe olarak atanmıştır. Mustafa Kemal görevinden arta kalan zamanlarda bu ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel hayatını incelemiştir. Bulgaristan'ın Balkan Savaşı'nda yüzlerce yıl egemenliği altında kalmış olduğu, Osmanlı Devleti'nin başkentini ele geçirmeye teşebbüs edecek kadar güçlenme nedenleri üzerinde durmuştur. Bu incelemeleri sırasında akıllı ve gerçekçi bir kalkınmanın somut sonuçlarını görmüş ve değerlendirmelerde bulunmuştur. Avrupalı arkadaşlar edinen Mustafa Kemal'in Batı'daki kalkınmanın sebeplerini araştırma imkânı olmuştur. Mustafa Kemal, Sofya'da görevli bulunduğu sürede Fransızcasını da ilerletmiştir. Mustafa Kemal, Sofya'da askeri ataşe olarak görevde iken 1 Mart 1914'te yarbay rütbesine yükselmiştir. Birinci Dünya Savaşı'ndaki Hizmetleri Avusturya-Macaristan veliahtının 28 Haziran 1914'te öldürülüşünü takiben Avusturya-Macaristan Devleti, Sırbistan'a harp ilan etmiştir. Bu durum, Avrupa'da, Birinci Dünya Savaşı'nın fitilini ateşleyen bir olay olarak kabul edilmektedir. Almanya'nın Rusya'ya harp ilanı ile Avrupa'da savaş bütün şiddetiyle başlamış; Osmanlı Devleti de İttifak devletleri yanında savaşa katılmıştır. Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesi üzerine Yarbay Mustafa Kemal, Sofya'dan vatan müdafaasında aktif görev almak için, Harbiye Nazırlığına başvurarak cephede görev almak istemiştir. "Arkadaşlarım muharebe cephelerinde ateş hatlarında bulunurken ben Sofya'da askerî ataşelik yapamam" diyen Mustafa Kemal'in 20 Ocak 1915'te, 3'üncü Kolorduya bağlı olarak Tekirdağ'da teşkil edilecek 19'uncu Tümen Komutanlığına ataması yapılmıştır. 2 Şubat 1915'te Tekirdağ'a gelerek burada tümenin kuruluş çalışmalarına başlamıştır. 19'uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal'in Çanakkale Muharebeleri'nde göstermiş olduğu üstün komutanlık vasıfları sadece muharebenin değil, savaşın genel akışında ve sonuçlarında büyük değişikliklere neden olmuştur. Conkbayırı'nda karşılaştığı bir olay onun askerî liderliğini ve cesaretini görmek açısından önemli bir örnek teşkil etmektedir: Conkbayırı'na ulaştığı zaman, 19'uncu Tümene bağlı 27'nci Alayın küçük bir birliğinin "Cephanemiz tükendi." diyerek çekilmekte olduğunu, onların gerisinde de kalabalık düşman askerlerinin ilerlediğini ve Conkbayırı'na ulaşmak üzere olduğunu görmüştür. Askerlere seslenen Yarbay Mustafa Kemal olayı şu şekilde dile getirmiştir: -Niçin kaçıyorsunuz? -Efendim düşman, -Nerede? -İşte diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. -Düşmandan kaçılmaz, dedim. -Cephanemiz kalmadı, dediler.


-Cephaneniz yoksa süngünüz var, süngü tak, yere yat, komutu verdim. Bu durumu gören düşman kuvvetleri de yere yatarak beklemeye başladılar. Yapılan süngü savaşı sonunda Conkbayırı kurtulmuştur. Yine aynı bölgede ölüm kalım savaşı veren Yarbay Mustafa Kemal, Arıburnu'nda askerî birliklere şu şekilde seslenmiştir: -Size ben taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka kumandanlar gelebilir. Mustafa Kemal'in askerlerine duyduğu sevgi ve güven, bir subay olarak sahip olduğu mesleki bilgi, tecrübe ve askerî liderlik özellikleri sayesinde; düşmanın ne zaman, ne yapacağı konusundaki öngörüleri Çanakkale Savaşları'nın sonucunu belirlemede çok büyük önem taşımıştır. 1 Haziran 1915'te albay rütbesine terfi eden Mustafa Kemal, 8 Ağustos 1915'te General Liman von Sanders'in emri ile Anafartalar Grubu Komutanlığına getirilmiştir. Anafartalar Grubu Komutanlığındaki üstün başarı ve hizmetlerinden dolayı, 17 Ocak 1916'da Muharebe Altın Liyakat Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Anafartalar Zaferi'nden sonra Mustafa Kemal, kamuoyunca tanınmış, halkın sevgisini kazanmış ve "Anafartalar Kahramanı" olarak anılmaya başlamıştır. Çanakkale Savaşları'ndan sonra Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan 16'ncı Kolordu Komutanlığına atanmıştır. Edirne'deki bu kolordu, Kafkas Cephesi'nin önem kazanması üzerine bir süre sonra aynı adla Diyarbakır'a nakledilmiştir. Mustafa Kemal, 15 veya 16 Mart 1916'da Diyarbakır'daki görevine gitmek üzere İstanbul'dan ayrılmıştır. 26 veya 27 Mart'ta kolordunun komutasını üzerine almıştır. Albay olarak görevi üzerine alan Mustafa Kemal, 1 Nisan 1916'da mirlivalığa (tümgeneralliğe) terfi etmiştir. Aynı yıl, Mustafa Kemal Paşa komutasındaki kuvvetler Doğu Cephesi'nde, Rus saldırılarını durdurmuş, 2-3 Ağustos 1916'da Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçerek 7 Ağustos'ta Muş'u ve 8 Ağustos'ta Bitlis'i düşman işgalinden kurtarmıştır. 12 Aralık 1916'da, Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak kısa bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine, karargâhı Diyarbakır'da bulunan 2'nci Ordu Komutanlığına vekâleten Mustafa Kemal Paşa'nın ataması yapılmıştır. 3 Ocak 1917'de Ahmet İzzet Paşa'nın geri dönüşü üzerine, Mustafa Kemal Paşa 2'nci Ordu Komutanlığı vekilliğinden ayrılarak kendi görevine dönmüştür. 14 veya 17 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiye Komutanlığına ataması yapılmış, Şam ve Sina bölgesinde görevi gereği incelemelerde bulunmuştur. Vekaleten 2'nci Orduya tekrar ataması yapılan Mustafa Kemal Paşa'nın 5 Mart 1917'de asaleten ataması gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 5 Temmuz 1917'de, Güney Cephesi'nde bulunan General Falkenhein'in komutasındaki Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına bağlı 7'nci Ordu Komutanlığına atanmıştır. Yıldırım Orduları Grubu Komutanı General Falkenhein'le anlaşmazlığa düşmesi sonucunda 1917 Ekim başında 7'nci Ordu Komutanlığından istifa etmiş, 9 Ekim 1917'de tekrar Diyarbakır'da bulunan 2'nci Ordu Komutanlığına ataması yapılmıştır. Fakat Mustafa Kemal Paşa, bu atamayı kabul etmemiş; bunun üzerine Harbiye Nezareti kendisini 2'nci Ordu Komutanı sıfatıyla izinli saymıştır. Halep'ten İstanbul'a gelen Mustafa Kemal Paşa 7 Kasım 1917'de Genel Karargâhta görevlendirilmiştir. Ayrıca bu görevi esnasında, Veliaht Vahdettin'in mahiyetinde 15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 tarihleri arasında Almanya seyahatine katılmıştır. 7 Ağustos 1918'de General Falkenhein'in yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7'nci Orduya, Mustafa Kemal Paşa'nın, tekrar komutan olarak ataması yapılmıştır. 19 Eylül 1918'de İngiliz birlikleri, büyük kuvvetlerle, Filistin Cephesi'nde genel taarruza başlamıştır. Bu taarruz neticesinde 8'inci Ordunun cephesinin yarılması üzerine 4 ve 7'nci Ordu birlikleri geri çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7'nci Ordu birlikleri askerî düzenini ve savaş kudretini bozmadan Halep'e çekilmiştir. 26 Ekim 1918'de, 7'nci Ordu üzerine tekrar taarruza geçen İngiliz kuvvetleri Halep'in kuzeyinde durdurulmuş ve düşmanın bu hattı geçmesi engellenmiştir. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'nin imzalanması üzerine, 31 Ekim'de 7'nci 0rdu Komutanlığı da üzerinde kalmak üzere Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına ataması yapılmış ve Katma'dan Adana'ya gelerek General Liman von Sanders'den komutanlık görevini devralmıştır. 7 Kasım'da Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığının kaldırılması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, yenilgi yüzü görmeyen bir komutan olarak 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'a geldiğinde boğazdaki işgal


donanmasını gören Mustafa Kemal Paşa, gözü yaşlı bir şekilde düşman gemilerini seyreden yaverine "Geldikleri gibi giderler." diyerek bağımsızlık aşkını dile getirmiştir Kurtuluş Savaşı Dönemindeki Hizmetleri Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra, İtilaf devletleri anlaşma hükümlerine aykırı olarak Anadolu'nun çeşitli bölgelerini işgal etmeye başlamışlardır. Bu işgallere İstanbul Hükümetinin gerekli karşılığı vermemesi üzerine, Anadolu'da işgale karşı tepkiler yükselmeye başlamıştır. Anadolu'nun muhtelif bölgelerinde yer yer direniş hareketleri oluşmuştur. Zamanla bu gibi direniş teşkilatları, Anadolu'nun her tarafına yayılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, yaklaşık altı ay kadar kalmış olduğu İstanbul'da, bütün uğraş ve çabalarına rağmen, vatanın içinde bulunduğu durumdan kurtarılmasının mümkün olmadığını anlamış ve kurtuluş çaresi olarak mücadelenin Anadolu'da yapılması gerektiği kararına varmıştır. O dönemde, Karadeniz Bölgesi'nde Pontusçu Rumlara karşı Türk direnişinin artması üzerine, İngilizler bölgede güvenliğin sağlanmasını İstanbul Hükümetinden istemiştir. Mustafa Kemal Paşa, bölgenin huzur ve asayişini sağlamak maksadıyla oluşturulan 9'uncu Ordu Müfettişliği gibi resmî bir görevle 16 Mayıs 1919'da İstanbul'dan hareket ederek mahiyeti ile birlikte 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmıştır. Samsun'da kısa bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra Havza'ya geçerek çeşitli toplantılar yapmıştır. Bu toplantılar neticesinde işgallere karşı protesto mitingleri düzenlenmiştir. 11 veya 12 Haziran'da Amasya'ya gelen Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele'nin gerçek anlamda başlangıcı sayılabilecek Amasya Tamimi'ni (Genelgesi'ni), 22 Haziran 1919 tarihinde yayımlamıştır. 3 Temmuz 1919'da Sivas üzerinden Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada kaldığı süre içinde, doğu illerinin ileri gelen kişileri ile görüşmelerde bulunarak Millî Mücadele fikrini yaymaya çalışmıştır. Burada İstanbul Hükûmeti ile resmi bağını koparan Mustafa Kemal Paşa 8/9 Temmuz 1919 gecesi, 1894 yılından beri mensubu olduğu askerlik mesleğinden istifa etmiştir. Erzurum Kongresi'nde bir Temsil Kurulu (Heyet-i Temsiliye) oluşturulmuş, Temsil Kurulunun başkanlığına da oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. Erzurum'dan sonra 4-11 Eylül tarihleri arasında Sivas Kongresi toplanmıştır. Bu kongre, yeni Türk Devleti'nin doğuşu sürecinde önemli bir aşamayı teşkil etmiştir. 27 Aralık 1919'da, Ankara'ya gelen Mustafa Kemal, burada yapmış olduğu çalışmalar neticesinde 23 Nisan 1920'de millî iradeyi egemen kılan BMM'nin açılışını gerçekleştirmiştir. Kurtuluş Savaşı'nda Türk milleti, Doğu Anadolu'da Ermenilere, Güneydoğu Anadolu'da İngiliz ve Fransızlara, Akdeniz bölgesinde İtalyanlara, Batı Anadolu'da ise Yunanlara karşı mücadele etmiştir. Bu mücadeleler içerisinde Mustafa Kemal, BMM tarafından 5 Ağustos 1921'de Başkomutan olarak Türk ordusunun başına geçmek üzere görevlendirilmiştir. Sakarya Meydan Muharebesi'ni Başkomutan olarak sevk ve idare eden Mustafa Kemal'e kazanılan zaferin ardından 19 Eylül 1921'de Mareşallik rütbesi ve Gazilik unvanı verilmiştir. Büyük Taarruz ve Başkomutan Meydan Muharebesi sonucunda Kurtuluş Savaşı'nın askerî safhası sona ermiştir. Türk milletini her alanda gelişmiş milletlerin seviyesine çıkarmak için kuruluş mücadelesini başlatan Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu büyük inkılapçı ve büyük devlet adamı olarak insanlık tarihine ATATÜRK ismiyle geçmiştir. KAYNAKLAR ATATÜRK, Mustafa Kemal; Nutuk Belgeler 144, ATATÜRK Kültür, Dil ve Tarih ve Yüksek Kurumu, Ankara, 1991. AYDEMİR, Şevket Süreyya; Tek Adam, C.I-II, Remzi Kitapevi, 1969. BAYCAN, Nusret; ATATÜRK’ün Nişan ve Madalyaları, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1986. BAYUR, Yusuf Hikmet; ATATÜRK’ün Hayatı ve Eseri: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1990 Birinci Dünya Harbi'ne Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri, Cilt-III, ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2009.


Büyük Harp'te Gazi Hazretlerinin 19'uncu Fırkadan İtibaren Kumanda Ettikleri Kıt'alarla İdare Buyurdukları Muharebelerin Kısaca Hülasaları ve Tarihleri, Harp Tarihi Dairesi, 23 Mart 1933, Ankara. ERİKAN, Celal; Komutan ATATÜRK, Yapı Kredi Yayınları, Ankara, 1972. ILHAN, Suat; ATATÜRK ve Askerlik, ATATÜRK Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1990. KINROSS, Lord, ATATÜRK, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Çev.: Ayhan TEZEL, Sander Kitapevi, İstanbul, 1994. KOCATÜRK, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı ATATÜRK Günlüğü, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2007. MANGO, Andrew, ATATÜRK, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2004. Türk İstiklal Harbi’ne Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri; İkinci Baskı, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1989. Millî Mücadele Öncesi Dönemi Trablusgarp Savaşı (29 Eylül 1911 - 18 Ekim 1912) Siyasal birliğini geç tamamlamasından dolayı, XIX. yüzyılın sonlarına doğru sömürgecilik mücadelesine giren İtalya, bu konuda birçok Avrupa devletlerine göre geri kalmıştı. Mısır’ın İngiltere, Cezayir ve Tunus’un Fransa tarafından ele geçirilmesinden sonra İtalya, Kuzey Afrika’daki son Osmanlı toprağı olan Trablusgarp’a göz dikmişti. İtalyan Hükûmeti, Afrika, özellikle Trablusgarp ve Habeşistan’ı ele geçirmek ve bu ülkeleri birleştirmek suretiyle bir Kuzeydoğu Afrika İmparatorluğu kurmayı tasarlamıştır. Bunu gerçekleştirmek için Osmanlı İmparatorluğu'nun iç karışıklıklarını fırsat bilen İtalya, güneyde, karşı kıyı durumunda bulunan, kendisi için stratejik önem taşıyan Trablusgarp ve Bingazi’yi ele geçirmeyi ve buradan Afrika’nın içlerine doğru topraklarını genişletmeyi hedeflemiştir. Trablusgarp’a göz diken İtalyanlar çoktan hazırlıklarını yapmış ve 23 Eylül 1911'de Osmanlı Devleti'ne bir nota vererek harekete geçmişlerdir. 26 Eylül 1911’de Trablusgarp açıklarında görünen İtalyan muharebe gemileri, Trablusgarp Limanı’nı ablukaya almıştır. 22 Eylül 1911'de İstanbul’dan yola çıkan ve ikmal malzemesi taşıyan Derne Vapuru, 26 Eylül'de ablukayı yararak Trablusgarp Limanı’na varmıştır. Yükünü boşaltan ve İtalyanlarca teslimi istenen Derne Vapuru teslim edilmeyerek mürettebatı tarafından batırılmıştır. İtalya, Osmanlı Hükûmetine 28 Eylül 1911 günü 24 saat süre tanıyan bir nota vermiş ve 24 saatin bitiminde (29 Eylül 1911) başka bir notayla harp ilan etmiştir. İtalyan donanmasının büyük bölümü 3 Ekim-7 Ekim 1911 tarihleri arasında Trablusgarp şehrinin çevresinde faaliyette bulunup şehri bombalarken, donanmanın diğer gemilerinin de Preveze Limanı, Derne, Tobruk, Şinkin, Mısrata, Sirte, Homs, Bingazı, Zaviye, Acilat, Zuvara, Fruva ve Seydi Ali’yi bombaladıkları ve kuvvetlerini karaya çıkardıkları haberleri gelmiştir. Trablusgarp’a yapılan bu saldırı, Osmanlı'yı o kadar etkilemişti ki memleketin her tarafından Trablusgarp’a gönüllü gitmek için müracaatlar olmuştur. Bu gönüllüler içinde Kurmay Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal (Trablusgarp'ta iken 27 Kasım 1911'de Kurmay Binbaşı rütbesine terfi etmiştir.), Kurmay Albay Neşet, Kurmay Binbaşı Enver (12 Kasım 1911'de Kurmay Yarbay), Paris Askerî Ataşesi Kurmay Binbaşı Fethi (Ali Fethi Okyar), Yüzbaşı Nuri, Yüzbaşı Ahmet Fuat ve diğer subaylar bulunmaktaydı. Bu subaylar yerli halkı süratle teşkilatlandırarak, harp sanatını öğretip harbe sevk etmişlerdir, Trablusgarp savunmasını üç ana bölgeye ayırmışlardır: Trablusgarp Komutanlığı (Kur.Alb. Neşet komutasında), Bingazi Komutanlığı (Kur.Bnb. Enver komutasında), Derne Komutanlığı (önce Ethem Paşa, sonra Kur.Bnb. Mustafa Kemal komutasında.) Trablusgarp Savaşı (Osmanlı-İtalyan Harbi) olarak adlandırdığımız bu savaş bir yıl sürmüş, bu süre içinde İtalyanlarla Ayn Zara, Bir-Tobras, Homs, Kırkkarış, Zanzur, Fruva, Seyit Sait, Seydi Ali, Zuvara, Bingazi, Tobruk ve Derne muharebeleri yapılmıştır. Harbin başladığı günden itibaren


asker ve yerli halk tarafından İtalyanlara karşı gösterilen direniş her ne kadar başarılı olsa da İtalyanları Trablusgarp’tan tamamen çıkarmak için yeterli olamamıştır. İtalyanlara karşı direniş gösterilen bölgelerden biri de Derne’dir. Buradaki kuvvetlerin başında bulunan Mustafa Kemal, Mısır sınırını geçerek Tobruk’a varmış, daha sonra Derne’deki kuvvetlerin başına geçmiştir. 1 Ocak 1912'de Derne Doğu Kolu Komutanlığı, ardından Derne Komutanlığı (6 Mart-5 Ağustos 1912) görevlerinde bulunmuş, Balkan Harbi’ne katılmak üzere 10 Kasım 1912'de Mısır’a geçmiş ve İstanbul’da Genel Karargâha katılmıştır. Mustafa Kemal, “Zabit ve Kumandan ile Hasb-ı Hâl” adlı eserde harbe ilişkin '…Muharebede yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır.' diyeceğim. Gerçekten böyle olmasaydı, Trablusgarp Harbi’ne katılan bütün arkadaşlarımızın mutlaka Trablusgarp’ta, Hums’ta, Bingazi’de, Derne’de, Tobruk’taki İtalyan istihkâmlarının karşısında, bugün kemiklerinin dahi kalmaması icap ederdi. Oysa o kahraman arkadaşlar, Balkan Muharebesi’nin son safhasında bile, muharebelere katılarak imkânlar çerçevesinde kalan seviyede, haysiyet ve namus sorumluluklarını yerine getirmişlerdir.” sözlerini dile getirmiştir. Balkan Savaşı’nın çıkması üzerine Trablusgarp’ta bir barış yapılmasına karar verilmiş ve 18 Ekim 1912 tarihinde Uşi (Ouchy) Antlaşması imzalanmıştır. Bu Antlaşma ile Osmanlı Devleti Kuzey Afrika’daki son topraklarını kaybetmiş (Trablusgarp vilayeti ile Bingazi müstakil sancağını), Rodos ve Oniki Ada resmen olmasa da fiilen Balkan Savaşı bitene kadar İtalya’ya bırakılmıştır. Balkan Savaşları (8 Ekim 1912-31 Temmuz 1913) Balkan Savaşları'nın kaynağını Ayastefanos Antlaşması'na kadar götürmek mümkündür. Bu anlaşma ile Bulgaristan sınırları içine Makedonya’nın da katılması ve Sırbistan’ın bağımsızlığını kazanarak topraklarını genişletmeye başlaması, Berlin Antlaşması'nın Bulgaristan’da yarattığı hayal kırıklığı ve nihayet Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı ilk günden beri topraklarını devamlı olarak kuzeye doğru genişletmek istemesi, Osmanlı Devleti'ni Avrupa’dan tasfiye eden son büyük savaşın yani Balkan Savaşları'nın esas kaynağını teşkil eden gelişmelerdir. Bunlara, Rusya’nın Balkan Slavları üzerindeki kışkırtmalarını, Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun Balkanlar'daki genişleme faaliyetleri ve Bosna Hersek’i ilhakını da ekleyebiliriz. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı Rusya’yı, Balkan Slavlarını birleştirmek suretiyle Avusturya’nın yayılmasına karşı koymaya sevk ettiği gibi, Balkanların Slav devletlerini de aralarındaki anlaşmazlıkları gidererek birleşmeye, Avusturya’nın yayılmasını önlemeye ve Balkanlarda geri kalan Osmanlı topraklarını paylaşmaya götürmüştür. Balkan devletleri arasındaki ilk ittifak 13 Mart 1912’de yapılan “Sırp-Bulgar İttifakı” olmuştur. Bu ittifaka göre taraflar birbirlerinin bağımsızlık ve toprak bütünlüklerini koruyacaklar, birine bir saldırı olursa diğer taraf müttefikine yardım edecektir. Osmanlı Devleti iç karışıklıklara maruz kalır ve bunun sonucunda Balkan statükosu bozulursa, ortak hareket edilerek Rusya’nın yardımı ile savaşa başlanacaktır. Savaş sonunda ele geçirilen topraklar paylaşılacaktır. Sırp- Bulgar ittifakını 29 Mayıs 1912’de yapılan “Bulgar-Yunan İttifakı “ takip etmiştir. Buna göre iki devletten biri Osmanlı saldırısına uğrarsa diğeri ona yardım edecektir. Yunanistan’ın Girit Meselesi yüzünden Osmanlı Devletine savaş açması halinde Bulgaristan herhangi bir yardımda bulunmayıp tarafsız kalacaktır. Son ittifak ise 6 Ekim 1912’de Karadağ ve Sırbistan arasında yapılmıştır. İttifakın imzalanmasından iki gün sonra da Karadağ Osmanlı Devleti’ne savaş ilan edecektir. Balkan Devletleri'nin ittifaklarının ardından Bulgaristan’da Osmanlı Devleti aleyhine gösteriler başlamış, Bulgar ve Sırpların kışkırtmaları ile Makedonya’da komitacılık faaliyetleri artmıştır. Makedonya’daki Yunan tedhişçileri kışkırtmalarına hız vermiş, 1912 Ağustos'undan itibaren Yunanistan Osmanlı sınırına asker yığmaya başlamıştır. Diğer yandan Karadağ da Osmanlı sınırlarında olaylar çıkarmaya başlamıştır. Bütün bunlara ilaveten 1912 Mayıs'ında Karadağ, Sırbistan ve İtalya’nın kışkırtmalarıyla Arnavutluk’ta bir ayaklanma çıkmıştır. Balkanlar'daki bu karışıklıklar bütün Avrupa devletlerinin dikkatini bölge üzerine çekmiştir. Rusya; Balkan Devletleri'nin harekete geçmesi karşısında Avusturya’nın da işe karışmasından ve dolayısıyla, kendisinin de Avusturya ile bir savaşa girmesinden endişe etmiştir.


Fransa, Balkan meselesinden dolayı Rusya’nın savaşa girmesi halinde bir yardım taahhüt etmemekle beraber Avusturya dolayısıyla da Almanya’nın Rusya’ya karşı savaşa girmesi halinde kendisinin de Rusya’nın yanında yer alacağını bildirmiştir. İngiltere’ye gelince o da savaş arzu etmiyor ve Balkanlar'da statükonun korunmasını istemiştir. İtalya, Avusturya ve Almanya gibi devletler de bir savaş istememiş, Rusya’nın işe karışmasından da hoşnutsuzluk duymuşlardır. Avrupa devletlerinin davranışları yüzünden Balkan buhranını önleyecek tedbirler alınamamıştır. Bundan cesaret alan Balkan Devletleri'nden ilk olarak Karadağ 8 Ekim, Bulgaristan ile Sırbistan 17 Ekim, Yunanistan 19 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmişlerdir. Osmanlı Devleti savaşa oldukça zor şartlar içinde girmiştir. Ordunun geri hizmet teşkilatı kötü durumdaydı. Savaşın ilk gününden itibaren her alanda ikmal güçlükleri kendini göstermiş, bu da orduyu zafiyete uğratmıştır. Osmanlı Devleti'nin seferberlik ilanıyla İstanbul'daki 1'inci Ordu "Doğu Ordusu" adını alarak Trakya'da Bulgar ordusuna karşı savaşacak şekilde tertiplenmiştir. Selanik'te bulunan 2'nci Ordu ise "Batı Ordusu" adını alarak Sırp, Yunan ve Karadağ ordularına karşı tertiplenmiştir. Doğu Ordusu, Bulgarlar karşısında kısa sürede yenilmiştir. Ekim 1912 sonlarında Lüleburgaz’a çekilen ordu burada, Bulgarlarla yaptığı ikinci muharebeyi de kaybedince Çatalca hattına kadar çekilmiştir. Batı Ordusu, Ekim sonlarında Kumanova’da Sırplara yenilmiş ve Manastır’a çekilmiştir. Sırplar 26 Ekim'de Üsküp’ü ele geçirmiştir. Yunanlar, Kasım ayı başında Selanik’i ele geçirmişlerdir. Donanmaları ile Bozcaada, Limni, Samotraki ve Taşoz adalarını işgal etmişler; öte yandan Karadağlılar da İşkodra’yı kuşatmışlardır. Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra Balkan Devletleri bütün Rumeli’yi ellerine geçirmiştir. Osmanlı Devleti savaşın durdurulması için gerekli girişimlerde bulunmuş 28 Kasım 1912 tarihinde Osmanlı Devleti ile Balkan Devletleri arasında Çatalca’da görüşmelere başlanmıştır. 3 Aralık 1912 tarihinde de ateşkes yapılmıştır. Fakat Yanya ve İşkodra savunmaları sürdüğünden Yunanistan bu ateşkese taraf olmamıştır. Dolayısıyla sadece Bulgarlar ile gerçekleştirilen bu ateşkese göre; Osmanlı Devleti, Bulgarların kuşatması altında bulunan Edirne’ye yardım göndermeyecek ve barış antlaşması, Londra’da toplanacak bir konferansta yapılacaktı. Balkan Devletleri ve Osmanlı Devleti arasında bu gelişmeler yaşanırken İtalya ve Avusturya’nın kışkırtmaları ile durumdan yararlanan Arnavutluk, 28 Kasım 1912 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Londra görüşmeleri 17 Aralık 1912 tarihinde “Büyükelçiler Konferansı” adı altında toplantılara başlamıştır. Konferansın birinci amacı Osmanlı Devleti ile Balkan Devletleri arasındaki sınır ve barış esaslarını saptamak, ikincisi ise Osmanlı Devleti’nden ele geçirilen toprakların paylaşımı konusunda ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözümlemekti. Ancak konferansta herhangi bir ilerleme sağlanamamıştır. Özellikle Osmanlı Devleti hâlâ Bulgarlar tarafından kuşatma altında bulunan, bir zamanlar Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış bulunan Müslüman Türk şehri olan Edirne’yi vermemekte direniyordu. Tam bu sırada İstanbul’da “Babıali Baskını” ile Mahmut Şevket Paşa başkanlığında yeni bir Hükûmet kurulmuştur. Fakat yapılan bu değişiklik de bir sonuç vermemiş, Balkan Devletleri tekrar saldırıya geçmişler, İşkodra Karadağlıların, Yanya Yunanların ve Edirne’de Bulgarların eline geçmiştir. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Devleti barış istemek zorunda kalmıştır. Balkan Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında 30 Mayıs 1913 tarihinde Londra Barış Antlaşması imzalanmıştır. Bu barış ile Osmanlı Devleti, geleceğinin tayinini ve Arnavutluk'un sınırlarının çizilmesi işini büyük devletlere bırakmıştır. Yani Osmanlı Devleti, Arnavutluk'un bağımsızlığını tanıyor ve bu toprakları da kaybediyordu. Bundan başka Girit’i de Yunanistan’a terk ediyordu. Nihayet Osmanlı Devleti, Midye–Enez çizgisinin batısında kalan bütün Avrupa topraklarını Balkanlılara bırakıyordu ki bununla Edirne Bulgaristan’a geçiyor ve Bulgaristan Kavala ile Dedeağaç arasındaki toprakları alarak Ege Denizi'ne çıkıyordu. Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'da sadece Bulgaristan’la sınırı oluyordu.


Osmanlı Devleti’nin Balkanlar'dan çekilmesi bu bölgede büyük bir boşluk oluşturmuştur. Balkan Devletleri bu boşluğu doldurmak için birbirleriyle yarışmaya girişmişlerdir. Rusya, Balkan Devletleri arasındaki bu yarışı önlemek için uğraşmışsa da başarılı olamamıştır. Sırbistan ile Yunanistan’ın birbirlerine yaklaştığını gören Bulgaristan 29/30 Haziran gecesi Sırbistan ile Yunanistan’a aniden saldırmış, ancak bu devletler karşısında istediği başarıyı elde edemeyerek kısa sürede yenilmiştir. Yunanlar Kavala’ya girmiş, Bulgarlar Sırplar karşısında da yenilince 31 Temmuz 1913 günü mütarekeyi kabul etmiştir. Balkan Devletleri'nin birbirleriyle uğraşmasını fırsat bilen Romanya ile Osmanlı Devleti hemen harekete geçmişlerdir. Romanya askerini Bulgar Dobruca'sına sokmuş ve Bulgaristan’ın içlerine doğru ilerlemiştir. Osmanlı Devleti de Edirne’yi geri almak için 20 Temmuz'da harekete geçmiş ve 22 Temmuz'da bu şehri geri almıştır. İkinci Balkan Savaşı ve Bulgaristan’ın yenilgisi ile Balkan Savaşları dönemi kapanmıştır. Balkan Savaşları'nı kesin olarak sona erdiren barış anlaşmaları iki bölümdür. Birincisi, Balkan Devletleri'nin kendi aralarında imzaladıkları, ikincisi de Osmanlı Devleti'nin Balkan Devletleri ile imzaladığı barış antlaşmalarıdır. Balkan Devletleri'nin kendi aralarında imzaladıkları barış 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması'dır. Bu barışa göre; Bulgaristan Tuna’nın güneyindeki Silistre, Tutrakan ve Dobruca’yı Romanya’ya, Kavala’yı Yunanistan’a bırakmış, Makedonya’dan ise küçük bir parça almıştır. Osmanlı Devleti'nin Balkan Devletleri ile imzaladığı barış antlaşmalarına gelince; bunların ilki Bulgaristan ile 29 Eylül 1913 günü imzalanan İstanbul Antlaşması'dır. Bu antlaşmaya göre Meriç Nehri sınır kabul edilmiş, Bulgaristan, Kırklareli, Dimetoka ve Edirne'yi Osmanlılara geri vermiştir. Ayrıca bu antlaşma Bulgaristan’daki Türklerin hukuki durumları hakkında da hükümler içermekteydi. Yunanistan ile 14 Kasım 1913’te Atina Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmada da Yunanistan’da kalan Türklerin statüsüne ait hükümler mevcuttur. Adalar meselesi bu anlaşmada yer almamış olup, 1914 Şubat'ında Elçiler Konferansında karara bağlanmıştır. Sırbistan ile yapılan antlaşma 13 Mart 1914 günü İstanbul’da imzalanmıştır. Bu anlaşmada da Sırbistan’da kalan Türklerin statüsü belirlenmiştir. Sırbistan ile ortak sınırımız kalmadığı için sınır meselesi söz konusu olmamıştır. Balkan Savaşları sonucunda Balkanlar'da statüko büyük oranda değişmiş, bölge devletlerinin sınırlarının genişlemesi ile yeni bir siyasi harita çizilmiş, Arnavutluk yeni bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Savaş, çok sayıda Türk, Pomak, Arnavut ve diğer Müslümanların katline ve mecburi göçüne yol açmıştır. Böylece Balkanlar'daki nüfus yapısı büyük ölçüde değişmiştir. Bununla beraber Ekim 1912’den Ağustos 1913’e kadar devam eden Balkan Savaşı sadece savaşan devletleri değil Avrupa devletlerini de yakından ilgilendirip etkilemiştir. Çıkarları çatışan devletler bu bunalım dolayısıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Bu da bloklar arasındaki gerginliği artırmış ve silahlanma yarışını hızlandırmıştır. Bundan dolayı da Balkan bunalımı Birinci Dünya Savaşı'nın yakın nedenlerinden biri olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti Avrupa’da başlayan Birinci Dünya Savaşı, gelişmiş Avrupa ülkelerinin sürtüşme ve rekabet yeri olan Osmanlı Devleti’nin geri kalan topraklarının da paylaşılmasını gündeme getirmiştir. İngiltere başta olmak üzere, Fransa, Rusya ve İtalya arasında imzalanan birtakım gizli antlaşmalar, savaş öncesi bu paylaşmayı masa başında çözmeyi amaçlamakta idi. Savaş çıkınca devletler, imzaladıkları bu antlaşmalar uyarınca “doğu sorunu” (şark meselesi) olarak adlandırdıkları, aslında Osmanlı ülkesinin paylaşılmasını hedefleyen politikayı uygulamaya koymuşlardır. İngiltere, Fransa, Rusya ve Japonya Müttefik devletler (İtilâf devletleri) bloğunu oluşturmuşlardır. Bunlara daha sonra İtalya ve Yunanistan da katılmıştır. Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan’ın oluşturduğu taraf ise Merkezi devletler (İttifak devletleri) bloğunu oluşturmuştur. Osmanlı Devleti başlangıçta tarafsızlığını ilan etmiş; ancak, hızla gelişen siyasi ve askerî olaylar sonunda bir bakıma zorunlu olarak, Merkezi devletler yanında yer almıştır.


Avrupa'da başlayarak kısa sürede genişleyen Birinci Dünya Savaşı, 1914-1918 arasında dört yıl sürmüştür. Dünyanın farklı köşelerinden yürütülen çarpışmalarda, deniz ve kara muharebelerinde milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Kentler, ülkeler yakılıp ve yıkılmıştır. Osmanlı Devleti, Balkan Savaşları'ndan henüz yeni çıktığı bir dönemde; daha yaralarını sarmamış bir durumda iken kendini bu savaşın içinde bulmuştur. Yıllardır ardı ardına girilen savaşlarda iyice yıpranan ülkenin, yeni bir savaşa girmesi o dönemi yaşamış aydınlar tarafından intihar şeklinde yorumlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, bir yandan ordunun ıslahı ile uğraşırken, bir yandan varlığını devam ettirmek için dönemin idarecileri tarafından bir ittifak bloğuna dâhil edilen Osmanlı Devleti, dört yıl boyunca, pek çok cephede mücadele etmek zorunda kalmıştır. Almanya ile yapılan gizli ittifak antlaşmasının ardından seferberlik ilân edilmiş ve Enver Paşa, İstanbul’da bulunan Alman askerî heyeti ile vardığı mutabakat sonucu Almanya’dan satın alınarak Yavuz ve Midilli ismi verilen gemilere Karadeniz’e açılması için emir vermiştir. Aynı zamanda donanma komutanı olarak da atanan Alman Amiral Souchon Osmanlı donanmasını alarak 29-30 Ekim 1914'te Karadeniz’e çıkmış, Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını bombalamıştır. Bu olay üzerine de Osmanlı Devleti resmen Birinci Dünya Savaşı’na girmiştir. Osmanlı Devleti bu savaş sırasında yaklaşık olarak iki milyonun üzerinde askeri cephelere sevk etmiştir. Osmanlı ordusu, zor iklim şartları ve kıt imkânlar altında mücadele etmek durumunda kalmıştır. Galiçya, Sarıkamış, Süveyş, Sina-Filistin, Yemen ve Basra’da Osmanlı ordusunun verdiği muharebelerde askerlerimiz kahramanca ve büyük özverilerle çarpışıp, ellerinden geleni yapmıştır. İngiliz propagandası ile kışkırtılan bazı Arap aşiretleri de ayaklanarak, Osmanlı ordularına saldırılar düzenleyerek ağır kayıplar verdirmiştir. Böylece Orta Doğu bölgesi de Osmanlı Devleti’nin denetiminden çıkmıştır. Arap coğrafyasında, İngiliz ve Fransızların bağımsızlık vaatlerine rağmen, onların himayesinde manda devletler ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti'nin, Birinci Dünya Savaşı’nda mücadele ettiği cepheler şunlardı: 1. Doğu Cephesi: Doğu Anadolu’da Ruslara karşı mücadele verildi. 2. Irak Cephesi: Basra ve Irak’ta İngilizlerle muharebeler yapıldı. 3. Sina-Filistin-Suriye Cephesi: İngilizler ve Arap aşiretleri ile mücadele edildi. 4. Hicaz-Yemen Cephesi: Yemen ve Hicaz’da İngiliz ve Arap aşiretleri ile mücadele edildi. 5. Avrupa Cepheleri (Galiçya-Romanya-Makedonya): muharebeler yapıldı.

Müttefiklere

yardım

amacıyla

6. Çanakkale Cephesi: İtilaf devletlerine karşı muharebeler yapıldı. Birinci Dünya Savaşı’ndaki cepheler içinde en önemlisi Çanakkale Cephesi'dir. Çanakkale Cephesi, diğerlerinden çok farklı gelişmelere tanıklık etmiştir. Bu cephede Osmanlı ordusu, devrin en güçlü donanmalarına ve ordularına karşı büyük bir mücadele vererek Çanakkale’den düşmanın geçmesine izin vermemiştir. Türk milletinin Çanakkale’de gerçekleştirdiği başarılar ve kazanılan zaferler, Türk ve dünya tarihinde çok büyük bir yer tutmaktadır. Cepheler Doğu Cephesi Doğu Cephesi'ndeki savaşlar, Rusların 1 Kasım 1914'te saldırıya geçmeleriyle başlamıştır. Rusların bu saldırıları başarıyla durdurulduktan sonra, kesin sonuç almak amacıyla harekete geçilmiştir. Bizzat Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın komuta ettiği, 22 Aralık 1914 - 15 Ocak 1915 tarihleri arasında cereyan eden Sarıkamış Muharebeleri’nde Türk Ordusunun uyguladığı plan, bir kolorduyla düşmanın cepheden tespitini, iki kolorduyla kuzey kanadından kuşatılarak düşman cephesinin 30-35km kadar gerisindeki Sarıkamış’ın ele geçirilmesiyle büyük düşman kuvvetlerinin imhasını öngörüyordu. Tamamen karlarla kaplı, çok yüksek dağlık ve yolsuz bir arazide o günün koşulları altında yapılan bu harekât çok zor idi. Özellikle 10’uncu Kolordu birlikleri, Allahuekber Dağları’nı aşarken çetin


zorluklar ve kış şartları sebebiyle gerek personel gerekse mevcut silahlar yönünden büyük zayiat vermiştir. Nitekim Türk kuvvetlerinin büyük bir bölümü soğuktan donarak şehit olmuştur. Sarıkamış’a girebilen kuvvetler de Ruslar tarafından geri atılmıştır. Bu başarısızlık karşısında Enver Paşa, 10 Ocak 1915’te 3’üncü Ordu Komutanlığını, Hafız Hakkı Paşa’ya devrederek İstanbul’a dönmüştür. Rus ordusu aynı yılın ilkbaharında (Mayıs 1915) Malazgirt ve Van'ı ele geçirmiştir. Sarıkamış Harekatı ordunun bu cephedeki durumunu sarsmış, Karadeniz'deki Rus donanması, deniz ulaşımını engellediğinden Kafkas Cephesi'nin yeterince takviye edilmesi mümkün olmamıştır. Ruslar, Ocak 1916'da tekrar saldırıya geçmişler, Batı cephelerinden ayırdıkları bir kolordu civarındaki kuvveti, denizden Doğu Karadeniz kıyılarına çıkarmışlardır. Karadeniz'deki limanlarımızda yeterli tahkimatın yapılmayışından yararlanmışlardır. Ruslar bu saldırıyla içte Muş, Erzurum ve Erzincan'ı, kıyı kesiminde de Trabzon'un batısındaki Harşit Çayı'na kadar olan toprakları işgal etmişlerdir. Böylece Doğu Cephesi'nde savunma stratejisi yerine taarruz stratejisinin uygulanması başarılı olmamış, doğudaki Türk topraklarının geniş bir bölümünde iki yıl kadar sürecek olan Rus işgali başlamıştır. İşgal nedeniyle sadece Trabzon ve yöresinden yüz binlerce kişi göç etmek zorunda kalmıştır. Diğer yandan Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 16’ncı Kolordu Birlikleri 6 Ağustos 1916'da Rusların 4’üncü Kolordusunu yenerek Muş’u, 8 Ağustos'ta da Bitlis’i kurtarmışlardır. 1917’de Rusya’da ihtilalin patlak vermesi üzerine Rusya savaştan çekilmiş, kendi iç meseleleri ile uğraşmaya başlamıştır. Rusların yerini alan Ermeni çetelerinin saldırıları karşısında Mart 1918’de Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Kafkas Kolorduları tarafından Erzincan ve Erzurum (12 Mart 1918) kurtarılmıştır. 3 Mart 1918 Brest-Litovsk Anlaşması ile Osmanlı Devleti doğuda Rus işgali altındaki bölgeleri kurtarmıştır. 93 Harbi’nden itibaren Rus işgalinde bulunan Kars, Ardahan ve Batum’u geri almakla kalmayıp, Kafkasya içlerine ilerleyerek geçici bir süre de olsa Bakü’yü alan Osmanlı ordusu Hazar Denizi kıyılarına ulaşmıştır. Bölgede yeterli alt yapının olmayışı (ikmal ve ulaşım) bu cephede büyük sıkıntıların yaşanmasına neden olmuştur. Irak Cephesi İngilizlerin daha savaş başlamadan asker yığmaya başladığı cephe, Hint deniz yolunun güvenliğini sağlama ve petrol potansiyeli bakımlarından önemlidir. İngilizler buradan hareketle, müttefikleri Rusya ile birleşme ümidi taşımışlardır. Bölgede daha ziyade Arap kabilelerine güvenilerek az sayıda Türk askeri bulundurulmuştur. Ancak İngilizler de bazı Arap aşiretleri ile Osmanlı Devleti'ne karşı faaliyet için anlaşmışlardır. 22 Kasım 1914’te Basra’yı aldıktan sonra ileri harekata geçerek 23 Kasım'da Kurna'ya girmiş, 9 Aralık’ta hakimiyetini sağlamış İngilizlere karşı, Türk komuta kademesinin bölgeyle ilgili yeterli teknik dokümana sahip olmaması bir zafiyet yaratmıştır. Burada Yarbay Süleyman Askerî Bey, ön plana çıkıp mahalli gönüllü kuvvetlerle bir netice almaya çalışmıştır. İngilizlere karşı başlangıçta mevzii başarıları kazanan Osmanlı kuvvetleri 14 Nisan’dan başlamak üzere arka arkaya yenilgiler almıştır. İngilizler, 21 Mayıs’ta Amara, 25 Temmuz’da Nasıriye ve 28 Eylül’de Kut'ül-Ammare’yi almışlardır. 22 Kasım’da Selman-ı Pâk Muharebeleri'nde büyük bir başarı gösteren Osmanlı kuvvetleri Kut'ül-Ammare’de İngiliz kuvvetlerini kuşatmışlardır. Eylül 1915’te Kut'ül-Ammare’ye yerleşmiş olan İngiliz kuvvetleri, 29 Nisan 1916’da komutanları General Townshend ile birlikte esir alınmıştır. Ancak bu gelişmelere rağmen Bağdat üzerine yürümek için sürekli asker ve mühimmat yığmak ile meşgul olan İngilizler Şattü’l Arab’ı kullanarak 13 Aralık 1916’da ileri harekata başlamışlardır. 11 Mart 1917'de Bağdat’ı ele geçirmek suretiyle de cephenin en etkili sonucunu almışlardır. 1917 yılı içerisinde başka ciddi saldırıda bulunmayan İngilizler, 30 Ekim 1918'de mütarekenin imzalanmasından sonra 3 Kasım’da Musul’u işgal etmişlerdir. Kafkaslar’da soğuk altında yaşamını kaybeden Türk askeri, Irak Cephesi’nde sıcak ve koleradan dolayı kayıplar vermiştir. İlaç ve cephane eksikliği kuvvetlerin azmini kırarken İngilizlerin bağımsızlık vaatlerine ve altınlarına kanan pek çok Arap kabilelerinin hesapta olmayan saf değiştirmeleri cephenin kaderini tayin eden faktörlerden biri olmuştur. Çanakkale Cephesi Birinci Dünya Savaşı'nda; Osmanlı Devleti’nin, Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmeye ve İstanbul'u işgal etmeye yönelik İngiliz-Fransız ortak harekâtına karşı yürüttüğü Çanakkale Muharebeleri, dünya tarihinde ender rastlanan deniz ve kara savaşlarından biridir. Siyasi açıdan, birçok emelin,


ihtirasın, idealin düğümlendiği; askerî açıdan, insan gücünün, azminin, inancının yanı sıra, alet, edevat ve teçhizatının yeterince denge kuramadığı; vatanını savunanlarla istilaya gelenlerin çarpıştığı; yarım milyonun üzerinde insan zayiatının olduğu ve sonuçları itibariyle de, geçmişte olduğu gibi, bir çok yanlış hesabın suya düştüğü bir savaştır. İtilaf devletlerinin deniz harekâtı 19 Şubat 1915'te başlamıştır. 17 Mart 1915'e kadar düşman gemileri Türk tabyalarını top ateşine tutmuş, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açmıştır. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu harekatın kolay olmadığını göstermiştir. Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememiştir. Hava şartlarının düzelmesi ile birlikte yeni saldırılar düzenlenmiş, yine sonuç alınamayınca düşman gemilerine komuta eden Amiral Sackville Carden görevden alınmıştır. Yerine 17 Mart 1915 günü Amiral John Michael de Robeck atanmıştır. Yeni komutan, 18 Mart 1915 günü donanmayla Boğaz'a saldıracağını, yakında İstanbul'da olacağını Londra'ya bildirmiştir. İtilaf devletlerinin deniz harekâtı ile başlayan taarruzları karşısında Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa, 8 Mart sabah saat 05.00'ten itibaren Erenköy Koyu'na mayın hattı döşenmesi emrini vermiştir. Aldığı emir gereği Binbaşı Nazmi Bey, Nusret Mayın gemisi ile o gece yirmi altı mayını Erenköy Koyu'na on birinci hat olarak döşemiştir. Boğaz'daki mayın sayısı on bir hat olarak 400'ü aşmıştır. Nitekim alınan bu tedbirler 18 Mart 1915'te başlayacak harekatta kendini göstermiştir. 18 Mart 1915’te İngiliz ve Fransızlara ait savaş gemileri Amiral John Michael de Robeck komutasında iki hat hâlinde Boğaz’ı geçmek için harekete geçmiştir. Nusret mayın gemisinin döktüğü mayınlardan habersiz olan gemiler, Türk tabyalarının etkili atışları ve mayınlar nedeni ile yara almaya başlamışlardır. Türk savunmasının büyük direnişiyle, akşama doğru müttefik donanması boğazı geçemeyeceğini anlayarak geri dönmek zorunda kalmıştır. İtilaf devletleri, Çanakkale Boğazı'nı denizden aşmayı başaramayınca, bu kez hedefine kara yoluyla ulaşmayı denemiştir. İtilaf devletlerinin planına göre; Kuzey Çıkarma Grubu’nu oluşturan Anzak (ANZAC=Australia And New Zealand Army Corps = Avusturalya ve Yeni Zelanda Kolordusu) Kolordusu kuzeyde Kabatepe bölgesine, Güney Çıkarma Grubu ise Seddülbahir bölgesine çıkarılacaktı. Planlar, asıl taarruz güneyde olacak şekilde hazırlanmıştı. Türk savunmasının güney kanadını tespit maksadı ile bir Fransız tugayı Kumkale bölgesine çıkarma yapacaktı. İtilaf devletlerinin planı Gelibolu müstahkem mevkiine kısa sürede el koyarak, donanmayı savunmasız bir boğazdan geçirme ve İstanbul'a ulaşma düşüncesine dayanıyordu. 26 Mart 1915'te kurulan 5'inci Ordu’ya komutan olarak atanan general Liman von Sanders, Türk savunmasının esasını teşkil eden "düşmanın çıkmasına izin vermeden imhasını sağlama" şeklindeki ana fikri terk ederek, "kıyılarda nispeten zayıf kuvvetlerle düşmanı karşılama, derinlikte güçlü ihtiyatlarla imha" ana fikrini benimsemişti. Böylece düşmanın, 25 Nisan 1915'te giriştiği çıkarma harekatıyla kara muharebeleri başlamıştır. İtilaf kuvvetleri, sekiz ayı aşkın bir süre, devam eden kara muharebelerinde de başarılı olamamışlardır. Bu kez Mehmetçiğin azmi ve genç bir komutanın askeri dehasının yarattığı strateji ile karşılaşmıştır. Churchill'in "kaderin adamı" olarak nitelendirdiği 19'uncu Tümen Komutanı Mustafa Kemal aynı gün, kolordu ve ordu komutanlarının emirlerini beklemeden 57'nci Alayı ileri sürerek Conkbayırı ve Kocaçimen tepelerine yaklaşmakta olan Anzak Kolordusunu geriye sürmüştür. Kolordunun ele geçirdiği bütün önemli noktaları geri almıştır. İngiliz Harp Tarihi’ni kaleme alan General Aspinall Oglander, Mustafa Kemal’in bu girişimini şu sözlerle anlatmaktadır: “19’uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in 25 Nisan 1915’te Arıburnu bölgesindeki durumu derhâl kavramış olması ve inisiyatifini kullanarak 57’nci Alayla yapmış olduğu taarruz, Çanakkale Savaşı’nın sonucunu tayin etmiştir. Bir tümen komutanının kendi inisiyatifi ile giriştiği hareketler sonucu, bir savaşın ve hatta bir ulusun kaderini değiştirecek büyüklükte bir zafer kazandığı, tarihte pek az görülür.” Ağustos ayına gelindiğinde İtilaf devletleri ikinci bir taarruz dalgası ile Conkbayırı-Kocaçimentepe hattını ele geçirmek istemiştir. Bunun üzerine Anafartalar Grup Komutanlığı görevi ile bu bölgedeki tüm birliklerin komutasını üzerine alan Albay Mustafa Kemal düşman taarruzuna karşı koymaya başlamıştır. 9 Ağustos 1915'te Kocaçimentepe, Conkbayırı, Kanlısırt bölgelerinde çok şiddetli çarpışmalar yaşanmış ve bu çarpışmalar sonucunda Birinci Anafartalar Zaferi kazanılmıştır. 10 Ağustos 1915'teki Conkbayırı taarruzunda bir şarapnel parçası Mustafa Kemal'in göğsünün sağ tarafına çarparak cebindeki saati parçalamış ve göğsünde bir kan lekesi


bırakmıştır. Çanakkale Cephesi'ndeki kara muharebeleri İngilizlerin 19/20 Aralık 1915 gecesi Arıburnu ve Anafartalar, 8/9 Ocak gecesi de Seddülbahir bölgelerini boşaltmalarıyla son bulmuştur. Çanakkale Muharebeleri'nin Türk Tarihindeki Yeri ve Önemi Deniz ve kara muharebelerinden oluşan Çanakkale Muharebeleri sonuçları ve bugüne dek ulaşan etkileri açısından, Türk tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Bu sonuç ve etkileri şu başlıklar altında toplayabiliriz: Ağır sonuçları olan Balkan Savaşları'ndan yeni çıkmış ülke, 1915’te Çanakkale’de bir kahramanlık destanı sergilemiştir. Çanakkale’de Mehmetçiğin gerçekleştirdiği başarılar, ulusun moralini güçlendirmiş ve koşullar ne denli olumsuz olursa olsun, başarılı olunabileceği yolunda inanç ve güven tazelemesine yol açmıştır. Bu yönüyle Çanakkale, modern Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde çok önemli bir dönemeç teşkil etmiştir. O dönemin yayınları incelendiğinde, millî duyguların nasıl güçlenip coştuğu açıkça görülebilmektedir Çanakkale aynı zamanda, Mustafa Kemal’in, Türk tarihinde ilk kez doğduğu ve parladığı yerdir. Ulus onu ilk kez Arıburnu, Conkbayırı ve Anafartalar’da üstün bir komutan, mucizeler yaratan bir lider olarak tanımıştır. Aynı şekilde Mustafa Kemal de orada, kahraman Türk askerini çok yakından tanımış ve onunla neler başarabileceğini görmüştür. Bu karşılıklı tanıma ve güvenme, 1919-1922 arası gerçekleşen, Millî Mücadele’nin çok önemli bir temel taşını oluşturmuştur. Orada kaybettiğimiz Harbiyeli, Mülkiyeli, Tıbbiyeli ya da Sultanili, yetişmiş aydının eksikliği, hep duyulmuştur. Özellikle 1923-1938 arası gerçekleştireceğimiz ATATÜRK önderliğindeki devrimler sırasında, yetişmiş insan ve aydın eksikliği her alanda hissedilmiştir. Çanakkale kara muharebeleri süresince Türk askerinin sergilediği mertlik, dürüstlük ve yardımseverlik gibi bilinen insanî özellikleri, onun bir kez daha düşmanlarınca takdir edilip övülmesine neden olmuştur. Yaralı Anzak askerlerine su verip, yarasını sarması, zehirli gaz kullanılmaması ve savaş kurallarına titizlikle uyulması, Türklerle, Avustralyalı ve Yeni Zelândalılar arasında ilginç bir dostluk oluşmasına yol açmıştır. Galiçya Cephesi Birinci Dünya Savaşı sırasında, Avusturya-Macaristan'ın bir eyaleti olan Galiçya’ya gönderilen 15’inci Türk Kolordusu, ilk defa yurt dışında, müttefik devletlerin komutanları emrinde savaş görevi yapan birlik olması bakımından ayrı bir önem taşımaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışından yaklaşık iki yıl sonra Ruslar, Brossilov taarruzuyla (4 Haziran 1916) AvusturyaMacaristan ordusuna ağır bir darbe indirmiş ve 100.000’den fazla esir almıştır. Bu gelişme üzerine Almanlar, mevcut kuvvetlerinin yanı sıra Osmanlı Devleti’nden de kuvvet talebinde bulunmuş; Osmanlı Devleti de Çanakkale Boğazı’nı savunmakla görevli 19 ve 20’nci Tümenlerden oluşan 15 nci Kolordu’yu, 23 Temmuz-11 Ağustos 1916 tarihleri arasında Galiçya’ya hareket ettirmiştir. 18 Mart 1916’da 15’inci Kolordu Komutanı olarak Kur.Alb. Yakup Şevki (Subaşı) Bey, 18 Kasım 1916’da ise Cevat (Çobanlı) Paşa görev yapmıştır. 15’inci Kolordu, 22 Ağustostan itibaren Alman Güney Ordusu’nun savunma cephesinde Alman Hofmann Kolordusu’yla 1’inci Bavyera İhtiyat Tümeni arasında 20 km.lik bir cephenin savunma sorumluluğunu üzerine almıştır. 31 Ağustos'ta Alman Güney Ordusuna Rus birliklerinin taarruzu başlamıştır. Türk birlikleri bu mevzide başarılı savunma yapmalarına rağmen Güney Ordusu’ndan aldığı emirle, 6 Eylül günü geri çekilmiş, 20’nci Tümen büyük zayiat vermiştir. 16-17 Eylül muharebelerinde; dört tümenle ve her seferinde taze birliklerle taarruz eden Rus birlikleri zayiat vererek geri çekilmiş, 15’inci Kolordu da önemli zayiat vermesine rağmen Zlotalipa ve Narajovka vadileri arasındaki mevzileri, kahramanca savunup ordu cephesinin yarılmasını önlemiştir. 24 Eylül günü, Rus kuvvetlerinin 421 Rakımlı tepenin doğu eteklerindeki birinci hat siperlerini ele geçirmesine rağmen Türk birlikleri tarafından yapılan karşı taarruzla Rus alayları adeta erimiş, mevziiler geri alınmıştır.


Ruslar, Ekim, Kasım ve Aralık aylarında taarruzlarını tekrarlamışlar ancak başarı elde edememişlerdir. 1917 Bolşevik İhtilali ile Rus ordusu muharebe gücünü yitirmeye başlamıştır. 19’uncu Tümen Haziran 1917’de, 20’nci Tümen ise 11 Eylül 1917’de İstanbul’a dönmüştür. 15’inci Kolordu’nun tamamen dönmesinden sonra Galiçya harekâtı devam etmiştir. Romanya Cephesi Romanya, 17 Ağustos 1916’da bir antlaşma imzalayarak İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa girmiş ve 27 Ağustos’ta Avusturya’ya saldırmıştır. Bunun üzerine İttifak Devletleri Romanya’ya savaş açmıştır. Alman Başkomutanlığında yapılan toplantıdan sonra 23 Tümenlik bir kuvvetle İttifak Devletleri Romanya’ya taarruz etmiştir. Bu kuvvet içinde Türklerin 6’ıncı Kolordu’ya mensup 15, 25 ve 26’ncı Tümenleri bulunuyordu. General von Mackensen’in komutasındaki müttefik ordu, 1917 Ocak ayının ilk haftasına kadar bütün Romanya’yı ele geçirmiştir. Türk tümenleri bu harekatta büyük başarı göstermiştir. 6’ncı Kolordunun 26’ıncı Tümeni 1917 yılı ortalarında Filistin’e kaydırılmış, 25'inci Tümen Aralık 1917'de İstanbul'a dönmüş, 15'inci Tümen ise Haziran 1918'de Köstence'den vapurla Batum'a taşınmıştır. Makedonya Cephesi Sırbistan’ın İttifak devletlerince işgali tehlikesi belirince bir Fransız tümeni Çanakkale’den getirilerek, 5 Ekim 1915’de Selanik’te karaya çıkarılmıştır. Bir İngiliz tümeniyle bir Fransız tugayı da daha sonra bu birliğe katılmıştır. Böylece Makedonya Cephesi açılmıştır. Osmanlı Devleti’nin 20’nci Kolordusu (50'inci ve 46'ncı Tümen) ile birtakım Alman ve Bulgar birlikleri İngiliz ve Fransızların karşısında yer almıştır. Eylül 1916'da İtilaf devletlerinin Makedonya Cephesi'ndeki kuvveti 15 tümene çıkmıştır. Cephedeki küçük taarruzların yanında en önemli olay, 11 Aralık 1916’da Manastır’ın İtilaf devletlerinin eline geçmesidir. 1917 yılı küçük muharebelerle geçmiş, Türk kuvvetleri Kavala-Serez hattında savaşmıştır. 20'nci Kolordu (50'nci Tümen hariç) Nisan 1917'de 50'nci Tümen ise Haziran 1917'de yurda dönmüştür. 27 Haziran 1917’de Yunanistan İtilaf devletleri safında savaşa girmiştir. 29 Mayıs 1918’de İngiliz, Fransız, Yunan ve Sırp kuvvetleri büyük bir taarruz başlatmıştır. Bu taarruz neticesinde Bulgar ordusu yenilmiştir. 29 Eylül 1918’de Bulgaristan mütareke imzalayıp savaştan çekilerek, topraklarından İtilaf güçlerinin geçmesine izin vermiştir. İtilaf devletleri üç koldan Balkanlar'da ilerlemeye başlamışlardır. Bu kollardan biri İstanbul’u hedef almıştır. 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesini imzalamak zorunda kalarak savaştan çekilmiştir. Hicaz-Asir-Yemen Cephesi Birinci Dünya Savaşı'nda Türk halkının vicdanında en derin etkileri yaratan cephelerden birisi de Hicaz-Asir-Yemen Cephesi'dir. İngilizler, 1880'lerden itibaren, halifeliğin Arapların hakkı olduğunu ve onların Osmanlı'dan ayrı kendi himayesinde kurulacak devletlerini destekleyeceklerini telkin etmişlerdir. Bu propagandaların yanı sıra bilhassa XX. yüzyıl başlarında Trablusgarp ve Balkan Savaşları'na maruz kalması, Arap coğrafyasında hareketlenmelere neden olmuştur. Bu yüzden bu cephedeki mücadeleler, İngilizlerin kışkırttığı asi kabile şeflerine ve Mekke Şerifı'ne karşı yapılan muharebelerden oluşmaktadır. Osmanlı yönetiminin ilan ettiği "cihad" büyük ümitler beslenmesine rağmen ancak İbn-i Reşid (Şammar), Yemen'de Seyyid Yahya ve Libya'da Sunusîler arasında ilgi görmüştür. Ancak öteden beri Osmanlı Devleti'ne karşı olumsuz tutumlarıyla tanınan Şerif Hüseyin (Hicaz), Seyyid İdris (Asir), İbn Suud (Şammar) kendilerini çeşitli vesilelerle İngilizlerle birlikte hareket etmeye hazırlamışlardır. Mekke Şerifi Hüseyin savaş başladığında Osmanlı Devleti'ne bağlı kalacağını belirtmiş olmasına rağmen, 10 Temmuz 1916 tarihli bildirisi ile Osmanlı Devleti'ne isyan etmiştir. Bu sırada bölgede toplam dört Osmanlı Tümeni (Hicaz'da 22. Piyade, Asir'de 21'inci Piyade, San'a da 40'ıncı Piyade, Yemen'de 39'uncu Piyade Tümenleri ile 7'nci Kolordu Karargâhı ve Medine'de Muhafız Komutanlığı) vardır. Şerif Hüseyin'in daha önce Medine, Cidde, Mekke ve Taif'e saldırılarda bulunmasıyla yaratılan fiilî savaş durumu (9-12 Haziran 1916) karşısında Temmuz sonu ve Ağustos ortalarına kadar alınan tedbirler başarılı olmuştur. Ancak Şerif Hüseyin Güney Hicaz'da yardımsız kalan Cidde'yi 16 Haziran, Mekke'yi 9 Temmuz ve Taif’i de 22 Eylül 1916'de ele geçirmiştir. Bu başarıda önemli ölçüde İngiliz desteği bulunmaktadır. İngilizler bölgedeki Türk varlığının tek ulaşım vasıtası olan Hicaz demiryolunu kesmek amacıyla Fransızlarla birlikte Araplara destek vermişlerdir. İngiliz donanmasının 23 Ocak 1917'de başlattığı


bombardıman sonucu, 26 Ocak 1917'de Vech liman şehri, 6 Temmuz 1917'de Akabe üssü Arapların kontrolüne geçmiştir. Bilhassa meşhur İngiliz ajanı Lawrence'in yönetiminde MaanMedine demiryoluna yapılan saldırılar, Hicaz Kuvve-i Seferiye Komutanı Fahreddin (Türkkan) Paşa'nın, muhteşem Medine müdafaasını çökertmeye kafi gelmemiştir. İngilizlerin Nablus yarmasından sonra Filistin Cephesi'ndeki Türk Kuvvetlerinin Halep bölgesine çekilmek zorunda kalması üzerine Medine'de mahsur kalan Türk birlikleriyle irtibatı kesilen Fahrettin Paşa 13 Ocak 1919'a kadar direnmiş ancak bu tarihte mütarekeyi tebliğ eden heyetin gelmesiyle Medine'yi teslim ederek esir düşmüştür. Fahrettin Paşa, Medine müdafaası sebebiyle "Çöl Kaplanı" olarak anılmış, Mondros Mütarekesi gereğince bölge tamamen boşaltılarak Türk askerleri çekilmiştir. Sina-Filistin-Suriye Cephesi Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin savaştığı cephelerden biri de Sina-Filistin-Suriye Cephesi’dir. Buradaki askerî harekatlar; Birinci Kanal Seferi (28 Ocak-3 Şubat 1915), İkinci Kanal Seferi (27 Temmuz- 5 Ağustos 1916) ve Osmanlı ordusuna karşı gerçekleştirilen İngiliz genel karşı taarruzundan (31 Ekim 1917-30 Ekim 1918) meydana gelmektedir. Alman Başkomutanlığı, Süveyş Kanalı’nı ele geçirerek İngiltere’nin Hindistan ile irtibatını kesmek ve böylece İngilizlerin, Hindistan’dan getirecekleri askerlerle Avrupa cephesini takviye etmelerine engel olmak amacındaydı. Enver Paşa da Mısır’ı tekrar etki altına almak suretiyle Müslüman dünyasındaki saygınlıklarını artıracaklarını umuyordu. Kanal harekâtı için Suriye’de bulunan 4’üncü Ordu görevlendirilmiş, komutanlığına Bahriye Nazırı Cemal Paşa atanarak, 6 Aralık 1914’te göreve başlamak için Şam’a gitmiştir. Başarısızlıkla sonuçlanan Birinci Kanal Seferi’nde 4’üncü Ordu birlikleri Sina Çölü’nü boşaltarak Gazze-Birüssebi-Maan hattına çekilmiştir. Kanal’a ikinci kez yapılan Türk taarruz girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmış, 14 Ağustos 1916’da Türk birlikleri el-Ariş’te toplanmıştır. Tüm bu gelişmeler, İngilizleri, Kanal’ın doğusuna geçerek SinaFilistin’i ele geçirmeye hatta bütün Suriye’yi işgal etmeye yöneltmiştir. 22 Aralık 1916’da başlayan genel karşı taarruz ile İngilizler, el-Ariş’i ele geçirmiş, Türk birlikleri ise Gazze-Şeria-Birüssebi hattında savunma için Sina Çölü’nden tamamen çekilmiştir. Bu mevzie karşı İngilizler taarruza geçmiş, Birinci Gazze (26 Mart 1917) Muharebesi’nde Türklerin direnişleri karşısında çok ağır kayıplar vererek geri çekilmişlerdir. İkinci Gazze Muharebesi (19 Nisan 1917)’nde İngilizler, donanmanın da desteğinde ve daha geniş bir cepheyle taarruzlarını yinelemişlerse de başarı sağlayamayarak geri çekilmişlerdir. Gazze muharebelerinden kısa bir süre önce Bağdat’ın İngilizler tarafından işgali (11 Mart 1917), İngilizlerin etkilerini artırmalarını sağlamış, Arap ülkelerinde ise Türklere olan güveni azaltmış ve Arap ayaklanmaları baş göstermiştir. 31 Ekim 1917’de İngilizler Gazze-Birüssebi hattına taarruza geçmiş, Üçüncü Gazze Muharebesi olarak anılan bu muharebede Türk mevzileri yarılmıştır (7 Kasım 1917). Türk birlikleri Kudüs-Yafa hattına çekildiyse de İngiliz taarruzlarını durdurmak mümkün olmamıştır. 9 Aralık 1917’de Kudüs düşmüş, Türk birlikleri Kudüs’ün kuzeyine çekilmek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanı General Falkenhayn görevden alınarak yerine Liman von Sanders atanmış ve Türk kuvvetleri yeniden teşkilatlandırılmıştır. Yafa ile Lut Gölü arasındaki mevzide kuvvetler tertiplenmiştir. 19 Eylül 1918’de taarruza geçen İngilizler, Nablus Meydan Muharebesi’nde bu cepheyi yarmış, 20 Eylülde İngiliz Süvarisi Nasıra’daki Yıldırım Orduları Grubu karargâhına kadar girmiştir. 21 Eylül'de Ordular Grubu Komutanı Der’a’ya çekilme kararı vermiştir. 7’nci Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, düşman süvarisini Bisan’da durdurmayı başarmış, böylece Türk kuvvetlerinin Şeria Nehri doğusuna geçişini güvence altına almıştır. 1 Ekim’de Şam’ın düşmesi ile beraber Liman von Sanders komutayı Mustafa Kemal Paşa’ya bırakarak karargâhıyla Adana’ya çekilmiş; 25 Ekimde Halep, İngiliz ve Arap kuvvetlerinin eline geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın, emrindeki kuvvetlerle İskenderun-Cerablus mevzisinde (Bu hat Türk İstiklal Harbi sırasında millî sınır olarak kabul edilmiştir) İngiliz taarruzlarını durdurmaya çalıştığı günlerde Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nın Osmanlı Devleti Açısından Sonuçları Birinci Dünya Savaşı; Almanya, Avusturya - Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti’nin içinde yer aldığı İttifak devletlerinin yenilgiyi kabul etmesiyle sonuçlanmıştır. Savaşın yol açtığı acılar galip olsun, mağlûp olsun katılan tüm devletleri olumsuz olarak etkilemiştir.


Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918’de İtilaf devletleri ile Mondros Ateşkes Anlaşması'nı imzalamıştır. Yabancı devletler, bu anlaşma şartlarına dayanarak, ülkenin bir çok yerini işgale başlamışlardır. Osmanlı ordusu dağıtılmış, bütün silah ve cephane galip devletlerin emrine verilmiştir. Osmanlı Devleti'nin toprakları, İngiltere, Fransa ve İtalya arasında paylaşılmaya başlanmıştır. Çanakkale ve İstanbul Boğazı da yabancı devletlerin kontrolüne girmiştir. Bu arada Yunanistan da, İngiltere’nin destek ve iş birliği ile İzmir ve yöresini işgal etmek için hazırlanıyordu. Devletin bu dönemde içinde bulunduğu iktisadi, sosyal ve siyasal koşullar, son derece olumsuzdu. Yüzyıllardır süren ve yabancı devletlere ticari, iktisadi ve hukuki alanlarda ayrıcalık tanıyan kapitülasyon antlaşmaları ülke ve toplumu olumsuz etkilemişti. Her geçen gün daha da fakirleşen halk bitkindi. Savaşanlar ardından gelen büyük göçler sosyal dengeleri alt üst etmiş, halk günlük yaşamını sürdürebilmek için büyük bir mücadele içine girmiştir. Mondros Ateşkes Anlaşması imzalanacağı dönemde Mustafa Kemal Paşa Suriye Cephesi'nde, İngilizlere karşı savaşıyordu. Mustafa Kemal Paşa, 10 Kasım 1918'de Adana’dan hareket etmiş ve 13 Kasım 1918 Çarşamba günü İstanbul’a gelmiştir. Aynı gün İtilaf devletleri donanması da İstanbul’a girerek Boğaz’a gemilerini demirlemiştir. Mustafa Kemal, ülkenin bulunduğu durumdan ve yakında olacak gelişmelerden ziyadesiyle endişe ediyordu. Ulusun karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri yakın çevresiyle paylaşıyor, mücadele edilmesi ve direniş gösterilmesi gerektiğini anlatıyordu. O, savaş meydanlarından çok iyi tanıyıp güvendiği Türk askeri ve ulusu ile en zor koşulların bile üstesinden gelinebileceğine inanıyordu. Mondros Ateşkes Anlaşması Dört yıl süren uzun ve yorucu bir savaş sonunda ateşkes anlaşmasını görüşmek üzere Osmanlı Devleti adına Bahriye Nazırı Rauf (Orbay) Bey, Reşat Hikmet ve Sadullah Beyler'den oluşan heyet görevlendirilmiştir. Heyet, 26 Ekim 1918’de Limni Adası'nın Mondros Limanı'na gelerek 27 Ekim'de İngilizlerin Agamemnon zırhlısında, İngiltere Hükûmeti tarafından ateşkes imzalamaya yetkili kılınan Amiral Caltrophe ile görüşmelere başlamıştır. 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Anlaşması imzalanmıştır. İtilaf devletleri adına İngiltere bu anlaşmaya imza koymuştur. Mondros Ateşkes Anlaşması’nın Maddeleri Son derece ağır şartlar içeren Mondros Ateşkes Anlaşması ile Osmanlı Devleti’nin egemenlik hakları tamamen ortadan kaldırılıyor, Devlet; siyasi, askeri, hukuki ve ekonomik olarak tam anlamıyla İtilaf devletlerinin vesayeti altına giriyordu. Ordu terhis ediliyor, silah ve mühimmat başta olmak üzere bütün askerî malzeme teslim ediliyordu. Bütün ulaşım hatları, demir yolları, boğazlar, limanlar, posta ve telgraf haberleşme sistemi, yer altı ve yer üstü ekonomik kaynaklar İtilaf devletlerine teslim ediliyor, özellikle 7’nci madde hükümleri doğrultusunda ülkenin herhangi bir bölgesinin kolayca işgal edilebilmesinin yolu açılıyordu. Ateşkes Anlaşması metninde yer alan hükümleri sıralamak gerekirse ağırlıklı olarak askerî hükümler yer alıyordu. Özetle: 1. Çanakkale ve İstanbul Boğazları açılacak ve buralardaki istihkamlar İtilaf devletleri tarafından işgal edilecektir. 2. Sınırların korunması ve iç güvenliğin sağlanması dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis olunacak ve orduya ait taşıt, silah, araç ve gereç İtilaf devletlerine teslim edilecektir. 3. Donanma teslim olacak ve İtilaf devletlerinin gösterecekleri limanlar da göz altında bulundurulacaktı. 4. Toros tünelleri İtilaf devletlerince işgal olunacaktı. 5. Hükûmet haberleşmesi dışında bütün telsiz, telgraf ve kabloların denetimi ile demir yollarının kontrolü İtilâf devletlerince yapılacaktı. 6. Doğudaki altı ilde (vilayet-i sitte) (Erzurum, Van, Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Bitlis) bir karışıklık olursa, bu vilayetlerin her hangi bir kısmını İtilaf devletleri işgal hakkına sahip olacaklardı.


7. İtilaf devletleri kendi güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması hâlinde buralardaki stratejik noktaları işgal edebileceklerdi. Nitekim Osmanlı heyeti, Mondros Ateşkes Anlaşması’nı imza ederken, Boğazlar hariç olmak üzere, Osmanlı topraklarının işgal edilmeyeceğine ve ateşkesin imza tarihindeki ileri hatlarımızın “mütareke hattı (yani ülke sınırı)” olarak kabul edileceğini ümit ediyordu. Diğer taraftan ateşkesi, iki ordu arasındaki çatışma ve düşmanlıklara son veren bir mukavele sayıyordu. Ateşkes anlaşmasını imzalayan Osmanlı heyetinin yorumlarına göre İstanbul, İzmir, Musul, İskenderun, Adana, Antep, Maraş ve Urfa'nın işgalleri asla düşünülemezdi. Batum, Kars, Ardahan'ın boşaltılabilmesi ise kayıt ve şarta bağlanmıştı. Osmanlı idarecilerindeki bu inanç ve kanaate rağmen, İtilaf devletleri, ateşkes anlaşmasını -özellikle yedinci madde- gerekçe göstererek 1 Kasım 1918'den itibaren Musul, İskenderun ile İstanbul ve Çanakkale Boğazları ve daha sonra Trakya ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerini işgal ettiler. 13 Kasım 1918'de müttefik donanması İstanbul önlerine demirledi. Mondros Ateşkes Anlaşması’nın Uygulamaya Konulması Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7’nci maddesi İtilaf devletlerine istedikleri bölgeleri işgal etme hakkını tanıyan hükümleri içinde barındırıyordu. Bu maddeye dayanarak işgalci devletler istedikleri stratejik noktaları ele geçirebileceklerdi. Ateşkes anlaşmasının Türkçe metninde olmamasına rağmen, İngilizce metninde doğudaki altı il için Ermeni vilayetleri diye bahsedilmesi ise son derece düşündürücü idi. Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalanmasının ardından, Osmanlı Devleti, ordu komutanlıklarını kaldırdığını, askeri terhis edeceğini, ordunun bütün silâh ve teçhizatını teslim edeceğini taahhüt etti. Elde sadece 50.000 kişilik bir jandarma kuvveti bırakılacaktı. Ateşkes anlaşmasının uygulamaya konulması için 31 Ekim 1918 tarihinde bütün ordu komutanlıkları ile vilayetlere yazılar yazıldı. Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere bir kısım komutanlar ateşkesin bu ağır hükümlerini uygulamak istemediler. Ateşkes anlaşmasına gösterilen tepkiler, ordu komutanlıklarının tamamen ortadan kaldırılmasına neden olduğu gibi onların merkeze İstanbul’a çağrılmasıyla sonuçlandı. O dönemle ilgili yazılan eserlere bakıldığında İstanbul’da görünen manzara ise şöyledir: “...Çileli savaş yılları İstanbul’u yiyip bitirmiştir. Harbe giden ve harpten dönebilen İstanbullu, şehrinde, semtinde ve evinde ancak açlık, perişanlık, işsizlik ve bunların tesiri altında bütün o eski geleneklerinin çözülüşünü görmüştür. Analar, babalar çökmüştür. Sandıklar, kilerler boşalmıştır. İnsanlar, hayatın sillesi altında tanınmayacak bir hâle gelmişlerdir. İşgal ise kocaman bir haysiyet yarası gibi bütün İstanbul’u gittikçe irinleşen pıhtılarıyla sarmaktadır. Dullar, harp sakatları, sokaklarda aç dolaşan terhis edilmiş askerler, hâlâ siperlerde lime lime elbiseleriyle dolaşan eski yedek subaylar, işsiz güçsüz ne yapacağını, nereye gönderileceğini bilemeyen subaylar, İstanbul sokaklarını tıklım tıklım doldurmuştur.” Kısacası başkent bu sırada, terhis edilmiş askerler, yerinden yurdundan koparılmış göçmenlerle doludur. Üstüne üstlük Rusya’daki Bolşevik devrimin ardından İstanbul’a gelen on binlerce Rus mülteci ise başkentteki nüfus yoğunluğunu daha da artırmaktadır. İstanbul’daki bu manzara, hemen hemen diğer şehirlerde de aynı şekilde kendini gösteriyordu. Bu sırada İngilizler; Musul, Urfa civarını, Fransızlar Adana, Antep, Maraş taraflarını, İtalyanlar Antalya-Isparta-Muğla taraflarını işgal ettiler. Boğazların kontrolü işgal güçlerinin eline geçerken, Yunanlar da İzmir’i işgal için gerekli hazırlıklara giriştiler. Ülkenin stratejik noktalarının yer yer işgal edilmesi, kimi bölgelerde halkın mukavemet için örgütlenmesine, işgalcilere karşı fiilî tepkiler göstermesine neden olmuştur. Ateşkes anlaşmasının imzalandığı dönemde (mütareke dönemi) zararlı faaliyetlerde bulunan cemiyetlere karşı mücadele etmek üzere kurulan millî cemiyetler de vardı. Bunlar Anadolu ve Trakya’da bağımsızlık için mücadeleyi örgütlemekte idiler. Bu cemiyetlerin genel adı ise Müdafaa-ı Hukuk-u Milliye Cemiyeti (Millî Hakları Savunma Cemiyeti) idi. Müdafaa-ı Hukuk cemiyetleri, Türklerin millet olarak bağımsız bir devlet kurarak yaşama hakkını savunuyordu. Bu cemiyetlerin tüm Anadolu’daki vilayet ve şehirlerde merkezleri de açılmıştır. Fevzi Çakmak, o dönemi anlatırken, “Eğer Mondros Mütarekesi’ni takip eden aylarda bir tayyareden Anadolu’ya bakarsanız, yer yer yanan ateşler görülecektir. Bunlar ışıldayan çoban ateşleridir. Bu ateşleri


birleştirecek bir alev lazımdır. İşte onu Mustafa Kemal’in meşalesi temin etti.” diye yorumlamaktadır. Fevzi Çakmak'ın dediği gibi millî cemiyetleri Sivas Kongresi sırasında Mustafa Kemal Paşa, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk-u Milliye Cemiyeti adı altında birleştirmiştir. Böylece Mustafa Kemal Paşa tarafından Türk milleti tek bir amaç için kenetlenmiş; millî, tam bağımsız bir Türk Devleti kurmak amacıyla birleşmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın Mütareke Karşısındaki Tutum ve Davranışları Mustafa Kemal Paşa, İtilaf devletleri donanmalarına ait savaş gemilerinin 13 Kasım 1918'de İstanbul’a girdikleri gün İstanbul'a gelmiştir. Anadolu yakasından işgal donanması arasında Avrupa yakasına geçerken “Geldikleri gibi giderler!” diyerek bu durum karşısındaki tepkisini dile getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa ateşkes anlaşmasını da şu sözleriyle yorumlamıştır: “Osmanlı Hükûmeti bu ateşkesle kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye muvafakat etmiştir. Yalnız buna uymakla kalmamış, düşmanların memleketi istilası için onlara yardımı da vaat etmiştir. Bu ateşkes olduğu gibi uygulandığı takdirde, memleketin baştan sona kadar işgal ve istilaya maruz kalacağı şüphesizdir.” Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde ülkenin siyasi yollardan kurtarılması amacıyla birtakım girişimlerde bulunmuştur. Dönemin önde gelen siyasileri ile görüşmüş; hatta bir ara kurulması düşünülen hükümette Harbiye Nazırı olabilmek için çaba göstermiştir. Fakat bu konuda bir netice elde edememiştir. Diğer taraftan Minber Gazetesi'ni çıkararak basın yoluyla faaliyetlerde bulunmuştur. Bu arada, yakın silah arkadaşları ile de Şişli’deki evinde sık sık bir araya gelerek ülkenin kurtuluşu için çareler aramıştır Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da yaklaşık 6 ay kadar kalmıştır. Bu süre zarfında İstanbul’daki girişimleri pek sonuç vermeyince, o sırada teşkil edilmiş olan ordu müfettişlikleri için ismi geçmeye başlamıştır. Dönemin siyasi ve askerî makamları tarafından teşkili düşünülen ordu müfettişlikleri geniş askerî ve mülki yetkilerle donatılmıştı. Müfettişliklerin görevleri bulundukları bölgelerde asayişi sağlamak, Mondros Ateşkes Anlaşması hükümleri gereği silah, cephane vs. teçhizatı toplayıp merkeze göndermek, ortaya çıkan hükûmet karşıtı hareketlere son vermek şeklinde belirlenmişti. Harbiye Nazırlığı tarafından teşkil edilen üç ordu müfettişliğinden, 9'uncu Ordu Kıtaları Müfettişliği Mustafa Kemal Paşa'ya verilmiştir. İstanbul’da askerî ve mülki yetkililerle görüşen Mustafa Kemal Paşa, hemen harekete geçmiş müfettişlik görev bölgesi hakkında gerekli bilgileri toplamıştır. Bu gelişmeler Anadolu'da gerçekleştirmeyi düşündüğü kurtuluş mücadelesi için önemli bir fırsat yaratmıştır. Millî Mücadele Dönemi Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a Çıkması Mustafa Kemal Paşa, 9'uncu Ordu Kıtaları Müfettişliği görevi için gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra 16 Mayıs 1919'da Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan ayrılmış; 19 Mayıs 1919'da Samsun’a ayak basmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın yetki belgesinde kendisine verilen görev; Orta Karadeniz Bölgesi'nde var olan eşkıyalık olaylarını önlemek, Türkler tarafından işgal olaylarına tepki amacıyla teşkil edilen cemiyetleri dağıtmak, Mondros Mütarekesi hükümleri gereği müfettişlik bölgesindeki silah ve cephaneyi toplayıp merkeze göndermek şeklinde belirlenmişti. Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktıktan sonra, görev bölgesinde bulunan vali ve kolordu komutanlarına bir emir yazarak, devamlı kendisi ile irtibatta olmalarını ve aldıkları her türlü bilgiyi kendine aktarmalarını istemiştir. Ülkenin içinde bulunduğu ağır şartlar karşısında, ve bu kargaşa ortamında ciddi ve gerçek kararın ne olabileceğini kısa sürede tespit eden Mustafa Kemal Paşa, amacını “Millî egemenliğe dayanan, kayıtsız, şartsız yeni bir Türk Devleti kurmak” şeklinde belirlemiştir. Samsun’da kısa bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra Havza’ya geçen Mustafa Kemal Paşa, Türk milletinin birlik ve beraberliğini sağlamak için toplantılar yapmıştır. Havza Genelgesi Havza, Rum çetelerinin en çok faaliyet gösterdiği yerlerden birisiydi. Halk, Rum çetelerinin saldırıları karşısında tedirgindi. Mustafa Kemal Paşa, şehrin ileri gelenlerini karargâhta toplamış, düşmanın niyetinin Türk halkını diri diri mezara gömmek olduğunu, son bir gayretle kurtulmanın mümkün olabileceğini belirtmiştir. Toplantı sonucunda direniş kararı alınmış buna temel oluşturmak üzere Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetinin şubesi açılmıştır. Şehir merkezinde halkın katılımı ile bir miting düzenlenmiş, yurdun kurtarılması için silaha sarılmanın gereği üzerinde


durulmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Havza'dan 28 Mayıs 1919 tarihinde valilere ve bağımsız mutasarrıflıklara, Erzurum'da 15'inci Kolordu, Ankara'da 20'nci Kolordu ve Diyarbakır'da 13'üncü Kolordu Komutanlıklarına, Konya'da Ordu Müfettişliğine gönderdiği genelge ile İzmir'in ve arkasından diğer Anadolu illerinin işgale uğramasının gelecekteki tehlikeyi daha açık olarak ortaya çıkardığını buna karşı sürekli ve canlı tepkilerin gösterilmesi gerektiğini mitingler yapılmasını, gerekli yerlere telgraflar çekilmesini, birlik ve beraberlik içinde davranılmasını istemiştir. 25 Mayıs'tan 12 Haziran'a kadar Havza'da kalan Mustafa Kemal Paşa, bu dönemde İstanbul’daki fikirlerini sistemleştirmiş, hareketinin stratejisini tespit etmiştir. Buna göre; onun hareket tarzı dört önemli sorunun çözümüne yönelik olmuştur. Birincisi; ulusal varlığa vurulan darbelere karşı milletin etkin biçimde uyandırılması ve harekete geçirilmesini sağlamaktır. Bunu sağlamak için yetki alanı içerisinde ve dışında bulunan askerî ve sivil görevlilere, millî kuruluşlara gizli, açık gönderdiği bildirilerle işgalcilere karşı mitingler yapılmasını, İstanbul Hükümetinin uyarılmasını, yabancı ülke temsilcilerine de protesto telgrafları çekilmesini istemiştir. Bu genelgelere yurdun çoğu yerinde uyularak mitingler düzenlenmiş, protesto telgrafları çekilmiş ve halkın desteğinin kazanılmasında önemli adımlar atılmıştır. İkincisi; ordunun millî harekete desteğinin sağlanması ve bunun devamlı olmasıydı. Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıkışından hemen sonra askerî birliklerle temas ederek millî varlığımızın bu önemli unsurunu tanzime başlamıştır. Daha 21 Mayıs'ta, 15’inci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir'e "millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdani vazifeyi yakından ve müşterek çalışma ile en iyi yerine getirmek mümkün olacaktır..." demişti. Aslında, ülke genelinde düzenlenen mitingler, protestolarda da ordu mensuplarının rolü büyüktür. Zaten Kuvayımilliyenin de yönetimi genellikle subayların elinde bulunmuştur. Üçüncüsü; düşman istilasına karşı kurulmuş millî cemiyetleri ortak amaç etrafında toplamaktır. Bu amaçla Anadolu'da ve Rumeli'de kurulan direniş örgütlerinin birlikteliğinin sağlanması gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa, 18 Haziran'da Edirne'de bulunan Cafer Tayyar Paşa'ya gönderdiği telgrafta "Trakya ve Anadolu millî teşkilatlarının birleştirilmesi ve millî sadayı gür sesle cihana duyurmak..." gerektiğini belirtmiştir. Böylece millî hareketin bütünleştirilmesine çalışılmıştır. Dördüncüsü; İstanbul ile ilişkilerin devamı ve geleceğiydi. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun'a çıkışından sonraki etkinlikleri İstanbul Hükümetini kuşkulandırıyordu. Öte yandan işgal kuvvetleri de onun çalışmalarını tedirginlikle izlemekteydiler. Nitekim, Mustafa Kemal Paşa’nın geri çağrılması için Osmanlı Hükümetine başvurmuşlardır. Bunun üzerine 8 Haziran'da Harbiye Nezareti Mustafa Kemal Paşa’yı geri çağırmıştır. Galiplerin her zaman haklı sayılacaklarına ve istediklerini yapabileceklerine inanan İstanbul Yönetimi ile millet iradesini ve gücünü her şeyden ve herkesten üstün gören görüş ve düşünce arasındaki çatışma, somut olarak bu olaydan sonra ortaya çıkmıştır. Bu sırada Anadolu ve Trakya’da millet iradesinden güç alarak kurulmuş olan cemiyetlerin kendi başlarına yaptıkları mücadele, vatanın kurtuluşu için yeterli değildi. İşte Mustafa Kemal Paşa, bütün bu cemiyetleri birleştirmek istiyordu. Nutuk’ta bu hususu şöyle açıklamıştır: “Türk ata yurduna ve Türk’ün istiklâline saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silâhla karşı koymak ve onlarla çarpışmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gerek ve zaruretlerini daha ilk gününde açığa vurup ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak ve olayların akışından yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve basamak basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu.” Herkes ülkenin kurtuluşu için aynı amaç etrafında güç birliği yapmalı idi. Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele başlarında milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiği büyük gelişme ve kabiliyeti “bir millî sır gibi vicdanında taşıyarak, yavaş yavaş bütün bir topluma uygulatmak mecburiyetinde” olduğunu açıklamıştır. Bunu sağlamak için de milleti temsil eden bir kurulun oluşturulması gerekiyordu. Amasya Tamimi 12 Haziran'da Amasya’ya gelen Mustafa Kemal Paşa, Sivas’ta millî bir kongre toplanması kararını bildiren ve Millî Mücadele’nin gerçek anlamda başlangıcı sayılabilecek Amasya Tamimi’ni 22 Haziran 1919 tarihinde yayımlamıştır.


Bu tamimde tespit edilen hususlar şu şekilde sıralanmıştır: 1. Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. 2. İstanbul’daki hükûmet, üzerine düşen sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş tanıtıyor. 3. Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. 4. Milletin haklarını savunmak ve dünyaya duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden kurtulmuş millî bir kurulun varlığı gereklidir. 5. Anadolu’nun her bakımdan en güvenilir yeri olan Sivas’ta millî bir kongrenin en kısa sürede toplanması ve her vilâyetten halkın güvenini kazanmış üç temsilcinin katılması gerekmektedir. 6. Doğu illeri adına 10 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum’da bir kongre düzenlenecektir. Mustafa Kemal Paşa, Amasya’da kararlaştırıldığı üzere Sivas’a gönderilecek kişilerin gizlilik ilkesine uyarak hareket etmelerini de istemiştir. Amasya Tamimi ile Millî Mücadele’nin aksiyon safhası başlamış; millî egemenlik ve millî istiklâle dayanan Millî Mücadele hareketi haksızlığa karşı bir isyan parolası olarak belirmiştir. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa, Amasya Tamimi’nde kabul edilen ilkeleri Edirne’ye kadar olan bütün askerî ve sivil idarecilere bunu duyurunca yetkilerini de aşmış; bu durum ise hükümetin Mustafa Kemal Paşa'nın geri çağrılması yönündeki girişimlerini artırmasına neden olmuştur. Bazı tarihçilere göre Amasya Tamimi, bir ihtilâl beyannamesidir. Tamimin imzalanmasından sonra İstanbul’daki askerî ve mülkî makamlara yazılan mektupta “Artık İstanbul’un Anadolu’ya hâkim değil, bağlı olmak zorunda olduğu” dile getirilmiştir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya Tamimi'ni Kaleme Aldığı Saraydüzü Kışlası Amasya Tamimi ile bir taraftan padişaha karşı gelinerek, millî egemenlik temel ilkesi ortaya atılmakta, diğer taraftan da tehlikede olan bağımsızlığın kurtarılmasına çaba gösterilmekle millî bağımsızlık, hukukî yönden belgelere bağlanarak değer kazanmıştır. Türk inkılabının temel prensibi olan millî egemenlik, padişaha karşı millet iradesinin görünümü olarak, hukukî yönüyle Amasya Tamimi’nde yer almıştır. Bu prensip, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin kararlarına etki yapmış, sonraları egemenliğin kayıtsız, şartsız millete ait olması gereğini ortaya çıkarmıştır. Amasya Tamimi’nde millî egemenlik kadar önemli yer alan bir diğer hukuki prensip de millî bağımsızlıktır yani kayıtsız şartsız bağımsızlıktır. Diğer bir ifade ile Amasya Tamimi ile ortaya konan gerçek, kurulacak yeni devletin mayasını teşkil edecektir. Bu gerçek, milletin bağımsız


yaşama iradesinde olduğudur. Amasya Tamimi, ilk defa iktidarın millette olduğunu belirtmiş ve ilan etmiştir. Amasya Tamimi’nde alınan kararlardan haberdar olan İstanbul Hükümeti'nin tedirginliği daha da artmış ve Mustafa Kemal Paşa'nın takip edilerek İstanbul’a getirilmesi için girişimlerini artırmasına sebep olmuştur. İstanbul’daki Hükümetin Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Ali Kemal, 23 Haziran 1919 tarihinde Vali ve Mutasarrıflara yolladığı gizli bir tamimle, Mustafa Kemal Paşa'nın görevden alındığını ve resmî bir sıfatı kalmadığından emirlerinin dinlenmemesi gerektiğini bildirmiştir. Hükûmet, bu kararı alırken, Mustafa Kemal Paşa'nın müfettişlik bölgesinde iki aydır resmî yetkilerini aştığını, millî bir hareketi hazırlamaya kalkıştığını ve kendisini bu göreve atayanları zor duruma düşürdüğünü gerekçe olarak göstermişlerdir. Ama Hükümetin bu kararını Anadolu’da bulunan sivil ve asker yöneticiler uygulamaya koymamıştır. Elazığ Valisi Ali Galip, Sivas’tan Erzurum’a geçerken Mustafa Kemal Paşa'yı tutuklamak istemişse de, bu girişim önlenmiştir. Sonuç olarak Amasya Tamimi ile Mustafa Kemal Paşa, Türk milletini işgalcilere karşı mücadeleye çağırmış, Millî Mücadele’nin milletin gücü ile kazanılabileceğini açıklamış ve ülkenin yönetiminde milletin söz sahibi olmasını istemiştir. Bütün bu gelişmeleri büyük bir dikkatle takip eden İstanbul’daki İngiliz İşgal Orduları Komutanlığı, hükûmete müracaatta bulunarak Mustafa Kemal Paşa'nın derhal geri çağrılmasını istemiştir. Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin bu isteği üzerine, İstanbul Hükûmeti tarafından geri dönmesi için yapılan çağrıyı kabul etmemiştir. Ulusal Kongreler Mondros Ateşkes Antlaşması hükümleri gereği işgal olaylarının artması, Kuvayımilliye adı altında gönüllü birliklerin kurulmasını sağlarken; ileri gelen toplum önderleri de bulundukları vilayetlerde çeşitli toplantılar düzenleyerek işgalden kurtuluş çareleri aramaya başladılar. Yunan işgaline uğrayan Batı Anadolu’da ilk geniş çaplı kongre Haziran 1919'da Balıkesir’de gerçekleştirildi. Bunu diğer yerel kongreler izleyecektir. Batı Anadolu’da gerçekleştirilen yerel kongrelerde alınan kararlara bakıldığında Amasya Tamimi’nde kabul edilmiş olan; “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” prensibi etrafında birleştikleri görülür. Erzurum Kongresi (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) Mustafa Kemal Paşa'nın Amasya’dan başlayan, Sivas’tan Erzurum’a uzanan yolculuğunda Erzincan’dan geçerken padişah tarafından gönderilen bir telgrafta İstanbul’a gelmesi isteniyordu. Padişah telgrafında, şayet İstanbul’a gelmekten çekinirse, istediği yerde istirahat etmesini ve barış imzalanıncaya kadar orada kalmasını istiyordu. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa'nın bağlı bulunduğu Harbiye Nezaretinden gönderilen telgraflarda da aynı istekler tekrarlanıyordu. Milletin ruhundaki bağımsızlık meşalesini tutuşturmak için yola çıkan ve 3 Temmuz 1919'da Erzurum’a gelen Mustafa Kemal Paşa, halkın coşkun ve heyecanlı gösterileri ile karşılandı. Erzurumlular Mustafa Kemal Paşa ve heyetini bağırlarına bastılar. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’da hemen kongre hazırlıklarına başlayarak, bir dizi toplantılar düzenledi. Ülkenin kurtuluşu ile ilgili fikirlerini 5-6 Temmuz 1919’da komutanlarla yapılan bir gizli toplantıda belirledi. Bu toplantıda, Mustafa Kemal Paşa'nın başlatılan Millî Mücadele hareketinin lideri olması kabul edildi. Ayrıca İstanbul’daki hükûmetle hiçbir şekilde temasta bulunulmaması ilkesi benimsendi. Mustafa Kemal Paşa, 7 Temmuz 1919’da Anadolu ve Trakya’da bulunan bütün ordu komutanları ile ileri gelen idarecilere gönderdiği telgrafta, askerî ve mülkî idarecilerin bulundukları makamı asla terk etmemelerini, askerî teşkilatın küçültülmesi yolunda verilen emirlerin dinlenmemesini, Müdafaa-ı Hukuk ve Reddi İlhak dernekleri ile sıkı iş birliğinde bulunulmasını ve bulundukları bölgelerde işgallere karşı halkı birlik ve beraberlik duygusu etrafında birleştirmelerini istemiştir. Bu gelişmeler üzerine İstanbul Hükûmeti, Mustafa Kemal Paşa'nın resmî görevine son verildiğini bildiren telgrafı 7/8 Temmuz 1919 gecesi göndermiştir. Bu gelişmeler olurken, Mustafa Kemal Paşa da Harbiye Nezareti ve Padişaha çektiği telgrafta, Ordu Müfettişliği görevi ile çok sevdiği askerlik mesleğinden istifa ettiğini açıklamıştır. Mustafa Kemal Paşa, 8 Temmuz 1919’da bu kararını bütün millete açıklamış ve milletle birlikte ve onların arasında mücadeleye devam edeceğini bildirmiştir. Bütün rütbe ve görevlerinden ayrılan Mustafa Kemal Paşa'ya, 15'inci


Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa, “Paşam! Ben ve Kolordum emrinizdeyiz!” diyerek bağlılığını bildirmiştir. Yaşanan olumsuz gelişmeler karşısında, Kazım Karabekir Paşa'nın bu tavrı, Mustafa Kemal Paşa’ya büyük bir güç ve destek vermiştir. Karabekir Paşa'yı takiben, Ali Fuat Paşa, Cafer Tayyar Paşa ve diğer ileri gelen komutanlar Mustafa Kemal Paşa'ya bağlılığını bildirmişlerdir. Amasya Tamimi’nde, 10 Temmuz’da toplanması karara bağlanan kongre, bir kısım temsilcilerin Erzurum’a gidişine Valilerin gerekli izni vermemesi üzerine gecikmeli olarak 23 Temmuz 1919 tarihinde toplanmıştır. Çeşitli mesleklerden 54 kişinin katılımı ile kongre çalışmalarına başlamıştır. Kongre başkanlığına oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. Sadrazam Damat Ferit’in protestolarına rağmen, kongre çalışmalarını sürdürmüş ve 7 Ağustos 1919 tarihinde sona ermiştir. 16 gün süren kongre çalışmalarının sonucunda tespit edilen nizamname ve bu nizamname hükümlerini açıklayan bir beyanname hazırlanmıştır. Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar özetle şunlardır: 1. Millî sınırlar içinde vatan bir bütündür; ayrılık kabul etmez. 2. Yabancı işgal ve müdahalesine karşı Osmanlı Hükûmeti iş yapamaz duruma gelmesi hâlinde millet topyekûn kendisini savunacak ve direnecektir. 3. Vatanın bağımsızlığını korumaya merkezî hükûmet yeterli olmadığı takdirde, bu amacı gerçekleştirmek için geçici bir hükûmet kurulacaktır. Bu hükûmet üyeleri millî kongrece seçilecektir. Kongre toplanmamışsa, bu seçimi Temsil Heyeti yapacaktır. 4. Kuvayımilliyeyi tek kuvvet tanımak ve millî iradeyi hâkim kılmak temel prensiptir. 5. Hristiyan azınlıklara siyasi hakimiyet ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez. 6. Manda ve himaye kabul olunamaz. 7. Millî Meclisin derhâl toplanmasını ve hükûmet işlerinin meclis tarafından kontrol edilmesini sağlamak için çalışılacaktır. Kongre bu esasları uygulamak üzere bir Temsil Kurulu (Heyet-i Temsiliye) seçmiştir. Dokuz kişiden oluşan Temsil Kurulu, Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf Bey, İzzet Bey, Hoca Raif Efendi, Servet Bey, Feyzi Efendi, Bekir Sami Bey, Sadullah Efendi ve Hacı Musa Beylerden oluşmuştur. Bu arada, Temsil Kurulu'nun başkanlığına oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. Erzurum Kongresi; maksadı, toplanış şekli ve niteliği bakımından bölgesel olmakla beraber, millî bir kongre idi. Yalnız doğu illerinin temsilcilerinin katılımı ile toplanmasına rağmen, verdiği kararlar memleketin bütününü ilgilendiriyordu. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’da kaldığı süre içinde doğu illerinin önde gelen kişileri ile görüşmelerde bulunarak, Millî Mücadele fikrini yaymaya çalışmıştır. 29 Ağustos 1919'da Erzurum’dan ayrılarak 2 Eylül'de Sivas’a gelmiştir. Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) Sivas Kongresi daha önce de belirtildiği gibi Mustafa Kemal’in Amasya Tamimi ile toplantıya çağrılmıştı. Bu kongre, doğu ve batı illeri ile Trakya’nın yani bir yerde bütün ülkenin birliğini sağlamak çarelerini arayacaktı. 2 Eylül'de Sivas’a geldikten sonra, büyük bir hızla kongre çalışmalarına başlanmıştır. 4 Eylül 1919'da kongre, Sivas Lisesi salonunda toplanmıştır. Kongreye çeşitli vilâyetlerden delegeler katılmış, başkanlığa ise Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. Kongrenin ilk günlerde önemli tartışmalar yaşanmış, özellikle kongre üyelerinden bir kısmının manda fikrine taraftar görünerek bunu savunmaları tartışmaların uzamasına neden olmuştur. Mustafa Kemal Paşa'nın manda fikrini savunan kişileri ikna etmesi ile kongre başarıyla sonuçlanmış ve 11 Eylül tarihinde çalışmalarını bitirerek aşağıdaki kararlar alınmıştır: 1. Millî sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür. 2. Millî gücü etkin, millî egemenliği de hâkim kılmak şarttır. 3. Manda ve himaye kabul edilemez.


4. Türk ülkesini parçalamaya yönelik her türlü girişim (Ermenilik ve Rumluk iddiaları) kabul edilemez. 5. Hıristiyan azınlıklara ayrıcalık tanınamaz. 6. Mebusan Meclisinin hemen toplanması gerekir. 7. Millî direnişi gerçekleştirmek için kurulan cemiyetler Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukûk Cemiyeti adı altında birleştirilmiştir.

Sivas Kongresi Heyeti- 11 Eylül 1919 Sivas Kongresi, işgalcilerin ve İstanbul Hükümetinin bütün engellemelerine rağmen millî kurtuluş hareketini tek bir teşkilât altında birleştirmeyi başarmış önemli bir harekettir. Alınan kararlar yine tüm ülkeyi ilgilendirmesi bakımından önemlidir. Kongrenin ardından Amerikalı General Harbord ile görüşen Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmada, her şeye rağmen yeni bir Türk devleti kurmak arzusunda olduğunu şu sözlerle açıklamıştır: “Her şeye rağmen, yurdumuzu kurtarmak özgür ve uygar bir Türk devleti kurmak, insan gibi yaşayabilmek için yapacağım bunu.” Misakımillî Mebusan Meclisinin Toplanması ve Misakımillî Kararlarını Alması Son Osmanlı Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920'de İstanbul’da toplanmıştır. Mustafa Kemal Paşa tarafından tespit edilen ilkeler, esas kabul edilerek 28 Ocak 1920'de yapılan gizli oturumda Misakımillî kararları benimsenmiştir. 17 Şubat 1920’de basın yoluyla bu kararlar açıklanmıştır. Misakımillî Kararları Misakımillî, devletin ve milletin geleceğinin haklı ve devamlı bir barışa ulaşabilmesi için aşağıda özetle verilecek olan esasları kapsamaktadır: 1. 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandığı sırada, düşman ordularının işgali altında bulunan ve çoğunluğu ile Arap olan yerlerin kaderi orada yaşayan halkın serbestçe vereceği karara bağlı kalacaktır. Bunun dışında kalan ve o gün işgal edilmeyen Türk ve Müslüman çoğunluğunun bulunduğu yerler bölünmez ve ayrılmaz bir bütün sayılacaktır. 2. Halkın oyu ile ana vatana katılmış bulunan Kars, Ardahan ve Artvin sancakları için gerekirse tekrar halkın oyuna müracaat edilecektir. 3. Türkiye ile yapılacak barışa bırakılan Batı Trakya’nın hukukî durumunun tespiti de, halkın tam bir serbestlikle verecekleri oya bağlı olacaktır.


4. İstanbul şehri ve Marmara’nın güvenliği her türlü tehlikeden uzak kalmalıdır. Çanakkale ve İstanbul boğazlarında ticarî serbesti ve ulaştırma, ilgili devletlerin oy birliği ile verecekleri karara bağlı kalacaktır. 5. Azınlıkların hakları, komşu ülkelerdeki Müslüman halkın haklarının korunması şartı ile kabul edilecek ve sağlanacaktır. 6. Millî ve iktisadî gelişmemizi mümkün kılmak amacıyla tam serbesti ve istiklâl sağlanması, siyasî, hukukî, malî gelişmemize engel olan sınırlandırmaların kaldırılması gerekecektir. Misakımillî Kararlarının Önemi Misakımillî her şeyden önce, millî ve bölünmez bir Türk vatanının sınırlarını çizmiştir. Türkler bu kararlarla İtilâf devletleri ile yapacakları barışın temel esaslarını bütün dünyaya duyurmuşlardır. Misakımillî aynı zamanda bağımsızlık şuuruna erişmiş bir milletin asgarî haklarını açıklayan bir belge niteliğindedir. Misakımillî kararlarının alınması Temsil Kurulu tarafından sevinçle karşılandığı gibi basın yoluyla halka yayınlanması da ayrı bir sevinç yaratmıştır. Bunun kamuoyuna açıklanması işgalcilerin hoşuna gitmemiş, İstanbul’daki baskılarının daha da artmasına neden olmuştur. İstanbul’un İşgali (16 Mart 1920) Meclisi Mebusan tarafından Misakımillî kararlarının alınması, işgal güçlerinin hoşuna gitmemiştir. Bunun için, Meclisi Mebusanı cezalandırmayı kararlaştırmışlardır. İtilâf devletleri, İstanbul Hükûmeti gibi Meclisin toplanması ile Anadolu’da Kuvayı Milliye hareketinin söneceğini veya hiç olmazsa zayıflayacağını ümit etmişlerdir. Fakat ümitlerin boşa çıkması üzerine İstanbul Hükûmeti üzerinden Türk kamuoyunu sindirmeyi düşünmüşlerdir. Bu nedenle hükümete bir ültimatom vererek, Kuvayımilliyeye taraftar gördükleri Harbiye Nazırı Cemal Paşa ile Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa’nın istifasını istemişlerdir. Bu arada, bazı mebusları tutuklayacaklarını belirtmişler; Türkleri Kuvayı Milliye lehine örgütleyen birtakım kamu kuruluşlarını baskı altına almışlardır. İstanbul’un işgal edileceğini anlayan Mustafa Kemal Paşa, 13 Mart 1920 tarihinde yayınladığı bir tamimle, gerekirse yeni bir hükûmet teşkil edilebileceğini belirterek, nitelikli kişilerin derhâl kendisine katılmalarını istemiştir. 15 Mart 1920’de İngilizler 150 Türk aydınını tutuklamışlardır. Bütün bu hareketler İstanbul’un işgali için bir hazırlık niteliğinde idi. Nihayet İtilâf devletleri mütarekeden beri (13 Kasım 1918) yerleşmiş oldukları İstanbul’u 16 Mart 1920'de resmen işgal etmişlerdir. İşgalciler yayınladıkları beyannamede, işgalin geçici olduğunu, Osmanlı Hükûmetinin ve Saltanatın gücünü artırmak için bu hareketi gerçekleştirdiklerini, herkesin saltanat makamının vereceği emirlere uyması gerektiğini, şayet taşrada karşı hareketler görülürse İstanbul’un Türkler'den alınacağı tehdidinde bulunmuşlardır. İşgal sırasında, İngilizler Şehzadebaşı Karakolu'ndaki Türk askerlerini şehit etmişler ve Mebusan Meclisini basarak bazı mebusları tutuklamışlardır. İstanbul'daki bütün bu gelişmeler ve işgal, Manastırlı Hamdi isimli bir telgraf memuru tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya duyurulmuştur. İşgal olayını öğrenen Mustafa Kemal Paşa, yayınladığı bir beyanname ile işgal olayını protesto ederek, işgalin haksız ve hükümsüz olduğunu dünyaya ilân etmiştir. Beyannamede ayrıca kapatılan Meclisin Ankara’da açılacağını ve bütün Meclis üyelerinin Ankara’da toplantıya katılmalarını bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mart 1920'de yayınladığı bir genelge ile de Meclisi Mebusandan kaçıp Anadolu’ya geçebilenler ile milletin yeniden seçeceği kişilerden oluşacak Meclisin, Ankara’da toplanarak ülkenin kurtarılması için, gerekli tedbirleri alıp uygulamaya koyacağını açıklamıştır. İstanbul’un resmen işgali ile altı asırlık Osmanlı Devleti de artık fiilen sona ermiş bulunuyordu. TBMM’nin Açılışı Meclise Giden Yol Mustafa Kemal Paşa, millî iradenin eseri olacak yeni devletin esaslarının bir kurucu meclis tarafından tespit edilmesini uygun görüyordu. Yeni Meclisin toplanması kararı, Millî Mücadele’nin hukuki ve siyasi anlam ve hedefi bakımından en fazla dikkati çeken kararı olmuştur. Bunun üzerine olağanüstü yetkilere sahip meclis olarak üyelerin toplantıya çağrılması kararlaştırılmıştır.


Bu arada, Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mart 1920 tarihli genelgesi ile bütün ülkede seçimler yapılmış, Ankara’da toplanacak olan Millet Meclisinin hazırlıkları tamamlanmış, 22 Nisan 1920’de yapılan çağrı ile ertesi gün Meclisin açılacağı duyurulmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisinin Açılması ve Çalışmaları Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 tarihinde açılmıştır. Büyük tarihi görevleri ve sorumlulukları olan bu Meclis, Mustafa Kemal Paşa'yı Meclis Başkanlığına seçmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan günü yaptığı uzun bir konuşma ile gelişen siyasi olayları değerlendirmiş; Türkiye Büyük Millet Meclisinde takip edilecek siyaseti açıklamıştır. Buna göre, Meclisin üzerinde bir güç tanınmayacağı; yasama ve yürütme yetkisinin Meclise ait olduğu; Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurulun hükümet işlerine bakacağı, Meclis Başkanının da bu kurulun başı olacağı ilke olarak benimsenmiştir. Böylece dönemin şartları gereği Meclis Hükûmeti Sistemi başlamıştır. Meclis Başkanı aynı zamanda hükümet ve devlet başkanı idi. On bir kişiden oluşan bir İcra Vekilleri Heyeti yani Hükûmet de kurularak 3 Mayıs 1920'de göreve başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, bazı kanunlar çıkarmıştır. Çıkartılan ilk kanunlar ise vergi kanunları ile ülkenin güvenliğini sağlamaya yönelik kanunlardı. 29 Nisan'da “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” çıkarılmıştır. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, 30 Nisan 1920'de tarafsız ülkelerle, İtilaf devletleri Dışişleri Bakanlarına ve ABD Başkanına hitaben yazdığı bir yazı ile ülkenin kaderine TBMM’nin egemen olduğunu açıklayarak, İstanbul Hükûmetinin yok sayıldığını ilan etmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılması ile siyasi ve hukuki bakımdan artık yeni Türk devleti kurulmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurucu Meclis niteliğinde idi ve görevi de yeni Türk devletinin esaslarını hazırlamaktı. Ancak o günün şartlarında bu Meclisin kimliği açıkça ortaya konmamış; “olağanüstü yetkilere sahip bir meclis” olarak toplanacağı bildirilmiştir. TBMM Hükûmeti, 7 Haziran 1920’de kabul ettiği bir kanunla, 16 Mart 1920’den itibaren İstanbul Hükûmetince yapılmış bulunan ve yapılacak olan her türlü antlaşma ve sözleşmeler ile resmî kararları ve verilmiş bulunan imtiyazları yok sayarak, bunu tüm dünyaya ilan etmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin Demokratik Yapısı TBMM millet iradesine dayanan, millî egemenlik ilkesini esas alan demokratik karakter ve yapıda bir meclis idi. Meclis, iradesini kanun yapma yolu ile ortaya koymuştur. TBMM millet iradesi ile seçilen milletvekillerinden oluşmuştur. Büyük fedakârlıklarla toplanan Meclis, Meclisin üstünlüğü prensibine yer vermiş, kendinden üstün hiçbir güç ve kuvvet tanımamıştır. Meclis bu kararı ile de millet iradesinin tam egemenliğini sağlamıştır. TBMM, Millî Mücadele’nin sonuna kadar devamlı ve düzenli çalışmış; süratli kararlar almış, olağanüstü şartlar gereği, vatan ve milletin kurtuluşunu her şeyin üstünde görmüştür. Bu yönüyle TBMM ülkenin kurtuluşu için gönül birliği ile el ele verip çalışan idealistlerden kurulu bir Meclis görüntüsünde olmuştur. Cepheler / Muharebeler Doğu Cephesi 30 Ekim 1918’deki Mondros Mütarekesi’nden sonra Türk ordusu, Mütarekenin 11’inci maddesi gereğince Kafkasya ve İran’ı boşaltarak, 1878’den sonraki sınır gerisine çekilince, 9’uncu Ordu 2 Nisan 1919’da lağvedilmiş ve yerine 15’inci Kolordu kurulmuştu. Komutanlığına Kâzım Karabekir Paşa’nın atandığı Kolordu, ülkenin asayiş durumu ve jandarma birlikleri noksanı göz önünde tutularak düzenlenmişti. Subay ve erlerinin moral ve eğitim durumları iyi seviyede olan bir birlikti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya'da 1917 yılında gerçekleşen ihtilalin ardından Rus ordusunun Kafkasya’yı terk etmesi üzerine, Erivan merkezli olarak bir Ermenistan Devleti kurulmuştur. Bu devlet, İngilizlerin desteği, Rus ordusundan kalan silah ve malzemeyle kurdukları ordu ile; Kafkasya’da, Azerbaycan ve Doğu Anadolu topraklarında emellerini gerçekleştirmek üzere harekete geçmiştir. Türk ordusunun Kafkasya’yı boşaltması üzerine Nahçıvan, Şerur, Zengezur ve Şuşa’da saldırılara girişmişlerdir. Ardından Gümrü, Arpaçay, Aras Nehri kıyıları ile Iğdır’ı da işgal ederek saldırılarını sürdürmüşlerdir. 19 Haziran 1920 tarihinden itibaren de Oltu


istikametinde taarruza geçmişlerdir. Bölgede yaşayan halk Nahçıvan, Şuşa ve Oltu’da Şura adı verilen geçici hükûmet ve cemiyetler kurarak bu saldırılara karşı direnmeye çalışmışlardı. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı Hükûmeti, ateşkes hükümlerine uymak zorunda olduğundan 15’inci Kolordunun, saldırılar karşısında nasıl hareket edeceğine dair bir plan yoktu. 9’uncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca gördüğü durum karşısında yerel bir savunma planı tasarlamıştır. Ermenilerin doğrudan saldırıya geçmesi ihtimali karşısında, 15’inci Kolordu Komutanlığına verdiği direktifte önce Rum saldırısı karşısında alınacak tedbirler açıklanmış ve sonra “bu hareketle birlikte, Ermeni ve Gürcüler de saldırırsa bunlara karşı, gerilla usulünde savunma muharebeleri planlanacaktır” denmiştir. Mustafa Kemal, 6 Şubat 1920’de 15'inci Kolordu Komutanlığına gönderdiği bir yazıyla, genel siyasi durumu açıkladıktan sonra; taarruz planı hakkındaki düşünce ve direktiflerini bildirmiştir: 1. Doğu Cephesi'nde resmi veya gayri resmi seferberlik yapılması 2. Yeni Kafkas Hükümetleriyle, özellikle Azerbaycan ve Dağıstan gibi İslam Hükümetleriyle acilen temasa geçilerek bize karşı tutumlarının öğrenilmesi, 3. Ülke içinde teşkilatın kuvvetlendirilmesi, silah, cephane ve malzemenin teslim edilmesi. Gerekirse bunun için silah kullanılması. 4. En mühim vazife ise İtilaf devletlerinin zaman kazanmasına meydan vermemek, ve onun maskesini bütün memleketin bütün mukavemet unsurlarını tehdit edecek vesile itasına zorlamaktadır. Bu gelişmelerden sonra Kâzım Karabekir Paşa, Mayıs sonu ya da Haziran başı olmak üzere, Ermenilere taarruz edilmesini TBMM Hükûmetine önermiştir. Konu Hükûmette görüşüldükten sonra Meclis'ten bu hususta müsaade alınmasına karar verilmiştir. Meclisin gizli oturumunda bu yetki Hükûmete verilince, Hükûmet, 6 Haziran 1920’de Kolordu Komutanı’na askerî hazırlık yapmasını, ancak hiçbir siyasi girişimde bulunmaması emrini vermiştir. Gerekli hazırlıkların yapılmasından sonra, 27 Eylül'de, Ermeni kuvvetlerine taarruza geçilmiş ve Sarıkamış alınmıştır. 14 Ekim'de, Ermeniler bütün cephe boyunca taarruza geçtilerse de başarısız olarak geri çekilmek zorunda kalmışlardır. 28 Ekim'de başlatılan Türk taarruzu ile 8 Kasım'da Şahtahtı, 11 Kasım'da Iğdır geri alınmıştır. Ermeni kuvvetleri Şahnalar, Arpaçay ve Aralık doğusunda Cacur ve Gulgat’a kadar perişan bir biçimde çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu ağır mağlubiyetler sonucu Ermeni Hükûmeti, 17 Kasım 1920'de TBMM’nin bütün şartlarını kabul etmesi üzerine ateşkes yapılmıştır. 3 Aralık 1920'de Ermenistan ile imzalanan Gümrü Barış Antlaşması hükümleri şunlardır: Gümrü Barış Antlaşması (3 Aralık 1920) 1. Türkiye ile Ermenistan arasındaki savaş durumuna son verilmiştir. 2. Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır, aşağı Karasu’nun döküldüğü yerden başlayarak, Aras Irmağı Kekai kuzeyine kadar Arpaçayı, daha sonra Karahan Deresi – Tiğnis batısı – Büyük Kımlı doğusu – Kızıltaş – Büyük Akbaba Dağı çizgisinden oluşur. (Günümüz sınırları) 3. Bu antlaşma uyarınca, İkinci maddede belirlenen sınırlar içinde kalan Türkiye toprakları, Türkiye’nin tarihsel, etnik ve hukuksal ilişkisi inkar edilemez bir biçimde Türk toprağıdır. 4. Ermenistan Hükûmeti, iç güvenliği sağlamaya yönelik olarak hafif silahlı jandarma birlikleri ve ülkeyi savunmaya yönelik 1.500 askerden kurulu savunma birlikleri dışında hiçbir askerî yapılanmaya gidemez. Ermenistan’da zorunlu askerlik hizmeti olmayacaktır. 5. Antlaşma sonrası, Erivan’a yerleşecek olan Türkiye’nin siyasal temsilcisi, antlaşma hükümlerinin uygulanması konusunda denetleme ve soruşturma yapma yetkisine sahiptir. 6. Birinci Dünya Savaşı sırasında yabancı güçlere katılarak savaşmış olanlar dışında, topraklarından göç edenler bir yıl içinde eski yurtlarına geri dönebilirler. 7. TBMM Hükûmeti, savaştan doğan zararları nedeniyle Ermenistan’dan savaş tazminatı almayacaktır. Birinci Dünya Savaşı nedeniyle her iki tarafta ortaya çıkan zararlar karşılıklı olarak talep edilmeyecektir.


8. Ermenistan Hükûmeti, TBMM Hükûmeti tarafından kesinlikle reddedilmiş olan Sevr Antlaşması’nı hükümsüz sayacak ve bu çerçevede yabancı devletler nezdindeki faaliyetlere son verecektir. Ermenistan, herhangi bir devletle yapılmış ve Türkiye’nin çıkarlarına zararlı hükümleri geçersiz sayacaktır. 9. Ermenistan Hükûmeti, kendi topraklarında yaşayan Müslümanların her türlü dinsel ve kültürel haklarını koruyacak, halkın özgürce seçeceği yerel müftüler tarafından belirlenecek Baş Müftü’nün memurluk görevinin Türk Hükûmeti tarafından onaylanmasını kabul edecektir. 10. Ermenistan Hükûmeti, kendi topraklarından Azerbaycan ve Gürcistan ile yapılacak her türlü transit ticari geçişi engellemeyecek ve bu ticaret nedeniyle vergi almayacaktır. Türkiye Hükûmeti, emperyalist güçlerce yapılacak gizli silah sevkiyatını ve her türlü gizli faaliyet için Ermenistan’a gelebilecek kişileri araştırmak üzere bu ülke topraklarındaki ulaşım yollarını denetim ve gözetim altında bulunduracak, sızmaları önleyecektir. 11. TBMM Hükûmeti, kendi bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tehdit edebilecek saldırılara karşı, Ermenistan içinde geçici olarak askerî önlemler alabilecektir. 12. Bu antlaşma hükümlerinin Ermenistan tarafından yerine getirilmesinden sonra, Türk ordusunun işgal ettiği topraklar boşaltılacak ve Ermeni savaş tutsakları geri verilecektir. Gümrü Barış Antlaşması, TBMM Hükûmetinin imzaladığı ilk uluslararası antlaşma olması açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu antlaşma ile TBMM’nin hukuki varlığı yabancı bir devlet tarafından resmen tanınmıştır. Türk Millî Mücadelesi'nin başlangıcından itibaren ana amaç olarak kabul edilmiş olan “Tam Bağımsızlık” ilkesi, ilk kez bir başka devlete resmen kabul ettirilmiştir. Bu antlaşmayla, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi ile kaybedilmiş olan Artvin, Posof, Savşat, Çıldır, Kars, Iğdır, Tuzluca, Sarıkamış ve Oltu yeniden ana vatan topraklarına katılmıştır. Ayrıca Doğu sınırlarımızda savaş hâli sona ermiş, Doğu Cephesi’ndeki bazı birlikler Yunan ordusu ile mücadele etmek amacıyla Batı Cephesi’ne nakledilmiştir. Güney Cephesi İtilaf devletleri, kendi çıkarları gereği Mondros Ateşkes Anlaşması sonrası güneydeki şehirleri işgale başlamışlardır. İstanbul Hükûmetine yapılan baskılar sonucu bu bölgede bulunan askerî birlikler, Torosların kuzeyine çekilmişti. Bu fırsattan yararlanan Fransızlar, silahlandırarak kendi üniformalarını giydirdikleri Ermenilerin de yardımıyla Adana, Kozan, Osmaniye, Tarsus, Mersin ve Pozantı’yı işgal ettiler. İngilizler de; Antep, Urfa ve Maraş’ı işgal altına aldılar. Fakat bir süre sonra İngiltere ile Fransa arasında yapılan anlaşma gereği bu bölgeler Fransa'ya bırakıldı. Böylece Fransızlar, Adana’nın kuzeybatısındaki Toros geçitlerinden, Fırat Nehri doğusuna kadar uzanan geniş bir alanı işgal altına almış oldular. Bu işgaller ve halka yapılan zulüm karşısında İstanbul Hükûmeti gerekeni yapmayınca, bölge halkı oluşturmuş oldukları Kuvayımilliye birlikleri ile Fransızlarla ve Fransız ordusunda yer alan Ermenilerle, kendi yurtlarını kurtarabilmek için büyük bir mücadeleye girişmişlerdir. Antep Cephesi İngilizler, 17 Aralık 1918'de Mondros Ateşkes Anlaşması gereği Antep’i işgal ederek, şehrin ileri gelenlerini tutuklayıp Mısır’a sürgün etmişlerdir. Halkın elindeki silahların toplanıp Ermenilere dağıtılması; İngiliz desteği ile hareket eden Ermenilerin taşkınlıklara ve halka zulmetmeleri üzerine Antep’te büyük bir gerginlik ortaya çıkmıştır. Halk silahlarını teslim etmeyerek, Ermenilere ve İngiliz birliklerine direnmeye başlamıştır. Fransız Başbakanı Clemenceau ile İngiliz Başbakanı Lloyd George arasında, 15 Eylül 1919 tarihinde yapılan anlaşma gereğince, Musul ve civarının tek başına İngilizlere terk edilmesi karşılığında İngilizler, Güneydoğu Anadolu’daki işgal bölgelerini Fransız birliklerine terk etmeye başlamıştır. 29 Ekim 1919'dan itibaren, İngiliz birliklerinin boşalttığı Kilis, Antep, Maraş ve Urfa Fransız işgal kuvvetlerine terk edilmiş; bu kapsamda Fransızlar, 29 Ekim’de 2.000 kişilik bir kuvvetle Ermenilerin sevinç gösterileri arasında Antep’e girmiştir. Antep’i işgal eden Fransızların Ermenilerle iş birliği içinde halka zulmetmesi ve silahtan arındırmaya çalışması üzerine Antepliler, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Antep şubesini kurarak, Kuvayımilliye birlikleri oluşturmaya başlamışlardır. Bu birliklerin başına Şahin Bey ve Arslan Bey geçerek direnişi başlatmıştır. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa, Yüzbaşı Kılıç Ali Bey komutasında bir askeri müfrezeyi Antep’e göndererek bu direnişe destek sağlamıştır. Gerginliğin artması üzerine, Fransız işgal


kuvvetleri komutanı General Gouraud bir beyanname yayınlayarak, asayişin sağlanması için titiz davranılacağını açıklamıştır. Buna rağmen, 5 Kasım 1919 tarihinde Akyol Camii üzerine çekilen Türk bayrağının Ermeniler tarafından indirilmesi gerginliği daha da artırmıştır. 21 Ocak 1920'de, 12 yaşındaki oğluyla caddede yürümekte olan bir Türk kadınına Fransız askerlerince sarkıntılık edilmesi üzerine de eline aldığı taşları askerlere atan çocuğun süngü ile şehit edilmesi, Antep halkını galeyana getirmiştir. Şahin Bey, emrindeki Kuvayımilliye birlikleri ile Antep’teki Fransız birliklerine yardım edilmesini engellemek amacıyla, şehre giren yolları kontrol altına alarak direnişi başlatmıştır. Şehir içinde Fransız kuvvetlerine karşı direniş sürerken, 24 Mart'ta Kilis’ten yardım amacıyla gönderilen bir Fransız birliği, Şahin Bey kuvvetleri tarafından pusu ile engellenmiştir. 26 Mart'ta, Fransızların yaptığı ikinci girişim de başarısızlığa uğramıştır. 28 Mart tarihinde yapılan Fransız taarruzunda Şahin Bey, Elmalı köprüsünü savunurken köprü üzerinde bir mermi ile yaralanmış, ardından Fransız askerlerinin süngüleri ile şehit edilmiştir. Bu haberi alan Anteplilerin direnç gücü daha da artmış ve şehre yardıma gelen Kılıç Ali Bey, Balaban mevkiinde bir Fransız birliğini pusuya düşürerek büyük zayiat verdirmiştir. 1 Nisan'da, bütün Antep halkı şehir içinde ve dışındaki Fransız birliklerine karşı topyekün mücadeleye başlamıştır. Antep içindeki Fransız birliklerine yardım etmek amacıyla 15 Nisan 1920 tarihinde Albay Normand ve komutasında gönderilen birlikler Antep’i kuşatmışlardır. Şehrin sadece birkaç mahallesi Kuvayımilliye birliklerinin kontrolündeydi. Bu bölgeler, Fransız topçusunun ateşi ile büyük hasar görmüş ancak direniş kırılamamıştır. Antep’in bu soylu direnişi çevreden gelen yardımlarla desteklenmiştir. 19 Nisan’da Halfeti ve Birecik’ten, 25 Ağustos'ta Malatya’dan yardıma gelen Kuvayımilliye birlikleri halkın direniş gücüne önemli katkı sağlamıştır. 24 Mayıs'taki gelişigüzel Fransız bombardımanı yüzlerce insanın ölümü ve yaralanmasına neden olmuştur. 9-10 Eylül tarihlerinde, Fransızların yoğun bombardımanı şehri büyük ölçüde tahrip etmiştir. Eylül 1920 ile Şubat 1921 tarihleri arasında, şehirde gıda maddesi sıkıntısı nedeniyle açlık baş göstermesine rağmen, direniş inatla sürdürülmüştür. 6 Şubat 1921'de TBMM tarafından bu şanlı direnişi sürdüren Antep’e 93 sayılı Kanun'la “Gazi” unvanı verilmiştir. Gaziantep, direnişini, 9 Şubat 1921 tarihine kadar sürdürmüş, silah ve mühimmat yokluğu ile açlık yüzünden bu tarihte Fransızlar, şehirde kısmen de olsa kontrolü sağlamışlardır. Antep’in, Fransız ordusu tarafından kuşatılması yaklaşık 10 ay sürmüş, bu süre içinde Antep halkı büyük yokluklar ve açlık çekerek şanlı direnişini sürdürmüştür. Bu mücadelesiyle “Gazi” unvanını almış ve vatan toprağının korunmasının en güzel örneğini Fransızlarla birlikte tüm dünyaya göstermiştir. Fransızların 20 Ekim 1921'de Ankara Antlaşması’nı imzalayarak Anadolu’daki macerasına son vermesinde Antep direnişinin büyük katkısı olmuştur. Bu anlaşmanın imzalanması sonrası Fransız birlikleri 25 Aralık 1921'de büyük kayıplar vererek 10 ayda zor alabildikleri Antep’i terk etmişlerdir. Maraş Cephesi Mondros Ateşkes Anlaşması sonrası Maraş, 22 Şubat-1 Kasım 1919 tarihleri arasında İngiliz kuvvetleri tarafından; İngilizlerin çekilmesinden sonra da 29 Ekim 1919 ile 11 Şubat 1920 tarihleri arasında Fransız kuvvetleri tarafından işgal edilmiştir. Bu işgaller üzerine, Elbistan’da Maraş Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti kurularak çalışmalarına başlamıştır. İngiliz gizli belgelerine göre, 1 Kasım 1919 tarihinde Maraş’ı işgal eden 18.000 kişilik Fransız kuvvetlerinin üçte ikisi Fransız ordusuna alınmış ve bu ordunun üniformasını taşıyan Ermenilerden oluşuyordu. İşgal kuvvetleri Ermenilerin coşkun gösterileri arasında Maraş’a girmiştir. İşgalin ikinci günü olan 30 Ekim 1919 günü Fransız askerleri arasında bulunan Ermeni lejyonerlerinin Türk kadınlarına yönelik tacizde bulunmaları üzerine asıl ismi Ali olan Sütçü İmam lakabı ile anılan bir Maraşlı, tabancası ile Ermeni lejyonerini öldürmüştür. Daha sonra da izini kaybettirerek Maraş köylerinde gizlenmiştir. Bu olaydan bir süre sonra “Bayrak Olayı” meydana gelmiş ve bardağı taşıran son damla olmuştur. Fransız Yüzbaşısı Andre, 30 Kasım 1919'da kale burcunda ve resmî dairelerde bulunan Türk bayraklarının indirterek yerine Fransız bayraklarını astırmıştır. Bunun üzerine Ulu Cami’de toplanan Maraşlılar kale burcundaki Fransız bayrağını indirmişler ve Hükûmet binasından getirilen Türk bayrağını yeniden kaleye çekmişlerdir. Fransızlar, bu olaya önderlik edenleri halkı isyana teşvik etmek suçuyla tutuklamışlardır. Bu tutuklamaların halkı sindirmek yerine daha da coşturması üzerine, Maraş’a gelen Fransız General Querette halkın önde gelenleriyle görüşme yapmıştır. Mutasarrıf vekili ve birkaç kişi hariç


tutukluların büyük bir kısmı serbest bırakılmıştır. Ancak bu da gerginliği ortadan kaldırmamıştır. Maraş halkı ve Maraş’taki Ermeniler her an çatışma çıkması ihtimaline karşı hazırlıklı bekliyorlardı. Fransızlarla yapılan görüşmeler sonucu tutukluların geri kalanlarının serbest bırakılmaması üzerine bu gergin bekleyiş, 21 Ocak 1920 günü silahlı çatışmaya dönüşmüştür. Halk, Arslan Bey, Dr. Mustafa Bey, Yörük Selim ve Evliya Efendi liderliğinde içinde Ermeni lejyonerlerin de yer aldığı Fransız birliklerine karşı silahlı direnişe geçmiştir. Yerli Ermeniler de Fransız birlikleri ile beraber halka saldırılara başlamıştır. Buna karşılık halk, planlı ve kararlı bir tavırla direnmeye başlamıştır. Fransızların Maraş’ın çevresindeki hakim mevkilere makineli tüfek ve top yerleştirerek, şehri sürekli ateş altına almaları üzerine, sokakları kullanamayan Kuvayımilliye birlikleri evlerin duvarlarına delikler açarak ve evden eve geçerek, gece gündüz savaşarak bölge bölge düşman mevzileri ele geçirmiştir. Fransızlar hiç ummadıkları bir biçimde Kuvayımilliye birlikleri ve kadınlı erkekli halkla savaşmaya başlamıştır. Maraşlıların, düşmanı imha etmek için büyük bir özveriyle evlerini bile yakarak mücadele etmesi, Fransız askerlerin moral gücünü yok etmiştir. Fransız Generali Querette’nin ateşkes teklifine, Fransız askerlerinin kayıtsız şartsız silah ve mühimmatı teslim etmeleri ve Maraş’tan kesin bir biçimde ayrılmaları şartıyla cevap verilmiştir. Fransızlar bu teklife, Türklerin bulunduğu mahalleleri ağır bombardıman altına alarak cevap vermişlerdir. Fransızların bu saldırıları Maraşlıların cesaret ve direnç gücünü daha da artırmıştır. Maraş’ta silahlı çatışma devam ederken Mustafa Kemal Paşa tarafından, Maraş direnişine destek olmak için gönderilen Yüzbaşı Kılıç Ali Bey, 400 kişilik müfrezesi ile 25 Ocak 1920 tarihinde Maraş’a gelerek düşmanla mücadeleye başlamıştır. 80 kişilik bir Fransız birliğini imha etmiştir. Daha fazla dayanamayacaklarını anlayan Fransızlar, 10 Şubat 1920 tarihinde bir kez daha ateşkes teklif etmişler; Maraşlılar adına Dr. Mustafa Bey ile Fransızlar arasında yapılan görüşme sonrası Fransızlar Maraş’ı terk etmeyi kabul etmişlerdir. Ancak Fransızlar ateşkes şartlarına uymayarak Maraş’ı 48 saat bombardıman ettikten sonra şehirden ayrılmaya başlamışlardır. 11 Şubat günü de bu boşaltma işlemi tamamlanmıştır. Maraş savunması, Ermenilerle desteklenmiş olan Fransız ordusunun tam bir hezimetiyle sonuçlanmıştır. Millî Mücadele’nin başlangıç aşamasında Türk milletinin esaret üzerine kurulu bir çözümü kabul etmeyeceğinin bir delili olarak, işgal altındaki bütün bölgeler için önemli bir örnek oluşturmuştur. Maraş’a gösterdiği bu kahramanlıklardan dolayı TBMM tarafından, 5 Nisan 1925 tarihinde bizzat cephede savaşanlara verilen “Kırmızı şeritli İstiklal Madalyası”, 12 Şubat 1973'te de şehre “Kahraman” unvanı verilerek, adı “Kahramanmaraş” olarak değiştirilmiştir. Urfa Cephesi Urfa şehri, 24 Mart 1919'da İngilizlerin; 30 Ekim 1919'da da Fransızların işgali ile karşılaşmıştır. Bu sırada, Antep’te de çatışmalar başlamıştır. Urfa’da ise 29 Aralık 1919'da Jandarma Komutanı Yüzbaşı Ali Saip (Ursavaş), Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle düşmanı Urfa’dan atmak için Ocak 1920'de direnişi başlatmıştır. Harekâtın son hazırlıklarını, Diyarbakır’dan yürüten Yüzbaşı Ali Saip Bey 7 Şubat 1920'de, Urfa’daki Fransız komutanlığına bir ültimatom vermiştir. Şehrin 24 saat içinde terk edilmesini istemiş ve birliklerini Karaköprü’ye getirmiştir. 9 Şubat günü Urfa’da çatışmalar başlamıştır. Ermenilerin de desteklediği bir Fransız birliği Gureba Hastahanesi’ni kuşatmıştır. Namık takma adıyla direnişi organize eden Yüzbaşı Ali Saip Bey, emrindeki birliklerle Fransız kuvvetlerine karşı yoğun bir muharebeye girişmiştir. Türk birliklerinin özverili mücadelesi Fransız kuvvetlerinin bütün direnç gücünü kırmıştır. Fransızlar, 10 Nisan 1920'de önemli kayıplar vererek Urfa’yı terk etmişlerdir. Maraş yenilgisinden sonra, Urfa’da da uğradıkları hezimet, Fransızları ciddi biçimde sarsmıştır. Fransızlar daha sonra Urfa’yı yeniden ele geçirmek istedilerse de 13’üncü Kolordunun savunma önlemleri nedeniyle bu girişimlerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Adana Cephesi Mondros Ateşkes Anlaşması sonrası 17 Aralık 1918'de çoğu Ermeni lejyonerlerden oluşan Fransız kuvvetleri Adana’yı işgal etmiştir. Fransız ve Ermenilerden oluşan kuvvetlerin 11 Aralık 1918'de Dörtyol’u işgali ve halka zulmetmeye başlaması üzerine Karaköse köylüleri yollara barikatlar kurarak bu kuvvetlere karşı silahlı direnişe geçmiştir. Fransızlar 9 Ocak 1919'da işgal


altına aldıkları Adana’da Albay Bremond’u Genel Vali olarak tayin etmişlerdir. Albay Bremond, Adana’da Türk devlet otoritesini tamamen ortadan kaldırmak için, Adana’dan İstanbul’a gidecekleri Fransızlardan yol tezkeresi almaya zorlamış, Adana mahkemelerinin temyiz yeri olarak Beyrut mahkemelerini göstermiş, eğitim dilini Fransızcaya çevirmiş ve Türklerden zorla alınan silahları Ermenilere dağıtmaya başlamıştır. 21 Aralık 1918'de kurulan Kilikyalılar Cemiyeti ise, Fransız işgaline karşı ilk örgütlü mücadeleyi yapmaya başlamış ve çeşitli makamlar ile İstanbul gazetelerine protesto telgrafları göndermiştir. Cemiyet, Topçu Binbaşısı Kemal Bey’i Kilikya Kuvayımilliye Komutanlığına getirmiştir. Adana ve havalisinde teşkilatlanan Kuvayımilliye önderleri içinde, Tufan Bey takma adıyla Yüzbaşı Osman Bey, Saim Bey, müfrezelerle birlikte bir çok çatışmaya katılan Osmaniyeli Rahime Hanım, Paşa lakaplı Köylü Hasan, Yüzbaşı Ali Ratıp, Derviş ve Emin Ağa gibi kahramanlar sayılabilir. Adana ve havalisini işgal eden Fransızlar, orduları içinde yer alan Ermeni lejyonerleri ve yerli Ermenilerin desteği ile Adana halkına zulmetmeye başlamışlardır. Yağma ve cinayetlerle halkın üzerinde büyük bir korku yaratmaya çalışmışlardır. Türk bayrakları yerine Fransız bayrakları çekilmiştir. Bunun üzerine Temmuz 1919'da Adana halkının bir kısmı şehri terk ederek Toroslara sığınmıştır. Fransız ve Ermenilerin bu saldırıları karşısında teşkilatlanan Kuvayımilliye birlikleri, bu kuvvetlerle mücadeleye başlamıştır. Gülek Boğazı’nı elde tutmak için Binbaşı Menil komutasında gönderilen birlikler Pozantı’da kuşatılmıştır. 19 Mayıs 1920'de kuşatma altındaki birliklere takviye olarak gönderilen 5.000 kişilik Fransız kuvveti, küçük bir grup Kuvayımilliyeci tarafından bozguna uğratılmıştır. Takviye alamayacağını anlayan Fransız kuvvetleri, bir yarma hareketiyle kuşatma altından kurtulduysa da Sünedir Boğazı’nda köylüler tarafından pusuya düşürülmüştür. Çok büyük bir askerî güç zannettikleri bir avuç köylüye teslim olmuşlardır. Urfa, Antep ve Maraş’ta uğranılan hezimet sonrası Fransızlar ve onların kışkırttığı Ermeniler büyük bir umutsuzluk içinde her gün sertleşen bir biçimde Adana halkı ve Kuvayımilliyesi ile mücadele etmeye devam etmişlerdir. Güney Cephesi Muharebeleri sonrası, Fransızlar Türk yurdunda tutunamayacaklarını anlayarak Urfa, Antep ve Maraş’ta bulunan bütün birliklerini Suriye’ye çekmişlerdir. Sakarya Meydan Muharebesi sonrası 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Antlaşması ile, Güney Cephesi’ndeki savaş durumu sona ermiş, sınır belirlenerek Fransız kuvvetleri tamamen bu sınırın güneyine çekilmiştir. İskenderun (Hatay), her ne kadar Türkiye'nin sınırları içinde yer almasa da Ankara Antlaşması ile sağlanan özel statü, daha sonra İskenderun Sancağı’nın ana vatana katılması sonucunu doğurmuştur. Bu muharebeler sonrası Fransızlar, Türklerin anayurdunda bir çıkar elde edemeyeceklerini anlamışlar; bunun yanı sıra para karşılığı Türk ordusuna silah satarak kısıtlı ikmal olanaklarımızı çeşitlendirmişlerdir. Güney Cephesi muharebelerinin sona ermesiyle burada mücadele eden birliklerimizin bir kısmı Batı Cephesi’ne kaydırılmış ve buradaki birliklerimizin takviyesi sağlanmıştır. Batı Cephesi Birinci İnönü Muharebesi (06 –11 Ocak 1921) “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir... Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi, mutlak o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olması ile mümkündür. Ben yaşayabilmek için müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple Millî istiklal bence bir hayat meselesidir.” diyen Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlatılan Türk İstiklal Savaşı tüm dünyaya Türk milletinin haysiyetiyle ve şerefiyle yaşamak istediğini göstermiştir. Bu süreçte gerçekleşen önemli olaylardan birisi de düzenli ordunun kurulmasından sonra kazanılan Birinci İnönü Zaferi’dir. Birinci İnönü Muharebesi’nden önce; Anadolu’daki millî kuvvetlere karşı harekete geçmek için uygun fırsat kollayan Yunanlar, Çerkez Ethem Ayaklanması’nın da yarattığı bunalımdan yararlanmak istemişlerdir. Bu sırada yeni kurulmuş olan düzenli ordunun daha fazla güçlenmesine fırsat vermeden, Sevr’i zorla kabul ettirmek ve bu antlaşmadan paylarına düşeni bir an önce elde etmeyi hedeflemişlerdir. Yunanlar ayrıca, Müttefiklerine, Venizelos’un iktidardan düşmesinin Anadolu’daki saldırgan politikalarını etkilemeyeceğini de göstermek istemişlerdir. Henüz kuruluş aşamasında olan Türk ordusu için tek çare, Batı Anadolu’da düzenli ordu kuruluncaya kadar Yunanlara karşı stratejik savunmada kalmaktı. Ayrıca yer yer baş gösteren iç ayaklanmalar da bunu zorunlu kılmaktaydı.


6 Ocak 1921 günü Bursa’dan Eskişehir yönüne, Uşak’tan Afyon yönüne iki kol hâlinde ileri harekâta başlayan Yunanlar, 9 Ocak'ta İnönü mevzilerine kadar gelmişlerdir. 9 Ocak 1921 günü mevzii ilerisindeki Türk emniyet kuvvetleriyle Yunan öncü kuvvetleri arasındaki muharebeler karanlık basıncaya kadar bütün şiddetiyle devam etmiştir. Yunan kuvvetleri 10 Ocak 1921 günü saat 06.30’da Adalar Tümeni ile Kovalca-Akpınar, İzmir Tümeni ile de Yeniköy-Teke-Hayriye savunma hattına taarruza başlamıştır. Bir kısım kuvvetleriyle de, Söğüt-Gündüzbey doğrultusunda ilerleyişini sürdürmüştür. Havanın çok sisli olmasından faydalanan Yunan birlikleri, özellikle demir yolu güneyindeki 11’inci Tümen bölgesinde hızla ilerleyerek İntikam Tepe’yi ele geçirmiştir. Buradaki muharebeler saat 14.00’e kadar devam etmiştir. 10 Ocak 1921 günü saat 16.00’da Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey'in teklifi ve Fevzi Paşa’nın emriyle Türk birlikleri Beşkardeşdağı-Zemzemiye-Oklubalı hattına alınmıştır. Cephe karargâhı da Çukurhisar’a taşınmıştır. Aynı saatlerde 4’üncü Tümenin 132’nci Alayı Çukurhisar İstasyonu’na indirilmiştir. Özellikle halk, zafer haberleri beklerken iki günden beri süregelen muharebelerde sahra ve ağır topların gürültüleri, Eskişehir’de heyecanla izlenmiştir. Akşam karanlığı ile beraber cephedeki muharebe faaliyeti durmuş ve top sesleri kesilmiştir. Yunan birlikleri Akpınar-Kovalca hattını işgal ettikten sonra taarruzlarını durdurarak bu hatta kalmıştır. Cephenin 61’inci Tümenle takviye edilmeye başlanması Türklerin ne pahasına olursa olsun savunmaya devam edeceklerini göstermiştir. Bu durum karşısında Yunan kuvvetleri, bundan sonra yapılacak taarruzlardan bir netice alamayacakları anlamışlardır. Yunanlar muharebe meydanında Türk Ordusu karşısında tutunamayacaklarını anlayınca 11 Ocak 1921 sabahı İnönü mevzilerinden çekilmek zorunda kalmışlardır. Birinci İnönü Muharebesi’ndeki başarı kesin zaferin bir başlangıcını teşkil etmektedir. Bu zaferin önemini Büyük Önder Mustafa Kemal ATATÜRK şöyle ifade etmiştir: “Yeni Türkiye Devleti’nin küçük, fakat millî ülkülü genç ordusu, en dar bir hesapla üç kat üstün düşmanı İnönü Meydan Muharebesi’nde mağlup etti. Strateji sanatının en nazik icabatını isabetle uyguladı. İç hatların kullanılmasında harp tarihine parlak bir misal yazdı... ... Birinci İnönü Meydan Muharebesi’ni kazanan Türk ordusunun bütün mensupları, dünya tarihinde unutulmaz şanlı bir menkıbe sahibi olarak ebediyyen yaşayacaklardır. Bu münasebetle Türk ordusu gazilerini hürmet ve minnetle yad ederim. Ve şehitlerimizin aziz ruhlarına takdisatımı takdim eylerim.” İkinci İnönü Muharebesi (23 Mart – 1 Nisan 1921) Millî Mücadele sürecinde kazanılan Birinci İnönü Zaferi üzerine, İtilaf devletleri Sevr Antlaşması'nda Türkler lehine bir değişiklik yapılmasını görüşmek üzere Londra’da bir konferans toplanmasını kararlaştırmışlardır. 21 Şubat-11 Mart 1921 tarihleri arasında toplanan bu konferansta, Türk devleti lehine bir sonuç çıkmamış ve mücadeleye devam kararı alınmıştır. Yunanistan, Londra Konferansı henüz sona ermeden, Anadolu’da yeni bir taarruz yapmak üzere hazırlıklara başlamıştır. Türk Genelkurmayı, Yunanların asıl kuvvetleriyle gerek Eskişehir ve gerekse Afyon doğrultusunda bir taarruza girişeceğini önceden öngördüğü için zamanında gerekli düzeni almış, bir miktar da kuvvet toplayabilmiştir. Ancak yine de insan ve silah yönünden Yunanlara bir üstünlük sağlayamamış, bu nedenle de İnönü ve Dumlupınar mevzilerini kuvvetlendirmeye çalışmıştır. Yunan ordusu bu sırada Bursa, Uşak ve bu şehirlerin doğusunda, İzmit ve Gebze’de gruplandırılmıştır. Türk kuvvetleri ise Eskişehir’in kuzey batısında, Dumlupınar’ın doğusunda ve Kocaeli cephesinde bulunmaktadır. İkinci İnönü Muharebesi'ne Türk ordusu Batı ve Güney Cephesi Komutanlıkları ile Kocaeli Grubu ve Kastamonu ve Havalisi Komutanlıklarıyla katılmıştır. Şubat 1921 ortalarında Yunanların Anadolu’daki Küçük Asya Ordusu 1'inci ve 3'üncü Kolordulardan oluşmuştur. Muharebeler 23 Mart 1921 günü sabah erken saatlerden itibaren 3'üncü Yunan Kolordusunun Batı Cephesinden, 1'inci Yunan Kolordusunun da Güney Cephesinden ileri harekete geçmesiyle


başlamıştır. Yunan kuvvetleri 27 Mart’a kadar Türk örtme kuvvetleri ile muharebelere girişerek oyalanmışlar ve İnönü mevzilerine dört günde gelebilmişlerdir. 28 Mart günü Metristepe ve Kanlısırt’ı ele geçirmişlerdir. O sırada güneydeki 1'inci Yunan Kolordusu, 24 Mart günü Dumlupınar mevziini ele geçirdikten sonra 28 Mart günü Afyon’u işgal etmiş ve doğuya doğru ilerlemeye başlamıştır. 3'üncü Yunan Kolordusu da 30 Mart’ta tekrar taarruza geçmiş, ancak Türk sağ kanadı bu saldırıyı geri püskürtmüştür. Ankara’dan yetiştirilen taze kuvvetler, Türk sağ kanadını takviye ederek Yunanlara karşı giriştiği saldırı ile onların taarruz gücünü kırmıştır. Bu gelişmeler üzerine, Yunan birlikleri 1 Nisan günü sabahın erken saatlerinden itibaren geri çekilmeye başlamıştır. Metristepe’ye gelen İsmet Paşa muharebenin kazanıldığını müjdeleyen raporunu yazmıştır. Zafer haberi üzerine TBMM Başkanı Mustafa Kemal, 1 Nisan 1921’de gönderdiği yazıda İsmet Paşa’yı “Siz orada yalnız düşmanı değil milletin makus talihini de yendiniz” sözleriyle kutlamıştır. İkinci İnönü zaferinin kazanılması üzerine Fransızlar Zonguldak'tan İtalyanlar da Güney Anadolu'dan askerlerini çekmeye başlamışlardır. İkinci İnönü Zaferi ulusal bağımsızlığın gerçekleşmesi yolunda atılan en önemli adımlardan birini teşkil etmiştir. Kütahya-Eskişehir Muharebeleri (10-24 Temmuz 1921) Birinci ve İkinci İnönü Muharebeleri'nde umdukları başarıyı kazanamayan Yunanlar, Aslıhanlar ve Dumlupınar galibiyetlerinden de cesaret bularak Anadolu’daki işgal güçlerinin sayısını artırmışlardır. Yunan Kralı Konstantin de İzmir’e gelerek ordusunun moralini yükseltmeye çalışmıştır. Silah ve teçhizat açısından Yunan ordusundan sayıca az olmakla birlikte Türk ordusu da takviye edilmeye çalışılmıştır. 10 Temmuz 1921’de Bursa ve Kütahya-Gediz istikametlerinden saldırıya geçen Yunan ordusu ile Türk kuvvetleri Eskişehir’in doğusunda karşılaşmıştır. Bir kısım Türk kuvvetleri de Kütahya’da Yunanlarla karşılaşmıştır. Türk ordusunun Eskişehir’de bulunan kanadı, Yunanlar karşısında fazla tutunamamış ve Eskişehir kaybedilmiştir. Türk ordusu 25 Temmuz 1921'de taktik savunma yapmak amacıyla Sakarya nehrinin doğusuna çekilmiştir. Türk ordusunun Sakarya’nın doğusuna çekilmesi hem ordunun manevi varlığını sarsacak hem de önemli bir vatan parçasının geçici de olsa düşmana bırakılmasına neden olacaktı. Bu işin sorumluluğunu üzerine alan TBMM Başkanı Mustafa Kemal, “Orduyu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra düşman ordusuyla araya büyük bir mesafe koymak gerekir ki ordunun düzenlenmesi ve takviyesi mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya doğusuna kadar çekilmek uygundur. Düşman durmadan takip ederse, hareket üslerinden uzaklaşacak ve yeniden menzil hatları tesisine mecbur olacak; herhalde beklemediği birçok sorunla karşılaşacak; buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha uygun şartlara sahip olacaktır. Bu hareket tarzımızın en büyük sakıncası Eskişehir gibi önemli mevkilerimizi ve çok araziyi düşmana terk etmekten dolayı kamuoyunda ortaya çıkabilecek manevi sarsıntıdır. Fakat az zamanda elde edebileceğimiz başarılı neticelerle bu sakıncalar kendiliğinden yok olacaktır. Askerliğin gereğini tereddütsüz uygulayalım. Diğer tür sakıncalara karşı koyarız” demiştir. Eskişehir’in kaybı TBMM’de çok şiddetli tartışmaları başlatmış "Ordu nereye gidiyor, bu hareketin elbette bir sorumlusu vardır, o nerededir? diyerek Mustafa Kemal'i sorumlu tutmaya çalışmışlardır. Meclisin 24 Temmuz tarihli gizli oturumunda özellikle Başkomutanlık üzerine yapılan tartışmalar ve eleştiriler karşısında Meclis Başkanı Mustafa Kemal'in kararlı tutumu ve açıklamaları neticesinde sıkıntılara bir müddet de olsa son verilmiştir. Bu sırada İngiliz Başbakanı Yunanların bu başarılarından dolayı Sevr ile yetinmeyeceklerini daha fazlasını isteyeceklerini belirtmiştir. Yunan Kralı Konstantin ise Kütahya’ya gelerek savaş meclisini toplayıp ileri harekâta devam edilmesini istemiştir. Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Sakarya Nehri'nin doğusuna çekilmiş olan Türk Ordusunun vereceği meydan muharebesi Türk İstiklal Harbi’nin çok önemli bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. Bunun için memleketin bütün kaynaklarını harekete geçirip burada kullanılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Batı Cephesi kuvvetlerinin, Sakarya’da verilecek kesin sonuçlu muharebede, her bakımdan takviyeye muhtaç olduğu bir gerçekti. Bu kuvvetlerin insan, hayvan, silah, ara-gereç, yiyecek maddeleri ve her çeşit


ordu mallarıyla donatılması gerekiyordu. TBMM’de günlerce süren görüşmelerden sonra TBMM Başkanı Mustafa Kemal üç ay süre ile Başkomutanlığı kabul edeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine TBMM, 5 Ağustos 1921 tarihinde Başkomutanlık Yasası'nı çıkartarak, sahip olduğu askerî yetkileri Mustafa Kemal'e üç ay süreyle devretmiştir. Bu kanunda, "Başkomutan ordunun maddi ve manevi gücünü büyük ölçüde artırmak, yönetimi bir kat daha sağlamlaştırmak için TBMM'nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına filli olarak kullanabilir" ifadesine yer verilmiştir. Ardından 7 - 8 Ağustos 1921 'de Tekalif-i Millîye (Millî yükümlülükler) emirleri yayınlanarak, savaş için ülkenin bütün kaynaklarının kullanılması hedeflenmiştir. Yunanlar Kütahya-Eskişehir Muharebeleri'ni kazanmakla askerî üstünlüklerini artık kesin bir şekilde ispat etmiş olduklarını düşünüyorlardı. TBMM Hükûmetini askerî ve siyasi olarak etkisizleştirmek için mevcut durumdan daha iyi bir zaman bulunamayacağı görüşündeydiler. Yunan ordusu Başkomutanı General Papulas’ın, Yunan Savunma Bakanına verdiği 25 Temmuz 1921 tarihli abartılı raporunda; “21 Temmuz muharebesinde Yunanların Türklere verdirdiği zararın çok büyük olduğu, geride kalanların ise tam bir erime ile hezimete uğratılacağı” ifade ediliyordu. Yunan Savunma Bakanı Teotakis’in, bu raporu Hükûmetine göndermesi sonucunda Yunan Hükûmeti daha özgüvenli hareket etmeye başlamıştır. Nitekim Yunan Başbakanı Gunaris orduyu ve durumu yakından görmek için 26 Temmuz 1921’de Kütahya’ya gelmiştir. Ordu Kurmay Başkanlığınca verilen brifing sonrası Yunan ordusunun, Ankara doğrultusunda harekete geçmesi kararlaştırılmıştır. Türk Ordusunun Askerî Durumu

Ordumuza silah ve mühimmat hazırlayan çocuklar Türk ordusu kesin sonuçlu bir meydan muharebesi için tüm birliklerini başarılı bir geri çekilme planıyla, Sakarya'nın doğusuna çekerek bir cephe hattında toplamıştır. Yunan taarruzuna karşı, kuvvetlerini Sakarya Nehri doğusunda yedi grup (kolordu) halinde konuşlandırmıştır. Başkomutanlık karargâh merkezi Ankara-Polatlı arasında yer alan Alagöz'de kurulmuştur. Genelkurmay Başkanlığı ve Batı Cephesi Komutanlığı karargahları da burada faaliyete başlamıştır. Üç büyük karargahın yan yana çalışması harekâtın koordinesi bakımından sevk ve idarede de büyük kolaylıklar sağlamıştır. Bu muharebe, aşağı yukarı 100 km genişliğinde ve 25 km derinliğinde bir vatan toprağında cereyan etmiştir. Yunan Ordusunun Askerî Durumu Sakarya Meydan Muharebesi başlamadan önce, Yunanların Anadolu'da 11 piyade tümeni, 1 süvari tugayı ve 5 bağımsız piyade alayından ibaret kuvveti bulunmakta idi. Bu kuvvetlerden 4'üncü Piyade tümeni Afyon bölgesinde; 11'inci tümen Bursa doğusu Geyve bölgesinde, bağımsız


alaylar daha gerilerde bulunmakta idi. Geriye kalan 9 piyade tümeni, 3 kolordu halinde teşkil edilerek Sakarya Meydan Muharebesi'ne katılmıştır. Yunanlar, yüksek sevk ve idare ilkelerine uygun olarak cephe taarruzlarından daha fazla kuşatma ve çevirme hareketlerine önem vermişlerdir. Ancak bu taarruz manevralarının gerektirdiği ölçüyü iyi dengeleyemediklerinden çok ileri gitmişler ve mevcut kuvvetlerinin gücünü aşarak başarı elde edememişlerdir. Sakarya Meydan Muharebesi ve Safhaları Birinci Safha (14-22 Ağustos 1921) Birinci safhada Yunan ordusu, cephe ve sol tarafta bulunan kuvvetlerini kademe kademe cephenin sağına doğru kaydırarak ilerlemiştir. Bu sırada kaburgası kırılmış ve sargılar içinde cephede bulunan Başkomutan Mustafa Kemal, Alagöz Karargâhında, Yunan hareketini ve yerleşimini adım adım takip etmiştir. Yunanlar, kuvvetlerini Türk birliklerinin sol karşı cephesine yaklaştırdıkça, Türk ordusu cephenin sol tarafına kaydırılmış ve düşman çevirmek istediği cepheden gireceğini düşünürken, karşısında Türk kuvvetlerini bulmuştur. Böylece Yunan ordusunun daha fazla doğuya yayılma olanağı kalmamıştır. Türk ordusundaki tümen ve alayların büyük kısmının düşman karsısında ve hatta onun çok yakınında geniş ölçüde yer değiştirmesi, her değişiklikte yeni bir cephe oluşturması, hem düşmanı büyük ölçüde şaşırtmış hem de alınan tertiplerin yerinde ve isabetli olduğunu kanıtlamıştır. İkinci Safha (23 Ağustos – 30 Ağustos 1921) Yunan ordusunun Sakarya doğusunda bulunan Türk kuvvetlerine taarruzu ve güney kanattan kuşatmak için hücuma geçmesidir. 23 Ağustos sabahı, 22 gün geceli ve gündüzlü devam edecek olan Sakarya Meydan Muharebesi başlamıştır. Yunanlar 100 km’lik bir cephe üzerinden hücum ederken Türk ordusu da 100 km’lik bir hattı savunmuştur. Cephesi 100 km’lik bir alana yayılmış olan savaşın derinliği ara ara 20-25 kilometreye dayanmıştır. Bu durum bir mevzi ve siper savaşı şeklinde yaşanmamıştır. Yapılan muharebelerde Mangal Dağı bir gün içinde, Dua Tepe de birkaç saat arayla birkaç kez el değiştirmiştir. Sadece tepeler ve ovalar değil, boğaz boğaza geçen savaş sırasında cepheler bile el değiştirmiştir 26 Ağustos tarihinde Başkomutan Mustafa Kemal, birliklere tarihi emrini vermiştir: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada yeniden düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur.” Üçüncü Safha ( 31 Ağustos – 6 Eylül 1921) Bu safha Yunan ordusunun Haymana istikametinde Türk cephesini yarma girişimidir. Sakarya mevziinin orta kesiminin en kritik yeri olan Çaldağı bölgesinde; Kartal Tepe, Dua Tepe ve Basrikale Tepe'de çok kanlı muharebeler olmuştur. Dördüncü Safha (7-13 Eylül 1921) Bu safha Yunan ordusunun Sakarya doğusunda hücuma geçmesi ve Yunanların ele geçirdiği tüm hakim tepelerin geri alınarak düşmanın Beylik Köprü'de Sakarya’nın batısına atılmasıdır. 12-13 Eylül gecesi düşman kuvvetleri tamamen Sakarya'nın batısına atılmışlardır. Afyon-SeyitgaziEskişehir hattına çekilen Yunanlar, 22 Eylül’e kadar bu hatta tutunmuşlardır. 13 Eylül 1921'de, 22 gün geceli gündüzlü süren Sakarya Meydan Muharebesi sona ermiştir. Düşman kaçarken arkasında teçhizatını, özel eşyalarını ayrıca yaralı ve hastalarını da bırakmıştır. Bu mağlubiyetin kabulü değil, Yunan azim ve iradesinin Türk azim ve iradesi karşısında yıkılışıdır. Beşinci Safha ( 14 Eylül – 10 Ekim 1921) Bu safha Türk ordusunun takip harekatı olarak adlandırılabilir. Yunanların Eskişehir- Afyon genel hattına çekilmesi üzerine onu takip eden Türk ordusu arasındaki muharebelerdir. Bu muharebeler sonunda her iki ordu da yorulmuş ve kayıplar vermiş olması sebebiyle 10 Ekim 1921’den itibaren her iki ordu da karşılıklı savunma düzeni içine girerek tahkimat işlerine hız vermeye başlamıştır.


Askerî Sonuçlar: Sakarya Meydan Muharebesi’nde taraflar uyguladıkları manevralarında doruk noktalarına ulaşmışlar, savaşın başından beri stratejik savunma manevrası uygulayan Türk ordusu, bundan sonra stratejik taarruz manevrası yapmaya başlamıştır. Yunan ordusu ise stratejik taarruz manevrasını, Türk ordusunun direnişi sebebiyle terk etmek mecburiyetinde kalmış, bundan sonra stratejik savunma manevrası yapmıştır. Sakarya Meydan Muharebesi, Türkler için bir başka yönden de büyük önem taşımaktadır. 1683 İkinci Viyana yenilgisinden itibaren devam eden geri çekilmenin sona ermesi olarak da algılanmış ve içte olduğu kadar dışta da önemli sonuçlar doğurmuştur. Sakarya Zaferi, Misakımillî’nin zaferi demekti. Daha sonra 30 Ağustos Zaferi bunu perçinlemiştir. Sakarya Zaferi, Türk ulusunun, dişini tırnağına takarak kendi öz gücüyle kazandığı bir zaferdir. Mehmetçik, Sakarya’da karış karış “sathı müdafaa” savaşı yapmıştır. Sakarya Zaferi, Büyük Taarruz (26 Ağustos 1922) ve Başkomutan Meydan Muharebesi (30 Ağustos 1922) için gerekli olan hazırlıkların yapılması için zaman kazandırmıştır. Bu savaş sonunda Başkomutan Mustafa Kemal'e TBMM tarafından 19 Eylül 1921'de, Mareşal rütbesi ve Gazi unvanı verilmiştir. Siyasi Sonuçlar: Sakarya Zaferi sonrasında ortaya çıkan siyasal gelişmeler şu şekilde ifade edilebilir. 13 Ekim 1921’de SSCB (Gürsitan, Ermenistan, Azerbaycan) ve TBMM Hükûmeti arasında Kars Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türk-Sovyet sınırı son ve kesin şeklini almıştır. Türk ordusunun Sakarya Meydan Muharebesini kazanması, Fransızların Türklerle bir anlaşma yapıp yapmama kararsızlığını ortadan kaldırmış; TBMM Hükûmeti ile Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Sakarya Zaferi'nin en önemli siyasal sonuçlarından biri olan Ankara Antlaşmasını, 20 Ekim 1921'de TBMM adına Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey ile Fransa adına ise Franklin Bouillon imzalamıştır. Sakarya Zaferi sonrası İngiltere ile TBMM Hükûmeti arasında 23 Ekim 1921’de “Tutsakların Serbest Bırakılması Antlaşması” yapılmıştır. Ayrıca 2 Ocak 1922'de de Ukrayna ile Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması imzalanacaktır. Sakarya Meydan Muharebesi, İtilaf devletlerinin Yunanlara olan güvenini azaltmış, bu devletler, Sevr Antlaşması'yla kendilerine sağlanan çıkarları, tekrar bir silahlı hareket denemesine bırakmadan diplomasi yoluyla korumak emeline düşmüşlerdir. Büyük Taarruz ve Başkomutan Meydan Muharebesi (26-30 Ağustos 1922) Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra kamuoyunda ve TBMM’de taarruz için sabırsızlıklar baş göstermiştir. Bu gelişmeler üzerine Mustafa Kemal Paşa, 6 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisinin gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara “Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür.” diyerek bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırlamıştır. 1922 yılının Haziran ayı ortalarında, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını almıştır. Asıl amaç; yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktır. Büyük Taarruz ve bu taarruzu taçlandıran Başkomutan Meydan Muharebesi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın son safhasını ve zirvesini teşkil etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 3 yıl 4 aylık süreçte Türk milletini ve ordusunu adım adım hedefe taşımıştır. Batı Anadolu’yu Türk ordusuna karşı savunmayı planlayan Yunan ordusu; Gemlik Körfezi’nden Bilecik, Eskişehir ve Afyon doğusu ile Menderes Nehri’ni takiben Ege Denizi’ne dayanan savunma hattını bir yıla yakın bir süre ile tahkim etmiştir. Özellikle Eskişehir ve Afyon bölgeleri gerek tahkimat gerekse birlik miktarı bakımından daha kuvvetli tutulmuş, hatta Afyon’un güneybatısındaki bölge birbiri gerisinde beş savunma hattı şeklinde tertiplenmiştir. Hazırlanan Türk taarruz planına göre 1’inci Ordu kuvvetleri, Afyon’un güneybatısından kuzeye doğru taarruza geçtiğinde Afyon’un doğusu ve kuzeyinde bulunan 2’nci Ordu kuvvetleri de taarruzla kesin sonuç almak istediğimiz 1’inci Ordu bölgesine düşmanın kuvvet kaydırmasına engel olacak ve Döğer bölgesinde bulunan düşman ihtiyatlarını kendi üzerine çekmeye çalışacaktır. Süvari Kolordusu da Ahır Dağları’ndan aşarak düşmanın yan ve gerilerine taarruz


ederek düşmanın İzmir’le telgraf ve demir yolu irtibatını kesecektir. Baskın prensibi ile Yunan ordusunun imhasının gerçekleşmesi düşünülmüştür. İki ordunun insan ve tüfek yönünden aşağı yukarı birbirine denk olmasına karşın makineli tüfek, top, uçak ve özellikle motorlu araçlar yönünden üstünlük Yunan ordusundaydı. Yalnız süvari (kılıç) olarak Türk ordusu üstünlüğe sahipti. Bir taarruz ve özellikle de takip harekâtında tank ve motorlu araçların bulunmadığı o zamanki savaşlarda, süvarinin oynayacağı rolün çok önemli olduğu yadsınamaz bir gerçekti. Mustafa Kemal Paşa, 19 Ağustos 1922’de Ankara’dan Akşehir’e giderek 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini vermiştir. 26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe’deki yerini almıştır. Büyük Taarruz burada başlamış, topçuların sabah saat 04.30’da taciz ateşi ile başlayan harekât, saat 05.00’te önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etmiştir. Piyadeler, sabah 06.00’da Tınaztepe’ye hücum mesafesine yaklaşarak tel örgüleri aşıp Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra Tınaztepe’yi ele geçirmiştir. Bundan sonra saat 09.00’da Belentepe, daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlenmiştir. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1’inci Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe’den Çiğiltepe’ye kadar on beş kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirmiştir. 5’inci Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulunmuş, 2’nci Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürmüştür. 27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken Türk ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçmiş, bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insanüstü çabalarla gerçekleştirilmiştir. Afyon kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuş, Başkomutanlık Karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhı Afyon’a taşınmıştır. 28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri başarılı geçen taarruz harekâtı, düşmanın 5’inci Tümeninin çevrilmesi ile sonuçlanmıştır. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli bulmuşlardır. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar almışlar ve karar süratli ve düzenli bir şekilde uygulanmıştır. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı, Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanmıştır. Büyük Taarruz’un son safhası Türk askerî tarihine Başkomutan Meydan Muharebesi olarak geçmiştir.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruzu Afyon Kocatepe’den yönetiyor 26 Ağustos 1922.


30 Ağustos 1922 Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ateş hatları arasında, bizzat Zafertepe’den idare ettiği savaşta, tamamen yok edilmiş veya esir edilmiştir. Anadolu’daki Yunan kuvvetlerinin yarısı imha veya esir edilmiş, kalan bölümü ise üç grup halinde çekilmiştir. Bu durum karşısında Çalköy’de yıkık bir evin avlusu içinde Gazi Mustafa Kemal Paşa, Yunan ordusunu takip etmesi için Türk ordusuna o tarihî “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vermiştir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruzu Afyon Kocatepe’den yönetiyor 26 Ağustos 1922. Takip Harekâtı ve Zafer 1 Eylül 1922’de Türk ordusunun takip harekâtı başlamıştır. Muharebelerden kurtulan Yunanlar İzmir’e, Dikili’ye ve Mudanya’ya doğru kaçmaya başlamışlardır. Türk ordusu bu muharebe neticesinde 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’e girmiştir. Sabuncubeli’nden geçen 2’nci Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir’e doğru akarken bunun solunda 1’inci Tümen de Kadife Kale’ye doğru yürümüştür. Bu Tümenin 2’nci Alayı, Tuzluoğlu Fabrikasından geçerek Kordonboyu’na ulaşmıştır. Yüzbaşı Şeref Bey Hükûmet Konağına, 5’inci Süvari Tümenimizin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık Dairesine ve 4’üncü Alay Komutanı Reşat Bey’de Kadife Kale’ye bayrağımızı çekmişlerdir. 9 Eylül 1922’de İzmir, 11 Eylül'de Bursa ve 18 Eylül'de de Batı Anadolu düşman işgalinden kurtarılmıştır. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Ateşkes Anlaşması ile Doğu Trakya, silahlı çatışma olmadan Yunan askerinden arındırılmıştır. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye bağımsızlığını tüm dünyaya kabul ettirmiştir. Türk milletinin vatan sevgisinin, yıkılmaz azim ve iradesinin bir eseri olarak ortaya çıkan bu zaferle sadece vatan toprakları düşmandan kurtarılmamış, Büyük Önder ATATÜRK’ün liderliğinde, ulus iradesine ve egemenliğine dayanan bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam temeller üzerinde kuruluş süreci başlatılmış ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiştir. Büyük Zafer’den iki yıl sonra Mustafa Kemal Paşa, Başkomutan Meydan Muharebesi’ni sevk ve idare ettiği Zafertepe’de 30 Ağustos 1924 tarihinde Büyük Zafer’in önemini şu şekilde ifade etmiştir. “... Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk devletinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri burada atıldı. Ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçuşan şehit ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır...” Mustafa Kemal ATATÜRK’ün engin ileri görüşlülüğüyle kurulan Cumhuriyet, ulusal egemenliğe dayanan yönetim biçimi olmasının yanı sıra kapsamlı bir aydınlanma ve çağdaşlaşma atılımıdır. Cumhuriyet’le birlikte hayata geçirilen devrimler, ulusumuza çağdaş bir yaşamın kapılarını açmış; laik ve demokratik Cumhuriyet’e sahip olmanın onurunu yaşatmıştır. Millî Mücadele'de Deniz Harekâtı Millî Mücadele dönemi, geçmişi parlak zaferlerle dolu olan Türk denizciliğinin acı ve hüzün dolu sayfalarından birisini teşkil etmektedir. Ancak Millî Mücadele esnasındaki olumsuz koşullar, Türk denizcisinin doğasında var olan vatan ve millet sevgisini yok edememiş, bazı denizciler gizlice Anadolu’ya geçerek kara savaşlarına fiilî olarak katılmış, bazıları ise Karadeniz’de ve Marmara’da ülkenin harbe devam azim ve iradesini güçlendirecek lojistik nakliyatı kanları ve canları pahasına idame ettirmişlerdir. İstanbul’da kalan denizciler ise Muavenet-i Bahriye Cemiyetini kurarak, Millî Hükûmetin deniz gücünü personel ve materyal olarak desteklemiş ve aynı zamanda Millî Kuvvetlere istihbarat desteği sağlamıştır. Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince Turgutreis, Hamidiye ve Mecidiye kruvazörleri, işgal kuvvetleri tarafından duruş ve vuruş güçleri zayıflatılarak Haliç’te atıl olarak tutulmuş; Yavuz zırhlısı ise Haliç’te deniz trafiğini aksatabileceği endişesi ile cephanesi alınmış ve topları sökülmüş olarak İzmit’e nakledilmiştir. Bu dönemde sadece, Marmara’da sahil güvenlik hizmetleri için kullanılan Akhisar ve Draç torpidobotları ile aynı görev için İzmir’e gönderilen Hızırreis gambotu ve Saros Körfezi’nde mayın temizleme faaliyeti ile görevlendirilen Nusret ve Tir-i Müjgân mayın gemileri görev yapmıştır.


İstiklal Harbi başlamadan Bahriye Nezareti tarafından karakol görevi ile 1919 yılının Şubat ayında Preveze gambotu Sinop’a, Aydınreis gambotu Trabzon’a gönderilmiştir. Preveze ve Aydınreis gambotları 1919 yılı sonlarına kadar kömür sağlanamadığı için limanda kalmıştır. İstiklal Harbi başladığında ise bu iki gambot, İstanbul Hükûmetinin bütün zorlamalarına rağmen İstanbul’a geri dönmeyip Millî Hükûmetin emrine girmiş ve İstiklal Harbi nakliye filosunun çekirdeğini oluşturmuştur. İstiklal Harbi’nin gelişim sürecine paralel olarak çeşitli yollardan sağlanan büyüklü küçüklü teknelerle bir nakliye filosu kurulmuş ve bu filo, millî cepheleri harp boyunca bütün gücüyle desteklemiştir. İstiklal Harbi 1920 yılında ana çizgileriyle ortaya çıkmış ve kazanılan başarılardan sonra kesin zafere ulaşmak için Batı Cephesi’nin önem ve önceliği daha da artmış ve bunun neticesinde Karadeniz üzerinden silah, cephane ve her türlü malzemeyi ihtiva eden lojistik nakliyatı idame yaşamsal bir boyut kazanmıştır. Bu maksatla Karadeniz’de kaçak olarak bir deniz nakliyat teşkilatının meydana getirilmesi hayati bir harekât ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştır. 10 Temmuz 1920 günü Millî Müdafaa Vekâletine (Millî Savunma Bakanlığı) bağlı olarak “Umur-ı Bahriye Müdürlüğü” teşkil edilmiş ve bu kuruluşa, öncelikle Karadeniz’deki deniz nakliyatını tesis ve idame etme görevi verilmiştir. Ayrıca mevcut deniz teşkilleri de bu müdürlüğe bağlanmıştır. Bu kuruluş; mahalli tekneler ve gönüllüleri son derece başarılı bir şekilde örgütlemiş, düşman gemilerinin hareketlerini izlemek üzere güvenilir bir istihbarat ağı tesis etmiş ve bu nedenle lojistik nakliyat, en uygun zaman ve mekân koordinesi ile başarıyla sürdürülmüştür. Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, Rusya ile askerî malzeme yardımı konusunda anlaşma sağlamıştır. Bu maksatla, 21 Eylül 1920 tarihinde kurulan Trabzon Kaçakçı Müfrezesi, Millî Müdafaa Vekâletinin 26 Ekim 1920 tarihli talimatı ile Trabzon Nakliyat-ı Bahriye Müfreze Kumandanlığı adını almıştır. İstiklal Harbi’nin müteakip safhalarında Deniz Kuvvetlerine, özellikle de deniz nakliyatına olan ihtiyacın artması ve bu yönde kullanılan deniz vasıtalarının nitelik ve niceliğinin büyümesi sebebiyle “Umur-ı Bahriye Müdürlüğü” teşkilatı genişletilmiş ve bu müdürlük, 01 Mart 1921 tarihinde Millî Müdafaa Vekâletine bağlı olarak “Bahriye Dairesi Reisliği” adını almış; İzmit, Samsun, Amasra Bahriye Kumandanlıkları ile Trabzon Nakliyat-ı Bahriye Müfreze Kumandanlığı, Karadeniz Ereğli Nakliyat-ı Bahriye Kumandanlığı, Eğridir Gölü Bahriye Müfrezesi ve Fethiye Bahriye İhtiyat Grubu bu reislik emrine verilmiştir. Marmara Denizi’nde nakliyat faaliyetlerinin önem kazanması ve İzmit Körfezi’nin savunulması maksadıyla 28 Haziran 1921 günü İzmit Bahriye Kumandanlığı kurulmuştur. İzmit Bahriye Kumandanlığı bölgedeki deniz nakliyatını idame faaliyetlerinin yanı sıra, Birinci Dünya Harbi’nde tahrip edilmiş olan demir yolu köprülerini onararak kara nakliyatına da önemli katkılar sağlamıştır. Deniz subayları tarafından 01 Ocak 1921 tarihinde kurulmuş olan Samsun Bahriye Kumandanlığı ise daha ziyade diğer deniz birliklerinin er ihtiyacını karşılayacak çalışmalar yapmış ve bu birliklere eğitimli deniz erleri sevk etmiştir. Pontus Rum çetelerine karşı da büyük mücadeleler veren bu Komutanlık, 1929 yılında lağvedilmiştir. Amasra Bahriye Kumandanlığı: Karadeniz’in batı kısmında ve Boğaz bölgesinde düşman unsurlarına yönelik olarak öncelikle keşif gözetleme faaliyetleri icra etmiş, çıkan fırsatlardan istifade ile zaman zaman taarruzi roller üstlenmiştir. Karadeniz Ereğli Nakliyat-ı Bahriye Kumandanlığı, İstanbul-Akçakoca ve Trabzon-Akçakoca arasında yapılan deniz nakliyatını sevk ve idare etmek, aynı zamanda bölgesindeki nakliye gemi ve araçlarına lojistik destek ve üs kolaylıkları sağlamak üzere 17 Nisan 1921 tarihinde Ereğli’de kurulmuştur. Bu komutanlık, Batı Karadeniz’de nakledilen askerî malzemeye ilişkin kayıtları da tutmuş ve Bahriye Dairesi Reisliğine bu konuda günlük raporlar vermiştir. Ege ve Doğu Akdeniz bölgelerinde, 16 Mart 1921 tarihinde kurulmuş olan Fethiye Bahriye İhtiyat Grubu ile Liman Reislikleri, kıyı kontrolü, istihbarat toplama, nakliye ve sahil güvenlik görevleri icra etmişlerdir. Diğer taraftan, Eğridir Gölü Bahriye Müfrezesi ise Antalya’ya gelen askerî malzemenin Batı Cephesi’ne Eğridir Gölü üzerinden nakledilmesinde görev almıştır. Ülke çapındaki tüm bu lojistik destek faaliyetleri, Ankara’da ana karargâhı bulunan Bahriye Dairesinin üstün görev anlayışı ve titizlikle yaptığı planlamalar sayesinde başarı ile yürütülmüştür. Hem


Karadeniz’de hem de Marmara’da görev yapan nakliye gemileri, yaşlı ve düşük süratli olmalarına, tahkim edilmemiş üs ve limanlara istinaden harekât icra etmelerine ve korunmasız olarak seyir yapmalarına rağmen adetâ mucizeler yaratmış; üstün bir görev anlayışı, cesaret ve feragatle deniz nakliyatını sürdürmüştür. Millî Mücadele süresince Karadeniz’deki lojistik nakliyat faaliyetleri kapsamında, irili ufaklı 26 tekne ile toplam 300 bin ton malzeme Sovyetler Birliği’nin Karadeniz limanlarından Türk limanlarına taşınmış ve bu suretle Anadolu’daki cepheler desteklenmiştir. Ayrıca, düşmanın ağır baskı ve engellemelerine rağmen bir avuç kahraman denizcinin çabaları ile İstanbul’dan deniz yolu ile İnebolu, Samsun, Yalova, Karamürsel ve İzmit’e gizli ve kaçak yollarla cephane ve malzeme sevk edilmiş; bu girişimler Millî Kuvvetlerin hem direncini artırmış, hem de moral ve motivasyonunu en üst düzeye çıkarmıştır. Türk denizcileri, İstiklal Harbi’nde belki de harbin kaderini değiştiren stratejik nakliyatı başarıyla tesis ve idame etmenin haklı gururunu taşımakta, o dönemin kahramanlarını saygı ile anmaktadır. Tüm gemilerin büyük çaba ve fedakârlıklarının yanı sıra Alemdar römorkörünün kahramanlığı Türk denizciliğinin gurur abidelerinden birisini teşkil etmektedir. Alemdar, İstanbul’dan işgal kuvvetlerinin kontrolünden gemi kurtarma bahanesi ile Karadeniz Ereğli’ye kaçırılmış; Fransızlar daha sonra gemiyi yeniden kontrole alarak İstanbul’a geri götürme planları yaparlarken personel kahramanca gemiye el koyarak 09 Şubat 1921 günü Alemdar’ı Ereğli’de baştankara etmiştir. Daha sonra Alemdar, Trabzon’a intikal etmiş ve çok değerli hizmetlerde bulunmuştur. ATATÜRK, bu dönemdeki Deniz Kuvvetlerinin faaliyetini şöyle açıklamıştır: “Düşman ablukasına ve sahip olduğu kısıtlı deniz araçlarına rağmen Bahriyemizin mensupları Karadeniz’de birkaç gemi ile harikalar göstererek hiçbir şey kaybetmeksizin deniz nakliyatını sağlamak suretiyle teşekküre değer hizmetler yapmışlardır.” Millî Mücadele'de Hava Harekâtı Millî Mücadele Öncesinde Türk Hava Kuvvetleri Havacılık tarihinde ilk başarılı motorlu uçuşun gerçekleştiği 1903 yılından bir süre sonra 1909 yılında, Osmanlı Devleti’nde havacılıkla ilgili çalışmalara başlanmıştır. 1910 yılında Paris’te gerçekleşen Picardie Manevraları’na gözlemci olarak gönderilen kurmay heyetinde bulunan Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal (ATATÜRK), havacılıkla ilk kez burada tanışmıştır. Osmanlı Devleti’nde ilk askerî hava teşkilatı Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın direktifleriyle, 1911 yılında dünyanın önde gelen ülkeleriyle aynı yıllarda kurulmuştur. Bu tarih, Türk Hava Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. 1912 yılında Yeşilköy Tayyare Mektebinin kurulmasıyla Türk askerî havacılığı kendi tayyare mektebine ve havacılık merkezine kavuşmuştur. İlk Türk pilotu Yüzbaşı Mehmet Fesa (Evrensev) Fransa’da bulunan Bleriot Uçuş Okulunda öğrenimini başarıyla tamamlayarak Fransızların 780’inci, Türk ordusunun 1 numaralı brövesine sahip olmuştur (1912). Türk Hava Kuvvetleri kuruluşunu tamamlayamadan Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları’na katılmıştır. Uçağın dünyada hava harp harekâtına katılışı ilk kez İtalyanlar tarafından Trablusgarp Savaşı’nda gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti bu dönemde henüz uçağa ve pilota sahip değildi. Sonrasında Balkan Savaşları’na her açıdan yetersiz imkânlarla katılan hava unsurları, İkinci Balkan Savaşı’nda daha etkin rol almıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın başında yeterli uçak, pilot, teçhizat ve teknik donanım yoktur. Çeşitli modellerden olmak üzere elde yaklaşık on iki uçak bulunmaktaydı. Savaş süresince Almanlar tarafından ortalama üç yüz uçak ve havacı personel gönderilmiş; böylece Türk-Alman personelden oluşan tayyare bölükleri oluşturulmuştur. Ayrıca personeli sadece Almanlardan oluşan Alman Paşa Bölükleri vardı ki bu bölükler ortalama yüz elli uçakla görev yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı askerî hava teşkilatında çeşitli cephelerde olmak üzere on yedi tayyare bölüğü bulunmaktaydı. 30 Ekim 1918’de imzalanan ve Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren Mondros Ateşkes Antlaşması’nı takip eden günlerde Filistin’den çekilebilen hava unsurları Konya’da, Irak Cephesi’nden çekilen küçük bir hava bölüğü Elazığ’da ve önemli sayıda uçak malzemesi de İstanbul’da bulunan


Yeşilköy Tayyare Mektebinde toplanmıştı. Eldeki uçakların çok büyük bir bölümü kırık veya uçamaz durumdaydı. Genel olarak orduda olduğu gibi hava gücü de giderek sıkıntılı bir döneme girmiş, tüm uçuş ve eğitim faaliyetleri İtilaf devletleri tarafından kısıtlanmıştı. Mondros hükümlerinin uygulanmasıyla orduda terhis işlemleri yapılmaya başlanmış, Alman havacı personel ülkeden ayrılmış, Hava Kuvvetleri Genel Müfettişliğinin (Kuva-yı Havaîye Müfettişliği Umumiliğinin) kadroları boşalmış, sadece kâğıt üzerinde adı kalmıştı. Savaş süresince hem tayyare istasyonu hem de okul olarak kullanılmış olan Yeşilköy Tayyare İstasyonu mütareke döneminde işgal edilerek; buradaki uçak ve malzemeler ile personel Maltepe’ye nakledilmişti. Uçuşlar işgal güçleri tarafından yasaklandığından, kırk beş uçak ve malzemeler deniz yoluyla taşınmış, on yedi uçak Yeşilköy’de bırakılmıştı. Rasıt Yüzbaşı Hamdi (Çaypınar) Bey anılarında Yeşilköy Tayyare İstasyonu’nun durumunu şöyle açıklamıştır: “İtilaf devletleri İstanbul’a gelince üç gün içinde istasyonu boşaltarak kendilerine teslimini istediler. Tabi bu mümkün olmadı. Kışın şiddetle devam ettiği bir anda bütün malzeme istasyon dışına, karlar üzerine atıldı. Oradan sahile taşındı ve Maltepe’ye nakledildi. Boşaltma ve taşınmada tayyare ve malzemenin yarısı harap oldu ve hasara uğradı.” Maltepe’de birkaç küçük bina vardı ve malzemeler bunların içine üst üste yığılmış, bir kısmı da açık havada harap kalmış ve kullanılamayacak hâle gelmişti. İstasyonda uçuş yapabilme imkânı yoktu. Bakım ve onarım yeterince yapılamamıştı. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunan birlikleri tarafından işgali sırasında, Gaziemir Tayyare İstasyonu mevcut uçaklarla beraber Yunan birliklerinin eline geçmişti. Personelin bir bölümü esir edilmiş, bir kısmı İstanbul’a bir kısmı da Konya’ya gitmişti. İşgal altında bulunan İstanbul’da havacılar, Maltepe Tayyare Meydanı’nda gizlice hazırladıkları dört uçağı 6-7 Haziran 1920 tarihinde Anadolu’ya kaçırma girişiminde bulunmuş; ancak başarılı olamamışlardı. Vatansever pilotların Maltepe Meydanı’ndan gece uçaklarla kaçış teşebbüsü üzerine, Damat Ferit Paşa, olayı aynı gün İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetler temsilcisine bildirmiş, kaçan makinist, subay ve erler için “... İngiliz Deniz Kuvvetlerince İzmit Körfezi’nde Haydarpaşa’dan İzmit’e ve Karadeniz’de İstanbul Boğazı çıkışından Kandıra’ya kadarki bölgede dikkatli bulunulmasını rica ve bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim.” diye ifade etmiştir. Yakalanan personel hapsedilmiş, bazıları İstanbul’da dağılmış; kaçabilenler ikişer, üçer kişilik kafilelerle Anadolu’ya geçerek Millî Kuvvetlere katılmıştır. Maltepe’den kaçış girişimi üzerine 17 Haziran 1920 tarihinde Maltepe Tayyare Meydanı İngilizler tarafından bomba ile yakılıp yıkılmış; hangarlar, uçaklar ve teçhizat parçalanmıştır. İşte bu ortamda Kuva-yi Havaiye Müfettişliği 25 Haziran 1920’de Harbiye Nezaretinin emriyle lağvedilmiş; böylece Osmanlı dönemi askerî havacılığı sona ermiştir. Millî Mücadele’nin Başında Türk Hava Kuvvetleri Türk Hava Kuvvetlerinin ilk nüvesini, Anadolu’da toplanan pilot, rasıt, makinistlerle; Konya, Erzurum, Elazığ ve Diyarbakır’daki uçaklar teşkil etmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın başında Konya Tayyare İstasyonu, hava gücünün merkezi durumunda idi. Türk havacılar eldeki kırık dökük uçakların onarılmasına çalışmaktaydı. Ülkenin dış dünya ile bağlantısı olmadığından gerekli malzeme ve teçhizat sağlanamıyordu. Uçak onarımı konusunda uzman personel yoktu. Pilotların iki yıldan beri eğitimsiz olmaları yanında, yedek parça yokluğu nedeniyle hava harekâtının başlangıcında çok sayıda kaza ve kırım yapılmıştı. Uçakların gövde ve kanatları, yerli malı kaput bezleriyle kaplanıyordu. Gövde ve kanatlara kayganlık sağlamak için gerekli “emayit” malzemesi bulunmadığından havacı personel, patates kabuklarıyla koyun ve sığır ayaklarını kaynatarak elde ettikleri jelatinlere kola ve yumurta akı karıştırmak suretiyle “emayit” yapmayı başarmıştı. Ancak bu madde, yağışlı ve rutubetli havalarda gevşiyor ve uçuş güvenliğini tehlikeye atıyordu. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinin Ankara’da açılması nedeniyle halkın moralini yükseltmek ve psikolojik etki yaratmak amacıyla Ankara’ya bir tayyare müfrezesi gönderilmesi için emir verilmişti. Bu emirle Konya Tayyare İstasyonu’nda üç uçak hazırlanarak gönderilmiş; ancak tek AEG C-IV uçağı ile gösteri uçuşu yapılabilmiştir. Meclisin açılmasından sonra düzenli ve disiplinli orduların kurulması esas kabul edilmiş ve bu esas doğrultusunda Ankara Hükûmeti Millî Savunma Bakanlığının 13 Haziran 1920 tarihli emriyle,


Harbiye Dairesine bağlı olarak Hava Kuvvetleri (Kuva-yı Havaiye) Şubesi kurulmuştur. Bu teşkilat, Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının ilk hava kuvvetleri teşkilatını oluşturmaktadır. Yunan ordusu, 22-23 Haziran 1920’de Milne Hattı’ndan harekete geçerek ilerlemeye başlamıştı. Konya Tayyare İstasyonu’nda kısa zamanda üç uçak uçuşa hazır duruma getirilerek kurulan Kartal Müfrezesi, Yüzbaşı Fazıl’ın komutasında 1920 Temmuz ayı sonuna doğru Uşak’a gönderilmiştir. (Yüzbaşı Fazıl’ın arzu ve isteği üzerine bu müfrezeye “Kartal” ismi verilmiş, tayyarelerin gövdelerinin sağ ve sol yanlarına yağlı boya ile pençelerinde birer bomba taşıyan, uçar vaziyette kartal resimleri yapılmıştı. Bu Bölük daha sonra İkinci Tayyare Bölüğü olarak adlandırılmıştır.) Kartal Müfrezesi birkaç gün içinde uçakları hazırlayarak uçuşlarına başlamıştı. Böylece İstiklal Savaşı’nda Türk havacılığı, 23’üncü Tümen Komutanlığı emrinde olmak üzere Uşak Tayyare Meydanı’nda başlamış bulunuyordu. Bu arada Anadolu’daki Millî Kuvvetlerin kanun dışı ve asi olduğunu bildiren fetvaların etkisiyle 3 Ekim 1920’de Konya’da Bozkır İsyanı başlamıştı. Bu isyan kısa sürede büyümüş, Konya Tayyare İstasyonu’nda bir hava subayı şehit edilmiş, yirmi beş erin bir kısmı esir alınarak İstasyon yağmalanmıştı. İsyancılar çekildikten sonra Konya’da küçük bir depo bırakılmış, kalan malzemenin tamamı 1920 yılı sonunda Eskişehir’e taşınmıştır. Doğu Cephesi’nde Hava Harekâtı Millî Savunma Bakanlığının 14 Haziran 1920 tarihli emriyle lağvedilen Erzurum Tayyare İstasyonu’ndaki uçaklarla Horasan Müfrezesi adı verilen 15’inci Tayyare Bölüğü hazırlanarak 15’inci Kolordu emrine verilmişti. Bu bölük, Doğu Cephesi’nde Kâzım Karabekir Paşa komutasında, Ermeni askerî operasyonlarına karşı gerçekleştirilen harekâta katılarak keşif, bombardıman ve makineli tüfekle saldırı uçuşları gerçekleştirmiştir. Harekât sırasında düşmanın cephede av ve keşif olmak üzere iki uçağı görülmüşse de uçaklarımızla muharebeye girmekten kaçınmış ve Türk birlikleri üzerine gerçekleştirdikleri bombardımanın etkisi olmamıştır. Başarıyla sonuçlanan harekât sırasında, Horasan Müfrezesi, sahip olduğu üç uçakla hiçbir kırıma uğramamış ve 3 Aralık 1920 tarihinde Ermenistan ile imzalanan Gümrü Antlaşması’na kadar görev yapmıştır. Birinci İnönü Muharebesi’nde Hava Harekâtı (06-11 Ocak 1921) Türk ordusunun asıl kuvvetlerinin Kütahya ve Gediz bölgesinde asi Ethem’in çeteleriyle uğraşmalarından faydalanan Yunan birlikleri Bursa ve Uşak’tan harekete geçerek taarruz ettiler. Bu sırada Birinci Tayyare Bölüğü Eskişehir, İkinci Tayyare Bölüğü Afyonkarahisar’da bulunmaktaydı. Savaşın başında Birinci Tayyare Bölüğünde iki adet, İkinci Tayyare Bölüğünde ise bir faal uçak bulunuyordu. Bu uçaklarla havacılar savaş süresince keşif ve hava harekât görevleri icra etmiştir. Keşif bilgileri pilotlar tarafından uçuş dönüşünde telefonla anında Batı Cephesi Karargâhına bildirilmiştir. Uçak, personel, malzeme, akaryakıt yetersizliği ve kötü hava şartları gibi sorunlara rağmen havacılar karargâha önemli keşif raporları iletmiştir. Bu muharebeye katılmış olan Sivil Pilot Vecihi, Behçet, Rasıt Yüzbaşı Muhsin, Teğmen Sıtkı ve Üsteğmen Yusuf Kenan göstermiş oldukları başarılardan dolayı Batı Cephesi Komutanlığı tarafından para ile taltif edilmiştir. Birinci İnönü Savaşı’nın zaferle sonuçlanması, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin içte ve dışta tanınmasını ve kuvvet bulmasını sağlamış olmasından dolayı büyük bir öneme sahiptir. İkinci İnönü Muharebesi’nde Hava Harekâtı (23 Mart-1 Nisan 1921) Yunanların Birinci İnönü Savaşı'ndaki yenilgisinin ardından 23 Mart 1921 sabahı tekrar saldırıya geçmesiyle İkinci İnönü Muharebesi başlamıştır. Eskişehir'de konuşlu Birinci Tayyare Bölüğü, savaş süresince bazen bir bazen de iki av uçağı ile görev icra etmiştir. Afyon'da konuşlu İkinci Tayyare Bölüğünün elinde ise sadece bir adet sağlam durumda av uçağı bulunmaktaydı. Düşmanın ilerleyişi, savaş başlamadan önce yapılan keşif uçuşları ile izlenmiş, elde edilen bilgiler rapor edilmiştir. Sağlam durumdaki çok az uçakla havacılar, düşman cephesi üzerinde ve gerilerinde yapmış oldukları keşif görevlerinde Batı Cephesi Komutanlığına faydalı ve önemli bilgiler elde etmiştir. Ayrıca düşman kuvvetlerine karşı makineli tüfekle taarruz gerçekleştirmişlerdir. Bu arada, yedek malzemenin yokluğundan uçaklar sık sık arızalanmış, görev uçuşları sırasında uçak motorlarının durması nedeniyle, pilotlar süzülme uçuşu ile inmek


durumunda kalmıştır. Savaşta Sivil Pilot Vecihi (Hürkuş) keşif uçuşlarında gördüklerini, “Düşmanın şiddetli saldırıları karşısında, varlığını yurduna siper eden Türk gençleri, çok sevdiği bir şeyi, kendi gözünden kıskanır gibi dövüşüyor...” diyerek ifade etmiştir. Yunan ordusunun 23 Mart 1921’de başlayan taarruzu bir hafta sürmüş ve 30-31 Mart 1921’de Dumlupınar mevzilerine çekildikleri hava keşiflerinden anlaşılmıştır. 1 Nisan tarihinde yapılan keşif uçuşu sonrasında düşmanın geri çekilmekte olduğu bilgisi ve müjdesi, diğer bir ifadeyle Kurtuluş Savaşı’nın bu ikinci önemli zaferi, havacılarımız tarafından birliklerimize rapor edilmiştir. Yunan ordusu, İnönü Muharebeleri’nde uğradığı yenilgiden sonra, İngilizlerin teşvikiyle İtilaf devletleri karşısında sarsılan itibarını yeniden sağlamak ve Türk ordusu kuvvetlenmeden onu yenebilmek için her türlü askerî ve mali yardım alarak yapacakları yeni taarruzun hazırlıklarına başlamıştı. İkinci İnönü Muharebesi’nden sonra, Haziran 1921’de Güney Cephesi Komutanlığı lağvedilerek bütün kuvvetler Batı Cephesi Komutanlığına bağlanmıştı. Bu arada düşman hakkında bilgi toplamak amacıyla keşif uçuşları başlamıştı. Keşifler devam ederken bir yandan da Yunan keşif ve bombardıman uçaklarıyla hava muharebeleri yapılmaktaydı. Bu muharebelerde düşük teknik özellikleri olan Türk uçakları kendinden çok üstün olan düşman kuvvetlerine saldırmaktan çekinmemiştir. Yüzbaşı Fazıl, Albatros D.III uçağı ile Kütahya-Altıntaş bölgesinde yedi Yunan savaş uçağı ile karşılaşmıştır. Yunan uçaklarının dördü geri dönüp muharebeye katılmamış, geriye kalan üç uçak Yüzbaşı Fazıl’a saldırmıştır. Fakat Yüzbaşı Fazıl’ın kahramanca savunması karşısında Yunanlar, çareyi uçaklarının hızları sayesinde kaçmakta bulmuştur. Bu dönemde yetersiz uçak ve personel sıkıntısı gibi sorunlar nedeniyle 30 Haziran 1921 tarih ve Batı Cephesi Komutanlığının 1337 sayılı Emri ile Birinci ve İkinci Tayyare Bölükleri geçici olarak birleştirilmiştir. Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’nde Hava Harekâtı (10-24 Temmuz 1921) Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’nde Birinci ve İkinci Tayyare Bölüklerinin birleştirilmesi suretiyle görev yapan İkinci Tayyare Bölüğünün elinde iki keşif, üç av uçağı bulunmaktaydı. Muharebeler öncesinde yapılan keşif uçuşları, Yunan askerî yığınağının her gün biraz daha arttığını ve Yunan birliklerinin Bursa-İnegöl bölgesinde önemli bir hareket için hazırlandıklarını göstermekteydi. Yunan birlikleri, İkinci İnönü yenilgisinden sonra takviye edilmiş olarak10 Temmuz 1921’de harekete geçmiştir. Düşman kuvvetlerinin ilerlemesi üzerine, Türk ordusu daha uygun şartlarda muharebe etmek amacıyla Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmiştir. Bu kapsamda Kütahya’da bulunan İkinci Tayyare Bölüğü, Yüzbaşı Fazıl’ın emrinde önce Eskişehir’e sonra da Sarıköy’den Polatlı’ya, 12 Ağustos 1921 tarihinde de Malıköy’e çekilmiştir. Sakarya Meydan Muharebesi’nde Hava Harekâtı (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde 15-23 Ağustos 1921 tarihleri arasında Malıköy’de konuşlu İkinci Tayyare Bölüğü, sağlam durumdaki tek uçakla sekiz keşif uçuşu gerçekleştirmiştir. Keşifler sonucunda Sivrihisar güneyi ile Bellihisar arasında üç tümenden fazla Yunan kuvvetinin ilerlemekte olduğu tespit edilmiş, 21 ve 22 Ağustos tarihlerinde yapılan keşifler, düşmanın Sakarya’ya saldırıya geçmeye başladığını göstermiştir. Bu arada Kuşadası civarına mecburi iniş yapan ve “İsmet” adı verilen De Havilland Dh.9 tipi Yunan uçağı ele geçirilmiştir. Bu uçak tamir edilerek 23 Ağustos’ta Malıköy’e ulaşmıştır. Böylece Sakarya Meydan Muharebesi’ne iki uçakla katılan Türk hava gücü, on sekiz günde yaklaşık kırk sorti uçuş gerçekleştirmiştir. Uçakların bakımları gece fenerler ve çıraların ışığı altında yapılmış, onarılan uçaklar ertesi sabah uçuşa hazır hâle getirilmiştir. Sakarya’da düşmanın geri çekilme sürecinde yapılan sürekli hava keşifleriyle düşmanın durumu orduya bildirilmiş, bu bilgiler diğer istihbarat kaynakları ile karşılaştırılarak son kararlar verilmiştir. Bu savaşta Türk uçakları 120 km’ye ulaşan cephe hattında düşmanın hareketi, istikameti, yedekleri ve takviyelerin tespiti görevlerini başarıyla yerine getirmiştir. Mustafa Kemal (ATATÜRK) önderliğinde kazanılan Sakarya Zaferi, Türk milletinin azim ve cesaretinin bir sonucu olarak tarihteki yerini almıştır. Büyük Taarruz’da Hava Harekâtı (26 Ağustos 1922) Sakarya Zaferi’nden sonra düşmanın tamamen yurttan atılması amacıyla Türk ordusunun imkân ve kabiliyetlerini artırmak için hazırlıklara hız verilmişti. 1921 yılında dönemin şartlarına uygun olarak, Eskişehir’de Batı Cephesi Komutanlığına bağlı olarak görev yapacak olan Kuva-yi


Havaiye Müdüriyeti Umumiyesi (Hava Kuvvetleri Genel Müdürlüğü) kurulmuştu. 1922 yılında Hava Kuvvetlerinin teşkilatında yeni bir düzenlemeye gidilerek Hava Kuvvetleri Genel Müdürlüğü yerine Konya’da tümen yetkisine sahip Kuva-yi Havaiye Müfettişliği (Hava Kuvvetleri Müfettişliği) teşkil edilmiştir. Müfettişlik, lağvedilen genel müdürlük teşkilâtında olduğu gibi ikmal ve idare bakımından Millî Savunma Bakanlığına, harekât bakımından Genelkurmay Başkanlığı ile Garp Cephesi Komutanlığına bağlıydı. 22 Temmuz 1922 tarihli emirde Müfettişliğe Kurmay Yarbay Muzaffer (Ergüder) atanmıştır. Müfettişliğin Adana’da Tayyare Okulu, Konya’da Tayyare İstasyonu, Akşehir’de Cephe Tayyare Bölüğü bulunmaktaydı. Büyük Taarruz’un amacına ulaşması ve hazırlıkların tam bir gizlilik içinde yapılması için savaş öncesinde havacılarımız, düşman uçaklarını bölgeye yaklaştırmayarak onların keşif yapmalarını engellemiş; böylece Türk ordusunun hazırlıkları düşmanın gözünden gizlenmişti. Türk uçakları Yunan uçaklarıyla karşılaştıklarında, onları savaşmaya zorluyor ve kaçırıyordu. Bu etkili önleme sonucunda, dört Yunan uçağı cephe gerisine inmeye zorlanmış veya düşürülmüştür. Bu dönemde hava gücünün uçak, personel ve teçhizat bakımından etkinliği artırılmıştır. Son aylarda üzerine fotoğraf makinesi monte edilen Türk keşif uçakları havadan fotoğraf çekme imkânına kavuşmuştu. Taarruz öncesi yapılan keşif uçuşlarında toplam on bir Yunan tümeninin mevzilendiği, Yunan ordusunun Eskişehir, Afyon, Garipçe ve Uşak’ta birer uçak birliği bulunduğu tespit edilmiştir. Bu birliklerin her birinde dört veya beş adet av ve bombardıman tipi uçak olduğu görülmüştür. Bu keşifler bir tümen farkla (on Yunan tümeni) havacılarımızın mükemmel keşif yaptığını göstermekteydi. İki keşif uçağı Akşehir’de bırakılmak üzere Çay’a intikal etmiş bulunan Cephe Tayyare Bölüğü 25 Ağustos 1922 günü gecesi, Batı Cephesi Komutanlığından genel taarruzla ilgili şu emri almıştı: 1. 26 Ağustos 1922’den itibaren Büyük Taarruz başlayacaktır. 2. Yarın saat 06.00-08.00 arasında düşman ihtiyat gruplarının durumu tespit edilecek, aynı saatlerde Afyon’un güney mıntıkasındaki düşmanın durumu keşfedilecektir. 3. Av uçakları Afyon’un güney ve batısında devriye gezecek, düşmanın keşif yapması önlenecektir. Saat 10.00’da aynı görevler tekrarlanacaktır. 4. Seyitgazi mıntıkası ve Seyitgazi Döğer yolu da keşfedilecektir. Öğleden sonraki vazife ayrıca bildirilecektir. 25 Ağustos 1922 günü saat 21.00’de yazıldı. Batı Cephesi Komutanı İsmet Hava Kuvvetleri Müfettişi Muzaffer (Ergüder) hatıratında bu tarihî günü şöyle anlatmaktadır: “… 25 Ağustos 1922 akşam saat 21.00’den sonra uçak kuvvesi, yani harbe hazır uçakların cins ve adedi belli olmuştu. Evvelce tahmin edilenden bir noksanıyla on yedi uçak harbe hazırdı. Fakat elde o kadar pilot yoktu. Ancak icabında bir pilot birkaç sorti uçuş yapacaktı. Durum Cephe Komutanlığına arz olundu…” 26 Ağustos 1922 sabahı tan yeri ağarırken saat 04.30’da bütün cephede Türk topçusunun tanzim atışı başlamış ve 05.30’a kadar devam etmişti. Saat 05.30’dan sonra tahrip ateşine başlanmış ve Yunan birliklerinin üzerine tam anlamıyla baskın sağlanmıştı. Hava Kuvvetleri Müfettişi Muzaffer (Ergüder) Büyük Taarruz sabahını anılarında şöyle ifade etmektedir: “... On yedi tayyare uçuşa hazırlanmıştır. Durum, Cephe Komutanlığına arz olundu. Parlak hilalin tam ortasının ilerisine bir yıldız gelmiş ve bu şekil, hepimizin gözlerini saatlerce havaya çevirmişti. Sabah karanlığı... Her şey, herkes hazır... Gün ağarıyor... Her tayyarenin başında bir makinist, üç dört er bekliyor... ve her tayyare son bir kez daha gözden geçiriliyor... Cephede uğuldayan Türk topçusunun seslerine, bu mütevazı meydanda işlemeye başlayan tayyarelerin motor gürültüleri karışıyor, tayyarelerimiz birer birer havalanıyordu...” 26 Ağustos 1922’de hava görevi sabah gün ağarırken başlamış ve akşama kadar sürmüştür. On iki keşif uçuşu yapılmış, Türk av uçakları dört defa Yunan uçakları ile çatışmaya girmiştir. Üç Yunan uçağı kendi hatları gerisine kaçmaya mecbur edilmiş, birisi Türk hatlarına indirilmiş ve


uçak ele geçirilmiştir. Fazıl Bey tarafından zorunlu inişe zorlanan ve sonradan faal hâle getirilen bu uçağa “Garipçe” adı verilmişti. 27 Ağustos’ta yapılan keşif uçuşlarında Yunanların sağ kanadının çöktüğü tespit edilmiştir. 28 Ağustos 1922 tarihinde, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) tarafından havacılara; keşif, hava taarruzu ve beyanname atma görevi verilmişti. İki ayrı görevde keşif ve bombardıman yapılmıştır. Bu görevlerde 200 kg kadar bomba atılmıştır. Düşmana makineli tüfek ile taarruz edilmiştir. 28 Ağustos tarihinde Afyon düşmandan temizlendiğinden düşmanın daha yakından takibi için 29 Ağustos’ta Tayyare Bölüğünün Afyon’a intikali emredilmiştir. Böylece malzeme deposu, tamirhane ve bir kısım erler Akşehir’de, bir kısım malzeme ve erler Çay’da, uçaklar ve pilotlar Afyon’da bulunuyordu. Afyon’a intikalden önce Tayyare Bölük Komutanı Yüzbaşı Fazıl ve personeli Batı Cephesi Karargâhına çağrılmış, İsmet Paşa başta Bölük Komutanı olmak üzere tüm personeli tek tek kutlamıştır. İsmet Paşa, Yüzbaşı Fazıl’a; “Şu andan itibaren binbaşılığa terfi ettin. Mustafa Kemal Paşa da tebrik için seni bekliyor.” demiş ve Pilot Yüzbaşı Fazıl’ı, Başkomutan’a Binbaşı Fazıl olarak takdim etmiştir. Başkomutan Mustafa Kemal de Binbaşı Fazıl’ı tebrik etmiş, başarılı personelin bir üst rütbeye yükseltilmesi direktifini vermiştir. Binbaşı Fazıl’ın maiyetindeki başarılı Yüzbaşı Yahya da hemen binbaşılığa terfi ettirilmiştir. (Diğer pilot, rasıt ve havacı personel 31 Ağustos 1922 tarihinden geçerli olarak terfi etmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında 30 Ağustos günü “30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutlanmıştır.) 30 Ağustos 1922 tarihinde Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın zaman zaman ateş hattına girerek harekâtı bizzat yönettiği Başkomutan Meydan Muharebesi’nde, kuşatılan düşmanın büyük bir kısmı imha edilmişti ve Yunan ordusu düzensiz birlikler hâlinde İzmir’e doğru kaçmaya başlamıştı. 1 Eylül 1922 tarihinde Başkomutan Mustafa Kemal “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir.” diyerek Türk ordularına düşmanı takip emri vermişti. 1 Eylül’de Seyitgazi, Eskişehir, İnönü, Karaköy, Kütahya, Uşak bölgelerinde keşif uçuşları yapılmış, Yunan birlikleri bombalanmıştı. 1 Eylül 1922 tarihinde Uşak kurtarılmış, uçuşlarda, çekilen Yunan birliklerinin yaktığı Uşak’ın alevler içinde yandığı görülmüştür. Bu tarihte cephedeki Tayyare Bölüğünün ortalama on dokuz uçağı bulunuyor, bunların altı tanesi faal olarak savaşa katılıyordu. Aynı tarihte Batı Cephesi Komutanlığı, düşmanın yakından izlenebilmesi için bir uçak müfrezesinin Uşak’a intikalini emretti. Ancak henüz Çay’daki malzemeler Afyon’a taşınamamıştı. Yetersiz sayıdaki demir tekerlekli kamyonlarla nakliye yapılması ve yolların bozuk olması intikali zorlaştırmaktaydı. Cephe Tayyare Bölüğündeki on beş pilot ve rasıt Uşak’taki uçakları faal tutabilmek için makinist gibi çalışmaktaydı. 2 ve 3 Eylül tarihlerinde keşif uçuşları devam etmiştir. 4 Eylül tarihinde üç av, beş keşif uçağı Uşak Meydanı’na inmiş; ancak yer destek malzemeleri henüz Uşak’a ulaşmamıştı. Bu nedenle 6-7 Eylül 1922 günlerinde uçuş yapılamadı. 8 Eylül’de Türk ordusu İzmir’e ilerlerken Tayyare Bölüğüne Manisa-Nif bölgesinde Yunan birliklerinin durumunun tespit edilmesi bildirilmiş, dönüşte Cephe Tayyare Bölüğü Salihli yakınına intikal etmiştir. 9 Eylül 1922 günü sabah saat 10.00’da Türk ordusunun süvari birlikleri İzmir’e girmiştir. (İzmir’e giren ilk üç birlik komutanından biri olan Yüzbaşı Zeki (Doğan) Bey, 1944 yılında kurulan Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığının “ilk komutanı” olarak atanacaktır.) 14 Eylül 1922’de verilen emirle Sivil Pilot Vecihi’nin Gaziemir-İzmir Meydanı’na gitmesi, daha sonra gelecek uçaklar için meydanın hazırlanması emredildi. Sivil Pilot Vecihi gördüklerini anılarında şöyle ifade etmiştir: “… Gördüğüm meydan uçaklarla dolu idi. Biraz daha yaklaşınca bunların Yunan kokartlı olduklarını ve düzensiz bir şekilde bırakılmış bulunduklarını gördüm. Yunan pilotları uçarak kaçmak yerine sandalla kaçmayı tercih etmişlerdi.” Bu arada Afyon ve Uşak’ta Yunan hava birliklerinin bırakıp kaçtıkları malzemelerin tasnifi için personel yetişmiyordu. Bunlardan bazıları, üç adet Nieuport tipi avcı, De Havilland Dh.9 tipi bombardıman uçağı, 18.000 civarında bomba ve kırk ton benzin idi. Ayrıca Alsancak İstasyonu’nda otuz vagona yüklenmiş durumda birçok uçak gövdesi, kanat, emayit, kanat bezleri, kaplama tahtaları, lastik kablo, buji gibi yokluğu nedeniyle savaş süresince çok sıkıntı yaşanan malzemeler ele geçmişti.


Büyük Taarruz boyunca havacılar, düşmanın durumunu havadan adım adım takip ederek elde ettikleri bilgileri anında Başkomutanlığa ulaştırmıştır. Böylece havacılar, taarruzun planlandığı şekilde ve emniyetle sevk ve idare edilmesinde çok önemli bir rol oynamışlardır. Ülkede bulunmayan uçak benzini kısmen Rusya’dan kısmen de İtalya’dan güçlükle ve pahalı olarak sağlanmıştır. Her pilot, günde birkaç defa uçarak bir uçucu için olağanüstü gayreti göze alarak savaşa katılmıştır. Uçak, pilotun daha önce uçmadığı bir tip ise, arkadaşı ona uçağın özelliklerini anlatıyor ve pilot ilk uçuşunda göreve gidiyordu. Her uçucuya bir uçuş elbisesi, başlık ve gözlük verilemediğinden çoğunlukla pilotlar yünden örme bir başlık ve yün kazakla uçuşa gitmişlerdir. Tayyarelerde bomba nişangâhı yoktu. Pilot, tayyare içinde oturduğu yerin yanına alabildiği kadar bomba alıyor, bir düşman hedefi görünce bombayı elleri ile mesafeyi hesaplayarak aşağıya atıyordu. Uçuşları hava şartlarına göre düzenlemek için hava durumunu inceleyen meteoroloji teşkilatı yoktu. Meydanın bir kenarında bulunan direğin ucundaki rüzgâr tulumu rehber olmuş; onun gösterdiği istikamet rüzgârın yönünü, gerginlik derecesi rüzgârın süratini belirlemelerine yardımcı olmuştur. Büyük Taarruz’da Türk uçaklarının attığı beyannamelerle Yunan birliklerinde psikolojik baskı yaratılması amaçlanmıştır. Ağustos ayının son haftasında Cephe Tayyare Bölüğü ile birlikte bulunan Kuva-yi Havaiye Müfettişi, Büyük Taarruz ve Başkomutan Meydan Muharebesi’nde, Tayyare Bölüğünün harekât ve faaliyetlerini içine alan aşağıda özeti çıkarılmış 23 Eylül 1922 gün ve 1179 sayılı Rapor’u Millî Müdafaa Vekâletine sunmuştur; 1. Spad uçakları 25-26 Ağustos günleri hava üstünlüğü sağlamıştır. Düşman keşif uçakları keşfe devam edemediğinden harekâtımız örtülü kalmış ve kendi uçaklarımız mükemmel şekilde keşif yapmışlardır. 2. Keşif uçaklarımız, iki tarafın durumunu kusursuz olarak tespit etmiş ve umumi cephe hakkında çok faydalı bilgiler vermişlerdir. 3. Keşif uçaklarımız ilk düşman çekilmesi başladığı zaman Yunan tümenlerinin Eğret Köyü ve sonra da Uşak istikametinde, kuzey grubunun Eskişehir, Bozüyük genel istikametinde çekilişlerini ve bu bölgedeki birliklerimizin harekâtını tam olarak tespit etmek suretiyle Cephe Komutanlığına gerekli bilgileri vermiştir. 4. Çekilen düşman birliklerine tesirli bomba ve makineli tüfek taarruzları yapılmış ve bilhassa çekilmenin ilk günlerinde Uşak’ta bulunan düşman kollarına ağır kayıplar verdirilmiştir. 5. Harekât sırasında av uçaklarımız bir düşman uçağını düşürmüş, ikisini de inişe mecbur etmiştir. 6. Batı Cephesi’nde Garipçe’de ele geçirilen bir, Seydiköy’de (Gaziemir’de) üç Nieuport, üç De Havilland uçağı onarılmak suretiyle uçuşa hazır durumda Cephe Tayyare Bölüğüne verilmiş, bir eğitim uçağı da Adana Tayyare Okuluna gönderilmek üzere hazırlanmıştır. Bunlardan başka ele geçen gövde, kanat, motor ve malzemeden çok olup bunlardan keşif uçakları yapılacaktır. Uşak’ta 18.240 uçak bombası ele geçirilmiştir. 7. Harekât sırasında cephe uçaklarının ikmalini sağlamak için Afyonkarahisar’da bir harp tayyare istasyonu kurulmuştur. 8. Bölüğün harekât sırasında değişik sebeplerden dört uçağı kırılmış, üçü hemen onarılmıştır. Bölüğün bugünkü kuvveti, on altı uçak olup bunlardan iki bölüklü bir grup teşkil edilmesi Cephe Komutanlığına arz edilmiş; ayrıca Afyonkarahisar’da beş, Konya’da iki uçak uçuşa hazırlanmıştır. 9. Harekâtta ve özellikle uçakların ileri meydanlara intikalinde uçucular yer hizmetlerinin yerine getirilmesinde sıkıntı çekmektedirler. Bu sebeple malzeme ve yer hizmetlerinden sorumlu olacak kara birliklerinden tayyare bölüklerine katılması ile tayyare bölüklerinde bulunan on altı uçaktan iki bölüklü bir uçak grubu teşkili lüzumu, Genelkurmay Başkanlığına ve Batı Cephesi Komutanlığına arz olunmuştur. Hava Kuvvetleri Müfettişi Kurmay Yarbay Muzaffer


15 Eylül 1922’de Cephe Tayyare Bölüğü İzmir Seydiköy’de toplanmıştır. Kurtuluş Savaşı boyunca Türk ordusu üç, Yunan ordusu yirmi yedi uçak kaybetmiştir. Yunan ordusundan Türklerin eline yirmi iki faal uçak ele geçmiştir. ATATÜRK’ün önderliğinde Türk milletinin vatan sevgisi ile azim ve iradesinin bir zaferi olan Büyük Taarruz sonucunda Türk milleti bağımsızlığına kavuşmuştur. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Yunan ordusunun hava harekâtı sona ermiştir. Millî Mücadele’de Kullanılan Uçaklar Albatros C.III İki kişilik silahlı keşif ve bombardıman uçağıdır. Birinci Dünya Savaşı sonunda elde kalan son iki Albatros C-III uçağı, Konya Tayyare İstasyonu’nda onarılarak Kurtuluş Savaşı’nda, Fazıl Bey komutasındaki İkinci Tayyare Bölüğünde görev almıştır. 1921 yılında hizmet dışı kalmıştır. AEG C.IV İki kişilik silahlı keşif ve bombardıman uçağıdır. Son AEG C-IV uçağı, Konya Tayyare İstasyonu’nda onarılarak uçuşa verilmiştir. Bu uçak, emayitin yerine geçebilecek alternatif malzemenin geliştirilmesi çalışmalarında tecrübe uçağı olarak kullanılmıştır. Afyon’un düşman işgaline uğradığı sırada uçuşa hazır olmaması nedeniyle düşmanın eline geçmemesi için yakılarak imha edilmiştir. Albatros D.III Tek kişilik av uçağıdır. Birinci Dünya Savaşı sonunda elde kalan son iki uçaktan biri, Kurtuluş Savaşı sırasında Konya Tayyare İstasyonu’nda onarımı yapıldıktan sonra Fazıl Bey komutasındaki İkinci Uçak Bölüğünde görev yapmıştır. Sakarya Savaşı başında elde kalan tek faal durumdaki bu uçağın yan tarafına bomba atılmasını sağlayan teçhizat takılarak uçak av bombardıman görevlerinde kullanılmıştır. Fazıl Bey tarafından gerçekleştirilen bir keşif uçuşu sonrasında inişte hendeğe girerek kırım geçirmiş ve hizmet dışı kalmıştır. Bir diğeri 1922 yılına kadar eğitim uçağı olarak kullanılmıştır. Albatros D.V Tek kişilik av uçağıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Tayyare Bölüğünden geriye kalan iki uçak Konya Tayyare İstasyonu’nda tamir edilerek Birinci Tayyare Bölüğüne tahsis edilmiştir. DFW C.V İki kişilik silahlı keşif ve bombardıman uçağıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Tayyare Bölüğünden geriye kalan uçak, Konya Tayyare İstasyonu’nda tamir edilerek Kurtuluş Savaşı’nda görev yapmıştır. Gövde motor sehpasının onarımından sonra Sivil Pilot Vecihi (Hürkuş) tarafından yapılan tecrübe uçuşunda kırım geçirerek hizmet dışı kalmıştır. Rumpler C.IV İki kişilik silahlı keşif ve bombardıman uçağıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Paşa Bölüklerinden, geriye kalan uçak, Konya Tayyare İstasyonu’nda tamir edildikten sonra Ağustos 1920’de Birinci Tayyare Bölüğünde göreve başlamış, aynı yılın Eylül ayında mecburi iniş sonrası kırım geçirmiştir. Avro 504 K İki kişilik keşif ve eğitim uçağıdır. Afyon-Dumlupınar çarpışmaları sırasında kaybolan Yunan uçağı Aydın Çine’ye mecburi iniş yapmış ve ganimet olarak ele geçirilmiştir. “Çine” adı verilen bu uçak, Yüzbaşı Fazıl Bey tarafından Afyon’a getirilmiştir. Bir süre keşif görevlerinde kullanılan uçak, irtifa kabiliyetinin düşük olması nedeniyle Sivil Pilot İhya tarafından eğitim uçağı olarak kullanılmıştır. Afyon’da geçirdiği kırım sonrasında hizmet dışı kalmıştır. Diğer bir Avro 504 uçağı Büyük Taarruz sonrası Seydiköy Meydanı’nda ele geçirilmiş, 1923 yılı sonunda hizmet dışı bırakılmıştır.


Spad XIII C.1 Tek kişilik av uçağıdır. Yaklaşık yirmi uçak İtalyan silah tüccarından satın alınarak Türkiye’ye gönderilmiştir. Yüzbaşı Fazıl Bey, 26 Ağustos 1922 tarihinde bu uçaklardan biriyle bir Yunan uçağını vurmuş ve mecburi inişe zorlamıştır. Av ve av eğitim uçağı olarak kullanılan Spad XIII C.1 uçakları, Kurtuluş Savaşı sonrası dönemde de kullanılmıştır. Pfalz D.III Tek kişilik av uçağıdır. Alman Paşa Bölüklerinden kalan dört uçaktan iki tanesi Konya Tayyare İstasyonu’nda tamiri yapılarak Kurtuluş Savaşı’nda görev yapmıştır. Sivil Pilot Vecihi (Hürkuş) tarafından “Güzel Bursa” isimli Pfalz D.III uçağı ile 15 Ağustos 1920 tarihinde Kurtuluş Savaşı’nın ilk hava görevi gerçekleştirilmiştir. Vecihi (Hürkuş) Bey’in 10 Ağustos 1921’deki görev uçuşu sırasında uçak motorundan isabet almış ve iki cephe arasına zorunlu iniş yapmıştır. Bu uçak Sivil Pilot Vecihi (Hürkuş) tarafından düşman eline geçmemesi için yakılmıştır. Breguet XIV İki kişilik silahlı keşif ve bombardıman uçağıdır. 21 Eylül 1921 tarihinde Sakarya’nın Sarıköy ilçesine zorunlu iniş yapan Breguet XIV B.2 uçağı, ganimet olarak ele geçirilmiştir. “Sakarya” adı verilen uçak, İkinci Tayyare Bölüğünde görevlendirilmiş ve 22 Temmuz 1922 tarihinde girdiği hava muhaberesinde düşmüştür. Ayrıca 26 Ağustos 1922 tarihinde Yüzbaşı Fazıl Bey tarafından inişe zorlanan bir Breguet XIV A.2 uçağı onarılarak envantere alınmış ve bu uçağa da “Garipçe” adı verilmiştir. Yaklaşık otuz adet Breguet XIV A.2 ve Breguet XIV B.2 1928 yılına kadar envanterde yer almıştır. De Havilland Dh.9 İki kişilik silahlı keşif ve bombardıman uçağıdır. Envantere giren ilk De Havilland Dh.9, Sakarya Savaşı başında kaybolup Muğla civarına iniş yapan Yunan uçağının ele geçirilmesi ile elde edilmiştir. Sivil Pilot Vecihi (Hürkuş) ve Başmakinist Eşref Bey tarafından onarılarak Sakarya Cephesi’ne getirilmiştir. “İsmet” adı verilen bu uçak, keşif ve bombardıman uçağı olarak Sakarya Savaşı sırasında günde iki sorti uçarak büyük hizmette bulunmuştur. Büyük Taarruz’da da görev almıştır. 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’in kurtuluşundan sonra üç adet De Havilland Dh.9 uçağı, İzmir (Seydiköy) Meydanı’nda ele geçirilmiştir. FIAT R.2 İki kişilik silahlı keşif uçağıdır. Erzurumlu İş Adamı Nafiz (Kotan) Bey 1920 yılında Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek amacıyla iki adet FIAT R-2 (veya 1 Adet FIAT R-2, 1 Adet Ansaldo SVA-5) uçağını İtalya’dan satın alarak orduya hediye etmiştir. Uçaklara “Erzurumlu Nafiz 1” ve “Nafiz 2” isimleri verilmiştir. Birleştirilmiş Tayyare Bölüğünde görev yapan “Nafiz 2” uçağı Sivil Pilot Fehmi kumandasında Malıköy Meydanı’ndan kalkış yaparak başladığı keşif uçuşu sırasında 14 Ağustos 1921 tarihinde düşerek parçalanmıştır. “Nafiz 1” uçağı ise Sakarya Savaşı sırasında 18 Ağustos 1921 tarihinde çıktığı görev uçuşu sırasında motor arızası nedeniyle yanarak düşmüş ve Sivil Pilot Behçet ve Rasıt Yüzbaşı Süleyman Sırrı şehit olmuştur. Albatros C.XV İki kişilik silahlı keşif ve bombardıman uçağıdır. Kurtuluş Savaşı sırasında tayyare bölüklerinin takviyesi amacıyla yaklaşık yirmi adet Albatros C.XV tüm malzemeleri ile birlikte Almanya’dan satın alınmıştır. Uçaklar, Almanya’dan tren yolu ile Kırım’a, Kırım’dan deniz yolu ile Türkiye’ye getirilmiştir. Ancak ülkeye getirilirken yıprandıklarından sadece iki uçak faal hâle getirilebilmiştir. SAML/Aviatik B.I İki kişilik silahsız keşif ve eğitim uçağıdır. “Karga” adı verilen uçak 1921 yılında İtalya’dan keşif uçağı olarak satın alınmıştır. Düşük hızı ve yüksek irtifaya çıkamaması nedeniyle Kurtuluş Savaşı’ndan önce Adana’da, Konya’da ve Gaziemir’de eğitim uçağı olarak kullanılmıştır. 1923 yılında İtalya’dan altı adet SAML/ Aviatik B.1 alınmış, 1924 yılına kadar kullanılmıştır.


Gotha WD.XIII Gotha WD.XV Bu uçaklar, iki kişilik deniz keşif ve bombardıman uçağıdır. Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Haliç depolarına kaldırılan uçaklar kaçırılarak Amasra’ya getirilmiştir. Karadeniz’de faaliyet gösteren Yunan savaş gemilerinin kontrolü amacıyla bu uçaklarla Deniz Tayyare Bölüğü kurulmuştur. Uçaklar 1924 yılı sonuna kadar hizmette kalmıştır. *“Kurtuluş Savaşı’nda Hava Kuvvetleri” başlıklı bölümde kullanılan resimlerden bazıları anlatılan döneme ait olmayıp temsilî niteliktedir. Kaynaklar              

ARI, Kemal; Üçüncü Kılıç İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin, İzmir, Meta Basım Matbaacılık, 2012. Hürkuş, Vecihi; Bir Tayyarecinin Anıları, 1. Basım, Yayına Hazırlayanlar: Gönül Hürkuş Şarman ve Sevim Hürkuş Maxon, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000. Hürkuş, Vecihi; Havalarda 1915-1925, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1942. İlmen, Süreyya; Türkiye’de Tayyarecilik ve Balonculuk Tarihi, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1947. Kansu, Yavuz-Şensöz, Sermet-Öztuna, Yılmaz; En Eski Çağlardan 1. Dünya Savaşı’na Kadar Havacılık Tarihinde Türkler 1, Ankara, Hava Kuvvetleri Basım ve Neşriyatı Müdürlüğü, 1971. KAYMAKLI, Hulusi; Havacılık Tarihinde Türkler, C II, Ankara, Hava Basımevi ve Neşriyat Müdürlüğü, 2005. Keyüsk, Mazlum; Türk Havacılık Tarihi (1912-1914), C 1, Eskişehir, Uçuş Okulları Basımevi, 1950. Kural, Fethi; Kuruluş Yıllarında Türk Askerî Havacılığı Belgeleri 1909-1913, No. 624, Ankara, Hava Basımevi ve Neşriyat Müdürlüğü, 1974. Kurter, Ajun; Türk Hava Kuvvetleri Tarihi, C I, II, III, IV, V, Türk Hava Kuvvetleri, Ankara, 2009. Sarp, İrfan; Türk Hava Kuvvetlerinin Doğuş Yılları, İstanbul, 2010. Tanman, Sıtkı; Türk Havacılık Tarihi, İstiklal Harbi (1918-1923), Eskişehir, Hava Basımevi, 1953. Türk Hava Kuvvetleri Uçak Albümü (1911-2009); Ankara, Hava Basımevi ve Neşriyat Müdürlüğü, 2009. Türk Hava Kuvvetlerinin 100’üncü Yılı Uluslararası Tarih Sempozyumu (8-11 Şubat 2011); Ankara, Ayrıntı Basımevi, 2013. Türk İstiklal Harbi V. Cilt Deniz Cephesi ve Hava Harekâtı; Ankara, Gnkur. Basımevi, 1964.

Antlaşmalar/Konferanslar Paris Barış Konferansı (18 Ocak 1919) Mütarekeler döneminden iki buçuk ay kadar sonra, Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletleri Paris'te bir konferans yapmışlardır. Konferansın amacı, mağlup devletlerle yapılacak barışın şartlarını görüşmektir. Bunun için galip devletler öncelikle kendi aralarında uzlaşmayı gerekli görmüşlerdir. Konferansa 32 devlet katılmıştır. Fakat katılan her devlete aynı statü verilmemiştir. Büyük devletler, savaş kazançlarının azalacağı ve görüşmelerin çıkmaza gireceği endişesiyle, müttefikler, daha az müttefik olanlar ve ortaklar şeklinde galip devletleri üç kategoriye ayırmışlardır. Dolayısıyla bu devletlerin elde edecekleri pay da bu kategorileri ile uyumlu olacaktır. Konferansta hemen her konu ile ilgili kurullar oluşturulmuştur. Bunların sayısı elliyi aşıyordu. Meseleler önce bu kurullarda görüşülüyor, daha sonra Genel Kurul'da ele alınıyordu. Konferans süresince en etkin görünen ve adından sıkça söz edilen başlıca kurullar şunlardı: Onlar Konseyi: Beş büyük devletin (A.B.D., İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya) devlet ya da hükümet başkanlarıyla dışişleri bakanlarından oluşmakta idi. Bütün konularla ilgileniyor ve her meseleye ait esas prensipleri kararlaştırdıktan sonra, iş ikinci derecede komisyonlara havale ediliyordu. Adı


geçen beş devletin devlet ya da hükûmet başkanlarıyla dışişleri bakanlarının bir arada çalışmalarında güçlükler çıkınca 24 Mart 1919'dan itibaren konsey ikiye ayrılmıştır. Dörtler Konseyi: Japon başbakanı konferansa gelmediğinden diğer dört devlet ya da hükûmet başkanlarından oluşuyordu. Konferansta bazen İtalyanların dışlandığı oluyor, bu durumda Üçler Konseyi adını alıyordu. Mesela İzmir'in işgaline Üçler Konseyi karar vermiştir. Beşler Konseyi: Beş devletin dışişleri bakanlarından oluşuyordu. Konferansın genel gündemi ya da öncelikli konuları, Orta Avrupa Barışı, Manda Meselesi ve Türkiye Barışı idi. Öncelikle Almanya, sonra Avusturya barış antlaşmalarına ilk sırada yer verilmiş olmasına rağmen Türkiye ile ilgili konular daha ağırlıklı görünüyordu. Mağlup devletler için ayrı ayrı barış antlaşmaları hazırlandıktan sonra, ilgili devlet konferansa davet edilerek barış antlaşmasını imzalaması isteniyordu. Mağlup devletler bu metinde kendi lehlerinde ne kadar değişiklik yaptırabiliyorlarsa kâr sayıyorlardı. Açıkçası söz konusu antlaşmalarda, devletlerin karşılıklı olarak eşitliği prensibi görmezlikten gelinmiş ve bir oldu-bitti şeklinde antlaşma metinlerini imzalamak zorunda kalmışlardır. San Remo Konferansı (18-26 Nisan 1920) Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti'nin Mondros Mütarekesi'ni imzalamasının ardından, Müttefikler barış antlaşmasını gündeme getirmiştir. Uzun bir süre Müttefiklerle, Osmanlı Devleti arasında barış antlaşması imzalanamamıştı. Antlaşmanın gecikme sebepleri çeşitli nedenlere dayanmaktaydı. Öncelikle, Ocak1919'da Paris'te toplanan barış konferansının ilk işi, Müttefiklerin kamuoyunca, bir numaralı düşman görülen Almanya ile antlaşma yapmaktı. Galip ülkelerin kamuoyu öncelikle Alman meselesinin çözümünü istiyordu. İkinci sebep, Barış Konferansı en büyük güçlüğü, Türk antlaşmasını hazırlarken yaşamıştır. Balkanlar'a ve Boğazlara yeni bir statü vermek, azınlıkları kurtarmak, Osmanlı Devleti'ni parçalamak zor işlerdi. Bu yüzden Müttefik devletler Türk antlaşmasını hemen ele almaktan çekinmişlerdi. Üçüncü sebep, Müttefikler Osmanlı Devleti'nin mirasının paylaşılması konusunda kolayca anlaşamayacaklarını biliyorlardı. Osmanlı Devleti'nin mirasını paylaşırken aralarında çıkacak antlaşmazlıkları giderebilmek için, diğer problemlerden kurtulmuş bulunmayı uygun görüyorlardı. Son olarak, Müttefiklerin çalışma metotları gecikmelere yol açmıştır. Barış Konferansı Mart 1919'da, Suriye, Filistin ve Anadolu konularını yerinde inceletmek için bir komisyon kurmuştur. Öte yandan Müttefikler uzun süre, Amerika Birleşik Devletleri'nin Ermenistan, Çukurova, Boğazlar ve İstanbul'da birer manda idaresi önerisini kabul edeceğini düşünmüşlerdi. Oysa Amerika Birleşik Devletleri senatosu Avrupa ve Doğu meselelerine karışmayı istememiş ve manda tekliflerini reddetmişlerdi. Müttefikler bunu öğrenince başka bir formül bulmak için zaman kaybederken bu gecikme Türkiye'nin lehine olmuştur. İtilaf devletleri Osmanlı Devleti'ne imzalatacakları antlaşmanın maddelerini belirlemek amacıyla Paris Konferansı'nda bir araya gelmişler ama bir sonuç alamamışlardır. Bu sırada Anadolu'nun işgaline karşı Millî Mücadele'nin gittikçe güçlenmesi üzerine, Müttefik devletler, çalışmalarını hızlandırmıştır. Bu amaçla, 18-26 Nisan 1920 tarihleri arasında San Remo'da bir konferans düzenleyerek Osmanlı Devleti'nin mirasını paylaşmak için görüşmeye başlamışlardı. San Remo'da bir araya gelen Müttefik devletler konferansta, Türkiye hakkında karar verirken Türklerin görüşünü alma gereğini bile duymamışlardı. Türk yetkilileri nüfus istatistikleri vererek, iddiaların aksine İzmir, Adana, Trabzon, Erzurum, Trakya ve Doğu Anadolu'da nüfusun çoğunluğunun Türk olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. San Remo Konferansı'nda belirlenen ön barış şartlarına göre İngiltere, Irak ve Filistin'de; Fransa ise Suriye'de mandater olarak hak sahibi olacak; Güney ve Güneydoğu Anadolu içlerine kadar İtalyan nüfuz bölgeleri oluşturulacak; İngiltere'nin himayesinde bir Kürdistan devleti kurulacak ve Doğu Anadolu Ermenilere verilecekti. Ayrıca İzmir, Batı Trakya ve Doğu Trakya'nın büyük bir bölümü Yunanistan'a verilecek ve boğazlar uluslar arası bir komisyonun denetimine bırakılacaktı. Müttefik devletlerin, adil bir


antlaşma yapmaya niyetleri yoktu. İngiltere, Fransa ve İtalya başbakanları ile Japonya, Yunanistan ve Belçika temsilcilerinin katıldığı San Remo Konferansı'nda hazırlanan barış planı, büyük bir baskı altında tutulan Osmanlı Devleti'ne 11 Mayıs 1920 tarihinde sunulmuş ve bir ay içinde, görüşünü bildirmesi istenmişti. Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) Damat Ferit Paşa Hükûmetinin bakanlarından Cemil, Reşit ve Fahrettin Beylerden oluşan bir Osmanlı heyeti Ahmet Tevfik Paşa başkanlığında, San Remo kararlarını almak üzere 11 Mayıs 1920'de Paris'e doğru yola çıktı. Osmanlı heyetine sunulan San Remo kararları Tevfik Paşa tarafından İstanbul Hükûmetine ulaştırıldığında Yunanlar Batı cephesinde 22 Haziran 1920'de taarruza başlamışlardı. Yunan taarruzu kısa bir süre içinde öyle bir ilerleyişe ulaştı ki 7 Temmuz 1920'de Spa (Belçika) Konferansı'nda İngiliz başbakanı Lloyd George "Artık Türkiye bitti." dedi. Dolayısıyla umutların çok yoğun olduğu İtilaf cephesinde San Remo barış şartlarının yumuşatılması yolundaki talebin kabul edilmesine imkan yoktu ve Türk talepleri reddedildi ve Türklere 27 Temmuz 1920'ye kadar cevap verme süresi tanındı. Sevr Antlaşması, Maarif Nazırı Bağdatlı Hadi Paşa, Şura Saltanat Başkanı Rıza Tevfik ve Bern Sefiri Reşat Halis Beyler tarafından Paris'te 10 Ağustos 1920'de imzaladı. Osmanlı Devleti ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Ermenistan, Belçika, Hicaz, Polonya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı (Yugoslavya), Çekoslovakya devletleri arasında imzalanan 433 maddelik Sevr Antlaşması'na göre; 1. İstanbul Türklerde kalacak, ancak azınlıkların hakları gözetilmezse Türklerden geri alınacaktı. 2. İstanbul ve Çanakkale Boğazları savaşta ve barışta tüm dünya gemilerine açık tutulacak ve boğazların denetimi uluslar arası bir "Boğazlar Komisyonu" tarafından yönetilecekti. Bu komisyonun ayrı bayrağı, bütçesi ve özel bir polis gücü olacaktı. 3. Osmanlı gelirlerinin, Osmanlı savaş tazminatı ödeyebilecek duruma getirilebilmesi için uluslar arası bir "Mali Komisyon" oluşturulacaktı. Osmanlı bütçesi bile bu komisyona sunulacaktı. Komisyonun izni olmadan iç ve dış borçlanma yapılmayacaktı. Osmanlı gelirleri önce İtilaf askerlerinin giderlerine, daha sonra İtilaf devletlerinin mütareke süresince yaptıkları masraflara ve en sonunda Osmanlı ihtiyaçlarına harcanacaktı. Kapitülasyonlar tüm devletler için uygulanacaktı. Osmanlı'nın kara ve denizlerinden tüm devletler yararlanacaktı. Gümrükler Mali Komisyon'un denetiminde olacaktı ve Türk topraklarından geçen araçlardan vergi alınmayacaktı. 4. Sınırları İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcileri tarafından çizilecek olan İzmir Türklerde kalacak, ancak egemenlik hakkı Yunanların olacaktı ve Yunanlar şehri özel bir kurul aracılığıyla yönetecekti. Karadeniz'in kıyısında Midye'nin doğusundaki Podime'den, Marmara Denizi kıyısındaki Kalikratya'ya kadar uzanan çizginin batısında kalan topraklarla Bozcaada ve İmroz(Gökçeada) Yunanlara verilecekti. 5. Antlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren 6 ay içinde İstanbul'da toplanacak İngiltere, Fransa, İtalya temsilcilerinden oluşan bir kurul Fırat nehrinin doğusunda Ermenistan'ın güneyinde Suriye, Irak ve Türkiye arasında bir Kürt devleti oluşumunu saptayacaktı ve Osmanlı Devleti bu ilkeleri 3 ay içinde yürürlüğe koyacaktı. 6. Türkiye, Ermenistan'ı bağımsız bir devlet olarak tanıyacak ve bu ülkenin sınırlarını ABD Başkanı Wilson çizecekti. 7. Adana ve Maraş üzerinden Mardin'e kadar uzanan çizgi güney sınırımızı oluşturacak bu sınırın güneyinde kalan topraklarla, Suriye Fansızlara verilecekti. 8. Osmanlı ordusu jandarma gücü de dahil 50.700 kişi olacaktı ve ordunun ağır silahları bulunmayacaktı. 9. Türkiye'de yaşayan her topluluk bir dil, din ve mezhep özgürlüğünü kullanabilecek ve azınlıklar her dereceden okul açabilecekti.


10. Osmanlı Hükûmeti geçerli neden olmaksızın hiçbir ulusun araştırmacılarını kazı çalışmalarında bulunmaktan yoksun bırakamayacaktı. Sevr Antlaşması ile Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silindiği gibi, Türk topraklarının paylaşılmasıyla ilgili projelerde de son aşamaya gelinmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan antlaşmaların en ağırı olarak nitelenen Sevr Antlaşması ile İtilaf devletleri, Misakımillî'de yer alan ilkeleri tanımadıklarını ortaya koymuştur. Bütün bunlardan başka Sevr Antlaşması hem hukuken hem de fiilen ölü doğmuş bir antlaşmadır. Çünkü Türk milletinin direnişi karşısında uygulama safhasına geçememiştir. Herhangi bir parlemento onayından geçmediği için de hukuken ölü doğmuş bir antlaşmadır. Gümrü Antlaşması (3 Aralık 1920) Mondros Mütarekesi'nden sonra, büyük güçler Türkiye'nin geleceği üzerinde tartışmayı sürdürürken, Türk milleti kendi geleceğini belirlemek amacıyla Mustafa Kemal önderliğinde Millî Mücadele'yi başlatmıştı. Doğu Anadolu'da yaşayan Türk halkı da topraklarını savunmak üzere teşkilatlanmaya başlamıştı. Kuzeydoğu Anadolu'da bu amaca yönelik teşkilatlar kurulmuştur. "Millî Şûra" adı verilen bu kuruluşların en etkilisi Kars'ta gerçekleştirilmiştir. 17 Ocak 1919'da toplanan kongre Güney Batı Kafkas Geçici Millî Hükûmetini oluşturmuştur. 13 Şubat 1919'da Kars'a giren İngiliz kuvvetleri Kars'taki Millî Şûra'yı tanımış, fakat komutanlığın bu bölgeye Ermeni göçmenlerin getirilmesini ve vali olarak da bir Ermeni'nin atanmasını istemesi üzerine ilişkiler kopmuştur. Gelişmeleri takip eden 15'inci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa, İngilizlerin desteği ile Ermenilerin bölgede nüfuslarını artırmaya çalıştıkları ve idarenin Ermenilere verildiğini ifade ettikten sonra, Türklere zulüm ve baskı yapıldığını bildirmiştir. İngilizler önce şiddetli bir propagandaya tabi tuttukları Ermenileri Türk hedeflerine doğru yönlendirmişlerdi. İngilizlerin bu politikasının sebebi Mütareke şartlarını çiğnemeden Doğu Anadolu'yu ve Kafkasları nüfuz bölgelerine dahil etmekti. İngiliz subaylarının bazıları Ermeni gönüllü alaylarının başına geçerek Van, Bitlis, Erzurum, Kars ve Nahçıvan'a saldırılar düzenlemişlerdir. 24 Eylül 1920'de verilen emir gereğince, Doğu Anadolu'da Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusu birçok cephede saldırıya geçmiştir. 1920 Eylül'ünde Sarıkamış, 30 Ekim'de Kars, 7 Kasım'da da Gümrü Türk birlikleri tarafından geri alınmıştır. Doğu harekâtı boyunca Kâzım Karabekir Paşa'nın yanında bulunan yabancı gözlemciler Türk ordusunun, son derece medeni ve insani davrandıklarını, Ermenilere karşı olumsuz bir hareket içinde olmadıklarını ve intikam duygusu ile hareket etmediklerini belirtmişlerdir. Türk askerinin başarılı harekâtı sonucu fazla tutunamayan Ermeni Hükûmeti barışa yanaşmak zorunda kalmıştır. 3 Aralık 1920'de Gümrü Barış Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetince imzalanan bu, ilk antlaşma olması ve Misakımillî'nin doğu sınırlarını kısmen belirlemesi bakımından önemlidir. Antlaşmaya göre Sevr Antlaşması ile Ermenilere bırakılan Doğu illeri ve 1878 Berlin Antlaşması'yla Rusya'ya bırakılan Kars ve dolayları da Türkiye'ye bırakılıyordu. Ayrıca Ermeni Hükûmeti de Sevr Antlaşması'nın geçersiz olduğunu bu antlaşma ile kabul etmiş oluyordu. Londra Konferansı (21 Şubat-12 Mart 1921) Millî Mücadele liderlerinin doğuda Ermeniler ve batıda Eskişehir önlerinde İnönü mevzisinde Yunanlara karşı zafer kazanması dolayısıyla İtilaf devletleri Yunan ve Türk temsilcilerini Londra'da bir konferansa davet etti. Bu davetten İtilaf devletlerinin Sevr Barış Antlaşması'nda değişiklik yapmak istedikleri anlaşılıyordu. Londra Konferansı'nda önce Yunanlar, sonra da 23 Şubat'tan itibaren Türkler dinlenmiştir. İstanbul'u temsilen Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, 23 Şubat günü Türk tezini savunmak üzere sözü Ankara Hükûmeti temsilcisi Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey'e devretmiştir. Bekir Sami Bey, Londra Konferansı'nda savunduğu Türk tezini Misakımillî'ye göre yapmıştır. Buna göre, 1913 sınırının Trakya'da kabul edilmesi ve Batı Trakya'nın Türkiye'ye bırakılması, İzmir'in işgaline son verilmesi, İstanbul'dan yabancı askerlerin kuvvetlerinin çekilmesi, Boğazlarda Türk egemenliğinin tanınması gibi koşullar yani Misakımillî çerçevesinde tezler gündeme getirilmiştir. Görüşmeler neticesinde elle tutulur bir sonuç alınamamıştır. Çünkü, İtilaf devletleri Sevr'in özünden ayrılmayan ve Türklerin insanca ve hür olarak yaşamasına yönelik hiçbir teklifle gelmiyorlardı. Hatta, Yunanistan Sevr'in olduğu gibi kabul ettirilebileceğine dair müttefikleri ikna etmeye çalışıyordu. Nitekim, daha konferans başlamadan evvel İtilaf devletleri


komutanları ile Yunan kurmayları yaptıkları toplantılarda Türk'e kesin darbeyi vurmanın mümkün olup olamayacağını müzakere etmişler ve Yunanlar bunu yapabileceklerini söylemiş, Lloyd George da onları desteklemiş idi. Konferans öncesindeki bu tutumlar, İtilaf devletlerinin konferansı samimi bir barış niyetiyle toplamadıklarını açıkça göstermekteydi. Bekir Sami, Londra Konferansı'nda iki türlü görüşmelerde bulunmuştur. Birincisi Türk temsilcilerinin İtilaf devletleri ile yaptığı genel görüşmeler, ikincisi de Bekir Sami Bey'in İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla yaptığı ikili görüşmelerdir. İngiliz temsilcileriyle esir mübadelesi konusunda, Fransız Başbakanı Briand ile 11 Mart 1921 tarihli antlaşma ile Çukurova bölgesinde Fransızlara bazı siyasi ve iktisadi imtiyazlar konusunda ve İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza ile 12 Mart 1921'de İtalya'nın Batı ve Güney Anadolu'da ekonomik imtiyazlarını onaylayan antlaşmalar imzalaması Ankara Hükûmeti ve Mustafa Kemal tarafından büyük tepkiyle karşılanmış ve Ankara'ya dönüşünde Bekir Sami Bey Dışişleri Bakanlığından istifa etmek zorunda kalmıştır. Yerine Yusuf Kemal Bey geçmiştir. Her ne kadar Londra Konferansı, bir karar alamadan dağılmışsa da aslında Türkiye açısından bazı olumlu sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Her şeyden önce, ilk defa Ankara Hükûmeti, hukuki olarak tanınmış ve Misakımillî'nin dünya kamuoyuna duyurulması yönünden iyi bir fırsat olmuştu. Görünüşte de olsa İtilaf devletleri arasında Sevr Antlaşması'nın öyle kolayca uygulanamayacağı yönündeki şüpheler, daha belirgin hale gelmeye başlamış ve bu noktada Fransa ve İtalya ile İngiltere arasında bazı fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Öbür taraftan İstanbul Hükûmeti'nin o günlerdeki başı olan Tevfik Paşa'nın Ankara Hükûmeti lehindeki tavırları, Anadolu'da iki başlılıktan ziyade Ankara Hükûmeti'nin başı çekeceği bir birliğe doğru gidişin mesajlarını taşıyordu. Türk tarafına Sevr'i kabul ettiremeyen İtilaf devletleri, Yunanistan'ı tekrar destekleyerek saldırıya geçmesini sağlamışlar. Bu da İkinci İnönü Savaşı'na neden olmuştur. Moskova Antlaşması (16 Mart 1921) Sovyetler Birliği ile bir dostluk antlaşması imzalamak ve ihtiyaç duyulan para ve savaş malzemesini temin için Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey başkanlığında bir heyet, 11 Mayıs 1920'de Moskova'ya hareket etmiştir. Dostluk antlaşmasının şartları hazır olmasına rağmen, Sovyetler Birliği'nin Bitlis, Van ve Muş illerinin Ermenilere terk edilmesi ve Ermeni haklarını koruyan talepte bulunması nedeniyle antlaşma imzalanamamıştır. Fakat Sovyet Rusya ile diplomatik ilişki kesilmemiş, Sovyetler 1920 Ekim ayında Ankara'ya elçi göndermiş ve Ankara Hükûmeti de 14 Aralık 1920'de Ali Fuat Paşa başkanlığında Türk heyetini Moskova'ya yollamıştır. Türk elçilik heyeti ile Sovyet Rusya arasında yapılan görüşmeler sonucunda 16 Mart 1921'de Türkiye Sovyetler Birliği Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. 16 Mart 1921 tarihli Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin Batıya karşı durumunu kuvvetlendirmiştir. Moskova Antlaşması ile Sovyetler, Sevr Antlaşması'nı geçersiz sayıyor, Misakımillî'de belirtilen sınırlar içinde Türkiye'yi tanıyordu. Kars, Ardahan, Artvin Türkiye'ye, Batum Gürcistan'a, Nahçıvan Azerbaycan'a bırakılıyordu. Ayrıca Sovyet Rusya, Büyük Millet Meclisinin tanımayacağı hiçbir antlaşmayı tanımayacaktı. Bu antlaşmayla Türk-Rus sınırı çizilmiş ve Kapitülasyonların kaldırılması Sovyet Rusya tarafından kabul edilmişti. Moskova Antlaşması Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin dış politikada kazandığı bir zaferdir. Bu anlaşmayla Türkiye'nin doğu sınırı çizilmiştir. Sovyet Rusya'dan alınan mali ve askerî yardım Millî Mücadele'nin kazanılmasında ve her iki devletin ortak düşman kabul ettikleri Batılı devletlerle yapılan mücadelede önemli bir rol oynamıştır. Kars Antlaşması (13 Ekim 1921) Sovyet Rusya ile Türkiye arasında imzalanan Moskova Antlaşması'nın bir maddesinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri (Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan) ile Türkiye arasında da birer antlaşma imzalanması yazılı idi. Moskova Antlaşması'ndan sonra Sakarya Savaşı'nı izleyen günlerde 13 Ekim 1921'de Kars'ta Türkiye, Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması imzalanmıştır. Kars Antlaşması ile adı geçen devletler Moskova Antlaşması'nda belirlenen sınırları onaylamıştır. Ermeni meselesi denilen ve Ermeni ulusunun gerçek çıkarlarından çok sömürgeci devletlerin ekonomik çıkarlarına göre şekillenen bu mesele, Kars Antlaşması ile çözüm yolunu bulmuştur. Ankara Antlaşması (20 Ekim 1921)


Fransızlar, Ankara Hükûmeti ile ilk uzlaşma girişimlerini 29-30 Mayıs 1920'de imzaladıkları mütareke ile yapmışlardır. Ancak bu durum uzun sürmemiş ve özellikle Antep bölgesinde savaş devam etmiştir. Mart 1921'de Londra Konferansı'nın bir sonuç vermeden dağılması üzerine Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey Fransızlarla ikili bazı antlaşmalar imzalanmıştır. Ancak bu anlaşmalar Türkiye'nin tezine ters düştüğü için TBMM ve Hükûmeti tarafından kabul edilmemiştir. En sonunda Fransız Hükûmeti, eski bakanlardan Franklin Bouillon başkanlığındaki bir heyeti Ankara'ya göndermiştir ve heyet 13 Haziran 1921'de görüşmelerine başlamıştır. Ancak görüşmeler sırasında Franklin Bouillon tartışmalarını Sevr Antlaşması ve Bekir Sami-Briand arasında imzalanan antlaşma çerçevesinde yoğunlaştırırken, Türk heyeti Misakımillî'yi esas almaktaydı. Bu nedenle görüşmeler günlerce sürmüştür. İki devlet arasındaki anlaşma noktalarını belirlemek için zamana ihtiyaç olmuştur. Birinci ve İkinci İnönü Zaferleri'nden sonra, başarının, daha büyük bir zaferle pekiştirilmesi gerekiyordu. Başarılar, Sakarya Zaferi ile pekiştirilecek ve Sakarya Zaferi'nden 37 gün sonra antlaşma sağlanacaktı. Bu gelişmelerden sonra, Franklin Bouillon 20 Eylül 1921'de tekrar Ankara'ya gelmiş ve 24 Eylül 1921'de görüşmeler başlamıştır. Kapitülasyonlar kaldırılmadan ve Türkiye için tam bağımsızlık kabul edilmeden bir anlaşmanın mümkün olamayacağı kesin olarak ifade edilmiştir. Görüşmeler sonucunda 20 Ekim 1921'de on üç maddelik Ankara Antlaşması imzalandı. Ankara Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı öncesi kurulmuş bulunan İtilaf bloğu parçalanmıştır. Fransa'nın, Türkiye'yi ve Misakımillî'yi resmen tanıması, İngiltere'nin Doğu Akdeniz politikasını desteklemekten vazgeçtiğini göstermesi bakımından önemlidir. Yine Fransız desteğini yitiren Ermenilerin de Kilikya üzerindeki hayalleri sona ermiştir. Bu antlaşmanın siyasi yararlarının yanı sıra askerî bakımdan da yararları son derece önemlidir. Türkiye, Güney Cephesi'ni güvenceye almış ve buradaki askerlerini de Batı Cephesi'ne kaydırmıştır. Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922) Büyük Taarruz'un başarıyla sonuçlanmasından sonra Anadolu'da Yunan askeri kalmamış idi. Türk orduları bir taraftan İzmir'e girerken bir taraftan da Bursa'yı alarak Marmara kıyılarına dayanmıştı. Trakya ise halen işgal altındaydı. İngiltere Başbakanı Lloyd George Türklerin İstanbul ve Çanakkale'ye doğru harekata girişebileceklerinden endişeleniyordu. Hatta, Türklerle savaş sözünü bile telaffuz etmeye başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, bu gelişmeleri soğukkanlı ama kararlı bir politika içinde takip etmiştir. İtilaf devletleri Türk Hükûmeti ile mütareke yapmak istiyordu. Mütareke görüşmeleri sürerken İtilaf devletleri Dışişleri Bakanları imzasıyla 23 Eylül 1922 tarihli nota gelmiştir. Bu nota temel olarak, iki meseleyi kapsıyordu. Biri, askerî harekâtın durdurulması; diğeri, konferans ve barış ile ilgiliydi. Mustafa Kemal Paşa, 29 Eylül günü verdiği cevapta, Edirne dahil Meriç'e kadar Trakya'nın boşaltılması ve Türkiye'ye verilmesi şartıyla konferansa katılabileceklerini bildirmiştir. 1 Ekim'de de TBMM, İtilaf devletlerine bir nota göndererek; "Trakya'nın tek bir gün bile fazla olsa Yunan ordusu yönetimi altında bırakılması her türlü tehlikenin ve bütün Türkiye ahalisi acılarının kaynağı olması cihetiyle Trakya'nın Edirne de dahil olduğu halde Meriç batısına kadar hemen boşaltılması ve acele TBMM Hükûmeti'ne teslim edilmesi" şartıyla Türkiye'nin barıştan ve konferansın toplanmasından yana olduğunu bildirmiştir. Aynı notada konferansın 3 Ekim'de Mudanya'da toplanması önerilmiştir. mutabakat neticesinde konferans 3 Ekim Salı günü saat 15.00'te başlamıştır. Türkiye'yi Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa temsil etmiştir. Türk heyetinde Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım Paşa, Harekât Şube Müdürü Tevfik ve İstihbarat Şube Müdürü Tahsin Beyler de bulunuyordu. İngiliz delegesi General Harrington, Fransız delegesi General Charpy, İtalyan delegesi General Mon Belli idi. Yunan delegesi konferansa katılmamış Mudanya'da geldiği gemiden karaya çıkmayarak görüşlerini müttefik devletler temsilcilerine buradan yazılı olarak bildirmiştir. 3 Ekim günü başlayan görüşmeler 11 Ekim'e kadar çok çetin tartışmalarla geçmiştir. Bir ara görüşmeler kesilme tehlikesi atlatmıştır. General Harrington, donanmalarının ve ordularının güçlerinden bahsetmeye yani bir çeşit tehdide başlamış ancak Türk heyetinin General Harrington'a cevabı çok sert olmuştur. Türk heyetinin kararlığı karşısında görüşmeler 11 Ekim 1922'de Mudanya Ateşkes Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Özetle; 1. Türklerle Yunanlar arasındaki çatışmaya son verilecek,


2. On beş gün zarfında Trakya tahliye olunacak; bu tahliyeden itibaren otuz gün zarfında Trakya, Türk memurlarına devrolunacak, 3. Mütarekenin imzasını müteakip İstanbul ve Boğazlar Türk mülkî idaresine teslim olunacak. Ancak İstanbul ve Boğazlar'da bulunan İtilaf kuvvetleri, miktarları artırılmamak şartıyla, barış aktine kadar bırakılabileceklerdi. Bu Mütareke'ye göre, Trakya savaşsız alınmış oldu. Bu zamana kadar, Sevr'i kolaylıkla kabul ettirebileceklerini sanan İtilaf devletleri bu Mütareke ile kendileri için Sevr'in bir hayal olduğunu kabul etmiş oldular. Mudanya Mütarekesi, Türk İstiklal Savaşı'nın Türk zaferiyle sonuçlandığını gösteren ilk diplomatik ve siyasi belge olması bakımından fevkalâde önemlidir. Mütareke yurt içinde büyük coşkuyla karşılanmıştır. Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923) TBMM Hükûmeti, daha Mudanya Ateşkes Anlaşması görüşmeleri devam ederken İtilaf devletlerine verdiği bir nota ile barış konferansının 20 Ekim 1922'de İzmir'de toplanmasını teklif etmiştir. Ancak Müttefikler bu teklife sıcak bakmamışlar ve konferansla ilgili olarak kendi aralarındaki görüşmelere ağırlık vermişlerdir. Sonuçta barış konferansının 13 Kasım'da Lozan'da toplanması konusunda fikir birliğine varmışlar ve 27 Ekim 1922 tarihli bir nota ile de kararlarını hem TBMM Hükûmetine hem de İstanbul Hükûmetine bildirmişlerdir. 20 Kasım 1922'de İsviçre'nin Lozan kentinde başlayan barış görüşmelerine, bir tarafta Türkiye, diğer tarafta da İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya katılmıştır. Sovyetler Birliği, Gürcistan ve Ukrayna Boğazlar sorununun görüşüldüğü sırada konferansa katılmak üzere çağrılmışlardı. Bulgaristan Adalar Denizi'ne çıkış sorunu görüşüldüğü sırada konferansa katılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri ise konferansa bir gözlemci bulundurarak katılmıştır. İtilaf devletlerinin hem TBMM Hükûmetini hem de İstanbul Hükûmetini konferansa davet etmesi üzerine, İstanbul Hükûmeti Sadrazamı Tevfik Paşa TBMM'nin milletin tek temsilcisi olduğu gerçeğini görmezden gelerek barış görüşmelerine katılmak için çaba içerisine girmiştir. İstanbul Hükûmetinin elde edilen askerî ve siyasi zafere ortak olma girişimleri, Anadolu'da yeni bir Türk devleti kurulduğu gerçeğini görmezden gelmeleri saltanat kurumunun da varlığını tartışılır hale getirmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında iç ve dış koşulların uygun olmaması sebebiyle saltanata karşı doğrudan doğruya olumsuz bir tavır sergilemeyen, bununla birlikte saltanatın kaldırılması için uygun bir siyasal ortam bekleyen Mustafa Kemal Paşa, Mecliste Osmanlı Hükûmetine doğan tepki karşısında sorunun kökten çözümlenmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa'nın telkinleriyle Dr. Rıza Nur Bey ve arkadaşları saltanatın kaldırılmasına dair hazırladıkları teklifi Meclise sunmuşlardır. 1 Kasım 1922'de TBMM'de yapılan oylama ile saltanat kaldırılmış ve böylelikle zaten fiilen ortadan kalkmış olan Osmanlı Devleti'nin hukuken de varlığına son verilmiştir. Saltanatın kaldırılması ile barış görüşmelerinde Türk tarafını sadece TBMM Hükûmetinin temsil etmesi sağlanmıştır. TBMM Hükûmeti tarafından barış görüşmelerine katılacak heyet belirlenmiştir. Türk heyetinde baş delege İsmet (İnönü) Paşa, ikinci delege Dr. Rıza Nur ve diğer delege Hasan (Saka) Bey idi. Türk heyeti sadece bu isimlerden ibaret değildi. Bu isimlere ek olarak askerî, mali, iktisadi, hukuki alanlardaki danışmanlar grubu yer alıyordu. Konferansa katılırken İsmet Paşa'nın temel aldığı iki hareket noktası vardı: -Türkiye, kendisini konferans için çağrı yapan davetçi ülkeler kadar yetkili görüyordu.(Eşitlik ilkesi) -İtilaf devletleri Türk delegelerini, Birinci Dünya Savaşı'nın "mağlup" olan tarafı olarak görmeleri halinde, İsmet Paşa kendisini Millî Mücadele'nin "galip" devleti olarak görmeye devam edecek ödün vermeyecekti. Türk temsil heyetine, Güney sınırı, Doğu sınırı ve Doğu Trakya'nın Batı sınırı, adalar, Kapitülasyonlar, azınlıklar, Düyun-u Umumiye ve yabancı kurumlar konusunda taviz verilmemesi, ortaya çıkacak güçlüklerde, Bakanlar kurulundan talimat alınması, gerekirse görüşmelerin kesilmesi gibi, Misakımillî amaçlarına yönelik on dört maddelik bir direktif verilmişti. Barış Konferansı 20 Kasım 1922 tarihinde toplandı. Konferansın ilk gününde İsmet Paşa söz alarak Misakımillî kararlarından taviz verilmeyeceğini, Türkiye'nin tam bağımsızlığını sağlamakta


kararlı olduğunu vurgulamıştır. Konuşmasını; "çok ıstırap çektik, çok kan akıttık; bütün medeni milletler gibi hürriyet ve istiklal istiyoruz," sözleriyle tamamlamıştır. İtilaf devletleri temsilcileri bir iki hafta zarfında Barış Antlaşması'nın hazırlanabileceğini ümit ediyorlardı. Ancak, İsmet Paşa'nın Türk çıkarlarını ısrarla savunması karşısında görüşmeler sekiz ay devam etmiştir. Konferans başlar başlamaz İngiltere, Fransa ve İtalya başkanlıklarını yapacakları üç ayrı komisyonu hemen oluşturarak çalışmalarına başladı. Bu komisyonlar; 1. Birinci Komisyon, İngiliz delegesi Lord Curzon'un başkanlığında "Ülke ve Askerlik Komisyonu" adını taşıyordu ve Boğazlar rejimini ele aldı. 2. İkinci Komisyon, "Türkiye'de Yabancılar ve Azınlıklar Rejimi Komisyonu" adını taşıyordu ve başkanlığını İtalyan delegesi Garroni yapıyordu. 3. Üçüncü Komisyon, Fransız delegesi Barer tarafından yönetiliyor ve "Maliye ve İktisat Sorunları Komisyonu" adını taşıyordu. İngiltere'nin üzerinde ağırlıkla durduğu konular, Musul ve Boğazlar'ın statüsü meselesi idi. Fransa, borçlar, Kapitülasyonlar ve imtiyazlar, İtalya ise Kapitülasyonlar, adalar ve kabotaj meselelerine önem veriyordu. Türkiye için hiç de kolay olmayan koşullarda konferans devam etmiştir. 31 Ocak 1923 tarihinde de Barış Antlaşması tasarısı imzalanmak üzere Lord Curzon tarafından İsmet Paşa'ya verilmiştir. Tasarıda imzası bulunan devletlere göre, Türkiye'nin pek çok isteği kabul edilmişti. Barışın sağlanabilmesi için, Türkiye tasarıyı kabul etmeliydi. Ancak yeterli güvence sağlanamaz ise Türkiye'nin istediği gibi Kapitülasyonları kaldırmak mümkün olmayabilirdi. Türkiye, Lozan'da çok şey elde etmişti. Türkiye tutumunu iyi tartmalı ve çıkarlarını kuruntu ve varsayımlara feda etmemeliydi. Barışı geciktirmenin tehlikelerini düşünüp, ona göre hareket etmeliydi. Bu beklentiler karşısında, İsmet Paşa tasarıyı incelemek üzere bir hafta süre istedi. Lord Curzon süre istenmesini akla uygun bulmakla birlikte acele imzalanması gerektiğini bildiriyordu. Türkiye ya tasarıyı imzalayacak barış olacaktı, ya da imzalamayacak barış olmayacaktı. Bundan doğacak sonuçlara katlanmayı da göze alacaktı. Barış Antlaşması tasarısında Türkiye için kabul edilebilecek hükümlerin yanında kabul edilmesi imkansız maddeler de vardı. Bunların başında Doğu Anadolu'da Ermenilere toprak verilmesi ve Kapitülasyonlar'ın devam ettirilmesi konusu geliyordu. Bu yüzden 4 Şubat 1923 tarihinde Türk heyeti antlaşma tasarısını imzalamayı reddedip toplantıyı terk etti. Türk heyeti konferansın kesilmesi sorumluluğunu yüklenmemişti. Tüm sorumluluk, Türk görüşünü anlamamakta ısrar eden karşı tarafındı. Türk heyeti toplantıyı terk etmekle, sadece Müttefik devletlerin kararına direnmekle kalmamış, aynı zamanda zor ve baskıya boyun eğmeyeceğini de göstermişti. Lozan Konferansı'nın ikinci dönemi 23 Nisan 1923'te başlamıştır. Üç ay kadar devam eden toplantılarda, halledilemeyen meseleler üzerinde görüşmeler yapılmıştır. Konferans'ın ikinci döneminden Türkiye'ye her türlü zorluğu çıkaran Lord Curzon'un yerini, Rumbold almıştı. Fransızları da Türkiye'de görevli General Pelle temsil ediyordu. Konferans'ın yapısı askıda kalan sorunlara paralel olarak değişmişti. Siyasi sorunlar daha önce çözümlenmiş, geriye ekonomik ve mali işleri kapsayan konular kalmıştı. Bu konular üzerinde duracak kişilerin devlet adamlarından çok teknik uzmanlar olması gerekiyordu. Haftalar gelip geçiyor, konferans uzuyordu. Kimse savaş istemediği için her maddeye bir çözüm yolu aranıyordu. Sonunda İngiltere'nin geri adım atışı ile herkesi memnun edecek birtakım formüller bulunmuştur. Borç sorunu ileride yapılacak antlaşmalara bırakılmıştır. Tazminat isteklerinden vazgeçilmiştir. Kapitülasyonlar kaldırılacak, ekonomik konular Türk yasalarına göre ele alınacaktı. Sonuçta İsmet Paşa'nın ilk günden itibaren vurgulamaya çalıştığı taraflar arası eşitlik kuralına uygun olarak 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Antlaşma'yı 23 Ağustos 1923 tarihinde onaylamıştır. Lozan Antlaşması yeterli onay belgesi sayısına ulaşılması ile 6 Haziran 1924'te yürürlüğe girmiştir. Lozan Antlaşması, 5 kısımdan, 143 maddeden oluşmaktadır. 45 maddelik birinci kısım sınırlar, vatandaşlık ve azınlıklara ait hükümleri, 18 maddelik ikinci kısım mali hükümleri, 36 maddelik üçüncü kısım iktisadi hükümleri, 44 maddelik dördüncü ve beşinci kısımlar, taşıt yolları, sağlık işleri ve diğer konuları içine alıyordu. Barış Antlaşması'nın belli başlı maddeleri şöyleydi:


1. Lozan Antlaşması'nın birinci maddesine göre; Türkiye ile Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasındaki savaş durumu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren sona ermiş oluyordu. 2. Meriç nehrinin batısına dek Doğu Trakya, Türkiye'nin olacaktı. 3. Suriye sınırı, 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız Dostluk Antlaşması (Ankara İtilafnamesi) 'nın 8 nci maddesine göre düzenlenen sınır olacaktı. 4. Irak sınırının saptanması, antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonraki 9 aylık süreç içinde Türkiye ile İngiltere arasında görüşme yoluyla çözümlenecekti. 5. Imroz (Gökçeada), Bozcaada ve Tavşan Adaları Türkiye'ye; Sakız, Sisam, Midilli ve Nikarya Adaları ise Yunanistan'a bırakılıyordu. Ancak Yunanistan bu adalarda deniz üssü kuramayacak, tahkimat yapamayacak ve fazla asker bulunduramayacak ayrıca Anadolu kıyıları üzerinde uçak uçuramayacaktı. 6. Türkiye Libya'daki ayrıcalıklarından vazgeçiyordu. 7. 5 Kasım 1914'ten itibaren (İtilaf devletlerinin Osmanlı Devleti'ne savaş açtığı tarih) Kıbrıs'ın İngiltere tarafından ilhakı kabul ediliyordu. 8. Türkiye'de Kapitülasyonlar her bakımdan ve tümüyle kaldırılıyordu. 9. Ege Denizi'nde İtalya'nın işgali altında bulunan adalar İtalya'ya bırakılıyordu. 10. 5 Kasım 1914'ten itibaren Türkiye, Mısır ve Sudan üzerindeki tüm haklarından vazgeçiyordu. 11. Azınlık hakları karşılıklı eşitlik ilkesinden hareketle ve bu konudaki uluslar arası antlaşmalar gereğince çözümleniyordu. 12. Boğazlarda "Geçiş Serbestisi" ilke olarak kabul ediliyordu. Lozan Antlaşması, Türkiye'nin Mondros ve Sevr ile elinden alınmak istenen topraklarını ve bu topraklar üzerindeki Türk ulusunun istiklâlini geri getirdi ve millî sınırlar içinde yeni bir Türk devletinin varlığını sağladı. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı'nın galibi ve Almanya'ya, Avusturya'ya Bulgaristan'a istediklerini dikte ettirerek yaptırmış olan İtilaf devletlerini, bağımsızlık savaşında yenerek Misakımillî'yi ve istiklalini kabul ettirdi. Kaynaklar  AKŞİN, Sina; Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2006.  AKŞİN, Sina; İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, Cilt: I-II, Cem Yayınevi, İstanbul, 1992.  ALTAY, Fahrettin; On Yıl Savaş ve Sonrası (1912-1922), İnsel Yayınları, İstanbul, 1970.  ARI, Kemal; Birinci Dünya Savaşı Kronolojisi, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1997.  ARIKAN, Zeki; Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Basını (30 Ekim 1918 - 08 Eylül 1922), ATATÜRK Kültür Merkezi, Ankara, 1989.  ARMAOĞLU, Fahir; 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1984.  ATATÜRK, Kemal; Nutuk 1919-1927, Hazırlayan: Prof.Dr. Zeynep KORKMAZ, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2005.  ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri (Bugünkü Dille); ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2006.  ATATÜRK'ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri (Bugünkü Dille); ATATÜRK Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2006.  Atatürkçülük (Birinci Kitap); Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1983.  AYBARS, Ergün; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1995.  AYDEMİR Şevket Süreyya; Tek Adam: Mustafa Kemal, Cilt: II, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1964.  BAYUR, Hikmet; Türkiye Devletinin Dış Siyasası, İ.Ü. Yayınları, İstanbul, 1938.  BAYUR, Hikmet; ATATÜRK Hayatı ve Eseri, Ankara, Güven Basımevi, 1963.  BIYIKLIOĞLU, Tevfik; ATATÜRK Anadolu'da (1919-1921), Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara, 1959.  Birinci Dünya Harbi'nde Türk Harbi (Osmanlı İmparatorluğu'nun Siyasi ve Askerî Hazırlıkları ve Harbe Girişi); Cilt: 1, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 1991.


                              

Birinci Dünya Harbi'nde Türk Harbi Kafkas Cephesi 3'ncü Ordu Harekâtı; Cilt: II, Birinci Kitap, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1993. Birinci Dünya Harbi'nde Türk Harbi İran-Irak Cephesi; Cilt: III, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1979. Birinci Cihan Harbi'nde Türk Harbi 1916 Yılı Hareketleri; Cilt: III, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1965. Birinci Dünya Harbi'nde Türk Harbi Sina Filistin Cephesi; Cilt: V, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1979. Birinci Dünya Harbi'nde Türk Harbi Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı; Cilt:VI, 1914-1918, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1978. Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi (Haziran 1914-25 Nisan 1915); Cilt: V, I. Kitap, ATASE Yayınları, Ankara, 2012. Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi (25 Nisan 1915-04 Haziran 1915); Cilt: V, II. Kitap, ATASE Yayınları, Ankara, 2012. Birinci Dünya Savaşı'na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri; Cilt: I, ATASE Yayınları, Ankara, 2009. Birinci Dünya Savaşı'na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri; Cilt: II, ATASE Yayınları, Ankara, 2009. Birinci Dünya Savaşı'na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri; Cilt: III, ATASE Yayınları, Ankara, 2009. BOĞUŞOĞLU, Mahmut; Birinci Dünya Harbi'nde Türk Savaşları, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1990. CEBESOY, Ali Fuat; Millî Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul, 2000. ÇAKMAK, Fevzi; Birinci Dünya Savaşı'nda Doğu Cephesi, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 2005. ENGİNSOY, Cemal; "ATATÜRK Biyografisi'nden Sayfalar", ATATÜRK Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 9,11,12, Ankara, 1987-1988. ERİKAN, Celal; Komutan ATATÜRK, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1972. EROĞLU, Hamza; Türk Devrim Tarihi, A.İ.T.İ.A. Sosyal Faaliyetler ve Geliştirme Derneği Yayını, Ankara, 1972. EROĞLU, Hamza; ATATÜRK'ün Hayatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1986. GOLOĞLU, Mahmut; Millî Mücadele Tarihi, 1. Kitap, Erzurum Kongresi, Ankara, 1968. GOLOĞLU, Mahmut; Millî Mücadele Tarihi, 2. Kitap, Sivas Kongresi, Ankara, 1969. GÖKBİLGİN, Tayyip; Millî Mücadele Başlarken, Cilt: I-II, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1965. GÖRGÜLÜ, İsmet; Büyük Taarruz, ATASE Yayınları, Ankara, 1992. GUZE (Alman Yarbay); Birinci Dünya Savaşı'nda Kafkas Cephesi'ndeki Muharebeler, Çev.: Yarbay Hakkı (AKOĞUZ), Ankara, Genelkurmay Basımevi, 2007. GÜLER, Ali - AKGÜL, Suat; ATATÜRK'ün Düşünce Dünyası, Ocak Yayınevi, Ankara, 1998. GÜNEŞ, İhsan; Birinci TBMM'nin Düşünce Yapısı (1920-1923), Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1997. İLHAN, Suat; Harp Yönetimi ve ATATÜRK, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1987. İLHAN, Suat; ATATÜRK ve Askerlik (Düşünce ve Uygulamaları), ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1990. JAESCHKE, Gotthard; Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Mondros'tan Mudanya'ya Kadar (30 Ekim 1918 - 11 Ekim 1922), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1989. JAESCHKE, Gotthard; Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri (Çev.: Cemal Köprülü), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991. KANSU, Mazhar Müfit; Erzurum'dan Ölümüne Kadar ATATÜRK'le Beraber, Cilt: I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1966. KANSU, Mazhar Müfit; Erzurum'dan Ölümüne Kadar ATATÜRK'le Beraber, Cilt: II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1968. KARABEKİR, Kâzım; İstiklal Harbimizin Esasları, Sinan Yayınevi, İstanbul, 1951.


                           

KARAL, Enver Ziya; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi (1918-1965), İstanbul, Millî Eğitim Basımevi, 1973. KOCATÜRK, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı ATATÜRK Günlüğü, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2007. KİNROSS, Lord; Bir Milletin Yeniden Doğuşu (Çev.Necdet Sander), Altın Kitaplar, İstanbul, 1994. MANGO, Andrew; ATATÜRK, Remzi Yayınevi, İstanbul, 2004. MÜDERRİSOĞLU, Alptekin; Kurtuluş Savaşı'nın Mali Kaynakları, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1990. SARIHAN, Zeki; Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Cilt: I-IV, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993-1996. SELAHATTİN (Yarbay); Kafkas Cephesi'nde 10'uncu Kolordunun Birinci Dünya Savaşı'nın Başlangıcından Sarıkamış Muharebelerinin Sonuna Kadar Olan Harekâtı, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 2006. SELEK, Sabahattin; Millî Mücadele, Ulusal Kurtuluş Savaşı, Cilt: I-II, Örgün Yayınları, İstanbul, 1982. SONYEL, Salahi R.; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I : Mondros Bırakışmasından Büyük Millet Meclisi'nin Açılışına Kadar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995. SOYSAL, İsmail; Tarihçeleri, ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye'nin Siyasal Andlaşmaları, (1920-1945), Cilt I, TTK Basımevi, Ankara, 1983. ŞAPOLYO, Enver Behnan; Kemal ATATÜRK ve Millî Mücadele Tarihi, Üçüncü Baskı, Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul, 1958. TANSEL, Selahattin; ATATÜRK ve Kurtuluş Savaşı (1919-1922), Türkiye Vakıflar Bankası Yayını, Ankara, 1965. TEZER, Şükrü; ATATÜRK'ün Hatıra Defteri, Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999. TURAN, Şerafettin; Türk Devrim Tarihi: Ulusal Direnişten Türkiye Cumhuriyeti'ne, Cilt: II, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992. Türk İstiklal Harbi; I. Cilt, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1962. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), I. Kısım, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1963. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), 2. Kısım, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1965. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), 3. Kısım: Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1966. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), 4. Kısım, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmi Yayınları, Ankara, 1974. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), 5. Kısım, I. Kitap, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1972. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), 5. Kısım, II. Kitap, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1973. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), 6. Kısım, I. Kitap, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1967. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), 6. Kısım, II. Kitap, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1968. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), 6. Kısım, III. Kitap, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1969. Türk İstiklal Harbi; II. Cilt (Batı Cephesi), 6. Kısım, IV. Kitap, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1969. Türk İstiklal Harbi; III. Cilt (Doğu Cephesi), Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1965. Türk İstiklal Harbi; IV. Cilt (Güney Cephesi), Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Ankara, 1966. Türk İstiklal Harbi'ne Katılan Alay ve Tugay Komutanlarının Biyografileri; Cilt: I, ATASE Yayınları, Ankara, 2010.


   

Türk İstiklal Harbi'ne Katılan Alay ve Tugay Komutanlarının Biyografileri; Cilt: II, ATASE Yayınları, Ankara, 2010. Türk İstiklal Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri; Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1989. Türk İstiklal Savaşı'ndan Sakarya'dan Mudanya'ya; ATASE Yayınları, Ankara, 2007. TÜRKMEN, Zekeriya; Mütareke Döneminde Ordunun Durumu ve Yeniden Yapılanması (1918-1920), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2001.

CUMHURİYET DÖNEMİ Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra barış görüşmeleri başlamıştı. Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ni (Mudanya Görüşmeleri'nde olduğu gibi) İsmet (İnönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, ekonomik alanda Osmanlı Devleti’nden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülasyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi alanında kazanılan bu sonuç gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma ATATÜRK'ün ifadesiyle "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika" idi. "Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseri idi." 13 Ekim 1923'te Ankara, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile Türkiye Devleti'nin Hükûmet Merkezi oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilanı gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923'te TBMM tarafından kabul edilen Anayasa değişikliği ile Cumhuriyet ilan olundu. Bu sonucu takiben Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Cumhuriyet'in ilanı ile gerçekleşen bu büyük siyasi inkılabın yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak düzenlenmesi gerekiyordu. Böyle bir anlayış içinde halifeli Cumhuriyet söz konusu olamazdı. Bu sebeple 3 Mart 1924'te artık hiçbir lüzumu kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş hâlini almış bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı. Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılaplar birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılapları yapıldı. Halkı uyuşukluğa sevk ederek her türlü hayat enerjisini yok eden tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. Laik devlet prensibi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medeni Kanunu'yla beraber birçok yeni kanunlar kabul edildi. İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen Cumhuriyet okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, laik ve millî bir yol takip edildi. ATATÜRK'ün en büyük eserlerinden biri olan Harf İnkılabı meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Latin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversitede de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona çağdaş bir görünüm kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslararası takvim, saat,rakam ve ölçüler kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapılarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik hareketlere önem verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak, bir iktisat kongresi toplanarak, memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Zirai faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan bütün bu inkılaplara "ATATÜRK inkılapları" adı verildi. Mustafa Kemal Paşa, inkılapların büyük kısmını başardıktan sonra Türk bağımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye'nin kuruluşunu anlatan Büyük Nutuk'u yazdı. Bunu 1927 yılında, Parti Kongresi'nde altı gün devam eden büyüleyici hitabetiyle okudu. Değerli tahlil ve tenkitlerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yer aldı.


Büyük Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa dolaşarak halka inkılapların ve yeni Türk Devleti'nin ideolojisini anlattı. 1934 senesinde Meclis, özel bir kanunla kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi.

KAYNAKLAR      

Başlangıçtan Günümüze Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Editör: Prof.Dr.Temuçin Faik ERTAN, Siyasal Kitapevi, Ankara, 2011. EROĞLU, Hamza; Türk Devrim Tarihi, A.İ.T.İ.A., Sosyal Faaliyetler ve Geliştirme Derneği Yayını, Ankara, 1972. KOCATÜRK, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı ATATÜRK Günlüğü, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2007. KOCATÜRK, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı ATATÜRK Günlüğü, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2007. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Cilt I, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2000. TURAN, Şerafettin; Türk Devrim Tarihi: Yeni Türkiye’nin Oluşumu (1923-1938), 3. Kitap (Birinci Bölüm), Ankara, 1995.

ATATÜRK'ün Vefatı Bütün hayatı mücadele içinde geçen ATATÜRK’ün 1937 yılının sonlarına doğru sağlığı bozulmaya başlamıştı. Buna rağmen o dönemde yoğun bir biçimde bitmeyen bir heyecanla Hatay'ın ana vatana dahil olması için çalıştı. Kendisinde mevcut karaciğer kifayetsizliği Ocak 1938'de daha da belirginleşti. Büyük Önder son günlerini İstanbul’da sürekli doktorların gözetiminde geçirdi. 10 Kasım 1938 Perşembe günü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini kapadı. Ölümü bütün dünyada derin akisler yaptı ve büyük üzüntü yarattı. ATATÜRK’ün vefatı, müdavim tabipleri Prof. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Mim Kemal Öke ve Dr. Nihad Reşat beyler ile müşavir tabipler Prof. Akil Muhtar Özden, Prof. Hayrullah Diker, Prof. Süreyya H. Serter, Dr. Kamil Berk ve Dr. Abravaya Marmaralı tarafından yazılan şu raporla tespit edildi: “Reisicumhur ATATÜRK’ün umumî hâllerindeki vehamet dün gece saat 24’te neşir edilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 İkinciteşrin 1938 Perşembe sabahı saat dokuzu beş geçe büyük şefimiz derin koma içinde terki hayat etmişlerdir. 10 İkinciteşrin 1938.” ATATÜRK'ün naaşı, Dolmabahçe Sarayı salonunda özel bir katafalka yerleştirildi. Türk bayrağına sarılı ve başında silâh arkadaşlarının nöbet tuttuğu mukaddes tabut, üç gün müddetle milletin ziyaretine bırakıldı. Cenazenin Ankara'ya nakil işlemi 19 Kasım Cumartesi günü yapılacaktı. Nakil hazırlıkları bugüne kadar sürdürüldü. ATATÜRK’ün naaşı Dolmabahçe’den çıkarılmadan hemen önce, Ord. Prof. Şerefettin Yaltkaya tarafından cenaze namazı kıldırıldı. Kortej, Galata Köprüsü’nü geçecek, tabut Sarayburnu rıhtımına yanaşmış Zafer torpidosuna, oradan Yavuz zırhlısına çıkarılacaktı. Daha sabahın ilk ışıklarından itibaren çok sayıda vatandaş güzergâhı doldurmuş bulunuyordu. ATATÜRK’ün naaşı, 20 Kasım'da Ankara'ya getirildi. Cenazeyi Ankara garında başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Meclis Reisi Abdülhalik Renda, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, bakanlar, milletvekilleri, komutanlar olmak üzere protokolde bulunan bütün zevat karşılamıştır. Başbakan Celal Bayar, beyaz trende, tabutun arkasındaki vagonda ATATÜRK’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak ve bazı eski arkadaşları ile beraber İstanbul’dan gelenler arasında idi. Türk bayrağına sarılı tabut, istasyondan Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde hazırlanan katafalka konulur. Halkın ziyareti başlar. Burada komutanlar ve silâh arkadaşları tarafından tutulan saygı nöbeti, 20 Kasım 1938 Pazar günü saat 10.30’da başlamış, 21 Kasım 1938 Pazartesi törenin başlayacağı 09.00 saatine kadar devam etmiştir. Her rütbeden 6 subayın yer aldığı 45 “nöbet postası” ile bu saygı nöbeti gerçekleştirilmiştir. 21 Kasım'da büyük törenle Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrine kondu. Cenaze törenine bütün dünya devletleri özel temsilciler gönderdi. Çanakkale'de ve diğer muharebelerde ona karşı


savaşmış yabancı generaller törende bilhassa dikkati çekiyordu. ATATÜRK’ün naaşı, 10 Kasım 1953 tarihinde yapılan büyük bir devlet töreni ile Etnografya Müzesi’ndeki muvakkat (geçici) kabirden alınarak; Anıtkabir’deki ebedî istirahatgâhına tevdi edildi. Anıtkabir’e nakil törenine Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, İsmet İnönü, TBMM Başkanı Şükrü Saraçoğlu ve ATATÜRK’ün kız kardeşi Makbule Atadan hanımefendi başta olmak üzere; bütün mülkî ve askerî erkân ile kalabalık bir halk topluluğu katıldı. Kortej, Opera, Ulus, TBMM, Gar, Tandoğan meydanı güzergâhını takiben Anıtkabir’e ulaştı. Burada yapılan törende Cumhurbaşkanı Celal Bayar çok duygulu bir konuşma yaptı. Töreni milyonlarca insan radyodan yapılan naklen yayından dinledi. ATATÜRK’ün naaşı, şeref holünde tek parça mermerden yapılan mozolenin tam altında yer alan sekizgen odanın içinde hazırlanan mezarda, İslâmî kaidelere uygun olarak, dualarla “vatan toprağı”na defnedildi. O zaman altmış yedi olan bütün vilâyetler ile Kıbrıs’tan getirilen ve harmanlanan vatan toprağı büyük ATA’sını kucakladı. Bugün bu vilâyet toprakları ile sonradan vilâyet olan yerlerden getirilen toprakların numuneleri birer vazo içerisinde, ATATÜRK’ün mezarının etrafını süslemektedir. KAYNAKLAR   

KOCATÜRK, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı ATATÜRK Günlüğü, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2007. LEVENTOĞLU, Mazhar; ATATÜRK’ün Vasiyeti, Bahar Matbaası, İstanbul, 1968. SOYAK, Hasan Rıza; ATATÜRK’ten Hatıralar II, İstanbul, 1973.

ATATÜRK'ün Konuşma ve Mesajları ATATÜRK'ün Gençliğe Hitabesi Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Ankara, 1927 ATATÜRK'ün Onuncu Yıl Nutku Türk milleti! Kurtuluş Şavaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim. Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli


ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz; çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır. Büyük Türk milleti! On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk milleti! Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türk'üm diyene! ATATÜRK'ÜN ORDUYA MESAJI Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk ordusu! Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet'in bugünkü feyizli devrinde de, askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun hâlde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur. Bugün, Cumhuriyet'in on beşinci yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum. Türk vatanının ve Türk camiasının şan ve şerefini, dâhilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam inanç ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlar ile bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragati nefs ve istihkarî hayat ile her türlü vazifeyi ifaya muhayya olduğuna eminim. Bu kanaatle Kara, Deniz ve Hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün ulus muvacehesinde beyan ederim. Cumhuriyet Bayramı'nın on beşinci yıl dönümü hakkınızda kutlu olsun! ATATÜRK'ün Meclis Açılış Konuşmaları I. DÖNEM 24 Nisan 1920 Tarihli Konuşması


Sayın milletvekilleri! Bu gün içinde bulunduğumuz durumu büyük Meclisinizin huzurunda tam olarak ortaya koyabilmek için bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Arz edeceğim konular birkaç bölüme ayrılabilir: Birinci bölüm, Ateşkesten Erzurum Kongresine kadar geçen süre içindeki durumla ilgilidir. İkinci bölüm, Erzurum Kongresinden 16 Mart tarihinde İstanbul'un düşmanlar tarafından işgal edildiği güne kadar olan süreyi içine almaktadır. Üçüncü bölüm, ise 16 Mart’tan şu dakikaya kadar olan durumla ilgili olacaktır. Açıklamalarım birtakım belgelere dayanacaktır. İzninizle o belgeleri gerektikçe burada okuyacağım. Yalnız birinci dönem ile ilgili açıklamalarım belki biraz şahsi olacaktır. İçinde bulunduğumuz durumu bütünüyle aydınlatabilmek için o dönemden söz etmeyi gerekli buluyorum. Yüce makamlarınızca da bilindiği gibi, Ahmet İzzet Paşa Hükûmeti, millî temele dayanan adil bir barışı sağlayabilmek umudu ile ateşkes istedi. Bağımsızlığı uğrunda dürüst ve cesur bir biçimde savaşan ulusumuz, 30 Ekim 1918 tarihinde imza edilen ateşkes antlaşması ile silahını elinden bıraktı. İtilaf donanmaları İstanbul'a girdikten sonra ateşkes antlaşmasının hükümleri bir tarafa bırakıldı; gün geçtikçe artan bir şiddetle, saltanat hakları, hükümetin gururu, millî onurumuz hiçe sayıldı. İtilaf heyetinden gördükleri özendirme ve koruma sayesinde Osmanlı uyruğundaki Müslüman olmayan unsurlar her yerde küstahça saldırılara başladılar. Meclis-i Mebusan'ın feshi, kuvvetini milletten almayan hükûmetlerin sık sık değişmesi ve halkın vicdanından doğan milli birlik uğrundaki çalışmaların üzücü bir şekilde siyasi ihtiraslara kurban edilmesi yüzünden dünyaya karşı millî varlığımız duyurulamadı. Yabancı kuvvetlerin işgali altında inleyen başkentimizde kan ağlayan bütün onurlu kişiler, millet aydınları, din ve devlet hizmetlerinin önde gelen kişileri, büyük hilâfet ve saltanat makamı milli bağımsızlığımızın bu tehlikeli durumdan kurtarılmasının ancak milli vicdandan doğan birliğin azim ve iradesine bağlı bulunduğuna iman getirdiler. Fakat İstanbul'un baskı ve işgal altında bulunması sebebiyle milli onuru korumaya maddeten olanak kalmamıştır. İşte bu sırada, Anadolu'ya mülki ve askeri işlerle görevli olarak ordu müfettişliğine atandım. 16 Mayıs 1919 günü İstanbul'u terk ettim, Samsun'da bu iş için görevlendirilmemi, din ve millete hizmet etmek için en büyük ve kutsal bir şeref olarak kabul ettim. Millî vicdanın büyük iradesine bağlı olarak, milleti bağımsız ve vatanımızı düşmanlardan arınmış görünceye kadar çalışmak andıyla 16 Mayıs 1919 günü İstanbul'dan ayrıldım. Samsun'da işe başladım. İlk düşüncem, ülkemizde güvenliği kendi olanaklarımızla gerçekleştirebileceğimiz inancı oldu. Aslında Canik Livası'nın (Merkezi Samsun'da olan o zamanki sancağın adı) özel durumu da bu konuda en hızlı biçimde davranılmasını gerekli kılmakta idi. Gerçekten Rumların egemenliğini ve İslâm halkının tutsaklığını amaçlayan, Atina ve İstanbul komitaları tarafından yönetilen Pontus Hükûmeti, Karadeniz sahili ile kısmen Amasya ve Tokat'ın kuzey ilçelerinde oturan Osmanlı Rumlarının hayallerini körüklüyordu. Alınan önlemler sayesinde başarılı sonuç elde edildi. Fakat bu önlemler ve başarı yalnız Pontus dolayları ile sınırlı idi. Halbuki her gün haksızlıklarını artıran İtilaf devletlerine millî varlığımızı siyasi olarak kanıtlamak ve fiili saldırılar karşısında ulusun namus ve bağımsızlığını bilfiil korumak çok önemli idi. Aslında doğuda ve batıda, hemen ülkemizin her yanında millet ve vatan haklarını korumak ve kollamak için dernekler kurulmuştu. Bu dernekler, düşmanlarının esaret boyunduruğuna girmemek amacı ile millî vicdanın azim ve iradesinden doğmuş kuruluşlardı. Bu sıralarda, bütün belediye başkanlarımıza İstanbul'da İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngiliz Dostları Derneği) kurulduğu ve her yerde derneğe katılarak İngilizlere yardım edilmesinin gereği konusunda Said Molla imzası ile bir telgraf geldi. Bu olayda Hükûmetin ilgi derecesini ölçmek için Sadrazam (Başbakan) olan Ferit Paşa’dan bilgi istedim. Hiçbir cevap alamadım.


Bilinmeyen kişiler tarafından başlatılan böyle düzensiz ve çeşitli siyasi maceralara yönelik girişimlerin, büyük felâketlere sebep olacağını anlayan ulus, Said Molla’nın çağrısını önemsemedi. Binlerce saldırı ve haksızlıklar altında inleyen ve İzmir faciası olayı karşısında kan ağlayan millet, hükümetten ve itilâf devletleri temsilcilerinden ağlayarak yardım ve hak isterken, pek çok belediye başkanı ve birçok milli hakları koruma dernekleri gönderdikleri telgraflarda hakkımda güvenlerini bildirerek benden bu konuda çalışma ve özveri istiyorlardı. Yaşamımı ve kişiliğimi adadığım soylu ve ezilmiş ulusumun bu haklı isteği üzerine artık benim için kutsal görev, milli iradeye uymayı her şeyin üzerinde görmekti. (Sürekli alkışlar) Bunun üzerine yayınladığım bir genelge ile millete kesin sözümü verdim. işbu genelgenin son cümlesi şöyle idi:«Geçirdiğimiz şu ölüm ve kalım günlerinde, bütün milletçe her tarafta arzu ve coşku ile elde edilmeye azmedilen milli bağımsızlığımız uğrunda tüm varlığımla çalışacağıma güvenmenizi isterim. Bu kutsal amaç uğrunda ulusumla birlikte sonuna kadar çalışacağıma da mukaddesatım adına söz veririm» 27 Mayıs 1919 günü «Türkiye - Havas Reuter» adında İtilaf devletlerinin kurduğu ajans, bildiğiniz gibi toplanan Saltanat Şurası (Padişahlık Danışma Kurulu) hakkındaki açıklamalarında «Genel kurulun düşüncesinin, Türkiye için büyük devletlerden birinin koruyuculuğunu sağlamak olduğu» kaydı ile yayın ve bildiride bulundu. Bu yayının doğruluk derecesi hakkında bütün ulusta büyük bir şüphe ve tereddüt uyandı. Ajans haberinin tamamen bir uydurmaya dayandığı ve Saltanat Şurasının hiçbir şeye karar veremediği, çoğunluğun hükûmete güven duymadıkları ve geleceğimizle ilgili olayın bir millî şuraya sunulmasının gerektiği konusunda konuşmalar yapıldığı, bundan dolayı herkesin millî bağımsızlık taraftarı olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine Sadaret Makamı’na aşağıda açıklayacağım bilgileri sundum ve durumdan halkı haberdar ettim. Yüce Sadrazamlık Makamına 27 Mayıs 1919 tarihli Türkiye - Havas Reuter ajansı, Saltanat Şurasında çoğunluğun düşüncesinin, Türkiye'nin bütünlüğünü koruma şartıyla büyük devletlerden birinin koruyuculuğunun sağlanması olduğunu yazıyor ve açıklıyordu. Saltanat Şurası konuşmalarını aynen yayımlayan 27 Mayıs 1919 tarihli İstanbul gazetelerinin yazdıklarına göre yalnız Sadık Bey'in yazılı önergesinde İngiltere korumasının önerildiği ve bunun da genel kurulun fikri olmadığı anlaşılıyor. Ajans ile gazetelerin yayını arasındaki çelişki, bazı taraflarca üzerinde durulmaya ve ajansın gerçeği saptırmak konusunda kendini yetkili görme cüreti ise soruşturulmaya değer görülmüştür. içinde bulunduğumuz bu hassas devrede artık her gerçeği tam anlamı ile kavrayan ve bütün kötü sonuçlara karşı en son özveriyi göze alarak millî bağımsızlığımızın korunması konusunda kesin kararlı olan milletin, huzura kavuşması ve avunmasının Hilâfet ve Saltanat makamından gelecek doğru ve samimi bir işarete bağlı olduğu kanısındayım. Millî vicdanı temsil etmeyen haberler, endişelendirici tepkiler yapabileceğinden bu konuda açıklayıcı ve uyarıcı olmanızı özellikle rica ederim. Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri Mustafa Kemal Bu sıralarda, İzmir ve Aydın'daki iz bırakan faciaların etkisi ile de millet uyanmış ve heyecanı dikkati çekecek bir düzeye varmıştı. Ulusun düşüncelerini geçici olarak yatıştırmak arzusu ile olacak, Sadrazam Paşa Paris'e davet olundu. Ferit Paşa'nın başkanlığı altında giden heyete milletin güveni olmadı, ben de şahsen milletin bu haklı şüphesine katıldım. Millet, giden heyetin programının açıklanmasını istedi. Bu pek karışık zamanda Harbiye Nazırından (Millî Savunma Bakanı) aşağıdaki telgrafı aldım: «Yüksek emirleriniz altındaki gemilerden biri ile hemen buraya gelmeniz rica olunur.» 8 Haziran 1919 Harbiye Nazırı Şevket Turgut Bu davetin amacını ve içyüzünü anlayamadım, açıklayıcı bilgi istedim. Ayrıca, konuyu Genelkurmay Başkanı olan Cevat Paşa’dan da sordum. Adı geçen kişiden 11 Haziran 1919'da aldığım cevapta «Kıymetli bir generalin Anadolu'daki gezisinin kamuoyunda iyi. bir etki


yapmayacağı düşünülerek İngilizlerin beni istediği bildiriliyordu. Bu gerçeği öğrenince doğrudan doğruya saygıdeğer Padişah hazretlerine şu fikirlerimi arz ettim. Padişah Hazretlerinin devletli mabeyni (Sarayda, Padişahın yazı ve görüşme işlerine bakan daire, özel kalem kalem.) yüce başkâtibi vasıtasıyla Padişah Hazretlerinin devletli katına: Büyük ulusun ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun? Yüce Padişahım, ülkemizin bu gün uğradığı büyük baskı ve bölünme tehlikesi karşısında ancak yüce varlığınız başta olmak üzere, milli ve kutsal bir kudretin çabası; vatanı, devlet ve milletin bağımsızlığını şan ve şerefi büyük hanedanının altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir. Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda birleşmiştir. Son olarak huzurlarınıza kabul edilmek onurunu kazandığımda, üzücü İzmir olayı dolayısıyla hüzün dolu olan kutsal kalbinizden doğan kurtuluşla ilgili görüşleriniz bu gün bile belleğimdeki yerini korumaktadır. Bu duygumu açıklamak isterim. İstanbul'dan son olarak ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaziçi'nde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, «görüyorsun» dediniz. «Ben artık memleket ve milletin , nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum» ve ellerinizi kaldırarak, «inşallah millet akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır» buyurdunuz. Yazımda arz etmek istediğim bu kutsal sözlerdir. Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak görevime devam ediyorum. Hükümdarımızın emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım. Şu bir ay içinde Zat-ı Şahanelerinin Anadolu’sundaki hemen bütün il, liva, ilçe ve hudut boylarına kadar olan yerlerdeki milletin durumunu ve tüm kumandan ve memurların düşünce ve çalışmalarını öğrendim ve bilgi edindim. Sonuç olarak açık bir şekilde görülüyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması için kesin kararlı ve inançla dolu bulunuyor. İstanbul'da iken milletin bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini düşünemedim. Yüce Padişahım! Bu nitelik ve durumda bulunan ve kutsal şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize tam anlamı ile güvenilmesi ve bunun karşılığı olarak da gerçekten bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunması gerekir. Son kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır. Yalnız, üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde bile İstanbul'daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan ve kışkırtıcı söylentilerden rahatsız durumdadır. Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok olması ve devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar. Yüce Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki Paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim. İşte millî vicdanın ciddi izlenimlerini ve meydana. gelen yeni durumları, istilacı çıkarlarına, zıt gören İngilizler ve vatanın zararına da olsa, İngiliz taraftarlığını meslek edinen zayıf karakterliler, bu kere güçsüzlüklerini ortaya koyarak beni İstanbul'a çağırmak girişiminde bulunuyorlar. Pek şerefli hakanımızdan, milletine, vatanına bağlı ve bu uğurda ölümü hoşgörü ile karşılayan benim gibi bir kumandanın, yüce saltanat haklarına ve milletin ölmezliği ve var oluşuna düşman olanlarla işbirliği yapacağını ummaları kesinlikle beklenemezdi. Bundan dolayı bendeniz Malta'ya gitmek veya en azından iş görmez duruma getirilmek gibi ihtimaller karşısında bırakıldım ve doğal olarak da bunu kabul etmeyeceğim, eğer zorunlu kılınırsam gönül rahatlığı ile memuriyetimden istifa ederek eskiden olduğu gibi Anadolu'da ve millet sinesinde kalacağım; vatan görevimi bu kez daha açık adımlarla sürdüreceğim. Millet bağımsızlığına kavuşsun, saltanat makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok olmaktan kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek buna inanmanızı rica ederim.


Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri Mustafa Kemal Bütün milletin, durumunu anlayarak geleceğine kendi başına hükmetmeye kararlı olduğunu anlamıştım. Milletin ve ülkenin şimdiki durumu göz önünde tutularak, haklarını korumak ve kollamak üzere her türlü etki ve denetimden arındırılmış milli bir kurulun oluşturulmasını gerekli gördüm. Bunun için ilgili kişilerle görüşerek ve konuşarak Sivas'ta genel bir milli kongrenin toplanmasını kararlaştırdık. Büyük ve kanlı tehlikeli olaylarla daha çok karşı karşıya bulunan doğu illerimiz, Erzurum'da adı geçen il adına aynı amaçla bir kongre toplanması girişiminde bulunmuştu. Sivas Kongresi için gizli bir bildiri ve mektup yayımladım. Bu mektup ve bildiri yüce malumlarınızdır. Bu sırada Müdafaa-i Hukuku Milliye (Milli hakları koruma) derneklerine ait telgrafların çekilmemesi konusunda Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü tarafından posta ve telgraf müdürlerine bir emir verildiği haber alındı. Vatanın tutsak bulunduğu bu tarihi dönemde, millî sesimizi duyurmada yararlı olan araçtan, millî kuruluşumuzun faydalanmasını engelleme cesaretinin millete karşı büyük ve haince bir cinayet ve İslamiyet'e karşı büyük bir günah olduğu açıktı. Bu acımasızca girişimin derhal önüne geçmeyi vicdani bir görev saydım ve genelge ile her tarafa gereken emirleri verdim. Durumu Padişah Hazretlerine arz ettim ve Sadaret Makamına (Başbakanlık) ve Harbiye Nezaretine (Milli Savunma Bakanlığı) ve Posta Telgraf Genel Müdürlüğüne de yazdım. 24 Haziran 1919 tarihinde İçişleri Bakanı Ali Kemal Beyin de bir genelgesinden haberdar edildim, bu genelgede; Haksız olarak yapılan el koyma ve acımasızca yapılan işgallerden ne derece üzüntü duyulursa duyulsun; Hükûmet, ne Yunanistan’la ne de başkası ile şu sıralarda savaş veya çatışmaya giremez. Paris'teki konferansa giden delegelerimizin anavatanı kurtaracaklarına olan ümidimiz günden güne artmaktadır. Savunma gerekçesi hazırlayanlara engel olunuz. Haklarında acımasızca davranınız! Bunlar eski düşmanlarımızdır. İşleri bozulmak üzere iken yeniden düzelmesine izin vermeyin! (Protestolar ve alçak sesleri) denilmekte idi. Ali Kemal Bey'in bu çabasını engelledim ve bununla ilgili olarak yüce Padişahlık makamına şu yazıyı sundum; İçişleri Bakanı Bey'in 18 Haziran 1919 tarihli illere yayımladığı şifreli bir genelge, millî hakların korunması ile ilgili çalışmaları şiddetle yasaklıyor. Pek acıklı ve üzücüdür ki aynı tarihte Posta Telgraf Genel Müdürü de milletin sesini kısmaya yönelik bilgisizce hazırlanmış, başarısızlığa ve pişmanlığa mahkûm bir telgraf yayınlamıştır. Yüce Padişahım! Devam eden bu günkü parçalanma tehlikesi karşısında başta yüce saltanat makamınız olmak üzere kutsal durumunuzu kurtarma ve korumaya azmetmiş olan yüce milletimizin de böyle küçültücü ve gönül kırıcı bir düşünce ile yok sayılması tarihin ve milli vicdanın hiçbir zaman affedemeyeceği olaylardır. Gerçi böyle bir düşüncenin hiçbir yerde kabul edilmediğini ve uygulanmadığını teşekkürlerimle arz ederim. Yine de yüce milletimize vatan ve devlet tarihine karşı uygun görülen bu uygulamalar, gelecek ile pek acımasızca alay etmek oluyor. Bu olay coşkulu bakışlara ve millet düşüncesine yansıdıkça, Hükümete güvensizlik duymak gibi pek kötü sonuçlar doğurabileceği şüphesizdir. Size durumu bu şekilde sunma cesaretini gösterirken, bağlılığımı saygı ile tekrar ettiğimi yüce şahsının bilgilerine sunarım. Üçüncü Ordu Mustafa Kemal

Müfettişi

ve

Padişahın

Fahri

Yaveri

27 Haziran 1919'da Sivas'a geldim. Görevden alındığım konusunda Ali Kemal Bey'in bir genelgesinin daha geldiğini öğrendim. 23 Haziran 1919 tarihli bu şifreli genelgede: «İngiliz özel temsilcisinin arzu ve direnmesiyle görevden alındı. Adı anılanın İstanbul'a çağrılması Harbiye Nezaretine ait bir görevdir. Fakat İçişleri Bakanlığının kesin emri; Artık o kişinin görevli olmadığını bilmek ve kendisi ile hiçbir resmi işleme girişmemek ve hükümet işleri ile ilgili hiçbir isteğini yerine getirmemektir» deniliyordu. Bu işlemle ilgili olarak Sadarete ve Harbiye Nezaretine 28 Haziran 1919'da şu telgrafı çektim:


«Müdafaa-i Hukuku Milliye (Milli hakları koruma) ve Reddi ilhak (ilhakı red Yunan hakimiyetini red) derneklerine yardım ettiğim ve İngilizler tarafından ayrılmam istendiği için görevden alındığımı ve buna diğer bazı yersiz sözler de eklenerek İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey’in konuyu mülki makamlara bir genelge ile duyurduğunu öğrendim. Bendenizi bu göreve seçerek atanmamı buyuran Padişah Hazretlerinin bu konudaki fikirlerini almak onuruna erişemediğim gibi, ne yüce sadaret makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce katından görevden alındığım konusunda hiçbir emir de almadım. Böylece Ali Kemal Bey’in bu gizli yazı ve genelgesinin ne gibi yanlış düşünceler altında oluştuğunu, devlet büyükleri arasında ayrıcalık ve ülkede kanunsuzluk, asayişsizlik ve sonuç olarak da millet içerisinde anarşi yaratabilecek olan düşünce biçiminin ne kadar gereksiz olduğunu açıklamayı gerekli görmüyorum. Ali Kemal Bey'in görevden ayrılması ile ilgili telgraf haberleri, belirtilen olayın yüce Hükümetçe onaylanmadığını tümüyle göstermiş ve ülkede sebep olduğu kötü etkiler ve yanlış anlama her ne kadar kısmen ortadan kaldırılmış ise de, bu işlemlerin bakanlar kurulunun istek ve kararları dışında yapıldığına kesin olarak inanmış bulunmaktayım. Bu tehlikeli ve sorumluluğu ciddi ağırlık taşıyan düşüncelerin ülkenin ve milletin gelecekteki kurtuluşunu engelleyici büyük ısrarlar getirebileceğini tekrarlamak zorundayım. Adı geçen kişi ile ilgili işlem konusundaki kararı yüce makamlarınızdan arz ederim. Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri Mustafa Kemal Bütün illere, bağımsız ve bağlı mutasarrıflara (Sancağın en büyük mülki amiri, vali ile kaymakam arasında yönetici), kolordulara ve ikinci ordu müfettişliğine de şu telgrafı yazdım: 27 Haziran 1919 Müdafaa-i Hukuku Milliye ve Redd-i İlhak gibi sadece vatanı ve millî bağımsızlığı korumaya yönelik kutsal bir amacı desteklediğim için ve İngilizler tarafından böyle arzu edildiğinden bahsedilerek görevimden alındığımı, İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey’in mülki makamlara gizli bir genelge ile bildirdiğini öğrendim. 1. Bendenizi bu memuriyete seçip, atanmamı buyuran Padişah Hazretlerinin bu husustaki buyruklarını almak onuruna ulaşamadığım gibi, bu ana kadar ne yüce Sadaret Makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce katından görevden alındığıma ilişkin hiçbir emir almadım. Bundan dolayı, Ali Kemal Bey'in bu gizli yazı ve genelgesinin ne gibi yanlış düşünceler altında oluştuğunu zaman ve olaylar çok geçmeden halkın önünde aydınlatacaktır. Devlet büyükleri arasındaki ayrıcalık ve ülkede kanunsuzluk, asayişsizlik ve sonuç olarak anarşi yaratabilecek olan bu gereksiz düşüncenin, tarih ve millet önündeki tehlike ve sorumluluğuna dikkatini çekmeyi gerekli buluyorum. Ali Kemal Bey’in yetkisinin üzerinde ve milletimizin varlığına karşı olan bu gizli ve kanunsuz davranıştan geri dönüleceği tabiidir. 2. Memuriyetimin sona ermesi konusunda Padişah Hazretlerinin buyruğunu alırsam, doğal olarak resmi görevimden ayrılarak bunu başkalarından önce özellikle benim duyuracağım bilinmelidir. Böyle bir durumda, vatanın kurtarılmasını amaçlayan dini ve millî birliği korumak, bu milletin sinesinden çıkan milliyetçi bir kişi olan benim için en yüce bir görev ve kesin bir amaç olacaktır. Bundan dolayı, devlet tarafından ve padişah buyruklarına bağlı olarak Üçüncü Ordu Müfettişliği ve bunun devlet ve millete karşı olan sorumluluğu üzerimde bulundukça, Babıâli'nin emirlerinde yer alan resmi görevlerimizden dolayı bütün onurlu valiler ile bağımsız sancakların (il ve ilçe arasındaki büyüklükte bir yönetim birimi) emirlerimi yerine getirmek zorunda ve bu günkü gerçeği anladıktan sonra her zaman ve tarih karşısında da sorumlu bulunduklarını ivedilikle bildiririm. Bundan sonra ordu müfettişliği devletin bir resmi makamı olup hiçbir zaman kişi ile ilgili bulunmadığından makamın kendine özgü yazışma ve düzenini iyi bir şekilde korumak ve devam ettirmenin kanuni bir zorunluluk olduğunu ve bu bildirimin Ali Kemal Bey'in yazısının gönderildiği makamlara da ulaştırılması gereğini ek olarak arz ederim. 3. İşbu telgrafın gelişinin bildirilmesini rica ederim. Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri Mustafa Kemal


İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey ile Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa’nın Bakanlar Kurulundan istifa ettikleri ajanslardan öğrenildi. On saat kadar sonra 28 Haziran 1919 tarihli ve Şevket Turgut imzası ile aldığım şifrede: «Dikkat geciktirilmesinin sorumluluğu vardır.» Birçok dilek ve yakınmalar ile tizden bir heyetin Paris'e gitmesine dörtler meclisi izin verdi. Ne olacağımızı şimdi değil biz, hatta halen geleceğimiz ile oynayanlar bile bilmemektedir. Yalnız bir avunma noktası düşmanlarımızın hakkımızdaki düşüncelerinin az çok lehimize dönmüş gibi görünmesidir. Örneğin, geçmiş aylarda barbar ve yönetimsiz olarak nitelendirilirken şimdi de uysal fakat yardıma muhtaç bir millet olarak nitelendirilmekteyiz. Görenlerden sürekli haber alacak olan düşmanlarımızın sizi pek kolaylıkla elde edecekleri kesin görülmekle birlikte, zaten güçlükle hayat sürdürerek yaşayan bizleri de ortadan kaldırmaya yöneleceklerdir. Şu yardımcı açıklamalarımla size karşı dostluk görevlerimi ve vatan görevimi yerine getirmiş olduğum inancı ile, olay çıkarmadan hemen İstanbul'a gelmenizi rica ederim. deniliyordu. Buna cevap vermeyi bile gerekli görmedim. Sivas'ta millî kuruluşun hazırlanması ve tamamlanması, Erzurum'dan sonra Sivas'ta Osmanlı ülkesi adına genel bir kongrenin toplanması ve delegelerin çağrılması için gereken bazı önlemler alınıp düzenlemeler yapıldıktan sonra Erzurum'a gitmek üzere yıla çıktım. 2 Temmuz 1919 günü Erzincan'da Saray Başkatipliğinden aldığım telgrafın başlıca noktaları şunlar idi: «Daha önce ve son olarak dikkatlerine sunulmak üzere göndermiş bulunduğunuz telgraflarınız için Padişah Efendimiz Hazretleri, sizlere karşı yakınlık ve iyilikseverliğinizden dolayı duyduğu hayranlığa dayanarak ve özel olarak, aşağıda yazılı olan öğütlerin bildirilmesi konusunda beni görevlendirmişlerdir. Yüksek makamca bilinen vatansever duygularım nedeniyle o yörede acele olarak bazı düzenleme ve girişimlerde bulunmanız, İngilizlerin dikkatlerini çekmiş ve hükûmeti baskı altına almışlardır. Devletimizin. şimdiki durumu, Anadolu'da sanıldığı ve tahmin edildiği derecede kaygı ve telaş verici değildir. Ulu Tanrı'nın yardımı ile devletin varlığı ve egemenliği elde edilebilirse, saltanat merkezince taşranın kurtarılması kolaylaşır. Şu sırada yüce zatınızın bundan yararlanarak İstanbul'a dönmeleri belki yabancıların hükümete baskılarını azaltacaktır. Bu konu hakkınızda gurur kırıcı bir işlemin uygulanması düşüncesiyle önerilmemekte olup, Harbiye Dairesince görevden alınmanız da yüksek makamca düşünülmediğinden Harbiye Nezaretinden iki ay süreli hava değişimi istenilerek durum açıklığa kavuşuncaya ve barış gerçekleşinceye kadar arzu edilen bir şehir veya kasabada dinlenmenizin en uygun çözüm olduğunu hatırlamanız buyrulmuştur.» 2/3 Temmuz 1919'da Mamahatun (Tercan Kazası)da Harbiye Nezaretinden gelen Ferit Paşa’nın 30 Haziran 1919 tarihli şu şifresini aldım: «Vatan sevgisinin çekici gücü beni yine Harbiye Nezaretine getirdi. Hükûmeti oldukça güç bir durumda buldum. Dış ilişkilerin korkunç durumda olması yanı sıra bir de bunu büsbütün körükleyecek bir iç bunalımın karşısında kalınca elimde olmayarak irkildim. Yüce zatınız gibi, ben de inandığım değer verme gücüme dayanarak iddia edebilirim ki, sizi benim kadar ruhunuzun en derin köşelerine kadar anlayabilmiş bir kişi yoktur. şimdiki durumda nasıl bir sebep, hükûmet ile yüce şahsınız arasında bir anlaşmazlık yaratmıştır, bilemiyorum. şüphesiz ki bu durum, kötü niyetler etkisinde gerçekleri görememe durumunda olanların uydurmalarından kaynaklanmaktadır. İngilizler tarafından bazı komutanlarımıza uygulanan benzeri olmayan işlemlerin yüksek şahsınıza da uygulanması hiç de beklenilen bir durum olmamakla birlikte, her ihtimali göz önüne alarak bu işin iyi bir biçimde çözümlenmesi konusunu düşündüm. Haksızlıkları inkar olunamayacak olan düşmanlarımızın, yüce kudretiniz ve vatanseverliğinizden duydukları korku, yüce şahsınızın böyle önemli bir askeri memuriyette bulunmalarından kaynaklanmaktadır ve bu sebeple sizi bu görevden ayırmak girişiminde bulunmuşlardır. Yenilgi devasız bir illettir. Birtakım uydurma sözlerle vatan menfaatlerinin yok olmasına sebep olacakları korkusuyla bunların arzularını önemsememek, üzülerek söylüyorum, hükümetin bir süre seçkin hizmet sunamamasına yol açacaktır. Sizlere karşı pek çok yakınlık duyan Padişah Hazretleri bendenizi özel olarak kabul ederek bu işin iyi bir biçimde çözümlenmesi hususunda görüşme nezaketini gösterdiler. Sağlığınızdan bahsederek, gerek İstanbul'da ve gerekse arzu ettiğiniz herhangi bir


yerde hava değişimi istediğiniz takdirde gereğinin yapılacağı, millet önünde ve hükümette, sahip . olduğumuz yeri korumuş ve düşmanlarımızın arzularına da bu şekilde son verilmiş olacağı düşüncesi yüce padişahça uygun görülmüş ve hatta kendileri bu durumun şerefli saraylarından da ayrıca sizlere yazılmasını emretmiş ve ferman buyurmuşlardır. Yüksek şahsınızın da kabul edeceği gibi, her arzunuzu elimden geldiği kadar yerine getirmeye çalışacak olan bendeniz işbu dileğimi hem resmi hem de özel olarak yapıyorum. Bu özel durumumdan dolayı şunu da söylemek istiyorum ki, acele olarak vereceğiniz olumlu cevap, yalnız hakkımdaki güven ve samimiyetinize delil değil, aynı zamanda bakanlık makamında ümit ettiğim başarıya da bir başlangıç olacaktır. Ellerinizden öperim. Padişah Hazretlerine, hareket şeklim hakkında Harbiye Nezaretine yazdığımı arz ettim. Ferit Paşa’ya da durumun gelişimi ile ilgili açıklamalarda bulunduktan sonra hava değişimi amacı ile Anadolu'da kalmakta bir engel görmediğimi yazdım. Harbiye Nazırı Ferit Paşa’nın Erzurum'da aldığım bir telgrafında: «İstanbul'a hareketlerinin çabuklaştırılmasını rica ederim» denilmekte idi. Telgraf başında da Ferit Paşa şunları söyledi: «Paşam! İtilaf temsilcilerinin pek katı başvuruları beni bu günkü telgrafımı yazmağa zorladı. Yüksek şahsınızı benim kadar kimse tanıyamaz. Vatanımızın onuru ile ilgili yüksek amaçlarınızı bilmekteyim. Bendeniz İstanbul'a onur vereceğiniz konusunda hem padişah efendimize hem de temsilcilere söz verdim. Mahçup olmayacağıma eminim. İtilaf temsilcilerinin de burayı onurlandırdığınızda size karşı saygı göstereceklerini bildirmek isterim. Bu konuda kesinlik sağlanmıştır. (Gülmeler) Ancak ve ancak yüksek şahsınızın hemen oradan ayrılarak buraya gelmeniz gereklidir. (Beklesinler, sesleri ve gülmeler) Ferit Paşa'ya verdiğim cevapta şunları söyledim: 1. Bendenizin vatan ve milletin kurtuluşuna hizmet etmekten başka bir amaç taşımadığımı ve şimdi bile devletin sınırları içindeki çalışma ve hareketimin bu konuya yönelmiş olduğunu, İtilaf devletleri temsilcilerinin şahsımdan bu derece kuruntulu bulunmalarının birtakım dedikodulardan kaynaklandığını ve bunların, bendenizi bütün duygu ve düşünlerimle tanıyan Padişahın yüce buyrukları ile hükûmet emrinde çalışacağıma inanmış bulunan yüksek şahsınız tarafından verilecek açıklama ve güvence ile düzeltilebileceğine ve giderilebileceğine eminim, 2. Dört gün önce Padişah makamına göndermiş olduğum ve itilâf temsilcilerince de itiraz edildiği anlaşılan yazımın cevabı alınıp incelenmeden İstanbul'a geleceğim konusunda söz verilmemeli idi. 3. Hiçbir uygun sebep bulunmadan İzmir'in ve Antalya'nın, hükûmetimizin bilgileri dışında düşman tarafından işgali ve silahsız, çaresiz halkın Rum eşkıyasına doğratılması ve sonuç olarak iffet ve namusun ayaklar altına alınması ve şu anda da Aydın ilinin her tarafından bu uygunsuz durumun sürdürülmesi ve tekrarı bir süre önce bu bölgeden Nurettin Paşa’nın alınması ile ortaya çıkan bir komuta boşluğunun doğurduğu vahim sonuç değil midir? Bu yöre için de böyle kanlı bir sonuç hazırlanmış ve buna engel görülen komuta heyetlerinin değiştirilmesi gerekliliği hissedilmiş ise, temsilcilerin vatanı yok etmeye yönelik istekleri karşısında hükümet ileri gelenleri için ikinci bir hainliğe neden olmak yerine millet arasına kişi olarak karışmaları vatanperverliğin örnek bir davranışı olur. (Alkışlar) Doğudan Şevki ve İhsan Paşaların alınması, vatanımızın batısındaki bir bölümün acımasızca işgali programının yürürlüğe konmasını önleyebildi mi? Ferit Paşa’nın verdiği cevap şudur: «Yüksek açıklamalarınız doğrudur. Ancak bir millî hareketin olacağına inanan İngilizleri, yüksek kudretiniz ve vatanı korumak çalışmalarınız endişelendirmiş ve düşmanlarımız tarafından her gün


çeşitli nedenlerle yaratılan dedikodu, bu endişeyi artırmış olacak ki bu gün yüce şahsınızın ordunun başından alınıp İstanbul'a getirilmenizi Bab-ı Âli'den istemişlerdir. Bu istekleri tehdit eder bir biçimde söylemişlerdir. Dört gün önceki duruma göre Padişah Hazretlerinin yüksek onaylarına sunulan öneri bendenizden gelmiş idi. Fakat bu günkü durum böyle ani ve ivedi bir daveti gerektiriyor. Bab-ı Âli'de makine başında geç zamana kadar sizi rahatsız etme nedenim, sizin de bildiğiniz gibi, bir zorunluluktan ve vatan menfaatinin gerekliliğinden doğmaktadır. Aynı zamanda İngilizler tarafından size hakkınız olan saygının gösterileceği konusunda Dışişleri Bakanı vekili tarafından söz alınmıştır. Bendeniz, ilk telgrafta da ima ettiğim gibi, Paris konferansı kararlarına boyun eğmekten başka yapılacak bir şey görememekteyim. Şimdilik iyi geçinme durumunu seçmek uygun gibi görülüyor. işte bu nedene dayanarak en kısa zamanda İstanbul'a hareket etmeniz beklenmektedir. Sizinle yapacağımız görüşmeler tabii ki bizi de aydınlatacaktır. Temsilcilere, emirleri gereğini duyurmak üzere, hareket kararınızın zamanının en kısa zamanda belirlenmesini rica ederek beklemekteyim.» Verdiğim cevapta şu maddeler vardı: 1. Dün sizlerden aldığım telgrafta Paris Konferansı kararlarına boyun eğmekten başka yapılacak bir şey görülemediği söylenmektedir. Bu kararlar nelerdir? Ajansların en son duyurusu millî bağımsızlığımızı ve geleceğimizi pek ümitsiz bir durumda gösteriyor. Mesela Paris Konferansı Trakya, Pontus, İzmir, Kilikya konularını devletin aleyhine olarak belirlemiş ve doğu illerinde Ermenistan egemenliğini kabul ederek onaylamış ise bu kararlara boyun eğmek için yetki ve sorumluluk alan ve değerlendirenler kimlerdir? Sadrazam Paşa Hazretleri vatan ve milletin gelecek haklarını yok eden bu feci durumları ortadan kaldırmak ve değiştirmek için ne gibi olumlu maddi güvence ve ümitle dönüyorlar. 2. Padişahlık makamının, bütün devlet ve millet gerekçeleri ve hilâfet hakları üzerindeki oyunlar konusunda samimi bir şekilde ve uygun bir dille aydınlatılmaları ve görevlerinden dolayı sorumlu olmayan yüce Padişah hazretlerinin güç ve buyruklarını daima gerçek dini dileklere ve devlete yöneltmek gerekli bulunmaktadır. İstanbul'daki bazı kişiler ve özellikle bir iki ay bile iktidarda kalamayan değişken kabineler, kendilerinde oluşan görüş bozukluğu, vicdansızlık, milletin genel tutumuna ters düşen ve meşru olmayan düşüncelerle bakanlık yönetmek ve yetki kullanmak gibi tarihin en feci sorumluluklarından kesin olarak uzak kalmalıdırlar. 3. Bendenize gelince; Çok yanlış ve hatalı anlayış içinde bulunulduğunu görüyorum. Bu gün vatanımızda bir millet kudreti varsa, bu akım, felaketler sonucu uyanan milletin kalp ve düşünce gücünden doğmuştur. Bendeniz de ancak buna uyuyorum. Benim buradan çekilmem ile ilgili düzenlemeler çok hatalı ve özellikle çok tehlikelidir. Bendenizin korunması hakkında Dışişleri Bakan Vekili beyefendi tarafından İngilizlerden güvence alındığı söylenmektedir. Buna çok hayret ettim. Çünkü devletler ve milletler adına ve şerefine resmi bir şekilde imzaladıkları ateşkes hükümlerini korumaya bile asla uymayarak alabildiğine saldırılarda bulunan ve pek çok onur kırıcı durumlara neden olan İngilizlerin bu güvencesine inanmak pek saflık olur. Yalnız tam anlamı ile inanılmasını isterim ki, eğer memleketin kurtuluş ve esenliği benim çekilmeme bağlı olsaydı, kayıtsız şartsız ve geleceğim hakkında hiç bir ümit ve amaç beslemeyi aklıma getirmeden, benliğimi kurban etmek kadar vicdani ve basit bir şey olamazdı. (Alkışlar) Şunu eklemek isterim ki, aradaki büyük fark, gerçek durumun henüz karşı tarafça anlaşılamamış olmasındandır. 4. Seçildiği açıklanan iyi geçinme yolunu çok üzücü buluyorum. Çünkü iyi geçinme, bir insanın zayıf noktasını hoş görmek ve onun devam etmesini sağlamak değildir. Üzücü olmakla birlikte, ateşkes antlaşmasının imzalanmasından bu güne kadar, hükümetlerin birbirine benzeyen yetersiz ve zayıf durumlar göstermesi ve milli kuvvetleri desteklenebilir bir kuvvet olarak kabul etmemesi, itilâf devletlerinin ülkemizi istilâ etmesine engel olamamış, tam tersine amaçlarını kolaylaştırmıştır. General Allenby ile halen Padişah hazretlerinin başmabeyincisi olan eski Harbiye Nazırı Yaver Paşa’nın bizzat yaptığı konuşmaya ve adı geçen kişinin karşı karşıya bırakıldığı içler acısı duruma ve ayrıca bir yabancı general ile eski Harbiye Nazırı Abdullah Paşa’nın görüşmelerinde generalin


kullandığı bağımsızlığı hiçe sayan sözlerine bu arada dikkatinizi çekmek isterim. Şimdiye kadar bundan önceki kabineler tarafından izlenen bu iyi niyet yolu nedeniyle Anadolu'nun batı kesimi ve saltanat başkentinden, hilâfet makamındaki şerefli hükümdarımızın saraylarına kadar her yer korkunç bir şekilde işgal edilmiştir. Ayrıca millî kuvvetler saptanarak yok edilmeye ve Doğu Anadolu için de aynı ilginç işlemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu nedenle yüce şahsınızın ve içinde bulundukları Bakanlar Kurulunun böyle girişimlere yardımcı olmama vatanseverliği göstermeniz arzu edilir. Buna şunu da eklemek isterim. Görüş ve düşüncelerimin gerçekleşeceği konusundaki inancım tamdır. Çünkü bu görüş ve düşünce, her yöredeki bilgi ve millî onur sahibi kişilerin ortak ve genel görüşüdür ve özellikle millî vicdanın izlenimlerine dayanmaktadır. Anadolu'daki büyük komutan makamlarının bir süreden beri sarsılması ve o boşlukların yerine ancak yetersiz ve bilgisizlerin doldurulması gibi, Batı Anadolu'yu boğazlanmışçasına elinden kaptıran, onurlu kişilerin yerine geçenlerin izledikleri politikaya bir kez daha dikkatinizi çekerim. 5. Ali İhsan Paşa ile Nurettin Paşa ve onun yerine getirilen Ali Nadir Paşa olaylarına millî tarih açıklık getirecektir. Bu gün yüce şahsınızın sahip bulundukları makam, vatan ve milletin kurtuluşunu sağlayacak bir güç olamadığına göre yeni iş başına gelenlerin açtıkları yaraları bu kez de vatan ve milletin doğu kısmına yaymalarına yüce şahsınız gibi varlığı ancak onurlu bir yaşam olması gereken değerli ve tecrübeli bir kişinin baş eğmesine hiçte gerekli ve zorunlu bir neden yoktur. Bağımsızlığını kaybeden makamınızdan ayrılarak tarihin açık olan korkusuz sayfalarında övünülecek bir şekilde yaşamanız sanırım bütün dürüst ve onurlu kişiler tarafından beklenmektedir. (Bravo sesleri) Ferit Paşa’ya en son verdiğim cevap şudur: Harbiye Nazırı Ferit Paşa Hazretlerine Erzurum, 6 Temmuz 1919 Ermenistan'a bağlanmalarına söz verilmiş olduğunu öğrenmekle heyecana gelen ve coşan doğu illeri halkının arasından ayrılıp İstanbul'a gelmem konusundaki önerinizi yerine getirmek konusunda kişisel irademi kullanmaya manen ve maddeten imkân bulamıyorum. Durumun değerlendirilmesini, bilinen mertliğiniz ve samimiyetinize güvenerek arz ederim, efendim. Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri Mustafa Kemal Bunun ardından Sarayın yüce başkâtipliği eliyle aldığım telgrafta «Sizlerce gerçekleştirilen ulu girişimler her nasılsa İngilizlerce, vatan korunması şeklinde değil, başka bir şekilde kabul edilmektedir. İngilizler yüce şahsınıza karşı gurur kırıcı hiçbir davranışta bulunmayacakları konusunda kesinlikle söz verdiler » denilmekte idi. Buna cevap beklemeden şu telgrafı gönderdiler: «Yüksek memuriyetinize görülen lüzum üzerine son vermiş olduğundan hemen gecikmeden İstanbul'a dönmeniz Padişah hazretlerinin emirleri gereğidir.» Padişah Başkâtibi Ali FUAT Son cevabım şu oldu: 7 Temmuz 1919 Erzurum Padişah Hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtipliği eliyle Padişah Hazretlerinin yüce katına. şimdiye kadar gerek padişahlık yüce makamına ve gerek Harbiye Nazaretine yazdığımı yazılarda vatan ve milletin ve yüce hilafet makamının karşılaştığı üzücü olayları ve buna karşı ortaya çıkan tepkileri ve milli durumu bütün safhaları ve açığı ile ile arz ettim. Böyle davranmakla kutsal varlığımın bana yüklediği en yüksek ve en vicdani görevlerden birini yapmış oldum. Bendenizin çalışına ve faaliyetlerinin İngilizlerce vatan savunması olarak değil, başka bir şekilde yorumlanması nedeniyle yüce hükümetlerinin ağır baskı altında tutulduğu yazılıyor ve bildiriliyor. Yüce Hükûmetiniz ve yüce Saltanat başkentinizin ne gibi baskı ve üzücü


şartlar altında bulunduğu gerek benim tarafımdan ve gerekse bütün asil milletimizce tam anlamıyla ve her yönüyle bilinmekte olup bu baskı ve denetimin giderek daha da artması durumunda özellikle büyük sadakatle ve aşırı derecede bağlı bulunduğum müşfik ve yüce amaçlar taşıyan yüreğinizin sıkıntıya düşmesine hiçbir şekilde razı olamayacağım için, yalnız memuriyetime değil, bütün şan ve şerefini, vatan ve milletimin ve kutsal yüce makamınızın feyiz ve asalet nurundan alan ve pek çok sevdiğim kutsal askerlik yaşamıma da veda ederek özveride bulunduğumu arz etmek isterim. (Alkışlar) Yüce saltanat ve hilâfet makamınızın ve asil milletimizin sonuna kadar daima koruyucusu ve sadık bir kulu olarak kalacağımı içten gelen duygularımla arz ve temin ederim. Yüksek askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti’ne bildirdim. Onurlu padişaha sıhhat ve esenlikler diler ve her türlü kötülükten korumasını Cenabı Hak'tan dilerim. Yüce bilgilerinize sunarım. Kulları Mustafa KEMAL Birinci dönem ile ilgili olan açıklamalarım burada bitmiştir. Arkadaşlar, sizleri fazla yormamak için ufak bir aradan sonra devam etmek istiyorum. MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) - Efendiler! Hepinizin bildiği gibi, 10 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum'da Doğu Anadolu illerini kapsayan bir milli kongre toplandı. Bu milli kongrenin koyduğu şartlar, sanırım bilinmektedir.. Fakat şimdiye kadar yaptıklarımıza bir başlangıç sayıldığı için sizlere hatırlatmak üzere önemli noktaları yeniden okuyacağım. Erzurum kongresinin koyduğu şartlardan birincisi; Birinci Dünya Savaşı'nın genel durumu gereğince, düşmüş olduğumuz yenilgi nedeniyle vatanımızın birçok önemli bölümü düşmanlarımızın istilası altına girmişti.. Millet, bütün isteklerinde maddi ve gerçekçi düşünmek ve ancak kuvvet ve gücüyle sağlayacağı durumlarda kendine yeni bir sınır çizmek üzere idi. İşte kongre bu sınırı çizmiştir. Bu milli sınırın dostlukla korunması için demiştir ki: Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde çizilen hudut, sınırımız olacaktır. Vatanımızın sınırı olacak bu hududu, sanırım, ayrıntılarıyla bilmeyen arkadaşlarımız vardır. Yeniden fazla ayrıntıya girmek istemediğim için. şu şekilde açıklayacağım. Doğu sınırını Kars, Ardahan ve Artvin'i içine alacak şekilde göz önüne getiriniz. Batı sınırı, bildiğiniz gibi, Edirne'den geçiyor. En büyük değişiklik güney sınırımızda olmuştur. Güney sınırımız İskenderun'un güneyinden başlar, Halep'le Kadıma arasında Cerablus Köprüsü'nde sona eren bir hat ve doğu kısmı da Musul ili Süleymaniye ve Kerkük dolayı ve bu iki bölgeyi birbirinden ayıran hat. Efendiler! Bu sınır sadece askerî gerekçelerle çizilmiş bir sınır değildir, millî sınırdır. Millî sınır, olmak üzere tespit edilmiştir. Fakat bu sınır içinde İslam öğesine sahip yalnız bir milletin olduğu düşünülmesin. Bu sınır içinde Türk vardır, Çerkez vardır ve diğer İslam öğeleri vardır. işte bu sınır karışık bir halde yaşayan, bütün amacını tam anlamı ile birleştirmiş olan kardeş unsurların millî sınırıdır. (Hepsi İslam'dır, kardeştir sesleri) Bu sınır olayını kararlaştıran maddenin içerisinde büyük bir ana öğe vardır. Fazla olarak da bu vatan hududu içinde yaşayan İslam unsurlarının her birinin kendine özgü olan yörelerine, geleneklerine, ırkına özel olan ayrıcalıkları bütün samimiyeti ile ve karşılıklı olarak kabul etmiş ve onaylanmıştı. Doğal olarak bununla ilgili ayrıntılı bilgiler yoktur. Çünkü bu ayrıntılı bilgilere girmenin zamanı değildir. İnşallah, varlığımız kurtarıldıktan sonra (inşallah sesleri) kesin şeklini alacağından şimdilik ayrıntıya girilmemiştir. Fakat aslında bu, maddenin kapsamındadır. Yine Erzurum Kongresi’nin millî esaslarından birisi, efendiler, işte bu millî sınır içindeki yönetimin millî egemenlik esaslarına dayanmasıdır. Çünkü bizzat bulunmuş olmam dolayısıyla kongrenin o zamanki anlayışını yakından bilmekteyim. Her halde Osmanlı topluluğunun bütünlüğü, millî bağımsızlığın kazanılması, her şeyden önce yüce Saltanat makamının dokunulmazlığı, mutlaka güvenilir bir kuvvete ve sağlam bir yönetime bağlı olarak gerçekleşebilir. Bu ise ancak millî egemenlik esasına dayanan yönetim ve kuvvetle sağlanabilir. Erzurum kongresinde milli sınırlarımız içinde yaşayan Müslüman olmayan unsurlar bile göz önüne alınmıştır. Hepimizce bilinmektedir. Efendiler


Müslüman olmayan unsurlar, azınlıklar adı altında bütün dünyanın üzerinde durduğu ve özellikle bizim ülkemizle ilgili olunca pek büyük önemle göz önüne alınan bir sorundur. Doğal olarak bu olaya bir kural koymak gerekir ve bu o zaman da gerekli idi, Kongrenin koyduğu kural gereğince Müslüman olmayanlara, Müslüman olanlara verilmiş olan haklar aynen verilecektir. Bundan daha normal bir kural bulunamaz. Bununla aynı sınır içinde yaşayan insanlara aynı kanuni haklar verilmiş oluyordu. Yine en önemli kurallardan birisi, devletin, milletin iç ve dış bağımsızlığı idi. Millet bağımsızlığından vazgeçmiyor ve vazgeçmeyecek esas kabul edilmiştir. Ancak, bu ana şart daima saklı ve saygıdeğer tutulmak üzere, ülkemizin bayındırlık durumunu, milletimizin varlığını ve genel olarak düşünce düzeyimizi göz önünde tutacak olursak, bütün dünyadaki gelişme ile bunu karşılaştırdığımızda itiraf etmek zorundayız ki, biraz değil, çok geri durumdayız. Bu nedenle durumu değiştirmek için çok büyük kaynaklara, çok çeşitli araca, kısacası her şeye ihtiyacımız vardır. Milletimizin ilerleme ve yükselmesi için ve ülkenin bayındırlığı için, ihtiyaç duyduğumuz her şeyi dışarıdan almak konusunda doğal olarak tam bir olgunlukla hareket edeceğiz, dış ilgi ve yardımı tamamen uygun göreceğiz. Ancak arz ettiğim gibi, bağımsız kalmak görünüş ve yetkisini daima korumak şartı ile... Erzurum Kongresi’nin esas şartları bunlardan oluşuyordu. Kuruluştan ve bununla ilgili ayrıntılardan bahsetmeyeceğim. İşte, Erzurum Kongresi milletin yararı için ve halkımızla ilgili hayati konuları görüşmek için toplandığı sırada İstanbul'da iktidar mevkiinde bulunan Sadrazam Ferit Paşa kongreyi yönetenlerin tümünü suçlu ve haydut olarak kabul etmiş, derhal tutuklanarak İstanbul'a gönderilmelerini bütün resmi, mülki ve askerî makamlara bildirmiştir. Bunun da ayrıntılarını açıklamak istemiyorum. Buradan Sivas Kongresine geçeceğim. Erzurum Kongresinden sonra 4 Eylülde Sivas'ta genel bir kongre yapıldı. Erzurum Kongresi yalnız Doğu Anadolu'yu temsil etmiş oluyordu. Sivas'a Batı Anadolu' dan ve Rumeli'den de delegeler gelmiş olması nedeniyle yaralı vatanın genel kurulu olarak, Anadolu ve Rumeli'de yaşayan bütün vatandaşlarımızın görüşü desteklenmiş oluyordu. Sivas Kongresi, Erzurum Kongresinde tespit edilen şartları aynen kabul etmiş, yalnız adını yaymakla kalmamıştır. Bütün Anadolu ve Rumeli'yi içine almak üzere birlik ve milli dayanışma sağlanmıştır. Bu sırada içişleri Bakanı bulunan Adil Bey ve Harbiye Nazırı Şerif Paşa, Erzurum Kongresi sırasında olduğu gibi ve belki bundan daha da çok, yine milli egemenliğin kazanılması için, yine vatan uğruna ve milleti kurtarmak için çalışanlara karşı birtakım kararlar alıyor ve bu kararları akıl almaz bir hızla uyguluyorlardı. Tam kongre toplandığı sırada Ferit Paşa ve arkadaşı Malatya'da Elazığ Valisi Galip Beyin emir ve yönetimlerinde masum halkı aldatmak suretiyle bir kuvvet toplanmasına çalışmışlardı. Harbiye Nazırı Şefik Paşa da milletimizden ve dindaşlarımızdan kurulu bu masum askeri kuvveti desteklemek üzere emirler veriyordu. Ali Galip Bey bu kuvvetlerle ani olarak gelerek Sivas'ı basacak, orada bulunan milli kuvvetleri birer birer bir cani gibi asacak, kesecekti. Bütün bu düzenleme, kendisinin vilayete ve komutanlığa atanması içindi. Hareket için bir padişah emri almışlar ve bu kişinin padişah emrini cebinde taşıdığı gerçeği anlaşılmıştı. Sivas'a vardıktan sonra derhal telgraf başında İstanbul ile konuşacak ve bunun ardından padişah emrini de yayımlayacaktı. Diğer taraftan Ankara'da vali bulunan Muhittin Paşa Çorum'a gitmiş ve orada yine Harbiye Nazırı’nın kendi emrine vermiş olduğu askeri kuvvet ile hareket ederek iki taraftan Sivas'a baskın yapmayı plânlamıştı. Tesadüfen İstanbul ile bu kişiler arasında alınan ve gönderilen şifreli telgraflar elimize geçti. Bunun üzerine derhal İstanbul'a, başvurduk ve bunun gerekçesini anlamaya çalıştık. Tabii Ferit Paşa, Şerif Paşa, Adil Bey güvenilebilir kişiler değildiler. Millet adına Sivas'ta toplanmış olan kongre üyeleri yüksek hilâfet ve saltanat makamına, padişahlık makamına telgraflar gönderdiler. Bütün heyetler telgrafhaneye koşarak padişahtan haklarını istediler. MEHMET ŞÜKRÜ BEY (Afyon Karahisar) - Paşa hazretleri, bir nokta var: İngiliz Amirali «Mister Nowil» in girişimlerini açıklamanız gerekli. MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) - Pek doğru! İngilizlerden bahsetmek istemediğim için bu noktayı kaydetmedim, efendim. Gerçekten İngilizler daha önce bütün Kürtleri aldatarak, onları Türkler ve diğer dindaşlarından ayırmak için düşünebildikleri her şeyi uygulamaya çalışıyorlardı. Bu uygulamada en büyük çabayı gösteren de yüzbaşı veya bir söylentiye göre binbaşı rütbesine sahip bir kişi idi ve ne yazık ki ona Müslüman bir iki kişi de yardım ediyorlardı. Tam bu sırada Nowil adlı kişi Malatya'ya gelmiş ve Ali Galip Bey’le iş birliği kurmuştu ve bu kişi Sivas yönüne gönderilmesi düşünülen kuvvetin başında bulunuyordu. Yine bıraktığım noktaya dönüyorum. Durumu Padişah hazretlerine arz etmek istedik, bütün telgraf görüşmelerinin Ferit Paşa, Adil Bey


ve arkadaşları tarafından kesildiğini gördük ve bizim Padişah Hazretleri ile görüşmemize izin verilmedi. Önce Ferit Paşa’ya ve sonra da Padişah Hazretlerine başvurulduğunu arz etmiştim. Ferit Paşa’ya güvensizliğimizi ve başvurularımızda kendisine güvenmemekte olduğumuzu ve hatta durumu tümü ile açıkladıktan sonra Ferit Paşa Kabinesi’nin yerine artık her halde milletin amaçlarına uygun ve güvenine sahip bir hükümeti iktidara getirmek gereğini arz etmiş olduk. Bu arzımız Ferit Paşa’nın yolu kapaması ile padişahın bilgisine sunulamamıştır. Bundan sonra Ferit Paşa’ya dedik ki, bizi bu konuyu sunmakta serbest bırakmazsanız o zaman millet, davranışlarında kendini hür ve bağımsız saymakta haklı olacaktır. Cevap vermediler. Bağımsızlık kendiliğinden tanınmış oldu. Kongre kendini bağımsız olarak düşününce, tabii Mister Nowil'e, Ali Galip Bey'e ve onun aldattığı masum insanlara karşı önlemler aldı. İlk önlem, tabii aldatılmış olan dindaşlarımızı aydınlatmaktı ve bunu başarır başarmaz bütün aldatanlar, bütün o caniler yalnız kaldılar ve oradan kaçmayı başardılar. Çorum'da bulunan Muhittin Paşa da Sivas'a davet olundu, efendiler! İstanbul'da Ferit Paşa Kabinesi ile milletin, bütün mülki erkân ve ordunun bağlantısı bu suretle kesintiye uğratıldı ve bu durum tam 23 gün sürdü. 23 günlük sürede, hepinizce bilindiği gibi, milletimiz kutsal amacını gerçekleştirmek için birlik ve dayanışmasını ne dereceye kadar gösterebileceğini cesur davranışlarıyla ispat etti. Bu, millet için, hepimiz için gurur duyulacak ve övünülecek bir durumdur. Nihayet 23 gün, sonra Ferit Paşa işlediği büyük suçu, millet ve memleketin anladığını, milletin kararlı olduğunu ve kahramanlıktan geri kalınmayacağını sezerek istifa etmeye mecbur oldu. Bundan sonra iktidara Ali Rıza Paşa gelmişti. Ali Rıza Paşa’nın iktidara gelmesi ve bildiğiniz gibi, istediği kabineyi oluşturması hakkında Sivas Kongresi’nin veya Sivas Kongresi’nin görevlendirdiği temsil heyetinin hiçbir ilgi ve ilişkisi olmadığı bilinmektedir. Bunun için kongre temsil heyeti ile kendiliğinden karşı karşıya gelmiş oldu. İlk bakışta Ali Rıza Paşa Kabinesi’nin bakanları Ferit Paşa Kabinesi’nden devredilmiş gibi göründü. Bu durumda güven duyma konusunda biraz kararsızlık oldu. İşte bu nedenle o zaman Ali Rıza Paşa'ya karşı bulunmak gerekliliği hissedilmiştir. Önemli olduğu için müsaadenizle aynen okuyacağım. İktidara gelen Ali Rıza Paşa'ya 3 Ekim 1919 günü şu telgrafla bilgilerimizi sunduk: Anlayışlı Sadrazam Ali Rıza Paşa Hazretlerine, Millet, şimdiye kadar devlet yönetimine geçenlerin, anayasaya ve millî amaçlara ters düşen ve bilinen tutumlarından üzülerek, hukuka uygunluğu sağlamak ve geleceğini güvenli ve becerikli ellerde görmek için kesin kararını vermiş ve gerekli cesaretli girişimlerde bulunmuştur. Düzgün bir kuruluşa bağlı milli kuvvetler, milletin kesin iradesinin, yüce Allah'ın emirleriyle tam anlamı ile gösterilmesini ispat etme kudretini kazanmıştır. Millet, kuvvet ve iradesini hiçbir zaman padişahlık makamına aykırı, ülke yararına aykırı ve millete ters bir biçimde kullanmak arzusunda değildir. Millet, Hâlife Hazretlerinin kutsal şahsının güvenini kazanmış olan yüce şahsınızla yüce arkadaşlarınızı güç durumda bırakmaktan kesin olarak sakınmakta olup, tersine tam anlamı ile yardım etmeye bütün samimiyeti ile hazırdır. Ancak bakanlar kurulu içinde Ferit Paşa ile çalışmış kişilerin bulunması, yüce heyetlerinin düşünceleriyle millî isteklerin uygunluk derecesini olgunlukla anlamak zorunluluğunu doğurmuş bulunmaktadır. Millet olarak tam güvenliğe sahip olmadan atılmış olan her adım, düzelmeye başlamayı engelleyecek ve yarım çarelerle yetinilmesi, millet ile yüksek heyetiniz arasında da yanlış anlamalara neden olabileceğinden, uygun görülmemektedir. Bundan dolayı heyetimiz, kesin ve açık olarak Sadrazam makamının yüce sahibinden aşağıda belirtilen konuların yeni hükümetinizce uygun bulunup bulunmadığı ve kabul edilip edilmeyeceği konusunu büyük bir saygıyla anlamayı görevlerinden sayar. 1. Yeni hükûmetin Erzurum ve Sivas kongrelerinde kararlaştırılan kuruluşa ve milletin meşru dileğine saygı göstermesi, 2. . Millî Meclis toplanıp, denetim gerçek olarak başlayıncaya kadar milletin geleceği hakkında hiçbir yükümlülük altına ve resmi işlere girilmemesi, 3. Barış konferansında milletin ve memleketin geleceği kararlaştırılacağından, görevlendirilecek delegelerin bundan önceki gibi yeteneksiz kişiler değil, milletin amaçlarını tam anlamı ile bilen ve güvenilir, anlayışlı ve kudretli kişilerden seçilmesi.


Bu konuda tamamen anlaşma olması durumunda milletin vicdanından doğmuş ve bütün itilâf devletlerince meşruluğu ve kudreti tanınmış olan milli kuruluşumuzun, hükümetin yardımcısı olacağı ve bu şekilde hükümetin millet ve memleketin geleceği hakkında barış konferansında meydana gelecek girişimlerinin daha güvenilir ve etkili olacağı tabiidir. Bir kez bu önemli noktalarda uygunluk sağlandığı anlaşıldıktan sonra, ileride olabilecek normal olmayan durumları gidermek için bazı ek sunuşlarda bulunmamız iznini yüce sadrazam makamına arz ederim. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti adına; Mustafa Kemal İşte bu önemli noktalar üzerinde anlaştıktan sonra, arada bazı yazılar yazdık. Ali Rıza Paşa, Erzurum ve Sivas kongrelerinden bilgisi olmadığını yazdı. «Gereği yerine getirilmek üzere önce bunları bildiriniz» dediler. Hepinizin bildiği bildiriyi kendilerine ilettik. Bakanlar Kurulunun bunu incelemesinden sonra bile Sadrazamın verdiği cevapta önemli noktaların Bakanlar Kurulunca kabul edildiği bildiriliyor ve ondan sonra da bizim hakkımızda birtakım kısıtlayıcı isteklerde bulunuluyordu. Bu kısıtlayıcı isteklerin başlıcası, olağanüstü olaylar ve ortaya çıkan yirmi üç günlük durumun giderilmesinden sonra, Meclis-i Mebusan seçimlerine ve hükümet işlerine karışılmaması konularını kapsıyordu. Bizim verdiğimiz cevabı aynen okursam olay daha çok açıklığa kavuşacaktır. Yüce Sadaret Makamına, 4 Ekim 1919 tarihli, sadaret makamının cevap telgrafının kapsamından anlaşıldığına göre, derneğimiz temsil kurulunun yapmış olduğu sunuş ve tekliflerin tamamen uygun görüldüğü ve kabul buyrulmuş olduğu, minnet duygulan izlenmiştir. Bununla birlikte tarafımızdan taahhüt edilmesini istediğiniz noktalarla ilgili olarak aşağıda olduğu gibi açıklamalarda bulunmamıza müsaade etmenizi içtenlikle rica ederiz. Hükûmetin yol gösterici davranışında kanun hükümlerine tam anlamı ile uyulması doğal olup, kurulumuzca da bunun sağlanmasını görmek tek amacımızdır. Son zamanlarda ortaya çıkan uygun olmayan durumun ve kanunsuzluğun nedeni ve etkeni Ferit Paşa Kabinesi idi. Bu konu, adı geçen kabinenin düşmesi ile, yüksek kurulunuzca kanun hükümleri içinde çalışma ve Ferit Paşa Kabinesi tarafından yapılan kanun dışı işler ve davranışlar dolayısıyla ortaya çıkan durumun kaldırılması için gereken kesin önlemlerin alınması ve gereğinin yapılması ile ortadan kalkar ve böylece olması beklenen olay ve devam edebilecek olan davranışlara sebebiyet verilmemiş olur. Kurulumuzun, bakanlar kuruluyla kanuni hükümler içinde her türlü anlaşma ve görüşmelerde bulunabilmesi için, önce hükümetin meşru ve kanuna uygun olan milli kuruluşumuza iyi niyet göstereceğini açık ve kesin bir dille söylemesi gerekmektedir. Aksi halde, kurulumuz ile hükümetimiz arasında karşılıklı güven ve samimiyet bulunup bulunmadığı kuşkusu doğacak ve sonuç olarak bu da uyumsuz davranış ve girişimlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Başkent ile Anadolu'yu birbirinden ayırmaya kurulumuz ve temsilcisi bulunduğumuz millet bireyleri sebep olmamışlardır. Tam tersine, düşünülen hükümetin Paris Barış Konferansı’nda doğu illerimizi, tamamını geniş bir özerkliği olan Ermenistan olarak kabul edişi, Toroslar sınır gösterilerek iki üç ilimizin tümünün Osmanlı sınırı dışında bırakılması ve başkent ile illerimizin bazılarında ateşkes antlaşması hükümlerine aykırı birçok işgaller ve devlet ve milletin bağımsızlık gururunun kırılmasına seyirci kalınması, başkent ile Anadolu'nun birbirinden ayrı düşünmelerine neden olmuştur. Ayrıca, bu duruma milli varlığını korumak amacı ve dine dayanan azmi ile kutsal haklarını korumak için ayaklanan kongre üyelerini eşkıya çetesi gibi cezalandırmak amacı ile Elâzığ ilinde birtakım eşkıya toplayarak Sivas ve Elâzığ halkları arasında vuruşma için hazırlanma emri veren bundan önceki hükümetin meşru olmayan icraatı da neden olmuştur. Osmanlı topraklarının bir kısmının işgali tehlikesine gelince; Milli kuruluşunuzun kurulmasından bu güne kadar hiçbir işgal olmadığı gibi, tam tersine Ferit Paşa Kabinesi'nin hoşgörü ve günahının sonucu ateşkes hükümlerine aykırı olarak işgal edilen Merzifon ve Samsun gibi illerimiz boşaltılmıştır. Bundan dolayı, devletin birliğini heyetimiz değil, bundan önceki hükümetin bozduğunu söylemeye gerek görmediğimi arz ederim. Tarafımızdan hiçbir resmi daire işgal edilmemiş olup, ortada bulunmayan bir durumun düzeltilmesi gibi bir şey düşünülemez. Millî kuvvetlerimiz aleyhinde bundan önceki hükümetin yapmış olduğu yayının doğruluk derecesini araştırmak üzere gelen ve başkentte milletin güvenini taşıyan, millî kuvvetlere dayalı ve meşru olan bir hükümet bulamayan itilâf devletlerinin yollamış olduğu


birtakım görevlilerle yaptığım görüşmeler de siyasi bir resmiyet taşımamaktadır. Bu görüşmelerin amacı, milletin geleceğe yönelik isteklerini millî kuruluşumuzun büyüklük ve kudretini, millî iradenin genişliği ve kesinliğini onlara yakından göstermek ve bununla milletimiz hakkında saygı ve güven sağlamakla sınırlandırılmıştır. Bunun da barış konferansında gelecek için zararlı değil, aksine çok yararlı sonuçlar sağlayacağı şüphe götürmez bir husustur. Milletvekili seçimi hakkında bundan önceki hükümetin verdiği emirler gereği hareket eden mahalli daireler henüz seçim kütüklerini bile hazırlamaya yeni başlamış olduklarından seçimlerde halkın hürriyetine saldırı ve engelleme şimdiye kadar maddeten mümkün olmadığı gibi, örneğimiz ve bir siyasi kuruluş olmadığından, siyasi ihtirastan tamamen uzak bulunacağını ve seçimlerde kesinlikle halkın anlayış ve vicdan hürriyetine karışmayacağım pek çok kere bildirileriyle açıklamış bulunmaktadır. Hükümet işlerinde olan duraklama, ancak resmi telefon görüşmelerinin arızasıdır ki, bu da milletin şefkatli babası ve şerefi olan padişahına sunuşunu ve ricalarını iletmesine engel olmuştur. Bu da padişah ve millet arasında bir engel oluşturan Ferit Paşa Kabinesi’nin uygun olmayan tutumunun zorunlu sonucudur. Şu noktayı da ciddi bir olgunluk ve önemle yüksek görüşlerinize sunmak zorundayız. Samimi açıklamalarınızda memleketimizde meşrutiyet gereğince milli egemenliğin yürürlükte bulunduğu açık ise de, feshedilmesinden itibaren Meclis-i Mebusanın dört ay içinde toplanması Anayasamızın açık hükümlerinden, olmasına rağmen bu güne kadar seçimlerle ilgili kütükler bile hazırlanmamıştır. Başka bir şekilde açıklanması. mümkün olmayan, dört ay içinde toplanma kanuni zorunluluğu altında bulunan Milli Meclisin şu ana kadar toplanamaması Ferit Paşa Kabinesi’nin açıktan açığa meşrutiyet idaresine bir darbesi ve Anayasaya açık bir saldırısı sayılır ve ceza kanunun özel maddesine dayanılarak bir cinayet sayılıp, sebep olanlar hakkında kanun hükümlerinin tam olarak uygulanması, milli egemenliği kabul eden ve kanun hükümlerinin uygulanmasını kendisi için bir kanuni görev sayan her meşru hükümet için ilk kutsal görev niteliğindedir. Bundan sonra ayrıntılarla ilgili bazı noktalar vardır. Efendim! Ali Rıza Paşa bu cevabımızdan sonra birkaç gün kendi isteği ile sustu. Nihayet üç gün sonra karşımıza. bizimle konuşmak üzere Harbiye Nazırı Cemal Paşa çıktı. Cemal Paşa’nın verdiği telgraf, bakanlar kurulunun milli amaçlar içinde hareket için önerilen şartların tamamını kabul ettikleri konusunu içeriyordu ve karşılıklı olarak yapılan önerilerle hükümetle hepimizin çok ciddi ve samimi bir anlaşma yapmış olduğumuz izlenimini alıyorduk. Fakat bu anlaşmanın gerçekleşmesi sözünden sonra, Cemal Paşa yeniden bazı önerilerde bulundu. Bakanlar kurulu adına önerdiği konular önemli olduğu için birer birer açıklayacağım. 1. İttihatçılıkla (İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilgili kimse.) ilişkili bulunmamak, 2. Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na katılmasının doğru olmadığı ve sebep olanların adlarını tespit etmek için bazı yayınların yapılması ve haklarında kovuşturma açılması ve kanuni cezalarının verilmesi, 3. Her nevi cinayet suçlularının cezadan kurtulamayacağı, 4. Seçimlerin hür bir şekilde yapılabilmesi için güvence verilmesi, bildiriliyor ve isteniyordu. Buna verdiğimiz cevap, söylediğimiz düşünceler şöyle idi; Harbiye Nazırı Cemal Paşa Hazretlerine , 9 Ekim 1919 tarihli yazınıza cevap vermeden önce temsil heyetimizin sayın bakanlar kurulu üyeleri hakkında saygı duyguları ile en iyi dileklerimi sunduğumu ve düşüncelerini birbirine söyleme ve birbirlerine düşüncelerini bildirme ile iki tarafın dürüstlük ve samimiyeti kendisine önder kabul ettiğine inandığımızı arz ederim. Çeşitli araçlarla duyurulması gerekli görülen yazınız ve açıklanan dört madde hakkında temsil heyetimizin görüşü ve düşüncesi aşağıda belirtilmiştir: 1. Rum ve Ermenilerle İngilizler başta olmak üzere İtilaf devletlerinin ve bunların suçlarına alet olan düşük Ferit Paşa Kabinesi'nin, millî birliğe ve vatan mutluluğuna yönelik her çeşit girişimi ve meşru millî faaliyeti genel olarak ittihatçılıkla suçlamayı bir meslek edinmiş oldukları hepimizce bilinmektedir. Girişimimizin ve millî kuruluşumuzun ittihatçılıkla hiçbir ilgisi olmadığı, kötü düşünen kişiler dışında gerek millet ve gerek ilişkide olan yalancılarca anlaşıldığı halde açıkladığınız kötü anlayışı tam olarak ortadan kaldırmak umuduyla Sivas Genel Kongresinin birinci oturumunda konuşmalara başlamadan önce bütün delegeler, İttihat ve Terakki Cemiyetinin canlandırılması için çalışmayacakları konusunda açık olarak, birer birer ant içmişler ve bu ant sureti her tarafta yayımlanmış ve ilân olunmuştur.


Bundan başka, yeri geldiğinde ve özellikle yabancılarla ilişkide bulundukça bu önemli konu ile ilgili bildiride ve gerekli açıklamalarda bulunulmaktadır. Bununla birlikte, önerdiğiniz gibi bu konuda yine fırsat çıktıkça, açıklama ve yayımdan geri kalınmayacaktır. Yalnız bu konu göründüğünden başka bir biçimde ortaya çıkarsa, durumu nedeniyle özel bir önem verilmesi gerekmektedir. Bu yönüyle, sadece bakanlar kurulu üyeleri ile düşüncelerimizi karşılıklı söylememiz ve yüksek heyetinizde bu konuda hâkim olan düşünceyi öğrenmek amacı ile temsil heyetimizin buna ilişkin düşüncelerini arz etmeyi gerekli görmekteyiz. Biz Müslüman olmayan halk ile İtilaf hükûmetlerinin siyasi durum karşısında gördüklerini, genel olarak ittihatçılıkla suçlamalarını doğru bulmuyoruz. ittihatçılar içinde kötü yönetim ve yolsuzlukları ile memleketi harabeye çevirenlerden oluşan bir küçük grup vardır ki işte millet ve bizim gözümüzde asıl suçlu olanlar bunlardır. Yoksa İttihat ve Terakki üyesi olup tarafsızlığını korumuş, kötülüğe alet olmamış onurlu kişilerin bu şekilde zan altında bırakılmaları ve özellikle her millette olduğu gibi iyiyi güzeli gerekli şekilde ayıramamak, halkın bir kısmını zan altında tutmak doğru değildir ve bunu ülkenin güvenliği, iç düzeni ve geleceği bakımından sakıncalı bulmaktayız. Bundan dolayı, kabinenin, bu maddenin asıl amacının ne olduğunu açıklamasını önemle rica ederiz. 2. İkinci madde içeriğine gelince: Bu konu, çok yönlü düşünülmesi gereken ve çeşitli şekillerde yorumlanabilen bir husustur. Örnek olarak, kafa tutmayı bile akla getirmektedir. Sonucunda felaket ve çok üzücü olaylara neden olan ve bu gün için milletimizin memnuniyetsizliğine yol açan Birinci Dünya Savaşı'na katılmamış olmak tabii ki çok daha iyi olurdu. Fakat buna maddeten imkan yoktu. Çünkü katılmama, silahlanmış bir tarafsızlığı, yani boğazların kapalı bulundurulmasını gerektiriyordu. Halbuki vatanımızın coğrafi konumu, İstanbul'un stratejik durumu, Rusların İtilâf hükûmetleri yanında yer almış olması, bizim seyirci kalmamıza kesinlikle uygun değildi. Bunun yanı sıra silahlanmış bir tarafsızlığın devamı için paramız, silahımız, sanayimiz, kısaca, gerekli araç ve gerecimiz de bulunmuyordu. İtilaf devletlerinin ve özellikle İngilizlerin para vermemesi bir yana, gemilerimize el koyarak milletin dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği gemi yapımına ait yedi milyon liramızı zorla alıkoymaları, (Abdulkadir Kemali Bey: Kahrolsunlar) İtilaf devletlerinin savaş ilân etmesi, bizim savaşa katılmamızdan dört ay önce her yönüyle Osmanlı hükûmetinin zararına bir Ermenistan Cumhuriyeti kurulmasına karar verdiklerini ilan etmiş olmaları ve hatta Bolşeviklerin yayınladığı gizli antlaşmadan da anlaşıldığına göre, İstanbul'un Çarlık Rusyasına vadedilmiş olması, savaşa İtilaf devletlerine karşı girmemizin zorunlu olduğunu gösteren açık delillerdir. Bir de İngiltere ve Fransa'nın kendisine İstanbul'u vermeyi tasarladıkları Rusya dururken, Balkan Savaşı uğursuzluğundan sonra millî varlığımız ve askeri değerimize dayanmadan, milletimizi kendilerine katılmış saysak bile, halkımızın bunu arzuladığını düşünmek doğru olamaz. Savaşa girmemizi bir hainlik olarak nitelemek ve koca, bir milleti dört beş kişinin oyuncağı durumuna düşürmek, düşüncemize göre yarar sağlamak şöyle dursun,, tam tersine düşük Ferit Paşa’nın Paris'te sakat bir düşünce ile vermiş olduğu Avrupa' dan merhamet dilenen demecine karşılık Clemenseau'nun cevabı olan hakaret dolu sözlerin, Tanrı korusun, bir kere daha duyulmasına neden olabilir. Bundan dolayı, mert bir biçimde gerçeği söylemek ve kahramanca savaşan bu koca. milletin yenik düşmesinin zorunlu sonuçlarına katlanmakla birlikte, bu olayın cinayet olarak kabul edilmemesi ve bu yüzden ceza verilmesinin düşünülmemesi kusursuz ve yararlı bir prensip olarak kabul edilebilir. (Bravo sesleri ve alkışlar) Savaşa sebep olanlar hakkındaki konuya gelince; Savaş ilanı sorumluluğu olmayan yüce padişahın yetkisi olduğuna ve o zamanki bakanlar kurulunun savaş ilânından dört ay sonra toplanan Millet Meclisine yaptığı açıklamalar üzerine alkışlarla Meclisin güvenini sağladığına göre, olay Yüce Divan’ın incelemesinden geçmeden, olur olmaz şu veya bunun aleyhine suçlamalarda bulunmak doğru olmayabilir. 3. Savaş sırasındaki kötü yönetimlerin açığa çıkarılıp cezalandırılması, vatanımızda sorumluluğun büyük ve küçük her kişiye dağıtılması ve kanun uygulamalarının tarafsız ve yüce adalete uygun olarak yürütülmesini sağlamak en büyük dileğimizdir. Fakat biz bunun, birçok tartışmalara neden olan kâğıt üzerinde, reklam şeklinde yayımlanmasından çok, fiilen uygulama ile yabancı dostlarımıza gösterilmesini uygun ve yararlı görüyoruz. 4. Seçim hakkındaki görüşlerinizi bildiri ile yayımladık ve ilân ettik. Bu hususta akla gelebilecek başka sorularınız varsa, emirlerinizin bildirilmesini rica ederiz.


Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti adına; Mustafa Kemal Efendim! Ali Rıza Paşa Kabinesi ile aranızdaki önemli yazışmalar burada son buluyor. Fakat bu son günde kabine, heyetimiz ile yakından görüşmek ve ayrıntılar üzerinde anlaşmak için Bahriye Nazırı (Deniz İşleri Bakanı) Salih Paşa’nın bizimle konuşmasını uygun görmüştür. Amasya'da kendisi ile görüştük. Salih Paşa Hazretleri ile hemen hemen üç gün üç gece devam eden konuşmamız sırasında az önce açıkladığım kongrelerin kabul ettiği prensipler ve kuruluş tüzüğünün önemli maddeleri birer birer okundu, tartışıldı ve tam anlamı ile anlaşma sağladık. Görüşmelerimizde tutanak tutuluyordu ve bu tutanak Salih Paşa Hazretleri ile kongre adına kendileriyle görüşen heyet tarafından imzalanmış ve uygunluk belirtilmiştir. Bunu aynen okumayacağım. Arz ettiğim konulardan oluşmaktadır. Bildiğiniz bu maddeler için yalnız Milli Meclisin onayı gerekmektedir. Bu görüşmelerin ayrıntılarına girmeyeceğim. Yalnız Salih Paşa Hazretlerinin imza koydukları tutanakta bizim prensiplerimizde yer almayan bir durum kayıtlıdır. Oraya dikkatinizi çekmek istiyorum. Efendiler, Bu konu, Millî Meclisin kurulma yeri ve toplanma sorunu idi. Genel durumumuz, İstanbul'un özel durumu görüşüldü ve tartışıldı. O fıkrayı aynen okuyacağım. Bundan sonra Sivas Kongresi’nin 4 Eylül 1919 tarihli kararlarının kuruluş kısmı ile ilgili on birinci maddede yer alan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin durumu ile ileriye yönelik şekil ve faaliyetleri konusu görüşüldü. Bu maddede, milli iradeyi egemen kılacak olan Millî Meclisin güvenlik ve bağımsızlık içinde yönetim ve denetim görevini üstlenmesinden ve bu görevin Millî Meclisçe onaylanmasından sonra derneğin durumunun kongre kararı ile tespit edileceği açıkça belirtildi. Burada açıklanan kongrenin, şimdiye kadar yapılan Erzurum ve Sivas Kongreleri gibi dışarıda ayrı bir kongre sayılması gerekli değildir. Derneğin programını onaylayan Millî Meclise, dernek tüzüğünde açıkça belirtilmiş olan delegelerin de katılmasıyla yapacakları özel toplantı kongre yerine geçebilir. Millî Meclisin İstanbul'da tamamen güvenlik içinde ve bağımsız olarak görev yapabilmesi gereklidir. Bu günkü şartlara göre bunun ne dereceye kadar sağlanabileceği ayrıntılarıyla düşünüldü. İstanbul’un yabancıların işgali altında bulunması nedeniyle milletvekillerinin yasama görevlerini gerekli şekilde yapmalarına pek uygun olamayacağı görüşü ortaya çıktı. Yetmiş seferinde Fransızların Lyon'da ve daha sonra Almanların Weimar'da yaptıkları gibi barış sağlanıncaya kadar geçici olarak Millî Meclisin Anadolu'da, yüce hükümetin uygun göreceği güvenilir bir yerde toplanması uygun görüldü. Millî Meclisin toplanmasından sonra, güvenliği ve korunması konusu ortaya çıkacağından bunun tam olarak sağlanması gereği ile, dernek temsil kurulunun kaldırılması ve kurulmuş olan kurumun çalışma hedefi, yukarıda açıklandığı gibi, kongre makamının yerine geçecek özel toplantıda kararlaştırılacaktır. Milletvekili seçimlerinin özgürce yapılabilmesi gereği, yüce hükümetçe emir buyrulmuş olduğundan seçimlerin yapılmasında dernek temsil heyetinin en küçük bir etki veya baskısı bulunmamaktadır. Efendim, Salih Paşa Hazretleri tutanağa imza attıktan sonra bu konuda Millî Meclisin toplantısına İstanbul'dan başka bir yerde olması konusunu bazı bakanların uygun bulacaklarından emin olmadıklarını; bununla birlikte bakanlar kurulu adına buraya geldiklerini ve kabine adına bizimle görüştüklerini, onların uygun şekilde davranacaklarını umduklarını söylediler. Ancak kendilerinin vicdan, akıl ve düşünce yönünden buna inandıklarını ve bu vicdani düşüncelerini, bütün bakanlar kurulu üyelerine ve yüce padişaha anlatmaya gayret edeceklerini, eğer bunu kabul ettiremezlerse ve bu gerçek karşısında da hükümet Millî Meclisin İstanbul'da toplanmasını emrederse, bu konunun kendileri için bir onur meselesi olacağından görevlerinden ayrılmak zorunda kalacaklarını söylediler. Fakat zannederim, kendileri görevlerinden ayrılmamışlardır. Salih Paşa'nın tahmin ettiği gibi, kendilerinin İstanbul'a dönüşlerinden sonra bu kez de Harbiye Nazırı Cemal Paşa tarafından yine kabine adına gelen bir telgrafta olay yeniden konu oldu. Çok önemli bulduğum için telgrafı aynen okuyacağım: Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine sunulacaktır.


Bahriye Nazırı Salih Paşa Hazretleri ile Amasya'da yapmış olduğunuz görüşmelerin iyi bir sonuca ulaşması Bakanlar Kurulu üyelerince memnunlukla karşılandı. Yalnız, Meclisin hilâfet ve saltanat başkentinden başka bir yerde toplanması son derecede önemli ve tehlikeli görüldüğünden bu konudaki görüşümüz aşağıda arz olunur: İlk olarak Meclis-i Mebusanın İstanbul'da toplanmaması için gösterilen sebep, başkentte yabancı devletlerin kara ve deniz kuvvetlerinin bulunması nedeniyle görüşmelerin özgürce yapılmasının sağlanamayacağı ve bazı milletvekillerin oylarına bile saldırılmasının mümkün olduğu görüşüdür. (Gülmeler) - ... Bu, bizim görüşümüzdür Bununla birlikte, İtilâf devletlerinin tümü, meşrutiyet (Hükümdarla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükümet şekli.) ile yönetildikleri için, Millî Meclislerin her türlü saldırıdan korunmasının önemi yanı sıra, böyle bir uygulamanın medeni dünyada ne derece kötü etki yapacağı gerçeği de kendilerince bilinmektedir. Bu nedenle Meclis-i Mebusanın görüşme güvenliğinin bozulması mümkün değildir. İtilaf devletleri tarafından kendilerine karşı davranış yapılması beklenebilecek kişilerin sayılarının aslında pek az olması nedeniyle, bu kişilerin millet ve devlet güvenliği için bir özveri daha göstererek milletvekilliğinden istifa etmeleri, bu engeli de ortadan kaldırabilir. Böyle bir durumun gerçekleştirilmesini, haklı olarak cömert ve saygıdeğer kişiliğinizden beklemekteyiz. İkinci olarak, bu buhranlı ortamda devlet büyükleri ile halkımızın birbirleri ile olan ilişkiyi sürdürmeleri ve görüş birliği içinde tek bir vücut olarak, yaşamakta bulunduğumuz tehlikeli durumdan var gücümüzle vatanımızı kurtarmak için çalışmaları gerekmektedir. Meclis-i Mebusanın taşrada toplanması durumunda, bir kısım bakanlık ve hükümet dairelerinin de oraya taşınması gerekeceğinden, bunun güç ve imkânsız yönleri bulunmasının yanı sıra, hükümetin taşınması yolunda bir başlangıç olarak düşünülebileceğini de bildirmeyi gereksiz görüyorum. Bakanlar ile milletvekilleri birbirleriyle ilişkiyi devamlı olarak sürdürmek zorunluluğunda bulunanlarından bakanların İstanbul'da, milletvekillerinin taşrada bulunması mümkün değildir. Hatta toplantı yeri olarak İstanbul'a en yakın olan Bursa bile seçilse, ulaşım durumuna bakarak düzenli ve zamanında gidip gelmek, yazıları ve belgeleri getirip götürmek mümkün görülmemektedir. Özellikle Sadrazam Paşa Hazretleri ile içişleri ve dışişleri bakanlarının Meclis ile devamlı ilişkilerini sürdürmeleri ve İstanbul'dan da ayrılmamaları gerektiğinden bu iki zorunlu durumun bağdaştırılması mümkün değildir. Üçüncü olarak, Meclis-i Mebusanın taşrada toplanması İstanbul'dan başka bir merkezin daha kurulması anlamını taşımasının yanı sıra, İstanbul'un geleceği henüz aydınlanmadığından, daima gözleme fırsatı bulan düşmanın ve özellikle Venizelos ve buna benzer kişilerin zararlı propagandalar yapması için de gerekçe oluşturur. İstanbul diğer devletlerin başkentleri gibi değildir. Yalnız Osmanlıların başkenti olmayıp yüz milyonlarca İslam'ın sevgisini belirttiği ve darda kalınca, başvurduğu yer olduğundan, her ne şekilde olursa olsun başlı başına hükümet merkezi olmak onurunu kaybetmesi durumunda asırlık Osmanlı saltanatının Avrupa'dan kaldırılarak bir Asya beyliği haline dönüştürülmesi ile kindarlara ve düşmanlara yeni bir silâh verilmiş olur. Bunu önlemek için, bütün ülke kuvvetlerinin İstanbul'da toplanması özellikle bu an için zorunlu görülmektedir. Dördüncü olarak, bazı siyasi partiler ile Müslüman olmayan unsurların seçilmesinin tarafsızca yapılamayacağı düşünülerek seçimlere girip girmemekte hâlâ kararsız durumda iken, Meclisin Anadolu'da toplanması, Meclisi Mebusanın sadece milli kuruluş mensuplarına kalacağı fikrini kuvvetlendirir. Bu nedenle, onlar seçimlere katılsalar bile milletvekillerinin bir kısmının Anadolu'ya gitmekten kaçınmaları ve İstanbul'da toplanma isteklerini bildirmeleri de akla gelebilecek bir konudur. Böylece Meclis-i Mebusanın ikiye ayrılarak, her ikisinin de çoğunluk sağlayamadığı duruma gelinir ve alınan kararların gerçek ve güvenilir olmaması üzücü sonucu ortaya çıkar. Genel ve özel durumumuzu devamlı olarak inceden inceye araştırma altında tutan ve Türklerin kendilerini yönetmeye ve zor zamanlarda bile anlaşma yapmaya gücü yoktur konusundaki düşünceleri için delil aramakta olan düşmanlara kullanılacak bir koz verilmiş olur. Zaten konferans önüne çıkmamız ve orada iyi bir şekilde kabul görmemiz, bütün milletin el ele, bir arada olması ve hükümetin de böyle bütünleşmiş bir topluluğa dayanmasının uygun olacağı açıklama istemeyen bir konudur.


Meclisin Anadolu'da toplanacağı söylentisi şimdiden birtakım dedikoducular ve yabancılar tarafından çeşitli şekilde yorumlara yol açmıştır. Bunun çok tehlikeli sonuçlara ulaşabileceği konusuna önemle dikkatinizi çekerim. Harbiye Nazırı CEMAL İşte efendiler, Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin Millî Meclisin İstanbul'da toplanması gerekliliğine ilişkin öne sürdüğü gerekçe ve düşünceler bunlardır. İşte bu görüş, şahıslarına bile saldırı yapıldığı fikridir ve bizim bütün bu düşüncelere karşı cevap olarak bildirdiğimiz görüşler de şunlardır: Bu gün, yüce saltanat başkentinde Millî Meclisin toplanması fikrini uygun görmeyenler, genellikle birbirine benzer düşünceler ortaya koymuşlardır. Bizim bunlara 29 Ekim 1919 tarihinde verdiğimiz cevap şöyledir: Sivas 29 Ekim 1919 Harbiye Nazırı Cemal Paşa Hazretlerine, C. 27 ve 28 Ekim 1919 tarihli ve (300, 301) numaralı şifrelere. Bu gün yüce saltanat başkenti ve İslam dininin hilâfet merkezi olan İstanbul, düşman donanmasının topları ve kuvvetlerinin işgali altında, düşman polis ve jandarmasının sorumluluğunda ve eli altında bulunuyor. Basın, İtilâf devletleri tarafından denetim altında, kişisel hukuk ve sosyal durumumuz bunların baskısı altında, sayın kabine üyelerine varıncaya kadar giren ve çıkan herkes yabancılar tarafından inceleme ve denetim altında bulunmaktadır. Tam anlamı ile saltanat başkenti ve hilâfetimiz kuşatma altında olup bağımsızlığımız burada manen ve fiilen yürürlükte değildir. Buna, bir de Rum ve Ermenilerin hükümeti tanımamalarını ve İtilaf devletlerine dayanarak bir çeşit ayaklanma durumunda bulunmalarını ve birtakım bozguncu kuruluşların yaptıklarını da eklersek, başkentimizin içinde bulunduğu üzücü ve korkunç durumu tam anlamı ile açıklamış oluruz. Bundan dolayı, bütün bu haksız uygulamalar ve bunların ayrıntıları ile bildirilmesi ve açıklanması sonucunda Avrupa'dan, kamu oyundan, hak ve adalet isteyecek ve kazanılmasını sağlayacak olan Millî Meclisin İstanbul'da görev yapmasına bizce imkân bulunmamaktadır. İtilaf devletlerinin meşrutiyet ile yönetilen birer hükümet olduğu bundan dolayı Millî Meclisimiz, zararına girişimlerde bulunmayacakları konusundaki görüşünüzü bir iyi niyet örneği olarak düşünmek zorundayız. (Alkışlar) Ancak Avrupa devletleri, milletimizi meşrutiyeti ve hürriyeti sağlayabilmiş olgun bir millet olarak kabul etmiş ve düşünmüş bulunsalardı, bu görüş doğru olabilirdi. Aslında durum, tamamen bir iyi niyetin tersine gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir. İmzalamış oldukları ateşkes antlaşması hükümlerine aykırı tutumları ve hükûmetin yargı hakkına saldırıları, bizi insan olarak düşünmediklerine ve verdikleri söze uymamayı, bize karşı dürüst olmayan bir davranış olarak kabul etmediklerine bir delildir. Birkaç kişinin şahıslarına karşı olabileceği düşünülen işlemlerin nedeni, bu kişilerin Devlet ve milletin ve saltanat makamı ile hilâfetin bağımsızlığı ve bütünlüğü uğrundaki uğraşı ve çalışmaları ise, bunlardan başka aynı ruh ve düşüncede bulunan diğer kişilerin de saldırı hedefi olmayacağını kestirmek ve güven vermek kesinlikle mümkün olamaz. Bundan dolayı bu durum bütün Millî Meclise karşı da gerçekleşebilir. Aslında yukarıda ayrıntılarıyla anlattığımız gibi, İstanbul işgal altındadır ve tehlike fiilen mevcuttur. Millî Meclisin ise kesinlikle güvenlik içinde bulunması ön şarttır ve önemlidir. Bu nedenle taşrada tam güvenlik içinde bulunan bir yerde toplanılması kesin olarak zorunlu görülmektedir. Meclisin toplanması ve barışa kadar geçici olarak taşrada toplantılarını sürdürmesi durumunda, açıkladığınız gibi bakanların bazılarının ara sıra veya sürekli olarak İstanbul'dan ayrılmaları gerekmez. Bazı bakanların gidip gelmeleri veya yetkili bırakmaları kesinlikle hükümet merkezinin taşınması anlamına gelmez. Bundan başka, Millî Meclisin taşrada toplanması kesin bir zorunluluğa dayandığından, İstanbul'dan başka bir merkez daha kurulması anlamına da gelmemesi gerekir. özellikle geleceği şüpheli olan İstanbul yerine geleceği bilinen ve güvenliği


tam olan bir yerden kurtarma çalışmalarının yapılması amaca daha uygun olur. Venizelos'un Atina'yı emin bulmadığı için bakanlar kurulunu bile Selanik'te oluşturması ve kurması sonucu Yunan başkentini tehlikede bırakmak yerine kurtardığı, bazı olaylarla ispatlanmıştır. Ferit Paşa’nın Sadrazam ve Dışişleri Bakanı iken Avrupa'da aylarca kalması hükümet tarafından sakıncalı görülmediğine göre, bu derecede önemli bir durumda hükümet üyelerinin gerektiğinde Millî Meclisin bulunacağı yere gelip gitmelerinde hiçbir engel olmayacağı açıktır. Bu toplantının İstanbul dışında olmasından dolayı, Venizelos ve buna benzer düşmanların propagandada bulunacakları pek tabii görülmektedir. Çünkü bu toplantının kendi zararlarına olacağını şimdiden kestirmekte oldukları şüphesizdir. Salih Paşa Hazretleri ile bu konuda görüşeli iki gün olduğu halde, haberin memleket içinde anlaşılmasından önce yabancı yerlere ulaşmış olduğu anlaşılıyor. Aynı görüşten hareket ederek, bunun da pek tabii olduğu söylenilebilir. Her halde yabancıların, milletimizin düşüncelerini anlamak konusunda, inceden inceye araştırma yapmakta oldukları kesindir. Meşruiyetini ve hukukunu anlamış olan hiçbir milletin, düşman içinde, düşman baskısı altında kendi hukukunu korumak üzere toplanmak isteyeceğini kabul etmek doğru olamaz. Bu gün İstanbul'da toplanmayı istemek bütün ülke kuvvetlerini burada bir araya getirmek, bu kuvvetleri kıpırdayamaz hale sokmak, sonuçta intiharı amaçlamak demektir. Bundan başka, Millî Meclisin bu durum altında başkentte toplanması, milletin İstanbul'un işgal altında bulunmasını ve bunu gerçekleştirmiş olanların haksızlıklarını aynen kabul etmesi demektir. Bununla birlikte, Anadolu'da toplanması aynı zamanda başkentin üzücü durumunun dünyaya karşı açıkça ve eyleme dönüştürülerek kınanması yararını sağlar. Yüce Halifenin İstanbul'da bulunmaları göz önüne alınsa Meclisin taşrada bulunması nedeniyle hilâfet makamı için İslam dünyasının gözünde bir değişiklik ve ters tepki olamaz. Çünkü Millî Meclis milletimizi temsil eden kuruluştur. Hatta açılış için yüce padişahın bir vekil yollamaları da mümkündür. Hem bu şekilde İslam dünyası Millî Meclisin hilâfet merkezinde toplanmaya cesaret bulamadığını görerek bu kutsal makamın düşman tehlikesi altında bulunduğunu hissedecektir ki, bunun yararı açıktır. Müslüman olmayan unsurlara gelince, bunlar daha Tevfik Paşa kabinesi zamanında seçimlere katılmayacaklarını ilân etmişlerdi. Bunların katılmamaları kendi zararlarından başka bir sonuç doğurmaz. İnşallah, vatan ve millet bağımsızlığını kazanınca ister istemez aynı , haklara sahip Osmanlı vatandaşı olarak oturmaya mecburdurlar. Siyasi partilerimizden bazılarının Anadolu'yu istememeleri tabii olarak milli kuvvetlerin etkisi altında kalmak korkusundan olacaktır. Halbuki milletin asıl büyük çoğunluğunu temsil eden milliyetçi milletvekilleri de İngilizlerin etki ve baskısı tehlikesi nedeniyle İstanbul'u istemeyeceklerdir. İstanbul'un çıkaracağı belirli sayıdaki milletvekillerinin önemli bir kısmı, hiç şüphesiz milletle beraber olacağına göre taşraya geleceklerdir. Hatta hiç gelmeyeceğini düşünsek ve meclisin ikiye ayrıldığını kabul etsek bile oy çoğunluğunun İstanbul'a mı, yoksa taşraya mı ait bulunacağını tabii şimdiden kestirmek mümkündür. Aslında bu gibi şüphe ve kararsızlığa düşecek milletvekillerinin vatan ve millet uğruna istifa ederek özveri gösterecekleri umulmalı ve beklenmelidir. Aydın kesiminde seçimlerle ile ilgili olarak yapıldığı bildirilen yakınmalar Yunan işgali altındaki yörelerde yapılıyor ise, bunun Rumlar tarafından düzenlendiğinden hiç kuşkumuz yoktur ve bu, çok doğal görülmektedir. Haksız işgal olunan bu sevgili ilimizin Millî Meclise milletvekili gönderebilmesi özel dileğimizdir. Böylece, millet fiilen işgali tanımadığını ve bu zengin topraklardan ayrılmaya asla razı olmadığını dünyaya ispat etmiş olacaktır. Buna hükümetin de resmen destek olması İzmir, Adana, Musul illeri ile Maraş, Antep, Urfa sancaklarına resmen seçim için kesin emirler vermesini siyasi durunun gereği olarak görüyoruz. Kurulumuzun verdiği sözü tutan kişilerden oluştuğuna güven duymanızı özellikle rica ederiz. Daha anlaşma yapıldığı gün, bunu bütün benliğimiz ile destekleyeceğimizi ve yardım edeceğimizi arz ederek söz vermiş, durumu bütün milletimize bildirmiştik. Aradan yirmi beş gün geçti. Bu süre sırasında bütün çalışma ve davranışlarımızla hükümet görevlerini kolaylaştırmaya, hükümet kuvvetlerini yüceltmeye çalışıyoruz. Buna karşılık kabinenin hâlâ özel tasarımızdan kuşku duyması ve uygulamalar için adım atmamış bulunması, üzüntülerimize sebep olmaktadır. Millî kuruluşumuzun amacının kanunlara uygunluğunu kabul ederek, gereğine uyularak yönetilmesini üstlenen hükümetin, kuruluşumuzu lağvedeceğini ve tüzüğünde açıkça belirtilen temsil heyetimizin şimdiki çalışma düzeninin değiştirilmesini isteyeceğini tabii ki aklımızdan geçirmiyoruz. Bu durumda nasıl direnme ve yardım istenebilir? Bu kanunun açıklığa kavuşturulmasını rica ederiz.


Tam tersine, Temsil Heyeti, Ferit Paşa Kabinesi’nin yapmış olduğu haksızlıkların düzeltilmesi konusunun halâ ele alınmadığını görmekle üzgün bulunmaktadır. Milli Meclis konusunda Temsil Heyetimizin görüşünü yukarıda belirtmiş bulunuyoruz. Bununla birlikte, tutumumuzu milletin kamu oyu üzerine dayandırmak bizlerce genel kural olduğundan; bütün il merkezleri heyetlerinin bu konudaki görüşü de ayrıca sorulmuştur. Sonuca göre davranacağımız tabiidir, efendim. Temsil Heyeti adına Mustafa Kemal Bizim bütün bu düşüncelere karşı cevap olarak bildirdiğinin görüşler şunlardır: Bu gün yüce saltanat başkenti ve Millî Meclisin İstanbul'da toplanması fikrini kabul etmeyenler de hemen hemen genellikle aynı noktaya dayanarak düşüncelerini bildirmişlerdir. Bundan sonra Rıza Paşa kabinesi görüşünde ısrar etti. Bu düşünce o zaman yalnız bizim heyetimizin görüşü idi. Bu konu, kesin olarak kabul edilmiş bir karar şeklinde değildi. Onun için çeşitli araçlarla bütün milletin düşünce ve eğilimini anlamaya çalışıyordum. Burada olduğu gibi durumu açıkça belirterek sorduk: «Toplanma yeri neresi olmalı?» Gelen cevaplarda her yörede özel olarak durum anlaşılmıştı. Gerçekten İstanbul'da toplanmanın büyük bir felâket getireceği herkes tarafından açıkça söylenmişti. Ancak ortada bir konu vardı, o da hükümet kanadının bunu uygun bulmaması. Millî Meclisin, Millî Meclis olarak Anadolu'da daha güvenceli bir yerde toplanabilmesi, tabii ki, hükümetin uygun görüşü ile durumun yüce padişaha arzına ve böylece alınacak yüce emre bağlı bulunuyordu. Milletvekilleri dışarıda toplanır, Ayan oraya gelir ve Millî Meclis olarak bir araya gelir. İşte bu olmadıkça Millî Meclisin, Millî Meclis olarak toplanmasına maddeten imkân kalmamıştır. Bu konu bizim için son derecede önemli olduğu için arz ettiğim gibi halkın düşüncelerini öğrenmekle birlikte, Sivas'ta yetki sahibi bazı kişilerle, özellikle bütün komutanların katılmasıyla olağanüstü bir toplantı yaptık. Ayın sonuca vardık. Bu sonuca göre bir şer vardı. O da milletvekillerinin tümünün aynı kanı ile durumu tehlikeli görüp kendiliğinden dışarıda bir yerde toplanmaları! Tabii ki bu topluluk Millî Meclis olamazdı. Belki bir millet meclisi olurdu. O nitelikte olmamakla birlikte, böyle basit bir kongre halinde toplanmış olsa bile yapabileceği görevden daha büyük görevi yapmış olacaktı. Benim düşünceme göre milletvekilleri İstanbul'a gitmeselerdi, Meclisi Mebusan orada toplanmasaydı, dışarıda güvenceli bir yerde toplanıp orada bütün ülkeyi, bütün milletin başkentinin geleceğini konuşmuş olsaydı, İstanbul işgal olunamazdı. İstanbul'un işgaline tek neden hükümetin birtakım saçma ve köksüz görüşlere saparak zaaf göstermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Milli Meclisin dışarıda toplanması gerekliliği ve zorunluluğunu anlatmak konusunda da başarılı olamadıktan sonra artık görüşlerimizi bildirmekten vazgeçtik. Yalnız yine birçok felaketlerin ortaya çıkacağına olan inancımız sürdüğünden bazı önlemler alarak vatan görevimizi gerçekleştirmeye çalıştık. Önerilerimiz hepinizce bilinmektedir. Hiç olmazsa milletvekilleri İstanbul'un o zehirleyici çevresine, havasına girmeden önce dışta birbirleriyle görüşsünler, tanışsınlar ve birbirlerine düşüncelerini söyleyerek aydınlatsınlar. İşte biliyorsunuz, bu amaçla Erzurum'da, Trabzon'da, Samsun'da, kısacası çeşitli merkezlerde, bölge bölge, milletvekillerinin toplanmasını çok rica ettik. İstanbul'a gidecek milletvekillerinden de mümkünse düşüncelerimizi karşılıklı söylemek üzere Ankara'ya gelmelerini istedik. Bu önerilerimizin hem birincisi ve hem de ikincisi kısmen oldu, buraya gelen saygın milletvekilleriyle karşılıklı düşüncelerimizi anlattık, bütün tehlikeli olabilecek durumlar konuşuldu ve geleceğe ait bazı önlemler de düşünüldü. Hatırladığıma göre her şeyden önce Meclis-i Mebusanda bir grup kurmak gerektiği şart olarak düşünüldü. Çünkü milletvekillerinin genel kurulu dayanışma içinde bulunmazsa hiçbir amacın savunulması ve korunmasına imkân kalmazdı. Yine burada görüldüğü gibi, kurulması düşünülen grup bütün anlamı ve görünümüyle Kuvay-i Millîye’ye dayanacaktır. Bütün dünya da bunu bilecektir. Milletin gücüne dayanmayan milletvekilleri hiçbir kimsenin gözünde güvenilir kişiler olamaz. (Sürekli alkışlar) . Burada toplantıya katılan arkadaşlarımız bu gereği tümüyle kabul etmişler ve bu fikirle İstanbul'a gitmişlerdir. Fakat uzaktan gördüğümüze göre bu kararda kesinlikle direnmemişlerdir. Direnmeyişlerinin nedeni de arz ettiğim gibi görünüşte Kuvay-i Millîye ile ilişkili kabul edilmelerindendir. Her iki tarafa yönelmiş bir cephe nasıl olur?.


Efendiler, yurt dışında bu milletvekillerinin millî teşkilât ile yeterince ilgili bulunmadıkları kararına varıldı. Bu durumda ya milli teşkilât yoktur ya da zayıftır. Milli teşkilât varsa, ya korkulacak bir şey değildir ya da bu milletvekilleri ile onun ilgisi yoktur. Bu nedenle her iki durumda da bir güçsüzlük gözlenmiş oldu. Kuvay-i Milliye de önemsenmedi işte düşmanlarımız bundan son derecede cesaret aldılar. Artık Kuvay-i Millîyeden ve Meclis-i Mebusanı oluşturan sayın kuruldan korkuları kalmadı. Efendim, son bir bölüm daha var izin verir misiniz? Sayın arkadaşlarımız, İngilizlerin varlığımızı yok etmek için uyguladıkları gizli ve kirli sonsuz yöntemleri bulunduğunu: hepiniz bilirsiniz. işte bu söylediklerimizle ilgili olarak İngilizler, İstanbul'da yasama organımıza saldırı hazırlığı olmak üzere daha önce, bakanlar kuruluna saldırıya geçmeyi tasarlamışlardı. Bu davranışın en açık delili Harbiye Nazırı olan Cemal Paşa ile Genelkurmay Başkanı olan Cevat Paşa'ya karşı yaptıkları saldırı idi. Hepinizin bildiği gibi, İngilizler bu iki kişinin milletin, yararına uygun olan çalışma ve davranışlarının kendi yararlarına uygun olmadığını görerek bunları düşürmek istediler. Ve aynı istekle yüce Osmanlı devletinin hükümetine de bir darbe vurmayı amaçlayarak Ali Rıza Paşa Kabinesi, uzun bir kararsızlık devresinden sonra nihayet İngilizlerin isteğini yerine getirmeye yöneldi ve sonuç olarak Cemal Paşa, Cevat Paşa görevlerinden alındılar. O zaman gönül isterdi ki, Ali Rıza Paşa Hazretleri ortaya çıkan bu yabancı saldırıya karşı bütünüyle hükûmeti ayağa kaldırsın, tepki gösterip olay yaratsın. Oysa her zaman olduğu gibi, kabinemiz kuruntuya düşme ve işi idare etme politikasına daha çok önem verdi ve düşmanın arzusunu yerine getirerek olayı kapattı. Bunun ardından İngilizler görünüşte tatlı, kamu oyunun gönlünü alacak bir genelge sundular. İngiliz siyasi temsilcisi, İngiliz Dışişleri Bakanlığı adına hükümetimize bir nota verdi. Notada şöyle deniliyordu: önce, itilâf devletlerine karşı başlatılmış olan ve Yunanlıları da içeren eylemleri durdurunuz. İkinci olarak, Türkiye'de Ermenilere karşı yapılan katliamdan vazgeçiniz. işte bu iki önerimizi yerine getirmeniz durumunda İstanbul size bırakılacaktır. Bu iki istek dikkate alınmazsa, barış şartları kötü biçimde etkilenmiş olacaktır. Efendiler, bu, tabii ki çok haince ve samimiyetten uzak bir istek idi. Çünkü her iki öneride de, gerçekte yeri olmayan konular üzerinde duruluyordu. Birincisi Yunanlıların da içinde bulunduğu İtilaf hükümetlerine karşı eylemde Bulunmamak, saldırıya geçmemek önerisi. Zaten böyle bir şey olmadı. Gerçi Yunan cephesinde, İzmir cephesinde, silah ve mevzilenmiş birtakım kuvvetler, millî kuvvetler vardı, fakat bu, devlet kuvveti, hükûmet kuvveti, ordu kuvveti değildi. Bu, Yunanlıların, ateşkes hükümlerine uymayan davranışları ve insanlığa karşı dünyada eşine rastlanmayacak biçimde zulmederek, facialar yaratmalarına karşın devletin koruyuculuğundan yoksun olan milletimizin kendi namusunu, onurunu korumak ve kollamak için silâha sarılmak zorunluluğundan kaynaklanıyordu. İtilaf devletleri bu masum İslam halkının korunmasından söz etmemişlerdi. Sadece onlara saldıran kuvvetin önüne set çekilmemesi gerektiğinden söz edilmişti. Diğer yörelerde bile itilaf devletlerine hiçbir saldırı yapılamamıştı. Bu nedenle, söz konusu isteğin asıl içyüzü düşünüldüğünde bunun gerçekten uzak olduğu görülür. iktidardaki hükümet, doğal olarak buna cevap verebilecek kuvvete, kudrete ve yetkiye sahip bulunuyordu. Bu olayın tek ve en kesin çözümü, itilâf devletleri tarafından Yunanlılara, İslam hayatına ve milletin şeref ve namusuna saldırıda bulunmamalarının önerilmiş olması idi. İkinci istek ise, ülke içinde katliam yapılmaması ile ilgiliydi. Ermenilere karşı böyle bir tutum yoktu ve olay doğru değildi. Ülkemiz gerçeklerini hepimiz biliyoruz. Hangi yörede Ermenilere karşı katliam yapılmıştır veya yapılmaktadır? Genel savaşın başlangıcından söz etmek istemiyorum. Aslında, itilâf devletlerinin de bahsettikleri doğal olarak geçmişe ait durumlar değildir. Bu gün ülkemizde faciaların yaşandığı savunularak, bundan vazgeçmemiz isteniyordu. Kuşkusuz Ali Rıza Paşa Kabinesi bu önerilere cevap ermiştir. Ancak yine Ali Rıza Paşa Kabinesi’nden olan bakanlar kendi üyelerine, kendi memurlarına, kendilerine bağlı olanlara İngilizlerin umut verici güzel sözlerini önsöz yaparak bu iki isteği aktarmış ve sonuç olarak yapılması istenmeyen davranışlardan vazgeçilmesini bir genelge ile duyurmuşlardı. Bu işlem, hiç şüphesiz kötü niyetle yapılmış değildir. Fakat sorun, olayın anlatım şeklini bilememekten kaynaklanmıştır. Tabii ki, hükümet yetkililerinin yayımladığı bu genelgeler, düşmanlarca öğrenilmiştir. Bunların yayımlanması kesinlikle isteğin gerçek olduğunu kabul etmek değildi. isteklerine bu kadar uygun davranılmasından da İngilizler yeterince tatmin olmadılar. Bundan kısa bir süre sonra, Ali Rıza Paşa kabinesine Yunanlılar karşısında bulunan kuvvetlerin geriye çekilmesi önerisi yapılmıştır. Hepimizin bildiği gibi, milli hattına çekilmek konusu Ali Rıza Paşa, böyle bir öneriyi gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir konu olarak gördüğü için ve belki başka nedenlere de bağlı olarak, bu baskıyı gerekçe göstererek görevinden ayrıldı istifa etti.


Ali Rıza Paşa Kabinesi 23 Mart 1920 günü istifasını verdi. Böylece, kabineye oy birliğine yakın bir çoğunlukla, güven oyu vermiş olan Meclis-i Mebusanın, bağımsızlıkla ilgili çalışmalarını yürütme kudretini kaldırmak ve milli istekleri gerçekleştirme yeri olan Milli Meclisi, herhangi bir şekilde barış üzerinde etkili olamayacak bir şekle dönüştürmek amacı açık olarak anlaşılıyordu. Bundan dolayı bütün millet bu durum karşısında, milletvekillerinin güvenine sahip olan Ali Rıza Paşa Kabinesinin istifasını ölçülü bir şiddetle ve ülkemizde pek az görülen bir birlik ve coşku ile protesto etti. Padişahlık makamına ve Meclis-i Mebusan’a, Anadolu'nun en uzak köşelerinden protesto telgrafları çekildi. Düşmanların bütün çalışması, barış esaslarının kararlaştırılacağı şu sıralarda memleketimizi dışarıda ve içeride güçsüz bir durumda bırakarak istedikleri her şeyi bize kabul ettirmeyi amaçlıyordu. . Şöyle ki: İzmir olayını yerinde inceleyen ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde inceleme ve araştırma yapmak için geziler yapan bütün Amerikalı ve Avrupalı kişiler ve heyetler daima lehimize düşüncelerle dolu olarak ülkelerine dönmüşlerdir. Bu kişiler ve kurullar Avrupa ve Amerika kamu oyunda çeşitli araçlarla ülkemiz aleyhine yapılan kışkırtıcı propagandalara karşı üstünlük sağlamışlarsa da, barış için kesin kararların belirlenmesini üstlenen barış konferansı çerçevesi içinde çok az etkinlik taşıyan, gerekli önemli vurgulayamayan bir durum yaratmışlardır. İşte böylece, geleceğe yönelik çıkarlarını, çeşitli baskılarla bütün dış ülkeleri aleyhimize çevirmekte gören bazı kuruluş ve unsurlar ise, tarafımıza yöneltilen bu akımı temelinden yıkmak ve bütün dış ülkelerin milletimiz lehine, düşüncelerinde değişiklikler olmasına fırsat vermemek için, tümüyle yalan olan en son Ermeni katliamı uydurmasını düzenlediler ve açıkladılar. Aslında pek az ve basit yalanlama araçlarımız olan gazetelerimize de, son derecede etkin bir sansür uygulayarak hiçbir araçla medeni dünyaya karşı haklarımızı korumamıza imkân tanımadılar. Böylece, insanlık hukukunun kutsal kuralı olan kendi kendini koruma hakkından da milletimizi tümüyle yoksun bırakarak, kamu oyunu ve dünya milletlerinin fikirlerini harap durumdaki ülkemiz ve ezilmiş milletimizi birçok suçlamalarla lekeleyerek büyük çapta etkilediler. Ülkemizin dış ülkelerdeki onurlu durumu ve hakları, çeşitli araçlarla dünya kamu oyu önünde küçük duruma sokulduktan sonra, sıra iç yönetimimize geldi. Meclis-i Mebusanımızı hor görerek kapatmak; ülkemizi, benzeri görülmemiş zorba bir yetki ile bütün dünya sorunlarını kendi isteklerine göre düzenlemek isteyen barış konferansının zalim kararlarını kabule zorlamak bunlar arasındadır. İşte Ali Rıza Paşa kabinesi bu çapraşık dış çabalar sonucu, yabancıların eline düşürülmüş oldu. Düşük kabinenin geçici olarak görev yaptığı buhranlı günlerde, Ferit Paşa’nın padişah huzuruna kabul edilerek saatlerce görüşme yapmış olmasına bakılarak milli amaçları yıkacak karşı bir kabinenin iş başına gelmesinin konuşulduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Böyle bir kabinenin iktidara gelmesi sonucunda ortaya çıkacak durumu anlamak güç değildir. Millî iradeyi tek meşru gerçekleştirme yeri olan Meclis-i Mabusanımızın yasama yetkisinin sağlamlaştırılması için millet içinden kaynaklanan coşku ve kınamalar gerçekleşmiş ve bu konu yeni kabinenin millî amaçlara karşı olan kişilerden kurulmasını önlemek için Meclis Başkanlık Divanı’nın Padişah huzurunda yapılması ile ilgili girişimleri kolaylaştırmıştır. İşte Salih Paşa Kabinesi bu şartlar altında kurularak göreve başlamıştır. İngilizler, bir yandan dış durumumuzu yeni toplu öldürme iftiraları ile sarsarak, diğer yandan da kabineyi, Meclisi Mebusanımızın çalışmalarına engel olmak konusunda kışkırtarak, içişlerimizde çok tehlikeli bunalımlar yaratacak biçimde çalışarak, tasarladıkları İstanbul işgalini kolaylıkla uygulayabilecek bir ortam hazırlıyorlardı. Bunun bizim elimizde bulunan ilk delili, daha Ali Rıza Paşa kabinesini düşürmeyi tasarladıkları sıralarda bir yandan da İstanbul işgaline hazırlık olmak üzere Anadolu telgraf kuruluşu hakkında etüt yapmaları ve posta - telgraf genel müdürünü ziyaret ederek Anadolu telgraf merkezleri hakkında incelemelerde bulunmaları, resmi telgraf haritalarını genel müdürlükten istemeleri ve almalarıdır. İngilizler, 12 Martta telgraf sınırlarımız hakkında tekrar araştırmalarda bulunmuşlardır. Telgraf görüşmelerinin durdurulması için İstanbul'da yapılacak uygulamaya karşı gerekli önlemlerin alınması, Temsil Heyetimizce düşünülmüştür. İstanbul'dan alınan 11 Mart tarihli şifrede inanılır bir


kaynaktan alınan bilgiye dayanılarak İstanbul'daki arkadaşlarımın tutuklanacağı bildiriliyordu. Aynı gün (Ankara'daki İngiliz temsilcisi Withall'in İstanbul'a hareket edeceği ve bundan sonra trenlerin işletilmeyeceği) öğrenilmiş ve gerçekten Withall ertesi gün Ankara'dan ayrılmıştı.. Fransız temsilcisi (Duvazo da ayrılmış ve Konya civarındaki İtalyanların da İstanbul'a gideceği haber alınmış olduğundan İstanbul ile ilgili kötü niyetin belirtileri açık bir biçimde hissedilmeye başlanmıştı. Durum, tarafımızdan şu biçimde değerlendirilmiştir. İtilâf devletleri bir yandan telgraf bağlantımızı incelerken bir yandan da Anadolu'daki çeşitli subaylarını ve kuvvetlerini İstanbul'a çağırıyor, aynı zamanda Anadolu'nun tren bağlantısını kesmeye hazırlanıyor ve Meclis-i Mebusanda milletimizin hukukunu koruyan arkadaşlarımızı tutuklamayı tasarlıyorlar. Bu duruma göre çok yakında olağanüstü olaylar beklenebilir. Sezgimize göre İstanbul'da yeni bir durum oluşturmak Anadolu telgraf görüşmelerine el konabilir. Meclisteki milliyetçi kişileri tutuklayacaklar. Kara ve denizden Anadolu ulaşımını keserek genel nitelikte bir (Blows) kuşatma gerçekleştirilmiş olacak. Milletin şiddetli coşkusu karşısında iktidara getirmeyi başaramadıkları Ferit Paşa kabinesini bu yolla iktidar makamına getirerek istek ve amaçlarını gerçekleştirecekler ve belki de olumsuz bir biçimde açıklanmada bulunan barış şartları hükümete bildirilecek ve bu şiddetli baskı altında ya Anadolu'nun parçalanmasını bekleyerek bu acıklı durumu devam ettirecekler ya da İstanbul ve çevresine yığdıkları İngiliz, Fransız, Yunan kuvvetleriyle kuzeyden, İzmir cephesindeki Yunan ordusuyla batıdan, Adana'daki Fransız kuvvetleri ile de güneyden kuzeye saldırı düzenleyerek ve belki de bir kısım kuvvetlerle de Karadeniz sahillerinden güneye kuvvet kullanarak amaçlarını gerçekleştirmek isteyeceklerdir. İşte bu düşünceye dayanarak her türlü önlem alındı ve İstanbul'daki arkadaşlar Anadolu'ya gelmeye özendirildi. 16 Mart 1920 saat 10'dan önce İstanbul telgrafçılarından (adını şimdi söylemeyeceğim) vatansever bir kişinin Ankara'da Ziraat Okulundaki merkezimize gönderdiği telgraf, İstanbul işgalinin kanlı bir biçimde başladığını bildiriyordu. İstanbul merkezinden, Harbiye telgrafhanesinden ve telgraf aleti başındaki birçok vatansever memurlardan, birbirini izleyen çeşitli telgraflar alıyorduk. Saat 11'e kadar toplanan bilgileri derhal bir genelge ile duyurduk. Bu saatten sonra artık İstanbul'la görüşme kesilmiş, başkentin beklenen durumu ve Anadolu'nun hali göz önünde tutularak gerekli önlemlerin alınmasının sırası gelmişti. Alınan başlıca önemli önlemler aşağıda belirtilmiştir: a. İzmir cephesinin arkasını zorlayan Biga yöresindeki Anzavur'un eylemleri için kuvvetli bir destek oluşturan ve büyük bir ihtimalle İstanbul'dan Anadolu'ya yapılacak itilâf kuvvetleri asker taşımacılığını gerçekleştirmek ve korumak görevini üstlenen Eskişehir ve Afyon Karahisar'daki İngiliz kuvvetlerinin silâhtan arındırılması. b. İstanbul'daki yabancı baskısı karşısında parlayacak olan Anadolu düşüncesine baskı yapmak ve korkutmak üzere İstanbul ve Kilikya'dan gönderilebilecek düşman asker sevkiyatına imkân tanınarak ve Anadolu'daki önemli yerlerin kuvvetli bir işgal ve istilâ tehlikesi ile karşı karşıya kalmasını önlemek üzere Geyve ve Ulukışla civarlarında demiryolunun kullanılamaz duruma getirilmesi. c. Telgraf merkezleri İngilizlerin eline geçtiği için İstanbul'dan gelebilecek herhangi bir bildirinin meşru bir makamdan verilmesine imkân kalmadığından, İngiliz bildirileri ile halkın anlayışının karmakarışık duruma düşürülmesini önlemek amacı ile, telgraf görüşmelerinin kesilmesi konusunda mülki ve askeri makama gerekli bildirimin yapılması. İlk önlemlerimiz içinde mali konuları içeren başlıca noktaları da ihmal etmedik. Bununla ilgili olarak Anadolu'da bulunan resmi ve resmi olmayan bütün mali kuruluşların ellerinde bulunan nakit veya nakit yerine geçecek eşya miktarlarını illerden sorduk ve hiçbir kurumdan İstanbul'a para gönderilmemesi gerektiğini bildirdik. Diğer taraftan telgraf görüşmelerinin denetimi, limanlardan ve içten gelecek kişilerin araştırılması ve şüphelilerin izlenmesi, postahanelerde şüpheli mektupların açılması gibi gerekli olan önlemler aldık ve gerekli yerlere bildirdik.


Bu arada, çeşitli haberleşme araçlarının ve Anadolu'ya gönderilmeleri umulan, amaçları her çeşit yalan haberleri yaymak ve kargaşalık çıkartmak olan zararlı kişilerin millî dayanışmayı bozacak uğraşlarını engellemek için elden gelen çaba gösterildi.. İstanbul'da yapılan tutuklamalara karşılık olmak üzere Anadolu'daki İtilâf devletleri subaylarının tutuklanması gerekiyordu. Göz önünde bulunanların tutuklanması için gerekli yerlere emir verdik. İstanbul'da telgraf görüşmeleri konusunda alınan önlemlerin gerekli olduğunu gösteren İngiliz girişiminin ortaya çıkması gecikmedi. 16 Mart 1920 saat 11'den sonra İstanbul telgrafhanesi Ankara merkezine bir resmi bildiri vermek istiyordu. İstanbul merkezinde telgraf başında bir İngiliz subayı bulunuyor ve bütün Anadolu'ya bu bildiriyi yayımlamaya çalışıyordu. Bu bildirinin, millî teşkilât kurucularını halk önünde ittifakçılıkla suçlayarak Anadolu'da bir anlaşmazlık ve ikilik yaratmak ve İstanbul'un fiili işgalini geçici göstererek, hilâfet hakları ve saltanata indirilen darbenin feci durumunu saklamak ve sonuç olarak bütün saldırıyı milletimize olağan olarak kabul ettirmek amacı ile düzenlendiği anlaşılıyordu. Bu bildirinin imzası, itilâf devletleri temsilcileri olarak verildi. Memleketimizdeki düzen ve birliği bozacak, zayıf karakterli bazı insanları kandıracak ve korkutacak nitelikteki bu resmi bildirinin Anadolu telgraf merkezlerince kaydedilmemesi için mümkün olan önlem alındı. Bunun ardından, şüphesiz İngilizlerin baskısıyla hükümetin yazdığı İstanbul işgalindeki geçici durumun devamına neden olmamak için ülke içindeki sükunetin korunması gerekliliğini belirten bir resmi bildirinin de İstanbul'dan Anadolu'ya geçirilmesi için girişimler tespit edildi ve yine aynı sakınca nedeniyle bunun gerçekleştirilmesi önlendi. İngilizler, Anadolu halkının fikrini bulandırmak için giriştikleri işbu resmi bildiri oyununda başarılı olamadıklarını görünce, Anadolu'nun İstanbul faciası karşısındaki ağır başlı ve ölçülü kararlılığını ve kahramanlığını bozarak, zararlı kötü düşüncelerinin yayımlanmasını sağlamak için tren, telgraf hatlarını aracı yapmayı denediler. Ankara istasyonundaki telgraf merkezinde çalışan bir İtalyan, İngiliz resmi bildirisinin Fransızca bir kopyasını aldığının duyulması üzerine yakalandı ve elindeki telgraf geçersiz sayıldı. Anadolu'da yerleşmiş Ermenilerin ve Rumların hükümet emirlerine ve milli amaçlara karşı gelmedikçe her türlü saldırıdan korunmaları ve tam anlamı ile mutlu ve rahat bir hayat yaşamaları öteden beri kabul edilmiş bir ana konu idi. Kilikya ve dolaylarında ve doğu hududumuz dışındaki resmi ve resmi olmayan Ermeni kuvvetlerinin dindaş ve ırkdaşlarımıza karşı yapılan cinayete varan saldırıları karşısında bile, ülkemizde yaşayan Ermenilerin her türlü taarruzdan korunmasını sağlamayı pek önemli bir medeni görev kabul ettik ve Anadolu'nun dış dünya ile ilişkisinin kesik olduğu bu günler de yüce vatan çıkarlarını amaçlayan önlemler içinde Ermeni halkının esenliğinin korunması gerekliliğini bütün makamlara bildirdik. İşte, İstanbul'un yabancı kuvvetlerce işgalinden bu güne kadar geçen acı günlerinde hiçbir dış ülkenin fiili korumasına erişemeyen Anadolu Ermenilerinden hiçbir kişinin, en küçük bir anlamda bile, saldırıya uğramamış olması, bize her nedenle cinayet yükleyen ve duyarlılığı kendi tekelinde sanan entrikacı Avrupalıların yüzlerini kızartacak ve milletimizin yaradılışından sahibi bulunduğu insanlık törelerinin yücelik derecesini ispat edecek çok önemli bir konudur. İstanbul işgalinin bu gün memlekette neden olacağı durum, aldığımız geçici önlemler ile geçiştirilecek bir nitelikte olmayıp, bu durumun devamı halinde ülkedeki yönetimin sağlam bir esasa bağlanması gerekiyordu. Karşımızda, hiçbir antlaşma ve hak tanımayan ve kendi özel yararlarından başka, insanlıkla ilgili hak ve davranışlara yer vermeyen bir İtilaf heyeti; başımızda, vatan haklarını korumak, imzaladığımız antlaşma şartlarını uygulanarak, yabancı saldırılarını sınırlamak için her türlü araçtan tümüyle yoksun, esir bir hükümet vardır. Bunların birincisinin sonsuz baskısı, ikincisinin de tutsaklığı karşısında, başvuracak yeri olmayan şaşırmış ve çırpınıp duran bir millet !... İstanbul faciasıyla Anadolu'dan yansıyan durum böyle idi ve bu durumun sürmesi halinde vatanımızda çok büyük ve korkunç bir anarşinin başlaması doğaldı. işte bu düşünce sonucunda kesin bir karar vermek gerekti. Derhal gerekli mülki ve askeri makamlarla görüşerek ülkenin idaresini anarşiden kurtarmak üzere az önce anılan yerlerin başlarının bizimle birlikte hareket etmesi önerildi. Bu öneri samimi bir olgunlukla her kesimde iyi karşılandı.


İşgal sonucunda ortaya çıkan olağanüstü durumun öncelikli gereğini ayrıntılarıyla düşünüp bunları uygulamaya çalışmakla birlikte, İstanbul işgalinden dolayı üzüntü ve elemimiz bütün dünyanın aydın insanlığına ve bütün İslâm dünyasına özel bir bildiri ile duyuruldu. İtilâf devletleri temsilcileri ve tarafsız hükümet önünde kınandı. Bütün millet de bu kınamaya katıldı. İstanbul durumu ile ilgili bilgi alınacak inanılır kaynaklardan yoksun bulunuyorduk. 18-19 Mart 1920 gecesi ilk kez ilişki kurulabildi ve hepiniz tarafından bilinen gerçekler öğrenildi. Bu arada Meclis-i Mebusanımızın bu saldırılar karşısında tatili görüştüğü anlaşıldı. Bunun üzerine 19 Mart 1920 tarihinde: Hilâfet makamının ve saltanatın bağımsızlığının dokunulmazlığını, millî bağımsızlığımızı ve millî sınırlarımız içinde yaşama imkân verecek bir barışı sağlayacak önerileri ayrıntıları ile tespit edip uygulayabilmek için, millet tarafından olağanüstü yetkiye sahip bir meclisin Ankara'da toplanması gereğini millete duyurmakla ilgili milli görevimizi ve vatan borcumuzu da yerine getirdik. İstanbul'un işgali, şekil ve niteliği bakımından, Osmanlı devletinin egemenliğini kökünden kaldırmak ve milletin esir alınmasını ve hor görülmesini bir oldu bittiye getirme amacına yönelik bir harekettir. Çünkü İstanbul'da doğrudan doğruya Devlet kuvvetlerine el konmuştur. Şöyle ki: önce Meclis-i Mebusan zorla susturulmuştur. Bu durumda yasama kudreti bulunmamaktadır. İkinci olarak, yürütme kudreti siyasi kısıtlamalara uğramıştır. Suçlu kim olursa olsun yabancı kanunlara göre yargılanacağı ilân edilmiştir. Bütün görüşmeler ve ulaşım denetim altına alınmış, insanın kendini koruma ilkesi tümüyle kaldırılmış ve saldırganların uyruğu altına alınmıştır. Bundan dolayı, bu aşağılık durumu destekleyen ve kabul etmiş olan Ferit Paşa Hükümeti, bağımsızlığına çok sıkı ve çok içtenlikle bağlı olan milletle arasındaki her türlü bağlantı ve ilişkiyi doğal olarak kaybetmiş ve milleti karşısına alarak, düşmanla iş birliği içinde hareket etmeye başlamıştır. Üçüncü olarak, devlet şeklinde oluşmuş bir topluluğun Anayasasında, yargı yetkisi bağımsızlığın önemi, açıklama istemeyen bir konudur. Milletlerin yargı yetkisi, bağımsızlıklarının birinci şartıdır. Yargı yetkisi bağımsız olmayan bir milletin devlet oluşu kabul edilemez. Bununla birlikte, İstanbul halkından yüzlerce kişinin hiçbir kanuni suçları olmamasına karşılık sanık sayılarak tutuklanmalarına devam edilmesi, itilâf devletlerinin görüşüne aykırı söz söylenmesi bile suç sayılarak, Orta Çağ davranışları içinde onlara karşı saldırıda bulunulması yargı yetkisinin kaldırıldığını göstermektedir. Bu durumda millet, bu gün yedi yüz yıldan bu yana gerçek bir onur ve yücelikle koruduğu ve savunduğu bağımsızlığını ve var oluşunun devamı için İstanbul olaylarının oluşturduğu hukuki durumu onarmak zorundadır. Bunun için acele gereklidir. Sürüp gidecek olan egemenliğe ara verilmesi konusu, tanrı korusun da bir dağılma nedeni olarak düşmanlarımızın düşündüklerini fiilen gerçekleştirmelerine imkan sağlamasın. Bundan dolayı milletimizin her şeyden önce haklarını koruması ve var olmaya yetenekli bir millet olarak, uluslararası hukuk ve yetkilerine saygı gösterilmesini isteyebilmesi, medeni kuruluş ve anayasası ile, henüz yaşamakta olduğunu bütün dünyaya bu kez daha büyük bir kuvvet ve sağlamlılıkla duyurması gereğine inanıyorum. Bunun için. de kaldırılan Anayasamızın bıraktığı boşluğu derhal doldurmak zorundayız. İşte, anayasal durum ve hukukumuzun neden olduğu bu gereklilik ve zorunluluk dolayısıyla ve milli egemenliğin her şeyden önce sağlanması amacıyla Büyük Meclisimiz olağanüstü yetki ile toplanmıştır. Seçimlerin tam bir ivedilikle ve sıcak bir ilgi ile yapılması hukuki durumumuzun bütün milletçe de aynı görüş içinde anlaşıldığını ve kavrandığını göstermektedir. Ayrıca, Büyük Meclisimizin kuruluş şekli ve esasları, milli iradeye içtenlikle ve büyük bir güçle dayandığını göstermektedir . Meclisimizde oluşan ve beliren milli kudretimiz, Hilâfet makamı ve saltanatı yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı devletini dağılma ve tutsaklıktan kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, hilâfet makamına vicdani bağlılığı ile övünen, İslâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir milletin tutsak olamayacağı inancıyla, davranışlarımızı adım adım izleyen bütün medeni dünya ve insanlık sizlere yardımcı olacaktır. (Sıcak alkışlar) İstanbul faciasını izleyen günlerden şu ana kadar Temsil Heyetimiz milletler arasındaki birlik ve


dayanışmayı korudu. Osmanlı kanunlarının yürürlüğünü sağladı. Çalışmalarından alıkonulan devlet gücünün yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. Bundan dolayı genel güvenliği korumuş ve savunmuş olmakla görevini gereği gibi yaptığından emindir. Bu dakikadan itibaren, yedi yüz yıl boyunca onurlu ve yüce bir yaşam sürdükten sonra yok olma uçurumunun kenarında ancak ayakta durabilen Osmanlı Milletinin geleceğinin sorumluluğu, sayın Meclisinizin çalışma gücünü artıran bir neden olacaktır. Davamızın yasalara uygunluğu ve bütün millet ve ulusların, insanlık hak ve hukukundan paylarını almış olduğuna inandığımız yüreklerinin, bizimle birlik ve bize daima yardımcı ve destek olduğuna güvenimiz tamdır. Başarı ümitlerimizin kalplerimizde bir an bile karamsarlığa düşmemesini sağlayacak olan, sonsuz gücümüzdür, özellikle büyük tanrı her zaman bizimledir. (Amin, amin sesleri) Vermek istediğim bilgiler ve ayrıntılar bu kadardır. 1 Mart 1921 Tarihli Konuşması Efendiler! Türkiye Büyük Millet Meclisi bu gün ikinci yasama yılına giriyor (Allah başarılı etsin sesleri) Geçirdiğimiz bu bir yıl içinde yüce Meclis ve bütün milletçe gösterilen özverili çalışmaları, büyük bir saygı ve yücelikle anmak isterim. (Alkışlar) Milli çalışmalarımızın bu güne kadar oluşturduğu mutlu sonuçlardan bahsederken milli yıllarımızın bu yılı milli niteliği ile anmakla özel bir zevk duyabiliriz. İçerdiği dış ve iç olayları özet olarak hatırlatmak isterim. Bildiğiniz gibi, itilâf devletleri, 16 Martta başkentimizi çok acıklı bir biçimde işgal ederek hükûmetimizi çalışamaz durumuna soktular. (Allah kahretsin sesleri). Hilâfet makamını ve saltanatı ellerinde oyuncak yaptılar. Bu suikast darbesiyle, milletimizi güçsüz ve yaşama hakkını korumadan yoksun bir duruma getirdiklerini sandılar ve ortadan kaldırma arzularının gerçekleştirilmesine artık hiçbir engel kalmadığı fikrine kapıldılar. Bunun tersine, ateşkesin imzasından beri düşmanlar tarafından yapılan acı antlaşmaya uymayan ve yok edici saldırılar karşısında yeterli derecede uyarılmış olan milletimiz, bu son feci olayı unutamadı. Derhal, bu yazgının gerçek sahibi olduğunu ve egemenliği sahip çıktığını dünyaya ispat etmek için metin ve onurlu tavır takındı. (Yaşasın sesleri). Seçimlerin yapılması için çağrılan milletimiz hemen vekillerini seçerek görev başına gönderdi. Ülkenin geleceği, vekillerinden oluşan yüce Meclisinizin koruyucu ellerine bırakıldı. Yüce Meclisiniz de toplanmasının birinci günü olan 23 Nisan 1920 tarihinde milletimizin, bağımsız geleceğini içte ve dışta bizzat üstleneceğini ve ülkeyi yönetmeye başlandığını bütün dünyaya ilân etti. (Alkışlar) Meclisinizi oluşturan şerefli üyelerin her biri, uzak yerlerden bin türlü üzüntü ve zorluklara katlanarak Ankara'ya geldiler. İstanbul da saldırıya uğrayan Meclisi Mebusan üyelerinden bir kısmı, düşman tehdidi ve kovuşturması altında Anadolu'ya geçtiler. Böylece Büyük Millet Meclisinin bütün şerefli üyeleri, o karanlık ve karışık günlerde milletin istediği yüce görevin yapılmasına olgun bir kararlılık ve dayanıklılıkla el koydu. Bu gün bütün bu sayın arkadaşlarımı tekrar kutlama ve saygılarımı bildirme fırsatını bulduğum için mutluyum. (Alkışlar) Meclisimizin ne kadar güç şartlar altında ve ne büyük özveri ile görevine başladığını ve devam ettiğini anlamak için, tarihi toplantımızı ve bundan sonraki günlerde iç durumumuzu hatırlamak yeterlidir. Efendiler! Hatırlarınızdadır ki, itilâf devletlerinin koruyuculuğu ve İstanbul'un bazı çevrelerinin kışkırtması ile millet bireylerini birbirine kırdırmak üzere hareket eden Anzavur, Biga dolaylarında faaliyete başladı. Aynı kışkırtmaların etkisi ile Düzce, Hendek, Adapazarı, Bolu ve Gerede dolayları Hilâfet Ordusu adı altında faaliyet gösteren hainlerin etki alanına girdi. Din, millet ve memleketin kurtuluşu amacına yönelmiş olan milli girişimlerimizi şeriat dili ile aşağılayan fetvalar çıkarıyorlardı. Bu şeytanca, haince kışkırtma girişimleri sonucunda, Meclisimizin burada ilk toplandığı gün asiler, Ankara'nın sekiz saat uzaklığına gelmiş bulunuyordu. Büyük Millet Meclisinin güçlü ve metin durumu, ileri görüşlü önlemleri, sayesinde yatıştırılan bu isyan şamatalarını Yozgat, Zile, Akdağmadeni ve Sivas çevresi baş kaldırmaları ve bunları da Konya, Karaman, Ilgın ayaklanmaları izledi.


Ülkemizin diğer bazı yerlerinde de milli hükûmetimizin sözünü dinlememe olayları görüldü ve daha sonra Demirci Mehmet Efe ve Ethem ile kardeşlerinin, hainliklerine tanık olduk. İşte efendiler, yüce Meclisimiz ve onun hükûmeti, düşmanların ve hainlerin düzenleme ve özendirmeleri ile ortaya çıkan bu gericilik olaylarını ve huzursuzlukları bastırma konusunda başarılı oldu. (Çok şükür sesleri) Oldukça az zarar ve can kaybı ile karışıklığı ortadan kaldırdı. Küçük görülmüş ve aldatılmış olan halk uyarıldı ve aydınlatıldı. Halkın cahil kısmına da gerçek durum konusunda bilgi verildi. Bu arada, özellikle Anadolu'nun saygıdeğer, ilim sahibi kişilerinin gerçek dini telkinlerle halka ilettikleri doğru yolu gösterme uyarılarını teşekkürle anmayı kendime bir görev sayarım. (Alkışlar) Efendiler! Hatırlatmak isterim ki, kararlılık ve inancımızı sarsmak için, içte meydana getirilen üzücü olaylar henüz sürerken, düşmanlarımız da dıştan baskı ve acımasız kışkırtmalara bir an bile ara vermiyorlardı. Batıda Yunanlılar ve güneyde Fransızlarla onların silâhlandırdığı ve bize karşı kışkırttığı Ermeniler ve doğuda Ermenistan Ermenileri memleketimizin ele geçirdikleri yörelerinde ve işgal edilen sınır ve cepheler çevresinde Müslüman halka çeşitli zulümler uyguluyor ve katliam yapıyorlardı. Yunanlılar birçok kuvvetlerimizin iç ayaklanmalarla uğraştığı ve aslında henüz düzenli milli ordumuzun kurulmadığı bir sırada, yerel kuvvetlerle savunulan batı cephelerimize saldırdılar. Bu savaşların maddi sonuçları üzücü olmakla birlikte, milleti daha güçlü bir inançla savunma cesareti verdiğinden çok yararlı sayılmalıdır. Doğrusu, ateşkesten sonra düşmanlarımız tarafından silâhları alınarak ve sayıları azaltılarak eritilen orduları az zamanda neredeyse baştan kurduk, yeniledik, donattık, giydirdik. Bu gün her cephede üstün bir biçimde savaşan ve vatan savunmasının ne demek olduğunu tam anlamıyla bilen ordularımız vardır. (Alkışlar) Bu ordular sayesinde Doğuda Ermenistan zaferini kazandık ve Batıda Yunanlıları yendik. (Alkışlar) doğu ordumuzun etkili durumu bize milli tutsaklığımızın önemli bir nedenini oluşturan Kars, Ardahan ve Artvin'in geri alınmasını sağladı. (Alkışlar) Ordularımız ülkeyi koruma ve ülkenin tam bağımsızlığını sağlama gücünü göstermeye, ispat etmeye hazır bulunuyorlar. (Yaşasın sesleri) İnşallah pek uzak olmayan bir gelecekte yaşamamızı, tam bağımsızlığımızı sağlayacak olan kahraman ordularımızın komutanlarıyla subay ve erlerine ve büyük bir şan ve şerefle milli savunmamıza fiilen katılan halka ve özellikle vatanlarının savunmasında olağanüstü kahramanlıklar gösteren Gazi Antep halkına, genellikle halkın başında resmi görevlerini vatanseverliğe yakışır biçimde özveri ile yerine getirmekte olan hükümet görevlilerine, bütün milletin ve yüksek heyetimizin duygularına tercüman olarak minnetlerimi arz etmeyi görev sayıyorum. (AIkışlar) Efendiler! Türkiye Büyük Millet Meclisi ülke geleceğini tam olarak üstlendiği gün, bulduğu yönetimin, geçmişin özgürlük tanımayan fikirleri ve kuralları üzerine kurulmuş çürük bir yapı olduğunu açıklamaya gerek görmüyorum, yüce Meclisiniz işte böyle bir yapının düzeltilmesi çalışmalarına girişmiştir ve zamanla tamamlamayı amaçladığı prensipler genel yönetimi güvenilir bir biçime dönüştürme işlemini başarmaktadır. Teşkilât-ı Esasiye Kanununun (Anayasa) içeriği uygulandığı ve yeni İl İdaresi Kanunuyla tamamlandığı takdirde, memleketin içte muhtaç olduğu gelişme ortamının tam anlamıyla hazır olacağına inanıyorum. Efendiler! Mücadelenin önemini anlayan milletimiz bütün gücü ile büyük bir çaba göstermiş, memleketin bütün parasal ihtiyacını sağlayacak ümit vaat eden fikirleri sunmuşlardır. Milli işlerde, ülkemizde önemli bir olay böylece çözümlenmiş, az çok denk bir bütçe hazırlanması başarılmıştır. Ülkemizde iktisadi konuların nitelik ve önemi bilinememekle birlikte, yüce Meclisiniz ülkenin gelir kaynaklarına sahip olması için prensipler koymuştur. Ateşkesten sonra, yabancılar gelir kaynaklarımıza tümüyle el koymak için girişimlerde bulundular, İstanbul'daki zorbaların sözlerine dayanarak, maden aramak için gerekli izin belgelerinin verilmesini yasakladılar. Biz, memleketin bütün varlık kaynaklarına sahip olarak ihracat ve ithalât arasındaki dengenin sağlanması ve üretimin gideceği yere kolayca ulaması için, yolların düzeltilmesini ve ulaşıma açık tutulmasını sağlamaya çalıştık. Milli eğitim, genel sağlık, nüfus ve kalkınma yönlerinde pek göze görünür sonuçlar henüz alınamadı. Ancak, bu konularda iyi sonuçların açık bir şekilde görülebilmesi için ortam, süre, araç ve çok sayıda paraya ihtiyaç olduğu kabul edilmelidir. Bununla birlikte, ülkenin


ve milletin en gerekli ihtiyaçlarının sağlanması yolları araştırılmakta ve incelenmekte olup, yakın bir gelecekte memnuniyet verici bir sonuç elde edilebilmesi için bir ortam yaratılmasına çalışılmaktadır. Yüce Meclisin kurduğu istiklâl mahkemeleri sayesinde, süratli ve adaletli bir biçimde birçok kötü tutumlara son verilmiştir. Bu gün memleket, medeni kanunlarla ve sabit mahkemelerin kurulmasıyla asayişe hükmeden bir duruma getirilmiştir. Efendiler! Türkiye Büyük Millet Meclisinin bir yıldan beri olgun bir başarı ile sürdürdüğü ve uyguladığı iç ve dış politika, fiili sonuçları ile tamamen açıklığa kavuşmuştur. Efendiler, politikamızda belirli olan prensiplere bu güne kadar bağlı kaldığımız gibi, bundan sonra da, milletin geliştirilmesini, egemenliğin korunmasını sağlayacak olan bu politikamızı korumaya devam edeceğimiz tabiidir. iç politikamız da en belirgin özelliğimiz olan kanunları bir an önce çıkararak iyi bir biçimde uygulamaya çalışacağız. Dış politikamızca, milletin yararına gerekli bulunan esasları içine alan tamamen bağımsız ve bağlantısız bir politika izleyeceğiz. (Alkışlar) Meclisimiz ve Meclisimizin hükûmeti cenkçi ve maceraperest olmaktan uzaktır. Tam tersine barış ve esenliği tercih eder. Özellikle insani, medeni amaçların ortamının oluşmasına son derece taraftardır işte bu esaslar içinde gerek doğu ve gerek Batı devletleri ile daima iyilikiler ve dostluk bağları aramaktayız. Doğuda Azerbaycan, Kuzey Kafkas ve Afganistan hükümetleriyle samimi ve cidani ilişkiler kurduğumuz gibi, Irak ve Suriye İslâm halkıyla da fevkalâde samimi bağlar kurduk. Bizce önemli olan bu bağları korumaktayız. İran hükûmetiyle de ilişkilerimiz vardır. Bunu doğrulamak görevimizdir. Ermenistan ve Gürcistan ile aramızdaki ilişkilerin de yakında düzeleceğini ve milli yararlarımıza uygun bir şekle ulaşacağını ümit ederiz. Rus Bolşevik Cumhuriyetiyle mevcut ilişkilerimiz iyi bir şekilde oluşmakta ve devam etmektedir. Ve bu ilişkiyi halen Moskova'da bulunan yetkili heyetimizin katıldığı konferansta daha ciddi esaslara dayandırarak kuvvetlendirmeye çalışmaktayız. Bu çalışmamızın tamamen millet arzusuna uygun olacağına şüphe yoktur. Batı alemine gelince; itilâf devletlerinden bazılarıyla zaman zaman yarı resmi temaslar yapılmış ve daima memleket ve milletimizin yararına olmak şartıyla dünyada barış ve huzuru sağlama imkânı artmıştır. İngiliz siyasi devlet adamları, bizim barışsever amaçlarımızı daima anlamamış görünmüşlerdir. Milletimizin bir yıllık uğraşı sonucunda var oluşu ve bağımsızlığının savunulması konusundaki azim ve kararının sarsılmaz olduğu açıkça görüldü. Milletimiz, İstanbul'da padişahın huzurlarında toplanan Saltanat Meclisinde ayağa kalkılarak alınan karara dayanılarak İstanbul hükûmetinin kabul ettiği Sevres Antlaşmasının altındaki idam kararının yok etme niteliğini anladı. Milletimiz Sevres Antlaşmasının Türkiye'de uygulama alanı bulamayacağını, kararlı mücadelesi ile maddeten ispat ettikten sonra, itilâf devletlerinin siyasi devlet adamları bizimle görüşmeye gerek duymuşlardır. (Alkışlar) Geçen yılın bu günlerinde gelen barışla ilgili haberler, herkese üzüntü veriyordu; her tarafta düşmanların maddi ve manevi hücumları ile karşı karşıya idik. Herkes bize karşı idi. Bu gün bütün dünya davamızın kutsallığını anlamış bulunuyor. İnsanlık dünyası ve medeniyet bize her taraftan günden güne artan bir güler yüz gösteriyor. Geçen yılın bu günlerini derin bir kaygı ve üzüntü içinde yaşayan milletimiz, bu yılın aynı günlerinde kararlı ve metin olu şunun eserini görmekle övünmelidir.(Alkışlar) Geçen yılın bize getirdikleri en büyük yıkım ve uğursuzluk Sevres Antlaşması idi. Efendiler! Düşmanların bütün bir yıllık çabalarına karşılık sonuçta bu gün Sevres Antlaşması hükümleri fiilen ve hükmen yoktur. (Sürekli ve şiddetli alkışlar) Sonucundan ümitli olmak istediğim Londra Konferansı, insanlık dünyasının hak kazanmış olduğu barış ve huzuru bir süre geciktirse bile, bu gün anlaşılmıştır ki, Sevres Antlaşması hükümleri Türkiye'ye zorla uygulanamaz. (Şiddetli alkışlar)


Efendiler! Bu sonuca, 1918 ateşkes antlaşmalarını yenik olarak imzalamış uluslar arasında, uyguladığı politikanın ileri görüşlülüğü ve silâhlarının kuvveti sayesinde, ancak Türkiye ulaşabilmiştir. Efendiler! İtilâf devletleri bizi bağımsız bir devlet olarak değil yaşama yeteneği olmayan bir millet olarak görünüyorlardı (Çok yanlış sesleri) ve bu yanlış görüşe dayanarak memleketimizi parçalamak ve milletimizi boyunduruk altına almak istiyorlardı. Onları bu görüşte aldatan neden, milletimizin kendi kendisini yönetmeyi başaramayacağı sanısıdır. Oysa milletimiz ilk yıldan beri her türlü yardım ve yol gösterenden ve asırlardan beri yönetimden soyutlanmış olarak, milletlerin başına gelebilecek olan felâketlerin en büyüğü ile karşılaştığı halde, en medeni en insani ve bütün hürriyet şartlarına uyarak kendini idare etmektedir. (Alkışlar) Düşmanlarımız, işgal ettikleri ülkemizde her çeşit savunma araçlarından arındırılmış olan vatandaşlarımıza karşı bu güne kadar aralıksız yıkma, yağma, öldürme, sürgüne gönderme gibi zulüm ve haksızlıklarını sürdürmeye devam ettikleri halde, Büyük Millet Meclisi hükûmetinizin bölgesi içinde kalan bütün Müslüman olmayan unsurlar, kanunlarımızın ve silahlarımızın koruması altında, korkusuzca, güven içinde yaşamaktadır. (İslâmiyet gereği ve insanlığımızdan sesleri) Efendiler! Bu konuşmama ek olarak yüce meclisinizin bir yıllık çalışmalarını, takdir ederek, özetlemek isterim. Yüce Meclisin toplantı başlangıcı olan 23 Nisan 1920 tarihinden düne, 28 Şubata kadar 311 gün geçmiştir. Bu süre içinde yüce Meclisiniz 159 birleşim yapmıştır. Bu birleşimlerde 51 gizli ve 356'sı açık olmak üzere 407 oturum yapılmıştır. Yüce Meclisiniz çalışmaları ile şimdiye kadar genel kurulda 104 kanun kabul edilmiştir. Bundan başka, 149 kanun önerisi görüşüldükten sonra reddedilmiştir, demek ki 253 kanunla uğraşmıştır. Bundan başka, gereği yapılmak üzere 67 kanun önerisi Bakanlar Kuruluna verilmiştir. 6 kanunun görüşülmesi ertelenmiştir. 55 kanun yeni yıla devredilmiştir. Demek oluyor ki, toplam 381 kanunla yüce Meclisimiz uğraşmıştır. Yüce Meclisinizin çıkardığı kanunlar içinde Vatana Hiyanet Kanunu, Bakanlar Kurulu üyelerinin seçimi kanunu, Yargıtay'ın kurulması ile ilgili kanun, İstanbul'un işgalinden sonra İstanbul hükûmetince imzalanmış bulunan antlaşma ve diğerlerinin yürürlükten kaldırılması kanunu, Toplantı Yeter Sayısı Kanunu, istiklâl Mahkemeleri kurulması ile ilgili kanun, İçki Yasağı Kanunu, köylünün mutluluk ve refahını sağlamak üzere Baltalık Kanunu, Savaş Zammı Kanunu, yine milletin sağlık ve yaşamı ile ilgili olması dolayısıyla Frenginin Bulaşmasını Önleme Kanunu, milletin ve yüce heyetinizin niteliğini, şeklini ve yetkilerini tespit etmek üzere Anayasa ve iktidarımızı, mali gücümüzü göstermiş olması nedeniyle bütçe kanunlarını anmak uygun olacaktır. Komisyonlardaki çalışmalara gelince; Efendiler! Komisyonlara çeşitli olaylarla ilgili kanunları da içeren 703 iş yollanmıştır. Bunlardan 422'si komisyonlardan çıkmıştır. 281'i yeni yıla devredilmiştir. Bundan başka, yüce heyetinizin ilgilendiği olayları izlemeniz sonucu önemli bulunan konularda ayrıca 111 adet önerge verilmiş ve bunlar Bakanlar Kuruluna havale olunmuştur. Bunların, yürütme işlerini izlerken gösterilen dikkati ispat etmesi nedeniyle olağanüstü önemi vardır. 122 önerge ile Bakanlar Kurulunun sorular sorulmuş ve gensoruda bulunulmuştur. Arkadaşlar, yüce heyetinizin bu Meclisle ilgili olan bu çalışmalarından başka doğrudan doğruya şerefli arkadaşlarımızdan birçokları yüce meclisiniz adına devlet görevlerine de fiilen katılarak vatan görevlerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Kısaca özetlemek gerekirse, arkadaşlarımızdan bir kısmı elçiliklere atanmışlardır; bir kısmı doğuda ve batıda heyetlerde delege olarak en önemli siyasi konular ile uğraşmışlardır. Ve yine arkadaşlarımızdan bir çokları orduların, kolorduların, birliklerin, kıtaların başında olarak düşmanlarla çarpışmışlardır ve çarpışıyorlar. Ve yine seçkin arkadaşlarımızdan bir kısmı er olarak cephelere gitmiş olan askeri kıtaların içinde düşmanlarla savaşmışlardır. Arkadaşlarımızdan bir kısmı da istiklâl mahkemelerinde adliye işleri ile uğramıştır. Yine bir kısım arkadaşlarımız memleket içinde önemli hükümet olaylarının soruşturulması için görevlendirilmişlerdir. Pek çok arkadaşlarımız millete doğru yolu göstermek ve aydınlatmak için yorucu geziler yapmışlardır. Çoğu kez ordu cephelerini isteklendirme ve gayretlendirme için dolaşmışlardır. Doktor olan arkadaşlarımız savaş meydanlarında yer almış olan askerlerimizin


tedavilerini hemen acil olarak yapmışlardır. üyelikle memurluğun aynı anda yapılmasına kanunen sakınca bulunmadığı zamanlarda da birçok arkadaşımız valiliklerde, mutasarrıflıklarda, kaymakamlıklarda bunun gibi adli ve mülki memuriyetlerde bulunmak suretiyle, Devletin işlerine katılmışlardır. Efendiler! Yüce meclisimiz olağanüstü çalışma ile uğraşırken yürütme kuvvetiyle görevlendirdiğiniz Bakanlar Kurulu üyelerimiz de savaş meydanlarındaki komutanlık karargâhları gibi geceli gündüzlü çalışmaları ile takdir toplamışlardır. Bakanlıkların ve bütün iş arkadaşlarımızın görevlerini büyük bir düzen ile yürütmelerinden dolayı kendilerine teşekkür ederiz. (Katılırız sesleri) Bu bunalımlı yasama yılının ödüllendirilmesini görmekle mutlu olan meclisimiz, ilk gününe kavuştuğu ikinci yasama yılında da aynı canlılıkla çalışarak inşallah son başarıyı elde edecektir. (inşallah sesleri) Cenab-ı Haktan hepinize başarılar dilerken, haklarımızın korunması ve bağımsızlığımızın kurtarılması gibi yüce ve kutsal savaşta şehitliği kazanan kardeşlerimizin mübarek ruhlarına da fatihalar sunarım. (Fatiha okundu) Yüce meclis, ikinci yasama yılına on ikisi Malta'da tutuklu altmış sekizi İstanbul Meclisi Mebusanından katılan ve iki yüz yetmişi de Büyük Millet Meclisine üye olarak seçilen toplam 350 sayın üye ile başlıyor. Malta'daki haksızlığa uğramış saygıdeğer arkadaşlarımızı da yakında aramızda görmenizi dilerim. (inşallah sesleri) Efendiler! Milletimizin olağanüstü yeteneği vardır, bu yeteneklerin geliştirilmesi ve veriminin ortaya çıkması ile şüphesiz parlak sonuçlara ulaşacaktır. Ancak, tarihin bazı korkunç kayıtlarını büyük bir önemle hatırlatmayı yararlı buluyorum. Arkadaşlar, bir millette, hele bir milletin yönetimi başında bulunan yetkililer de aşırı istek ve kişisel tartışmalar, vatan ve millet görevlerinin gerektirdiği yüce duygulara üstünlük sağladığında devletlerin parçalanma ve dağılmasını engellemek mümkün değildir. Milletimizin gerçek temsilcileri olan bütün arkadaşların bu gibi çelişkilerden daima uzak kalacaklarından dan şüphe etmiyorum yüce heyetimizin karşılıklı duygusal kardeşlik ve beraberliğinin, temsilcisi bulunduğumuz bütün millet içinde de yayılarak, hep aynı olgunluğu oluşturacağı tabiidir. Sayın arkadaşlarım, bütün bir millet, ölümle göz göze baktığımız ateşkes günlerinden başlayarak, bu güne kadar aldığımız yolu, atlattığımız sayısız güçlüğü bir kez daha birlikte hatırlayalım. Ne zaman başladığı bilinmeyen zamanlardan beri, bağımsızlık şerefi ile yaşayan milletimiz, en kötü bir sona, ölüme gidiyor gibi görünmüş iken, tutsaklığa karşı evlâdını ayaklanmaya çağıran atalarımızın sesi kalplerimizde yükselerek bizi son kurtuluş savaşına yöneltti. (Alkışlar) Artık ümitsizlik, usanç günleri çok uzaklarda kaldı. Memlekete kurtuluşu, gerçek yolu göstermiş ve bütün milleti kendi bağımsızlık bayrağı altında toplamış olan yüce meclisiniz ikinci yasama yılına girerken ben, ufkumuzda açığa çıkmaya başlayan ışıkların, bu kadar felâket görmüş olan mutsuz vatanımızda, iyi bir sabah olmasına dua ediyorum. (Sürekli alkış) 1 Mart 1922 Tarihli Konuşması Efendiler, bu gün ikinci yasama yılımızı tamamlayarak üçüncü yasama yılına giriyoruz, Bu erişmeden dolayı Büyük Tanrıya şükürler ederim. Bu geçen yıl içinde yüce meclisçe, milletçe ve ordu tarafından gösterilen özverili çalışmayı da saygı ile anarım. Pek çeşitli olaylarla dolu olan bu mücadele yılları birbirini izledikçe, asker ve millet arasında bağımsızlık ruhunun ateşli taraftarları çoğalmaktadır. Geçirdiğimiz ikinci yasama yılının göze batan niteliği, iş ve ordu saflarında çalışan halk ve askerlerin, dayanılmaz baskılar altında kalarak içine zorla itildiğimiz bu kanlı maceraya alışmaları ve buna neden olan elim zorunlulukları anlamış bulunmalarıdır. Sözlerimin başında ülkenin en kutsal unsurları olan halkımız ve askerlerimizle ilgili övgülerimi tekrarladıktan sonra, iç, dış ve genel siyasi durumumuz konusundaki görüşlerimi açıklamaya geçiyorum: Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin iç yönetimde ve politikasındaki genel kural, Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzun (Anayasa ) birinci maddesiyle Misakı Millimizin (Milli antlaşma) birinci ve beşinci maddelerinde kesin ve açık olarak gösterilmiştir. Buna göre yönetimimiz, kayıtsız şartsız


egemenliğine sahip olan halkın geleceğini kendi eli ile ve fiili olarak yönetme esasına dayanmaktadır. Yüce Meclislerine sunulmuş olan umumi müfettişlik, il özel idareleri ve yasak bölgeler tasarıları bu ruhu kapsamaktadır, kanunlaşacaklarına inanıyorum. Bu kanunlarla birlikte görüşülmekte olan bakanlar kurulunun görev ve sorumluluğu ile ilgili tasarı kanunlaştığı takdirde, genel yönetimimizde önemli açıklık ortaya çıkacaktır. Efendiler; Türkiye halkı, ırk, din ve kültür yönünden tek vücut, birbirlerine karşı karşılıklı saygı ve özveri dolu duyguları taşıyan ve yazgısı ile çıkarları aynı olan bir topluluktur. Bu toplulukta ırk haklarına, sosyal haklara ve çevre şartlarına uymak, iç politikamızın önemli noktalarındandır. İç yönetimimizde bu önemli noktanın, halk yönetiminin geniş anlamda uygun bulunan en yüksek düzeye çıkarılması, politikamızın gereklerindendir. Ancak dış düşmanlara karşı sonsuza dek birlik ve dayanışma içinde bulunmak zorunluluğu vardır. Türkiye halkı içinde bulunup, azınlık durumunda olan Hıristiyan unsurların haklarının, dünyanın en medeni ülkeleri içinde yaşayan azınlıklara da verilmesi, İtilâf devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma hükümlerinde yer alması nedeni ile diğer yabancı ülkelere sığınan Müslüman halkın da aynı haklardan yararlanmasının sağlanmış olması en içten dileğimizdir. Azınlıklarla birlikte bütün halkın varlık ve mutluluğunun ve kanunların verdiği her türlü hak dokunulmazlığının sağlanması ve memlekette kanun hâkimiyetinin kurulması iç yönetim ve politikada değişmez genel kuralımız olmuştur. Geçen yılki iç durumu özetle sunabilmek için bazı noktaları anlatmak istiyorum. Bu yıl ülkemizin bütün yörelerinde genel olarak bağımsız ve olaysız, sakin bir biçimde geçmiş olup güvenlik sürdürülmüştür. Bazı aldatmalar sonucu önceki yıl Koçgiri'de meydana gelen olay alınan önlemlerle bastırılmıştır. Aldatılanlar hakkında da, hükümetçe gereken işlemler adalete uygun biçimde yerine getirilmiştir. Yunanlıların kışkırtması ve düzenlemesi ile ihtilâle benzer girişimlerde bulunanların da amaçladıkları olaylar sonuçsuz bırakılmıştır. İçişlerinde güvenlik yürütülmesinde en önemli ve maddi araç olan jandarma teşkilâtı, önemli birliklerin eklenmesi ile kuvvetlendirilmiş ve birçok jandarma okulu açılmıştır. İçişleri ile ilgili görevleri arasında posta ve telgraf idaresinde oluşturulan bazı yenilikler de kıvanç vericidir. Efendiler, ulusumuzu güven içinde yaşatmak amacımız olduğu gibi, onun sağlığına özen göstermek ve olanaklarımızın elverdiği oranda sosyal acıları dindirmek de hükümetimizin görevlerindendir. Bu cümleden olmak üzere ülkemizin doktor ihtiyacı olanakların elverdiği oranda karşılanmaya çalışıldı. 1920 yılında iki yüz altmış doktor görevli idi. Bu sayı, bu geçen yıl zarfında üç yüz on ikiye yükseltildi. Elli doktor daha bulunup, doktorsuz ilçelere gönderilmeleri düşünülmektedir. Bu yıl bulaşıcı hastalıkların yayılması önlendi, baş gösteren hastalıklar derhal sıhhi önlemler alınarak, bulundukları yerde yok edildi. Bulaşıcı hastalıklara karşı en kesin önlem olan aşılar, artık tümüyle ülkemizde yapılmaktadır. Üç milyondan fazla kişiye yetecek çiçek aşısının Sivas'ta yapılmış bulunduğunu belirtmekle bu konuda gerekli bilgiyi vermiş oluyoruz. Ülkenin sıtmalı bölgelerine yeterli miktarda kinin dağıtılmıştır. Frengi hastalığının yok edilmesi için de gerekli olan para sarf edilmiştir. Sosyal hastalıklar ile uğraşımızın daha etkili ve daha ayrıntılı bir şekilde yerine getirilmesinin gereğini de belirtmek isterim. Efendiler, Sosyal yardım işlerinden de kısaca söz etmek isterim. I. Dünya Savaşı sırasında, bu yörelere sığınmak zorunluluğunda kalan doğu illeri ve kurtarılmış halkından dörtte biri memleketlerine gönderilmiştir. Bunların hemen yarısı yurtlarına ulaşmışlardır. Bu yıl geri kalan mültecilerin de iadesi kararlaştırılmıştır. Sonradan kurtarılan Adana ve Gazi Antep mültecileri memleketlerine iade edildiler. Henüz kurtarılmayan Batı illeri mültecilerine imkân buldukça yardıma devam olunuyor. Yurtlarına yeni dönenlere bu konudaki kanun gereğince yemeklik, tohumluk verilmesi, ayrıcalık tanıma ve bunun gibi kolaylıklar sağlamak suretiyle yardım edilmektedir. Göçmen ve mülteci öksüzler için açılan yetim yurtlarının birer sanat okulu haline getirilmesine çalışılmaktadır. Milli sınırlarımızın dışında kalan yerlerden sığınan dindaşlarımız, şimdilik yalnız parasal yardım görmektedirler. Bu yıl bunların ve ülke içinde iskân edilmek isteyen diğer göçmenlerin yerleştirilmesine başlanacaktır. Sağlık ve sosyal yardım konusunda izlediğimiz amaç şudur: Ulusumuzun sağlığının korunması ve kuvvetlendirilmesi, ölüm oranının azaltılması, nüfusun artırılması, sosyal hastalıkların ve bulaşıcı hastalıkların etkisiz bir duruma sokulması, böylece ulus fertlerinin dinç ve çalışmaya yetenekli kusursuz vücut yapılarına sahip olarak


yetiştirilmesi...... Yurtları düşman elinde kalan vatandaşlarımıza yardım ve onların ilmi bir şekilde iskân edilmelerine özel önem verilmektedir. Bu konuda gereken inceleme yapılmakta ve bu amacı sağlayacak programlar düzenlenmektedir. Efendiler, Hükümet ülkede kanunu egemen kılmak ve adaleti iyi bir şekilde dağıtmakla yükümlüdür. Bunun için adalet işi çok önemlidir. Bundan dolayı adalet politikamızı açıklamayı faydalı buluyorum. Adalet politikamızda izlenecek amaç, önce halkı yormaksızın süratle, kanuna uygun ve güvenli biçimde adaleti dağıtmaktır. Bunun yanı sıra sosyal kurullarımızın bütün dünya ile ilişkilerini sürdürmeleri de gereklidir. Bunun için, adalet düzeyimizi bütün uygar ülkelerle aynı düzeyde tutmak zorundayız. Bu amacı yerine getirmek için, elimizdeki kanun ve usulleri bu görüşe göre düzeltiyor, canlandırıyor ve yeniliyoruz. Ve buna devam edeceğiz. Bu çalışmalarda ülkemizin genişliği, seri araçların eksikliği ve buna benzer engeller ve güçlüklerden başka, bazı yörelerin sosyal hayatlarının özellikleri de göz önüne alınmaktadır. Efendiler, Çağdaş gelişme, ulusların uygar ihtiyaçlarındaki genişleme, çoğalma ve çeşitlenme bu uygar ihtiyaçlar ile orantılı olarak uygar hakların gelişmesini gerektirir. Her devletin ilişkili olduğu sosyal yaşamın uygarlık derecesine uygun, hukuki mevzuatı vardır. Dünyada bulunan, bütün uygar devletlerin medeni kanunları hemen hemen birbirlerine benzemektedir. Bizim Milletimizin ve hükümetimizin adalet düşüncesi ve anlayışı, bu konuda hiçbir uygar ulusunkinden aşağı değildir. Belki tarih bu noktada yüksek olduğumuza tanıklık eder. Bu nedenle hukuki mevzuatımızın bütün uygar devletlerin kanuni mevzuatından eksik olması düşünülemez. Gayretli çalışmalarımızın amacı olan tam bağımsızlık kavramında adli bağımsızlığın da bulunması doğaldır. Bundan dolayı her bağımsız devletin ayrılmaz bir bütünü olan adalet dağıtımı görevine kimseyi karıştıramayız. (Bravo sesleri) Efendiler, Bizim halen yürürlükte olan medeni kanunumuz Mecelledir. Bu medeni kanun yaklaşık olarak yarım asır önce merhum Cevdet Paşa'nın başkanlığındaki bir bilimsel kurul tarafından hazırlanmıştır. İşte, o mecellenin genel kuralındaki «Zamanın değişmesi dolayısıyla hükümlerin değiştirilmesinden vazgeçilemez» fıkıh kuralı, adli politikamızın temelini oluşturmaktadır. Bu ana kural içinde hareket eden Adalet Bakanlığımız, mecellenin içermediği veya belirlemediği güç ve açık olmayan durumların, uygun hükümlerle genişletilmesi ve sağlamlaştırılması gereğine inanmıştır. Ve bu konuyla uğraşmak üzere, uzmanlardan oluşan bir heyet kurulması için bir kanun önerisi hazırlamak üzeredir. Adalet Bakanlığı bu prensip içinde çalışmalarının sonucu olarak, tek yargıç kuruluşunun hemen yüzde doksan oranında, bütün ülkede uygulanması ve özellikle tek yargıçlı mahkemelerde yargılama usulünün sulh yargıçları usulüne uygun olarak adaletin acele dağıtılmasının sağlanması ve yine adli işlerin seri ve başarı ile yönetilmesini sağlamak için on adliye müfettişliği kurulması ve suçlama işlemlerinin kaldırılması ve adli tıp müessesesinin kurulması hususları söylemeye değerdir. Ceza muhakemeleri usulünün düzeltilmesi, aşiret hayatı geçiren bazı bölgeler hal kının doğal ihtiyaçları ve sosyal durumları ile uygun basit bir usulde hazırlanması, cezaevlerinin düzeltilmesi gibi, diğer önemli hususlar adı geçen bakanlığın yeni yıl içindeki çalışma konularını oluşturmaktadır. Yargıçlar ve adliye mensuplarının şerefli görevlerine uygun seçkin değere sahip bulunmaları adliyemizin övünç kaynağıdır. Adalet Bakanlığının ve mevcut mahkemelerimizin özel niteliklere sahip yargıçlarla donatılması ve sağlamlaştırılması için, bir hukuk fakültesi kurulmasını uygun görerek karar veren Yüce Meclisimize teşekkür ederim. Bu yüksek kurum için 1922 yılı bütçesine gereken para konmuştur. Önemli bir kısım gerçekleştirilen ve diğer bölümünün gerçekleştirilmesine çalışılan bu hususların tamamlaması, adli hayatımızın bütün dünyaca kabul edilebilir gelişmiş bir duruma gelmesini sağlayacaktır. Efendiler, Adli politikamızdan sonra, milli yaşamımızın en çok ilgili bulunduğu ekonomik durumumuz hakkındaki düşüncelerimi de arz edeceğim. Bu konuya girmeden önce görüşümü açıklamak için yüce heyetinize ve bütün dünyaya bir soru sormama izin veriniz.


Türkiye'nin sahibi ve efendisi kimdir? (Köylüler sesleri) Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üreticisi olan köylüdür. (Şiddetli ve sürekli alkışlar) O halde herkesten çok bolluk, mutluluk ve varlığa hak kazanan ve buna layık olan köylüdür. (Sürekli alkışlar) Bundan dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin ekonomik politikası bu önemli amacının sağlanmasına yöneliktir. Efendiler, Diyebilirim ki, bu günkü felâket ve yoksulluğun tek nedeni bu gerçeği ihmal etmiş olmamızdır. Doğrusu yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli yörelerine gönderilerek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp gereksiz yere harcadığımız ve buna karşılık daima onurunu kırdığımız ve hor gördüğümüz ve bunca özveri ve iyiliklerine karşılık nankörlük, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu ülkenin gerçek sahibi huzurunda bu gün büyük utanç ve saygı ile gerçek durumumuzu alalım. (Şiddetli alkışlar) Efendiler, Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki çalışmasını çağın ekonomik tedbirleri ile en yüksek düzeye çıkarmalıyız. Köylünün işlerinin sonucu ve çalışmasının semeresini kendi yararına en yüksek düzeye çıkarmak ekonomik politikamızın ana prensibidir. Bundan dolayı bir yandan çiftçinin çalışmasını artıracak ve verimli kılacak bilgi, araç ve fenni aletlerin tamamlanması ve sağlanmasına ve diğer yandan onun bu çalışmasının sonucundan en fazla yararlanmasını sağlayacak ekonomik tedbirlerin alınması için çalışmak gereklidir. Şimdiye kadar yolun olmaması, modern taşıma araçlarının bulunmaması, değişim usullerinin çiftçi aleyhine olması ve hükümet kanunlarının çiftçiyi korumaması gibi engellerin kaldırılması gereklidir. Bu noktada özellikle zirai ürünlerimizi buna benzer yabancı ürünlere karşı koruyamaz duruma düşmemizden dolayı milletimizi bu günkü ekonomik sefalete düşüren kaldırılmış kapitülâsyonların feci durumunu hatırlatmadan geçemem. Bildiğiniz gibi, ülkemiz ekonomik kuruluş ve çevre yönünden kuvvetli durumda değildir. Özel sektör kuruluşları da serbest ticaret mücadelesine dayanabilecek bir güce gelmemişlerdi. Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri Avrupa rekabetine karşı kendisini koruyamayan ekonomimizi bir de iktisadi kapitülâsyon zincirleriyle bağladı. Kuruluş ve özel sektör yönünden ekonomik alanda bizden çok kuvvetli olanlar, memleketimizde bir de ayrıca imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Gelir vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri eşyayı, istedikleri şartlar altında ülkemize sokuyorlardı. Bütün ekonomimizin her bölümüne bu sayede kesin olarak hâkim olmuşlardı. Efendiler, Bize karşı yapılan rekabet gerçekten, çok gayri meşru, gerçekten çok yok edici idi. (Kahrolsunlar sesleri) Rakiplerimiz bu davranışlarıyla gelişmeye elverişli sanayiimizi de öldürdüler. Tarımımıza da zarar verdiler. Ekonomi ve maliyemizin gelişmesi ve olgunlaşmasını önlediler. Efendiler, Artık engelsiz ve bağımsız bir hayata atılan Türkiye için, ekonomik yaşamı boğmakta olan kapitülâsyonlar yoktur. (Şiddetli alkışlar) Ve olamaz. Ekonomik yaşamımızın belirli amaçlara yöneltilmesi ve süratle gelişmesi ve yükselmesi için alınacak önlemler içine ülkemizde Avrupa rekabeti yüzünden yok edilmiş ve şimdiye kadar gelişmemiş olan tarımsal sanayimizi güçlendirip, modern ekonomik araçlarla donatmayı önemle göz önünde bulunduracağız. (İnşallah sesleri) Gerek tarım, gerek memleketin varlık ve genel sağlığı konularında önemi kesin olan ormanlarımızı da modern önlemlerle iyi duruma getirmek, genişletmek ve en yüksek faydayı sağlamak da önemli kurallarımızdan biridir. Ekonomik politikamızın önemli amaçlarından biri de genel yararı doğrudan doğruya ilgilendirecek kurumlar ve iktisadi teşebbüslerin mali kudretimizin ve teknolojimizin izni oranında devletleştirilmeleridir. Özet olarak, topraklarımızın altında kullanılmadan duran maden hazinelerinin kısa sürede işletilerek milletimizin yararına sunulması da ancak bu yöntemle mümkündür. Bununla birlikte, sadece ekonomik yararlanma amacı ile gerek madenlerimizde, gerek diğer ekonomik konularda, bayındırlık hizmetlerinde çalışmak isteyen sermaye sahiplerine Hükümetimizce her türlü kolaylığın gösterileceği şüphesizdir. Bu sermayelerin kanunlarımıza uygun şekilde kullanılması gereklidir. Ülkenin ekonomik temelleri,


tarım ve tarımsal sanayie bağlı olmakla birlikte, ülkede öteden beri var olan örneğin dokuma sanayii gibi kurumların korunması ve canlandırılması ve bazı bölgelerde yeniden kurulabilecek diğer sanayinin her şartta gözetilmesi göz önünde önemle bulundurulacaktır. İktisat Bakanlığımızın bir yıllık çalışması bu açıkladığım görüş içinde yürütülmüştür. Özetleyecek olursak, çalışanların rahat yaşamalarını sağlayacak Zonguldak Amele Kanunu, Anadolu'da genel taşımacılığı kolaylaştırmak üzere otomobil ve kamyon işletmelerine izin verilmesini sağlayan tüzük, cephede savaşan asker ailelerine yardım esaslarını da içine alan tarımsal yükümlülük tüzüğü, Meclisçe kabul edilen tohumluk ödeneğinden ihtiyaç beliren yerlere usulüne uygun şekilde dağıtım yapılması, Ziraat bankaları vasıtasıyla çiftçi âletleri ve tarımsal araçların uygun fiyatlarla dağıtılması ve diğer bir özel kurul vasıtasıyla da bunların önemli miktarlarda yeniden sağlanması ve gümrüklerimizde milli üretimimizin saygınlığının korunması için bir tutum belirlenmesi ve bunun yürürlüğe konulması hususlarını bu konu ile ilgili çalışmaların sonuçları olarak saymaya değer buluyorum. Bundan sonra da genel ekonomik çalışmalarımız ve ekonomik politikamızın değindiğim ve gösterdiğim bu görüş içinde ve bir plan dahilinde, düzenli bir biçimde yürütülmesi Bakanlar Kurulumuzun çabalarını bu nokta üzerinde toplaması ile sağlanacaktır. Böyle bir projemizin hazırlanmasında bayındırlık hizmetlerinin büyük önemi vardır. Çünkü ekonomik hayatın faaliyet ve canlılığı ancak ulaştırma araçlarının, yolların, demiryollarının, limanların durumu ve derecesiyle orantılıdır. Efendiler, Sırası gelmişken bayındırlık işleri hakkındaki fikirlerimi de arz edeyim: İnşaat donanımı ve işletilmesi yerel veya genel kaynaklarımızın gelirlerinden sağlanabilecek olan bayındırlık işlerinde en önemli olan, önemli olanın önünde tutarak, ülke ihtiyaçları giderilecektir. Ancak, inşaat donanımı ve işletilmesi, bu günkü mali olanaklarımızla karşılanamayacak büyük sermayelerle gerçekleşebilecek bayındırlık hizmetleri, yabancı sermaye ve gerekirse yabancı uzmanlardan en üst düzeyde yararlanılarak ülkemizin bayındırlığını ve ulusumuzun mutluluk ve refahını kısa zamanda sağlamak gereklidir. Bununla birlikte, bunda da üreticinin ve çalışanların genel yararları gözden uzak tutulmayacaktır. Bayındırlık Bakanlığımızın bu yıl içindeki çalışmalarının sonucu bakanlığın bu günkü gücü ile uygun kabul edilebilecek durumdadır. Gerçekten sahip olduğunuz demir yolları başarı ile işletilerek, ulaşım ve asker taşımacılığı sağlanmaktadır. Askeri harekât sırasında düşman tarafından zarar görmüş bir kısım demir yolları ve İmalat Sanayi onarılmış ve yeniden kurulmuştur. Ankara - Sivas hattında önemli bir tünelin inşaatı tamamlanmış ve diğer tamamlanmayan iki tünel çevresinde de yol durumları değiştirilerek ulaşım sağlanmıştır. Erzurum, Erzincan arasındaki demir yolu inşaatının tamamlanması ve kükürtlü kömür madenlerine bir istasyon yapılması konusunda önemli işler gerçekleştirilmiş ve kuruluş tamamlanmıştır. Samsun Havza hattının kuruluşu için gerekli konuların hazırlığına başlanmıştır. Sivas’dan Erzurum'a ve Kastamonu'nun Koçhisar'ından başlayarak, Tosya, Osmancık, Amasya, Erbaa, Niksar, Kelkit ve Erzincan'a kadar olan demir yollarına ait ilk araştırmalar yapılmış ve bazı kara yolları üzerindeki bozukluklar da onarılmıştır. Efendiler, Bayındırlık işlerindeki çalışmaların sonucunun milleti sevindirecek durumda olmadığını kabul etmek gereklidir. Ancak devlet işleri ve işlemlerinin her bölümünde olduğu gibi, bayındırlık işleri çalışmalarında da uygun düzeye ulaşılması mali kudretimizle ilgilidir. Mali kudretimizin yerinde kullanılmasının önem derecesini saptamak konusunda bulunduğumuz şartların ve tehlikeli yerlerin birinci derecede etkisi olduğunu söylemek zorunluluğundayım. Bu sözlerimin amacının ne olduğu açıktır. Efendiler, Her şeyden önce yaşam ve bağımsızlığımızı sağlamak demek olan milli amacımıza ulaşmaktan başka bir şey düşünemeyiz. Bundan dolayı, bizce en önemli nokta mali kudretimizin bunu karşılayıp karşılayamayacağıdır. 1920 ve 1921 yıllarının canlı deneylerine, bütçemizin denk durumuna, bu günkü iç duruma ve ekonomimizin bu geçen iki yıla oranla, kıyas kabul etmez derecede iyi bir düzeye ulaşmasıyla oluşan kesin ümitlere dayanarak arz edebilirim ki ülkemizin gelir kaynakları milli davamızın güven içinde sağlanmasına yeterlidir. (Alkışlar) Mali kudretimiz, bu


güne kadar olduğu gibi dış borçlanma yapılmadan da orta halli bir düzeyde, ülkeyi yönetecek ve amacına ulaştıracaktır.(Alkışlar) Bununla birlikte, ben yalnız bu gün için değil özellikle gelecekle ilgili olarak devlet hayatı ve ülkenin refahı konularında şimdiki ve ilerideki mali durumumuzu çok önemli bulduğumu vurgulayarak maliyemizle ilgili endişeli görüşlerimi özetle anlatmak isterim: Efendiler, Bu günkü mücadelemizin amacı tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın tam sağlanabilmesi ise ancak mali bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin aslı bağımsızlıktan yoksun olunca o devletin bütün hayatı bölümlerinde bağımsızlık sakat durumdadır. Çünkü her devlet organı ancak maliye ile yaşar. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart bütçenin ekonomik bünye ile uygunluğu ve denk olmasıdır. Bundan dolayı devlet yapısını yaşatmak için dış ülkelere başvurmadan ülkeyi gelir kaynakları ile yönetmek çözüm ve önlemlerini bulmak gereklidir ve bulunabilir. Efendiler, Milli prensibimiz tutum olmalıdır. (Şiddetli alkışlar) Bundan dolayı mali yöntemimiz, halkın baskı altında tutulup ezilmesinden kaçınmakla birlikte elden geldiğince dışarıya ihtiyaç göstermeden ve gereğinden çok harcamadan mevcut gelirle yetinmek prensibine dayanmaktadır. Şimdiki durumda yararlanılamayan gelir kaynaklarından yararlanmak ve halkın vergi yükünü azaltmak için bazı maddeler üzerinde tekel konulması gerekmektedir. Efendiler, Geçmişin ve düşmanların ülke ve ulusumuzu bütün medeni dünya ile birlikte gelişmeye doğru ilerlemekten yasaklamış olan zincirleri, bu gün bizi, az zamanda olağanüstü girişim ve icraata bulunmaya zorluyor. Ancak bu zorunluluğun sağlanması ve kaybedilenlerin yerine konması bu günkü mali kudretimizin üzerindedir. Bundan dolayı Hükümetimizin her medeni devlet gibi dış borçlanma antlaşmaları yapması gereklidir. Yalnız alınan yabancı paraların, şimdiye kadar Babıalinin yaptığı şekilde ödemeye mecbur değilmişiz gibi amaçsız kullanılması ve tüketilmesine, dış borçlarımızın artırılmasına ve mali bağımsızlığımızın tehlike altına sokulmasına kesin olarak karşıyım. Biz, ülkede memuriyeti, üretimi ve halkın refahını sağlayacak, gelir kaynaklarımızı geliştirecek yararlı borçlanmalara taraftarız. Efendiler, buraya kadar değindiğim konular milletin maddi kudretini geliştiren, devamını sağlayan önerilerdir. Bununla birlikte insanlar yalnız maddi değil özellikle; bu maddi kudret içinde yer alan manevi kuvvetlerin etkisi altında bulunan, ülkeler de böyledir. Manevi kuvvet ise özellikle bilim ve iman ile yüce bir biçimde gelişir. Bundan dolayı, Hükümetin en verimli ve önemli görevi eğitim işleridir. Bu görevde başarılı olabilmek için öyle bir program uygulamak zorundayız ki, o program milletimizin bu günkü durumu ile sosyal ve yaşamın ihtiyaçları ile, yerel şartlarla ve çağın gerekleri ile tam anlamıyla denk ve uygun olsun. Bunun için büyük, hayali ve anlaşılması güç görüşlerden tamamen arınarak gerçeklere en iyi bir biçimde yaklaşmak gereklidir. Yapılacak girişimin neleri kapsadığı ancak bu suretle kendiliğinden açığa çıkar. Efendiler, yüzyıllardan beri milletimizi yöneten hükümetler eğitimi genelleştirme dileğini belirtmişlerdir. Ancak bu dileklerine ulaşmak için Doğu ve Batıyı taklit etmekten kurtulamadıklarından, sonuç milletin cahillikten kurtulamamasına neden olmuştur. Bu hazin gerçek karşısında bizim uygulamak zorunda olduğumuz eğitim politikamızın ana hatları şöyle olmalıdır: Demiştim ki, bu ülkenin gerçek sahibi ve sosyal yapımızın gerçek unsuru köylüdür. İşte bu köylüdür ki, bu güne kadar eğitim nurundan yoksun bırakılmıştır. Bundan dolayı, bizim uygulayacağımız eğitim politikasının temeli ilk önce var olan cehaleti yok etmektir. Ayrıntıya girmekten çekinerek bu düşüncemi birkaç kelime ile açıklamak için diyebilirim ki, genel olarak bütün köylüye okumak, yazmak ve vatanını, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafya tarih, din


ve ahlâk ile ilgili bilgiler vermek ve dört işlemi öğretmek eğitim programımızın ilk amacıdır. (Bravo sesleri) Efendiler, Bu amaca kavuşmak tarihi eğitimimizde kutsal bir aşama olacaktır. Bir yandan cahilliğin kaldırılması ile uğraşırken diğer yandan da memleket çocuklarını sosyal hayat ve ekonomide fiilen etkili ve yararlı kılabilmek için gereken basit bilgileri uygulamalı bir biçimde vermek yöntemi eğitimimizin temelini oluşturmalıdır. Efendiler, medeni ve çağdaş bir sosyal topluluğun bilim ve kültür yolunda yalnız bu kadarla yetinemeyeceği şüphesizdir. Ulusumuzun zekâsının gelişmesi ve böylece uygun olan medeniyet düzeyine ulaşması, doğal olarak yüce görevleri yürütecek elemanları yetiştirmekle ve milli kültürümüzü yüceltmekle mümkündür. Bu, ilk ve son iki eğitim aşaması arasında, orta eğitimin gerekliliği tabiidir. Orta eğitimin amacı, ülkenin ihtiyaç duyduğu çeşitli hizmet ve sanat elemanlarını yetiştirmek ve yüksek eğitime aday hazırlamaktır. Orta eğitimde de eğitim ve öğretim yöntemlerinin pratik ve uygulamalı olması temeline uymak şarttır. Kadınlarımızın da aynı öğretim aşamalarından geçerek, yetişmelerine önem verilecektir. (Bravo sesleri ve alkışlar) Milli Eğitim Bakanlığımız 1921 yılında eğitim durumumuzu bu görüşe göre yönlendirmek için çalışmıştır. Bakanlık girişimleri ve gelecek uygulamalarına temel olacak programları hazırlayıp, Yüce Meclisinize takdim ettikçe bunların açıkladığım görüşe uygun olarak, kanunlaşıp yürürlüğe konacağı konusunda ümidim tamdır. Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitim sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığı için kendi benliğine ve milli geleneklerimize düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. (Alkışlar) Uluslararası dünyanın bu günkü durumuna göre, böyle bir savaşın gerektirdiği mücadele ruhunu taşımayan insanlara ve bu nitelikteki insanlardan kurulu topluluklara yaşama ve bağımsızlık hakkı yoktur. (Bravo sesleri) Efendiler, Bir sosyal topluluğun ortak ve genel duyguları ve düşünceleri vardır. Sosyal toplulukların değerleri, uygarlaşma aşamaları, istek ve eğilimleri ancak bu genel duygu ve düşüncelerin belirme ve görülme derecesiyle anlaşılır. Bir sosyal topluluğu yönlendiren ve yöneten insanlar için, sosyal toplulukların sonu üzerinde hüküm vermek durumunda bulunan dostlar veya düşmanlar için ölçü, bu sosyal toplulukların kamu oyundan anlaşılan yeteneği ve değeridir. Bundan dolayı uluslar kamu oyunu dünyaya tanıtmak zorundadırlar. Bütün dünya kamu oyunun bunu öğrenmesini sağlamak ise, yaşamlarının düzenlenmesi için şüphesiz gereklidir. Bu konuda bilinen araçlardan birincisi ve en önemlisi basındır. Basın, ulusun genel sesidir. (Şiddetli alkışlar) Bir ulusu aydınlatmak ve uyarmakta, bir ulusa ihtiyacı olan düşünce gıdasını vermekte, özet olarak bir ulusun, amacı mutluluk olan ortak yönde yürümesini sağlamakta basın, başlı başına bir kuvvet, bir okul, bir yol göstericidir. (Alkışlar) Bu önem ve yüceliği ile medeni dünyada söz hakkı kazanan basına, Hükümetimizin birinci derecede önem vermesi, bu konuya ayıracağı zamanı ulusa yapmakla yükümlü olduğu yararlı hizmetlerin en önünde sayması, Yüce Meclisin kesin olarak isteyeceği hizmetlerden olmasındandır. (Alkışlar) Şeri’ye Vekâletimizin ( Din işlerini yürüten bakanlık) yıllık çalışmalarını büyük bir önemle inceledim. Varılan sonucu takdire lâyık buldum. Teşekkür ve tebrik ederim. Din işlerinin yürütülmesi konusunda görüş açıklamaya aslında gerek yoktur. Çünkü bu konu Kuran ile açıklık kazanmıştır. Yalnız akla gelebilecek olan bir noktayı söylemeden geçemeyeceğim. Efendiler, Camilerin kutsal minberleri halkın ruhani, ahlâki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır.


Bu nedenle camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve yol gösterecek kıymetli hutbelerin içeriğinin halkça anlaşılır olmasını sağlamak yüce Şeri’ye Vekâletinin önemli bir görevidir. (Şiddetli alkışlar, bravo sesleri) Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve bilince hitap olunmakla İslâm topluluğunun vücudu canlanır, zihni saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur. (Alkışlar) Fakat diğer yandan, hutbeyi yapanların sahip olmaları gereken bilimsel nitelik, özel yeterlik ve dünyadaki olayların durumunu anlama yeteneği önem taşımaktadır. Bütün vaiz ve hatiplerin bu bilince yararlı olacak surette yetiştirilmesine Şeri’ye Vekâletinin güç harcayacağını umarım. Vakıf sorununa gelince: Bildiğiniz gibi, vakıf, ülkemizin önemli bir varlığını oluşturur. Bu servetten millet ve memleketi hakkıyla yararlandırabilmek için Şeri’ye Vekâletiyle birlikte bütün bakanlar Kurulumuz ve hatta Yüce Meclisin bu konuyu önemle inceleyerek bu büyük kurumun çöküntüden kurtarılmasını ve ülkeye faydalı bir duruma dönüştürülmesini dilerim. Efendiler, Vakıfların kuruluş nedeni göz önünde tutulunca, bunun dini kuruluşu ile birlikte hizmet ve sosyal yardım amaçladığı ortaya çıkar. (Pek doğru sesleri) Vakıfların, hayırevleri, akıl hastahaneleri ve diğer hastahaneler ile misafirhaneler, kütüphaneler, kervansaraylar, hamamlar, çeşmeler, okullar, medreseler ve diğer kültür kurumlarını kapsamış olması, vakıf sorununun düzeltilmesinde uyulması gerekli olan kuralları göstermektedir. (Pek doğru sesleri) Efendiler, Bu yıl dış ilişkilerimiz sonuçlarına göre, bizce hayırlı birçok güzel olayla doludur. Genellikle dış ilişkilerimizi iki kısma ayırmak mümkündür. Rusya dahil Doğu devletleri ve Batı devletleri. Rus Şuralar Cumhuriyetiyle mevcut ilişkilerimiz ve iyi bağlarımız bu geçirdiğimiz yıl içinde, kusursuz bir şekilde gelişmeye devam etmiştir. (Alkışlar) 16 Martta Moskova'da bir dostluk anlaşması imzaladık. Bu anlaşma ile, emperyalizmin şiddetli saldırılarına hedef olan iki devlet arasında doğal nedenlerle oluşan dayanışma, hukuki bir şekilde de belirlendi. Yakında ekonomik ve ticari işler ile konsolosluk sorunlarını düzenleyecek olan antlaşmaların imzalanmasına da karar verildi. Türkiye - Rusya anlaşması, Rusya'nın müttefik olan diğer devletlerle yaptığımız mutlu antlaşmaların birincisidir. Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Sovyet Cumhuriyetleriyle Moskova antlaşmasının esasları içinde, Kars'ta 13 Ekim tarihli antlaşmayı imzaladık. Bu antlaşma, Doğuda hukuki bir biçim alan fiili durumumuza Sevr Antlaşmasının uygulanamaz olduğunu gösteren bir olaydır. (Şiddetli alkışlar) Ermeni sorunu denilen ve Ermeni milletinin gerçek olmayan isteklerinden çok, dünya kapitalistlerinin ekonomik yararlarına göre çözülmek istenilen sorun, Kars antlaşması ile, en doğru şekilde çözüme ulaştırılmış oldu. (Alkışlar) Yüzyıllardan beri dostluk içinde yaşayan iki çalışkan halkın iyi ilişkileri memnuniyetle yeniden kuruldu. Ukrayna Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti ile de 2 Ocakta, Ankara'da yine Moskova Antlaşması esasları içinde bir antlaşma imzaladık. Bu antlaşmayı imzalamak üzere, şehrimize gelen olağanüstü delege ve değerli asker: Frunze yoldaşın pek içten ve dostça davranış ve tutumuyla, aramızda ne kadar iyi bir izlenim ve anı bırakmış olduğunu söylemek isterim. (Alkışlar) Kars Antlaşması hükümlerine göre, antlaşmayı yapan taraflar arasında ticari ve ekonomik ilişkilerin kurulması ve bir konsolosluk antlaşmasının imzalanması için, Tiflis'e bir kurul gönderdik.


Bu kurul halen Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan cumhuriyetlerinin delegeleri ile görüşme yapmaktadır. Tarafların yararına uygun kararlar kabul edilerek, görüşmelerin yakında iyi bir şekilde sona ereceğini ümit etmekteyim. Rusya Şuralar Cumhuriyetinin değerli temsilcisi olarak, Ankara'da bulunan Aralov yoldaşın..... (Alkışlar) Büyük Millet Meclisine hitaben gönderdiği mektupta yer alan konulardan memleketimiz hakkında beslediği sevgi ve samimi duyguları öğrenmiş oldunuz. Azerbaycan Sovyet Cumhuriyetinin sevimli temsilcisi İbrahim Abilof Beyi ise...... (Alkışlar) geçen yazdan beri Ankara'da aramızda görmekle memnunuz. Rusya Sovyet Cumhuriyetine müttefik devletlerden Buhara Halk Sovyet Cumhuriyeti de Ankara'ya haberciler göndererek, mevcut antlaşma bağlılığını (Alkışlar) şeklen de tespitini arzu etmiş, bu arzusunun yerine getirilmesi tarafımızdan sevinçle çabuklaştırılmıştır. Buhara'ya bu günlerde önemli devlet adamlarımızdan bir zatın başkanlığında bir elçilik heyetimiz gitmek üzeredir. Rusya Şuralar Cumhuriyeti ve müttefikleriyle en iyi ilişkileri kurup, iyi bir şekilde devam ettiğimiz gibi, bizimle aynı durumda ve dert ortağı olan Doğu İslâm devletleriyle de, mevcut iyi ilişkilerimizin kuvvetlendirilmesini bir amaç olarak kabul ettik. (AIkışlar) Bu amaca doğru yürürken, ilk antlaşmayı Afganistan İslâm Hükümeti ile 1 Martta Moskova'da imzaladık. (Alkışlar) Bu antlaşmanın uygulanmasından olmak üzere, Afganistan geçen yaz Ankara'ya bir elçi gönderdi. Bu kardeş devletin elçisi Sultan Ahmet Han...... (Alkışlar) Ankara'da hepimizin kalplerinin sevgilisidir. Afganistan’da bir temsilcimiz mevcuttur. Ünlü devlet adamlarından birinin başkanlığında bir elçilik heyeti de bu gün Kâbil'e doğru yola çıkmak üzeredir. Şevketlü (Azametli, heybet sahibi) Afgan Emiri Hazretleri tarafından Büyük Millet Meclisi Başkanlığına hitaben bütün Türkiye halkına gönderilen soyluluk ve içtenlikle dolu değerli ve zarif mektupların da prenslik zamanından beri (ki birkaç gün önce huzurunuzda okunup hep birlikte ve hararetle alkışlanmıştı) Afganistan'la Türkiye arasında mevcut dostluk ilişkilerini bir kat daha sağlamlaştırmıştır. İran İslâm Hükümeti ile de yerleşmiş bulunan iyi ilişkilerimizi bölge barışı ile pekiştirmek en büyük amacımızdır. İran Devleti Fahimesi (Çok kuvvetli, itibar ve nüfus sahibi - Şah) tarafından Ankara'ya bir elçi gönderilmiş olduğunu haber aldık. Elçinin gelişi ile ilişkilerin sağlamlaştırılması için bütün önlemlerin tarafımızdan alınacağı şüphesizdir. (İnşallah sesleri) Sonuç olarak, Rusya ve Doğu devletleriyle ilişkilerimizin bu günkü durumu, dünyanın ekonomik ve politik durumundan doğan değişmesi mümkün olmayan birtakım tabii nedenlerin etkisinde hepimizin yararına, emeline uygun bir biçimde gelişmekte ve sağlamlık kazanmaktadır. (Sürekli alkışlar) Bu yıl doğu devletleriyle olan ilişkilerimizde daha önceki yıla oranla, daha iyi gelişmeler bekliyoruz. Efendiler, Ülkemizin gerek politik gerek ekonomik ölüm hükmünü ilan eden Sevr Antlaşmasının uygulanmasına engel olmak üzere, ulusumuzun girişmek zorunda kaldığı kararlı mücadelesi karşısında, o antlaşmanın bize zorla kabul ettirilemeyeceğini birçok kanlı mücadelelerden sonra anlayan İtilâf devletleri, bizi Londra'ya davet etmişlerdi. Pek az süre önce asi sayılan Hükümetimizin böyle bir konferansa resmen davet edilmesi, ulusumuz yönünden önemli bir siyasi başarıdır. Bu davet Sevr Antlaşmasının fiilen ve hükmen yok olduğunu göstermesi dolayısıyla da, giriştiğimiz bu mücadele yolunda, başarıyla bir aşamaya ulaştığımızı görmekteyiz. Milli Misakımız içinde akdedilebilecek bir barışı imzalamaya hazır olduğumuzu bütün dünyaya göstermek amacıyla katıldığımız bu konferanstan hiçbir sonuç çıkmadı. Londra Konferansı görüşmeleri sırasında ne kadar anlaşmaya yatkın hareket ettiğimizi hepiniz biliyorsunuz. Belki, olayı silah kuvvetiyle çözümleyebileceğini zanneden Yunanistan anlaşmaya yanaşmadı. (Kahrolsun sesleri) Geçen yıl - Fransızlarla esirlerin değiştirilmesi hakkında başlatılan ve iyi bir şekilde sonuçlandırılan görüşmeler, Ankara'da imzalanan Türkiye - Fransa anlaşması ile sona erdi.


Efendiler, Bu anlaşmanın genel ve temel bir önemi vardır ki, o da bununla Sevr Antlaşmasını sağlayan İtilâf devletlerinin önemli bir taraftarı olan Fransa'nın adı geçen antlaşmanın uygulanmasının mümkün olmadığını fiilen ve hukuken kabul etmiş olmasıdır. (Alkışlar) Bu anlaşma ile yüksek manevi değer taşıyan bazı haklarımızı kazanmış olmakla birlikte, vatanın aziz bir parçasını da kurtarmış olduk. Üç yıldan fazla süren bir ayrılıktan sonra, ana vatana kavuşan bu bölgenin, gerçek sahibine geri verilmesini kabul edemeyen bazı düşmanlarımız oralarda karışıklık çıkarmaya uğraştıkları halde harcadıkları çabalar tamamen boşa çıkmıştır. Teslim etme ve teslim alma tam bir düzen içinde yapılmış ve sonuçlandırılmıştır. Ankara Anlaşmasının ardından Fransa Cumhuriyeti ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında siyasi ilişkiler kuruldu ve hükümetimizin temsilcisi Paris'e gönderildi. İngilizlerle bu güne kadar aramızdaki tek olumlu olay kendileri tarafından tutuklanıp Malta'ya gönderilmiş bulunan vatandaşlarımızı kurtarmak olmuştur. İtalya hükümeti her ne kadar Ankara'ya bir görevli göndermiş ise de, ilgili kişi resmi görüşmelerde bulunmak yetkisine sahip değildi. Efendiler, Geçen yılın olaylarını açıklarken dış politikamızın ana hatlarını da bir dereceye kadar açıklamış olduğumu zannediyorum. Bu hatlar basit, doğru ve açıktır. İç politikamızda olduğu gibi, dış politikamızda da ana amacımız Misakı Milli hükümlerini içermektedir. (Alkışlar) Ve Misakı Milliyi kabul ederek, maddi ve manevi alanda tam bağımsızlığımızı kabul edenleri derhal dost kabul ederiz. Tam ve gerçek bağımsızlığımızı açık ve samimi şekilde ilk önce kabul ederek, bize barışma elini uzatan Rus Şuralar Cumhuriyeti ile dostluk bağlarımızın kuvvetlendirilmesi dış politikamızın temelidir. (Sürekli şiddetli alkışlar) (Çok doğru, yaşasın dostlarımız sesleri) Bu temel tam bağımsızlığımızı kabul edecek herhangi bir devletle ilişki kurmamıza tabii ki engel olamaz. Efendiler, Dış politikamızda dost bir devletin hukukuna saldırı yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, ülkemizi, namusumuzu koruyoruz ve koruyacağız. (Evet sesleri ve şiddetli alkışlar) Medeni dünyanın uluslararası ilişkilerde de ortaya attığı yüce, asil düşünce ve arzunun bir özeti demek olan «Her milletin kendi geleceğine kendisinin egemen olması hakkını biz yer yüzünde yaşayan milletlerin hepsine tanıyoruz. Bizim de bu hakkımızın kayıtsız şartsız tanınmasını istiyoruz.» Bu meşru ve haklı isteğimizi tanımamak yüzünden akan ve akacak olan kanların sorumluluğu şüphesiz sebep olanlara ait olacaktır. (Kahrolsun sebep olanlar sesleri) Bizi milli davamızı izlemekten yıldıracak hiçbir araç, hiçbir kuvvet düşünülemez. (Alkışlar) Milli davamız bizim hayatımızdır. Hayatına son verilmek istenen en zayıf yaratığın bile bu harekete karşı isyan ve nefretle, son nefesine kadar kendisini korumaya çalışmasından daha tabii bir şey yoktur. (Bravo sesleri) Kaldı ki, bizim ulusumuzun kararlılık ve inancında, mücadele yeteneğinde ve kudretinde en küçük bir zayıflama yoktur. (Yoktur sesleri) Tam tersine, her geçen gün sağlamlık derecesini artırmaktadır. (Şüphesiz sesleri) Ülkemizin ekonomik kaynakları bütün dünyanın dikkatini çekecek verime ve zenginliğe sahiptir. Halkımızın çiftçi olması, topraklarımızın dünyanın en bereketli topraklarından bulunması, maddi hayat için korku duyulacak hiçbir konu bırakmamaktadır. Ordumuz her gün bir kat daha gelişmekte, varlığımızı, milli bağımsızlığımızı ve ülkemizi güvenle korumayı üstlenmektedir. (Alkışlar) Düşmanlarımız bizi, zorlayıcı önlemler uygulayacakları tehdidi ile bağımsızlığımızı güvenceye almayan şartlar içinde barış yaptırmaya zorlayabileceklerini sanıyorlarsa bunda çok aldanıyorlar. (Alkışlar) Düşmanlarımız, Türkiye halkının kutsal varlığını korumak için giriştiği savaşta yorgun düştüğünü sanıyorlarsa, bunda çok aldanıyorlar. (Alkışlar, asla sesleri)


Düşmanlarımız, bizim şimdi ve sonra tutsaklığa düşmemize neden olacak şart ve kayıtları reddetmede duraksama göstereceğimizi sanıyorlarsa, bunda daha da çok aldanıyorlar. (Sürekli alkışlar) Düşmanlarımızın bu gizli arzularından henüz kurtulamamaları, hâlâ çevrelerindeki gerçekleri görememelerinden kaynaklanıyor. Efendiler, Bilirsiniz ki, ana sınırı bütün dünyaca bilinen milli davamızı Avrupa'da savunmak ve insanlıkla karşı karşıya bu davayı bir daha doğrulamak ve kabul ettirmek üzere Dışişleri Bakanımız İstanbul üzerindenAvrupa'yagönderilmiştir. Efendiler, İstanbul, büyük Peygemberimizin özel ilgi gösterdiği, Eba Eyyubi Ensari Halid Hazretlerinin (Eyüp Sultan hazretleri) on dört yüzyıldan beri mezarının bulunduğu ve manevi gözetimi altında tuttuğu bir şehirdir. Beş yüzyıl boyunca Türkiye'nin başkenti olmuş bir şehirdir. (Yine olacaktır sesleri) Milletimiz bu gönül alan şehirde beş yüzyıl yüce hilâfet makamını korumaktadır. İstanbul şehri, milletimizin sonsuz çalışma özverisi sonucu olarak elde edilen Allah'ın bir lütfudur. Doğrusu milletimizin maddi ve manevi varlığını yücelten anıtlar ve kuruluşlar ve medeni eserler İstanbul'da yoğunlaşmıştır. Ulusumuz, ülkenin tümünün zararına olarak, bütün varını yoğunu, en büyük çaba ve yardımlarını can evi kabul ettiği bu şehirden esirgememiş ve hatta gereksiz yere harcamıştır. Bundan dolayı İstanbul bizce çok değerlidir, çok önemlidir. Bunun içindir ki, İstanbul şehrinin güvenliğinin her türlü bozulmadan korunması ile ilgili ilke, Misakı Millimizin dördüncü maddesinde en kuvvetli amaçlarımızdan birini oluşturmaktadır. (Alkışlar) Bu gün düşman işgali altında bulunmak felâketiyle ağlayan bu talihsiz şehir halkının, bu bizim aziz kardeşlerimizin, milli davamıza olan ilgi ve ilişkilerini ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine gönülden bağlılıklarını, hiçbir kuvvetten yılmayarak açığa vurmakta ve kabul ettirmekte gösterdikleri maddi ve özellikle manevi özveriyi takdir ederek anarım. (Alkışlar) Bu değerli kardeşlere içinde bulundukları talihsiz günlerin, uzak olmayan kurtulma günleri karşısında sonsuzluğa dek ölüme mahkum olacağını hatırlatırım. (İnşallah sesleri) Bu noktada bir an duralamaya mecburum. Zira bütün millete, bütün dünyaya gerçek olan bir durumu bildirmek gereğini hissettim. Efendiler, Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türkiye'nin ve Türkiye halkının geleceğini ve bağımsızlığını sağlamaya çalışıyor. Çünkü Türkiye'nin asıl sahibi, meşru sahibi ve gerçek sahibi olan Türkiye halkının arzu ve kesin iradesi bu yoldadır. (Evet, evet sesleri) Bu yüce milli iradenin karşısında harekete cesaret gösterenler ve girişimde bulunanlar ulusa karşı asi, serkeş ve haindirler. (Bravo sesleri ve alkışlar) Bu gibi günahkârlar, şimdi ve sonra milli iradenin adaletinden kendilerini kurtaramazlar. (Bravo sesleri) Bunun için, İstanbul'da bazı devlet adamlarının ve sarayın Türkiye Büyük Millet Meclisinin durumuna ve çalışmalarına zarar verici ve engelleyici tutumlarından sakınmalarını beklemekteyim. (Bravo sesleri) Efendiler, Milli davamızla ilgili olması nedeniyle bu günkü durumumuzla ilgili bulunan Balkan devletlerinden de biraz söz etmek isterim. Bu günkü dünyanın genel politik durumunun etkisi altında, Bulgaristan hükümetinin suskun ve hareketsiz kaldığı görülüyor. Fakat, Bulgar halkının hayati yararlarının Türkiye ile ortak olduğu bilincinde bulunduğundan eminim. Bulgaristan'ın şimdi veya sonra bu yakınlığın gereğini yapacağına inanıyorum. Türkiye dostluğunun kendilerine sağlayacağı büyük yararlardan Bulgarların uzak kalacakları beklenemez. Arnavutluk hükümetine gelince: Bu İslâm hükümeti halkı ile yüzyıllarca beraber yaşadık. Uzun süre kendileriyle hayatlarımızı birleştirdik ve alın yazılarımız bir idi. Aynı dinden olan bu halk ve hükümetin, varlığını koruması ve mutluluğunu sağlaması için bize bağlı olduğu gerçeğini anlaması gereklidir. Bu günkü güç durumlarının doğuracağı acıklı zorunlu hallerden kurtulmaları için önlemler alınacaktır. Bunu kuvvetle ümit ederim.


I. Dünya Savaşından sonra Yugoslavya devleti şekline dönüşen eski Sırbistan'da önemli bir İslâm çoğunluğu bulunmaktadır. Bundan başka, bu devletin hayati yararları ile ilgili hedefler vardır ki, bu hedefler, bu gün bize saldıran düşmanın elindedir. İşte bu noktalar incelenmesi gerekli bir durum yaratmaktadır. Bu hükümet içinde bulunan dindaşlarımızın bu günkü durumumuza ilgisiz ve seyirci gibi kalmakta devam edecekleri beklenemez. Efendiler, Dış faaliyetler konusundaki konuşmamı tamamlamak için hepinizce duyulan ve nitelikleri az çok bilinen birkaç genel politik olayı yalnız hatırlatmakla yetineceğim. Deniz kuvvetlerinin silahlandırılmasının kayıtlanması, İngiltere - Japonya antlaşmasının feshi, Çin'de açık pazar politikasını görüşmek üzere yapılan Washington konferansı, Amerika - İngiltere - Japonya ve Fransa arasında dörtler anlaşmasına neden oldu. Çin'de bütün devletlerin serbest ticaret yapabileceklerinin ilanı, çok önemli bir noktadır. Bununla Avrupa devletlerinin Uzak Doğuda şimdiye kadar uyguladıkları nüfuz bölgeleri ve memleket istilâsı politikalarından vazgeçtikleri anlaşılıyor. Yakın Doğu'da aynı politikayı uygulamaya karar vermekten daha doğru bir yol olamaz. Cannes'da yapılan konferans, Avrupa'nın onarımı ve canlandırılması adını verdikleri sorunun çözümlenmesini ve İngiltere ile Fransa arasında bulunan bazı sorunların kaldırılmasını amaçlıyordu. Fakat, Fransa Cumhuriyeti Başbakanı Mösyö Brian'ın istifaya mecbur olmasıyla konferans sonuçlanmadan dağıldı. Bu onarım ve canlandırma sorununun ortaya atılmasında İngiltere'de bulunan milyonlarca işsizin etkisi olmuştur. Bu işsizliğin doğuracağı bunalım nedeniyle İngiltere açık pazarlar bulmak zorundadır. Bunun için İngiltere'nin ilk düşüncesi Almanya ve Rusya olmuştur. Bundan dolayı Almanya'nın ve Rusya'nın ekonomik durumları ve bu durumlarla İngiltere'nin kuracağı ilgiler ve ilgilerin doğuracağı politik ilişkiler başlı başına görüşülmeye değer sorunlardır. İngiltere'nin Almanya'dan yararlanma zorunluluğu, Almanlar lehinde borçların ertelenmesi sorununu doğurdu. Bundan da İngiliz, Fransız garanti antlaşmasının yapılması gereği ortaya çıktı. Borçların ertelenmesi sorunu tamamen kesin sonuca erişmiş sayılamayacağından Cenova Konferansına ertelenmiştir. Cenova Konferansına zaten Cannes Konferansı sebep olmuştur. Mart başlarında toplanmak üzere davet olunacağı söylenmiş olan bu konferansa (Türkiye dışta bırakılmak üzere) bütün Avrupa devletleri davet olunmuştur..... Türkiye'nin katılmasını sağlamak için Paris temsilcimiz kanalı ile girişimde bulunduğumuz gibi, dostumuz Rus Şuralar Cumhuriyetinin de bu konuda girişimleri olmuştur. Amerikalılar katılmayı kabul etmemiştir. Alabildiğimiz bilgilere göre İngiltere - Fransa garanti antlaşması, Almanya tarafından Fransa topraklarına kışkırtma olmadan bir saldırı olursa, İngiltere'nin deniz ve kara kuvvetleri ile Fransa'ya yardım etmesini öngörmektedir. Efendiler, Bu anlaşma belgesindeki (kışkırtma olmadan) kaydı gerçekten varsa önemle araştırılması, incelenmesi gerekir. Çünkü dünyada, gereklilik ve kışkırtmanın tarifi, sınırlandırılması ve nitelendirilmesi yapılmamıştır. Herhangi bir işlem düşünceye göre olumlu veya olumsuz yorumlanabilir. Efendiler, Son zamanlarda bir Doğu Sorunu Konferansı da konu edildi ve edilmektedir. Bir konferansın ne dereceye kadar ciddi amaçlarla ve ne zaman toplanacağı hakkında henüz güvenilir bir belirti yoktur. Doğu Sorunu Konferansı’nın toplanması için, ordularımızın harekete geçmesinin beklenmekte olduğunu kabul etmek en ihtiyatlı düşünce olur. (Bravo sesleri) Hazır ol cenge eğer istersen sulhü salâh (Eğer barış düzlüğüne çıkmak istiyorsan savaşa hazır ol ) gerçeğini bir an akıldan çıkarmamak milli davamızın arzuladığı varsayımdır. Bu görüşe dayanarak uyanık olmak ve hazır bulunmak olan prensibimize uymaya devam edeceğiz, arkadaşlar.


Bütün bu ayrıntılardan sonra milli tarihimizin en fedakâr yüce unsuru olan kahraman ordumuzdan söz edeceğim. (Sürekli alkışlar) Doğu cephesindeki ordumuz, birinci yasama yılı içinde vatanın kendisine verdiği görevi özveri ile yerine getirmiş ve gerçekleştirmiştir. Komşu hükümetlerle de arzu olunan dostça ilişkiler kurulmuş bulunduğundan olgun ve sakin bir biçimde hazar görevini yerine getirmeyi, talim ve eğitim ile uğraşarak sürdürmektedir. (Var olsun sesleri) Elcezire (Mezopotamya; Dicle ve Fırat ırmakları arasındaki yerin adı) cephesiyle merkezde ve ülkenin diğer bölgelerinde birliklerimiz verilen görevleri sükunetle yerine getirmektedirler. Batı cephesine gelince: Geçen yıl başlarında Birinci İnönü Savaşından yeni çıkmış bir durumda bulunan ordumuz, aslında düşmanlarımızdan gizli olarak kuruluşunu genişletme ve tamamlama çalışmaları yapıyordu. Bu sırada, Yunanlılar Londra Konferansını zaman kazanacak ve Türkleri baştan çıkaracak bir araç olarak düşünüyor, harekete geçme mevsimini bekliyorlardı. Mart ortasında harekete geçme mevsimi geldi ve Yunan ordusunun hazırlığı bitti, artık zamana ihtiyaçları kalmamıştı. Büyüklük taslayan bir biçimde Londra Konferansını bir yana bıraktılar. Martın yirmi üçünde her yandan saldırıya geçerek emperyalistlerin bir büyük sömürge içindeki harekâtına benzer biçimde vatanımızı istilâya başladılar. (Kahrolsun sesleri) Gösterişli duyurular ile geçen ilk günlerden sonra çetin savaşlara girişildi. Sonuç olarak tarihin İkinci İnönü Savaşı dediği bir büyük olay meydana geldi. Bu büyük olayı Dumlupınar'daki taarruz harekâtımız ve başarılarımız izledi. İkinci İnönü Savaşı, ulusumuzun davasındaki gerekliliği ve kutsallığı bütün dünyaya duyurdu. Yunan savındaki gerçek olmayan durum da bütün dünyaca anlaşılmış oldu. Yine İkinci İnönü'den sonra Yunanlılar ülkemizi yakmakla, silahsız ve silah kullanma imkanı bulunmayan evlatlarımızı öldürmekle yaradılışlarındaki vahşiliği bütün dünyaya kanıtlamış oldular. Bilecik, Bozüyük, Söğüt, Yenişehir yangınlarını ve saymakla bitmeyen namusa saldırıları ve öldürmeleri Yunan komutanlarının emriyle ve özel olarak kurulan timlerle yaptırdıkları, inceleme sonucunda ortaya çıkmış ve anlaşılmıştır. Yunanlılar, olayın sandıkları kadar basit olmadığını İkinci İnönü Savaşında anladılar. Bunun üzerine genel seferberlik görüntüsünde önemli önlemlere başvurdular. Bütün ordularıyla ciddi bir sefere karar verdiler. Bir yandan bu hazırlığı sürdürürken, diğer yandan politik olarak bizi baştan çıkaracak ve gevşekliğe itecek siyasi propagandalar faaliyete geçirildi. Yunan kralı Anadolu'ya geldi. Köylerde kan dökme ve namusa saldırı için emir veren generallerini yakından yönetti. (Barbar sesleri) Yunan seferberlik hazırlığı temmuz başlarında bitmiş ve saldırı harekâtı başlamıştı. Temmuz başlarında bizim hazırlıklarımız henüz bitmemişti. Bunun için askeri eylemlerimizi ona göre yönetmek gerekiyordu. Yunanlılar askeri eylemlerine başlangıç olarak, Afyon, Kütahya ve Eskişehir’i işgal ettiler. Ve bütün dünyaya yayımladıkları duyurularla Türkiye ordularını yok ettiklerini iddia ettiler. Akıl sahibi ve mantıklı olanların inanmadığı bu düşman propagandalarına bizzat düşman tarafının inanmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu düşünce ile süren askeri eylemler Sakarya kanlı savaşlarına sebep oldu. Bu kanlı savaş sonucunda düşman ordusu kesin yenilgiye uğradı ve sonucu bu gün bütün dünya öğrenmiş oldu. Büyük yenilgiden sonra kral ve prensler tarafından verilen emirlerle Yunan ordusu tekrar vahşi olaylara başvurdular. Bu gün bütün dünya, yakılan köylerimizi, saldırıya uğrayan kadın ve çocuklarımızı ziyaret edebilir. Yunan prensleriyle generalleri özellikle ırza tecavüz ettirmekten zevk almaktadırlar. (Kahrolsun sesleri) Halbuki bizim ulusumuzda olduğu gibi, bütün uluslarca da ırza saygı kutsaldır. Düşman, insanlık dışı olan yıkma ve yakmaları ile namusa saldırılarını dünya karşısında gizlemesi ve kabul etmemesinin imkan dışı olduğunu görünce bunların galibin izlemesi gerekli zorlaştırıcı askeri önlemler olarak ilan etti. Bu duyurunun kimse için inandırıcı olmadığı kesindir. İşte efendiler geçen Mart başında durumu bilinmeyen ordumuz bir yıl içinde sürekli olarak gelişip ilerleyerek ve birbiri ardından çetin savaşlarla düşmanı sürekli olarak yenerek bu günkü büyük ve


değerli duruma yükselmiştir. (Bravo sesleri, Alkışlar) Bu günkü kuvvetinin derecesini gelecek olaylar açıklayacaktır. (İnşallah sesleri, Alkışlar) Efendiler, Ordumuzu anarken, savaş gücümüzün kuruluşu ve hazırlanması, noksanlıkların tamamlanması ile ilgili çalışmaları da kısa bir şekilde anlatmak isterim. Özellikle, savaş sanayii üretimi yapan fabrikaların çalışmalarını özel takdirlerimle anmayı bir değerbilirliğin gereği olarak kabul ederim. Bu son yıl içinde bu fabrikaların eksiklikleri yavaş yavaş tamamlanmıştır. Bu gün her türlü ihtiyacın imal edilmesi mümkün bulunmaktadır. Yeni kurulan mermi ve fişek fabrikalarında çok miktarda topçu piyade cephanesi ile bombaların hazırlanması ve yapımı sağlanmıştır. Ordu saflarına telsiz telgraflarla diğer modern haberleşme gereçleri ve istihkâm araçları gibi birçok araç ve gereç eklenmiştir. Elbise ve kunduranın ülke içinde yapılması ile ilgili çalışmalarımız sürdürülmektedir. Bu yıl içinde Anadolu'da bazı önemli kuruluşların kurulmasına karar verilmiştir. İkinci yasama yılı içinde ordunun sağlık durumu memnuniyet verici bir durum göstermiştir. Ordu içindeki hastalık durumu normal zamanlarda meydana gelen oranı geçmemiştir. Sari hastalıklar ve bununla ilgili olanlara ordumuzda rastlanmamıştır. Yapılan görüşmelerde kırsal sağlık hizmetleri memnuniyet verici bir biçimde yürütülmektedir. Milli ordumuzun kuruluş döneminde yapılan Birinci İnönü Savaşı’nda ordunun sıhhi araçları dört araba, dört sedyeden kurulu küçük sağlık birliklerinden oluşurken, bu günkü ordumuzun hastahaneler ve yaralı taşıma birlikleri kurularak, ihtiyaç ve sağlık kuruluşları tamamlanmıştır. Bu arada Kızılay Derneği ilgililerinin yaralı gazilerimiz için yaptıkları seçkin hizmetleri, özel olarak övgü ile anmayı gerekli görürüm. (Alkışlar) Milli Savunma Bakanlığında çalışmaya başlayan harita dairesi, ordunun tüm harita gereksinmelerini karşılamayı başarmıştır. Bundan sonraki çalışmaları ile ülkenin daha kapsamlı ve ayrıntılı haritalarını hazırlayacaktır. Kıyılarımızın genişliğine ve deniz araçlarımızın az olmasına karşılık gayretli deniz subaylarımız anılmaya değer hizmetler yapmaktadırlar. Orduya ait açıklamalarımı bitirmeden önce savaşa hazırlanmada güvenilir kaynak olan bunu milli vergiyle karşılama konusunda bütün halkın ve ulusun gösterdiği heyecan ve özveriyi şükranla anmayı görevim sayarım. Tarihi mücadelemizin olumlu bir çalışma yeri olan Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin bu yıl içindeki milli hizmetlerini de övgü ile anmayı bir görev sayarız. Bu kuruluşun dünkü ve bu günkü çalışmalarında olduğu gibi, bundan böyle de yeniliklerde ve milli gelişmeler konusunda en önemli önder görevini yaparak milli yaşamımızda yüce yerine uygun görevleribaşaracağınainancımtamdır. Efendiler, Meclisimizin ikinci yasama yılı içindeki çalışmalarını da özet olarak millete arz etmek isterim. Bu gün yüce üyelere dağıtılan yıllık çalışma cetvelinde bu açıklamalarımın ayrıntıları yer almaktadır. Yüce meclisin bir yılda yaptığı bileşim 167'dir. Bu birleşimlerde 271'i açık ve 69'u gizli ve 19'u kısmen gizli, kısmen açık olmak üzere toplam 359 oturum yapılmıştır. Yüce meclis bu geçen yıl içinde 177 kanun tasarı ve teklifini birinci yasama yılından devir almıştır. İkinci yasama yılında da 355 kanun tasarı ve teklifi geldi. 10 tane de tezkere ve önerge olarak geldikten sonra kanun işlemine tâbi tutuldu. Böylece 542 kanun tasarı ve teklifinden bu yıl içinde 94'ü kanunlaştı. 65'i reddedildi. 30'u Bakanlar Kuruluna gönderildi. 15'i Bakanlar Kurulu veya sahipleri tarafından geri alındı. 18 kadarı ilgili kanunlarla birleştirildi. 6 adedi karar şeklinde kabul edildi ki, toplam 228 eder, 1922 yılında yüce Meclisçe işlemleri tamamlanan kanun tasarı ve tekliflerinin toplamı budur. 106 tasarının da komisyonlarca işlemi tamamlanmış ve Genel Kurula gönderilmiştir. Geri kalan 208 tasarı ve teklif komisyonlarda bulunmaktadır ki, bu yıl tamamlanacaktır. Birinci yasama yılında olduğu gibi, ikinci yasama yılı içinde de Meclis üyesi bulunan bazı arkadaşlarımız Meclis dışında birtakım hizmetler ve önemli görevler yapmışlardır. Bu arada sayın arkadaşlarımızdan bir kısmı halen orduların ve birliklerin başında ve düşman karşısında savaşma görevini yürütmektedirler. Bu gün Mecliste bulunan bazı arkadaşlar bile bu bir yıl içinde yapılan savaşlara fiilen katılmışlardır. Arkadaşlardan bir kısmı önemli politik dışişleri görevlerini yapmak üzere Doğuya ve Batıya gönderilmişlerdir. Bunlardan bir kısmı görevlerini yaparak dönmüşler, bir kısmı henüz gittikleri yerlerde çalışmaktadırlar. İnceleme ve araştırma yapmak üzere bir kısım


arkadaşlarımız Meclis tarafından doğu bölgelerine gönderilmişlerdir. Ve birçok arkadaş savaşlardan sonra Meclis ile ordu arasında ilişki kurmak için uğraşmışlardır. Ordunun durumu hakkında Meclise bilgi vermişlerdir. Yine bazı arkadaşlarımız önemli olayları incelemeye memur edilmişlerdir. Üyelerden bazıları yayınlarla kamu oyunu zararlı dış propagandaların etkisinden kurtarmak için halkı aydınlatma ve yol gösterme amacı ile ülkede dolaşmışlardır. Ordunun geri hizmetlerini gözetme ve yardım görevleri ile de bir kısım arkadaş çeşitli bölgelere gitmişlerdir. Bunlardan başka, iç tüzük dışında kurulan heyetler ve komisyonlar da Meclis görevlerinden artan zamanda uğraşı vermişlerdir. Birçok arkadaşımız çeşitli bölgelerde İstiklâl mahkemelerini kurarak büyük bir çaba ve uğraş vererek gerek vatan yararına gerek halkın hukukunu korumak için ellerinden gelen çalışmayı göstermişlerdir. Arkadaşlar, geçen yıl başında 350 üye ile işe başlamıştık. Bunlardan dört kişi, görülen lüzum üzerine istifa ederek Meclisten ayrıldılar. Mevcut açıklar nedeni ile usulüne uygun olarak yapılan seçimler sonucunda yıl içinde aramıza dokuz yeni arkadaş katıldı. Yine yıl içinde sayın arkadaşlarımızdan sekiz kişi hayatlarını kaybederek (Allah rahmet eylesin sesleri) bu kutsal mücadele sırasında yüce savaş cennetliği oldular, bu şekilde üçüncü yasama yılına 347 üye ile başlıyoruz. Geçen yıl Malta'da bulunan arkadaşlarımızın da bu yıl başlarında aramızda olmalarını bu arada özel olarak vurgulamak isterim. Yıl içinde vefat eden merhum kardeşlerimizin adlarını da burada saygı ile anıyorum. İsmail Fazıl Paşa (Yozgat), Hamza Hayati Bey (Menteşe), Hasan Tahsin Bey (Mardin), Cemaleddin Çelebi Efendi (Kırşehir), Murad Bey (Kastamonu), Fuad Bey (Çorum), Salâhaddin Bey (İstanbul), Hacı Hayali Efendi (Urfa). Bu yüce arkadaşlarımızla birlikte bağımsızlık uğrunda arkadaşlarımızın ruhlarına ayakta fatihalar armağan edelim.

cephelerde

şehit

olan

bütün

(Hep birlikte ayakta fatiha armağan edildi) Muhterem ve aziz arkadaşlarım, Meclisin ve milletin dayanışması için yeni işlerin ve olayların yükleyeceği özverileri kabulde göstereceğimiz istek ve heyecan son başarı için gerekli bulunmaktadır. Efendiler, Geçen iki yılın yavaş yavaş fakat emin sonuçlarını önümüzdeki çalışma dönemi için ölçek yaparsak kurtuluş günlerini elde etmemizin uzakta olmadığını görünür. Bu yeni yıla her zamandan çok emin, her zamandan çok rahatlamış, ağır başlı ve temkinli olarak giriyoruz. (İnşallah sesleri) Bezginlik ve uyuşukluktan arınmış olarak giriyoruz. Sonsuz bir azim ve imanla dolu olarak giriyoruz. Bizim için yaşam ateşi gelecek nesiller için kurtuluş ümidi olan kutsal amacımıza boyun eğmeden yürüyeceğiz ve Allah'ın yardımı ile ne yapıp yapıp başaracağız.... (Sürekli alkışlar, Bravo sesleri) Ölmez bu vatan farzımuhal ölse de hatta. Çekmez kürenin sırtı bu tabutu cesimi Mithat Cemal Kuntay'ın şiirinden bir mısra. «Ölmüş gibi düşünsek bile bu vatan ölmez, zira dünyanın sırtı bu tabutun büyüklüğünü çekemez» (Yaşa sesleri ve sürekli alkışlar) 1 Mart 1923 Tarihli Konuşması GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) - Muhterem efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi dün üçüncü yasama yılını tamamladı. Bu gün dördüncü yasama yılımıza girmiş bulunuyoruz. Zaman geçerken Türkiye'nin milli davası da aralıksız ve hep ileri doğru yürümüştür. Eriştiğimiz her yeni yıl bizi istenilen sonuca biraz daha yaklaştırmıştır. Geçirdiğimiz son yılın bütün olaylarını ve sonuçlarını hayalden arındırarak, bir cümle ile özetlemek gerekirse, diyebilirim ki, geçen yıl içinde amacımıza daha çok yaklaşmış bulunuyoruz. Şu saatte ilk gününe erişmek ile mutluluk duyduğumuz dördüncü yılın, milli amacımızın, belirli şartları içinde tam anlamı ile gerçekleşmesini sağlayacak bir yıl olmasını yüce Allah'tan dilerim. Meclisteki bütün saygıdeğer arkadaşlarımla birlikte bütün milletin yeni yasama yılını kutlarım. (Teşekkür ederim sesleri)


Efendiler, Bildiğiniz gibi, geçen yılın ilk yarısı sırasında tüm gücümüzü ve çalışmalarımızı Yunan ordusunun vatanımızın kutsal ocağında boğmaktan ibaret olan ilk önemli görevin gerçekleştirilmesine ayırdık ve başardık. (Elhamdülillah sesleri) Fakat milli zaferin kesin siyasi sonucu henüz alınamadı. Bu nedenle de yılın ikinci yarısı, savaş ile ilgili hazırlıklarımızı aynı dikkat ve aynı çaba ile sürdürmekle geçti. Demek istiyorum ki, üçüncü yasama yılında doğrudan doğruya ülke ve ulusumuzun gelişme ve mutluluğu ve ekonomik durumunun yükseltilmesi için harcanan. çabalar, geçen yıllarda olduğu gibi, savaş cephelerine ayrılmış olan kaynaklarla ve askeri kuvvetlerimizden artırabildiğimiz bölümle sağlanabilmiştir. Böyle olmakla birlikte, milli yönetimimiz, bir yandan büyük bir düşman ordusunu yok edebilecek kudrette bir ordu oluştururken, diğer yandan da devlet yapısının bütün bölümlerinde zamanın gerektirdiği bazı sıkıntı ve ihtiyaçları kısmen olsun giderebilmiştir. Bundan da öte, geçmiş yönetim sistemlerinin barış yılları sırasında bile ihmal ettiği bazı hayati zorunlulukların yerine getirilmesini gerçekleştirme gücünü göstermiştir. Efendiler, Girdiğimiz yılın bir barış yılı olması ihtimali kadar bir savaş yılı olması ihtimali de vardır. Bu ikinci ihtimale göre tedbirli bulunmak uygun olacaktır. (Şüphesiz, tabii, hay hay sesleri) Bu nedenle yeni yılda yapacağımız iç kalkınmamızla ilgili çalışmalar için geniş planlarımızı konuşmaktan sakınacağım. Eğer savaş sürerse, bizi büyük ve başarılı sonuca kavuşturacak olan denenmiş ve pratik sistem içinde savaş çalışmalarına devam edeceğiz. Bu çalışmalarımızda şimdiye kadar olduğu gibi, ezilmiş ulusumuza büyük başarılar bağışlayan yüce Tanrı'nın ilahi yardımlarına ve milletimizin zorluk karşısında eğilmeyi kabul etmeyen kesin kararlılığına ve iradesine dayanacağız. Bu durumda, Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları şimdiye kadar olduğu gibi milli görevlerinin gereğini kahramanca yerine getirecektir. (Alkışlar) Yaşam ve bağımsızlık için, ulusumuzun amaçladığı biçimde bir barışa kavuşursak, o zaman bütün kaynaklarımız ve üretimimizden sağlanan gelirlerle, iç kalkınmamıza yönelik çalışmalara ağırlık vereceğiz. Arkadaşlar, Barış döneminde yapmak zorunda olduğumuz şeyler pek çoktur. Milletimizin ve ülkemizin kalkınması ve zenginleşmesi, halkımızın eğitilmesi ve modernleştirilmesi, sağlık sorunlarının çözümlenmesi için kesin ve ciddi bir program içinde ilk barış günlerinden başlayarak bütün ulusun uyum içinde çalışmasını sağlamak ilk ve önde gelen görev olacaktır. Bu konuda şimdiden fazla görüş bildirmekten kaçınarak son yıl içinde çeşitli yönetim bölümlerimizin çalışmalarını özetleyeceğim: İç işleri durumumuz: Efendiler, geçen yıl içinde İçişleri Bakanlığı, ülkede güvenlik ve asayişin kesin şekilde sağlanmasını amaçladı. Bu amaca. kavuşmak için özel önlemler aldı. Askeri kuvvetlerin de yardımı ile Karadeniz sahilinde ve Amasya, Tokat livaları içinde Rumların Pontus adlı kuruluşunu dağıttı. Sürekli izlenerek bu kuruluşun eşkıya topluluğu perişan edildi. Orada burada ortaya çıkan adi eşkıya çeteleri kırk sekize yükselmişti. Bunlara karşı özel önlemler alınarak bunlar tam olarak yok edilmiş ve bu kırk sekiz çete mensuplarından bazılarının oluşturduğu yalnız sekiz çete kalmıştır. Aynı özenle sürecek olan izlememiz sonucunda bunların da ortadan kaldırılıp yok edilmeleri sonucu sağlanacaktır. Güvenlik ve asayişin tek koruyucusu olan jandarma sınıfının düzeltilmesi ve iyileştirilmesi önemli olduğundan jandarma okullarının çoğaltılması çalışmalarına başlandı. Bunun sonucu olarak, Ankara'daki subay okulu ile karakol komutanları okulunun ve Kayseri ile Giresun'daki okullara yeni katılanlar ile karakol komutanları sınıfları bulunan okulların yetiştirdikleri 30 subay ve 270 astsubay ile 950 er birliklere dağıtıldı.


Kars'ta da acemi er ve karakol komutanları sınıflarını içine alan bir okul açıldı. Okullarda halen öğrenimlerine devam eden 800 acemi er ile 80 astsubayın öğrenim dönemleri bitmek üzeredir. Yeni açılan Kars okulunda da 200 acemi er ile 50 astsubayın öğrenimine başlanılmıştır. Ülkenin güvenlik ve asayişini sağlamak üzere uğraşan jandarma birlikleri aynı zamanda adli görevlerini iyi bir şekilde yapmışlardır. 1922 yılı içinde yerine getirilmesi gerekli 84 516 çağrı ve 59 460 hazır etme, 17 338 tutuklama, 708 yakalama ve 10 476 süre tanıma kararı, 6 516 karar sonucu ve 6 561 davetiye müzekkeresi gereğini yerine getirmiştir. 1922 yılı içinde meydana gelen 16 561 suçun 38 518 kişiden oluşan sanıklarından 21 919'u yakalanarak adliyeye teslim edilmiştir. Yakalanan şahıslardan birçoğu çeşitli suçlara karıştıkları için, sanıkların yakalananlar sayısından daha çok olduğunu düşünmek gerekir. Bu arada askere çağırma ve toplama, bakaya ve kaçakların yakalanması, taşıma araçlarının çağrısı ve gönderilmesi ile önemli görevlerin yerine getirilmesi de buna eklenirse jandarma kuruluşunun anılmaya değer bir hizmet yaptığı görülür. Milli hükümetin yönetim bölgesine geçen İstanbul'da da düzen •ve asayiş memnuniyet verici bir şekilde sağlanmıştır. Güvenlik ve asayişin sağlanmasından sonra İçişleri Bakanlığının en çok önem verdiği sorun, memurların yürürlükteki kanun hükümlerini iyi uygulamalarını sağlamaktı. Doğrusu 1921 yılında İçişleri teftiş heyetinin kaldırılması dolayısıyla denetimsiz kalan işler ve işlemlerde düzensizlik görülmüş ve yer yer şikayetler yapılmıştır. Yapılan tekIif üzerine teftiş kurulunun yeniden kurulmasını Yüce Meclis uygun görmüş ve müfettişlerin bir kısmı 1922 mayısında, geri kalan kısmı da daha sonraki tarihlerde göreve başlamış olmalarına rağmen 94 memur hakkında soruşturma yapmış ve tamamlamıştır. Bu soruşturmaların kanuni sonucu olarak, 3 mutasarrıf, 5 kaymakam, 2 yazı işleri müdürü, 2 komiser görevden alınmış ve 3 memur 1 jandarma yüzbaşısına işten el çektirilmiş, 85 memur hakkında da soruşturma yapılmıştır. Teftiş kurulu bu süre içinde 3 nahiye, 63 özel idare, 38 hapishane, 48 jandarma, 28 polis, 48 nüfus, 48 idare meclisi, 55 belediye ve 32 yazı işleri kalemi, toplam 363 daireyi ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının gerekli görmesi üzerine de 15 Kızılay şubesini denetlemiş ve bu denetimin gereği yapılmıştır. Teftiş Kurulunun bu ilk dönemle ilgili çalışmaları, işlemlerin düzeltilmesine ve memuriyette görev duygusunun artmasına yaramıştır. Bu yıl kadrosunun kabul edilmesinden sonra tam kadro ile ve zamanında işe başlayacak olan teftiş kurulu İçişleri hizmetlerinin düzelmesini sağlayacak bir kuruluş olacaktır. 1922 yılında özel idarelerce yapılan yerel hizmetler: 3 erkek, 1 kız öğretmen okulu ve 5 erkek, 3 kız lisesi ve 134 erkek, 30 kız ilkokulu ve 10 sanayi ve 2 çırak okulu açılmıştır. 1922 yılında özel idare gelirinden bayındırlık hizmetleri için 536 510 ve okul inşaatı için 190 000 ve hastahaneler için 32 530 ve basımevi ve kütüphaneler kurulması için 200 360 ve fidanlık ve numune bahçesi için 5 000 ve damızlık hayvanlar satın alınması için 12 400 ve tarım aletleri satın alınması için 15 250 lira ayrılmıştır. Geçen yıla kadar belediye başkanlarının seçimini mülki amirler yapıyordu. Milli egemenlik prensibine aykırı bulunan ve birçok şikayete neden olan bu yöntemin kaldırılması ve seçim hakkının belediye üyelerine verilmesi konusunda yüce Meclisçe kabul edilmiş olan kanunun uygulanmasına başlanılmıştır. Yüce Meclisçe görüşmelerine devam edilmekte olan Yasak Hususlar Kanunundan başka, yüce Meclise takdim edilmiş olan İ1 Meclisleri Kanun tasarısının da bir an önce tamamlanması bütün yönetimimize büyük rahatlık kazandıracaktır. Posta ve telgraf işlerinde önemli görüşmelerin çokluğu ve önemi nedeniyle hatlardan normal görüşmeler yapılamıyordu. Bundan dolayı oluşan gecikmeyi önlemek için ana hatta ek olarak iki bin elli kilometre telgraf hattı döşendi. Cephelerde askeri görüşmeleri sağlamak için askeri hatlar inşa olundu. Bundan başka, ticari işlemlere kolaylık olmak üzere para gönderme ve koli hizmetleri birçok merkeze ve bu arada Suriye'ye de sağlandı. Kurtarılan şehirlerde pek kısa bir zamanda idari kuruluş tamamlanarak görüşme ve diğer bütün işlerin düzen içinde sürdürülmesi sağlanmaktadır. İşgalin sürdüğü süre içinde ve milli idarenin kurulmasından önceki günlerde el konmuş olan menkul ve gayrimenkul mallarla ilgili sorunları incelemek ve bunların gereğini yapmak için bu genelge gereği yağma işleri komisyonları kurulmuştur. Ayrıca, vatan yararlarına


aykırı davranışlarda bulunan ve düşman ile işbirliği yapanlar hakkında da kanuni işlemler sürdürülmektedir. Kızılay, Çocuk Esirgeme, Müdafaa-i Hukuk, Asker Ailelerine Yardım kurumları gibi kuruluşların ve özellikle Kızılay'ın yaptıkları çalışmalar her türlü övgünün üstündedir. Yeni yıl için içişleri ile ilgili işlere ve düşüncelerimize gelince: Jandarmanın düzenlenmesi ve iyi bir duruma getirilmesi, jandarma okullarının çoğaltılması ve bu cümleden olarak İzmir, İstanbul, Adana'da karakol kumandanları sınıfları da olan birer acemi er ve Edirne, Bursa, Konya ve Sivas'ta karakol kumandanları okulları kurulması düşünülmektedir. Jandarma, ödeneğinin artırılması konusunda kabul edilmiş olan kanun, yeni yılın güvenlik hizmetlerini önemli bir şekilde kolaylaştıracaktır. Her yönetimde olduğu gibi, jandarmada görev ve işlemlerin denetlenmesi ve bu denetimin iyi bir şekilde yapılması için bunun yetenekli elemanlardan seçilecek müfettişlerle sağlanması gerektiğinden 1923 yılı bütçesine müfettişler ödeneği eklenmiştir. Hükümetin idari şubelerinden olan Danıştayın, ülkenin idari ve ekonomik yaşamı ile ilgili önemli bir kurum olması nedeniyle gün geçtikçe artan bir ihtiyacı gidermek amacıyla bir an önce kurulması için yüce Meclis tarafından İçişleri Komisyonunca hazırlanmış olan kanun tasarısının gereğinin yapılmasını ve bunun ihtiyaç ile orantılı bir şekilde kanunlaşmasını dilerim. Gerek I. Dünya Savaşı gerek Kurtuluş Savaşımız sırasında milli sınır üzerinde bulunan halkımız göç etmek felaketine uğramış, düşmanların işgali altına girmek felaketine düşen memleket parçalarında ise nüfus kayıtları tamamen yok edilmiş olduğundan gerek genel nüfusun araştırılması ve bu konuda bilgi sağlanması gerek nüfus sicil kayıtlarının yeniden kurulması için bir genel nüfus sayımı yapılmasına acil olarak ihtiyaç vardır. Efendiler, Nüfus sorunu bir ülkenin en önemli hayati sorunlarındandır. İdari, askeri, mali ve ekonomik sorunlarda ülke nüfusunun gerçek sayısını bilmek ne kadar gerekli ise her yıl yapılacak istatistikler ile nüfusun artma veya azalma oranı anlaşılmadan, artma nedeninin devamı ve azalma nedeninin ortadan kaldırılması için önlem alınmasının mümkün olmayacağı ortadadır.Bunun için yeniden nüfus sayımı yapılmasına çok acele ve kaçınılmaz bir gereklilik vardır. Sonsuz felaketler ve uğraşılar nedeniyle şimdiye kadar milli hükümetin ilgilenemediği nüfus sorununun yeni yıl içinde önemle göz önünde tutulması ve genel bir nüfus sayımı hakkında bakanlıkça hazırlanacak tasarının bir an önce Meclise sunulmasını ve kanunlaşmasını dilerim. Efendiler, Mülki taksimat aslında henüz ülkenin coğrafi ve ekonomik durumuna uyum sağlayan bir şekilde bulunmuyor. Mülki taksimatta, askeri, mali ve adli kuruluşlar göz önünde bulundurularak, önemli değişiklikler yapılması için dört bakanlık müsteşarlarından kurulu bir komisyon tarafından gerekli incelemeler yapılmaktadır. İncelemelerin sonuçlanmasından sonra kanun tasarısı hazırlanıp sunulacaktır. Telgraf işlerinde haberleşme şebekesinin yaz mevsiminde onarılmasına başlanacağı gibi, merkeze oranla şebekelerinde değişiklik ve tamamlamaya ihtiyaç gösteren batı illerinde iki bin kilometreye yakın yeni hat yapılacak ve doğu illerinde de ihtiyaca göre bazı değişiklikler uygulanacak ve yeniden hatlar inşa olunacaktır. Bu amaçla şimdiden direk ve diğer gereçlerin alınmasına başlanmıştır. Aynı şekilde adı geçen illerin ilçe merkezlerinin hepsinde ve önemli bucaklarda posta ve telgrafhaneler kurulacak ve buralarda posta paket ve kıymetli mektup alıp verme ve havale işlemlerinin yapılması sağlanacaktır. Telgraf haberleşmesinde çabukluğun artırılması ve düzeni için acele haberleşme sağlayacak yeni sistem makineler konacaktır. Posta seferleri artırılacağı gibi, doğu illerimizde tam anlamı ile kurulmamış olan sürücülükler kurularak seferlere başlayacaktır. Teknik telgrafçılık öğrenimi amacıyla elde bulunan gerekli araçların kullanımını öğreten telgraf yüksekokulu canlandırılacak, uygun illerde başmüdürlük merkezlerinde dersaneler açılacaktır.


Burada gerek var olan personelden uygun olanlara gerek yeniden alınacaklara mesleki dersler gösterilerek, memur sınıfı gelecek görevlerine hazırlanmış olacaktır. İstanbul'da sabit iki telsiz istasyonunun dış görüşmelere açılmasına ve keza önemli şehirlerde telefon tesisatı kurulması için yapılacak isteğe göre en uygun şartlar içinde şehir içi ve dışı telli ve telsiz telefon görüşmelerinin sağlanabilmesi için gerekli gayret sarfedilecektir. Efendiler, Cezaevleri sorunu çok önemlidir. Kişisel özgürlüğü kaldırılan vatan evladının ceza süresi sonunda topluma yararlı olacak bir eleman olarak yetiştirilmesi gereğinin sağlanması için İçişleri Bakanlığı çok dikkatli bir şekilde araştırma ve istatistikler hazırladı. Cezaevlerinden mümkün olanların modern bir şekilde onarımlarına veya yeni cezaevleri inşasına girişebilmek için bir inşaat programı hazırladı. Bu program gereğince her yıl belirlenmiş bir oranda inşaata devam etmek üzere 1923 yılında çağın gereklerine uygun bir genel cezaevi ile beş liva ve 28 ilçe cezaevinin inşası kararlaştırılmış ve gelecek yılın bütçesine ödenek konmuştur. Sağlık durumu: Efendiler, İçişleri hakkında açıklamalarımı burada tamamlayarak sağlık işlerine geçiyorum. Ülkenin sağlık durumu Allah'a şükür sevindirici bir durum göstermektedir. (Elhamdülillah sesleri) Sağlık ile ilgili çalışmalarımızın önemli bir kısmı salgın hastalıklardan korunmaya ve bulaşmanın önlenmesine sarfedildi. Bu tip hastalıklardan yalnız çiçek ile tifüs bazı bölgelerde az da olsa kendini sınırlı bir şekilde göstermiş ise de, zamanında alınan ve sürdürülen koruyucu önlemler ile önlerine geçilmiştir. Ülkenin büyük bir kısmının düşman tarafından harabeye çevrildiği, ezilmiş halk derin bir yoksulluk içine terk edildiği, içten dışa ve dıştan içe sürekli olarak göçlerin sürmekte olduğu bugünkü dönemde, bu gibi hastalıkların görülmesi istenmeyen bir konu olmakla birlikte, oldukları yerlerde süratle ortadan kaldırılmalarında gösterilen başarı da sevindiricidir. Salgın ve bulaşıcı hastalıklara karşı savaşın gereği düşünülürken en önce akla sıhhi önlemlerin uygulamasını yapan doktor ve sağlık memurları gelir. Geçen yıl ülke içinde memur olarak çalıştırılan doktor sayısı 337 ve sağlık memurlarının sayısı ise 434 idi. Ülkenin ihtiyacını karşılamaktan uzak olan bu sayıların bu yıl kısmen memleketin uzak yerlerinde doktor maaşlarının artırılması, kısmen askeri doktorların bir kısmının terhis ve çalıştırılmaları yoluyla çoğaltılması ve aynı zamanda okuldan çıkacak doktorlarımıza mecburi hizmet yüklenmesi ve daha çok doktor yetiştirilmesi önlemleri alınarak bugün görülen boşlukların doldurulması düşünülmektedir. Salgın ve bulaşıcı hastalıklara karşı insanları koruma konusunda büyük hizmetleri görülen, aşıların hazırlanması ile uğraşan hıfzısıhha kurumu üstün bir başarı ile çalışmalarını sürdürmekte ve hastalıklarla savaşta yararlı hizmetler yapmaktadır. 1921 yılı içinde, üç milyon kişilik çiçek aşısı yapabilen Sivas Kurumu geçen yıl içinde beş milyon kişilik çiçek aşısı, 537 Kg. kolera, 477 Kg. tifo aşıları üretmiş ve bunlar halka yeterli bir şekilde yapılmıştır. Halen İstanbul ve Sivas'ta bulunan her biri bakteriyoloji laboratuarı, kimya. laboratuarı, aşı istasyonu ve kuduz tedavi merkezinden kurulu hıfzısıhha müesseselerinin üçüncüsü de bu yıl Diyarbakır'da kurulacak ve böylece hastaların uzak yerlere gitmelerinden doğacak sakıncalar ortadan kalkacaktır. Bulaşıcı hastalıklara karşı önemli bir savaşın aracı olan temizlik ve etüv araçları gittikçe çoğaltılmakta ve düşman tarafından zarar görmüş olanlar onarılmakta, var olanlar ise yenileştirilmektedir. Bu şekilde yakında Afyon Karahisar, Eskişehir ve Niğde etüv kurumları faaliyete gireceklerdir. İzmir'de ve Ankara'da her türlü aracı olan birer etüvevi inşası düşünülmektedir. Aslında sağlık korunmasını sağlayan etüvevleri bulunmayan şehirlerde yerel yönetimler tarafından verilecek ödenekle ve merkezden yapılacak yardımla bir an önce bunların tamamlanması, 1923 yılında yerine getirilmesi amaçlanan işlerden birisidir. Bu arada, çeşitli yollarla dışarıdan gelecek salgın hastalıklara karşı korunmak için sınırlarımızda karantina yeri projesi de incelenmektedir. Kapitülâsyonların kaldırılması sonucu olarak uluslararası bir yönetim durumundan çıkarılıp, halen doğrudan doğruya bakanlığın şubelerinden biri durumuna gelen eski karantina sağlık işleri de, en güç şartlar içinde teslim alınmış olmakla birlikte başarı ile yönetilmekte ve çalıştırılmaktadır. Bir harabe halinde teslim alınan Sinop ve Kılazömen karantina yerlerinin çalışır bir duruma getirilmesine çalışılmaktadır. Sadece bulaşıcı ve mikrobik hastalıklara yakalananların tedavi gördüğü hastahanelerin bulunmamasının ülkemiz için büyük bir eksiklik olduğu düşünülerek bu yıl


İstanbul'da ve Anadolu'nun çeşitli yörelerinde 5 adet bulaşıcı hastalıklar hastahanesinin kurulması ve açılması sağlık programımıza konmuştur. Bu arada İzmir'deki hastahane çalışmaya başlamış, İstanbul'dakiler de açılmaya hazır olarak beklemektedir. Gerek yerel yönetimlerin çalışmaları gerek örnek kurumlarımızın ülkemize iyi bir şekilde dağıtılması ile Anadolu'nun her yanında eldeki imkanlar içinde önemli sağlık merkezlerinin kurulmasına çalışılacaktır. Salgın hastalıklar oranı kadar önemli ve hatta ülkemizde bunlardan daha çok ölüme neden olan sıtma, frengi ve vereme karşı da önlemler alınmasından geri durulmuyor. Sıtma hastalığının ülkemizdeki yayılma oranı ve yaptığı yıkıntıya karşı yeterli önlemler bulunduğu iddia edilmemekle birlikte, sıtmanın en etkili ilacı olan, İstanbul kimyahanesinde üretilen devlet kinininin bin kiloya yakın mevcudu Ziraat Bankası eli ile bütün bölgelere dağıtılmak üzeredir. 250 kilo da parasız kinin dağıtılmıştır. Yine geçen yıl ödeneğinden artan para ile dışarıdan yeniden bin kilo kadar kinin alımı için başvurulmuştur. Sıtma hastalığının kökünün kazınması için, tek çare olan kurutma ve arazi ıslahı sorununa ve şehir ve köylerin sağlık koruyucu şartlarının düzeltilmesine olağan durum sağlandığında hemen başlanacak ve bunun tamamlanması bayındırlık ve sağlık işlerimizin en gerekli ve önemli görevlerinden olacaktır. Frengi ile mücadele her yerde alışılmış oları biçimde sürdürülmektedir. Yıkıcı memleket hastalıklarından başlıcası olan vereme karşı şimdiye kadar durum ve şartlar nedeniyle uygulamaya izin ve imkan bulamadığımız önlemlere başlangıç olmak üzere İstanbul'da veremliler tedavievi açmak ve böylece yeni ve çok gerekli bir mücadelenin ilk temel taşını koymak düşüncesindeyiz. Bakanlığa bağlı genel hastalıklar hastahanelerinden geçen yıl içinde yirmi bini aşan hasta tedavi edildi ve bütün kurumların laboratuarlarında 30 bin muayene yapıldı. Sağlık işlerimizin nüfus ile ilgili konularını geleceğin önemli icraat programına bırakarak sosyal yardım işlerine geçiyorum. Sosyal yardım işleri: Efendiler, Geçen yılda yalnız doğu illerimiz mültecilerinin geri alınan yurtlarına yerleştirilmeleri ve memleketleri o zaman henüz kurtarılmamış olan Batı Anadolu mültecilerinin yiyecek ve yerleştirme bölgelerinde inceleme yapılması ile sınırlandırılmış olan sosyal yardım işleri bu yıl daha geniş bir çalışma alanında sürdürülmüş ve gözle görülebilir birçok sonuçlar elde etmiştir. Batı Anadolu'daki illerimizin kurtarılması üzerine ilk önce oradan gelen mültecileri memleketlerine göndermek görevi ile karşılaşan hükümetimiz, düşman tarafından yakılan köyler ve şehirlerdeki yardıma muhtaç halkın oturacakları yerlerin onarımı için ayırdığı paranın kullanılmasını denetlemiş ve yerleşme, yiyecek, giyecek konularında en büyük yardımı yapmıştır. Vatanın kurtulması uğrunda şehit olanların yetimleri bütçenin imkanı oranında yer yer kurulan yetimhanelere yerleştirilmektedir. Bu gün devlet tarafından açılan yetimhane kurumlarında on bine yakın yetim bulunmaktadır. Savaşın özellikle Yunan sataşması sonucu olarak, hükümetin, ulusun şefkatli göğsüne ve korumasına bıraktığı yetimlerin sayısı fiilen koruduğu yetimlerin sayısına oranla, ne yazık ki, en aşağı yirmi kat daha fazladır. Kısacası, bu yürekler acısı sayının büyük bir kısmı ülkemiz halkında bulunan insanlık duyguları sayesinde çocukları öldürücü sefaletten korumuş bulunmaktadır. Bununla birlikte, mevcut kurumlarımızın hiç olmazsa yirmi bini aşan bir sayıyı içerebilecek derecede büyütülmesi gereklidir. Hayatın her bölümünde yardıma ihtiyaç duyanları koruma ve yardımla görevlendirilmiş hayır kurumlarının örneklerinin kurulması zorunludur. Şimdiden bunlardan birkaçı, süt emzirme çocuk yuvası, yetimhane yardım hastahanesi, deliler yurdu, acizler yurdu kurulmasına başlanmış ve bunların bazıları da faaliyete girmiştir. Adalet işleri: Efendiler, Geçen yıl içinde, adalet işlerimizin yürütülme biçiminde kayda değer gelişmeler görülmüştür. Önceki yıldan başlayarak yürürlüğe konulan ve büyük yararlar sağlanan tek hakim kuruluşlarının genişletilmesi sürdürülmüştür.


Kurtarılan illerimizde de derhal adli teşkilat kurulmasına başlanarak Şubat 1923 sonuna kadar yeniden on dört istinaf mahkemesi ile doksan asliye mahkemesi ve o sayıda şeriye mahkemeleri açılmış ve bu mahkemelere beş yüz altmışı aşan yargıç atanmıştır. Adliye müfettişlerinin sayısı yirmi ikiye çıkarılmıştır. Merkezde bir teftiş kurulu kurulmuştur. Denetimden geçecek daireler bir müfettişin en çok altı ay içinde tamamlayabileceği alanlarla kayıtlanmış olması nedeniyle bundan böyle hiçbir mahkemenin en çok altı aydan fazla bir süre içinde teftiş ve denetimden yoksun kalmaması sağlanmıştır. 1922 yılı son yarısında, aile hukuku, avukatlık, Mecellenin satışlarla ilgili kısmına ait kanun tasarıları ile davalara ilk bakan mahkemelerin gezici olarak da görev yapabilmesini, içkinin yasaklanması ile ilgili cezaların temyiz ve itiraz edilebilmesini, karşılıklı olarak hükümlerini kabul eden yabancı devletlerde suç işleyen vatandaşlarımızdan ceza kovuşturmalarını erteleyen kanundan yararlanan kişilerin hem suç hem de buna bağlı ikinci dereceli olan suçlarında tecil olayından yararlanmalarını sağlayacak değişiklik tasarısı ile özellikle hakimlerin maddi durumlarının yükseltilmesi ve bir usul içinde görevlerinde yükselmelerini sağlamak amacı ile hazırlanan tasarılar yüce Meclise arz edilmiştir. Şimdiye kadar bir tüzüğü bulunmadığından ihmal edilen, tutulamayan cinayet mahkumunun malları hakkında kanun hükümlerinin uygulama şeklini gösteren bir tüzük tasarısı da hazırlanmıştır. Yeni yılda yapacağımız adalet işleri ile ilgili düşüncelerimiz içinde, kanun değiştirme ve hazırlama komisyonları vardır. Şimdiye kadar kanun halinde düzenlenmemiş olan veraset, vasiyet gibi hukuki konuların da medeni kanunumuz olan Mecelleye eklenmesi ve Mecellenin de modern ihtiyaca uygun olarak değiştirilmesi ve düzeltilmesi, kara ve deniz ticaret kanunlarıyla ceza mahkemeleri usulü ve ceza kanunlarında değişikliklerin yapılması ve ayrı ayrı hükümleri olan hukuk mahkemeleri usulü ile seri mahkemeler usulünün birleştirilmesi amacı ile her biri beşer kişiden kurulan toplam yedi komisyon yakında görev yapmaya davet olunacaktır. Bundan başka, adliyemizin geleceğinin sağlanması amacı ile Anadolu'da modern esaslara dayanan bir hukuk okulu kurulması görevli bakanlıkça düşünülmektedir. Ekonomi ile ilgili işler: Efendiler, Geçirdiğimiz yıl içinde ekonomik alanda yaptığımız işler pek büyük olmamakla birlikte bütün çalışmalarımız, zorlaştırıcı ve sınırlayıcı savaş durumuna karşı memnuniyet vericidir. Tarımda çalışanlara yardım etmekle görevli olan Ziraat Bankası şube ve sandıkları, dört ay öncesine kadar yalnız 110 iken bu gün 300'den fazla sayıya çıkarılmış bulunuyor. Bu bankaya son iki ay içinde 2 milyon liraya yakın bir sermaye sağlanmış ve banka özellikle düşmandan kurtarılan vatan bölgelerine geniş bir şekilde borç para vermeye başlamıştır. Borç almanın kesinlikle üretimde kullanılması, banka yönetim kurullarının iyi bir şekle konması ve şahsi itibar işlemlerinin kullanılması gibi önemli konuları içine alacak biçimde hazırlanmış olan tasarı kanunlaştığı takdirde, bankanın ekonomik hayatımızdaki yeri ve etkisi yükselecektir. Köylülerimize bir kredi kurumu kazandırmak ve hele borçlanma miktarının tespit edilmesinde tarlalarından elde edecekleri gelire, mali bir itibar sağlamak üzere bir Köy Bankaları Kanunu yapılmış ve Meclise sunulmuştur. Ülkemizdeki hayvanlarda daha önce baş göstermiş olan veba hastalığı tümden yok edilmiş ve bu konuda veterinerlerimizin övülmeye değer çalışmaları olmuştur. Serum laboratuarlarımız bundan 6 ay önce yalnız 250 litre kadar serum üretirken, bu gün üretim 1 000 litreye ulaşmıştır. İhracat vergisinin kaldırılmasından sonra Zonguldak kömür üretimi artmaya başlamıştır. İktisat Bakanlığına bağlı olup sayıları 1'den 7'ye çıkarılan tarım okulları eğitime başlamış ve İstanbul Sanayi ve Ticaret okulları da bakanlık emrine alınmıştır. Bu yıl içinde Halkalı Ziraat Okulunun Eskişehir veya Adana bölgesine, İstanbul Orman Okulunun da Bolu'ya taşınması kararlaştırılmıştır. Yılın son yarısında çiftçi ihtiyaç sahibine yardım olmak üzere 2 milyon liradan fazla ödenek harcanmıştır. Yine aynı süre içinde kendi istekleri ve teşvik ile yeniden kurulan ve hükümet tarafından onaylanan ticaret şirketlerinin sayısı 40'ı aşmaktadır. Ülkemizin genişliğine göre nüfusumuz az olduğundan, tarımda makine ve modern aletler kullanılması diğer ülkelerde olduğundan daha çok gereklidir. Bu ihtiyacı sağlamak ve halka taksitle tarım araç ve gereçleri satmak ve uygun şartlarla bu araç ve gereçlerin onarımını yüklenmek üzere İktisat Bakanlığı tarafından yabancı bir kuruluşla sözleşme imzalanmış ve onay tarihinden başlayarak 3 ay içinde


faaliyete geçmesi kesinlik kazanmıştır. İçinde bulunduğumuz yılda bu girişimler sürdürülecek ve özellikle ülkemize makine ithaline ve ekonomi öğretimine önem verilecektir. Bu arada İzmir ve Trabzon' da iki ticaret okulunun açılması kararlaştırılmıştır. Yine bu yeni yıl içinde ticaret, tarım, sanayi ve işçiye ait devlet kredi kuruluşlarına özel önem verilecek ve işçiler için de ayrıca resmi bir yardım sandığı kurulacaktır. Ormanlarımızın modern bir şekilde yönetilmesi ve ormanlarımızdan en iyi biçimde yararlanılması için uzmanlarına hazırlattırılan 250 maddelik bir orman kanunu Meclise sunulmuştur. Bayındırlık işleri: Efendiler, Bayındırlık çalışmalarımızın en önemli bölümünü demiryolu yapımı almaktadır. Bu konuda bilgi sunmadan önce, düşmanın yıkıp bozmasından ve malzeme darlığından kaynaklanan her türlü güçlüğe rağmen trenlerimizin orduya ve ülkenin ekonomik hayatına yaptıkları ve yapacakları hizmetleri şükranla anarım. Ankara - Yahşıhan ve sürdürülen diğer demiryollarında 23 bin metreküp hafriyat, 1 500 metrekare kagir inşaat yapılmıştır. Gelecek yıl içinde bu hattın 40 kilometre daha uzatılması ile izzettin mevkiine ulaşması için çalışılacaktır. Erzurum - Erzincan hattından Kükürtlü civarındaki linyit madenlerine uzatılmakta olan şube hattı tamamlanmak üzeredir. Kop ve Deveboyunu geçitlerinin araştırmaları yapılmıştır. 1923 yılı başından başlayarak Bayındırlık Bakanlığınca askeriyeden devren alınan ve toplam beşyüz kilometreye erişen pek çok onarıma ihtiyaç duyan Arapçay - Sarıkamış - Erzurum - Kükürtlü ve Geliran - Beyazit - Hanızır hatları katma bir bütçe ile yönetilmeye başlanacak ve inşaatın eksik olan kısmının tamamlanması ve işletilmesinin düzen içinde yapılması sağlanacak ve linyit ocakları daha modern bir biçimde işletilerek yakacak ihtiyacının ucuzlatılması sağlanacaktır. Bütün uzunluğu yedi yüz elli kilometrelik bir saha içinde bulunan Gebze - Eskişehir - Ankara ve Eskişehir - Yenice demiryollarının düşman tarafından zarara uğratılan yirmiyi aşkın büyük köprüsü ile ikişer, üçer yerinden atılarak 150 Km. lik demiryolunda yapılan hasar, oldukça kısa bir sürede onarılarak yol, genel ulaşıma açılmış olup, çeşitli bölgelerdeki onarım gerektiren çalışmalar sürdürülmektedir. Önemli bir sayıda düşman tarafından tahrip edilen hareketli araç ve gerecin eksikliklerinin giderilmesi ve trenlerin istenen düzgün bir çalışma düzeyine kavuşturulmasına çalışılmaktadır. Memuru, çalışanları ve işlemleri ile tümüyle Türk ve Türkçe olan demiryolu işletmemiz hem kuruluş ve hem de işlemler konusunda yakın bir gelecekte daha çok gelişmiş olacaktır. Aydın demiryollarıyla İzmir - Turgutlu ve bu hattan ayrılan Soma - Bandırma ve Mudanya - Bursa demiryolları ve İzmir liman ve tramvayları, Kurtuluştan sonra imtiyazlı şirketlerine teslim edilmiş ve bizi temsil eden yetkililer konularak yönetim ve işletilmelerine devam edilmiştir. Düşman tarafından bu demiryolları üzerinde yapılan yıkıntı, en çabuk bir şekilde onarılmış ve ulaşıma açılmıştır. Yenice - Nusaybin demiryolunun bazı bölgelerinde yapılması gerekli onarımın en kısa zamanda tamamlanması gerekmektedir. İstanbul ve Edirne illerinde milli yönetimin kurulmasından sonra Doğu demiryollarında, İstanbul limanlarında, tramvaylarında ve Beyoğlu - Galata tünelinde denetim kurulumuz görevlendirilmiştir. Bu kuruluşlarda halen uygulanan ücret tarifelerinin gerek yönetim ve işletmelerinin gerek ilgili halkın yararına uzlaştırıcı ve uygun bir biçimde düzenlenerek tespit edilmesi için inceleme ve yazışmalar yapılmakta olup, sonuç yakında yüce Meclisinize sunulacaktır. Anadolu'nun önemli ticaret bölgelerinden biri olan Mersin'de bir liman inşa ve işletilmesi konusunda başvuran ilgililer ile görüşmeler yapılmış ve taraflarca uyuşma sağlanarak sözleşme taslağı Meclise sunulmuştur. Her ülkenin hayat damarlarını oluşturan demiryollarını bizde de genişleterek Anadolu'ya uzatmak ve bilinen yönlerde ana hatları kurarak işletmek üzere başvuran ilgililer ile bu konu ile görevli bakanlık arasında görüşmeler yapılmış ve sonuç olarak taraflarca uyuşma sağlanmış ve


kararlaştırılan konuları ve hükümleri kapsayan sözleşme ve eklerini içeren taslak, yüce Meclisinize sunulmuştur. Efendiler, Demiryolu ve limanlar ve buna benzeyen ihtiyaçlarımız arasında bulunan büyük kuruluşların yeniden yapılması ve işletilmeleri konusundaki siyasetimiz, şimdiki ve gelecekte oluşacak kanunlarımıza uymak ve bu konularda kabul ettiğimiz milli prensiplere uygunluk sağlamak şartları ile, başvuracak yabancı sermayeleri memnuniyetle kabul etmektir. Mevcut kuruluşların sözleşme ve şartnamelerine karşılıklı olarak uymak, gerek bu kuruluşların gerek ülkemizin yararı için gereklidir. Yollara gelince: Anadolu ve Rumeli'de işgal altındaki sancaklarımızın geri alınması ile genel karayollarımız 8 100 kilometreye ve ikinci derecedeki yollarımız 16 000 kilometreye yükselmiştir. Karayolları hakkında şimdiki çalışmalarımız bazı yerel onarımlarla sınırlıdır. Yeni yol inşaat planının uygulanması için henüz fırsat bulunamamıştır. Bayındırlık Bakanlığınca bir yıl içinde genel yollar için keşif bedeli 500 000 liraya varan 45 adet ve ikinci derece yollar için keşif bedeli 280 bin liraya varan 51 adet ve buna ek olarak İçişleri, Maliye, Milli Eğitim bakanlıklarından tahmini keşif bedeli toplam 110 bin liraya yükselen 85 adet keşif evrakı incelenmiş ve onaylamıştı. Bazı yörelerde, elektrik dağıtımı, su baskınını önleme, nehirlerde ulaşım sağlanması, bataklık kurutulması ve arazi sulanması gibi bayındırlık işlerinin yapılması ile ilgili pek az başvurular olmuş ve bunlar hükümetçe incelenmiştir. Efendiler, Genel olarak bayındırlık çalışmalarına ülkemizin her yanında büyük bir ihtiyaç duyulmaktadır ve bu doğal ihtiyaçlarımızın sağlanması ve tamamlanması için her fırsattan yararlanmaya çalışacağız. Bununla birlikte, yeni yıl bütçesinde genel ve özel yollar için oldukça önemli ödenek bulunacaktır. Mühendis ve fen memuru, mevcudumuz gelecekteki ihtiyacımızı karşılamayacağı için Anadolu'nun üç çeşitli yerinde mühendis adayı okullarının açılması çabalarına girişilmiştir. Maliye işleri: Efendiler, mali işlerimize geçmeden önce geçen yıl bu gün bu konu üzerinde söylediğim sözleri izninizle aynen tekrar edeceğim. Devlet yapısını yaşatmak için, dış ülkelere başvurmaksızın ülkemizin gelir kaynakları ile devleti yönetmek ve önlemler almak gereklidir ve mümkündür. Olabildiğince tutumlu davranmak milli prensibimiz olmalıdır. Bu nedenle mali yönetimimiz, halkı baskı altındı tutmak ve rahatsız etmekten kaçınmakla birlikte mümkün olduğu kadar dışarıdan yardım istemeden ve çok fazla ihtiyaç duymadan yeterli gelir sağlamak amacına dayanmaktadır. Efendiler, geçen yıl milli savaşımızın en büyük olayı gerçekleşmiştir. Aynı yıl içinde o büyük olayı gerçekleştiren büyük ordunun bütün giderleri sağlandığı gibi, devletin genel yönetiminin gerektirdiği bütün giderler de dıştan hiçbir şekilde borçlanma yapılmaksızın gerçekleştirilmiştir. (Alkışlar) Bundan başka, 1922 yılı içinde milli hazineye, 1921'den devredilen devlet borçlarının üçte ikisi ödenmiştir. İhtiyaç içinde bulunmamıza karşılık, ülkemizin üretimini sağlayan köylü ve çiftçiyi korumak için alınmakta olan koyun vergisi üç kat indirilmiş ve daha önce önemli ihtiyaçlar için bütün maaş alanlardan kesilmiş olan yüzde yirmilerin geri ödenmesi ile devlet hizmetinde bulunanların geçim sıkıntılarının giderilmesine çalışılmıştır. Efendiler, Ekonomik çalışmalarımızla ilgili olarak arz ettiğim bir konuyu yakından ilgilendirmesi dolayısıyla burada tekrar etmekte yarar umuyorum. Düşmandan kurtarılan yerlerin halkına devlet veznelerinden yapılan ödemeler ve harcamalar toplamı iki buçuk milyon liraya ulaşmaktadır. Yeni giren yıl içindeki mali politikamız da hep aynı kurala uyarak dış ülkelere ihtiyaç duymadan ve aynı zamanda halkı fazla bir maddi baskı altında tutmadan işlerimizi görmek amacına yönelecektir. (İnşallah sesleri) Daha önce yapmış olduğum açıklamalarımda da belirttiğim gibi,


1923 yılının harcamaları bu yılın bir barış veya savaş yılı olması şıklarına göre biçim alacaktır. Bununla birlikte, yeni yıl için düşünülmekte olan bazı konularla ilgili bilgi arz edeyim: Düşmandan kurtarılan yerler ile yangından etkilenmiş yerlerde yeni inşaatı teşvik etmek ve kolaylaştırmak üzere bunların beş yıl vergi dışı tutulmaları konusunda bir kanun tasarısı hazırlanarak yüce Meclise sunulmuştur. Emlak, arazi ve gelir vergileri miktarını belirlemek için 1923 mali yılından başlayarak işyeri sayımı için sayım kanunu genel sayım tüzüğünün uygulanması düşünülmektedir. Ülkenin sanayi ve ticaret hayatında özel ve önemli yeri olan Gelir Vergisi Kanununun yeniden ve düzeltilerek hazırlanması düşünülmektedir. Emekli maaşları karşılığında emeklilere, hazinenin kullanımında bulunan emlak ve arazi vergilerinden uygun bulunacak bir fon ayrılması ve savaş malları üreten kuruluşlardan başka devletin sahip olduğu fabrikaların uzun süreli kiraya verilmeleri, mali düşüncelerimizde söz edilmesi gerekli konulardır. Eğitim işleri: Efendiler, eğitim konusundaki bir yıllık çalışmalarımız pek parlak olmamakla birlikte, bizi kuşatan zorluklar ve özellikle araç eksikliğine karşılık elle tutulabilir sonuçlar alınmıştır. Milli Eğitim Bakanlığınca geçen bir yıl içinde ateşkes ve savaş dönemlerinde il merkezlerinde kapalı kalan erkek öğretmen okullarından on üçünün tekrar açılması sağlanmış, çeşitli livalarda yeniden on yedi erkek, bir kız lisesi kuruluşu tamamlanmış, altı erkek, iki kız yüksek okulu açılması gibi olumlu çalışmalar sürdürülmüştür. Bütün yıl okullardaki öğretmen boşluğunun doldurulmasına çalışılmış, kurtarılmış yerlerin okullarına eğitim gücü ve milli onuru denenmiş öğretmenler gönderilmiştir. İstanbul ve Anadolu'da mevcudu kalmayan yönetmeliklerin en gereklilerinden bir kısmı bastırılarak eğitim kuruluşlarına gönderilmiştir. Geçen yıl bütün il ve livalardaki Milli Eğitim Kütüphanelerine parasız birçok kitaplar gönderilmesi ve şehit çocuklarına on beş bin kadar kitap dağıtılması da bu çalışmalara eklenebilir. Bu süre içinde düzenli bir biçimde toplantılarına devam eden Telif ve Tercüme Kurulu, halkın ve inceleme yapan kişilerin ihtiyacını karşılamak üzere on beş kadar kitap yazdırarak bunlardan bazılarını basımevine vermiştir. Efendiler, Şimdiye kadar yapılabilen şeylerin genel eğitimimizle ilgili ihtiyaçlarımızın binde birine bile yetmeyeceğini söylemek gerçekçi bir davranış olur. Bununla birlikte, savaşın özellikle milli eğitimde ve okullar üzerinde gösterdiği olağanüstü etki karşısında sağlanabilecek başarıların ancak bununla sınırlı kalacağını kabul etmek hakseverliğin gereğidir. Cephelerdeki subay saflarından boşalan yerlere okullar, gençliğin yüksek ve kültürlü unsurlarını vermiştir. Bu iki yerde de değerli elemanların, okullarımızın eğitim kürsülerine döneceği ve cephelerde kullanılan savaş araç ve gereçlerinin bir kısmının okullarımızda harita ve kitaba dönüşeceği tam bir barış ve sükün devresinden sonra, Milli Eğitim, o kürsüler üzerinde cahilliğe karşı sarsılmaz bir kale oluşturacak ve gelecek oradan fethedilecek ve ele geçirilecektir. Efendiler, Eğitim ve öğretimde uygulanacak kuralların amacı, bilgiyi insan için fazla bir süs, bir hükmetme aracı veya medeni bir zevk olmaktan çıkarıp, maddi hayatta başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanılabilir bir araç haline getirmektir. Milli Eğitim Bakanlığımız bu konuya önem vermektedir. Pratik ve her konuyu kapsayan bir eğitim için vatan sınırları içinde önemli merkezlerde modern kütüphaneler, bitki ve hayvanat bahçeleri, konservatuarlar, atölyeler, müzeler ve güzel sanatlar sergileri kurulması gerektiği gibi, özellikle şimdiki mülki taksimata göre ilçe merkezlerine kadar bütün ülkenin basımevleriyle donatılması gerekmektedir. Bütün bu güzel şeylerin bir an önce gerçekleştirilmesi zor olmakla birlikte, mümkün olduğu kadar kısa bir süre içinde bu sonuçların sağlanabilmesini önemle diliyoruz. Ülkemizin üniversiteye serbest meslekler konusunda izleyeceği yolu göstermek için, en modern bir düşünce biçimi ve anlayışla yaklaşan bir üniversite kuruluna ve birçok meslek ve fikir adamlarına sahip bulunduğumuzu sevinç ve övünçle hatırlatmak isterim.


Üniversitemiz, normal bağımsızlığı içinde serbest mesleklere verdiği yönü gittikçe daha güzel bir şekle sokacak manevi güce sahiptir. Yeni yıl içinde ülkemizde ilk ve orta eğitimin yeterince düzeltilmesi için Anadolu on beş öğretmen okulu bölgesine ayrılacaktır. Buralarda tam dönemli birer lise ile iki yüz öğrenci alabilecek ilk öğretim erkek öğretmen okulu ve bir de kız öğretmen okulu bulunacaktır. Bu okulların eğitim ve öğretim kurulları, yaklaşık altmış kişiye erişecektir. Böylece ülkenin çeşitli bölümlerinde güçlü elemanlardan kurulu birer öğretim merkezi kurulmuş olacaktır. Bu merkezlerde bilimsel temsiller vermek ve konferanslar düzenlemek ve halkın okuyup yazmayan kısmının en kolay şekilde okumasını sağlamak ve onlara birinci derecede gerekli olan bilgiler verecek gece kursları açmak, kurulacak yerel basının özellikle genel eğitim ve halk bilgileri ile ilgili yayınlarla uğraşmasını sağlamak, öğretmen kurulunun sürekli yapacağı görevler olacaktır. Okulların tatilinde yirmi beş, otuz merkezde bütün köy imamlarını toplayarak kendilerine üç aylık bir uygulama dersi vermeyi Milli Eğitim Bakanlığı bu yılki çalışmaları içine almıştır. Efendiler, İlk öğretimde gerekli olan kuruluşlardan biri de yatılı ilkokullardır. Hükümetin son zamanlardaki inceleme ve gözlemleri sonucunda bir tarafta yatılı ilkokullara karşı genel bir eğilim olduğu görülmüştür. Birkaç ilin küçük yavrularını bir yer de toplamanın, eğitimde birlik, yurt sevgisi ve kardeşlik üzerinde yapacağı etkiler ortadadır. Bu nedenle Milli Eğitim Bakanlığımız bu okulların açılması için her türlü kolaylığı sağlayarak, özendirici bir tutum içinde olacaktır. Efendiler, Okullarda öğretim görevinin güvenilir ellere verilmesini, ülke çocuklarının o görevi kendilerine hem bir meslek, hem bir ülkü sayacak, erdemli ve saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmelerini sağlamak için, öğretmenliğin diğer serbest ve yüksek meslekler gibi, yavaş yavaş yükselmesi ve kesinlikle rahat bir yaşam sağlayacak bir meslek durumuna getirilmesi gereklidir. Dünyanın her yöresinde öğretmenler topluluğu medeniyetin en özverili ve saygıdeğer öğeleridir. Vatanın özverili evlatlarından kurulu olan öğretmen ve profesörlerin terfileri ve yetkilerini belirleyen kanun tasarısı yakında yüce Meclise arz edilecektir. Efendiler, Kitap yazmak ve tercüme etmek, milli egemenliğimizin dayanağı ve milli kültürün önemli yayılma aracıdır. Bu iki konu ile ilgili yayınların bu yıl büyük bir çaba ile genişletilmesi için üniversite profesörlerini de bu işe özendirecek şartlar hazırlanmıştır. Bir yandan basılan ve yeniden yazılması kararlaştırılan kitaplar parasız olarak her tarafa dağıtılırken diğer yandan halkı okumaya alıştırmak için hükümetçe çalışmalar yapılacaktır. Devlet kitabı adı altında, parasız olarak yayımlanacak pratik ve anlaşılması kolay kitaplarla halkımıza gerçek yaşamı öğretmek, çok yararlı bir uygulama olacaktır. Diyanet ve vakıf işleri: Efendiler, Şer’iye Bakanlığında geçen yıl içinde birisi Fetva Şurası, diğeri de İslâmiyet'i İnceleme ve Uzlaştırma adı altında iki kurul oluşturuldu. Usul ve adetlerin değişmesi ve bu değişme ile ortaya çıkan olayların ayet gereksinmeleri dikkate alınarak halledilmesi Fetva Şurasının bütün çalışmalarını dayandıracağı bir temel olmalıdır. İslâmiyet İnceleme Uzlaştırma Kurulunun görevleri içinde, İslâm bilgilerinin Batı bilim kuralları ve felsefesiyle karşılaştırılması ve İslâm ilminde en doğru iman, ilim, sosyal, sayısal, ekonomik konularla ilgili olayları incelemek ve sonuçlarını yayımlamak gibi sayılmaya değer önemli görevler bulunmaktadır. İnceleme için bir kütüphane kuruldu. İstanbul'dan, Avrupa'dan ve Mısır'dan bazı önemli kitaplar getirildi. Önemli birçok kitap da Avrupa ve Mısır'a ısmarlandı. Şer’iye Bakanlığı medreselerin birleştirilmesi ve modern kuruluşlara dönüştürülmesini amaçlamaktadır. Bakanlık modern içtihat ve tefsire kaynak olmak üzere bir İslâm Kültür Merkezi kurulmasına büyük önem vermektedir. Efendiler,


Ülke çocuklarının birlikte ve eşit olarak paylaşmak zorunda bulundukları, bilim ve kültür vardır. Yüksek meslek ve ihtisas sahibi kişilerin, diğerlerinden ayrılabilecekleri öğrenim düzeyine kadar, öğretim ve eğitimde birlik, sosyal topluluğumuzun kalkınma ve yükselmesi için çok önemlidir. Bu bakımdan Şer’iye Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığının bu konuda fikir birliği içinde bulunmalarını ve birlikte çalışmalarını istemek yerinde olur. Efendiler, yıl içinde Vakıf Bakanlığı, dini yapılar ve hayır kurumlarının onarım ve inşaatında oldukça önemli bir çalışma yapmıştır. Yapılan onarım içinde ülkemizin çeşitli yerlerinde olmak üzere 126 cami ve mescit ile 31 medrese ve okul, 22 su yolu ve çeşme, 175 gelir getiren yer ile 26 hamam bulunmaktadır. 1923 yılında, İstanbul'da bulunan şimdiye kadar kuruluş noksanlığı dolayısıyla ihmal edilen su bentleri onarımı, önemle ele alınarak bu konuda bir kanun tasarısı taslağı hazırlanmış olup, Bakanlar Kuruluna sunulmak üzeredir. Bu sözü geçen kanun tasarısının, yüce Meclisçe kabul edilmesi durumunda, İstanbul'da susuzluk tehlikesi ile karşı karşıya kalan halk ve dini yapıların su ihtiyacı mümkün olduğu kadar karşılanmış olacaktır. Toplamı önemli bir miktara erişen vakıf harcamalarının hiçbir denetim uygulanmadan yapılması uygun görülmediği gibi, sürekli olarak halk tarafından yapılan şikayetlerin bir an önce incelenmesi de mümkün olamadığından yeniden denetleme kurulu kurulması için bütçeye gerekli ödenek konmuştur. Aylıkları yirmi beş, elli kuruş gibi çok az bir para ile hizmet vermekte olan hayır işlerinde çalışanlardan 487 kişinin aylıklarına şimdiye kadar 13 006 lira zam yapılmış ve bu yıl içinde bir o kadar lira zam yapılması kararlaştırılmıştır. Efendiler, Geçen yıl arz etmiştim. Bu yıl da tekrarlıyorum, vakıf sorunu önemlidir. Ülkemiz ve ulusumuzun gerçek yararına uyacak biçimde incelenmeli ve modern görüşlere uygun bir biçimde düzenlenmelidir ve bu, gereklidir. Dış işlerimiz: Efendiler, bundan sonra konuşmamı dış işleri görevlerine getiriyorum. Bildiğiniz gibi, uyguladığımız politika, barışsever bir politikadır. Ülkemizi hiçbir hak ve hukuka dayanmadan çiğnemek ve çiğnetmek girişimi, muzaffer Ordumuzun önemli ve cansiperane çabaları ile layık olduğu başarısızlığa uğratılmış ve ulusumuz tarihin çok az kaydettiği bir zafer kazanarak sevgili yurdumuzu kurtarmıştır. (Şiddetli alkışlar) Barışın sağlanması için her fırsattan yararlanan hükümetimiz, büyük zaferimizden sonra da harekatı durdurarak ateşkesi sağlamış ve uzun gecikme ve zorluklarla ancak 20 Kasımda açılan Lozan Konferansına gerçek bir uyuşma arzusu ile katılmıştır. Konferanstaki delegelerimiz, bütün konferans boyunca Türk ulusunun her medeni ve yetenekli millet gibi yaşamaktan başka bir amacı olmadığını sürekli biçimde, sabırla açıkladılar. Konferanstan kesin sonuç alınamadı. Türk ulusunun, idari, mali, ekonomik ve hukuki bağımsızlığı ve yaşamına kendisinin sahip çıkması, hiçbir milleti rahatsız etmemesi gereken ölümsüz bir doğal haktır. (Şüphesiz sesleri) Bu kadar doğal bir gerçeği kabul etmek, barışın sağlanması için yeterlidir. Fakat yıllardan beri olduğu gibi, Türk ulusunun hayat hakkını herhangi bir şekilde ruhen, fiilen ve gerçek şekilde kabul etmemekte direnmek ne sonuç verirse versin, Türk ulusu bağımsızlığını gönül rahatlığı ve vicdan rahatlığı ile kabul etmektedir ve bunu sürdürecektir. (Uygundur sesleri) Görüyorsunuz ki, dünya barışını sağlamak şimdi ve sonra müttefiklerin elindedir. Ancak, sonraya erteleme süresinin en kısa zamanda sonuçlandırılarak durumun gelişmesi zorunludur.


Afgan ve İran gibi kardeş büyük milletlerle aramızda devam eden samimi ilişkilerin ve dostluğun güçlendirilmesi en önem verdiğimiz konular arasındadır. Rus Şuralar Cumhuriyetiyle Moskova Antlaşması hükümleri içinde dostluk ilişkilerimizi güçlendirmek ve her iki ulusun yürürlükteki kanunlarının uygunluğu oranında ekonomik ilişkilerimizi ilerletmek Doğu politikamızın temelidir. (Tabii, tabii sesleri) Rus Şuralar hükümetiyle Moskova Antlaşması hükümlerine göre, taraflar arasında ticari ve ekonomik ilişkilerin düzenlenmesi ve bir konsolosluk sözleşmesi imzalanması için, hükümetimizle taraf olan delegelerden kurulu konferans görüşmeleri sürdürülmektedir. İki ulusun yararlarını karıştırarak ve uyuşturarak görüşmelerin iyi bir şekilde son bulması ümit edilmektedir. Komşularımız Kafkas cumhuriyetlerine gelince: Bildiğiniz gibi, Kars Antlaşması ile aramızda bulunan dostça ilişkiler komşuluğu sağlamlaştırmış ve kenetlendirmiş ve yine Kars Antlaşması hükümlerine göre, Tiflis'e gönderdiğimiz delegeler kurulu, Kafkas Cumhuriyetleriyle konsolosluk, adli yardım, posta ve telgraf, demiryolları sözleşmelerinin görüşmelerini iyi bir şekilde sonuçlandırarak imzalamış ve kabul edilmek üzere bu sözleşmeler yüce Meclise arz edilmiştir. Aynı zamanda Tiflis'te Rus Şuralar Cumhuriyetiyle posta ve telgraf ve demiryolları sözleşmeleri yapılmış ve imza olunmuştur. Sayın komşularımız olan Kafkas Cumhuriyetleri ve onların müttefiki olan Rus Şuralar Cumhuriyeti ile ilişkilerimizi, iyi komşuluk ve dostluğumuzu bu şekilde sözleşmeye bağlayarak düzen altına almak bizim için sevinç kaynağı olan bir durumdur. Uzun süreden beri Yunanistan'da acı içinde bulunan sivil ve asker esirlerimizin değiştirilmesi için Lozan'da imzalanan anlaşma hükümleri de uygulamaya konmuştur. Efendiler, Avrupa'da komşularımız olan hükümetlerle aramızda yarar çatışması yoktur. Karşılıklı olarak haklara uyma, Balkanlarda da dostluk için yeterlidir. Kendileriyle uzun süreden beri iyi ilişkilerimiz bulunan dost devletlerle bir an önce resmi ilişkilere girişmek üzere elçilik ve konsolosluk kurulmasını arzu etmekteyiz. Efendiler, Dünya ilişkilerinin politik durumu gerçekte ekonomik ilişkilere dayandığından, biz de ekonomiye dış işlerinde önemli bir yer vermekteyiz. Ordu: Efendiler, Sözümü, Türkiye Büyük Millet Meclisinin çelik bir topluluk halinde görev yapmış ve yapmaya her zaman hazır olan ordusuna getiriyorum. Sözlerimin bu kısmına derin saygı duygularımla başlamadan önce Başkomutan sıfatıyla da olsa onur ve yiğitlik sembolü olan o kutsal topluluğun bir ferdi olmakla gurur duyduğumu arz etmeliyim. (Şiddetli alkışlar) Efendiler, Batı cephesinde Yunanlılar karşısında bulunan ordumuzun, 26 Ağustos 1922'de saldırıya geçerek kazandığı seri zaferler hepimizin bildiği gibi, kısa bir sürede Batı Anadolu'yu Yunanlılardan temizlemiştir. Aynı darbenin etkisi ile düşmanlarımız, Doğu Trakya'yı da boşaltarak hükümetimize teslim etmeye zorlanmışlardı. Dünya kubbesi altında yapılan savaşlar arasında, bütün nitelikleri ile en önemli bir yer taşıyan bu büyük savaşın öneminin değerlendirilmesini tarihe bırakıyorum. Zaferin, her türlü övülmenin üstünde bulunan kahraman sahipleri konusunda da fazla söz söylemeyi gereksiz sayıyorum. Elcezire cephesinde: Ülkenin güneydoğu sınırının Misakı Milli kurallarına uygun olarak belirlenmesi için silaha başvurulması ihtimali düşünülerek gereken askeri önlemler alındı. (Uygundur sesleri, alkış) Anadolu'da gerek Yunan ordusu gerek Pontus eşkiyaları tarafından yapılmakta olan eşi bulunmayan zulüm ve vahşetin tespit edilmesine ve belgelenmesine çalışılmıştır. Tespit edilenler yayımlanarak zaman zaman medeni dünyanın bilgisine sunulacaktır.


Ordunun I. Dünya Savaşında edindiği deney ve ortaya koyduğu sonuçlarla kalınmamış, tam ve üstün bir talim ve eğitim için gerek I. Dünya Savaşı sırasında gerek savaştan sonra askeri uzmanlar tarafından yayımlanan en faydalı dergi ve askeri yazılar getirtilerek tercüme edilmiş, basılmış ve çoğaltılarak binlerce nüshası orduya dağıtılmıştır. Bundan başka, çeşitli sınıflar için kurslar açılarak ordunun talim ve eğitiminin yüksek bir düzeye çıkarılmasına çalışılmıştır. Ve daima çalışılacaktır. Efendiler, Ordunun savaşa hazırlanması konusunda Milli Savunma Bakanlığımızca yapılan çalışmalar konusunu da ele almak faydalı olacaktır. Özellikle İstanbul'da bulunan çeşitli nedenlerle henüz orduya katılmayan fakat kalpleri özvatanın derdiyle çarpan subayların görevlerine katılmaları sağlanmış ve ayrıca Ankara talim karargahında son savaş deneyleri ve en yeni modern bilgilerle donatılmış olarak yetiştirilen birçok arkadaş orduya katılmışlardır. Geçirdiğimiz yıl içinde, silah ve savaş araç ve gereçleri sağlanması konusunda gayretli bir çalışma yapılmış ve bir kısmı dış ülkelerden, bir kısmı da içeriden sağlanan araç ve gereç ile amacın sağlanmasında başarıya ulaşılmıştır. Savaş üretimi ile ilgili bu yıl içindeki çalışmalar da teşekküre değer. Kararlılık ve imanımız önünde yıkılarak silahlarını, araç ve gereçlerini savaş meydanında bırakıp kaçmak zorunda kalan Yunan ordusunun bıraktıklarından yararlanıldığı gibi, çeşitli merkezlerde de yeni ve yedek silah ve cephane depolarımız ve fabrikalarımız kurulmuştur. Bu çapta kurulan ve gün geçtikçe daha çok büyüyüp gelişen savaş kurumlarında çalışmaları gerekli olan modern elemanlar yetiştirilmesi için de hazırlıklar yapılmaktadır. Zaferin kazanılması için geri kuvvetlerin düzenlenmesi konusunda yapılan çalışmalar teşekküre ve övülmeye değer. Bu kelimeleri söylerken belirtmek istediğim şükran duygusu yalnız resmi daireler için kullanılmamıştır. Bütün güçlerini, bütün araçlarını, bağlılıklarını ordunun hizmetine veren, kadın ve çocuklarıyla ordu ulaştırma hizmetlerine katılan saygıdeğer halkımız, millet kürsüsünden belirttiğim övgü ve şükranı fazlasıyla hak etmişlerdir. (Şiddetli alkış) Efendiler, Bu olayın heyecan veren bölümleri üzerinde biraz daha durmak konusunda vicdani zorunluluk duyuyorum. Oğullarını ve kocalarını cephenin ateş hattına gönderen ihtiyar babalar ve analar, genç kadınlar, kağnı ve öküzlerden oluşan kutsal, hayati araçlarının başına geçerek orduyu desteklemişler ve araçlarının basitliğine karşın ruhlarındaki güçlü çaba ve duygusal özverileri ile düşmanın binlerce motorlu araçtan kurulu ulaştırma katarlarını oluşturan modern araçlarla yarışmışlardır. (Yaşasın millet sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar) Ordunun bu yıl vermiş olduğu savaşlar sırasında sağlık işleri konusunda yapılan çalışmaları da övgü ile anmak yerinde olacaktır. Bulaşıcı hastalıklarla savaş, sağlık araç ve gereçleri eksikliğinin ve doktor subay sayısının tamamlanması, sıhhi haber alma kurumunun kurulması üzerinde yoğunlaşan sağlık çalışmalarında da başarı sağlanmıştır. Özellikle taşıma yolu üzerinde çok sayıda görülen sıtma ve lekeli humma kaynakları aranmış, bulunan köylerde mücadele genişletilmiş ve cepheye temiz er yollanması sağlanmıştır. Zamanında bütün deniz kuruluşlarının ve mühimmat depoları ile gemi inşa tezgahlarımızın İstanbul'a toplanmasındaki sakınca, bu savaş sırasında tamamen açığa çıkmıştır. Düşmanın kuşatmasına ve sahip olduğu deniz kuvvetlerine karşın, deniz kuvvetleri mensuplarımız birkaç gemi ile harikalar yaratarak hiçbir şey kaybetmeden deniz ulaştırmasını sağlamış, değerli görevler yapmışlardır. (Alkışlar) Milli ordu kuruluşunun diğer yıllara oranla bir gelişme göstermesine karşın, yiyecek ve giyecek işleri sevindirici bir şekilde sağlanabilmiştir. Harita dairesinin bu yıl içinde orduya yetiştirdiği haritaların, son zaferin kazanılmasında büyük yardımı olmuş ve bu haritalar yardımıyla ordu, zafere kolaylıkla yürümüştür. Son zaferde Yunan


ordusunun bıraktığı esirlerin düzenlenmesi, rahatlıklarının sağlanması için bir esir şubesi kurulmuştur. Düşman esirlerine, halkımıza reva gördüğü eziyetlere karşılık kendi kişilerimize davranıldığı gibi şefkat ve koruma gösterilmiştir. Yeni yıl içinde ordumuz bütün şubeleri ile sürekli gelişmeye devam edecektir. Efendiler, Yeni yılın uğraşı konuları arasında ordu ve mensuplarının yaşam düzeylerinin yükseltilmesi, terfilerinin sağlanması ve malül silah arkadaşlarımızın geleceklerinin garanti altına alınması konuları önemli bir yer tutacaktır. Büyük Millet Meclisi: Efendiler, Açıklamalarımı bitirmeden daha önce milli kuruluşumuzun en büyük yönetimini oluşturan yüce Meclisimizin çalışmalarını toplam olarak kaydetmek istiyorum. Bu yıl içinde, 1 Kasımda yüce Meclisin aldığı tarihi kararın doğal sonucu olarak Abdülmecit Hazretleri, yüce Meclis tarafından olumlu olarak onaylanmış olan başarı ve yeterliliğine dayanılarak yüce Hilâfet makamına seçilmişlerdir. Meclisimizin bir yıl içinde yapmış olduğu birleşim 201'dir. Bu birleşimlerde 377 açık, 102 gizli olmak üzere 479 oturum yapılmıştır. Yıl içinde, ise toplam 419 kanun tasarı ve teklifi sunulmuştur. Hükümet tezkereleri ve önerge suretinde gelip de kanunlaşan evrak sayısı 17 olduğundan, gelen tasarı ve tekliflerin yekünü 436'ya çıkmaktadır. Buna, ikinci yasama yılından üçüncü yasama yılına devredilen ve 314 parçadan oluşan tasarı ve teklifleri de eklersek geçen yıl içinde Mecliste işlem gören işlerin toplamı 750 olarak ortaya çıkar. Bu 750 tasarı ve tekliften yıl içinde 113'ü kanun ve 9'u tefsir olarak kabul edilmiş ve 24'ü de reddedilmiştir. İade ve geri alma olarak 7'si işlemden kaldırılmıştır. 52'si ilgili olduğu diğer kanunlarla birleştirilmiştir. 6'sı da karar şeklinde çıktı ki, üçüncü yasama yılında işlemleri tamamlanan sayı 211 olup yeni yıla Genel Kurulda ve komisyonlarda olmak üzere 539 teklif ve tasarı devredilmiştir. Bundan başka, diğer birçok kararname ve konular görüşülerek alınan karar toplamı da 137'ye ulaşmaktadır. Bütün bu işlemlerin ayrıntılarının yer aldığı üçüncü yasama yılı ile ilgili Meclis çalışmalarını özet olarak gösteren broşür basılıp dağıtılmıştır. Geçen yıl içinde de diğer yıllarda olduğu gibi bazı arkadaşlarımız Meclis dışında değerli görevler yapmışlardır. Üçüncü yasama yılına 347 üye ile başlamıştık. Bir yıl içinde üç arkadaşımızın ölümüne çok üzüldük. (Allah rahmet eylesin sesleri) Merhumlar hakkında yüce Allah'ın rahmet ve mağfiretini dilerim. Muhterem arkadaşlarımızdan yedi kişi diğer nedenlerle aramızdan ayrılmış bulunuyor. Yine bu yıl içinde seçimle dört arkadaşımız Meclise katılmıştır. Şu halde dördüncü yasama yılına 341 üye başlıyoruz. Efendiler, Son sözlerimle, son yasama yılı ile ilgili çalışmaların bir özetini tamamlamış bulunuyorum. Geçen yılki açıklamalarım genel olarak ve yenilemeler için milli sınırlar içinde ortaya çıkmış isteklerin dile getirilmesinden oluşuyordu. Bu yıl ise, yalnız yapılmış ve yapılması kararlaştırılmış bulunan konulardan söz ettim. Efendiler, Şimdi burada en önemli bir noktaya geçiyorum. Önemli diyorum ve bunu söylerken kelimenin en kesin anlamını kastediyorum. Efendiler, geçirdiğimiz yasama yılının çalışma sonuçlarını en alçak gönüllü bir dille anlattığımı sanırım. Bütün eksikliklerimize karşın, hak verici olan ve gerçekleri gören her kişi, sonucun önünde yeterli bir sevinç duyacaktır. (Elbette sesleri) Bu gün girdiğimiz yeni yasama yılının başındaki bu genel durumumuz, yalnız bundan üç buçuk dört yıl önceki durum ile değil, belki ondan önce gelen yüzyıllarda Osmanlı devletinin durumu ile de


karşılaştırılacak olsa ve bu karşılaştırmamızı ciddi bir incelemeye dayandırsak alacağımız sonuç şudur: Bu gün geçmiştekinden güçlüyüz. (Çok şükür sesleri) Bu gün geçmişe oranla daha büyük bir yetenek ve hayati güce sahibiz. (Tabii, tabii sesleri) Bu üstünlüğü sağlayan nedir? Bunu kesin ve açık olarak tekrar tekrar söylemek zorunluluğundayız. Bunun gerçek nedeni, iki kuralın kavramında yer almaktadır. Bu kurallardan birisi Misakı Milli, ikincisi egemenliği kayıtsız şartsız ulusun elinde tutan Teşkilâtı Esasiye Kanunumuzdur. (Alkışlar) Ulus ancak milli egemenliğini eline alarak, kurduğu yeni devlet ve yeni biçimdeki yönetimi sayesinde, kendi hayatını ve ülkenin korunması için gerekli olan şartları ve çok büyük olan bu zaferi sağlamıştır. Fakat, bu güne kadar kazanılmış olan önemli konuları korumak ve gelecekle ilgili yükselme ve ilerleme ümitlerinin güvenlik içinde tutulmasını sağlamak için, ilk önce milli egemenliğimizin, her tür tehlikeden korunmuş olarak, milletimizin vicdanında, kalbinde ve bütün moralinde, sonsuza dek kalacak biçimde yerleştiğini görmek ve anlamak gereklidir. Bence millet bu gerçek durumu bütün kapsamı ile anlamıştır. (Hiç şüphe yok sesleri) Efendiler, Milli egemenlik ve onun güvenliğinin kefili olan bu günkü şekil ve nitelik içindeki yönetimimiz, yalnız gelecek mutluluğumuzu değil, onurumuzu, namusumuzu ve bütün manevi unsurlarımızı sağlayacaktır. Efendiler, Zorlayıcı olayların sevk ve etkisi altında toplanan yüce meclisimiz, bu devlet ve milletin şeklini ve niteliğini en kesin bir biçimde belirlemiş ve Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile onun hükümlerini doğrulayan ve kuvvetlendiren 1 Kasım 1922 kararını oy birliği ile kabul ederek, yeni Türkiye devletinin temellerini oluşturmuştur. Misakı Milli adıyla tanıdığımız, gerçekleştirilmesi uğrunda bütün ulusun hayatlarını feda etmeyi göze aldığı kurtuluş belgemizin güç, kuvvet ve niteliğine ise, 1 Kasım 1922 kararının da değeri ve önemi odur. Misakı Milli, vatanın dış düşman karşısındaki durumunu ve yerini belirleyen kutsal bir kural olduğu gibi, 1 Kasım 1922 kararı da, yüzyıllardan beri bilgisizliğin yol göstericilerinin koruyucusu, iyi kötü bütün uğursuzlukların babası bulunan ve ulusumuz için yurt içinde sürekli düşman tutumu gösteren saltanat kişilerine ve onların temsilcileri olduğu uğursuz yönetim şekline yöneltilmiş kutsal bir silahtır. (Şiddetli alkışlar) Yüzyıllar boyu yiğit ve kahraman bir iradenin görülmesine sahne olmuş bir vatanı, düşmana bırakmak cesaretini gösterenler bu cesareti ancak bu yönetimin ruhunda, şeklinde ve niteliğinde bulmuşlardır. (Pek doğru sesleri) Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun en büyük hak sahibi olan milletten aldığı yetki ile kurduğu yönetim şekli, süre ile sınırlı değildir ve olamaz. Bundan dolayı dış düşmanlarımızın, şu veya bu kaynaklardan aldıkları haberleri şu veya bu şekilde yorumlayarak şimdiye kadar olduğu gibi boş ümitlere kapılmaları kadar büyük gaflet olamaz. (Bravo sesleri) Efendiler, Kurtuluş kuralımız olan Misakı Milliyi tarih sayfalarına yazan, milletin demir elidir. Elde edilecek sonucu da milletin kendisi koruyacaktır. (Şiddetli alkışlar) Ulus, yalnız kendi kolları ve kendi kanı ile değil, aynı zamanda kendi başı ve kendi aklı ile kazandığı egemenliği ve bağımsızlığını, son felakete kadar büyük bir saflık ve ihtiyatsızlıkla kendisine önder tanıdığı ve derin bir bağlılıkla hayatının koruyucusu saydığı kişiler ve yönetimlerine artık güvenemez. (Pek doğru sesleri) Millet bundan sonra hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına bizzat kendisi koruyucu olacak ve bütün vatanda yine yalnız kendisi ve kendi yönetimi hüküm sürecektir. (Sürekli alkışlar) Efendiler,


Misakı Milli sonuçları elde edildikten sonra bile ulusun kendi kendini yönetmesi kuralı gevşek tutulursa, elde edilen büyük sonuçların elden gideceği kesindir. Millet bunu bilmektedir ve millet hayat tılsımını kendisi bulmuştur. Bu nedenle, 1 Kasım kararı ölümsüzdür. (Sürekli alkışlar) Efendiler, Misakı Milli yalnız elde edildiği ana kadar korunması gerekli bir kural durumunda iken, onun sonuçları olarak kazanılan bağımsızlık, ancak 1 Kasım 1922 kararının gerçekleştirilmesi ile ölümsüzleştirilebilecektir. Bundan dolayı 1 Kasım 1922 kararı kanunların ve bütün kararların üstünde bir değer ve güce sahiptir. (Şüphesiz sesleri) Efendiler, Sosyal toplulukta en yüce özgürlüğün, en yüce eşitliğin ve adaletin yerleşmesi ve korunması, ancak ve ancak tam ve kesin anlamı ile milli egemenliğin kurulmasına bağlıdır. Bu nedenle; özgürlük, eşitlik ve adaletin de dayanacağı milli egemenliktir. (Öyledir, bravo ve yaşasın sesleri) Sosyal topluluğumuzda, devletimizde hürriyet sonsuza kadar sürecektir. Ancak onun sonsuzluğu, onu sonsuz yapan kuralların korunması ile ayakta durur ve onunla sınırlıdır. Bir insan, belki kendi isteği ile kişisel özgürlüğünü bir yana bırakabilir. Fakat bu girişim, koca bir ulusun hayatına ve özgürlüğüne zarar verecekse, büyük ve onurlu bir milli yaşam bu yüzden sönecek ise o milletin evlatları ve torunları bu yüzden yok olacaklarsa, bu giriim hiçbir zaman meşru ve kabul edilebilir bir konu olamaz. Ve hele böyle bir girişim hiçbir zaman özgürlük adına hoşgörü ile düşünülemez. Hiç şüphe yok, devletimizin sonsuza dek yaşayabilmesi, ülkemizin güçlenmesi, ulusumuzun refah ve sorumluluğunun sağlanması, yaşamımız, namusumuz, onurumuz, geleceğimiz, kutsal inancımız ve son olarak her şeyimiz için, her halde en kıskanç duygularımızla en açık uyanıklığımızla, cesaretimizle ve bütün gücümüzle milli egemenliğimizi koruyacak ve kollayacağız. (Şiddetli alkışlar) Bu nedenle, milli egemenliğin kutsal özünün belirttiği bu günkü yönetim şekli ve niteliği gereği olarak hükümetimizin, düşmanlarını derhal durdurması ve milli bağımsızlığının korunmasını sağlaması ve bunu kollaması pek doğal bir görevidir. Efendiler, Sonsuz bir özgürlük düşünülemez. Hakların en büyüğü olan yaşam hakkı bile kesin değildir. İntihara karar veren bir kişinin yaptığı işlemin sonucu, yalnız kendi ile ilgili olduğu halde, güvenlik kuvvetleri onun bu işlemini yasaklamakla görevlidir. Aynı kişinin aynı davranışını biraz daha büyük oranda düşünür ve düşündüğümüz suçu bir kişiden bir aileye çevirerek kapsamını genişletirsek, girişimcinin durumu hemen zalim bir cani görüntüsü verir. Bu nedenle, milli egemenlik düşmanlığı, üstün, saygıdeğer bir yeri olan onurlu bir ulusun her şeyine, bir anda bile bile kastetmek suçundan başka bir şey değildir. (Şüphesiz sesleri) Bunu doğal olarak, ulusun maddi ve manevi seçkin niteliklerini taşıyan yüce milli emniyet kuvvetleri kesinlikle yasaklar. (Şüphesiz sesleri) Efendiler, Açıklanmasını gerekli gördüğüm bu konuyu kendi duygularımıza ve kendi meclisimizin tarihine uygulayıp ayrıntılı bir biçimde inceleyelim. Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışından sonra, kendi meşru durumu konusunda sözle, eylemle, yazılı olarak ve herhangi bir araç kullanarak aleyhte bulunanları Meclis hangi yetki ile vatan haini saydıysa, Misakı Milli aleyhinde bulunanları da hangi politik ve sosyal gerekçe ile hain durumunda tanıdıksa ve son olarak, bütün şanlı görünüş ve heybeti ile bütün kanunları ve gücü ile Meclisin ve Misakı Millinin aleyhinde bulunan yüzyılların yönetimini ve onun mensuplarını hangi nedenlerle ve hangi yetki ile hain olarak nitelendirdikse, bu günkü milli egemenlik düşmanlarını da aynı nedenlerle hain olarak kabul ederiz. (Şiddetli alkışlar) Milli egemenliğin kanunlar içinde anlatımı olan Anayasamıza ve onun bir destekleme kanıtı olan 1 Kasım 1922


kararına karşı duranları aynı hak ile önleriz, geleceğimizin esenliği ve vatanın geleceği adına önleriz. (Doğru sesleri) Sayın ve değerli arkadaşlarım, Bu açıklamalarımdan sonra hep birlikte, saygın bakışlarımızı vicdanımızın merkezi olan millete dikelim. Orada erdemin, vefa ve içten bağlılığın, yenileme arzusunun, egemenlik aşkının ve geleceğin sönmeyen ateşi yanmaktadır. Bu kutsal ateş kendi içindeki bilgisizlik ve karanlığı yakacak ve bağımsızlığımızın önüne dikilecek olan bütün engelleri yıkacaktır. (İnşallah sesleri) Efendiler, Millet önünde, onun hak ettiği bağımsızlığın önünde, onun layık olduğu gelişme ve yenileme arzusu önünde, her kuvvet ancak milletin irade ve amaçlarına uymak şartıyla yaşayabilir. Milletin irade ve amaçlarına uymayanların talihi hüsrandır, çökmedir. (Şüphesiz sesleri) Efendiler, Bu yüce iradenin huzurunda büyük bir saygıyla eğilelim. (Şiddetli alkışlar) II. DÖNEM 13 Ağustos 1923 Tarihli Konuşması Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisinin ikinci yasama dönemine girmiş bulunuyoruz. Yeni Meclisimizi oluşturan yüksek kurulunuzu selamlarım. (Teşekkürler ederiz sesleri) Bu yasama dönemi, aynı zamanda, yeni Türkiye Devletinin, yeni tarihinde mutlu bir geçiş dönemine rastlamaktadır. Bunu ülkemizin, ulusumuzun mutluluğu ve esenliği, yüce kurulunuzun başarısı için iyi bir durum olarak değerlendiriyorum. Doğrusu, dört yıllık Bağımsızlık Savaşımız, ulusumuzun ününe yaraşır bir barış ile sonuçlanmıştır. Lozan'da imzalanmış olan antlaşmanın, yüce kurulunuzun onayına sunulduğunda her anlamda hür ve bağımsız olarak mutlu bir çalışma alanına girmiş olacağız. Elde edilen mutlu sonucun korunmasında, Lozan Antlaşmasından ayrılan sorunların kesin olarak sonuçlandırılmasında ve milletin huzur ve refahını sağlayacak verimli çalışmalarda tam başarıya erişilmesini bütün kalbimle dilerim. Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi, açılışından sonraki milli çalışmalar döneminde ulusumuzun güvenini ve desteğini kazanmıştır. İlk meclisin başkanlığını ve kahraman ordularımızın başkumandanlığını yürütmekte idim. Bu görev ve unvanlarla büyük milli şereflere ulaştım. (Hakkınızdır sesleri) Büyük kurulunuz tarafından Başkanlık makamına seçilmem dolayısıyla kalbimdeki minnet ve şükran duygularımı arz etmiştim. Bu soylu milli yönelişin yüksek değerine uygun bir şekilde çalışmayı sürdüreceğime ve barışı sağlayacak çalışmalarda da yardımlarınıza ve bütün ulusun güvenine dayanarak başarı sağlamak için bütün gücümü ve irademi kullanacağıma sizlerin ve milletin önünde söz veririm. (Sürekli alkışlar) Efendiler, Seçilmiş ve güveninizi taşıyan başkanınız olmak onuru, bu gün bendenize bazı açıklamalarda bulunmak görevini yüklemektedir. Bu güne kadar geçen süredeki durum ve görevlerim nedeniyle de bu açıklamalarımın iyiniyetle kabul edileceğini ümit ederim. Tam olarak elem ve acıları ve bütün başarı sevinçlerini ulusla birlikte yaşadığımız savaş evrelerinin ayrıntılarını bilmektesiniz. Ben bu ayrıntıları başlıca üç dönemde özet olarak inceleyeceğim: Mondros ateşkesinden Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve hükümetinin kuruluşuna kadar ve ilk meclisimizin geçirdiği yıllar ve son olarak yeni meclisimizin içinde bulunduğu dönem:


Öyle sanıyorum ki, bizi bu güne getiren ve bu günkü duruma neden olan milli olayların önemli noktalarını ve yeni durumuzun büyüklük ve genişliğini bu üç dönemi kapsayabilir. Yeni Türkiye Devletinin sağladığı barış döneminin ilk meclisi olan yüce kurulunuz önünde çöken ve yok olan Osmanlı İmparatorluğundan ve onun son büyük olayı olan I. Dünya Savaşından söz etmeyi gereksiz sayıyorum. Onun için sözlerime Mondros ateşkesinden başlayacağım. Efendiler, Mondros ateşkes antlaşmasının imzalanmasından ilk milli Meclisimizin açılışına kadar geçen döneme bir ulusun onuruna yapılmış en ağır saldırıların acıklı maceralarıyla doludur. Osmanlı hükümetiyle müttefikler arasında yapılmış olan bu ateşkesin imzalanmasından sonra galip devletler tarafından Osmanlı İmparatorluğu fiilen ve hükmen parçalandı. İngiliz, Fransız, İtalyan istila orduları vatanımızın aziz parçalarına çöktüler, İstanbul ve Boğazlar düşman kara ve deniz kuvvetlerine gezinti yeri oldu. Yunan orduları, İzmir rıhtımını kana boyadı... En güzel bakımlı yerlerimizi yakıp yıkmaya başladı. Kadın ve çocuklarımız, namus ve iffetimiz ve pek çok ibadet yerimiz, anıt eserlerimizi de içine alarak, Türk adı altındaki her şeye saldırıldı. Her gün Ayasofya'ya haç asıp, göz dağı vermeleriyle hassas duygularımız incindi. Esirler konusunda bile uygun görülmeyen bir zorlama ile asırların onurlu yükünü omuzlarında taşıyan subaylarımız, düşman subaylarına saygı duruşunda bulunmak zorunda bırakıldı. Namus simgemiz olan sancağımıza hakarette bulunuldu. Bu uğursuz ateşkesin uygulanmasını gözetlemek üzere Anadolu'yu en uzak köşelerine kadar etkisi altında tutan yabancı subaylar ve haber alma kuruluşları ile ilgili fesat ocakları, iç düşmanlarımızın özendirmesi ile halkımıza akla gelmeyen zulüm ve hakaretleri uygun gördüler. Hükümetin gücü, ulusun saygınlığı bu saldırgan subayların elinde oyuncak oldu. Özet olarak, Türklüğün vicdanı korkunç bir sınav karşısında kaldı. Bu sonu gelmeyen saldırıların ulaşacağı sonucu ve bu sonucun yürekler acısı durumunu anlamamak mümkün değil. Tarihin ve geleneğin gönderisi ile vatan tahtında oturan Osmanlı padişahı ve halife ve onun hükümeti ise yalnız kişisel ve alçak yararlarını sağlamak için tam anlamıyla düşmanlara kendilerini teslim etmişti... Vatana hıyanet konusunda onlara uymuşlardı. Durum tamamen ümitsiz görünüyordu. Düşmanların güç ve kudreti ezici, felaketi kesin, kararlı ve dayanılmazdı. Bu durumda esir olmak veya ölümlerden birini seçmek zorunluluğu karşısında bulunuyorduk. Özgürlük ve bağımsızlık için dünyada hiçbir devletin karşı karşıya bulunmadığı zorluklar ile uğraşmak gerekiyordu. Akıl sahibi kişiler, durumun görüntüsünün, yenilmiş bir devletin geleceğinin belirlenmesinden daha öteye geçtiğini gördüler. Galip devletlerce Osmanlı devletinin kesin çöküşüne karar verildiğini anlamakta zorluk kalmadı. Gerçekten, Türkiye halkının gurur ve onuruna saygı duymaya asla gereklilik duyulmuyor, onu esir olarak almak, Türkiye'yi bölmek işlemlerine karşı koyacak bir düşünce kabul edilmiyordu. Halkta bir uyanış başlamıştı. Ülkenin bazı yanlarında çeşitli adlar altında dernekler kuruluyor ve düşmanlara karşı bizzat millet tarafından silahlı korumanın temeller oluşturuluyordu. Batıda, Doğuda yapılan kongreler genel inancı kuvvetlendirdi. Son olarak, Sivas Genel Kongresi belirli noktalar üzerinde, açık prensipler içinde çeşitli milli kuruluşları Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti adı altında düzenledi ve genişleterek milletin genel güçlerini birleştirdi. Efendiler, Çok önemli bir ciddiyet ve genişlik kazanan bu çalışma, düşmanların, özellikle padişah ve halife olan kişinin karşı önlemlerini ortaya çıkardı. Milli harekat girişimcileri hakkında kovuşturma emirleri verildi. Ortadan kaldırma önlemlerinin fiili uygulamasına geçildi. Düşmanlar karşısında aciz duruma düşen ve alçalan saray ve hükümet, bütün alçak davranışlarıyla, seçilmiş milli gücü yok etmek, hakkına ve namusuna saldıranlara karşı ulusun kendini korumasını yasaklamak istiyor, ülkeyi parçalatmak için düşmana öncülük yapıyordu. Fakat efendiler, Sivas Kongresi'ni yapanların niyeti kesin ve millete dayanağı kuvvetli idi. Çekinmeksizin çalışmalar sürdürüldü.


İlk önce milletvekili seçimi ve Meclisin toplanması sağlandı. Böylece millet, varlığını kanıtlamak için ilk önemli başarısını baskılı yönetime karşı göstermiş oldu. Efendiler, Sarayın ve hükümetin vatan ve millete karşı yönelmiş bütün bu cinayetlerine karşın ulus, yine padişah ve halifeyi kurtarmak ve Osmanlı devletini canlandırmak için tam bir içtenlikle çalıştı ve seçilen milletvekillerinin Osmanlı hükümetinin kanunlarına göre toplanmalarını sağlamakla yetindi. Milletvekillerinin yabancı süngüler altında tam bir bağımsızlık fikri ile görev yapmalarına imkan bulamayacağı kesin olmakla birlikte, henüz çoğunluğu kapsayan kararsızlık ve yüzeysel düşünceler Meclisin İstanbul'da toplanmasının kabul edilmesini zorunlu kıldı. Efendiler, Düşmanlar ve hükümet tarafından İstanbul'da bulunacak bir Meclisin kahramanca hareketi mümkün görülmüyordu. Onlara göre bu meclisin toplanması ile artık Anadolu'da bir milli kurtuluşa meydan bırakılmayacak ve milli heyecan bu şekilde yatıştırıldıktan sonra facialar yine sürecekti. Bu gerçeği görenler, Anadolu'daki mücadeleci çalışmalarını sürdürdüler. Bu sayede Anadolu teşkilatı şekilleniyor, güçleniyordu. Anadolu'ya dayanan Meclis de, uygun olmayan duruma karşın görevine devam ediyordu. Bu durum, düşmanlar için uygun bir görüntü vermiyordu. Aldatıcı önlemlerle amaçlarına ulaşmaktan ümidini kesen düşmanlar, kararlarını açıkça verdiler ve 16 Mart 1920'de İstanbul'un feci işgali yapıldı. Osmanlı devletinin hayatına fiilen son verildi. Bu olay, Anadolu'da çalışanlar için beklenmeyen bir olay değildi. Artık Osmanlı devletini kurtarmak ve onun iman gücünde, vatanın kurtarılması, ulusun bağımsızlığının sağlanması ümidi büsbütün ortadan kalkmış bulunuyordu. Milli bir meclisin toplantıya çağrılması zorunlu bir duruma geldi. Sonunda 23 Nisan 1920 tarihinde bu gün toplandığımız bu salonda yüce kurulunuza selef olan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi toplandı. Türkiye tarihinde her zaman yüce, onurlu yerini koruyacak ve çocuklarımızın takdirini kazanacak olan ilk Meclisimiz, ulusun kendi geleceğine kendisinin el koyduğunu ilan etti. Milli egemenlikle ilgili temelleri çalışma programının ana kuralları sayarak, güçlü bir halk hükümetinin temellerini attı. (Şiddetli alkışlar) Efendiler, Anadolu'da yeniden milli bir devletin kurulması ulusumuzun erginliğe ulaştığını gösteren takdir edilecek bir izlenim veriyordu. Fakat düşmanlarla birlikte, padişah ve halife olan kişi, bundan sevinç duymadı. Paris'te imza ettikleri Sevr antlaşmasını zorla ulusa kabul ettirmek için birlikte önlemler aldılar. Anadolu'nun milli heyecanını bastırmak için her türlü hileye başvurdular. Bir yandan dini politikaya alet ettiler. Anadolu'yu kurtarmak isteyenlere idam hükmü verdiler. Halkı bilinen dini bildirilerle birbirlerini öldürmek için kışkırttılar. Bir yandan da bazı aşağılık kişilerin ceplerini doldurarak, onları Kuvayı İnzibatiye veya Hilâfet Ordusu adıyla üzerimize saldırttılar. Temiz ve suçsuz halkı birçok uydurmalarla aldatarak, içte yer yer isyan ateşleri yaktılar. Efendiler, İlk Meclisimizin açılış günü İstanbul'dan yönetilen ayaklanma, Ankara'nın sekiz saat uzaklığına kadar gelmiş bulunuyordu. Samsun ve bölgesinde politik ve acımasız bir isyan, bütün bölgeye egemen olmak arzusu gösteriyordu. Vatanın doğusu, batısı ve güneyi düşman ateşleri içinde yanıyordu. İşte harekatımıza başladığımızda görünüş bu idi. Sayın efendiler, bu günkü parlak sonuca ulaşmak kolay olmadı. Hareketimizin başlangıcı ile, ulaştığımız sonuca, ve kullanılan zamanın azlığına yüce görüşlerinizin dikkatini çekmek isterim. Bu konudaki anılarımızı her zaman kuvvetle koruyalım. Çünkü bu bizim için gelecekte alacağımız yolun kesin kararlılığı ve manevi güç kaynağıdır. Efendiler, açıklamalarımın ikinci bölümüne geçerken söylemek isterim, sizden önceki yüce Meclis, ilk günlerin olağanüstü durumu karşısında ümitsizliğe düşmedi. Milletten aldığı büyük yetki ve güçle görevini sürdürdü. Yeni devletin hükümeti, kahramanca zorlu girişimlere atıldı. Kışkırtmalara


kurban olan halk, suçlarından arındırıldı. Topsuz, tüfeksiz, cephanesiz, araçsız bir yıkıntı haline getirilmiş olan ordu canlandırıldı. İlk mücadele günlerinde üzüntülü bir çaresizlik içinde kurulan düzensiz kuvvetler, hemen kurallara uygun güçlere dönüştürüldü. Bu geçişi, yararına ve düşüncesine karşı bulan bazı birliklerin haince karşı koymaları önlendi ve ülke, huzurlu düzenli bir ordunun güvenli ellerine bırakıldı. Efendiler, milli ordunun daha ilk kuruluş günlerinde üstlendiği büyük ve önemli görevleri, ulusumuz her zaman minnet ve şükranla anacaktır. (Şiddetli alkışlar) Birbiri ardına, üstün düşmanlara karşı kazanılan Ermenistan zaferi, Birinci İnönü zaferi, İkinci İnönü zaferi ve güney cephesi savaşlarında gösterilen özverili karşı koyma dönemleri, milli ordunun onurlu tarihinde ilk değerli olaylar olarak her zaman parlaklığını koruyacaktır. (Alkışlar) Efendiler, mücadele yılları birbirini izledikçe, genç ordumuz yiğitlik ve cesaret temelleri üzerinde sürekli yükseldi. Milli iradenin verdiği en önemli görevleri kahramanca yerine getirme gücünü ve görkemini gösterdi. Ankara'ya yürüyen gururlu Yunan ordusunu, Sakarya Meydan Savaşında yendi ve geri çekilmesini sağladı. Son olarak bütün Yunan Küçük Asya ordusunu, Afyon Karahisar - Dumlupınar Meydan Savaşında tümüyle yendi ve bütün bölümleri ile Anadolu topraklarına gömdü, yok etti. (Şiddetli alkışlar) Her bölümü vatan için, milli tarihimiz için, çocuklarımız ve gelecek neslimiz için onurlu olaylarla dolu büyük bir kahramanlık öyküsü oluşturan Anadolu savaşlarının heyecan veren ayrıntılarını tarihe bırakıyorum. Fakat efendiler, ulusumuz; ulusun sanat ruhu, müziği, edebiyatı ve bütün güzel sanatları bu kutsal savaşın tanrısal namelerini güçlenen bir vatan aşkının coşkusu ile her zaman söylemelidir. (Alkışlar) Efendiler, Özetlediğim askeri olaylarımızı birçok önemli politik faaliyetlerimiz izlemiştir. Bu arada Ruslarla halen yürürlükte olan bir dostluk antlaşması imzaladık. Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan ve Afganistan ile de aynı nitelikte antlaşmalar imzaladık. Doğu cephesinde kazandığımız zafer sonucunda Ermenilerle barış yapıldı. O dönemde Batı devletleriyle olan ilişkilerimize gelince, yalnız Fransızlarla pek az konu içeren Ankara anlaşmasını yapabildik. Her büyük savaştan önce veya sonra barışı sağlamak için içten çalışmamıza karşın başvurularımız ya geri çevrildi ya da küçümsenme ile karşılandı. Efendiler, Ne yapalım ki, maddi güç ile sağlamlaştırılmayan hakların başarısızlığa uğradığını belirten, başlangıçtan bu yana değişmeyen genel kural, bizim hakkımızda da hoşgörülü bir ayrıcalık tanımadı. Milletin iradesi, fiili ve kesin bir zaferin simgesi olarak ortaya çıkmadıkça, barış perisi huzurlu kollarını bize açmadı. Efendiler, İlk Meclisimiz ülkeyi düşman işgalinden kurtarmak, ulusumuza can verecek bir barış sağlamak amacına doğru yürürken, aynı zamanda yeni Türkiye devletinin yapısını kurmaya ve sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Bu amaç ile kanunlar kabul etti, kararlar aldı, devletin çeşitli kısımlarının ihtiyaç duyduğu birçok sorunu da çözüme ulaştırdı. Efendiler, Bundan önceki Meclis, iç durumumuzu ve askeri girişimlerimizi özendirmiş ve birliğimizi bozan belirli kişilerin varlığına karşın, görevlerini hoşgörüyle yapmış ve genel olarak vatan ve millet için kurtuluş ve yaşamının ümidi olmuştur. (Alkışlar) Sayın efendiler, dört yıllık çalışmadan sonra, son ve kesin zaferimiz üzerine Mudanya askeri anlaşması yapıldı. Ve barış görüşmeleri dönemine geçildi. Bu görüşmelerin yapılışı sırasında karşılaştığımız zorluklar pek çoktur. Fakat ben bunu normal buluyorum. Çünkü bu barış


görüşmelerinde düzeltilecek sorun, dört yıllık değil, dört yüz yıllık bir devrin kötü mirası idi. (Doğru sesleri) Gerçekten, Osmanlı İmparatorluğu en saygıdeğer, büyük ve güçlü dönemlerinden başlayarak, milletin bağımsızlığı zararına, varlığının korunması zararına o kadar çok şeyi gözden çıkarmıştı ki, sonuç yalnız yok olmak ve batmakla kalmadı; kendinden sonra ülkenin gerçek sahibi olan milletin de hakkını kanıtlaması gereğine ve varlığı için büyük zorluklarla karşı karşıya kalmasına neden oldu. (Çok doğru sesleri) Zorluklara başarı ile karşı konuldu. Sonuç olarak, imza olunan antlaşma, yüce kurulumuzca bilinmektedir. Ben burada yalnız bu güne kadar yapılan çalışmalar ile bunların sonuçlarını özetlemek isterim. Efendiler, doğuda Trabzon'u, güneyde Adana'yı içine alacak büyük Ermenistan'dan eser kalmamıştır. Ermeniler, gerçek sınırları içinde bırakılmıştır. 1877 seferinde Türk vatanından zorla ayrılan Kars, Ardahan, Artvin yeniden sancağımız altına alınmıştır. (Alkışlar) Kuzey Karadeniz'in en güzel ve en zengin sahilleri üzerinde kurulmak istenen Pontus hükümeti, taraftarları ile birlikte tümüyle ortadan kaldırıldı. (Alkışlar) Güneyde etki alanlarına ayırarak ülkemizi parçalamak ümitleri kesin olarak kırılmış ve ulusun kararlığı ve kahramanlığı karşısında, Türkiye'yi parçalamanın hayal olduğu kabul ettirilmiştir. (Alkışlar) Türkiye'ye her medeni ülkenin faydalandığı haklardan yararlanması sağlanmıştır. (Alkışlar) Yine güneyde zenginliği ve yeteneği yönünden vatanımızın parlak ümitlerinden biri olan Adana ve onun gibi birçok güzel şehirlerimiz, ezici düşman boyunduruğundan kurtarılmıştır. Batıda en bayındır yerlerimiz, İzmir ve Bursa gibi şehirlerimiz, Paşaeli ve tarihi Edirne'miz ve dünyanın gözlerini üzerine çeken güzel İstanbul'umuz, tutsaklıktan ve düşman boyunduruğundan kurtarılmıştır. Bundan başka, biz diğer uygar uluslar düzeyinden geride bıraktıran adli, politik, ekonomik ve mali zincirler kırılmıştır, parçalanmıştır. (Bravo sesleri, alkışlar) Efendiler, bu güne kadar sağladığımız zaferler, bize ancak ilerleme ve uygarlık yolunu açmıştır. Yoksa ilerleme ve uygarlaşmaya henüz ulaşmış değiliz. Bize ve çocuklarımıza düşen görev, bu yol üzerinde duraksamadan ilerlemektir. (Bravo sesleri, alkışlar) Şu konuyu hatırdan çıkarmamalıdır ki, bu kadar özverinin sonucunu elimizden kaçırmamak için, geçen sıkıntı ve acıların bir daha geri dönmemesini sağlayacak önlemlerin alınması, bizim için en önemli görev olmalıdır. Fakat gerçek şu ki, bunun için kuru bir dikkat ve uyanıklık ile saf bir biçimde korumaya çalışmak yeterli değildir. Efendiler, yüzyıllar boyu süren bir kötü yönetimin bu nesile yüklediği görev, sayılamayacak kadar çeşitli zorluklar getirmektedir. Bu nedenle yapmaya zorunlu olduğumuz çok ve önemli işleri tam ve sonuç alıcı bir sisteme bağlamak zorunluluğundayız. Belirli ve az araçla büyük işler görmenin denenen tek yolu, kuvvetlerimizi dağıtmamak, var olan araçların tamamına yakın bölümünü en önemli çabalarımız üzerinde toplamaktır. Şüphesiz, gireceğimiz barış döneminde, bütçemizin verdiği imkanlar içinde, ilk önce yeni Devletimizin geleceğinin yüce ve güçlü bir biçimde sonsuza kadar sürdürülmesini sağlayacağız, fakat bunun için de göz önünde tutulması gerekli bazı önemli konular vardır. Benim ilk aklıma gelen önemli nokta güvenlik sorunudur. Efendiler, hükümetin varlığının nedeni ülkenin güvenliğini, ulusun huzur ve rahatını sağlamaktır. Bütün ülkede yerleşmiş bir güvenlik ortamı hüküm sürmelidir. Millet, sonsuz bir huzur ve güvenlik içinde rahat bulunmalıdır. Ülkemizin herhangi bir köşesinde halkın güvenliğini, devletin birlik ve asayişini bozmaya yeltenenler, devletin bütün kuvvetlerini karşılarında bulmalıdırlar. (Alkışlar) Sonra efendiler... Türkiye devletinin bağımsızlığı kutsaldır. O sonsuza kadar güvenlik ve koruma altında olmalıdır. Devletin bağımsızlığı ile, millet ve vatan varlığının koruyucusu ve tek varlığı ise, Kahraman Ordumuzdur. Bu nedenle askeri kuruluşlarımızın özel bir özenle düzenlenmesi ve yüceltilmesi en önemli konulardan biridir.


Efendiler, bu gün eriştiğimiz barışın sonsuz barış olacağına inanmak, kesinlikle safdillik olur. (Çok doğru sesleri) Bu, o kadar önemli bir gerçektir ki, ondan bir an bile ayrılmak, ulusumuzun tüm can güvenliğini tehlikeye sokabilir. Şüphesiz, haklarımıza, şeref ve onurumuza saygı gösterildikçe, karşılıklı saygı göstermekte kusur etmeyeceğiz. Fakat ne var ki, zayıf olanların haklarına yeterli saygı gösterilmediğini veya hiç saygılı davranılmadığını çok acı deneylerle öğrendik. Bu nedenle efendiler, bütün olabilecek olaylara karşı, gerekli konularla ilgili hazırlıklar yapmakta kesinlikle gecikmeyeceğiz. (Bravo sesleri) Efendiler, Ülkenin iç ve dış güvenlik gerekleri tamamlanırken, adli kurallarımızın en kısa sürede düzeltilmesine özel bir önem verilmelidir. (Çok doğru sesleri) Bayındırlık, ekonomi ve eğitim işlerinin ne kadar büyük önem taşıdığını, bunların, ulusumuzun başarısını, refahı ve mutluluğunu sürdürebilmesi için ne kadar ivedi ve vazgeçilmez unsurlar olduğunu kabul edersiniz. Efendiler, Millete karşı, yüklendiğimiz ve her biri başlı başına önemli olan diğer bütün sorunları, pratik ve bilimsel kurallar içinde gerçekleştirmeye çalışmamız hepimizin görevidir. Dış ilişkilerimiz konusunda fazla bir şey söylemeye gerek görmüyorum. Bu konudaki kararlı özelliğimiz dünyada bilinmektedir. Bütün komşularımızla ve diğer devletlerle dost bir şekilde geçinmeye ve karşılıklı saygı ve bağlılığa dayanan politikamızı sürdürmeye kararlılığımız kesindir. Ayrıca şunu da açıklığa kavuşturmak isterim ki, barış dönemine gerçek bir içtenlikle ve ciddi bir sükun isteği ile giriyoruz. Yüce kurulunuzun dinlemek lütfunda bulunduğu bütün bu açıklamalarıma, izin verirseniz birkaç söz daha eklemek istiyorum. (Buyurun sesleri) Efendiler, bir an için ayrıntılardan soyutlanarak, vatan dediğimiz kutsal varlığa genel olarak bakalım. Onun, yaşam için, uygarlık için erişilebilecek her şeyden yoksun bir kara toprak alandan oluşan bir biçimde bırakılmış olduğunu görürüz. Kara toprak alanın altında defineler ve üstünde soyla ve kahraman bir ulus yaşıyor. (Sürekli alkışlar) İşte biz, bütün bu uzun ve dayanılması zor mücadeleleri bu kutsal ata mirasının özgür ve bağımsız sahibi olduğumuzu ve sonsuza dek olacağımızı kanıtlamak için yapmış bulunuyoruz. Vatan ve milletin bağımsızlığı, dokunulmazlığı adına yapmış bulunuyoruz. Bundan sonraki çalışmalarımızda da amacımız aynı dokunulmazlık ile huzur ve güvenliğin sağlanması ve korunması olacaktır. Buna dayanarak ülkemizi imar edecek, halkımızı mutlu kılacak ve yüksek bir yaşam sağlayacağız. (İnşallah sesleri) Ümidimiz, kararlı oluşumuz ve özellikle ulusumuzun ve yüce Meclisimizin göstereceği birlik ve beraberlik, ilerleme ve uygarlık yolundaki çalışmalarımızda başarı alanı olacaktır. Sayın arkadaşlar, Açıklamalarıma son vermeden önce hepinizi büyük bir göreve davet etmek istiyorum. Geçirdiğimiz buhranlı günlerin onurlu kahramanlarını hep birlikte kutsayalım. (Alkışlar) Onlar arasında, savaş alanlarında düşman silahları ile göğüsleri delinmiş mutlu kişiler olduğu gibi, yangınlarda, ateşlerde yakılmış talihsiz çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar da vardır. Onlar arasında namusları saldırıya uğramış sonsuza dek ağlayacak genç kızlar da vardır. Onlar arasında yurtlarını kaybetmiş aileler, evlatlarını gömmüş analar vardır ve yine onlar arasında savaştaki namus görevini onurla yaparak bu gün memleketlerine dönmüş gaziler vardır. Onlardan şehitlik mertebesine erişenlerin ruhlarına fatihalar armağan edelim. (Ayakta fatiha okundu) Efendiler, bu gün haklı olarak övünebileceğimiz bütün başarıların sırrı, yeni Türkiye devletinin yapısından gelmektedir.


Gerçekte, Türkiye devletinin, bu yeni yönetimi şeklinin dayandığı temeller, nitelik yönünden kendinden önce gelen tarihi yönetim temellerinden başkadır. Bunu bir kelime ile belirtmek gerekirse diyebiliriz ki, yeni Türkiye devleti, bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmiş dönemde ise bir kişinin devleti idi, kişilerin devleti idi. Bir ulusun dünyadan tümüyle silinmesi, bir ulusun insanlık topluluğundan tümüyle yok edilebilmesi için Nuh tufanı kadar olağanüstü güç olayların gerçekleşmiş olması gerekir. Fakat kişiler, kendiliğinden alçalmaya mahkumdur. Bu nedenle halk yönetimi ile kişi yönetimi arasında yaşam ve yok olma oranları da bununla aynıdır. (Alkışlar) Efendiler, dünyanın belirli uluslarını tutsaklıktan kurtararak egemenliğe kavuşturan büyük fikir hareketleri, köhne kuruluşlara ümit bağlayanların ve çürümüş yönetim şekillerinde kurtuluş arayanların amansız düşmanıdır. Avusturya, Almanya, Rusya ve bu arada dünyanın en tutucu uygarlığına sahip Çin İmparatorlukları bile o büyük fikir hareketinin yok edici vuruşu ile gözlerimizin önünde devrilmiştir. İşte efendiler, yeni Türkiye devleti de, dünyaya egemen o büyük ve güçlü fikrin Türkiye'deki görüntüsü, gerçekleştirilebilmiş bir örneğidir. Dünyanın sosyal ve politik durumundan doğan ve binlerce yıldır Türk tarihinin gelişmesinin sonucu olan Devletimiz, sürekli ve kararlı olmanın bütün nitelik ve şartlarını taşımaktadır. Efendiler, bu şartların olumlu gelişmesini sağlamak konusunda kuruluşunuzun başarılı olmasını büyük Tanrı’dan yalvarırım. (Sürekli ve şiddetli alkışlar) 1 Kasım 1924 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin Sayın Üyeleri, Büyük Millet Meclisinin 6. çalışma yılına giriyoruz. Şerefli üyelerini saygı ile selamlarım.(Teşekkür ederiz sesleri) Halk yönetiminin engellerden arındırılması için yüce Meclisin kabul ettiği kanunlar, şimdiye kadar tam anlamı ile büyük bir başarı ile uygulanmıştır. Yüzyıllardan beri sürekli olarak gelişme yolunda ilerlemekte bulunan uygar uluslar düzeyine çıkmaktan Türkiye'yi alıkoymuş olan engellerin ortadan kalktığını Türk milleti büyük bir rahatlıkla anladı. (Bravo sesleri) Hepimizin, halkın en küçük topluluklarında bile kendi gözlediğimiz ve ilişkilerimizle ortaya çıkan bu gerçek, Cumhuriyet yolunda kazanılan bilgilerin, küçük veya büyük herhangi bir engele karşı, ulusumuz tarafından, kesinlikle korunacağının en inandırıcı kanıtıdır. (Bravo sesleri) Kazanılan bilgilerin korunması şöyle dursun, Türk ulusunun yeteneği ve kesin kararlılığı, Cumhuriyet, uygarlık ve yükselme yolunda durmadan çekinmeden ilerlemektedir. (Alkışlar) Efendiler, Geçen yasama yılı içinde, ülkenin iç olaylarım özet olarak belirtmek için, diyebiliriz ki; genel durum olağan ve durulmuş olarak devam etmiştir. Cumhuriyetin, güvenliğin korunmasına verdiği önem, ülkenin her yanında bütün vatandaşlarımızca anlaşılmış ve sürekli olarak artmakta bulunan sonuçlar, halkın huzurunu sağlayabilecek dereceyi bulmuştur. Gerçi Hakkari ilimiz içinde bazı Nesturi (Hıristiyan dininde bir mezhep) eşkıyasının yaptığı ağır suçlar özel önlemleri gerektirmiş ise de, olay, halkın güvenliğinin ve Cumhuriyetin saygınlığının gereği olan bir ivedilikle ve kesin olarak çözüme ulaştırılmıştır. (Bravo sesleri) Efendiler, Erzurum ve Kars illerimizin bazı yerlerinde olan deprem üzülerek söylüyorum, pek çok kayba neden oldu. Fakat felakete uğramış halkını gösterdiği özveri, bütün ulusun gösterdiği ilgi ve şefkat ve Cumhuriyet hükümetinin bütün araç ve gereçlerini yönelterek aldığı önlemler, acıyı hafifletmiştir.


Diğer yandan değişim anlaşmaları ile anavatana kavuşan kardeşlerimizin, birçok gereksinmeleri henüz sağlanamamıştır. Hükümetin ve yüce Meclisin bunun için ivedilikle önlem alması gerekmektedir. Sayın efendiler, Uzun savaş yıllarından barış dönemine geçmiş olan büyük ordumuzun, geçen yıl içinde gösterdiği dirlik ve canlılık özellikle kaydedilmeye değerdir. Hiçbir zaman saldırgan olmayı düşünmemiş olan ve fakat daima haksız saldırılara uğrayacağını düşünen bir millet ordusu olarak, ordumuz uzun bir seferden sonra hemen diğer bir sefere başlayacakmış gibi, maddi ve manevi hazır bulunmaktadır. (Alkışlar) Efendiler, Deniz kuvvetlerimiz, köklü ve önemli bir yenileştirmeye ihtiyaç göstermektedir. Bu konuda, ilk önce özellikle seçkin elemanları çok iyi yetiştirip, onlardan ülkenin acil gereksinmesinde yararlanmak ve bu arada ülkenin gücü üstündeki hayallerden kaçınmak gereklidir. (Doğru sesleri) Ülkenin korunmasından söz ederken, askerlik dünyasında önemli ve etkili bir yeri olan hava kuvvetlerine yüce Meclisin özel ilgisini ve dikkatini çekerim. Efendiler, uygar devletlerin genel yönetiminde özellikle göze çarpan mali durum, Cumhuriyet devrinde gözle görülür bir gelişme göstermiştir. Maliyemiz, düzenli sağlam ve güvenli olma prensiplerini başarı ile uyguladı. Bir borçlanmaya ihtiyaç görmeden, iç borçları düzenli olarak ödemekteyiz. Dış borçlanmalara gelince, taahhütlerin yerine getirilmesi doğaldır. Ancak antlaşma gereği olan başlangıç işlemleri, henüz görüşme döneminde bulunmaktadır. Maliyemiz, sayım vergisi gibi asırlık vergilerin düzeltilmesi için başladığı ilk adımında, halka hemen rahatlık sağladı. Ülkenin başında, Orta Çağın en acımasız derdi olarak bu güne kadar yürürlükte olan aşarın kaldırılmasını, yüce Meclise önerebilecek mali duruma Cumhuriyet yönetiminin bir yılda ulaşmış olması gerçekten sevinilecek ve övünülecek bir olaydır. (Bravo sesleri) (Alkışlar) Ticaret durumumuz, sürekli bir gelişimi sağlayabilecek durumdadır. Ülkenin tarım ile kalkınabileceği konusunda geçen yıl alınan önlemler, genel olarak hemen kendini hissettirmiştir. Gelecek yıllarda da tarımda bol ve verimli sonuçlar sağlayabilecek önlemlerin alınması önemli devlet görevleri arasında sayılmalıdır. (Alkışlar) Efendiler, geçen yıl içinde bütün ülkede yaygın bir sağlık kuruluşunun kurulması çalışmalarına başlanmıştır. Günümüze kadar genel sağlık durumuna önem vermenin derecesi, bu yolda uğraşı verdikçe daha belirgin olarak görülmektedir. Önümüzdeki yılda da genel sağlık çalışmaları için önlemler almak özellikle gerekmektedir. Hele sıtmaya karşı başlı başına bir uğraş dönemine girilmesi, yüce Meclisin öngöreceği büyük işler arasında sayılmalıdır. Doğrusu bizim için nüfusun korunması ve sağlık içinde bulundurulması ve çalışanların sağlıklı ve canlı olmasını sağlayıcı önlemlerin en başında sıtma mücadelesi bulunmalıdır. Sayın üyeler, Eğitimde başlanılan genel ve temel reformların ciddi bir biçimde sürdürülmesi gereklidir. Geçen yıl içinde, milli eğitim için konulan kurallar çok değerli sonuçlar vermiştir. Ülkede kurulmasını istediğimiz eğitim kuruluşlarının öğretmen ihtiyacı ve yapıların nitelik ve nicelikleri düşünülünce, eksiklerin tamamlanması için uzun yılların gerekli olduğu kabul edilir. Bununla birlikte, 8 ay kadar kısa bir süre içinde yeni prensiplerin başarı ile uygulamaya konulduğunun sonuçları ortadadır. Daha şimdiden, kadın ve erkek Cumhuriyet öğretmenlerinin, öğretim kurumlarının yetiştirmekte oldukları öğrenciler ile birlikte, gerçek bir kültür ordusu görünüşü gösterdiğine, ülkenin pek çok yerinde ben kendim tanık oldum. Bu aydın kurulların, bulundukları yerlerde öğrenim altındaki öğrencilerden başka doğrudan doğruya halk üzerindeki


çok verimli etkilerini büyük kıvançla anmak isterim. Bu durum aynı zamanda, Cumhuriyeti koruyan ve gelişmeye istekli halkımızın, okulun vereceği aydınlığa olan özleminin ve cahilliğe, bağnazlığa olan nefretinin şiddetini de açıklayan en kuvvetli kanıttır. (Alkışlar) Efendiler, adalet reformlarının yerinde uygulanması, işlemlerin çabuklaştırılmasında ve yargıç görevinin değer ve saygınlığının artmasında hemen etkisini göstermiştir. Gerçi, ülkede adli gereksinmelerin sağlanması için, bütün kanunların yürürlüğe konması ve özellikle yeter miktarda yargıç ve ikinci derecedeki adli memurların sağlanması uzunca bir zaman alacaktır. Ancak büyük kanunlar yürürlüğe konuncaya kadar, acil değişiklikler ile, genel hayatın bir an önce medeni temellere dayandırılması gerekmektedir. Bu konuyu yüce Meclis özellikle göz önünde tutmalıdır. Şunu da eklemeliyim ki, bu kez çeşitli devlet dairelerinden yüce Meclise sunulan kanun tasarıları, genellikle ülke yönetiminin ivedilikle ihtiyaç duyduğu kanunlardır. Sayın efendiler, millet egemenliğini en gelişmiş biçimde ortaya çıkaran Cumhuriyete kadar ülkede öngörülmemiş olan bayındırlık işlerinin geçen dönemde verdiği sonuçlar, aynı yolda azimle ve durmaksızın yürünmesi konusunda özellikle kuvvet ve cesaret vermektedir. Demiryolu ve yol ihtiyacı ülkenin bütün gereksinmelerinin başında kendisini duyurmaktadır. Hiçbir hayal ve teori peşinde koşup, aldanmaksızın ülkenin kaynakları ve insan gücü ile işi sürdürmek kesin olarak gereklidir. (Alkışlar) Halkımızın ortak istek ve düşüncesinin de böyle olduğunu bizzat yakından öğrendim. Ulusumuzun uygarlık yolunda gelişmesi için bütün devlet dairelerinde öngördüğümüz maddi ve manevi bütün önlemler ancak tren ve demiryolları ile gerçek olumlu sonuçlarını verebilir. (Çok doğru sesleri) Uygarlığın bu günkü araçlarını, bundan da öte, bu günkü düşüncelerini demiryolu dışında yayabilmek imkansızdır. Demiryolu mutluluk yoludur. Sayın üyeler elde etmek ve artırmak ve her araç ile ulaşımı çoğaltmak bütün girişimlerinizin üstünde, kararlı olarak amacımız olmalıdır. (Bravo sesleri) Sayın arkadaşlar, Cumhuriyetin başkenti olan Ankara için, bu yıl da yüce Meclisin önlemlerine ihtiyaç olduğunu bildirmek gereğini duyuyorum. Ankara'nın çağımıza uygun görüşme araçları ile donatılması ve şiddetle ihtiyaç duyulan bununla ilgili yapıların inşası ivedi gereksinmelerimiz arasındadır. Hiç şüphe etmemelidir ki, Anadolu ortasında hızla kurulacak çağın modern Ankara'sı, yüzyıllarca ihmale uğramış Türk vatanı için başlı başına bir uygarlık merkezi, Türk Devleti için pek önemli bir dayanak olacaktır. (Alkışlar, bravo sesleri) Efendiler, İzninizle dış politika durumumuz konusunda bir özet vermek istiyorum. Geçen yasama yılında, Lozan Barış Antlaşması yürürlüğe konulmuştur. Bu şekilde uzun savaş yıllarından sonra süregelmiş olan zor dönem ortadan kalkmış ve Türkiye Cumhuriyeti ile antlaşma imzalayan devletler arasındaki ilişkiler normal duruma girmiştir. Sonuca bağlanmamış sorunlar, antlaşmanın öngördüğü doğal bir akışa bırakılmıştır. Musul ili için hak ve adalete uygun olarak kabul edileceğini umduğumuz kararı beklemekteyiz. İkinci olarak, statükonun korunmasında ortaya çıkan anlaşmazlığın Milletler Cemiyeti Meclisi’nde geçici bir şekilde düzeltilmesi için başvuruda bulunulduğu haber alınmıştır. Fransa Cumhuriyeti ile geçen yıl başlarında ortaya çıkmış olan sınır olayı ivedi olarak ortadan kaldırıldıktan sonra; iki cumhuriyet arasında yakın, açık ve dostça duygular sevindirici bir biçimde gelişmektedir. (Alkışlar) İtalya ile politik ve ekonomik ilişkilerimizin içtenlikle gelişme gösterdiğini sevinerek bildiririm. Eski dostumuz Rusya Sovyet Cumhuriyetiyle ilişkilerimiz dostluk çerçevesinde her gün daha çok gelişmekte ve ilerlemektedir. (Şiddetli alkışlar) Cumhuriyet hükümetimiz, Rusya Sovyet Cumhuriyeti ile gerçek ve iyi ilişkilerini geçmişte olduğu gibi, politik prensip saymaktadır. (Alkışlar)


Lehistan Cumhuriyeti ile ilişkilerimiz dostane bir şekilde gelişmektedir. Sayın efendiler, geçen yasama döneminde onaya arz edilmemiş olan yeni antlaşmalar, yüce Meclise sunulacaktır. Yüce Meclisin kabullerine sunulacak olan bu antlaşmalar ile, Türkiye Cumhuriyetinin, Amerika, İspanya, İsveç, Felemenk, Çekoslovakya devletleriyle resmi ilişkilerimizi yeni kurallara göre kurmuş olacağını bilgilerinize sunarım. (Bravo sesleri) İran ile ve Afgan ile ilişkilerimiz dostane olarak devam etmektedir. Efendiler, Lozan Antlaşması'nın kesinlik kazandığı andan başlayarak Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti ile resmen ilişki kurmuş oldu. Cumhuriyet, Milletler Cemiyetine karşı güvenini belirtmiştir. Bu güvenin uygunluğunu, gözleyeceğimiz adil kararlarını sağlayacağını ümit etmekteyiz. Şüphe yok ki, tam bir Milletler Cemiyeti amacı, uluslar için güvenlik sağlayacak bir unsur olacaktır. Sayın üyeler, Türk ulusu yeni yaşamında bütün ilerleme yollarına doğru büyük bir çaba ile ilerlemektedir. Düşünceleri karışıklıktan arınmış ve temizlenmiş olarak ülkeyi ve aileyi refaha kavuşturacak çalışma yönünde yürümek... İşte milletin tek düşündüğü konu budur. (Bravo sesleri, alkışlar) Şimdiye kadar ulusa yol göstericilik etmiş olan Büyük Millet Meclisinin, halkın uygarlık ve gelişmeye olan şiddetli özlemi ve gereksinmesi konusunda uygun biçimde yol göstericilikte bulunması önemli görevlerindendir. Her yılki çalışmalarının özeti, Türk tarihinde birer övünme sayfası oluşturan Büyük Millet Meclisinin yeni yasama yılında, yenilikler ve yükselme yolunda ışık saçan eserlerle dolu olmasını dilerim. (Bravo sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar) 1 Kasım 1925 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri, Büyük Millet Meclisinin yedinci çalışma yılına giriyoruz. Huzurunuzda tekrar bulunmaktan duyduğum mutluluğu belirtir, sayın üyeleri saygıyla selamlarım. (Teşekkür ederiz sesleri) Yüce Meclis çalışmalarına ara verdiği sırada Cumhuriyet Ordusunun, irtica, olayını bastırmak ve ortadan kaldırmak çabası içinde olduğunu bilmektesiniz. Ordu, Cumhuriyet düşmanlarını hızla ve kesin şekilde ortadan kaldırmıştır. (Şiddetli alkışlar) Cumhuriyet Ordusunun bu uğurda verdiği şehitleri, en içten duygularımla anar, ordumuza karşı beslediğimiz güven ve takdirimizi bu nedenle de tekrar ederim. (Alkışlar) En çok üzerinde durulacak ve güvenilecek nokta, ulusun Cumhuriyeti nasıl koruduğunu kanıtlayan seferberlik ve genel milli gösterilerdeki halkın içten gelen coşkulu davranışlarıdır. (Alkışlar) Bu ayaklanma olayının, irtica ağırlıklı olduğu, genellikle önceden hazırlanmış bir fikir akımı ile birbirine bağlı hazırlıkların uygulanması sonucu oluştuğu, bir yıldan beri gelişen durum ve olaylar ile bir kez daha kesinleşmiştir. Büyük Millet Meclisinin, durumu gerektirdiği biçimde ve güvenliği göz önünde bulundurarak aldığı yeni önlemler, vatanın esenliği ve dokunulmazlığını ve vatandaşların huzur ve güvenliğini sağlamıştır. Yüce Meclis, gözlemlerinde ve önlemlerindeki yerinde kararları ile milli tarihimizdeki yüce yerini hakkı ile kabul ettirdi. Sayın üyeler, Vatanımızın çeşitli yerlerinde, ulusumuzdan kişilerle doğrudan doğruya olan ilişkilerimiz sonucu ulusumuzun huzur ve güvenlik içinde bulunduğu ve yüce zenginlik ve uygarlığa ulaşmak için kararlı ve iradeli bulunduğu belirlenmiştir. Millet, çağdaş uygarlığın bütün uluslara sağladığı yaşam ve araçları, temel olarak, aynı biçimde ve tam anlamı ile gerçekleştirmek konusunda kesin kararını vermiştir. (Şiddetli alkışlar, bravo sesleri)


Ulusumuz, yüzyıllar boyu sürekli aldatılmış olduğunun bilincinde olarak, yenilik ve reform alanlarında gösterdiği olağanüstü çalışmaların bir an bile kesintiye uğramasına izin vermemek konusunda kararlıdır. (Alkışlar) Yeni Türkiye'nin dünya ile ilgili, milli ve ekonomik politikalarının tümüyle belirlenmiş olan milli amacı hepimizin çalışma hedefini belirlemiş bulunmaktadır ve bu yolun kısa sürede ulusumuzun yüce yeteneklerini göstermeye imkan vereceği konusunda şüphe yoktur. (Alkışlar, bravo sesleri) Sayın üyeler, Türk ulusu, egemenliğine sahip olduğu bu döneme gelinceye kadar etkisinde kaldığı ve çöküntüsüne neden olan etkenlerin içyüzünü anlamıştır. (Bravo sesleri) Bu kötü etkenlerin her ne biçim ve nitelikte olursa olsun yeniden ortaya çıkmasına göz yumamayız. (Bravo sesleri, alkışlar) Kişilerin vicdan özgürlükleri, basın özgürlüğü ve siyasi özgürlükler olarak ortaya çıkan kutsal değerlerin, sosyal topluluğumuzu üzecek ve soysuzlaşmaya dönüştürecek biçimde yanlış kullanılmasına, sosyal yapımızın kendi varlığı engel olmaktadır. (Bravo sesleri, alkışlar) Sayın efendiler, Basın özgürlüğünün zararlı yönlerinin giderilmesinin, ancak basın özgürlüğü ile gerçekleşebileceği konusunda Büyük Meclisimizin bu doğru yolu gösterici dönemdeki olumlu karşılanan prensipleri, eğer Cumhuriyetin ruhu olan erdemden yoksun kişilere basın ile haydutluk yapmak imkanını verirse, eğer aldatılmış ve küçük görülmüş olanların fikir hayatındaki uğursuz etkileri, tarlasında çalışan suçsuz vatandaşların kanlarının akmasına, yuvalarının dağılmasına neden olursa ve eğer son olarak haydutluğun en zararlısını seçen bu gibi küçük kişiler, kanunların özel izninden yararlanma imkanını bulurlarsa, Büyük Millet Meclisinin öğretici ve yok edici gücünün işe el koyması ve uyarması doğal olarak gerekli olur. (Bravo sesleri, alkışlar) Gerçek şu ki, Cumhuriyet devrinin kendi düşünce ve ahlak bilgileri ile süslenmiş basınını, yine ancak Cumhuriyetin kendisi yetiştirir. Bir yandan geçmiş dönem gazetelerinin ve ilgililerinin düzelmeyen yanları milletin gözü önüne çıkarken, diğer yandan Cumhuriyet basınının temiz ve verimli alanı gelişmekte ve yükselmektedir. (Bravo sesleri) Büyük ve soylu ulusumuzun yeni yaşam çalışmalarını ve uygarlaşmasını kolaylaştıracak ve cesaret verecek olan, ancak bu yeni düşünceleri taşıyan basın olacaktır. (Bravo sesleri) Sayın üyeler, İrtica olayı, bazı illerimizde özellikle bulunan sosyal ve idari hastalıkları, bütün olarak ortaya çıkarmış, bütün ulusumuzun gözleri önüne sermiştir. Bir bütün olan bu kutsal vatanda, bütün vatandaşların bedensel, mali ve ülküsel bütün yükümlülüklerini aynı kolaylık ve açıklıkla yerine getirmeleri sağlanıncaya kadar, gözlediğimiz hastalıkların düzeltilmesi konusunda kesin çaba sarfetmek zorundayız. (Bravo sesleri, alkışlar) Bu yolda alınması gerekli olan özlü ve kesin önlemlerin Büyük Millet Meclisi tarafından sürekli ve özenle izleneceği konusunda ulusumuza güvence veriyoruz. Sayın efendiler, Ekonomik durumumuzda bir yıldan beri harcanan olağanüstü çabalar sonucunu vermek üzeredir. Cumhuriyetin çalışan kişilere sağladığı huzur ve güven, vatandaşların sağlıklarını korumak için açılan savaşın sonucu köylümüz ve tarımımız üzerindeki aşar vergisinin kaldırılmasıyla ortaya çıkan rahatlık, ulusun daha çok üretmek, daha çok bolluğa kavuşmak için çalışmak isteklerini övgüyle anılacak bir duruma getirmiştir. Sağlık kuruluşlarımızda, ülkenin gereksinmesine uygun olarak yerini bulan bir çalışma gözlenmektedir. Cumhuriyet hükümetinin başlı başına bir prensip olarak başarı ile izlediği sağlık savaşının gittikçe genişliği artırılarak sürdürülmesi gerekir ve bu durum çok önemlidir. (Alkışlar) Tarımımızın karşı karşıya bulunduğu güçlükleri gidermek ve yeni yöntemlerle tarımsal araçların öğretilmesi ve genelleştirilmesi konusunda harcanan çabalar, verimli etkilerini göstermektedir.


Ticari hayatımızda, geçen yıl içinde limanlardaki çalışma ve kolaylaştırıcı işlemler ile ilgili girişimlerin temeli, gereksinmemize uygun çalışmalar arasında sayılmaktadır. Önemli ticareti genişletmek, kolaylaştırmak ve sağlamlaştırmak konusunda, bankaların elinde bulunan önemli etkinlik üzerinde yüce Meclisimizi uyarmak isterim. Efendiler, Ekonomik durum söz konusu olduğunda, bu günkü uygarlığın güçlü temeli olan maden sanayiine özellikle önem vermenizi ve yönelmenizi isterim. Sanayi fabrikalarına, maden endüstrisine yönelik genel ilgi ve atılımları desteklemek için çözüm yolu ve önlemler bulmak, çok gerekli ve hayati gereksinmelerimiz arasındadır. Sayın üye, Kendi kaynaklarımızla ve kendi teknik kişilerimiz ile giriştiğimiz demiryolu yapımındaki çalışmaları bizzat inceledim ve gözledim. Büyük Millet Meclisinin hazinesine ve mühendis evlatlarına gösterdiği güven ve yardım tam olarak bu iş için kullanılmıştır. (Alkışlar) Ulusumuz, yüce Meclisin demiryolu yapımına gösterdiği istek ve önemi, sevinç ve kıvançla karşılamaktadır. Bu konudaki genel ilgi ve ihtiyaç, harcadığımız çabaların birkaç kat daha artırılmasını gerekli kılmaktadır. (Bravo sesleri) Ulaşım eksikliğinin tamamlanması vatandaki sosyal ve ekonomik eksikliklerin giderilmesi, her şeyden önce ve her önlemin başında olarak tren ulaşımına bağlıdır. Sayın efendiler, Cumhuriyet adliyesinin gelişimi kıvanç verici bir yolda gitmektedir. İşlemlerde güven ve hız için alınan önlemler iyi sonuçlar vermektedir. Cumhuriyet adliyesine mensup olanların en küçük üyelerine kadar bilimsel yeterliliğe ve Cumhuriyet ülküsüne sahip olmaları konusunda çabalar sevindiricidir. Bir yandan, bilimsel yeterliliği sağlayan kuruluşa önem verirken diğer yandan cumhuriyet adliyesinin dayanağı olacak kanunların bir an önce yapılmasına önem verilmelidir. Geçmiş yönetimlerden devredilen yetersiz kanunlarla, geçirdiğimiz yıllarda genel hayatın karşı karşıya bırakıldığı güçlüklere göğüs gerebilmiş ise, bu, ulusumuzun cumhuriyete olan sarsılmaz olağan ilgisinden ve cumhuriyet yönetiminin özündeki güç ve kuvvetindendir. Fakat yetersiz kanunların devamına göz yummak yüzünden, ulusun karşı karşıya bulunduğu zorlukların bir an önce giderilmesi, geciktirilmeyecek zorunlu işler arasındadır. Yüce Meclise sunulacak olan Ceza Kanunu, Medeni Kanun ve Ticaret Kanununun bu yasama döneminde derlenmesi ve yayımlanmasındaki ivediliği özellikle söylemek isterim. Genel hayatımızı yeni baştan düzenleyecek olan bu önemli kanunların, çağdaş uygarlığın kanunları grubundan olması doğaldır. (Bravo sesleri) Ulusumuzun içinde bulunduğu uygar topluluğun ekonomik ve uygar gereksinmeleri o kadar yakındır ki, buna karşılık kanunlarda da aynı şekilde yakınlaşma gerekli bulunmaktadır. Çağımızın gereksinmelerine uygun kanun yapmak ve onu iyi uygulamak, ilerlemek ve yükselmek için gerekli ve çok önemlidir. (Bravo sesleri) Sayın üyeler, Eğitim konusuna başlarken, kız ve erkek çocuklarımızın ve ana babaların eğitim için gösterdikleri genel istek ve coşkuyu övgü ile anmak isterim. Büyük Millet Meclisinin ve Cumhuriyet Hükümetinin bu konuda büyük çabalar harcadığı açık olmakla birlikte, bilim ve eğitimde ilerlemeye yönelik genel isteği yerine getirebilmekten daha çok uzağız. Önümüzdeki yıl için sizlerden devletçe yapılabilecek en büyük özveriyi rica ederken, varlıklı olan vatandaşlarımıza da korunmalarına verilmiş olan çocuklarımızı özel girişimleri ile okutup yetiştirmelerini önemle öğütlerim. Kadın ve erkek öğretmenlerimizin yeni nesiller yetiştirmek için yaptıkları özverili çalışmaların yanı sıra, sosyal toplumumuz içinde yeni düşünceleri ve uygar yaşamı aşılamak ve genellemek için yaptıkları olumlu etkiler de, bu seçkin kurulların yüce görevlerinin ne kadar bilincinde olduklarını göstermektedir. (Alkışlar) Görev başında onlara kendi söylediğim övgüleri, sizlerin önünde de yeniden belirtmekle övünçlüyüm. Bu övgülerimle birlikte, ayrıcalık oluştursa da, öğrenmiş bulunduğum bir eksikliğe değinerek burada bir öğüt vermeyi gerekli buluyorum.


Yaşamın her çalışma aşamasında olduğu gibi, özellikle eğitim hayatında da asıl başarıyı düzen getirir. (Pek doğru sesleri) Müdürler ve öğretim kurulları düzeni sağlamak, öğrenciler ise düzene uymak zorunluluğundadır. (Bravo sesleri, alkışlar) Efendiler, Eğitimde hayatın gereği olan pratik çalışmalar ve çevrenin özel kurallarını sağlayacak bir sistem üzerindeyiz. Belirli ve yararlı sonuçlar getirecek olan bu sistemin, genişletilerek uygulanmasını ilgi ve ciddiyetle yürütmek gerekmektedir. Sayın üyeler, Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası uygarlık ailesinde ihmal edilmemesi gerekli bir güç ve barışçılık unsuru olduğu geçen bir yıl içinde bir kez daha belirlenmiştir. (Alkışlar) Aramızda siyasi ilişkilerin resmen kurulmamış olduğu devletlerle yeniden antlaşmalar yapılmıştır. Yeniden yapılmış olan antlaşmalar Yüce Meclis’e sunulacaktır. En son Bulgaristan ve Sırp - Hırvat - Sloven krallıklarıyla dostluk antlaşmaları imzalanmıştır. Komşumuz ve dostumuz Sovyet Cumhuriyetiyle ilişkilerimiz içtenlikle yürümektedir. Birbirine karşı güven veren davranışlar içerisindeyiz. (Sürekli alkışlar) İran ile olan politikamızda iyi komşuluk duyguları duyulmakta ve görülmektedir. Afgan ile olan politik ilişkilerimiz, aramızdaki antlaşmanın samimi gereğine dayanmaktadır. (Alkışlar) Batı devletleriyle olan ilişkilerimizde antlaşmanın kararlaştırdığı konuları iyi niyetle izlemekteyiz. Askıdaki sorunlar, antlaşmanın öngördüğü biçimde gelişmektedir. Musul sorunundaki hukuki durumumuz Milletler Cemiyetinin özel komisyonunun yerinde incelemesi ile bir kez daha, belirlendi. (Bravo sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar) Bu gerçeğe karşın sorunun sonuca bağlanması yeniden ertelendi. (Yazık sesleri, ayıp sesleri) Bizim bu sorun içinde durumumuz pek büyük özveri ile sağlanan Lozan antlaşması ile belirlenmiştir. (Bravo sesleri) Son olarak antlaşma gereğince hak ve adaletin sağlanmasını güvenle beklemekteyiz. (Bravo sesleri, sürekli alkışlar) Efendiler, Politika dünyasında bir süreden beri karşılıklı güvenlik konusu üzerinde yapılan çalışmalar dikkatleri çekmektedir. (Bravo sesleri) Karşılıklı güvenlik, bütün dünya uluslarının arzulaması gerekli olan önemli bir mutluluktur. (Çok doğru sesleri) Ancak güvenlik bütün ulusları kapsamadıkça, bunu, genel bir barış sağlanmasına yönelik olmaktan çok uygulama alanında bulunan ulusların bir bölümüne karşı diğer ulusların bir bölümünün rahatça hareket etmesini sağlayan bir konu olarak düşünmek gereklidir. (Bravo sesleri, sürekli alkışlar) Özellikle uluslararası silah ticaretinin bazı ulusların denetimi altında tutulmasını sağlayacak önlemler, bu düşünceyi doğrulamaktadır. (Bravo sesleri) Sayın üyeler, Genel politik durum üzerindeki açıklamalarımın, vatan savunmasına verilecek önemin ne kadar ciddi olduğunu gösterdiğini ümit ederim. (Bravo sesleri) Barış süresince çalışmalarını bilinçli ve bilgili olarak sürdüren kara, deniz ve hava kuvvetlerimizin gücü ve kuvveti aziz Türkiye'nin refah ve bayındırlık yolundaki çalışmalarının güvenliğini sağlayan ve koruyan başlıca unsurdur. (Bravo sesleri, alkışlar) Büyük Millet Meclisi bu yüce unsuru, barış ve güvenliği sürekli kuvvetlendirmekte ne kadar istek gösterse yeridir. Efendiler, Ulusumuzun vatanı korumada gösterdiği özel ilgi, övgüye layıktır. Vatandaşların kendi girişimleri ile kurdukları Tayyare Cemiyeti kısa sürede verdiği sonuçlarla engin bir gelişme ümit ettirmektedir. Sayın efendiler,


Maliyemiz geçen yılı başarı ile geçirmiştir. Bir yandan aşar gibi büyük bir gelirden vazgeçen ve diğer yandan bir seferberlik yapmış olan Devlet, bayındırlık işlerini ertelemeyi gerektirmeyecek bir mali güç gösterirse, bu durum sevinilmeye ve şükran ile anılmaya layıktır. Sayın efendiler, Ulusun ekonomik gelişmesine engel olan mali güçlüklerin giderilmesi ve vergilerin yerinde ve adalet ile dağıtılması yolundaki mali reformların sürdürülmesi gereklidir. Diğer yandan devletin şimdiye kadar açıkladığım genel gereksinmelerini sağlayacak imkanlar bulmak gerekir. Devletin durumu ve imarı ve yeniden kurulma düşüncelerimiz doğal olarak vatandaşlara birtakım görevler ve özveriler yüklemektedir. Ülkemizin ve ulusumuzun bu günkü ekonomik durumu ve sosyal düzeyi, Devletin korunması ve ülkenin bayındırlığının sağlanması ve vatandaşların refah ve mutluluğu için daha çok imkan sağlanmasına bilimsel açıdan uygundur. Bu olumlu gerçekten esinlenmekte olan yüce Meclisin akla uygun kaynakları bulup gerekli araçları sağlayacağına inanıyorum. Sayın üyeler, Türkiye'nin ulusal tarihinde, yüce Meclisin her yasama yılı, yüzyılların reformlarını ve gelişmelerini sağlamakla seçkin bir yer tutmuştur. (Bravo sesleri) Yeni yasama döneminde, milletin genel yaşamında dünya ile ilgili ulusal ekonomik bir yönetimin ilerleme ve iyi sonuçlar sağlamada bir kat daha başarılı olmasını dilerim. Aziz arkadaşlarım, Her şeyin üzerinde, bu Büyük Meclisin bir üyesi olmakla duyduğum övüncü arz ederek sizleri ve naçiz bir ferdi olmakla övündüğüm ve gurur duyduğum Büyük Türk Milletini saygıyla selamlarım. (Şiddetli ve sürekli alkışlar) 1 Kasım 1926 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri, Büyük Millet Meclisinin 8'inci çalışma yılına girerken, sayın üyeleri saygı ve sevgi ile selamlarım. (Alkışlar) Bu yıl, soylu ulusumuzun layık olduğu uygar düzeydeki yerini alabilmesi için Büyük Meclisin, bir iki yıldan beri, onayladığı kanunların ve aldığı önlemlerin, genel yaşamımızda uygulamaları ile geçmiştir. Bu uygulamaların olumlu etkilerini ve belirtilerini sevinçle gözlemekteyiz. Cumhuriyet ve uygarlığın başlıca, nimeti olan huzur ve güvenliğin sağlanması ve doğrulanması için harcadığımız çabaların olumlu sonuçları ortaya çıkmaktadır. Bunu onur duyarak anıyorum. Son yılların belli başlı olayı olan Doğudaki irticanın gerektirdiği durumu düzeltici önlemler, yerinde kararlar alınarak başarı ile uygulanmıştır. Bu önlemlerin vatandaşlarımızın sosyal ve ekonomik yaşamları üzerinde, huzur ve refah getiren etkileri şimdiden duyulmaktadır. Sosyal yapımızın hiçbir olayını, hiçbir hastalığını yarım önlemlerle uyuşturmak istemeyen ve buna alışmayan Cumhuriyet, giriştiği köklü reformun ilk dönemini geçirmiş ve günden güne artan sonuçlarını alma dönemine girmiştir. (Şiddetli alkışlar, bravo sesleri) Prensibimizin ve yeteneğimizin esin verdiği ve gerçekte ülke gereksinmelerine uygun olan eserleriyle ortaya çıkan yolumuzda kesin adımlarla yürümek azmindeyiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Ülkemizin iç yönetimi, yalnız huzur ve güvenle değil, ekonomi ve bayındırlık çalışmaları ile de kendisini gösterir. Genel olarak, yol yapımı için gösterilen istek ve çabalar özellikle anılmaya değer. Bu konudaki çalışmaları düzenlemek için genel ve özel yollar arasındaki farkların giderilmesi gereğini duyuyoruz. Genel ihtiyaç için, yürürlüğe koyduğumuz Yol Kanunu, Köy Kanunu, Borçlanma Kanunu, İskan ve Mülki Teşkilat kanunlarının uygulamaları iyi sonuçlar vermektedir.


Bu yıl sunulacak olan nahiye ve belediye kanunlarıyla ve eğitim vergisinin düzenlenmesi ve düzeltilmesi ile, yüce Meclis modern ve uygar bir yükselme düzeyi daha sağlamış olacaktır. İskan politikamıza ve iskan önlemlerine vermiş olduğumuz önemin yerinde olduğunu belirtmek isterim. Bu konuda her yıl alacağınız yeni önlemlerin ülke geleceği için tam anlamı ile yararlı olacağına şüphem yoktur. Genel reformlar içinde kabul buyurduğunuz medeni kanun, ceza ve ticaret kanunları uygulamaya konulurken, yargıçlarımızın gösterdiği çabaları ve uygun davranışları kutlarım. Kanunların, ulusun gerçek ihtiyaçlarına ve içten gelen isteklerine ne derece uygun olduğu ortaya çıkmıştır. Sayın efendiler, Türk ulusunun gelişmesine yüzyıllardan beri karşı koyan engelleri kaldırmak ve genel yaşamımıza çağdaş uygarlığın kanunlarını ve araçlarını getirmek için harcadığımız çabaların ulusun tümünün onayını almış olduğu kesindir. Aşırı isteklerini içinde gizleyen, ulusun esenliği yolunda tatmin edilmemiş görünenlerin son çırpınma girişimleri, milli irade karşısında her zaman yenilgiye uğramıştır. Ve uğrayacaktır. (Sürekli alkışlar) Bu girişimlerin son belirtisi olarak ortaya çıkan suikast olayı, naçiz şahsımıza olan ilişkisi dolayısıyla değil fakat, Türk ulusunun mert yapısına yaraşmaması ve ulusu temsil eden onurlu, yüksek bir görevi, saldırı yeri yapmayı düşünecek kadar soysuzlaşan gerici bir düşünce göstermesi yönüyle üzüntüye neden olmaktadır. Ancak, sayıları pek az ve alçak bir toplulukla sınırlı kalan bu düşünceye karşı bütün ulusun candan gösterdiği nefret ve karşı koyma, Cumhuriyetin ve Büyük Millet Meclisi kuruluşunun millet önünde ne derece kutsal olduğunu kanıtlaması yönünden avunma ve övünme nedeni olmuştur. (Alkışlar) Sayın üyeler, ulusumuzun yazgısına el koyduğundan beri, Büyük Millet Meclisinin ilkesi, sosyal topluluğumuzun kaybettiği yüzyılları zaman geçirmeden yerine koymak ve yöneldiği amaçlara güven ve huzurla varmak için durumun gerektirdiği önlemleri duraksamadan almak, uygulamaktır. Büyük Millet Meclisinin, son yıllarda çizdiği yönden, günden güne yapılan yanıltmalar ve karışıklıklarla ulusumuzu saptırmak isteyenlere karşı zorunlu olarak yürürlüğe koyduğu Takrir-i Sükün Kanunu (Huzuru yerleştirme) bu prensibin eserlerindendir. Bu kanunun, genel reformların iyi anlaşılması, olumlu biçimde uygulanması, genellikle huzur ve kararlılığın sağlanması ve devletin etki ve şerefinin yerleştirilmesi ve gerçekleştirilmesi konusunda ne derece faydalı olduğu açıktır. Takrir-i Sükün Kanunu kötü davranışlara ve suistimallere karşıdır. Düşünce özgürlüğünü ve basını asla kısıtlamadığı açıktır. Bu sınır içinde uygulanmakta olan Takrir-i Sükün Kanununun ulusun hayatı için gerekli olan huzur ve güvenliğin yenileştirme ve reformların korunması ve sağlanması gibi önemli konular için, gerekli görülürse uygun bir süre daha yürürlükte kalması, Büyük Millet Meclisince göz önünde bulundurulması ve görüşülmesi gereklidir. Sayın efendiler, genellikle ekonomimizde verimli bir gelişme görülmektedir. Milli bankalarımızla, ticaret ve sanayi şirketlerinin sayı ve sermayelerinin sürekli olarak artmakta olması, halkımızın ekonomik hareketlerine ve izlenimlerine kanıt sayılabilir. Kabotajın, bu yıl içinde yalnız ve bütünüyle Türk sancağına dönmesi fiilen gerçekleşmiştir. Bu olayı övünerek anmak isterim. (Alkışlar) Bu olay, yüzyıllar süren engellere karşı, ancak milli yönetimin sağlayabildiği başarılardandır. (Alkışlar) Demir sanayii kurmak ve demir madenleri işletmek için uzmanların çeşitli alanlardaki incelemeleri olumlu sonuçlar vermiştir. Ereğli kömür bölgesi doğusunda yeniden uygun nitelikli zengin kömür damarları ortaya çıkarılmıştır. Kömür üretimi bu yıl şimdiye kadar üretilen miktarın üstündedir. Bununla birlikte, bu sonuç bizim amaçladığımız ve kaynaklarımızın sağlayabileceği miktardan henüz çok uzaktır. Üretimi artırmak için sürekli olarak yeni önlemler alınmaktadır.


Bu amaçla, yeni maden kanunu tasarısı yüce Meclise sunulmak üzere hazırlanmış bulunmaktadır. Vatanda büyük fabrikaların kurulması için genel ve övgüye değer çabalar görülmektedir. Bu sosyal dönemde yeni sanayii özendirme kanunu ve yeni iş kanunu yüce Meclise sunulacaktır. Bir de Büyük Ekonomik Meclis kurulması için bir kanun tasarısı hazırlanmaktadır. Sayın efendiler, tarım alanında da bakanlık, şartlar ve elde bulunan araçlarla çok fazla çaba ve faaliyet göstermiştir. Tohumların hastalıklardan arınması ve tohumların ayıklanması, ağaçlara ve hayvanlara gelen küçük böcekler ve hastalığın yok edilmesi için aldığı geniş ve etkili önlemler sevindirici sonuçlar vermektedir. Ancak, ülkemizin bir tarım ülkesi olduğu ve genişliği göz önüne alınırsa, bizim başlıca, güç ve gelir dayanağımızın toprak olduğu ortaya çıkar. Cesaretle söylemeliyiz ki, ülkemizin tarımsal alanda layık olduğu gelişmeyi sağlayacak bilimsel ve pratik güce ve bilgiye sahip yetkili uzmanlarımız azdır. Bu nedenle, tarımsal kuruluşumuzu, tarım okullarımızı, tarımsal çalışmalarımızı bilimsel kurallar içinde özünden düzenleyecek önlemlerin gerçek uzmanlar yardımıyla alınmasında karamsarlığa gerek olmadığı düşüncesindeyim. (Bravo sesleri, Sürekli alkışlar) Sayın efendiler, halkın yaşamı ve sağlığı konusunda üç yıldan beri belirgin bir program içinde ve bütçemizin elverdiği oranda sürdürülen çalışmalar sürdürülmektedir. Ülkemizin çeşitli bölgelerinde sıtma ve diğer hastalıklarla savaş kurumları genişletilmiş ve geliştirilmiştir. Sağlık çalışmalarından aldığım sonuçlar olumlu ve sevindiricidir. Sağlık ve sosyal işlerin çeşitli bölümleri ile ilgili ve meclisin gündeminde bulunan kanun tasarılarının kabulü, sağlık ve sosyal kuruluşumuzda yeni gelişmeleri sağlayacaktır. Efendiler, Sağlık savaşı tarihinde ve ülkenin sosyal yardım tarihinde özel bir yer kazanmış olan Türkiye Kızılay Cemiyetinin bu yıl içinde yerleri değiştirilen vatandaşların sağlık, giyim ve yerleştirme işleri ile, ülkenin sosyal ve doğal afetleri sırasında yaptığı değerli yardımları övgüyle anmak isterim. (Alkışlar) Kızılay'ın üye sayısının, ülkemizin sosyal durumu ile uygun bir düzeye ulaşmasını ve bütün ülkede bu oranın sağlanmasını dilerim. Sayın efendiler, demiryolu yapımı önemle sürdürülmekte ve gelişmektedir. Şimdiye kadar yapımına giriştiğimiz hatlar dışında diğer hatların da inşasına başlamak gereğini duyuyoruz. Ülke için önemli olan bu ihtiyacın giderilmesi için hükümetçe ve yüce Meclisçe yeniden önlemler alınması gereğine inanıyorum. Bütçede demiryolu yapımı ile araç gereçlerin alımı için ödenek artırılması ve özel kurumlarla anlaşma imkanlarının araştırılması bu önlemler arasındadır. Hükümet yapımlarından sonra bu yıl içinde Samsun, Çarşamba hattının işletmeye açılmış olduğunu sevinerek söyleyebilirim. Efendiler, Her şeyden önce yetenekli ilkokul öğretmenlerinin ivedi olarak yetiştirilmesi için sayısı az fakat araçları ve öğretim kurulu çok yeterli olan büyük kuruluşlar kurmak ve bu kuruluşlarda yeter sayıda öğretmen yetiştirmek konusunda, Büyük Meclisin almış olduğu kararın uygulanması önemle sürdürülmektedir. Ortaokullarımızda öğretim ve eğitimde ciddiyet, düzen ve disipline uyma konularında memnuniyet verici bir değişim gözlenmiştir. Ülkede öğretim ve eğitim temsilcilerini bilimsel ve bağımsız bir merkezden yönlendirmek ve yöneltmek amacı ile düşünülen Talim ve Terbiye Dairesi kurulmuş ve genel olarak öğretim programları ve kitapları üzerinde önemli kararlar alınmıştır. Bu yıl kurulan ve uygulamaya konulan eğitim müdürlükleri kuruluşunun pek yararlı olacağını ümit etmekteyim.


Bütün eğitim kuruluşlarında uzmanlardan yararlanmak konusundaki uygulamaya gelecek yıllarda da geniş bir biçimde yer verilmesinde yarar vardır. (Alkışlar) Genel Eğitim Kanunu tasarısı bu yıl yüce Meclise sunulacaktır. Sayın üyeler, dış politikamız öteden beri özlediğimiz barış ve dostluk yolunda olumlu sonuçlarla gelişmektedir. (Alkışlar) Rusya ile ilişkilerimiz kabulünüze sunulan güvenlik ve tarafsızlık antlaşması ile tespit edilen temellere göre iyi ve samimi şekilde yürümektedir. Sınır belirlenmesi alışıldığı gibi, olumlu bir hava içinde sonuçlandı. Yerleşme ve ticaret antlaşmalarının görüşmeleri çok ilerledi. İran'la var olan yakın ilişkilerimiz kabulünüze sunulan antlaşma ile aydınlanmış ve belirlenmiştir. Bu antlaşma dolayısıyla bu komşu ülkede gördüğümüz rahat yaşam ve gelişmelerin ve İran yönetim birliğinin güçlü ve sağlam temeller üzerinde kurulması için İran vatanseverlerinin harcadıkları çabaların sonuçlarını memnuniyetle gözlemekteyiz. (Alkışlar) Afganistan ile ilişkilerimiz, bildiğiniz gibi, samimi bir şekilde sürmektedir. Suriye ve Irak ile sınır çizme çalışmaları başlamak üzeredir. Antlaşma, bu sınırlar üzerinde tarafların özellikle güvenlik ve iyi komşuluk ilişkilerini sağlayacak bir biçimde yapılmıştır. Ümit ediyorum ki bu amaçların gerçekleşmesi ve antlaşmanın dayanağı olan karşılıklı iyi niyet, uygulamada da kendini gösterecektir. Bu durumun Fransa ve İngiltere ile olan ilişkilerimizi de olumlu yönde etkilemesi doğal olacaktır. Görüyoruz ki doğu komşularımızla ilişkilerimizde izlediğimiz ve arzuladığımız davranış biçimi, her türlü gizli saklı işlerden arınmış olarak birbirlerine karşı güven, huzur ve dostluk içinde gelişen açık ve samimi bir yönde ilerlemektedir. (Sürekli alkışlar) Yunanistan ile aramızdaki askıya alınmış sorunların sonuca bağlanması için elimizden gelen her türlü kolaylığı gösterdik. Bu konuda açılan görüşmeler ilerlemiştir. Yaklaşan sonucun, bu dönemde yüce kurulunuza arz olunacağını ümit ederim. Bulgaristan'la yapılan ve kabul ettiğiniz barış antlaşması ve yerleşmesi sözleşmesi yürürlüğe girdi. Bir ticaret anlaşması görüşmelerini yapmaktayız. (Sırp - Hırvat - Sloven), Romanya ve Arnavutluk ile ilişkilerimiz normal ve dostçadır. (Sırp - Hırvat - Sloven) ile bir ticaret antlaşması görüşmelerini yürütüyoruz. Balkan komşularımızla iyi ilişkilerimizden söz ederken, şunu da eklemek isterim ki, biz Balkanlarda ki huzur ve barış ile çok yakından ilgiliyiz. (Bravo sesleri) Batı ve Uzak Doğu devletleriyle var olan dostça ilişkilerimiz de imzalamış olduğumuz antlaşmaların kabul ettiği temeller içinde iyi niyetle yürümekteyiz. İtalya ile suçluların kendi ülkelerine gönderilmesi ve adli dayanışma antlaşması imzalanmıştır. Fransa ile suçluların kendi ülkelerine gönderilmesi ve adli dayanışma antlaşması imzalanmıştır. Fransa ve İtalya ile konsolosluk anlaşmasının görüşmeleri ilerlemektedir. Almanya ile ticaret antlaşması ve ikamet sözleşmesi bitmiş bulunmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri ile geçici bir ticaret anlaşması imzaladık. Hükümetimizce imza edilmiş olan antlaşmaların, bu yasama yılında yüce Meclisin kabulüne sunulacağını ümit ederim. Güney Amerika devletlerinden Arjantin ile imza edilen dostluk antlaşması yüce Meclise arz olunacaktır. Sayın efendiler, biz uluslararası ilişkilerde karşılıklı güven veren ve bu güvene uymayı amaçlayan, açık ve buna sahip çıkan politikanın en sıcak taraftarıyız. Düşüncemiz, bu konuda


oluşan düzenleme ve önerilere karşı, bunların bizim için de fiili ve gerçek bir güven sağlayıp sağlayamayacağı konusudur. (Bravo sesleri) Sayın efendiler, kara deniz ve hava kuvvetlerinin yücelmesi için harcanan çabaların verimli sonuçlar vermekte olduğundan emin olabilirsiniz. (Alkışlar) Çalışmalarını yakından izlemekte olduğumuz Cumhuriyet Silahlı Kuvvetlerinin maddi ve manevi alanlardaki güç ve değerinin, vatanın korunmasını ve ulusun güvenliğini üstlenecek yüce bir durumda olduğunu kesin olarak söyleyebilirim. (Şiddetli alkışlar) Efendiler, Sağlık savaşı tarihinde ve ülkenin sosyal yardım tarihinde özel bir yer kazanmış olan Türkiye Kızılay Cemiyetinin bu yıl içinde yerleri değiştirilen vatandaşların sağlık, giyim ve yerleştirme işleri ile, ülkenin sosyal ve doğal afetleri sırasında yaptığı değerli yardımları övgüyle anmak isterim. (Alkışlar) Kızılay'ın üye sayısının, ülkemizin sosyal durumu ile uygun bir düzeye ulaşmasını ve bütün ülkede bu oranın sağlanmasını dilerim. Sayın efendiler, demiryolu yapımı önemle sürdürülmekte ve gelişmektedir. Şimdiye kadar yapımına giriştiğimiz hatlar dışında diğer hatların da inşasına başlamak gereğini duyuyoruz. Ülke için önemli olan bu ihtiyacın giderilmesi için hükümetçe ve yüce Meclisçe yeniden önlemler alınması gereğine inanıyorum. Bütçede demiryolu yapımı ile araç gereçlerin alımı için ödenek artırılması ve özel kurumlarla anlaşma imkanlarının araştırılması bu önlemler arasındadır. Hükümet yapımlarından sonra bu yıl içinde Samsun, Çarşamba hattının işletmeye açılmış olduğunu sevinerek söyleyebilirim. Efendiler, Her şeyden önce yetenekli ilkokul öğretmenlerinin ivedi olarak yetiştirilmesi için sayısı az fakat araçları ve öğretim kurulu çok yeterli olan büyük kuruluşlar kurmak ve bu kuruluşlarda yeter sayıda öğretmen yetiştirmek konusunda, Büyük Meclisin almış olduğu kararın uygulanması önemle sürdürülmektedir. Ortaokullarımızda öğretim ve eğitimde ciddiyet, düzen ve disipline uyma konularında memnuniyet verici bir değişim gözlenmiştir. Ülkede öğretim ve eğitim temsilcilerini bilimsel ve bağımsız bir merkezden yönlendirmek ve yöneltmek amacı ile düşünülen Talim ve Terbiye Dairesi kurulmuş ve genel olarak öğretim programları ve kitapları üzerinde önemli kararlar alınmıştır. Bu yıl kurulan ve uygulamaya konulan eğitim müdürlükleri kuruluşunun pek yararlı olacağını ümit etmekteyim. Bütün eğitim kuruluşlarında uzmanlardan yararlanmak konusundaki uygulamaya gelecek yıllarda da geniş bir biçimde yer verilmesinde yarar vardır. (Alkışlar) Genel Eğitim Kanunu tasarısı bu yıl yüce Meclise sunulacaktır. Sayın üyeler, dış politikamız öteden beri özlediğimiz barış ve dostluk yolunda olumlu sonuçlarla gelişmektedir. (Alkışlar) Rusya ile ilişkilerimiz kabulünüze sunulan güvenlik ve tarafsızlık antlaşması ile tespit edilen temellere göre iyi ve samimi şekilde yürümektedir. Sınır belirlenmesi alışıldığı gibi, olumlu bir hava içinde sonuçlandı. Yerleşme ve ticaret antlaşmalarının görüşmeleri çok ilerledi. İran'la var olan yakın ilişkilerimiz kabulünüze sunulan antlaşma ile aydınlanmış ve belirlenmiştir.


Bu antlaşma dolayısıyla bu komşu ülkede gördüğümüz rahat yaşam ve gelişmelerin ve İran yönetim birliğinin güçlü ve sağlam temeller üzerinde kurulması için İran vatanseverlerinin harcadıkları çabaların sonuçlarını memnuniyetle gözlemekteyiz. (Alkışlar) Afganistan ile ilişkilerimiz, bildiğiniz gibi, samimi bir şekilde sürmektedir. Suriye ve Irak ile sınır çizme çalışmaları başlamak üzeredir. Antlaşma, bu sınırlar üzerinde tarafların özellikle güvenlik ve iyi komşuluk ilişkilerini sağlayacak bir biçimde yapılmıştır. Ümit ediyorum ki bu amaçların gerçekleşmesi ve antlaşmanın dayanağı olan karşılıklı iyi niyet, uygulamada da kendini gösterecektir. Bu durumun Fransa ve İngiltere ile olan ilişkilerimizi de olumlu yönde etkilemesi doğal olacaktır. Görüyoruz ki doğu komşularımızla ilişkilerimizde izlediğimiz ve arzuladığımız davranış biçimi, her türlü gizli saklı işlerden arınmış olarak birbirlerine karşı güven, huzur ve dostluk içinde gelişen açık ve samimi bir yönde ilerlemektedir. (Sürekli alkışlar) Yunanistan ile aramızdaki askıya alınmış sorunların sonuca bağlanması için elimizden gelen her türlü kolaylığı gösterdik. Bu konuda açılan görüşmeler ilerlemiştir. Yaklaşan sonucun, bu dönemde yüce kurulunuza arz olunacağını ümit ederim. Bulgaristan'la yapılan ve kabul ettiğiniz barış antlaşması ve yerleşmesi sözleşmesi yürürlüğe girdi. Bir ticaret anlaşması görüşmelerini yapmaktayız. (Sırp - Hırvat - Sloven), Romanya ve Arnavutluk ile ilişkilerimiz normal ve dostçadır. (Sırp - Hırvat - Sloven) ile bir ticaret antlaşması görüşmelerini yürütüyoruz. Balkan komşularımızla iyi ilişkilerimizden söz ederken, şunu da eklemek isterim ki, biz Balkanlarda ki huzur ve barış ile çok yakından ilgiliyiz. (Bravo sesleri) Batı ve Uzak Doğu devletleriyle var olan dostça ilişkilerimiz de imzalamış olduğumuz antlaşmaların kabul ettiği temeller içinde iyi niyetle yürümekteyiz. İtalya ile suçluların kendi ülkelerine gönderilmesi ve adli dayanışma antlaşması imzalanmıştır. Fransa ile suçluların kendi ülkelerine gönderilmesi ve adli dayanışma antlaşması imzalanmıştır. Fransa ve İtalya ile konsolosluk anlaşmasının görüşmeleri ilerlemektedir. Almanya ile ticaret antlaşması ve ikamet sözleşmesi bitmiş bulunmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri ile geçici bir ticaret anlaşması imzaladık. Hükümetimizce imza edilmiş olan antlaşmaların, bu yasama yılında yüce Meclisin kabulüne sunulacağını ümit ederim. Güney Amerika devletlerinden Arjantin ile imza edilen dostluk antlaşması yüce Meclise arz olunacaktır. Sayın efendiler, biz uluslararası ilişkilerde karşılıklı güven veren ve bu güvene uymayı amaçlayan, açık ve buna sahip çıkan politikanın en sıcak taraftarıyız. Düşüncemiz, bu konuda oluşan düzenleme ve önerilere karşı, bunların bizim için de fiili ve gerçek bir güven sağlayıp sağlayamayacağı konusudur. (Bravo sesleri) Sayın efendiler, kara deniz ve hava kuvvetlerinin yücelmesi için harcanan çabaların verimli sonuçlar vermekte olduğundan emin olabilirsiniz. (Alkışlar) Çalışmalarını yakından izlemekte olduğumuz Cumhuriyet Silahlı Kuvvetlerinin maddi ve manevi alanlardaki güç ve değerinin, vatanın korunmasını ve ulusun güvenliğini üstlenecek yüce bir durumda olduğunu kesin olarak söyleyebilirim. (Şiddetli alkışlar) Efendiler, Sağlık savaşı tarihinde ve ülkenin sosyal yardım tarihinde özel bir yer kazanmış olan Türkiye Kızılay Cemiyetinin bu yıl içinde yerleri değiştirilen vatandaşların sağlık, giyim ve yerleştirme işleri ile, ülkenin sosyal ve doğal afetleri sırasında yaptığı değerli yardımları övgüyle anmak isterim. (Alkışlar)


Kızılay'ın üye sayısının, ülkemizin sosyal durumu ile uygun bir düzeye ulaşmasını ve bütün ülkede bu oranın sağlanmasını dilerim. Sayın efendiler, demiryolu yapımı önemle sürdürülmekte ve gelişmektedir. Şimdiye kadar yapımına giriştiğimiz hatlar dışında diğer hatların da inşasına başlamak gereğini duyuyoruz. Ülke için önemli olan bu ihtiyacın giderilmesi için hükümetçe ve yüce Meclisçe yeniden önlemler alınması gereğine inanıyorum. Bütçede demiryolu yapımı ile araç gereçlerin alımı için ödenek artırılması ve özel kurumlarla anlaşma imkanlarının araştırılması bu önlemler arasındadır. Hükümet yapımlarından sonra bu yıl içinde Samsun, Çarşamba hattının işletmeye açılmış olduğunu sevinerek söyleyebilirim. Efendiler, Her şeyden önce yetenekli ilkokul öğretmenlerinin ivedi olarak yetiştirilmesi için sayısı az fakat araçları ve öğretim kurulu çok yeterli olan büyük kuruluşlar kurmak ve bu kuruluşlarda yeter sayıda öğretmen yetiştirmek konusunda, Büyük Meclisin almış olduğu kararın uygulanması önemle sürdürülmektedir. Ortaokullarımızda öğretim ve eğitimde ciddiyet, düzen ve disipline uyma konularında memnuniyet verici bir değişim gözlenmiştir. Ülkede öğretim ve eğitim temsilcilerini bilimsel ve bağımsız bir merkezden yönlendirmek ve yöneltmek amacı ile düşünülen Talim ve Terbiye Dairesi kurulmuş ve genel olarak öğretim programları ve kitapları üzerinde önemli kararlar alınmıştır. Bu yıl kurulan ve uygulamaya konulan eğitim müdürlükleri kuruluşunun pek yararlı olacağını ümit etmekteyim. Bütün eğitim kuruluşlarında uzmanlardan yararlanmak konusundaki uygulamaya gelecek yıllarda da geniş bir biçimde yer verilmesinde yarar vardır. (Alkışlar) Genel Eğitim Kanunu tasarısı bu yıl yüce Meclise sunulacaktır. Sayın üyeler, dış politikamız öteden beri özlediğimiz barış ve dostluk yolunda olumlu sonuçlarla gelişmektedir. (Alkışlar) Rusya ile ilişkilerimiz kabulünüze sunulan güvenlik ve tarafsızlık antlaşması ile tespit edilen temellere göre iyi ve samimi şekilde yürümektedir. Sınır belirlenmesi alışıldığı gibi, olumlu bir hava içinde sonuçlandı. Yerleşme ve ticaret antlaşmalarının görüşmeleri çok ilerledi. İran'la var olan yakın ilişkilerimiz kabulünüze sunulan antlaşma ile aydınlanmış ve belirlenmiştir. Bu antlaşma dolayısıyla bu komşu ülkede gördüğümüz rahat yaşam ve gelişmelerin ve İran yönetim birliğinin güçlü ve sağlam temeller üzerinde kurulması için İran vatanseverlerinin harcadıkları çabaların sonuçlarını memnuniyetle gözlemekteyiz. (Alkışlar) Afganistan ile ilişkilerimiz, bildiğiniz gibi, samimi bir şekilde sürmektedir. Suriye ve Irak ile sınır çizme çalışmaları başlamak üzeredir. Antlaşma, bu sınırlar üzerinde tarafların özellikle güvenlik ve iyi komşuluk ilişkilerini sağlayacak bir biçimde yapılmıştır. Ümit ediyorum ki bu amaçların gerçekleşmesi ve antlaşmanın dayanağı olan karşılıklı iyi niyet, uygulamada da kendini gösterecektir. Bu durumun Fransa ve İngiltere ile olan ilişkilerimizi de olumlu yönde etkilemesi doğal olacaktır. Görüyoruz ki doğu komşularımızla ilişkilerimizde izlediğimiz ve arzuladığımız davranış biçimi, her türlü gizli saklı işlerden arınmış olarak birbirlerine karşı güven, huzur ve dostluk içinde gelişen açık ve samimi bir yönde ilerlemektedir. (Sürekli alkışlar) Yunanistan ile aramızdaki askıya alınmış sorunların sonuca bağlanması için elimizden gelen her türlü kolaylığı gösterdik. Bu konuda açılan görüşmeler ilerlemiştir. Yaklaşan sonucun, bu dönemde yüce kurulunuza arz olunacağını ümit ederim.


Bulgaristan'la yapılan ve kabul ettiğiniz barış antlaşması ve yerleşmesi sözleşmesi yürürlüğe girdi. Bir ticaret anlaşması görüşmelerini yapmaktayız. (Sırp - Hırvat - Sloven), Romanya ve Arnavutluk ile ilişkilerimiz normal ve dostçadır. (Sırp - Hırvat - Sloven) ile bir ticaret antlaşması görüşmelerini yürütüyoruz. Balkan komşularımızla iyi ilişkilerimizden söz ederken, şunu da eklemek isterim ki, biz Balkanlarda ki huzur ve barış ile çok yakından ilgiliyiz. (Bravo sesleri) Batı ve Uzak Doğu devletleriyle var olan dostça ilişkilerimiz de imzalamış olduğumuz antlaşmaların kabul ettiği temeller içinde iyi niyetle yürümekteyiz. İtalya ile suçluların kendi ülkelerine gönderilmesi ve adli dayanışma antlaşması imzalanmıştır. Fransa ile suçluların kendi ülkelerine gönderilmesi ve adli dayanışma antlaşması imzalanmıştır. Fransa ve İtalya ile konsolosluk anlaşmasının görüşmeleri ilerlemektedir. Almanya ile ticaret antlaşması ve ikamet sözleşmesi bitmiş bulunmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri ile geçici bir ticaret anlaşması imzaladık. Hükümetimizce imza edilmiş olan antlaşmaların, bu yasama yılında yüce Meclisin kabulüne sunulacağını ümit ederim. Güney Amerika devletlerinden Arjantin ile imza edilen dostluk antlaşması yüce Meclise arz olunacaktır. Sayın efendiler, biz uluslararası ilişkilerde karşılıklı güven veren ve bu güvene uymayı amaçlayan, açık ve buna sahip çıkan politikanın en sıcak taraftarıyız. Düşüncemiz, bu konuda oluşan düzenleme ve önerilere karşı, bunların bizim için de fiili ve gerçek bir güven sağlayıp sağlayamayacağı konusudur. (Bravo sesleri) Sayın efendiler, kara deniz ve hava kuvvetlerinin yücelmesi için harcanan çabaların verimli sonuçlar vermekte olduğundan emin olabilirsiniz. (Alkışlar) Çalışmalarını yakından izlemekte olduğumuz Cumhuriyet Silahlı Kuvvetlerinin maddi ve manevi alanlardaki güç ve değerinin, vatanın korunmasını ve ulusun güvenliğini üstlenecek yüce bir durumda olduğunu kesin olarak söyleyebilirim. (Şiddetli alkışlar) III. DÖNEM 1 Kasım 1927 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin Sayın Üyeleri, Türkiye Cumhurbaşkanlığına ikinci kez seçilmekle övünüyorum. Büyük bir ulusun erdemini, yönünü ve uygun niteliklerini belirleyen Cumhurbaşkanlığının, benden ne kadar ağır ve ciddi görevler beklediğini bütün yüreğim ve vicdanımla kavrıyor ve anlıyorum. Büyük milletimizin, geçen yıllardaki gösterişsiz fakat ulus yararına olan çalışmalarımızı yiğit ve onurlu bir biçimde övgüye değer bulan ve cesaret verici bir anlam taşıyan bu yeni güvenini devlet ve ulusuma pek çok yararlı görevler yaparak ödemeye çalışacağım. (Alkışlar) Her şeyden önce, büyük Türk Milletine borçlu olduğum sonsuz şükranlarımı, onun büyük meclisine hitap ederken söylediğim minnet ve şükran sözleri ile belirtmeyi ve özetlemeyi kutsal bir görev sayarım. Sayın üyeler, İkinci kez Cumhurbaşkanlığı dönemine erişmekten duyduğum onur, özellikle Cumhuriyetin mutluluğa ve yükselmeye aday yeni bir döneme erişmesinden kaynaklanmaktadır. Bağımsızlık, milliyetçilik ve başarı temellerinden doğan ve gelişen Cumhuriyet, dört yıl içinde kararlı reformları ve gelişmesi ile ne kadar sağlam kurallara dayandığını ve aziz Türk Milletinin nasıl candan aradığı bir devlet biçimi olduğunu ğösterdi ve kanıtladı. (Alkışlar)


Her kuralı değiştirmede kararsız zihinlerde oluşabilecek kuşkular geçen yılların ürünleriyle büsbütün ortadan kalkmış ve Türk Milleti böylece içte ve dışta güçlü ve yerleşmiş bir devlete sahip olmuştur. Cumhuriyetin yeni dönemine bu şartlar altında kavuşmuş olmamız duygularımızı ve vicdanımızı kıvanç ve güvenle doldurmaktadır. Sevgili arkadaşlarım, Cumhuriyetin iç ve dış politikası, gelecekte de saygınlık, kuvvet ve doğruluk ile ve Türk Milletinin bütün güçlerini onun zenginliği, mutluluğu ve gelişmesine yöneltmesi ve bu konulara yoğun ilgi göstermesi ile belirlenecektir. (Alkışlar, bravo sesleri) Cumhuriyetin varlığına ve yönetimine ve ulusun yararına karşı olabilecek içte ve dışta herhangi bir kötü niyete karşı, her an korumaya hazır bulunmak, dışta dostluklara ve barışçı çalışmalara yardımcı ve vefakar olmak ve içte vatandaşların güvenlik içinde çalışması ve gelişmesini sağlamak yeni çalışma döneminde de gerçekleştirmeye çalışacağımız temel amaç olacaktır. (Alkışlar) Bu amaç için, Büyük Millet Meclisinin kendisini bekleyen yeni görevleri gerçekleştirmek için ne derece geniş yetkilere sahip olduğunu da belirtmek isterim. Sayın üyeler, Büyük Millet Meclisi, Türk Milletinin yüzyıllar süren arayışının bir özeti ve onun kendi kendisini yönetme bilincinin canlı bir örneğidir. (Alkışlar) Türk ulusu, yazgısını Büyük Millet Meclisinin olgun ve vatansever eline sunduğu günden başlayarak karanlıkları sıyırıp kaldırmış ve ümitleri boğan acılardan, ulusların gözlerini kamaştıran güneşler ve zaferler çıkarmıştır. (Alkışlar) Üçüncü Dönem Büyük Millet Meclisinin birinci yasama yılının, yardım ve çabalarınızla, Türk Milletine yaraşan ve uygun olan çalışmaların yüksek bir aşamasını daha gerçekleştireceğine sarsılmaz güvenimiz vardır. Geleceğe yönelik bakışlarınız güven dolu olarak, Büyük Millet Meclisinin saygıdeğer üyelerini selamlar ve naçiz bir ferdi olmakla gurur duyduğum büyük Türk Milletine mutluluklar ve ona hepimiz için seçkin ve beğeni taşıyan hizmetler dilerim. (Şiddetli alkışlar) 1 Kasım 1928 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin Saygıdeğer Üyeleri, Büyük Millet Meclisinin üçüncü dönem ikinci yasama yılını açıyorum. Şu anda yeni bir çalışma isteği ile dolu olan ulusumuzun, çaba ve gücüne dayanarak ona güveniyoruz. Aziz arkadaşlarımı bu canlı duygularla selamlamaktan onur ve huzur duyuyorum. (Şiddetli alkışlar) Geçen yıl, ülkenin iç işlerinde güven ve huzur yönünden yeni bir gelişme dönemi yaşanmıştır. Genelde, vatandaşların normal yaşamlarını inciterek herhangi bir politik veya idari aksama olmamıştır. Tam tersine doğal aksamaların bazı bölgelerimizdeki zararlı etkileri, vatandaşlarımızın tutumunun binbirini anlayan, birbirine destek olan sosyal dayanışması ile önemli biçimde hafifletilebilmiştir. İzmir bölgesindeki ve son günlerde Kalecik'teki depremlerde bu soylu gösteriye tanık olduk. İlk günlerin verdiği korku kadar önemli olmadığını sevinerek anladığımız Torbalı depreminin yol açtığı hasarı, vatandaşlar cesaretle ve ivedi olarak giderebilecek bir güç göstermişlerdir. Kalecik hasarının da etkileri ivedi olarak ortadan kaldırılmıştır. Bazı illerimizde bu yıl uzun süredir devam eden kuraklıktan çok acı çektik ve üzüldük. Bir yandan ülkenin genel üretimindeki dengeleme, diğer yandan kurak bölgelerde yoğunlaştırılan önlemler ve yardımlar, darlığın etkilerini gereği gibi hafifletmiştir. Kızılay'ın gerek deprem gerek kurak bölgelere yardıma koşma konusunda gösterdiği çabalar ve gerçekleştirdiği hizmetleri, huzurunuzda, ulusumuzun önünde teşekkürle anmak isterim. (Sürekli alkışlar)


Geçen yıl içinde sayıları bir kat artmış olan Kızılay üyesi vatandaşların, afet ve ihtiyaç duyulacak günler için nasıl iyi bir yardım hazinesi hazırladıkları bir kez daha kanıtlandı. Bunun gibi Çocuk Esirgeme Kurumunun gelişmesi için de genel ilgiyi çekmek isterim. Doğu illerimizin bir kısmında kurulan genel müfettişlik, yerinde ve yararlı olmuştur. Cumhuriyet kanunlarının güvenle sığınılacak tek yer olduğunun anlaşılması bölgede huzur, gelişme için önemli bir başlangıç olmuştur. Yeni çalışma dönemimizde gerek bu bölgede gerek ülkenin diğer bölgelerinde toprağı olmayan çiftçilere toprak sağlamak sorunu üzerinde önemle duracağınıza inanıyorum. (Alkışlar) Hükümetin şimdiye kadar bu yolda süren çalışmalarına yeni önlemlerinizle daha çok açıklık getirerek başarılı olmanızı dilerim. Geçen yıl yeni esaslara göre kurduğunuz yeni bucak kuruluşları genel yönetimde yararlarını hemen göstermiştir. Bütün ülkemizi yeni, tam kuruluşlu bucaklarla kaplamak amacına bu yıl içinde mümnkün olduğu kadar yaklaşmak gereklidir. Anavatana kavuşarak değiştirilen ailelerin yerine yerleştirilen vatandaşların, yerleştirilmeleri ve mülk edinmeleri ile ilgili işlemlerinin artık sonuçlandırılmasında, çalışmaların artırılması ve çabuklaştırılması için hükümetçe önlemler alınması gereklidir. Belediye işlerimizin yönetimini düzene koyacak kanun tasarısı bu yıl sunulmuş olacaktır. Devletimizin başşehri olan Ankara'nın imarı için kabul buyurduğunuz kanunun gerektirdiği hazırlıklarla uğraşılacaktır. Sayın efendiler, Adliyemizin işleyişi sürekli olarak bir gelişim göstermektedir. Modern ve medeni kanunlar, vatandaşların gereksinimine yeterli mahkemeler ile birlikte, özellikle bilgili hakimler temeline dayanan adalet düşüncemiz ve kuruluşlarımızın geçen yılı övünçle anılabilir. (Alkışlar) Bu dönemde de aynı hedeflere doğru yeniden gelişmeler sağlanacağını kuvvetle ummaktayım. Ceza Muhakemeleri Usulü, Deniz Ticareti, İcra İflas kanun tasarıları bu dönemde size sunulacaktır. Öksüzlerin haklarını korumak için koyduğunuz önlemlerin bu günkü verimi cidden sevindirecek bir sonuçtur. Eski adliye, eski düşünce ve eski usullerden üç yıl önce ancak üç yüz sekiz bin lira devralmış olan Cumhuriyet, bu gün Emlak ve Eytam (Öksüzler.) Bankasına altı milyon iki yüz yirmi bin küsur lira teslim etmiş bulunuyor. (Alkışlar) Efendiler, Dış politikamızda dürüstlük, ülkemizin güvenliği ve gelişmesinin korunmasına önem verilmesi prensibi, davranışlarımıza rehber olmaktadır. (Alkışlar) Önemli reform ve gelişmeler içinde bulunan bir ülkenin, hem kendisinde hem çevresinde barış ve huzuru gerçek olarak arzu etmesinden daha kolay açıklanabilecek bir konu olamaz. Bu samimi arzudan esinlenmiş olan dış politikamızda, ülkenin korunması, güveninin sağlanması, vatandaşların haklarının herhangi bir saldırıya karşı bizim tarafımızdan savunulması konuları, özellikle göz önünde tuttuğumuz noktalardır. (Bravo sesleri, şiddetli alkışlar) Kara, deniz ve hava kuvvetlerimizi bu ülkede barış ve güvenliği koruyabilecek bir durumda bulundurmaya bu nedenle çok önem veriyoruz. (Alkışlar) Cumhuriyet hükümeti, uluslararasında güvenlik anlaşmalarının imzalanması için özel bir çaba göstermektedir. Bize önerilen Kelloğ Anlaşmasına katılmak için de aynı içtenlikle uygun görüşümüzü bildirdik. Efendiler, Geçen yıl içinde dostumuz Afganistan'ın kıymetli hükümdarları kral ve kraliçe hazretleri ziyaretleriyle bizi sevindirdiler. Sayın Kral ve Kraliçe, ülkemizin her yönünde gerçek sevgi gösterileriyle karşılanmış ve misafir edilmişlerdir. Türk topluluğu içinde bıraktıkları değerli anıları


her zaman hatırlayacağız. Kral hazretlerinin cesaretli reformları, dostlarının ilgisini çekmekte ve tam başarı sağlayacağı inancını vermektedir. (Alkışlar) Bu yasama döneminizde hükümetin yazın imza ettiği anlaşmalar size sunulacaktır. Bunlar arasında, Afganistan ile eskiden var olan antlaşma hükümlerine daha fazla işlerlik sağlayacak esaslara göre hazırlanan yeni antlaşma ve ekleri de bulunmaktadır. İran ile ilgili dostça ilişkilerimizi geliştireceğine inandığımız protokolleri sevinçle kabul edeceğinize eminim. İtalya ile imzalanan antlaşmanın ise iki ülke arasındaki güven havasım desteklemesi ve iki komşunun, karşılıklı samimiyetlerini göstermeleri yönünden övgüyle karşılanacağına ve kabul edileceğine inanmaktayım. Dostumuz Sovyet hükümeti ile imzalanan yeni anlaşmalar sınır halkımızın ilişkilerini düzenlemektedir. Efendiler, geçmiş dönemden devraldığımız borçlarla ilgili anlaşmayı da hükümet sizlere sunacaktır. Bu anlaşmanın iyi şartlarla gerçekleştirildiğini ve ülke gücünün bu yükü sarsılmadan kaldırabileceğini düşünmek ve savunmak kolay değildir. (Bravo sesleri) Borcu ve kredi kurumlarını tanımak konusundaki milli ve manevi zorunluluk bu anlaşmayı size sunmamıza neden olmuştur. (Bravo sesleri) Askıdaki sorunlarımızın birisi Suriye sınırında bir türlü kurulamayan güvenliğin yerleştirilmesi, diğeri ise yerleri değiştirilmiş ve değiştirilememiş vatandaşların hukukunu sağlayacak düzenlemelerin yapılabilmesidir. Yıllardan beri birçok anlaşmazlıklara neden olmuş ve onaylara sunulmuş olan bu sorunların pratik, gerçek ve kesin çözüme kavuşturulması bizleri içten sevindirecektir. Saydığımız açıklamalar dışında ilişkilerimiz genellikle normaldir. Antlaşmaların, sözleşmelerin ve uluslararası iyi ilişki isteklerinin düzenlediği çerçeve içinde dostluk ve ekonomik ilişkiler gelişmektedir. Efendiler, Maliyemiz için son yıllarda özenerek gereğine inandığımız gerçek bütçe denkliğinin sonuçları ortadadır. Hazinenin bağlantıları ve ödemeleri düzenli bir şekle girmiştir. Kullanma yönünden bütçenin dışında kalan eski yüklerin de bütçe içinde düşünülmüş olması yönündeki eğilimin gelişmesi, dalgalı borçların ödenme şeklinin düzenlenmesi, saptanması bu alanda yeni bir gelişme olacaktır. Dalgalı borçlar tam olarak size sunulduğu zaman Cumhuriyet maliyesinin durumunun ve geleceğinin ne kadar sağlam olduğu iyice anlaşılacaktır. (Bravo sesleri, alkışlar) Cumhuriyet dönemi kağıt parasının değiştirilmesi tamamlanmıştır. Cumhuriyet Merkez Bankasının bu yıl içinde açılmasını uygun görmeniz yüksek ve önemli başarılarınıza gerçekten övünülecek bir katkı olacaktır. (Alkışlar) Efendiler, Ekonomik önlemlerin başında saydığımız ulaşım çalışmaları önümüzdeki yıllarda gözle görülür sonuçlar vermeye adaydır. Demiryollarımızın yeni istasyonları ülkenin çeşitli köşelerinde adaletli dağılım içinde görülmeye başlandı. (Alkışlar) Önümüzdeki yıl içinde Diyarbakır yönünde ve başka yönlerde beş yüz kilometreye yakın yeni demiryolunun açılabileceğini umuyoruz. Sivas'tan Erzurum'a gidecek demiryolu için de uğraşı vermek zamanı gelmiştir. (Bravo sesleri, alkışlar) Bu yıl da yol yapımının iyi sonuçlar verecek bir şekilde düzenlenmesi ve önemli uygulamaya konulması gereklidir. Bu ülkenin yollar için bu gün ayırdığı araçlarla daha çok iş yapılabileceğini ümit ediyoruz. Geniş bir su politikasının uygulanmasına başlanabilmesi gerçekten gereklidir. (Şiddetli alkışlar) Ülkeyi tam anlamı ile yeni bir yaratıcılığa kavuşturacak olan sulama işlerinin büyük ilginizle sağlanacağı kesindir. Tarım ve ormanda yeni önlemlerle gelişmeye yarar sağlamanız yerinde olacaktır. Sağlık uğraşısına gösterdiğiniz ilgi ve ülkede bu yolda elde edilen sonuçlar bu çalışmaların genişletilmesini gerekli kılmaktadır. Bu yıl Genel Hıfzısıhha Kanunu tasarısının Büyük Meclise sunulması kararlaştırılmıştır. Genel olarak tarımda ve ülkenin hayvan varlığında olumsuz etkilere karşı korunma ve karşı gelme, verimli önlemlerin başındadır. Bir yandan korunma, diğer yandan hayvan ve bitki cinslerini iyileştirmek için sonuna kadar uygulayacak önemli önlemler almak üretimin çoğalmasına ve cinslerinin iyileşmesine yardımcı olacaktır. (Alkışlar )


Ülkede sanayie istek ve eğilim artmaktadır. Sanayi ve Maden Bankasının sermayesini artırdığınız zaman sanayiciler daha çok korunmuş olacaktır. Bu sorun üzerinde önemle durulacağına eminim. Sayın üyeler, milli eğitim açısından durumumuz ve bu güne kadar yapılan çalışmaların sonuçları bizi köklü önlemler alabilecek bir duruma getirmiştir. Her yönde doğru hedefleri bulmuş olan milli eğitimimiz özel çabalarınız, ilginiz ve hepimizin titiz çalışmaları ile kısa sürede büyük sonuçlar vermeye adaydır. Milli eğitimde hızla yüksek bir düzeye çıkacak bir ulusun yaşam savaşımında maddi, manevi bütün güçlerinin artacağı kesindir. (AIkışlar) Eğitim çalışmalarımız, ilk öğretimin genel ve zorunlu olmasını, ülkede eğitim birliğinin sağlanmasını, orta öğretimin iyi araçlarla yoğunlaştırılması ve kolaylaştırılmasını, ülkede mesleki öğretimin ilk ve orta derecesinden en yüksek derecesine kadar sağlanmasını, yüksek öğrenim göreceklerin artırılmasını ve bunların bu çağın gereksinmelerine göre yetiştirilmesini hedef almıştır. (Alkışlar) Her yıl bu yönlerde önemli gelişmelerin sağlandığını söyleyebiliriz. Efendiler, Büyük Türk Milletinin, evlatlarının yüksek bir eğitim ve yeterlilik sahibi olması için harcadığı çaba ve emekler az değildir. Özel ve genel yönetimlerden milli eğitime ayrılan ödenekler, çeşitli bakanlıkların orta ve yüksek öğretim için yaptıkları çalışmalar, gücü olan ailelerin, genel ve özel yönetimlerin Avrupa'da eğitim için yaptıkları yardımlar eğer ülkede resmen sorumlu olan yetenekli ilgililerin izlemi ve gözetimi altında toplanırsa, alacağımız sonucun çok daha büyük ve geçireceğimiz gelişme sürecinin çok daha kısa olacağı kesindir. (Alkışlar) Bu çalışmaların hükümetçe ve Büyük Millet Meclisince kendilerine uyan bir önemle incelenerek acele yapılması kaçınılmaz olmuştur. Değerli arkadaşlarım, her şeyden önce her gelişmenin ilk yapı taşı olan soruna değinmek isterim. Her şeyden önce büyük Türk Milletine, onun bütün emeklerini verimsiz duruma sokan zor yolun dışında kolay bir okuma yazma anahtarı vermek gereklidir. (Sürekli alkışlar) Büyük Türk Milleti, bilgisizlikten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan bir araçla kurtulabilir. (Alkışlar) Bu okuma yazma anahtarı ancak Latin aslından alınan Türk alfabesidir. (Alkışlar) Basit bir deney Latin aslına göre hazırlanmış Türk harflerinin, Türk diline ne kadar uygun olduğunu, şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk vatandaşlarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi ortaya çıkarmıştır. (Alkışlar) Büyük Millet Meclisinin kararıyla Türk harflerinin kesinlik kazanması ve kanunlaşması, ülkemizin yükselme çabalarında başlı başına bir geçit olacaktır. (Bravo sesleri, alkışlar) Milletler topluluğuna aydın ve yetişmiş büyük bir ulusun dili olarak girecek olan Türkçe'ye bu yeni canlılığı kazandıracak olan Üçüncü Büyük Millet Meclisinin yalnız ölmez Türk tarihinde değil, bütün insanlık tarihinde seçkin bir yeri olacaktır. (Sürekli alkışlar) Efendiler, Türk harflerinin onaylanması ile hepimize, bu ülkenin vatanını seven bütün yetişkin evlatlarına önemli bir görev düşüyor; bu görev milletimizin hep birden okuyup yazmasını sağlamak için gösterdiği güçlü istek ve aşka katkılarınızla yardımcı olmaktır. Hepimiz, özel ve resmi hayatımızda karşılaştığımız okuyup yazma bilmeyen erkek kadın her vatandaşımıza öğretmek için istek göstermeliyiz. Ulusumuzun yüzyıllar boyunca gerçekleştirilemeyen bu ihtiyacını birkaç yıl içinde tam anlamı ile sağlamak, yakın gelecekte gözlerimizi kamaştıran bir başarı güneşi olacaktır. (Alkışlar) Hiçbir zaferin çizgileri ile karşılaştıramayacağımız bu başarının heyecanı içindeyiz. Vatandaşlarımızı bilgisizlikten kurtaracak yalın öğretmenliğin vicdanımıza verdiği sevk, varlığımızı doyurmaktadır. (Bravo sesleri, sürekli alkışlar) Aziz arkadaşlarım, yüksek ve ölümsüz eserinizle büyük Türk Milleti yeni bir aydınlığa kavuşacaktır. (Bravo sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar) 1 Kasım 1929 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri,


Büyük Millet Meclisinin III. dönem 3. yasama yılını açıyorum. Büyük Millet Meclisinin, her toplantı yılı bizim için yeni bir hayat ve çalışma kaynağıdır. Bu, verimli kaynağın karşısında bulunmaktan duygulanmış olarak sayın arkadaşlarımı sevgi ve saygılarımla selamlarım. (Alkışlar, teşekkür ederiz, sesleri) Geçen yılı ülkemiz huzur ve güvenlik içinde geçirmiştir. Cumhuriyetin iç politikası, vatandaşın yaşamını, hiçbir baskı ve saldırganlığın etkisinde bırakmaksızın sağlayabilmektir. Bu politika dikkatle izlenmektedir. Bu konuda Cumhuriyet jandarma ve polisinin görev ve özverisi yüksek övgümüze değer. Bunu sevinerek belirtirim. Ülkenin fikri ve ekonomik gelişmesi yönünden bir ilerleme alanı olmasına çalışmak idealimizdir. (Alkışlar) Fakat bu gelişme, uygar ve milli olmalıdır, sınırlarımız dışından etki almasını prensiplerimize uygun bulamayız. En yeni yasalarla donatılmış olan adliyemizin doğru karar verme yeteneği ve adaleti uygulama konusunda gösterdiği dikkat, milletin huzur ve düzenini korumaya yeterli güce sahiptir. Geçen yıl ülkenin sağlık işlerinde önemli bir aksaklık görülmemiştir. Sağlıkla ilgili gelişmelerin her türünü elden geldiğince, hızlı ve geniş bir biçimde izlemek, başlıca amaçlardan biri olmalıdır. İçişlerinde, tam kuruluşlu bucak teşkilatı artırılmalıdır. Bunu özellikle önermek isterim. Yeni bucakların açıldığı yerlerdeki vatandaşlar, elde ettikleri kolaylıktan dolayı sevinmektedirler. Diğer yandan bazı illerin özel idare bütçelerindeki ödemelerde düzensizlikler görülmektedir. Bu düzenin tek çaresi özel idare bütçelerinin hayalden uzak, gerçeğe uygun gerçek hesaplara dayandırılmasıdır. (Alkışlar) Hükümetin bu konuyu denetimde bulundurması zorunludur. Meclisinizin en büyük eseri olan Türk harfleri, ülkenin genel yaşamına tam anlamı ile uygulanmıştır. İlk zorluk, ulusun amaca ulaşma isteği ve uygarlığa olan sevgisi nedeniyle kolaylıkla yenilmiştir. Millet okulları normal öğretim dışında kadın ve erkek, yüz binlerce vatandaşın aydınlanmasına hizmet etti. (Alkışlar) Bu okulların daha fazla çaba ve istekle sürdürülmesi gereklidir. Cumhuriyetin kara, deniz ve hava kuvvetleri her konuda değerli takdirinize ve güveninize layıktır. (Şiddetli alkışlar) Bunu tam ve kesin bir inançla söyleyebilirim. (Alkışlar) Milletin sayın vekilleri, Dışişlerinde dürüst ve açık olan politikamız özellikle barış düşüncesine dayanmaktadır. (Alkışlar) Uluslararası herhangi bir sorunumuzu barış yolu ile çözümlemeye çalışmak, bizim yararımıza ve düşüncelerinize uygun bir yoldur. Bu yol dışında bir öneri ile karşılaşmamak için güvenlik prensibine ve onun dayanaklarına çok önem veriyoruz. (Alkışlar) Uluslararası barış havasının korunması için Türkiye Cumhuriyeti, gücü içerisinde herhangi bir görevden geri kalmayacaktır. Sayın arkadaşlarım, Ülke ekonomisi bütün dikkat ve çalışmalarımızı özellikle üzerine çekmektedir. Tarımda, geçen üretim yılında, bazı bölgeler doğal etkenlerden çok miktarda zarar gördü, bununla birlikte durum, önceki yılın darlığına oranla genellikle normale yaklaşmıştır, denilebilir. Zirai enstitülerin bir an önce kurulmasına önem veriyoruz. Bu yıl zirai kooperatif kuruluşlarına başlanmış olması, özellikle sevindirici oluyor. Bu kooperatifleri ülkenin her yönünde genişletmeyi gerekli buluyoruz. Bunun yanı sıra çiftçiye toprak verme işi de, hükümetin sürekli izlemesi gereken bir durumdur. Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar toprak sağlamak, ülkenin üretimini zenginleştirecek başlıca çareler arasındadır. (Alkışlar) Ticaret alanında normal şartların sağlanması ve kuvvetlendirilmesi sürdürülecektir. Bir yıl içinde kurulan Türk şirketlerinin temsil ettikleri sermaye, on beş milyon lirayı geçmekte idi. Bu ve ticaret öğretimi için görülen fazla istek, ticarette uyanışın güçlü bir kanıtıdır. Deniz ticaretini ve özellikle deniz yolları yönetimindeki gelişmeleri sizlere aktarmak benim için büyük bir zevktir. Deniz


yollarını gerek deniz araçları gerek fabrikaları ile kapsamlı bir biçimde kuvvetlendirmek gereklidir. Bu konuyu dikkat ve ilgilerinize arz etmek isterim. Yeni ticaret antlaşmalarının görüşülmesi ve sonuçlandırılması genellikle iyi bir durum göstermektedir. Büyük ticaret ilişkilerimizi düzenleyen antlaşmalardan birçoğu sonuçlandırılmıştır. Bunlar, bu dönemde uğraşılarınıza başlıca konu olacaklardır. Yine bu dönemde ilgileneceğiniz ekonomik kanunların önemi pek çoktur. İş Kanunu, yeni Maden Kanunu, Orman Kanunu bunların başlıcalarıdır. Sayın efendiler, Büyük Millet Meclisinde son konuşmamızdan bu güne kadar geçen bir yıl içinde ülkemize yeniden 445kilometre demiryolu döşenmiştir. (Alkışlar) Bu yıl içinde de yeniden 500 kilometre döşenilmesi kararlaştırılmıştır. (Alkışlar) Erzurum hattı ile ilgili teknik hazırlık işlemleri hızla sürdürülmektedir. Mersin - Adana demiryolu, Devlet Demir Yolları işletmesine katılmıştır. İnanç ve güven veren bu yolun rakamlar ve olaylarla birlikte anlatmak gerekse, yeni açılan demiryollarının ilk yılları için gerekli işletme masraflarını da içeren biçimde genel işletme, kendi kendini yönetmektedir. Yol vergisi gelirinin tam olarak toplanması, bunun önemle izlenmesi gereklidir. Su işlerinin kuruluş etütleri yeni başlamıştır. Ekonomimizin ana önlemlerinden olan, su işleri genel idaresinin teknik yetenek ve gücünün çok sağlam biçimde tespit edilmesi gereklidir. Mühendis ve fen memurlarını hızla daha çok sayıda ve daha yetenekli yetiştirmek için yeni önlemler almak gereklidir. Maliyemiz zor bir yılı başarı ile geçirmektedir. Dış borçların ve Anadolu demiryolu taksitlerinin ödenmesi ve tedavül kanununun uygulanması, mali bünyenin sağlamlığı ve bütçemizin gerçek ve düzenli olması nedeniyle başarılmaktadır. (Alkışlar) Yıllar boyu mali alanda süregelen reform, bu yılki çalışmalarımızda da yeni konular bulacaktır. Ücretli memurların ücretlerinin düzenlenmesi, yeni artırma ve eksiltme yasası bunlar arasındadır. Büyük Meclise sunulması kararlaştırılmış olan askeri ve sivil emekli kanununun önemi üzerinde de özellikle dikkatinizi çekmek isterim. Devlet Bankasının kurulması ile ilgili kanun da Büyük Meclise sunulacaktır. Sayın arkadaşlarım, verimli işlerle geçen çalışma yıllarınızdan biri daha, önemli konularla sizi bekliyor, sizin için büyük başarılar dilerim, sizin başarınız milletin mutluluğudur, esenliğidir. (Şiddetli sürekli alkışlar) 1 Kasım 1930 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri, Yüksek kurulunuzu saygıyla selamlayarak yeni yasama yılınızı açıyorum. Ülkede büyük reformlar ve yararlı çalışmalar ile seçkin bir yeri olan III. Büyük Millet Meclisinin, önümüzdeki son yasama yılını da ulusumuzun birçok ihtiyaçlarını sağlama çalışmaları ile geçireceğine eminim. Sayın efendiler, Geçen yılımız önemli olaylarla doludur. Yıllardan beri dış ülkeler de beslenen karıştırıcı unsurların saldırı amaçları, bu yıl doğu illerimizde vatandaşlarımızın huzurunu bozan olaylara neden oldu. Ayrıntılarını bildiğiniz bu olaylar, vatan düşmanlarının umutlarını sonuçsuz bıraktı. Bu sonuçları, vatandaşların Cumhuriyeti korumada gösterdikleri ilgi ve duyarlılığa ve Cumhuriyet ordusu ile jandarmasının övüneceğimiz yetenek ve cesaretine borçluyuz. (Alkışlar) Bu yüzden şehit olan vatandaş ve askerlerimizi saygı ve minnetle anarım. (Alkışlar) Ordu ve jandarmamızı yönetenlerin en az yükle vatanı dertten kurtaran önlemlerini, özverilerini ve görev başında bulunan mülki memurlarımızın çalışmalarını teşekkürle anıyorum. (Alkışlar)


Geçen olaylar, Cumhuriyetin gücünün sağlamlığını bir kez daha göstermiştir. Bu olaylar, vatandaşların her türlü mutluluk ve huzurunun Cumhuriyet kanunlarında belirlenen milli birlikte saklı bulunduğunu, vatandaşından hiçbir kandırma ve kışkırtmanın etkili olmayacağını da anlatmıştır, ümidindeyim. (Bravo sesleri, alkışlar) Arkadaşlar, bu günlerde İzmir'de yer alan sel afeti bizi çok üzdü. Bu afetin ölüme neden olması üzüntümüzü artırdı. Cumhuriyet hükümeti gereken önlemleri büyük bir özenle almaktadır. Arkadaşlar, geçen yıl içinde karşı durmak zorunda kaldığımız büyük olay da milli para krizidir. Bu krizi karşılamak için alınan önlemlerin olumlu olduğu görülmüştür. En önemli konu da ekonomik görüşe göre ulusun uyanıklığı ve kendi yasama hakkına olan güvenidir. Meclis ve hükümet tarafından alınan önlemler, özellikle bu konuda birleşir. Bu gün, içinde bulunduğumuz durum mali ve ekonomik önlemlerin ve ölçülü davranmanın özenle sürdürülmesini gerektirmektedir. Efendiler, Özellikle tarımla ilgili ülkelerde duyulan dünya çapında bir ekonomik kriz vardır. Bu kriz doğal olarak bizim ülkemizi de etkilemiş ve ağırlığını hissettirmiştir. Bu sıkıntı karşısında eşi görülmemiş çöküntü ve kurak yıllardan sonra, vatanımızın gösterdiği yaşam ve dayanma gücü ancak Türk Milletinin yapısındaki güç ve Büyük Millet Meclisinin önlemlerindeki uygunlukla açıklanabilir. (Bravo sesleri) Yıllardan beri alınan önlemlere önümüzdeki yıl daha geniş oranda ihtiyaç olacaktır. Çok tutumlu bir yönetim şeklinin resmi ve özel bütün işlemlerimize etkinliği olması gerekmektedir. (Alkışlar) Bu nedenle, hükümet bütçeyi önemli tasarruflarla Büyük Meclise sunmuştur. Vergilerde ayrıntılarını bildiğiniz değişiklik ve reform hem ödeyen için kolaylıklar getirmiş olacak, hem de özellikle ekonomik kolaylıklar sağlamış bulunacaktır. İşlemlerle ilgili vergiler üzerindeki düşüncelerimiz bu konuyu sağlayacaktır. Cumhuriyet Merkez Bankasının kurulması ve hisse senetlerinin vatandaşlara sunulması pek yakındır. Ülkemize hem mali, hem ekonomik yönden büyük bir destek olacak bu milli kuruluşa vatandaşların önemli ilgi göstereceklerinden şüphemiz yoktur. Osmanlı borçlarının ülkenin yaşam ve gelişmesini korkutmayan, adil ve pratik bir biçimde ödemeye bağlanması için Cumhuriyet hükümetinin iyi niyetle çalışma göstermesi doğaldır. Ticaret antlaşmalarının görüşmeleri çoğunlukla sonuçlanmıştır. Ticari ilişkilerinin genişlemesi için harcanan çabalar ülkenin ekonomik gelişmesine şüphesiz dayanak olacaktır. Efendiler, Geçen yılın önemli olaylarından biri de Sivas'a trenin ulaşmasıdır. Bu kadar zorluklar içinde vatanımızı daha fazla geliştirmeye ve kuvvetlendirmeye dayanak olacak olan bu eserin gelecek Türk nesilleri tarafından şükranla anılacağına eminim. (Şiddetli alkışlar) Sayın efendiler, Dış politikamızda barış ve iyi ilişkiler amacı, içtenlikle izlenecektir. Uluslararası ilişkiler de dostluklara bağlı ve hiçbir ülkeyi karşısına almayan açık ve dürüst düşünce biçimimizin gittikçe daha iyi anlaşılmakta olduğunu ümit ederim. Dışişleri Bakanımızın büyük komşumuz ve dostumuz Sovyet Rusya'ya olan ziyaretlerinde gördüğü içten kabul bizi duygulandırdı. (Alkışlar) İki ülke ilişkilerinin sağlamlığı bu nedenle de ortaya çıkmış oldu. Bu, gerçekten sevindirici bir olaydır. Komşumuz ve dostumuz Yunanistan Başbakanının ve Dışişleri Bakanının Ankara'yı resmen ziyaretlerini özel, bir önemle anıyorum. (Bravo sesleri, alkışlar) Türkiye ile Yunanistan'ın yüksek yararları, birbirlerine zıt olmaktan kaçınmaları gereğini .ortaya çıkarmıştır. Bu iki ülkenin yakın bir dostlukla kendileri için güven ve güç görmelerinde uygunluk vardır. (Bravo sesleri, alkışlar)


İki cumhuriyet arasında açılan yeni dönemin yeni temellerini antlaşmaya bağlayan belgeler yüksek kabullerinize sunulmuştur. Macaristan ile aramızdaki eski ve denenmiş dostluk, sayın başbakanlarının resmi ziyaretleri ile açık bir önem ve değer kazandı. (Bravo sesleri, alkışlar) Ülkelerimiz arasındaki iyi ve yakın ilişkilerin artarak gelişeceğini ummaktayız. Milletin sayın vekilleri, Adliyemiz, siyasi çalışmalar içinde, vatandaşın güvenliği ve onurunu, Cumhuriyetin asalet ve varlığını, hükümetin güvenilirliği ve etkisini koruma yolunda yeni bir sınav geçirdi. Bunu önemle belirtmek isterim. Adliyemizin güven duyduğumuz yüksek gücü sayesinde Cumhuriyet, yazgısı olan gelişimi izleyecek ve çeşitli şekil ve kılıktaki saldırılara karşı vatandaşın hukukunu ve ülkenin düzenini koruyacaktır. Sayın arkadaşlarım, Politik hayatımızda yeniden partilerin ortaya çıkması, ülkede belediye seçimlerini izleyen yakın günlerde oldu. Bununla ilgili olarak dikkat edilmesi gerekli gelişmelerin de tanığı olduk. Bu gözlemlerin verdiği deneyden Türk Milleti, Cumhuriyetin geleceği ve gelişmesi için yararlanacaktır. Politik alanda karşılıklı çalışmaların verimli gelişmesi ancak vatandaşlar arasında düşmanlık yaratılmasına imkan verilmemesi ile sağlanabilir. (Bravo sesleri, alkışlar) Bunun önlemleri, partilerin içine girebilecek samimi olmayan ve gizli amaçları bulunan unsurların, kanun dışı çıkarlar arayan amaçlı kişilerin, bütün ulusça lanetlenmeleri ve Cumhuriyet prensiplerine göre kurulun partilerin, bu gibi kişilerin girişimlerinden her zaman uzak kalmaya çalışmaları olarak gösterilebilir. (Bravo sesleri, alkışlar) Ülkede basın özgürlüğünün de demokratik bir yönetime yaraşır ağır başlılıkla kullanılması konusunda daha önemli davranılacağını ümit ederim. Özgürlüğün kötüye kullanılmasının neden olduğu çok büyük sıkıntılar çekmiş olan bu ülkede, bu özene özellikle gerek olduğu düşüncesindeyim. (Bravo sesleri, alkışlar) Sayın efendiler, Üçüncü Büyük Millet Meclisinin verimli ve yurtsever çalışmaları, bu yasama yılı ile tamamlandıktan sonra yeni seçimlere gireceğiz. Edindiğimiz deneyler, gelecek seçimlerde, vatandaşın oyunu güven içinde ve rahatça kullanabilmesini sağlamak için yasal ve idari önlemlerin geliştirilmesini ve partilerin doğru kararlar almasını ve uygun davranışlarda bulunmasını gerektirmektedir. (Bravo sesleri, alkışlar) Arkadaşlarım, ülkenin yazgısında tek yetki ve güç sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu ülkenin düzeni için, iç ve dış güvenliğini sağlamak ve korumak için en büyük güvencedir. Büyük milli sorunlar şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisinde çözümlendi. Gelecekte de yalnız oradan kesin önlemler sağlanabilecektir. (Bravo sesleri, alkışlar) Türk Milletinin sevgi ve bağlılığı her zaman Büyük Millet Meclisine yönelmiştir ve hep oraya yönelecektir. (Şiddetli ve sürekli alkışlar) IV. DÖNEM 1 Kasım 1931 Tarihli Konuşması Türkiye Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri, Dördüncü Dönem Büyük Millet Meclisinin ilk yasama yılını açmakla övünüyorum. Sayın üyeleri saygı ve sevgi ile selamlarım. Yeni seçimlerden sonra yüksek Meclisin olağanüstü toplantılarında oluşturduğunuz eserlerin, ülkenin genel yaşamına yararlı etkileri ortadadır. Dünyayı kaplayan ekonomik krizin etkilerine karşı her yerde yeni vergilerle önlem aranırken, Türkiye Büyük Millet Meclisi tersine bazı vergileri


indirmek gibi olağanüstü cesur bir davranışta bulundu. Vatandaşın yaşamında önlemlerinizin iyi etkileri olmuştur. Kamuoyunda huzuru ve yönetimde dengeyi sağlayan önlemleriniz de anılmaya değer. İç politikada oluşturduğunuz güven ve huzur ortamı, vatandaşların verimli çalışmalarında rahatlık güven sağlamıştır. Cumhuriyet kanunlarına ve Cumhuriyet güçlerine olan saygınlığın ülke için temel dayanak ve yerine getirme gücü olduğu bir kez daha belirlenmiştir. Sayın arkadaşlarım, İçinde bulunduğumuz yılda, mali ve ekonomik genel bir krize karşı ulusların çetin bir sınav geçirmekte olmaları özel olarak dikkati çekmektedir. Bu sınavda Türk milleti, yaşamı, çalışmaları, az şeyle yetinmesi ve özverisi ile övgüye değer bir güç göstermektedir. (Alkışlar) Gelecek yıl da, uluslararası krizin sürmesi durumuna karşı hazırlıklı bulunmak görevimizdir. Mali ve ekonomik durumu yakından izleyerek önlemleri zamanında almak en önemli göreviniz olacaktır. (Bravo sesleri, alkışlar) Çetin sınavlara başarı ile dayanan milli paranın gücünü ve milletimizin uluslararası krize karşı yüksek değerlerinin özünü koruması, başlıca amacımızdır. Bu uğurda ulusumuza vergi kararlılık ve özveriyi gerekirse en yüksek düzeyde sağlamak kesin kararımızdır. (Bravo sesleri, alkışlar) Özvarlığınıza ve millet gücüne olan güven, hükümette ve politikada dengeli gidiş, tutumda ve özveride sarsılmaz bir kararlılık, devletin iç ve dışta güvenlik ve huzura erişmesi, bu günün başlıca önlemleridir. Aslında bizde var olan bu şartların yeri geldiğinde gereğine uygun bir biçimde ve olgunlukla belirmesi zorluğa karşı koymak için güven verici ve etkili olacaktır. Yüksek çalışmalarınızla Türk ulusu, iç yaşamında ve uluslararası durumda dünyayı saran büyük zorluklara yeni bir güçle üstün duruma gelecektir. (Şiddetli alkışlar) Sayın milletvekilleri, Dış politikamızın barışçı ve doğruluklu niteliği, geçen yıl içinde bir kez daha görülmüştür. Yakın komşularımızla ilişkilerimizde samimiyet artmıştır. Uluslararası alanda, her devletle iyi ilişkide bulunmakla olumlu sonuçlar elde etmekteyiz. Türkiye'nin güvenliğini amaçlayan hiçbir ülkeyi karşısına almayan bir barış yolu izlemek, bizim değişmez prensibimiz olacaktır. (Bravo sesleri, şiddetli alkışlar) Başbakan ve Dışişleri Bakanının Yunanistan'ı ziyaretlerinin iki ülke arasında değerli dostluk gösterilerine neden olması, özellikle dikkatimizi çekti ve bizi sevindirdi. (Alkışlar) Birbirleri ile davaları kalmadığını ve birbirleri ile iyi geçinmek kararında bulunduklarını ilan eden iki ülkenin ilişkilerinde iyi sonuçlar verecek gelişmeleri sevinerek desteklemek ve yardımcı olmak amacındayız. Macaristan'la yapılan buna benzer ziyaretlerin iyi izlenimlerini özellikle belirtmek isterim. Kardeş Macar milleti ile dostluk belirtileri her zaman istediğimiz, gerekli bulduğumuz mutlu olaylar arasındadır. (Alkışlar) Irak kralı hazretlerinin ve kıymetli bakanlarının ziyaretleri, ülkemizde pek güzel hatıralar bıraktı. Irak'la olan ilişkilerimiz onurlu ve iyi komşuluk yolundaki belirtilerin sürekli gelişmesi bizim samimi arzumuzdur. Büyük dostumuz Sovyet Rusya sayın Dışişleri Bakanını Ankara'da kabul etmekle memnun olduk. İki ülkenin deneyden geçmiş dostça ilişkilerini, aynı güç ve samimiyetle sürdürmekte tarafların büyük yararları bulunduğu ve içten arzularının gereğinden doğduğu bu nedenle de açıklanmış ve belirtilmiştir. Sayın efendiler,


Balkan ulusları arasında barış ve anlaşmayı amaçlayan her ulusun özel kuruluşlarının çalışmalarını övgü ile anmak benim için özel bir zevktir. (Bravo sesleri, alkışlar) Türkiye, coğrafi durumu yönünden Balkanlarda barışın korunması ve desteklenmesi konusuyla özellikle ilgilidir. Komşularıyla hemen hiçbir davası ve anlaşmazlığı bulunmaması durumu Türkiye'nin dileklerindeki samimiyeti ortaya koymaktadır. Aziz arkadaşlarım, Büyük Millet Meclisini yeni ve önemli vatan görevleri bekliyor. Yeni çalışmalarınızın ve önlemlerinizin de büyük milletimizin yararına tam anlamı ile uygun düşeceği konusunda şüphe yoktur. Vatandaşı olmakla gurur duyduğumuz büyük Türk milletinin emanet ve yetkileri ile birlikte sevgi ve yardımları da sizlerin yanınızdadır. (Sürekli alkışlar) 1 Kasım 1932 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri, Büyük Millet Meclisinin 4'üncü döneminin 2'nci yasama yılını açıyorum. Yüce milletimizin değerli vekillerini, saygı ve sevgi ile selamlarım. (Alkışlar) Aziz arkadaşlarım... Uluslararası politik, ekonomik bunalımlar nedeniyle uygarlığın çekmekte olduğu sıkıntı ve acılar sürmektedir. Politik bunalımın içyüzü, silahları bırakma konferansının zorluklarında özel olarak gözlenebilir. Ekonomik bunalım ise, uluslar arasında değişimin azalması ve daralması ile alanını genişletmiş ve etkisini artırmıştır. Bizim inancımızca uluslararası politik güvenliğin gelişmesi için, ilk ve en önemli şart, ulusların hiç değilse barışı koruma fikrinde içtenlikle birleşmeleridir. (Alkışlar) Biz, ekonomik güçlenmenin temelinin de, ancak her ulusun refah içinde yaşamaya ve ilerlemeye hakkı olduğunu kabul eden bir düşünce ile ve bütün ulusların birlikte çalışmalarıyla sağlanabileceği görüşündeyiz. (Alkışlar) Sayın milletvekilleri... Bütün ulusların güçlükle göğüs germeye uğraştığı zorluklar içinde ulusumuz büyük canlılık, hükümetimiz yerinde davranış göstermektedir. (Alkışlar) Komşularımızla ve bütün uluslarla ilişkilerimiz ciddi, içten, barış ve güven fikrine dayalı olarak gelişmektedir. (Alkışlar) Dostlar arasında dürüst bir durumun korunması bizim her zaman çok önem verdiğimiz bir esastır. (Alkışlar) Uluslararası ekonomik güçlüklere karşı, bu günkü duruma göre, koruma, dengeleme ve gelişim için önlemler almaktayız. Karşısında bulunduğumuz her imkandan yararlanmaya çalışıyoruz. Milli ekonominin ve paranın gösterdiği güç ve sabit durum, alınan önlemlerin uygun oluşuna inandıracak niteliktedir. Bütçenin durumu, tahminlerin bu yıl gerçekleşebileceği konusunda güçlü umutlar vermektedir. Muhakkak ki, dengeli bir bütçenin sağlanması, gelecek yıla yönelik endişelerimizin yine özü olacaktır. Aziz arkadaşlar... Her zaman göz önünde bulundurduğumuz ana işleri, ara vermeden sürdürmek zorundayız. Demiryolu programının uygulanmasına devam edeceğiz. (Alkışlar) Tarım alanında yenileme kuruluşlarını tamamlayacağız.


İhracat mallarımıza dış ülkelerde alıcı bulmak ve satışlarımızı çoğaltmak için, her önlemi arayıp tespit etmek önem verdiğimiz konular arasındadır. (Alkışlar) Ulusal ihtiyaç ve yararımız için gerekli olan sanayi kuruluşlarının bir an önce kurulması konusunda da önemle çalışıyoruz. Sosyal hastalıklar ile uğraşım çalışmalarımızı artıracağız. Milli kültürün her alanda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyetinin temel dileği olarak sağlayacağız. (Alkışlar) Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün Devlet kuruluşlarımızın dikkatli ve ilgili olmasını isteriz. (Alkışlar) Sayın arkadaşlar... Ulusumuz her güçlük ve zorluk karşısında, durmadan ilerlemekte ve yükselmektedir. (Alkışlar) Büyük Türk milletinin, bu yoldaki hızını, her imkan ile artırmaya çalışmak, bizim hepimizin en kutlu görevidir. (Sürekli alkışlar) 1 Kasım 1933 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri, Büyük Millet Meclisinin dördüncü dönem üçüncü yasama yılını açıyorum. Milletin sayın vekillerini derin saygı ve sevgilerle selamlarım. (Alkışlar) Bu yıl Cumhuriyetin onuncu yılını kutlamakla mutluluk duyduk. (Alkışlar) Ulusumuzun gösterdiği taşkın sevinçler, gönüllerimizi övünçle doldurdu. Cumhuriyetin nimetleri ülkenin her bucağında canlandırıldı. Millet, geçen on yıllık Cumhuriyet eserlerini, topluca gözden geçirdi ve gerçekten sevinmeye ve övünmeye hakkı olduğunu gördü. (Alkışlar) Arkadaşlar, Geçen on yıl, gelecek dönemler için bir başlangıçtan başka bir şey değildir. Bununla birlikte, eski dönemlerin tarihi karşısında Cumhuriyetin, bu on yılı eşi görülmeyen bir diriliş ve göz kamaştırıcı bir ileri atılış anıtıdır. (Alkışlar) Sayın milletvekilleri, Bu yasama yılında, ulusun engin gösterilerinin bize verdiği, geniş esinlemelerle çalışmaya başlıyoruz. Karşılaşacağımız güçlükleri yenmek için çalışmalarımızın ve özverimizin büyük olmasına azim ve irademizin sağlam bulunmasına ihtiyacımız gittikçe daha çok olacaktır. Ekonomik düzenimizin kurulması gerekliliği her gün daha kaçınılmaz ve ivedi bir nitelik alıyor. Gerçi, tarımsal ürünlerimizin cins ve miktarı üzerindeki gelişmemiz, ulusumuzu oldukça rahat ve herhalde emin bir duruma sokmuştur. Bütün fakülteler ile birlikte açılmış olan Yüksek Ziraat Enstitüsünün yetiştireceği yüksek mühendislerin, ileride memlekete yararlı olacaklarına şüphe yoktur. Sanayideki girişimler de özendirecek ve cesaret verecek niteliktedir. Fakat ülkeye çok gerekli olan sanayiin kurulması tamamlanmadıkça her yönden gönül rahatlığı duymamıza imkan yoktur. Bu nedenle ülkemizin sınai kuruluşlarını tamamlamak için bütün güç ve dikkatinizi çekmeyi yerinde buluyorum. Efendiler, Dünyanın ekonomik durumu henüz düzelme yönünde fazla ümit vermemektedir. Mali durum, bu nedenle de büyük ilginizi çekecektir. Geçen yılki bütçe tahminlerinin gelir durumunun tamamen gerçekleşmiş olduğu anlaşılmıştır. Fakat, içinde bulunduğumuz yıl gelirlerinin nasıl gerçekleşeceği konusunda, henüz karar verilecek kadar yeterli zaman geçmedi. Her halde bütçe dengesinin korunma ve sağlanması için yüksek heyetinizin her önlemi almaya özellikle önem


vereceğine eminim. Açık bir bütçenin pek çok sakıncalarını iyi bilen Büyük Millet Meclisinin dengeli bütçe için kesin kararlı bulunması, Devletin mali ve hatta genel politikası için büyük güvencedir. Arkadaşlar, üniversite kurulmasına verdiğimiz önemi açıklamak isterim. Yarım önlemlerin verimsiz olduğuna şüphe yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi, milli eğitimde ve kurulan üniversitelerde de köklü önlemler almak kesin kararımızdır. Efendiler, uluslararası ilişkilerin geçen yıl içinde barış ve huzur yönünden gelişmesi, dünyanın birçok kısımlarında rahatlatıcı bir görünüm taşımamaktadır. Uluslararası ekonomi ve silahları bırakma konferansından da şimdiye kadar olumlu bir sonuç alınmamıştır. Ulusumuzun koruma araçlarına ve güçlerine özel önem vermesi gereğini söylemek görevimizdir. (Alkışlar) Avunabiliriz ki, barış ülküsü, bizim içinde bulunduğumuz yakın çevrede de sevindirici gelişmeler göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için, kendi etkisi ve gücü olan alanda ve aynı istekte olan devletlerle birlikte yararlı etkinliklerde bulunmuştur. (Alkışlar) Londra'da imzalanan saldırganın tarifi antlaşması, uluslararası saldırmazlık düşüncesini belgeleyen diğer sözleşmelere bu konuda gerçek bir canlılık getirmektedir. Büyük Millet Meclisinin bu önemli eseri övgüyle karşılayacağı şüphesizdir. (Alkışlar) Efendiler, Bu yıl seçkin bir Sovyet heyetinin karşı ziyaretini kabul ettik. (Alkışlar) Bu ziyaretin onuncu yıl bayramına rastlaması, iki ülke arasındaki ilişkilerinin derin samimiyetini gösteren mutlu bir neden olmuştur. (Alkışlar) İki ülkenin zor zamanlarında kurulmuş olan, beş yıldır türlü sınavlardan daha güçlenerek çıkmış bir dostluğun her zaman yüksek değer taşıdığı ve uluslararası barış için değerli ve önemli bir etken olduğu da kabul edilmelidir. (Alkışlar) Balkanlarda ilişkilerimiz gelişme göstermiştir. Yunanistan'ın seçkin başbakanını ve bakanlarını kabul ettiğimiz sırada dostluk anlaşması paktı imzalandı. Başlıca hükmü, iki ülkenin ortak sınırlarını karşılıklı güvence altına alan bu antlaşma, Yunanistan'la aramızda sürekli artan dostluk ve güven bağlarının bir sonucudur. (Alkışlar) Bu antlaşma, denizde ve karada yüksek yararları ve coğrafi bağları bu kadar birbirine girmiş olan iki ülke için doğal ihtiyacın sonucudur. Bu antlaşma Balkanlarda da barışın ve genel düzenin kuvvetli bir aracı olacaktır. (Alkışlar) Bulgaristan'la dostluk ve güvenli ilişkilerimizin artırılması için, biz bütün imkanları kullanmaktayız. İki ülke arasındaki tarafsızlık ve hakem antlaşmasının uzatılmasını sağlayan bir protokol bakanlarımızın komşu hükümeti ziyaretleri sırasında imzalanmıştır. Ekonomik ve politik ilişkileri geliştirmek, Cumhuriyet Hükümetinin ciddi isteğidir. Kendini tanıtmadan seyahat eden haşmetli Yugoslavya hükümdarı ile buluşmamızı mutlu bir olay olarak kabul ederiz. (Alkışlar) Balkanlarda barış ve huzur dileklerimizi iki ülke arasında iyi ilişkilerin gelişmesini ve bir saldırmazlık antlaşması yapılması kararını belirten konuşmalardan, uluslararası barış ve güvenlik ülküsü yararlanmıştır. Romanya'nın değerli dışişleri bakanı resmi ziyaretini ve bu sırada iki ülke arasında saldırmazlık ve hakemlik antlaşmasının imzalanmış olduğunu sevinerek söyleyebiliriz. (Alkışlar) Saldırganın tarifi antlaşması ile saldırmazlık ve saldırıya katılmama ve saldırganı kınama fikirlerini belirten antlaşmaların ülkeler arasında gerçek bir güven havası yaratmakta olduğuna şüphe yoktur. Macaristan'ın seçkin başbakanı ve dışişleri bakanının ziyaretlerini büyük bir içtenlik ve memnuniyetle karşıladık. (Alkışlar) İki ülke arasındaki tarafsızlık ve hakem antlaşması da uzatılmıştır. Uluslarımız arasındaki kardeşçe duygular bu mutlu nedenlerle coşkulu bir biçimde ortaya konmuştur. (Alkışlar) Sayın efendiler,


Balkanlarda ve Orta Avrupa'daki devletler arasında Türkiye Cumhuriyeti, ancak politikasının dürüst ve açık niteliği nedeniyle gerçek yerini korumaktadır. (Alkışlar) Özen gösterilmesi gereken bu politikanın gereğini dikkatle göz önünde bulundurmaktayız. Türkiye Cumhuriyetinin diğer devletlerle ilişkilerinin, aradaki antlaşmaların hükümlerine ve uluslararası dostluk gereklerine uygun olarak genellikle iyi olduğunu söyleyebilirim. Aziz arkadaşlarım, Büyük Millet Meclisinin bu yılki çalışma dönemi, önemli konularla doludur. Birkaç yıldan beri milli ve uluslararası durumlar her yıl, bir öncekine göre daha çok önem kazanmaktadır. Yüksek uzak görüşünüzden ve karar verme yeteneğinizden ülke ve ulusumuz, inanç ve güven içinde, yeni ve büyük yönlendirmeler beklemektedir. Açmakta olduğunuz ikinci on yıllık dönemin ilk yılı, yeni bir azim ve güç döneminin parlak bir örneği olacaktır. (Ayakta sürekli alkışlar, şiddetli alkışlar, bravo, yaşa Gazi sesleri) 1 Kasım 1934 Tarihli Konuşması Büyük Millet Meclisinin sayın üyeleri, Büyük Millet Meclisinin dördüncü döneminin dördüncü yasama yılını açarken, ulusun değerli vekillerine saygılarımı sunarım. (Alkışlar) Geçen yıl içinde, yurtta çok gerekli işler görülmüştür. Dışişlerindeki aralıksız çalışmalarımızda, genel politikamız, ulusal ülkümüze uygun olarak yürütülmüştür. Bundan ötürü, Büyük Millet Meclisini ulus işlerine gösterdiği özen, ulusumuzun canlılığı, gerçekten övünç ile anılmaya değer. (Alkışlar) Arkadaşlar, Ülkenin ekonomik durumunu kuvvetlendirerek geliştirmek en önde tuttuğumuz işler arasındadır. Onun için, sanayi programımızı durmadan yürütmekteyiz. Tasarlanan fabrikalardan çoğunun temelleri atılmıştır. Hepsinin kurulup işletilmesi için bilimsel ve mali gerekler yerine getirilmiştir. (Alkışlar) Ülkenin en belirgin eksikliğini giderecek olan bu fabrikaları çok geçmeden kurup işletmek, hükümetin en önde göreceği işlerden olacaktır. Ticaret bağlılıklarımız, karşılıklı, denk anlaşma hükümlerine göre yürütülmektedir. Ekonomik sıkıntının ortaya çıkardığı yeni gelişmeler içinde, yeni ticaret yöntemlerinin faydaları görülmüştür. Ancak, bir yandan da dış ticaretimizi, yardımcı kurumlarla, doğru bilgilerle kolaylaştırmak yolları araştırılmalıdır. Arkadaşlar, Bilirsiniz ki, dışarıya sattıklarımızın başlıcası, tarım ürünlerimizdir. Bu yıl ürünlerimizden birçoğunun değeri geçen yıllara göre daha fazla olmuştur. Yapılan silolar da yurdumuzun üstün güzellikte olan ürünlerini piyasalara tanıtmakta çok yardımcı olacaktır. Bununla birlikte, tarım işine, ürünlerimizin arıtılmasına, bütün özeninizi vermeniz çok yerinde olur. Arkadaşlar, Yurdun bayındırlık programı da büyük emekle durmadan yürütülmektedir. Bu gün yapılmakta bulunan yeni demiryolları beş yüz kilometreyi geçmektedir. Satın alınanlarla birlikte devlet elindeki demiryollarımız beş bin kilometreyi geçer. (Şiddetli alkışlar) Arkadaşlar, Geçen yıl, bütçede izlenen tutumlardan, ölçülerden ayrılmayarak yürümeye özenle çalışılmalıdır. Devlet gelirinin, sayıldığı gibi, gerçekleştirileceği umulmaktadır. Türk parası sağlam değerini


korumaktadır. (Alkışlar) Hükümet bu politikaya çok önem vermektedir, bundan böyle de bu politikadan ayrılmayacaktır. Ergani borçlanmasının üçüncü bölümü de, bu yıl, beklenildiği gibi kapanmıştır. Ulusumuzun, böylelikle hem devletin mali gücüne güvenini, hem de bayındırlık politikasına verdiği önemi, bir kez daha göstermiş olması övünülecek bir aşamadır. (Alkışlar) Devlet işlerini, sağlam bir mali temel üzerinde kurmak için, Millet Meclisinin gösterdiği uyanıklığı övgülerle anarım. Ulusun, ulus gençlerinin, çocuklarının sağlıkları, sağlamlıkları, gürbüzlükleri, üzerine düştüğümüz çok gerekli bir sağlık işidir. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının bu yönden bize kıvanç verecek biçimde çalışmakta olduğunu görmekteyiz. (Alkışlar) Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da, Türk tarihini, doğru temeller üstüne kurmak, öz Türk diline, değeri olan genişliği vermektir. Bunun için candan çalışmanın gerekli olduğunu söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimlere erişeceğine şimdiden inanabilirsiniz. (Alkışlar) Arkadaşlar, Güzel sanatların tümünde, ulus gençliğinin ne denli ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu, yapılmaktadır, Ancak, bunda en çabuk, en önde görülmesi gerekli olan Türk musikisidir. (Alkışlar) Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bu gün dinletilmeye çalışılan musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu düzeyde Türk ulusal müziği yükselebilir, evrensel musiki içinde yerini alabilir. Kültür İşleri Bakanlığının buna, değerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim. Arkadaşlar, Uluslararası politika, geçen yıl içinde korunma kaygısına düştü, bu yüzden de bütün ülkeler de silahlanmaya hız verildi. Cumhuriyet hükümeti de, bu nedenle bir yandan ulusal koruma gücünü pekiştirmeye çalışırken, bir yandan da barışın sarsılmaması için ulusların birlikte çalışmasına umut veren yoldan ayrılmamak uğrunda elinden geleni esirgememiştir. (Alkışlar) Cumhuriyet Türkiye'sinin, dostluklarına çözülmez bağlılığı, geçmiş yıllarda, türlü durumlarda denemiştir. (Bravo sesleri, alkışlar) Ulusumuzun dünyaca tanınmış özlülüğünün gereği de karşılıklı verilmiş sözü tutmaktır. (Alkışlar) Bunun için ne kadar özenildiği, bundan böyle de özenileceği bellidir. Balkan antlaşması (Sürekli alkışlar) Balkan devletlerinin, birbirlerinin varlıklarına özel saygı beslemesini göz önünde tutan mutlu bir belgedir. (Alkışlar) Bunun, sınırların korunmasında, gerçek bir değeri olduğu açıkça bellidir. Ankara'da toplanmış olan Balkan antlaşma divanının verimli ve yerinde çalışmalarını, ulusumuz sevgi ile karşıladı. (Alkışlar) Arkadaşlar, Ulusumuz, genel ekonomik, genel politik karışıklığı büyük olgunlukla karşılamıştır. Kendine gösterilen yolun doğruluğunu anlamıştır, yeniden çıkabilecek güçlükleri yenmeye de hazır olduğunu göstermiştir. (Bravo sesleri, alkışlar) Son belediye seçimlerinde oy kullanabilecek olanların, yüzde yetmiş beşinden çoğu oylarını kullanmışlardır.


Ulusun, içerideki birliğinin hem belli, hem denenmiş olması, gelecek için en büyük güvencedir. (Bravo sesleri, alkışlar) Arkadaşlar, Dördüncü Büyük Millet Meclisi ulus birliğinde, Devlet politikasında yüksek çalışma değeri göstermiştir. Bu yasama yılındaki çalışmalarınız sırasında, size gelecek ulus işleri içinde en doğru yolları bulup göstereceğinize güvenimiz vardır. Toplantınız kutlu olsun (Sürekli alkışlar) V.DÖNEM 1 Kasım 1935 Tarihli Konuşması Büyük Milletin yüce milletvekilleri, Kamutayın beşinci dönemini açarken sizlere derin saygılarımı sunarım. (Alkışlar) Kamutay, uluslararası durumun çok önemli bir döneminde çalışmaya başlıyor. Olaylar, Türk ulusuna iki önemli kuralı yeniden hatırlatıyor. Yurdumuzu ve haklarımızı koruyabilecek güçte olmak... barışı koruyacak uluslararası çalışma birliğine önem vermek... (Alkışlar) Barışın bozulması nedeniyle üzüntü duymamak imkansızdır. Bu durumda bu günkü ağır anlaşmazlıkların ortadan kalkması, uygar insanlığın başlıca dileği olmalıdır. (Bravo sesleri, alkışlar) Bizim barış ülküsüne ne kadar bağlı olduğumuzu, bu ülkünün güvenlik altına alınmasındaki dileğimizin ne kadar köklü olduğunu açıklama gereği görmüyorum. Bu konuda çalışan Milletler Cemiyetinin deneylerden yararlanarak prensiplerini geliştirmesi ve barışı korumak için gücünü artırması en üstün arzumuzdur. (Bravo sesleri) Sayın arkadaşlar, İç yönetim kuruluşlarımızı, yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletmek gereğini duymaktayız. Yeni iki genel müfettişlik ve yeni bazı illerin kurulması gerekli görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde önemli bir reform programının uygulanması da düşünülmüştür. İllerimizin sürekli denetimi ve ortak işlerinin bir elden yönetilmesini sağlayan genel müfettişlerden birçok yararlar bekliyoruz. Doğu illerimizin başlıca ihtiyacı, orta ve batı illerimize demiryolları ile bağlanmaktır. Doğuya ilerleyen iki ana demiryolunun hızla bitirilmesini ve bunları birbirine bağlayacak yollar dizisine şimdiden başlanmasını gerekli görüyoruz. İran - Türkiye transit yolunun yapılması özenle bitirilmelidir. Liman ve sulama işlerinde zaman kaybetmeden yapılacak işler vardır. Sağlık savaşının da yeni durumlara göre genişletilmesi zorunludur. Saydığım bütün bu işleri, hükümetin kesin bir program içinde yürütmesini bekleyebiliriz. Üzerinde önemle durmak istediğim başka bir konuyu da açıklamak istiyorum. Türk ülkesi içinde köylere varıncaya kadar küçük büyük bütün illerimizde gelişme ve bayındırlık çalışmalarının sürdürülmesi önde gelen amaçlarımızdandır. (Alkışlar) Türk'e ev ve barınak olan her yer, sağlığın, temizliğin, güzelliğin, modern kültürün örneği olacaktır. (Alkışlar) Devlet kurumları yanında, doğrudan doğruya bu işlerle ilgili olan belediyelerin bu görüş ve düşünüşle çalışmalarını istiyorum. Belediyelerin Devlet merkezinde toplanışı bu işin sonucu değil, başlangıcıdır.


Bayanlar, baylar, Endüstri programımız normal yoldadır. Bununla birlikte yurdun endüstrileşmesine daha çok hız verilmesi ve yakın bir çağda, yeni bir ikinci programa başlanması gerekliliğine dikkatinizi çekmek isterim. Maden işleri yeni bir gelişme dönemindedir. Maden mühendislerimizi, ihtiyaca yeter sayı ve değerde yetiştirme konusuna önem vermek gereklidir. Kömür bölgelerinin rasyonel işlemesi için önlemler aramak da gereklidir. (Alkışlar) Bir de arkadaşlar, köylümüzün gelir düzeyinin yükselmesi önlemlerine daha geniş ölçüde özenle devam edeceğiz. (Alkışlar) Aydın saylavlar, kültür yapımızın, yeni ve modern temellere göre kurulmasını durmadan sürdürüyoruz. Türk tarih ve dil çalışmaları, büyük inançla beklenilen ışıklı verimlerini şimdiden göstermektedir. Ulusal müziğimizi modern teknik içinde yükseltme çalışmalarına bu yıl daha çok emek verilecektir. Ulusal kültür için gerekli olduğu gibi, uluslararası ilişkiler yönünden yüksek önemi olan radyo işine önem vermeniz çok yerinde olur. Sayın arkadaşlar, Maliyede, geçen yıl, cesaretle aldığınız önlemlerin ne kadar yerinde olduğu belli olmuştur. Tuz ve şeker fiyatlarının düşürülmesi, halkı sevindirmiş ve tüketimi artırmıştır. Bu yıl, başka konularda da bu yönde önlemler alacaksınız. Hayvan vergisinde ve bina değerlerinde indirim faydalı olacaktır. Arazi ve yapı vergilerinin özel idarelere devri önemli reformlardan sayılacaktır. Vergi indirimlerini Hazinenin karşılayabilmesi, ülke ekonomik gücünün yüksekliği konusunda değerli bir belgedir. (Alkışlar) Ekonomik kuruluş, teknik temeller üzerine yerleşerek yükseldikçe, yurdun verimi çok daha fazla olacaktır. Ancak, bütün özenimizi vererek vatanın kurumlaşma hızını artırmak gerekir. Uluslararası politikanın gidişi ulusal koruma araçlarını artırmaya da gerek göstermektedir. Bunun mali önlemlerini dikkatli ve doğru bir biçimde araştırmanızı dilerim. Uçak filolarımızı oluşturmak için büyük ulusumuzun yüce duygularını heyecanla anmak borcumdur. Son uluslararası olaylar Türk ulusu için kuvvetli bir hava ordusunun ne denli önemli olduğu konusunda bir kanıt olmalıdır.(AIkışlar) Çok emekle kurduğumuz, canımızla korumaya ant içtiğimiz kutsal yurdun, havadan saldırılara karşı güvenlik altında bulunması demek, bize saldıracakların, kendi yurtlarında bizim de aynı zararları yapabileceğimize güvenimiz demektir. (Şiddetli alkışlar, bravo sesleri) Bu güveni göksel bir duyguyu kalbinde taşıyan her kişinin vatan için tutuşan gözlerinde okumaktayız. (Alkışlar) Havacılarımız, bütün ordu ve donanmamız gibi vatanı korumaya hazır kahramanlardır. (Alkışlar) Büyük ulus, bu soylu evlatlar ile kendini mutlu sayabilir. (Alkışlar) Sevgili arkadaşlarım, İşlerimiz çoktur, geniştir, önemlidir. Fakat başarılacağına sarsılmaz güvenim vardır. Çünkü Kamutay, vatanseverliğin, çalışkanlığın, önlemde yanılmazlığın ideal örneğidir. (Alkışlar) Kamutay, yurdun korunması, onun bayındırlığı için en yüksek ulusal esenlenme ve güç kaynağıdır.(Şiddetli ve sürekli alkışlar) 1 Kasım 1936 Tarihli Konuşması Sayın milletvekilleri, Sizi sevgi ve saygılarımla selamlayarak, beşinci dönem ikinci yasama yılını açıyorum.


Hemen söylemeliyim ki, bu yılki çalışmalarımızın da ülke ve ulus işlerinde, yeni iyilikler ve ilerlemeler yapacağına inanmaktayım. Geçen yıl Türk ulusu, huzur ve sükün içinde, milli ve insani ülküye, coşku ile koşan güçlü ve çalışkan bir varlık gösteriyordu. Yönetimde ve adliyede yeni kanunların ve yeni kuruluşun vatandaşı sevindiren sonuçları görülüyordu. Ekonominin her alanında ve ülkenin her yanında Türkler, kendilerine ve devletlerine tam bir güven içinde çalışıyorlardı.(Alkışlar) Cumhuriyet, yeni ve sağlam temelleri ile Türk ulusunu güvenli ve sağlam bir geleceğe yönelttiği gibi, düşüncede ve ruhlarda yarattığı güvenlik yönü ile de tam anlamı ile yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.(Alkışlar) Yıllar geçtikçe, bunların milli ülküsel verimleri, güvenle çalışma, ilerleme isteği, milli birlik ve beraberlik şeklinde daha iyi göze çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir; çünkü biz gerçekte milli varlığımızın temelini, milli bilinçte ve milli birlikte görmekteyiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Halk ile hükümet arasındaki yakınlık ve birlikte çalışma çabası, ayrıca, sevindirici durum göstermektedir. Bu konuda partimizin verici önderliğini önemle belirtmek isterim. İdari ve ekonomik önlemlerin iyi uygulanması ve uygulama sonuçlarının iyi anlaşılması için, halkın hükümete yardım etme isteği, övünülecek bir durumdur. Bu duygusal durum, Türk ulusunu ilerletmek ve Türk vatanını imar etmek için çok verimli ve çok önemli bir faktördür. Devleti ve hükümeti kendi mali ve koruyucusu olarak görmek bir ulus için büyük nimet ve gurur kaynağıdır.(Alkışlar) Türk ulusu, bu sonuca cumhuriyet ile varmış ve her yıl bunun artan sonuçlarını görmüş ve göstermiştir.(Alkışlar) Ulusumuzun, maddi ve manevi huzuruna, bu denli çok önem verişimizin, ne kadar yerinde olduğu anlaşılıyor. Arkadaşlar, İlköğretimin yayılması için, sade ve pratik önlemler almak yolundayız. İlköğretimde amacımız, bunun zorunlu olmasını bir an önce gerçekleştirmektir. Bu sonuca varmak, ancak aralıksız önlemler almakla ve bunun metodik olarak uygulanması ile gerçekleşebilir. Ulusun önemli bir işi olarak, bu konuda ısrarlı olmayı gerekli görüyorum. Sanat ve teknik okullarına istek artmıştır. Bunu sevinçle söylerken, her türlü özendirmeyi artırmanın gerekli olduğunu da eklemek isterim. Yükseköğretim için, Ankara Üniversitesini kurmak yolunda, Tıp Fakültesinin yapımından başlayarak, yeni ve en zor çabaların harcanmasını dilerim. Güzel sanatlara da ilginizi yeniden canlandırmak isterim. Ankara'da bir konservatuar, bir tiyatro akademisi kurulmakta olmasını hatırlatmak benim için büyük bir zevktir. Güzel sanatların her kurumu için Kamutay'ın göstereceği ilgi ve emek, milletin insani ve uygar yaşamı ve çalışkanlık veriminin artması yönünden etkili olacaktır. Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddi ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim.(Alkışlar) Tarih Kurumunun Alacahöyük'te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddi Türk tarih belgeleri, dünya kültür tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir. Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim.


Sayın arkadaşlar, Anavatana yeni kavuşan göçmen vatandaşlarımızın yerleştirilmeleri başlıca görevlerimizdendir. Göçmenleri iyi yerleştirmek ve hızla üretici duruma sokmak için, onları yeterli derecede donatmaya çalışıyoruz. Aldığımız sonuçlar ümit vericidir. Bu milli soruna, sağlayabildiğimiz imkanlar oranında, fakat ara vermeksizin devam edeceğiz. Demiryolu yapımı programını sürdürüyoruz. Buna paralel olarak, yol ve köprü inşaatına, daha fazla imkan sağlanması isteğe uygun olacaktır. Sanırım, bu işler için verilen ödeneği artırmak gerekli olacaktır. Şimdiye kadar çeşitli yerlerde yapılmış ve yapılmakta, olan küçük büyük su işleri çok özendirici sonuçlar vermektedir.(Alkışlar) Kamutayın su işleri için yeni imkanlar aramasını gerekli görmekteyim. Telefon bağlantıları, ülke içinde bir programa uygun biçimde genişletilmektedir. Bu çalışmaları övmek ve özendirmek isterim. Ticari hava taşımacılığı işlerinin güvenli ve düzenli olarak sürdürülmesini ve geliştirilmesini de çok önemli bir konu olarak görmekteyim. Sayın milletvekilleri, Ekonomik alanda milli çalışmalarımızın artmasından ve genişlemesinden sevinç duymaktayız. Cumhuriyetin ekonomik önlemleri, her alanda verimli sonuçlar vermektedir. Tarımda kalkınmayı kolay ve çabuk yapmak için şartlar, çok ilerlemiş ve hazırlanmıştır. Yeni bir biçimde ve yeni makineler kullanarak iyi bir kuruluşla yapılacak yardımların ivedi sonuçlar vereceğini görüyoruz. Kooperatif kuruluşları her yerde sevilmiştir. Kredi ve satış için olduğu kadar, üretim araçlarını öğretip kullandırmak için de kooperatiften yararlanmayı mümkün görüyoruz. Tarımda, hastalıkları önleme çalışmalarına önem vermek gereklidir. Toprak Kanununun bir sonuca, varmasını, Kamutayın yüksek çalışmalarından beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması, kesinlikle gereklidir.(Alkışlar) Vatanın sağlam temeli ve imarı buna dayanır. Bundan başka, büyük araziyi modern araçlarla işletip vatana fazla üretim sağlanmasını da özendirmek isteriz.(Alkışlar, bravo sesleri) Ticaret ilişkilerimiz bu yıl daha genişlemiştir. Karşılıklı genişlemek ve kolaylık özlediğimiz ilkedir. İhracatımızın kolaylaştırıldığı ülkede ithalatın artmasından çekinmiyoruz. Bu çeşit ithalatı artırmaya ve kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Bu dürüst politika üç yıldan beri ticaretimizi sürekli olarak artırmıştır. Endüstri programının uygulanması ciddi olarak sürdürülüyor. Her yeni endüstri eseri, bulunduğu yere zenginlik ve uygarlık ve bütün ülkeye zevk ve güç vermektedir. İkinci programın hazırlıkları hevesle ilerlemektedir. Madenlerin işletilmesi gelişme durumundadır. Madenlerimiz bizim başlıca döviz kaynağımız olduğu için de yüksek ilginizi çekmek isterim. Artvin civarında bakır madenlerinden birinin işlemeye başlamasından memnun olduk. Ergani bakır madeninin işlemeye başlamasının ülkeye önemli bir yarar getireceği inancındayız. Yine ülke için pek önemli bulduğumuz diğer bir sorun, kömür bölgelerinin rasyonel olarak işletilmesidir. Üzerinde durduğumuz önlemlerin ivedi sonuç vermesini dilerim. Deniz ve deniz ürünleri ticaret ve endüstrisi önemli bir konumuzdur. Ticaret filomuzu yenilemek ve artırmak girişimini sevinerek kaydediyoruz. Limanlarımızda yeterli kurumların kurulması, genel mağazalar ve antrepolar bulundurulması kararlaştırılmıştır. İş Kanununun uygulanması için gereken kuruluşun işlerliğe geçirilmesi gereklidir. Ayrıca, deniz ve tarım işçileri için de yeni yasalar hazırlanmalıdır. Küçük kredi konusunun önemle ele alınmasını Büyük Meclisin dikkatine sunarım. Bu yıl Ziraat Bankasının yeni kanun tasarısı, çalışma konularımız sırasında olacaktır.


Bankaları ve kredi dağıtımında düzeni sağlayan kooperatifleri, kuran ve yasalarımızdan sonra, bu yeni eserleriniz ülkenin kredi hayatında verimli olacaktır.

genişleten

Maliyemiz, sizleri sevindirecek biçimde olumlu ve verimli bir durum göstermektedir. Dengeli gidişe özel önem veren Büyük Meclis, her yıl gelirini fazlası ile sağlamayı başarmaktadır. Bu yıl da gelirin umulduğu gibi gerçekleşeceğine güveniyorum. Hayatı ucuzlatmak gerektikçe, vergileri indirmek politikasını sürdüreceğiz. Tuz, şeker, çimento, hayvan vergilerinde iki yıl içinde yaptığımız cesur indirimler, her bakımdan yararlı olmuştur. Bu yıl hem ilk ihtiyaçlardan, hem önemli güç araçlarından olan petrol ve türevleri üzerindeki vergilerden büyük oranda indirim yapmayı başarmanızı dilerim.(Alkışlar) Bundan başka, vergi usullerinin düzeltilmesi için çözüm ve gelir yolu aranması da önemle sürdürülmelidir. İyi ilkeler ve iyi uygulamanın sevindirici sonuçlarını vatandaş, hiçbir işte vergi konusundaki kadar önemle izlemez. Diğer yandan vatandaşın Hazineye karşı yükümlülüğünün en önemli görevi olduğunu anlatmak için yorulmamak gereklidir. Şüphe yoktur ki, özellikle devletçi ve halkçı olan bir yönetim ve ekonomi hayatında, Hazinenin gücü ve düzeni başlıca dayanaktır. Cumhuriyetin gücü de, her alanda ve milli savunma. alanında ihtiyaçlarını karşılayan hazinesinin düzenine bağlıdır. Gelecek yıllar için de Hazinenin gücünü korumak sizin en önemli göreviniz olacaktır. Milli paramızın fiilen sabit olan değeri korunacaktır.(Alkışlar) Aziz arkadaşlar, Milli savunma araçlarına yıllar boyu vermiş olduğumuz önemin yerinde olduğunu olaylar her gün göstermektedir.(Bravo sesleri, alkışlar) Ordumuzu sürekli en yeni araçlarla donatmaya çalışıyoruz. Yüksek değerini artırmaya verdiğimiz önem ise daha büyüktür. Ordunun çalışmalarından ve bütün ulusun vatan korunması için severek ve isteyerek çalışma hevesinden memnunuz.(Alkışlar) Deniz silahlarına önem veriyoruz. Denizcilerimizin iyi silahlarla ve iyi bir eğitimden geçerek hazırlanmaları büyük amacımızdır.(Alkışlar) Hava ordusu için ayırdığınız yardımı artırmanızı dilerim. Yeni bir programın uygulama döneminde bulunduğumuz için, hava kuvvetlerimiz arzuladığımız düzeyden henüz uzaktır. Güçlü bir hava ordusu kurma yolunda iyi sonuçlara doğru güvenle yürümekte olduğumuzu belirtirken hava saldırılarına karşı ulusun hazırlanması konusunda ayrıca ilginizi çekmek isterim. Bu yıl içinde uluslararası bakımdan bizim için mutlu olaylar oldu. İngiltere kralı sayın Majeste VIII. Edward'ın ziyaretini ve Boğazlarda yeni rejimin Montrö antlaşması hükümlerine göre uygulanmasının başladığını, bunların başında sayabilirim.(Sürekli alkışlar) Tanışmakla mutluluk duyduğum, İngilizlerin büyük kralıyla aramızda oluşan dostluğun, uluslarımızın görüşlerine uygun olarak iki hükümet arasında fiilen gelişmekte olan yakın ilişkiler üzerinde iyi etkileri olacağına şüphe yoktur.(Alkışlar) Türkiye'nin hakkını kabul etmekle iyi dostluk ve anlayış gösteren Montrö antlaşmasını imzalayanların aynı zamanda kritik bir görünüm taşıyan uluslararası bu önemli dönemde, dengenin sağlanması için herkesin çabasını gerektiren genel barış konusuna da önemli katkıları oldu.(Alkışlar) Tarihte birçok kez tartışma ve tutku nedeni olan Boğazlar, artık tam anlamı ile Türk egemenliği altında, yalnız ticaret ve dostluk ilişkilerinin ulaşım yolu haline girmiştir.(Alkışlar) Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yasaktır.(Bravo sesleri, alkışlar) Bu nedenle, karada ve denizde büyük komşumuz Sovyet Rusya ile aramızdaki, on beş yıldan bu yana her türlü deneyden geçmiş olan dostluğun, ilk gündeki güç ve içtenliğini bütünüyle


koruyacağına ve doğal gelişimini sürdüreceğini söylemekle de ayrıca mutluluk duyarım.(Sürekli alkışlar) Bu yıl içinde, Afganistan'ın değerli dışişleri ve savunma bakanları ile görüşmekten de memnun oldum. Dost ve müttefik Yugoslavya'nın sayın başbakanı ve dışişleri bakanının milli bayramımızda aramızda bulunması bize ayrı bir sevinç verdi.(Alkışlar) Bakanlıklar arasındaki kardeşliğin sağlamlaştırılması, bizim öteden beri başlıca amacımızdır. Türk - Yugoslav bağlılığı bunun önemli belirtisidir.(Alkışlar) Diğer müttefiklerimiz ve dostlarımız ile de ilişkilerimiz iyi ve içtendir. Balkanlarda, Batı Asya'da ve Doğu Akdeniz'de sağlanan barışın devamı, eski dünyanın diğer birçok yerlerine oranla, daha sağlam görünmektedir.(Alkışlar) Türkiye'nin bütün devletlerle ilişkilerinin iyi olduğunu, sevinerek belirtmek isterim.(Alkışlar) Bu arada, ulusumuzu gece gündüz uğraştıran başlıca büyük bir sorun da, gerçek sahibi öz Türk olan İskenderun - Antakya ve bölgesinin geleceğidir.(Bravo sesleri, sürekli alkışlar) Bunun üzerinde, ciddiyet ve önemle durmak zorundayız.(Ayakta sürekli alkışlar, yaşa, varol sesleri) Her zaman dostluğuna çok önem verdiğimiz Fransa ile aramızda tek ve büyük sorun budur. (Sonuçlanmalı sesleri) Bu konunun gerçek ayrıntılarını bilenler ve hakka inananlar, ilgimizin gücünü ve içtenliğini iyi anlar ve doğal bulurlar.(Alkışlar) Önümüzdeki yıl, görüşmeler ve silahlanma yarışları için, büyük bir hazırlık yılı olacağa benziyor. Devletler arasındaki uyuşmazlıkların anlaşmalara varmasını içtenlikle dileriz. Sayın milletvekilleri, Ağır ve önemli işleriniz, size, millet yolunda önemli hizmetler hazırlamaktadır. Ulusumuzun sevgileri, hayırlı ve faydalı çalışmalarınız da sizin yanınızdadır.(Sürekli alkışlar, bravo ATATÜRK sesleri) 1 Kasım 1937 Tarihli Konuşması Beşinci dönemin üçüncü yasama yılını açıyorum. Her şeyden önce, sevgili Kamutay arkadaşlarımla, yeni çalışma yılı başlangıcında karşı karşıya bulunmaktan duyduğum derin sevinç ve mutluluğu belirtmeliyim.(Alkışlar) Sizi yüksek saygı ile selamlar, bu çalışma yılınızın da ulus ve ülke için parlak başarılarla bezenmesini dilerim. Sayın milletvekilleri, Kıvançla görmekteyiz ki, Cumhuriyet rejimi, yurdumuzda huzur ve sükünün en iyi biçimde yerleşmesini sağlamış bulunuyor. Vatandaşlar ve bu yurtta oturanlar, Cumhuriyet kanunlarının eşit şartları altında kendileri için hazırlanan özgür refah ve mutluluk imkanlarından en iyi bir biçimde yararlanmaktadırlar. Ulusumuzun layık olduğu yüksek uygarlık ve refah düzeyine ulaşmasının engellenmesinin düşünülmesine yer bırakılmadığım ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle mutluyum. (Bravo sesleri, alkışlar) Tunceli'nde yapılan uygulamaların sonuçları bu gerçeğin belirtileridir. Modern hükümetçiliğin en belirgin özelliği, halkı gücüne olduğu kadar şefkatine de içtenlikle inandırabilmesidir. Büyük küçük bütün Cumhuriyet memurlarında bu düşünce biçiminin en geniş ölçüde gelişmesine önem vermek, çok yerinde olur. Özel idarelerin geçen yılki çalışmaları verimli olmuştur. Ancak özel idareler ve belediyeler, büyük kalkınma savaşımızda hayat ucuzluğunu sağlayacak uygun önlemler almalı ve yetkilerini tam kullanmalıdırlar.


Şehircilik işlerinde de teknik ve planlı kurallar içinde çalışmak gereklidir. Bunun için belediyelerimizin hukuka uygun biçimde aydınlatılmasını ve yol gösterecek bir merkezi teknik büro kurulmasını öneririm. Kendine inkılabın ve inkılapçılığın çeşitli ve hayati görevler yüklediği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde dikkatle durulacak milli sorunumuzdur. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının bu sorun üzerindeki sistemli çalışmaları, yüksek Kamutayı sevindirecek durumda gelişmektedir. Aynı bakanlık, kendine verdiğimiz göçmen işlerini de sosyal ve ekonomik politikamıza uygun olarak başarı ile yürütmektedir. Bakanlığın «Sağlam ve güçlü bir nesil, Türkiye'nin özüdür» prensibini, pek iyi kavrayarak çalışmakta olduğunu belirtmek isterim. Yüce saylavlar, Bilindiği gibi, biz yurt güvenliğinin içinde kişilerin güvenliğinin de, ona yaraşacak biçimde olmasını göz önünde tutarız. Bu güvenlik, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının ve Türk yargıçlarının güvencesi altında, en ileri biçimde varlığını sürdürmektedir. Kanunlarımızda yaptığımız bazı değişiklikler ve kabul buyurduğunuz Suçüstü Kanunu, bu amaca yardım etmiştir. Adli yapımızın ve kanun dizimizin üzerinde yapılan incelemelerle, Türkiye'nin dinamik, yaşamına, doğru yoldan hiç şaşmadan uygunlukları her zaman sağlanmalıdır. Bu gerek karşısında, kara ve deniz ticaret kanunlarımızın ekonomik bünyemizdeki gelişmelere daha uygun duruma getirilmesinde zaman geçirilmemesi yerinde olur. Bir de şu nokta üzerinde durmama izin vermenizi rica edeceğim. Güvenlik ve hak işleriyle ilgili yöntem ve kanunlardan kolaylık, ivedilik, açıklık ve kesinlik temel olmalıdır. Bu nedenle, vatandaşların icra daireleri ile olan ilişkilerini kolaylaştırmak amacı ile yapılan çalışmalarının bir an önce kanun haline getirilmesini önermeyi uygun bulurum. Bu belirttiğim ve önerdiğim konuların iyi karşılanacağından eminim. Çünkü her alanda olduğu gibi, adli yöntem ve kanunlar alanında da, Türk Cumhuriyetinin ve onun yüksek, değerli Kamutayının anlayışı, ileri anlayıştır. Şimdi arkadaşlar, ekonomik yaşamımızı gözden geçireceğim. Hemen bildirmek isterim, ben ekonomik yaşam denince, tarım, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini, birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir bütün sayarım. Bu nedenle şunu da hatırlatmalıyım ki, bir ulusa bağımsız görünüş ve değerini veren siyasi yaşam çarkında, devlet, fikir ve ekonomik yaşam işleyişleri birbirlerine bağlı ve birbirleri ile ilişkilidir, o kadar ki, bu işleyişler birbirine uyacak aynı düzen içinde çalıştırılmazsa, hükümetin çekici gücü harcanmış olur, ondan beklenen tam verim sağlanamaz. Onun içindir ki, bir ulusun kültür düzeyi üç alanda, devlet, fikir ve ekonomi alanlarındaki çalışma ve başarılı sonuçlarının toplamı ile ölçülür. Sayın milletvekilleri, Milli ekonominin temeli tarımdır. İşte bu nedenle tarımda kalkınmaya önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar bu amaca erişmeyi kolaylaştıracaktır. Fakat bu önemli isteği uygun bir biçimde amacına ulaştırabilmek için ilk önce ciddi çalışmalara dayalı bir tarım politikası belirlemek ve onun için de, her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek uygulayabileceği bir tarım rejimi kurmak gereklidir. Bu politika ve rejimde, önemle yer alabilecek noktaların başlıcaları şunlar olabilir. Bir kez, ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır.(Bravo sesleri, alkışlar) Bundan daha önemli olan ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir nedenle ve hiçbir şekilde bölünemez bir nitelik almasıdır.(Alkışlar) Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliğinin, arazinin bulunduğu bölgelerin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlanması gereklidir. Küçük büyük bütün çiftçilerin iş araçları artırılmalı, yenileştirilmeli ve bakım önlemleri zaman geçirilmeden alınmalıdır. Herhalde, en küçük bir çiftçi ailesi, bir çift hayvan sahibi olmalıdır, bunda


ideal olan öküz değil, at olmalıdır. Öküz, ancak bazı şartların henüz sağlanamadığı bölgelerde hoş görülebilir. Köylüler için, genellikle pulluğu pratik ve faydalı bulurum. Traktörü büyük çiftçilere öneririm. Köyde ve yakın köylerde, ortaklaşa harman makineleri kullanmak köylülerin vazgeçemeyeceği bir gelenek haline getirilmelidir. Ülkeyi iklim, su ve toprak verimi bakımından tarım bölgelerine ayırmak gerekir. Bu bölgelerin her birinde, köylülerin gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları verimli, modern, pratik tarım merkezleri kurulması gereklidir. Bu gün devlet yönetiminde bulunan çiftliklerdeki ve bunların yönetimi içindeki diğer tarımsal sanayi kuruluşlarındaki bazı kişiler, tarımsal çalışmaların bütün alanlarında her türlü teknik ve modern deneylerini tamamlamış olarak bulunduğu bölgelerde en faydalı tarım usul ve sanatlarını yaymaya hazır bulunmaktadırlar. Bu, bakanlık için büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Ancak, gerek var olan gerek bütün ulusal tarım bölgeleri için yeniden kurulacak olan tarım merkezlerinin kesintiye uğramadan tam verimli çalışmalarını; şimdiye kadar olduğu gibi, devlet bütçesine ağırlık vermeksizin, kendi gelirleriyle kendi varlıklarını yönetmek ve gelişmelerini sağlayabilmek için bütün bu kurumlar birleştirilerek geniş bir işletme kurmalarını öneririm. Bir de, başta buğday olmak üzere, bütün gıda ihtiyaçlarımızla endüstrimizin dayandığı çeşitli ham maddeleri sağlamak ve dış ticaretimizin temelini oluşturan çeşitli ürünlerimizin ayrı ayrı her birinin üretimini artırmak, kalitesini yükseltmek, üretim masraflarını azaltmak, hastalık ve zararlı böcekler ile uğraşmak için gereken teknik ve kanuni bütün önlemler zaman geçirilmeden alınmalıdır. Orman varlığımızın korunması gereğine ayrıca değinmek isterim. Ancak, bunda önemli olan, koruma kuralları ile, ülkemizin çeşitli ağaç ihtiyaçlarını sürekli olarak karşılaması gereken ormanlarımızı dengeli ve teknik bir biçimde işleterek yararlanma konusunu akıllıca uzlaştırmak zorunluluğu vardır. Buna, Büyük Kamutayın gereken önemi vereceğine şüphe yoktur. Sayın milletvekilleri, Dış ticarette izleyeceğimiz ana prensip, ticaret dengemizin aktif karakterini korumaktır. Çünkü Türkiye'de ödeme dengesinin en önemli temelini bu oluşturmaktadır. Son yılların rakamları ve geçen yılın bu güne kadar gösterdiği durum ve yön, izlediğimiz prensibin elde edilmiş olumlu sonuçlarını göstermektedir. Kota uygulaması, belirgin anlaşma şartlarımızı kabul etmiş ülkeler için tam olarak kaldırılmıştır. Bu ülkelerden piyasanın kayıtsız şartsız ithalat yapabilmesi sağlanmıştır. Dış ticaret politikamızın özelliği şudur: İç ve dış durumun gereklerini karşılayarak her zaman bu işlemin dönüşüne uymak. İç ticarete gelince, bunda, en önde gördüğümüz kural, kurumlaştırma ve belirgin ticaret kuruluşları kurma ve akılcı çalışmadır. Kesin zorunluluk olmadıkça piyasalara karışılmaz; bununla birlikte hiçbir piyasada da başı boş değildir. Sırası gelmişken Cumhuriyetin tüccar düşüncesini de kısaca belirteyim. Tüccar, ulusun emeği ve üretiminin değerlendirilmesi için, eline ve bilgisine güvenilen ve bu güvene yaraşır olması gereken adamdır.(Bravo sesleri, alkışlar) Bu yönden ihracatla ilgili kanun, denetim konusundaki kanun, teşkilatlandırma ile ilgili hükümler, olumlu sonuçlarını vermektedir. İhracat mallarımız için hükümetin yakın denetimi altında, satış kuruluşlarının kurulması önemlidir. Bunu göz önünde tutan Ekonomi Bakanlığı geçen yıl içinde, Iğdır'da, Ege ve Trakya bölgelerinde çeşitli konularla ilgili satış kooperatifleri kurmuş ve onları faaliyete geçirmiştir. Önümüzdeki yıl içinde, başta fındık olmak üzere, diğer belli başlı ürünlerimizi de ilgilendiren birlikler kurulmalıdır. Sayın arkadaşlar, Endüstrileşmek, en büyük milli davalarınız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ham maddeleri ülkemizde bulunan büyük küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. (Alkışlar) En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve zengin Türkiye idealine ulaşabilmek için bu bir zorunluluktur.


Bu düşünce ile, beş yıllık ilk sanayi planından geri kalan ve bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikayı da ivedi olarak gerçekleştirmek ve yeni plan için hazırlanmak gerekir. Endüstrileşme karar ve hareketimize paralel olarak, bu günkü kanunlarımız da, üzerinde düşünülecek ve bazı değişiklikler eklenecek yeni hükümler gerektirmektedir. Bunların başlıcalarını şöyle özetleyebiliriz: Sermayesinin tamamı veya büyük kısmı devletin olan ticari sınai kurumların mali kontrol şeklinin, bu kurumların yapılarına ve kendilerinden istediğimiz ve isteyeceğimiz ticari usul ve düşünce biçimine, çalışma düzenine ivedi olarak uydurulması yararlı olur. Bu gibi kurumların bu günkü usullerle çalışabilmelerine ve gelişmelerine imkan yoktur. Elimizdeki gümrük tarifeleri kanununda da bu günkü politika ve eğilime uygun önlemler almak gereklidir. Diğer önemli nokta, daha önce de değindiğim gibi, ülkede, özellikle bazı bölgelerde, göze çarpacak derecede önem kazanan hayat pahalılığı konusu ile uğraşmak... Bunun için bilimsel bir inceleme yaptırılmalı ve belirlenecek nedenleri ile köklü ve planlı şekilde uğraş verilmelidir. Küçük esnafa ve küçük sanayi sahiplerine, ihtiyaç duydukları kredileri kolayca ve ucuzca verecek bir kurum kurulmalı ve kredinin, normal şartlar altında, faiz oranı azaltılmaya çalışılmalıdır. Türkiye'de devlet madenciliği, milli kalkınma çalışmaları ile yakından ilgili önemli konulardan biridir. Genel endüstrileşme düşüncemizden başka, maden araştırma ve işletme işini, her şeyden önce, dış kredi imkanlarımızı ve döviz gelirimizi artırabilmek için sürdürmek ve buna özel bir önem vermek zorundayız. Maden Tetkik ve Arama Dairesinin çalışmalarında gelişme göstermesini ve bulunacak madenlerin, rantabilite hesapları yapıldıktan sonra, planlı biçimde hemen işletmeye konulmasını sağlamanız gerekmektedir. Elde bulunan madenlerin en önemlileri için üç yıllık bir plan yapılmalıdır. Ereğli Şirketini satın aldığımızı ve Ereğli kömür havzasında rasyonel bir üretim planının, günün sorunu olduğunu biliyorsunuz. Bunun tamamlanması çabuklaştırılarak, kömür üretimimiz kısa bir sürede en az bir misli artırılmalıdır. Diğer yandan Maden Tetkik ve Arama Dairesinin Divriği sahasında bulduğu ve cevher oranı yüksek olan demir madeninin hemen işletilmesine geçilmeli ve Karabük demir - çelik sanayiimiz ihtiyaç planı dışındaki bölümünün ihracatına başlanılmalıdır.(Alkışlar) Liman işlerinde modern ve planlı çalışma ve tarifelerde ucuzluk yapılmasının verimli sonuçları, ticarette dikkati çekmiştir. Bu yolda devam edilmesinde yarar olacaktır. Ekonomik yapımızdaki gelişme, deniz ulaşım araçları ihtiyacını her gün artırmaktadır. Yeni sipariş edilen gemilerden bir kısmı, önümüzdeki ilkbaharda gelmiş bulunacaktır. Fakat bunlar, bu günden görülmekte olan ihtiyaca cevap verecek sayı ve büyüklükte değildir. Yeni gemiler inşa ettirmek ve özellikle eski tersaneyi ticaret filomuz için hem tamir, hem yeni inşaat merkezi olarak faaliyete getirmek için gerekli araçları sağlamak zorundayız.(Alkışlar) Şu günlerde, yüksek Meclise, su ürünleri ve Deniz Bank hakkında bir tasarı gelecektir. Konunun yüksek ilginizi çekeceğinden şüphe etmiyorum. Arkadaşlar, En güzel coğrafi konumda ve üç tarafı denizle çevrili olan Türkiye, endüstrisi, ticareti ve sporu ile, en ileri denizci ulus yetiştirmek yeteneğindedir. Bu yetenekten yararlanmalıyız. Denizciliği Türk'ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve bunu en kısa zamanda başarmalıyız.(Alkışlar, yaşa sesleri)


Ekonomik kalkınma, Türkiye'nin, hür, bağımsız, her zaman daha güçlü ve her zaman daha müreffeh bir Türkiye idealinin bel kemiğidir. Türkiye bu kalkınmada; iki büyük güç kaynağına dayanmaktadır. Toprağımızın iklimi, zenginlikleri ve başlı başına bir varlık olan coğrafi durumu ve bir de, Türk Milletinin, silah kadar, makine de tutmaya yaraşan güçlü eli ve milli olduğuna inandığı işlerde ve zamanlarda, tarihin akışını değiştiren kahramanlıklar ortaya çıkaran yüksek sosyal benlik duygusu...(Sürekli alkışlar) Sayın milletvekilleri, Demiryolları bir ülkeyi uygarlık ve refah ışıkları ile aydınlatan kutsal bir meşaledir. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak önemle üzerinde durduğum demiryolları inşaat politikamız, amaçlarına ulaşmak için durmadan başarı ile uygulanmaktadır. Doğu ve güneydoğu Sivas, Diyarbakır gibi büyük yerleşim yerlerine varan hatlar, geçen yıl içinde Sivas - Malatya bağlantısı ile birbirine bağlanmıştır. Zonguldak'a varmış olan hat da bu zengin kömür bölgesini İç Anadolu'ya bağlamış bulunuyor. Sivas'tan sonra, doğuya doğru uzayıp gitmekten olan hatta ilk varış yeri olan Divrik'e ulaşmıştır. Bu kol, önümüzdeki yıl Erzincan'a ulaşmış olacaktır. Diyarbakır'dan doğuya uzanacak hattın da yapımına başlanmıştır. Doğu demiryollarının satın alınmış olduğunu bilirsiniz. Güneyde Nusaybin'e giden hattan başka, yurt içinde bütün demiryollarının yönetim ve işletmeleri, Cumhuriyet hükümetinin elindedir. (Alkışlar) Demiryolları yapımlarımızın gelişmesi, İran transit yolunun gelişmesine ve motorize edilmesine de hizmet etmiştir. İstanbul'dan başlayan Avrupa turist yolunun asfalt olarak yapımı sürdürülmektedir. Böylece sürdürülen inşaatın, bir plan içinde, ülkenin diğer bölgelerini de içine alması, beklediğimiz milli başarı olacaktır. Şose ve köprü yapımları gelişmektedir. Demiryolları inşa politikamızın uygulandığı yıllar içinde 78 köprü, geçişe açılmış bulunuyor. 23 köprü de inşa halindedir. Bu köprüler, her biri başlı başına birer bilim ve sanat eseri olarak yeni nesillere Cumhuriyetin armağan anıtları olacaktır. Demiryolu hatlarımızı iç bölgelere bağlayacak ve bu hatların bir an önce milli ekonomik kalkınmaya en yüksek hizmeti sağlayacak olan karayolu inşaatını önümüzdeki dönemde yoğunlaştırmak ve bir plan içerisinde genişletmek gerekir. Her bölgenin ihtiyaçlarına göre, istasyonlarda tamamlayıcı yapıların yapılması ve çeşitli malların gereği gibi gönderilmesini sağlayacak teknik nitelikler içeren vagon sayısını artırmak zorunludur. Bunda da büyük yardımlarınızın esirgenmemesini dilerim. Su ve imar işlerine özenle devam edilmektedir. Posta - telgraf - telefon işlerimizde önemli gelişmeler vardır. Bununla birlikte, şehirlerarası telefon görüşmeleri işinin bir an önce tamamlanmasına çalışılmalıdır. Ankara'da yeni bir radyo istasyonunun yapımına başlanmış olduğunu memnuniyetle bildiririm. Sivil Hava Yolları İdaresi, devlet kuruluşları arasında, modern bir idare olarak yer almıştır. Bütün teknik şartlar ve güvenlik önlemleri içinde çalışmakta olan bu yönetimin büyük şehirlerimiz arasında en modern ulaşım yolu rolünü bir an önce yerine getirmeye başlaması ve uluslararası hatlarla ve kendi araçları ile bağlantı kurması, kısa sürede sağlanmasını beklediğimiz önemli işlerdendir. Arkadaşlar, Bütün devlet kuruluşlarının canlılığı, sağlamlığı, işletilmesi yönünden büyük dikkatle üzerinde durulması gereken mali hayatımıza değinmek istiyorum.


Cumhuriyet bütçelerinin beliren ve daima güçlenmesi gereken ortak özellikleri yalnız denk oluşları değil, aynı zamanda, koruyucu, kurucu ve verici işlere her seferinde daha fazla pay ayırmakta olmalarıdır. Bu politikamızın, milli faaliyet üzerinde derhal yaratmaya başladığı etki ile bütçe tahmin rakamlarımız, yalnız gerçekleşmekle kalmamış, her zaman fazlası ile kapanmaya başlamıştır. 1936 yılı bütçesi, gelir tahminine ve 1935 yılı gelir tahakkuklarına göre, 22 milyon fazla ile kapanmıştı. 1937 bütçesinin de bu güne kadar gösterdiği durum, aynı ümidi fazlası ile gerçekleştirecek niteliktedir. Bu sonuç, ülke ekonomisinin gelişmesinin, halkın zenginliğe ulaşmakta olduğunu belirttiği gibi, aynı zamanda, halk için çalışan bir hükümetin, halkın yararına olarak aldığı önlemlerin uygun olduğunu da göstermektedir. Samimi bir bütçeye ve gerçek bir ödeme dengesine dayanan paramızın fiili, değişmez durumunu kesin biçimde koruyacağız. Her türlü mali yükümlülüklerimizi günü gününe yerine getirerek, Devlet saygınlığını korumak ve mali sermaye ve hisseleri koruma ve destekleme işlemleri konusunda da bütün önlemleri alarak bu hususta dikkatli bulunmak, ilkemiz olacaktır.(Alkışlar) Devlet gelirlerinin artırılması için yeni vergilerin yürürlüğe konması yerine, düzenli bir programla var olan vergilerin uygulanması ve toplanma usullerinin yeniden düzenlenmesi gereklidir. ( Alkışlar) Son iki yıl içinde hayvan, tuz, şeker, çimento, petrol, benzin, elektrik ve ham madde resim ve vergilerinde yapılan ve her biri % 30 - 50 oranlarında olan bir vergi indirimini gerektiren vergi yükü azaltılması, üretimin özendirilmesi yönünden vatandaş ve ülke için olumlu ve hayırlı sonuçlar vermektedir. Hayvan vergisi, buhran ve denge vergileri üzerinde de araştırmalar yapılarak bütçe dengesi temelini bozmayacak biçimde bunları giderek azaltma önlemleri düşünülmelidir.(Alkışlar) Bundan başka, ülkemizde bulunmayan ham maddeler ve üretim maliyeti üzerinde etki yaparak, dış ülkelerin malları ile rekabeti güçleştiren her çeşit vergi ve resimlerin kaldırılması gereklidir. ( Alkışlar) Gerek bu konular üzerinde çalışırken gerek herhangi bir mali karar alırken, i1k göz önünde bulundurmamız gerekli olan konu, milli faaliyet ve milli üretim, yani verginin bizzat ana kaynağı üzerinde yapacağı etkiler olmalıdır. Maliye memurları da içişleri memurları gibi, halkla sürekli ilişkisi olan kuruluşlardır. Bunların da halk ile ilişkilerinde halk için çalışan bir halk hükümetinin tabii niteliği olan, çok fazla dikkat ve ilgi göstermek ve en fazla güven ve inan vermek ilkelerinin gelişmesine özellikle özen göstermek gereklidir.(Sürekli alkışlar) Cumhuriyet rejiminde, devlet hazinesinin çıkarının, kanunun hazine yararına koyduğu hakla, kanunun mükelleflere verdiği görevi çok dengeli bir biçimde karşılaştırmak demek olduğunu bir an hatırdan uzak tutmamak önemli bir prensibimizdir.(Bravo sesleri, sürekli alkışlar) Tekel konusunda özen gösterilmesi gereken ana konu, bu kurumların mali tekel, ticari kuruluş ve milli değerlendirme kurumu karakterlerinin dikkatle uzlaştırılmasıdır. Dış ülkelere tütün satışları ve ihracat konusu, daha yakından izlenmeye değer durumdadır. Gümrüklere gelince, bunda kuruluş çalışma yöntemlerine ve kanuni konular yönünden gerekli düzeltme önlemlerine hız verilmesi gerekmektedir. Tekel mallarının fiyatları üzerinde yapılan indirim, satışları artırmıştır. Bu yöntemin her zaman göz önünde bulundurulması yararlı olacaktır. Arkadaşlar, Büyük davamız, en uygar ve en refaha kavuşmuş ülke olarak varlığımızı yükseltmektir.(Alkışlar)


Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü bir inkılap yapmış olan büyük Türk Milletinin dinamik ülküsüdür. Bu ülküyü en kısa bir zamanda başarmak için, düşünce ve eylemi birlikte yürütmek zorundayız. Bu girişimden başarı, ancak hukuki bir planla ve en verimli bir biçimde çalışmakla gerçekleşebilir. Bu nedenle, okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, ülkenin büyük kalkınma savaşının ve yeni yapısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, ülke davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, kişi ve kurumları yaratmak, işte bu önemli ilkeleri en kısa sürede sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı büyük ve ağır görevler arasındadır.(Alkışlar) Belirttiğim ilkeler, Türk gençliğinin beyninde ve ulusun bilincinde her zaman canlı tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca görevdir. Bunun için ülkeyi şimdilik üç büyük kültür bölgesine ayırarak, batı bölgesi için İstanbul Üniversitesinde başlanmış olan reform programının daha köklü bir biçimde uygulanmasıyla Cumhuriyete gerçekten modern bir üniversite kazandırmak, merkez bölgesi için, Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak gerekir. Doğu bölgesi için Van gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her aşamadaki okulları ve bunlara ek olarak üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden harekete geçilmelidir.(Alkışlar) Bu yararlı girişimin, doğu illerimiz gençliğine vereceği verimlilik Cumhuriyet hükümeti için en mutlu bir eser olarak kalacaktır.(Alkışlar) Önerdiğim bu yeni girişimlerin, eğitmen ve öğretmen ihtiyacını artıracağı şüphesizdir. Fakat bu yön hiçbir zaman işe başlama cesaretini kırmamalıdır. Bakanlığın geçen yıl içinde bu yönde yaptığı deneyler, çok ümit verici niteliktedir. Türk Tarih ve Dil Kurumlarının, Türk milli varlığını aydınlatan çok değerli ve önemli birer bilim kurumu niteliğini aldığını görmek, hepimizi sevindirici bir olaydır.(Alkışlar) Tarih Kurumu, yaptığı kongre, açtığı sergi, yurt içinde yaptığı kazılar ve ortaya çıkardığı eserlerle, şimdiden, bütün bilim dünyasına kültürel görevini yerine getirmeye başlamış bulunuyor.(Alkışlar) İlk resim galerimizi de bu yıl açmış bulunuyoruz. Geçen yıl Ankara'da kurulan devlet konservatuarının, müzikte, sahneden kendisinden beklediğimiz teknik elemanları hızla verebilecek duruma getirilmesi için, daha fazla çaba ve özveri yerinde olur. Her çeşit spor çalışmalarını Türk gençliğinin milli terbiyesinin ana unsurlarından saymak gerekir. Bu işte, hükümetin şimdiye kadar olduğundan daha ciddi ve dikkatli davranması, Türk gençliğini spor bakımından da milli heyecan için özen ile yetiştirmesi, önemli sayılmalıdır. Sevgili arkadaşlarım, Ordu, Türk Ordusu... İşte bütün ulusun göğsünü güven ve gurur duyguları ile kabartan şanlı ad. (Sürekli alkışlar) Onu bu yıl için kısa aralıklarla iki kez, büyük kütleler halinde yakından gördüm. Trakya ve Ege büyük manevralarında... Disiplinini, enerjisini, subaylarının bilgili çabalarını, büyük komutan ve generallerimizin yüksek yönetme ve yönlendirme yeteneklerini gördüm; (Alkışlar) derin övünç duydum, takdir ettim.(Alkışlar) Ordumuz, Türk birliğinin, Türk gücü ve yeteneğinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir simgesidir. Ordumuz Türk topraklarının ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için yapmakta olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi imkansız güvencesidir.(Alkışlar) Uygun bir donatım programımızın hazırlanması, başarı ile ilerliyor. Bunları ülkemizde yapma amacımız gerçekleşme yolundadır. Harp endüstrisi kuruluşlarını, daha fazla geliştirmek ve genişletmek için alınan önlemler sürdürülmeli ve endüstrileşme çalışmalarımızda ordu ihtiyaçları ayrıca göz önünde tutulmalıdır.(Alkışlar) Bu yıl içinde denizaltı gemilerini ülkemizde yapmaya başladık. Hava kuvvetlerimiz için yapılmış olan üç yıllık program, büyük ulusumuzun içten ve bilinçli ilgisi ile şimdiden başarılmış sayılabilir.


Bundan sonrası için bütün uçaklarımızın ve motorlarının ülkemizde yapılması ve harp hava endüstrimizin de bu temele göre geliştirilmesi gerekir. Hava kuvvetlerinin aldığı önemi göz önünde tutarak, bu çalışmaları planlamak ve bu konuyu layık olduğu önemle ulusun gözleri önünde canlı tutmak gerekir.(Alkışlar) Büyük milli disiplin okulu olan ordunun, ekonomik, kültürel, sosyal savaşlarımızda bize aynı zamanda en gerekli elemanları da yetiştiren büyük bir okul haline getirilmesine, ayrıca özen gösterilip, yardım edileceğinden şüphem yoktur. Büyük Kamutay, Dış politikamız, geçen yıl içinde de, barış ve uluslararası işbirliği yolunda gelişmiş ve yürüdüğümüz yolun değişmez olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Milletler cemiyetinin geçirmekte olduğu çetin dönemlerde, cumhuriyet hükümeti, bu uluslararası kuruluşa olan bağlılığını, her alanda göstererek barış idealine en uygun yoldan ayrılmamıştır. Büyük bir milli davamız olan Hatay olayının geçirdiği dönemler tarafınızdan bilinmektedir. Milletler Cemiyeti yüksek yönetimi altında yapılmakta olan görüşmeler, Hatay halkına yaraşan mutlu ve bağımsız yönetime kavuşması yolunda amaçladığımız gayeyi sağlayacak belgelerin kabul ve imzası ile sonuçlanmıştır.(Alkışlar) Yeni Hatay rejiminin yürürlüğe girmesine kısa bir süre kaldı. Bu rejimi, kendileri ile dostça bir düşünce doğrultusunda işbirliği yapmış olduğumuz Fransızların, iyi niyetle ve istenen amaca ulaşmayı sağlayacak biçimde uygulamaya başlayacaklarından şüphe edilmemelidir. Yarınki Türk - Fransız ilişkilerinin dilediğimiz yolda gelişmesinde Hatay konusunun iyi bir yönde gelişmesi, önemli bir ölçü ve etken olacaktır, düşüncesindeyiz.(Alkışlar) Balkan politikamız, çok mutlu bir işbirliği yaratmayı sürdürerek kendisine çizilmiş olan barış yolunda her gün daha verimli sonuçlarla ilerlemektedir.(Alkışlar) Cumhuriyet hükümetinin doğuda uygulamakta bulunduğu dostluk ve yakınlık politikası yeni ve güçlü bir adım attı. Sadabat'ta dostlarımız Afganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz dörtlü antlaşma, büyük bir sevinçle kayda değer barış eserlerinden biridir.(Alkışlar) Bu antlaşmanın çevresinde toplanan devletleri, aynı amacı sürdüren ve barış içinde gelişmeyi içtenlikle isteyen hükümetler arasındaki işbirliğinin gelecekte de iyi sonuçlar vereceğinden emin bulunmaktayız.(Alkışlar) Cumhuriyet hükümetinin, komşularıyla ve diğer büyük küçük devletlerle olan ilişkilerinde uyumlu bir düzen ve gelişme göze çarpmaktadır. Barış yolunda nereden bir çağrı geldiyse, Türkiye onu ilgi ile karşıladı ve yardımlarını esirgemedi. (Alkışlar) İspanya olayları nedeniyle Akdeniz ve Karadeniz'de alınması gereken önlemlere, Cumhuriyet hükümeti en geniş bir düşünce ile katıldı. Dünyanın her yanında olduğu gibi, bizi ilgilendiren alanlarda ve bu arada Akdeniz'de barış ve dengenin korunması, bizim yakından ve ilgi ile izlediğimiz bir konudur. Şunu da memnuniyetle söylemek isterim ki, Doğu Akdeniz ve Karadeniz suları ile Balkanlarda ve Yakın Doğuda, geçen yıl belirttiğim ilişkiler aynen sürdürülmüştür. Geçen yıldan beri dost ve müttefik devletlerin önemli devlet büyükleriyle bizim devlet adamlarımız arasında karşılıklı ziyaretler olmuş ve bu temaslar dostluklarımızın gelişmesine neden olmuştur. (Alkışlar) Hükümet bu son yıl içinde, devletlerle olan ticari ilişkilerini, ülkenin ekonomik bünyesine uyacak antlaşma ve sözleşmeler yaparak düzenlemiştir.


Bunlar arasında Fransa, İngiltere, Almanya ve Sovyet Rusya ile imzalanan önemli ticari anlaşmalarını özellikle belirtmek isterim. Hükümetin dış kuruluşlarının, ekonomik kalkınma savaşımızda ilgili daireleri için bilgi ve haber alma ufuklarını genişleten yardımcı birer daire olarak çalışmalarını düzenlemek gereklidir. Dış politikamızın belirgin özelliğini kısaca anlatmış olmak için diyebilirim ki, tuttuğumuz politik yol ve hedeften ayrılmıyoruz. Son yıllarda uluslararası ilişkilerde sürekli değişiklikler olmasına karşın biz bu karışıklığın ortasında, barışseverlik dolu duygularla karşılıklı dostluklarımıza uygun hareket ediyoruz. Onların nitelik ve alanlarını genişletmeye uygun düşüncesi ile, uluslararası durum ve görevimizi göz önünde tutarak çalışıyoruz. Bu yolda, özen ile çalışmayı sürdürmenin hükümete önereceğim en doğru karar olduğu düşüncesindeyim.(Alkışlar) Aziz milletvekilleri, Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.(Alkışlar) Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır. Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarla ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk.(Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, «Kuvvet birdir ve o ulusundur» gerçeğine uygun olduğu ortadadır.(Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla, eğilerek selamlarım.(Bravo, yaşa sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar) 1 Kasım 1938 Tarihli Konuşması Not: Bu konuşma ATATÜRK'ün rahatsızlığı dolayısıyla Başbakan Celal Bayar tarafından okunmuştur. Anayasamızın 36.ncı maddesi hükümlerine uyarak Cumhurbaşkanımız ATATÜRK'ten aldığım emir üzerine bu yıla ait nutuklarını okuyorum.(Alkışlar) Sayın milletvekilleri, Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlarım... Geçen yıl aziz Kamutay arkadaşlarıma ulus ve ülke için ne gibi verimli işler başarmak istediğimizi açıklamıştım. Bu gün de bunlardan hangilerinin bu yıl içinde yapıldığını bildirmek isterim. Sayın arkadaşlarım, Her şeyden önce size kıvançla arz edeyim ki ulus ve ülke geçen yılı tam bir huzur ve sükun içinde yükselme ve kalkınma çalışmaları ile geçirmiştir. Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman gergin bir şekil alan Tunceli'ndeki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmalar sonucu kısa bir sürede ortadan kaldırılmış, bölgede bu gibi olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır.(Bravo sesleri) Cumhuriyetin getirdiği bütün iyiliklerden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tam anlamı ile yararlanacaklardır. Özel idare ve belediyelerin bu yılki çalışmaları; geçen yıllardakinden çok daha verimli olmuştur. İmar işlerinde belediyeleri hukuki açıdan aydınlatmak, onlara önderlik etmek, çalışmalarını izlemek ve denetlemek üzere merkezde bir teknik büro kurulması, yol ve yapı konusunda işlerin ve istimlak işlemlerinin ivedilikle yürümesini sağlayacak değişikliklerin yapılması, Belediyeler Bankasının imar işlerinde yardımını genişletmesi, çiftçi mallarının güvenliğini korumak ve tarımsal suçları hızla ortaya çıkarıp suçluların cezalandırılması konularında yüksek Kamutaya sunulmak üzere birer kanun tasarısı hazırlanmıştır.


Büyük Meclisin onayına sunulmuş olan yeni nüfus kanununun kabulü ve uygulanması nüfus işlerinin daha modern ve düzenli bir biçimde yürütülmesini sağlayacaktır. Sayın arkadaşlar, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, kendisine verilen sağlık ve sosyal yardım görevleri ile iskan ve göçmen işlerini yüksek Meclisin kabul buyurduğu ödenek içinde başarı ile sürdürmüştür. Bu yılın ilkbaharında, Orta Anadolu'da, özellikle Kırşehir ve Yozgat bölgesinde bir kısım köylerimizi yıkan ve aziz vatandaşlarımızdan bazılarının ölümüne neden olmakla bizi çok üzen bir deprem olmuştu. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ve aynı zamanda bu işle görevlendirilen Kızılay Derneği felakete uğrayan vatandaşlarımızı korumak için zaman geçirmeden gereken önlemleri almışlardır. Bu alanda yapılmasına karar verilen 2.114 evden bir kısmı bitmiştir. Bir kısmının da yapımı ilerlemektedir. Bu hizmet ve çalışmaları memnuniyetle bildirmek isterim. Yüce saylavlar, Ülkede var olan huzur ve güvenliğe paralel olarak adalet organları da düzenle işlemektedir. Suçüstü olaylarla ilgili kanunun uygulanmasından elde edilen iyi sonuçlardan örnek alınarak, bu kanun, ağır cezalı suçları da kapsamına almıştır. İnkılabımızın devamlılığını sağlamak için yeni kanuni önlemler alınmıştır. Bu amaçla Türk Ceza Kanunu’ndaki Devletin manevi kişiliğine ve devlet güçlerine karşı olan suçlar daha ağır cezalara bağlanmıştır. Ceza evlerinin terbiye, iyileştirme ve iş temellerine göre düzenlenmesi yolundaki güzel çalışmaların genişletilmesi, doğru yoldan saparak hürriyetini kaybetmiş olan binlerce vatandaşı topluma yararlı birer vatandaş olarak yeniden kazandırmaktadır. Sayın milletvekilleri, Devletin ekonomik alandaki yapıcı ve yaptırıcı gücü ve prensibinin tarımsal işlerimize de uygulanması yolunda bir örnek olmak üzere tüzelkişiliğe sahip Ziraat İşletmeleri Kurumu kurulmuştur. Geçen yılki nutkumuzda : «Milli ekonomimizin temeli tarımdır. Bunun içindir ki, tarımda kalkınmamıza büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yapılacak programlı ve pratik çalışmalar bu amaca ermeyi kolaylaştıracaktır. Fakat bu önemli işi isteğe uygun bir biçimde amacına ulaştırmak için, ilk önce, ciddi etütlere dayalı, bir tarım politikası belirlemek ve bunun için de her köylünün ve bütün vatandaşların, kolayca kavrayabileceği ve severek uygulayabileceği bir tarım rejimi kurmak gereklidir.» öğüdünde bulunmuştuk. Bununla ilgili incelemeler bitirilmiştir. Cumhuriyetin on beşinci yılı planlı, sistemli tarım ve köy kalkınmasının başlangıcı olmalıdır. Sayın arkadaşlar, Ekonomik işlerimiz normal gelişme yolunu izlemektedir. Bu yıl da üretimin, takasın ve kredinin düzenlenmesi ile sanayileşme ve kurumlaşma alanlarında olumlu sonuçlar alınmıştır. Maden Tetkik ve Arama işleri ile maden işletmeleri, programlarına göre geliştirilmektedir. Dış ticaret politikamızın durumu, milli ve uluslararası konjonktüre uyarak, karşılıklı yarar ve izin alınması temeline bağlı kalmakta süreklilik göstermiştir.


İhracatın denetlenmesi ve ihraç mallarımızın standart olması yolundaki çalışmalar yürümekte ve iyi sonuçlar elde edilmektedir. Bu yıl yeniden birtakım ihraç mallarımız daha denetlenecek mallar arasına girmiştir. Böylece ihracatımızın ve ihracattaki saygınlığımızın yükselttiğini gördüğümüz bu usulün alanı genişletilmektedir. Halkımızın güzellik yeteneğini belirten ve her günkü ihtiyaçlarımızın büyük bir kısmını karşılayan el ve ev küçük sanatkârlarının Cumhuriyet rejiminde kendilerine yaraşan yere yükseltilmesi gerekir. Bunun için özendirmelerin yapılmasını ve bu konudaki tasarının bir an önce görüşülmesini önermeyi uygun bulurum. Geçen toplantı döneminde yüksek Meclisin kabul buyurduğu «Sermayesinin tamamı Devlet tarafından verilerek kurulan İktisadi Teşekküllerin kuruluşları ile yönetim ve denetimleri» ile ilgili kanunun uygulanması için organizasyona başlanmıştır. Ülkenin çeşitli yerlerinde kredi ve satış kooperatiflerinin ve birliklerinin kurulması sürdürülmüştür. Bu arada Karadeniz Bölgesinde fındık ürünü için beş kooperatif ve bunlar için merkezi Giresun'da olmak üzere bir birlik kurulmuştur. Küçük esnafa ve küçük sanayi sahiplerine ihtiyaç duydukları kredileri sağlamak üzere Halk Bankası ve Halk Sandıkları kurulmuştur. Kredinin normal şartlar altında ucuzlatılmasının ekonomik alandaki önemli etkisi bilinmektedir. Büyük Millet Meclisinin kabul buyurduğu kanun ile faiz hadlerinin indirilmesini memnuniyetle karşılarım. Büyük Millet Meclisi Denizbank'ı kurmakla çok yerinde bir girişimde bulunmuştur. Birinci beş yıllık sanayi planımız başarı ile bitmek üzeredir. Buna ek olarak, üç yıllık bir maden işletme programı hazırlanmış ve uygulanmasına başlanmıştır. Bu üç yıllık maden programının büyük bir kısmını içine alarak ve şeker endüstrisini de genişleterek makine, kimya, gıda maddeleri, toprak ve su ürünleri, ev yakıtları sanayii ile liman inşası, taşıma araçlarının çoğaltılmasını ve deniz işleri için duyduğumuz ihtiyaçları da içeren ve belirten dört yıllık üç numaralı yeni bir program yapılmış ve açıklanmıştır. Bu plan için harcanacak para 85 ila 90 milyon lira arasında sanılmaktadır. Bununla ilgili kredinin sağlandığı bilinmektedir. Ülke için faydalı olan her girişimi yüksek bir vatanseverlik duygusu ile destekleyen ve koruyan değerli Kamutayın bu plan için de yardımlarını esirgemeyeceğine şüphem yoktur. Sayın milletvekilleri, Ülkenin imarı ve kalkınması yolunda çok önemli görevler alan Cumhuriyetin Bayındırlık Bakanlığının içindeki çalışmalarının en üst düzeyde verim vermiş olduğunu görmekteyim. Kullanıma açılan büyük köprülerin bu yıl 115'e vardığını hatırlatır ve sayıların ihtiyaca uygun olarak hızla çoğaltılmasını dilerim. İstanbul'dan başlayan Avrupa turistik asfalt yolunun birinci kısmı bitirilmiştir ve son kısımlarının yapımı sürdürülmektedir. Ülkenin genel su politikasının büyük önemi üzerinde durmaktayız. Geçen dönemde kabul buyurduğumuz bir kanun ile Adana ovasının sulama işlerine hız verilmiş olmasını sevinçle bildiririm. Diğer su işlerimiz de program içinde yürütülmektedir. Geçen yıl yapılmasına başlandığını bildirdiğim radyo merkezi stüdyosu tamamlanmıştır. Şirketlerden elimize geçen demiryollarının yenileştirilmesi, sabit ve değişken aletlerin her türlü ihtiyacı karşılayacak biçimde tamamlanmasına çalışılmaktadır. Ülkede taşımacılık kapasitesi artmaktadır. Çeşitli malların gönderilmesini kolaylıkla sağlamak için yeni taşıt araçları sipariş edilmiş ve 3 numaralı programda da bu konuya ayrıca yer verilmiştir.


Geçen yıl Divriğ'e ulaştığını gördüğümüz demiryolunun, bu yıl Erzincan'a vardığını ve önümüzdeki yıl içinde de Erzurum şehrine ulaşacağını kıvançla müjdelerim. Arkadaşlar, Maliyemizde denk bütçe, sağlam ödeme, vergi sistemlerini mükellef yararına iyileştirme, hafifleştirme ve milli paranın istikrarını koruma prensipleri tam bir bağlılık ve başarı ile izlenmekte ve uygulanmaktadır. Halkın ve çiftçinin vergi yükünü hafifletme yolunda öteden beri güdülen prensibin, imkanların elverdiği oranda uygulanması bu yıl da sürdürülmüştür. Gelir ve dengeleme vergilerinde, yünlü ve pamuklu kumaşların tüketim vergisinde ve hayvan vergilerinde indirim yapılmış, hayvan vergisinin at ve katıra ait kısmı ile tıbbi ve ilaç maddelerinden tüketim vergisi tamamen kaldırılmıştır. Bir kısım vergilerde yapılan önemli indirimlere karşın tahsilat, gelir tahminlerine göre geçen yıl da 29 milyon lira bir fazlalık göstermiştir. Bu yılki tahsilatın da tahminlerden fazla olacağı umulmaktadır. Ekonomik alandaki gelişmeye uygun olarak her zaman bütçe tahminlerini aşan Devlet gelirinin sürekli artışı, bir yandan vergi indirimlerini belirgin bir program içinde gerçekleştirmeye, diğer yandan çeşitli alanlardaki verimli işlere ve milli savunma hizmetlerine daha çok pay ayırmaya imkan vermektedir. Sanayi Teşvik Kanunundan yararlanan kuruluşlara dış ülkelerden getirdikleri ham maddelerle, makine, alet ve avadanlıklar için verilmiş olan gümrük bağışıklığı kaldırılarak, adı geçen kanundan yararlanan ve yararlanmayan bütün sanayi mensubuna geçerli olmak üzere, bu çeşitli ham maddelerle, makine, alet ve avadanlıkların gümrük resimlerinin çok düşük bir sınıra indirilmesi ve makine, alet ve avadanlıklar için muamele vergisi bağışıklığının kabul edilmesi, ülke sanayii için iyi sonuçlar verecek bir önlem olmuştur. Bir kısım vergilerimizin tarh ve toplama yöntemlerinin düzeltilmesi ve uygulamada sadelik ve birlik sağlanması amacı ile hazırlanarak yüksek Kamutaya sunulan tasarının bir an önce çıkarılmasını dilerim. Sayın arkadaşlarım; Tekel kurumunun mali tekel, ticari kuruluş ve mali değerlendirme kurumu karakterini kazanması için gerekli önlemler alınmakta ve istenilen sonuç elde edilmektedir. Çok değerli ve güzel ürünlerimizden biri olan tütünün, tarımsal uygulamalarını düzeltmek, çiftçinin ürünlerini değerlendirmek ve değer fiyatıyla satmak açısından aydınlatmak ve korumak, tütünlerimizi dünya piyasalarına daha çok tanıtarak ihracatını en son sınırına çıkarmak yolundaki çabalar iyi sonuçlar vermektedir. Diğer tekel maddelerinin üretim ve tüketiminde gelişmeler görülmektedir. Sevgili arkadaşlarım, Yüksek öğretim gençlerini, istediğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz gibi milli bilinç sahibi, modern kültürlü olarak yetiştirmek için İstanbul Üniversitesinin gelişmesi, Ankara Üniversitesinin tamamlanması ve Doğu Üniversitesinin yapılan çalışmalarla belirlenmiş olan kurallar içinde, Van Gölü civarında kurulması çalışmaları, hızla ve önemle sürdürülmektedir. Geçen yıl deneylerinin ümit verici nitelikte olduğunu gördüğüm eğitmen okulları çok iyi sonuçlar vermiş ve eğitim kadrosuna bu yıl 1 500 kişi daha eklenmiştir. Önümüzdeki yıllar içinde bu sayının artırılacağı şüphesizdir. Türk Tarih ve Dil kurumlarının çalışmaları övünülecek değer ve nitelik göstermektedir. Tarih tezimizi, reddedilmez kanıt ve belgelerle bilim dünyasına tanıtan Tarih Kurumu, ülkenin çeşitli yerlerinde yeniden kazılar yaptırmış ve uluslararası toplantılara başarı ile katılarak verdiği bildirilerle yabancı uzmanların ilgi ve övgülerini kazanmıştır.


Dil Kurumu en güzel ve verimli bir iş olarak türlü bilimlerle ilgili Türkçe terimleri tespit etmiş ve böylece dilimiz, yabancı dillerin etkisinden kurtulma yolunda önemli adımını atmıştır. Bu yıl, okullarımızda eğitimin Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür yaşamımız yönünden önemli bir olay olarak nitelemek isterim. Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi, spor alanında da amacına ulaşması için yüksek Kamutayın onaylandığı Beden Terbiyesi Kanununun uygulanmasına geçildiğini görmekle kıvançlıyım. Sayın arkadaşlarım, Vatanın ve rejimin koruyucusu olmakla kalmayıp, en geniş ve gerçek anlamı ile bir barış etkeni ve bir eğitim ve öğretim ocağı olan yenilmez ordumuzun geçen yıl da belirttiğim ve açıkladığım gibi, son sistem silah ve motorlu araçlarla donatılması yolundaki çalışmalara hız verilmiştir.(Bravo sesleri, şiddetli alkışlar) Geçen yıl büyük Kamutayın kabul buyurduğu ödenek ile bir genel silahlanma programı yapılmıştır. Uygulaması ilerlemektedir. Deniz kuvvetlerimizin güçlenmesi için gerekli olan savaş gemilerinin küçük bir kısmı sipariş edilmiştir. Büyük bir kısmı da sipariş edilmek üzeredir.(Alkışlar) Bu arada var olan gemilerimizin daha kusursuz bir duruma getirilmesi için önlem alınmaktadır. Bu yıl Gölcük savaş tersanemizin yapımına başlanacaktır. Hava programımızda önlemler uygulanmaktadır. Şanlı adını andıkça gönlümüzde sevinç ve sonsuz gurur duyduğumuz değerli ordumuz bu yaz doğu bölgesinde doğanın en çetin ve sert şartları içinde yaptığı manevralarda her gün artan gücünü ve yeteneğini bir kez daha göstermiştir.(Şiddetli alkışlar) Çok değerli komutan ve subaylarımızla kahraman erlerimizi, huzurunuzda övünerek ve övgü ile selamlarım.(Bravo sesleri, sürekli alkışlar) Sayın milletvekilleri, Dış politikamızın son yıl içindeki gelişmeleri geçen yıl ana niteliklerini belirttiğim kurallar içinde gelişmiştir. Son aylar içinde barış, çetin bir sınav geçirdi. Şimdi süresini ancak bir zaman sonra anlayabileceğimiz yeni bir sessizlik dönemi içindeyiz. Barış, ulusları refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir kez ele geçirilince sürekli özen, ilgi bekler ve her ulusun ayrı ayrı hazırlığını gerektirir. Ülkemizin her gün daha çok güçlenmesini sağlamak için her alanda her türlü ihtimale karşı koyabilecek bir durumda bulunmak ve dünya, olaylarının bütün gelişimini büyük bir dikkatle izlemek, barışsever politikamızın dayandığı kuralların başlıcalarıdır.(Bravo sesleri, alkışlar) Ulusların güvenliği, ya iki taraflı ya da çok taraflı genel ve ortak anlaşmalarla, uzlaşmalarla sağlanabilir diye kesin nitelikte ortaya atılan ve her biri diğerlerine ters düşen prensipler, barışın korunması için bizim yönümüzden kesin ve doğru sayılamaz ve doğru olamaz.(Bravo sesleri) Bunların her birini coğrafi ve politik gereğe ve duruma göre kullanarak barış yolundaki dikkatli davranışlara uydurmak her ulus için ayrı ayrı bir görevdir. Cumhuriyet hükümeti bu gerçeği görmüş, uygulamış, en yakın komşuları ile olduğu kadar en uzak devletlerle olan ilişkilerini, dostluklarını, anlaşmalarını ona göre düzenlemeyi bilmiş ve böylece dış politikamızı sağlam kurallara dayandırmıştır.(Alkışlar) Balkan politikamız, Balkan devletlerinin ayrı ayrı ve ortak yararlarının en açık bir belirtisidir. Balkan uluslarından her birinin ayrı ayrı güçlenmesi de barış yolundaki dinamik düşünce biçiminin fiili bir örneğidir.


Burada sevinçle belirtmek istediğim bir olay, Balkan uluslarının birbirleriyle tam anlamı ile yakınlaşmalarına güçlü bir neden olmuştur. Ve yarın için de ümitlerle dolu bir eserdir. Selanik'te Balkan Antlaşması devletleri adına Konsey Başkanı ve Sayın Yunan Başbakanı General Metaksas ile Sayın Bulgar Başbakanı Mösyö Köseivanov arasında imza edilmiş olan anlaşmadan söz etmek istediğim anlaşılmıştır. Bu anlaşma, barış yolundaki sürekli çabalarımızın ve Balkan devletlerinin izlemeyi sürdürdükleri sağlam politikanın iyi bir biçimde ortaya çıkmasıdır.(Bravo sesleri) Yine aynı gerçekler, aynı dinamizm ve aynı yüksek amaçlar, Sadabat Antlaşması hükümleri ile, ilgililerin geçmişten miras kalmış boş inanışları bir anda yıkarak ilişkilerini yeni ve verimli temellere dayandırmayı bildiklerini göstermiştir. Türkiye'nin diğer devletlerle olan ilişkileri geçen yıl açıklıkla belirttiğim yolda dostça gelişimler izleyerek ilerlemeyi sürdürüyor. Hatay sorununun son yıl içinde geçirmiş olduğu evreleri bilmektesiniz. Bu milli davayı bir Türk - Fransız dostluk anlaşması ile sonuçlandırmak yolundaki çalışma başarı ile sona erdi. Türk ve Fransız askerlerinin geçici ve ortak işgali, bu anlaşmanın açık belirtisi oldu. Bu nedenle sükün yerleşti ve seçimler tamamlandı. Sonunda Hatay, Millet Meclisine ve bağımsızlığına kavuştu.(Bravo sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar) Bağımsız Hatay devleti bu gün güvenlik güçlerini düzenlemek ve ülkenin iç güvenliğini de kendi kendine sağlamakla uğraşmaktadır. Bunun da yakında başarılacağını ümit ediyoruz. Geçen yıl «Yarınki Türk - Fransız ilişkilerinin dilediğimiz yolda gelişmesine Hatay işinin iyi bir yönde gelişmesi temel bir ölçü ve unsur olacaktır» demiştim. Doğrusu, Hatay işindeki Türk Fransız anlaşması iki devlet arasındaki ilişkileri çok dostça bir duruma getirmiştir. Hatay işinde sağlanan sonuçların devamlılığı, Türk - Fransız dostluğunun da gelişme ve berraklaşmasında temel oluşturacağı düşüncesindeyim. Cumhuriyet hükümeti geçen yıllardaki çeşitli devletlerle ekonomik ilişkilerini düzenleyen sözleşme ve anlaşmalar imza etmiş bulunuyor. Bu arada İngiltere hükümeti ile yapılan ticaret anlaşması ve aynı zamanda 16 milyon İngiliz liralık bir ticari silah kredisi sözleşmesini belirtmek isterim ki aslında bununla ilgili kanun yüksek onayına sunulmuştur. Birkaç gün önce ülkemizi ziyaret eden Almanya'nın seçkin Ekonomi Bakanı Bay Funk ile 150 milyon marklık bir kredinin esaslarında anlaşmaya varılmıştır. Ayrıntılar yakında iki hükümet arasında belirlenecektir. Bu kredi anlaşmalarını, ülkemizin mali saygınlığına karşı gösterilen ciddi güvenin ve dış politikamızdaki dürüst gelişmelerin sonucu olarak düşünmek gerekir.(Bravo sesleri) Hükümetin imzaladığı sözleşmeler içinde hukuki alanda çeşitli anlaşmalar bulunduğu gibi, egemenliğe kavuşan dost Mısır devleti ile imzalanan bir de dostluk ve konsolosluk sözleşmesi bulunmaktadır. Büyük komşu ve dostumuz Sovyet Birleşik Cumhuriyeti ile geçen yıl içinde yeni bir sınır anlaşması imza edilerek iki ülkenin sınır ilişkileri bu şekilde iki tarafın deneylerinin gösterdiği sağlam temellere bağlanmıştır. Bu anlaşmanın yakında yürürlüğe konulması beklenmektedir. Yine geçen yıl içinde, İtalya hükümeti, Montrö'de imza edilen ve devletlerin katılımına açık bırakılan Boğazlar Antlaşmasına katılmış ve bu büyük komşu ülkenin bize karşı olan dostça tutumuna ülkemiz de aynı dostça duygularla karşılık vermiştir. Büyük Kamutay, şimdiye kadar olduğu gibi bütün işlerinizde başarılar dilerim.(Şiddetli ve sürekli alkışlar) ATATÜRK'ün Ordu ve Askerlik ile İlgili Vecizeleri


Ben Türk Ordusunun yabancısı bir adam değilim; ben ordu ile küçük rütbelerden beri içten teması olan bir askerim. Ben, hadiselerin akışı ile ordunun içinde subay, nihayet komutan olarak iş görmüş ve kanaatime göre başarılı olmuş bir komutanım. Türk ordusunun, onun faziletini, kıymetini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini bizim kadar anlayan az olmuştur. (1926, Ankara) (Falih Rıfkı ATAY, ATATÜRK'ün Bana Anlattıkları, İstanbul, 1955, s. 13)

Benim, ordularımızı sevk ettiğim ve yönelttiğim hedefler, esasen ordularımızın her erinin, bütün subaylarının ve komutanlarının düşüncelerinin, vicdanlarının, azimlerinin, ideallerinin yönelmiş bulunduğu hedefler idi... Bütün millete hiç tereddütsüz ve gönül rahatlığıyla arz edebilirim ki, Cumhuriyet orduları; Cumhuriyeti ve kutsal topraklarını güvenle koruma ve savunma kudretindedir ve hazırdır. (1925, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, C. II. Ankara, 1952, s. 240)

Orduyu asıl düşman karşısında görmek lazımdır. Bunu ise bir millete herhangi bir zamanda gösterebilme imkânı yoktur. Bunu muharebe sahasında görmek fırsatını bulabilecekler azdır. Bunlardan yoksun bulunanlara, millet ordusunun kuvvetini, kudretini, göstermek için genellikle birtakım göz alıcı hareketler, askerî usuller kabul edilmiştir. Bu usuller ve bunların gösterileri birtakım göz kamaştırıcı ve gönül alıcı görevlerdir. Bir ordunun esas disiplinini bu gösteri şekillerine göre değil, arazi şartlarına uydurması mecburiyeti anlaşıldığı günden beridir ki ordunun eğitim ve öğretim programlarının gerçek hareket noktası tespit edilmiştir... Bu çocuklar asker oldukları zaman, onların muharebe meydanlarında başarılı olmaları için lazım olan eğitim ve öğretime özellikle önem vermeliyiz. (A. Âfetinan, ATATÜRK Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara, 1959, s. 87)

Hiçbir zaman saldırgan olmayı düşünmemiş olan ve fakat daima haksız taarruza uğrayacağını hesap eden bir milletin ordusu olarak, ordumuz uzun bir seferden sonra hemen diğer bir sefere başlayacakmış gibi maddi ve manevi yönden hazır bulunmalıdır. (1924, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Ankara, 1997. s. 351)

Yedek subay demek bu milletin zaten aydın sınıfına, eğitim görmüş sınıfına aldığı vatan evladı demektir. Bu vatan evladı ilim ışığıyla memlekete, yerine getirmeye zorunlu olduğu hizmetten başka, vazifeden başka, bir de orduya giriyor. Düşmana göğüs gererek, askerlik vazifesini de yerine getiriyor. Bunlar ilim ve bilgi sahibidirler. Memleket bunlara her zaman muhtaçtır. Hele ordu içinde muharebe meydanlarında bin türlü ölüm mücadelesi yaparak tecrübe kazanmış, cüret ve cesaretlerine dayanıklılık vermiş olan bu memleket evlatları tercihen, en yararlı olabilecekleri yerlerde kullanılmalıdır. Bundan dolayı gerek kahraman ordumuzun bütün subayları ve gerek onların aralarındaki yedek subaylar tamamen emin ve rahat olmalıdırlar ve millet bunlara karşı vazifesini hakkıyla yapacaktır. (1923, İzmit) (Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara, 1982, s. 123)

Askerlik hayatını öyle bir okul hâline koymalıdır ki, hem vatanı savunabilecek derecede askerlik sanatını öğrensin ve hem de memleketine döndüğü zaman bütün köy için ve köy halkı için ve hayatı için faydalı olabilecek şeyleri öğrensin. (1923, İzmit) (Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara, 1982, s. 54)

Taarruz ve hücumda kıtaların sevk ve idaresinin kontrol altında tutulması sırasıyla, bütün kıta komutanlarının emirlerinin ve nüfuzunun etkili olmasıyla ve bu da askerin her an kontrol altında tutulması ile mümkündür. (1916, Silvan) (ATATÜRK, Arıburnu Muharebeleri Raporu, Ankara, 1968, s. 86)

Subay, yalnız askere savaş vasıtalarını öğreten ve ona harpteki vazifesini gösteren bir insan değildir. O, insani ve millî hisleri de işler ve gereğinde düşman karşısında silah kadar tehlikeli bir duruma getirir. Bizim askerimiz kışlaya işlenecek bir ham madde olarak gelir. Kışladan ayrıldığı zaman da geldiğinden çok farklı bir durumda ayrılır. Kazanmış, yükselmiş, kuvvetlenmiş olarak evine döner. Kışla bizde sadece bir harp öğretim yeri değil, aynı zamanda bir kültür ocağı, bir sanat okuludur ve böyle olmakla da memlekete


yaptığı hizmet ölçülemeyecek kadar büyüktür. (E. Ziya Karal, ATATÜRK'ten Düşünceler, Ankara, 1981, s. 112) 

Asıl sanat eğitimi yaptıracak gerçek öğretmen yetiştiriciler, birbirinden yüksek olan komutanlardır. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 10)

Kıtası tamamen emir ve komutası altında bulunmayan kıta komutanı hizmet etmiyor demektir. (1916, Silvan) (ATATÜRK, Arıburnu Muharebeleri Raporu, Ankara, 1968, s. 91)

Komutanlar kıtalarının moral durumlarını bizzat içlerine girmek suretiyle anlamalı. Bu şekilde daha güvenle emir verilebilir. Üst rütbedekiler emirlerinde olanlarla konuşmalı, serbest söz söylemeye alıştırılmalı. Bu tutum faydalı ve gereklidir. (1918, Viyana) (A. Âfetinan, M. K. ATATÜRK'ün Karlsbad Hatıraları, Ankara, 1983, s. 22)

Bir kuvveti meydana getiren insanlar, genel hayatları, fikirleri, hareket serbestileri ezilmemiş, gürbüz, neşeli erlerden ve subaylardan oluşursa böyle bir birlikte bizzat akıl kullanarak kendiliğinden iş görme özelliği çok fazla görülür. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 21-22)

Muharebe için düşmanı ordugâhımızda beklemek olmaz, onu uzaktan karşılamak en iyisidir. Düşman az ise yetişebilenlerimiz onu durdurur veya püskürtür. Çok ise bütün çarpışanlar yetişinceye kadar düşmana ateş açarak onun hareketini ağırlaştırır ve gerekirse geri çekiliriz. Fakat ileri gitmek, beklemekten iyidir. Hiçbir şey yapamazsak düşmanı görür, kuvvetini anlar, meraktan kurtuluruz. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 22)

Son asır ordularını oluşturan personel, eskiden olduğu gibi hemen hepsi kendi gönül rızası ile askerlik hizmetine girenlerden ibaret olmayıp, milletin bütün kişileri askerlik hizmeti ile yükümlü tutulmuştur. Arzusu olan da olmayan da askerlik hizmetini yapmaya mecburdur. Bu şekilde kurulmuş olan ordularda, eski zaman ordularında olduğu gibi, üstler aşırı derecedeki inisiyatifi ölçülü bir sınıra indirgemek, onu disiplin ve idare altında bulundurmak düşüncelerinden kurtulmuştur. Çünkü bugünkü ordularda barışta uzun yıllar uygulanan sıkı disiplin bir çoklarında hareket kabiliyetini kendiliğinden boğuyor. Bu sebeple bugünkü üstler, astlarda inisiyatif uyandırmak için onları uyarmak özellikle, muharebede teşvik ve ümitlendirmek mecburiyetindedirler...

Bir orduyu meydana getiren her rütbe sahibi, genel olarak her kişi, yaşayan bir makinenin canlı organları, parçalarıdır. Bu makineyi işleten her organı, her parçasını harekete geçiren kuvvet buharla çalışan motor değildir. O tahrik vasıtası ordu makinesini meydana getiren yaşayan organların zihinleridir. Kuvvet ve kanlarındaki ruhtur. Zihinlerde bilgi, muhakeme, idrak ve kavrama olmazsa makine durur ve hiçbir kuvvet onu işletemez. Böyle bir makinenin çalıştırılabilmesi için herhangi bir veya birkaç makinistin sanat ustalığı da yeterli ve yararlı olamaz. Çünkü bu durgun beyinlerde teşekkül etmiş kütleler, taş, demir ve odun yığınlarından da hareketsizdir. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 26)

Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmaktır. Bu kalkış, elbette, yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değer. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 56)

Gerek komutanların ve gerek erlerin bizzat düşüncelerini işleterek kendiliklerinden iş görebilecek meziyette yetiştirilmiş olduklarına kanaat edilmeden, bir askeri kıtanın, bir ordunun güvenilir ve dayanılır bir kuvvet olarak tanınması gaflettir, felakettir. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan İle Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 59)

Bir birlik ve özellikle subaylar topluluğu yalnız iyi örnek olacak önderlerle yetiştirilir. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 45)

Memleketimizin ellide biri değil, her tarafı yıkılsa, her tarafı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve orada savunma ile uğraşacağız. (1920,


Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 82) 

Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz. (1921, Polatlı) (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s. 419)

Zaferin sırrı, orduların sevk ve idaresinde bilim ve teknik kurallarını yol gösterici olarak almaktır. (1922, Bursa) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 47)

Bir ordunun kıymeti zabitan ve kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. (1923, Kütahya) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 169)

Gelecekte de çetin denemelerde değerini ortaya koymaya hazır komutanlarımızın yüksek yeteneklerini korumak ve artırmak, yurt korunması ve savunması için gereken bütün araçları aralıksız sağlamak zorunluluğumuzu hiçbir gün savsaklayamayız. (1924, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 354)

Zafer, "Zafer benimdir." diyebilenin, başarı, "Başaracağım." diye başlayanın ve "Başardım." diyebilenindir. (1925, Konya) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 214)

Türk milleti ordusunu çok sever; onu, kendi idealinin harisi telâkki eder. (1931, Konya) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 303)

Tarihte yarılmamış ve yarılmayan cephe yoktur. (1927, Ankara) (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s. 318)

Efendiler, komutanlar, askerliğin görev ve gereklerini düşünür ve uygularken, beyinlerini siyasi görüşlerin etkisi altında bulundurmaktan kaçınmalıdırlar. Siyasetin gereklerini düşünen başka görevliler bulunduğunu unutmamalıdırlar. (1927, Ankara) (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s. 336)

Komutanların, emirleri altına verilen millet evladını, memleket vasıtalarını, düşmana ve ölüme doğru sürerken, düşündükleri tek nokta, milletin kendilerinden beklediği vatan görevini ateşle, süngüyle ve ölümle yerine getirerek sonuç almaktır. (1927, Ankara) (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s. 336)

Lafla, politika ile, düşmanın aldatıcı vaatlerine kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz. Omuzlarında ve özellikle kafalarında askerlik sorumluluğunu yüklenecek kadar kuvvet bulunmayanların feci sonuçlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır. (1927, Ankara) (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s. 336)

Gerçek bilgiyi verebilecek asıl okul birliklerdir. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 50)

Muharebede yağan mermi yağmuru o yağmurdan ürkmeyenleri ürkenlerden daha az ıslatır. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 50)


Zaferi, milletimizin azim ve iman gücü ve Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının süngüleri kazanmıştır. (1922, Bursa) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 45)

Türk milletinin yüce ideallerinin gerçekleşmesi için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. (1931, Konya) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 302)

Türk milleti; hakkını, haysiyetini, şerefini tanıtmaya kadirdir. Türk vatanının bir karış toprağı için bütün millet bir vücut olarak ayağa kalkar. (1924, Kayseri) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 212)

Eğer mensup olduğum milletin şanı ve şerefi varsa, ben de şanlı ve şerefliyim... şan da, şeref de milletimindir. İçinizden biri çıkar da, sırf şan ve şeref için koşar, milletinden koparsa biliniz ki başınıza beladır. Millet bu gibilere asla izin vermemelidir. (1923, Uşak) (Ulus Gazetesi, 10 Kasım 1939)

Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.

Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi imkansız güvencesidir.

Büyük millî disiplin okulu olan ordunun; ekonomik, kültürel, sosyal savaşlarımızda bize aynı zamanda en lüzumlu elemanları da yetiştiren büyük bir okul hâline getirilmesine, ayrıca itina ve dikkat edileceğine, şüphem yoktur. (1937, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 420)

Memleketimiz şu iki şeyin memleketidir: Biri çiftçi diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik, çünkü topraklarımız çoktur. İyi asker yetiştirdik, çünkü o topraklara kasteden düşmanlar fazladır... bundan sonra da daha iyi çiftçi ve asker olacağız. Lakin bundan sonra asker oluşumuz artık eskisi gibi başkalarının hırsı, şanı, şöhreti ve keyfi için değil; yalnız ve yalnız bu aziz topraklarımızı korumak içindir. (1923, Tarsus) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 135)

Ordumuzdaki subay ve yüksek komuta heyeti birbirlerine karşı büyük bir sevgiyle, hürmetle emniyet ve güvenle bağlıdır ve üstten aldıkları emri bir namus meselesi gibi kabul ederek ifa ederler. (1922, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 271)

Dünyanın hiç bir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rastgelinmemiştir.

Sizin gibi komutanları, subayları, er ve erbaşları olan bir milletin yabancı eller altında köle olması mümkün değildir. (1921, Ankara) (ATATÜRK'ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. IV, Ankara, 1991, s. 436)

Askerlik hayatımda bu kadar mükemmel bir topçu ve bu kadar mükemmel idare edilmiş bir topçu ateşi nadiren gördüm. (1922, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 270)

Memleket evlatlarını, vatanın savunması için ölüme sevk etmek sorumluluğunu üzerine alan ve aynı zamanda onların önünde göğsünü düşman kurşunlarına geren subaylardır, komutanlardır. (1923, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 340)

Bu milletin evlatlarının bulunamaz...

Böyle evlatlara ve böyle evlatlardan oluşan ordulara sahip bir millet elbette hakkını ve bağımsızlığını bütün anlamıyla korumayı başaracaktır. Böyle bir milleti bağımsızlığından

fedakârlıkları,

kahramanlıkları

için

kıyaslanacak

örnek


mahrum etmeye kalkışmak boş bir hayaldir. (1921, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 197-198) 

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu; insanca, bağımsız yaşamaktan başka amacı olmayan milletiyle aynı ülküyü paylaşan ve sadece milletinin emrinde olan öz evlatlarından oluşan saygıdeğer ve kuvvetli bir topluluktur. (1922, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 261)

Ordumuz babalarına ve atalarına layık evlatlardan meydana geldiğini göstermiştir. Bundan sonra ordumuzu daha mükemmel hale getireceğiz. Bu da ordunun refah ve saadetini sağlamakla olacaktır. Subaylarımızı hayat kaygısı içinde bırakmak asla doğru olmaz. Hayat dediğimiz zaman savaş meydanlarında terk edeceğimiz hayatı kastetmiyorum. Bizim subaylarımız savaş meydanlarında hayatlarını büyük bir olgunluk ve iftiharla vermeye hazırdırlar. Hayattan amacım gerek kendilerinin, gerekse ailelerinin dert ve sıkıntılardan kurtularak refahlarını temin etmektir. Etmeyen bir millet en önemli noktada hata yapmış demektir. Fakat milletimiz subaylarının, askerlerinin ve devlet makinesini işleten memurlarının refahını elbette dikkate alacaktır. (1923, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 94)

Mutlaka şu veya bu sebepler için milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Hakiki düşüncem şudur: Milleti savaşa götürünce vicdan azabı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, "Ölmeyeceğiz" diye savaşa girebiliriz. Lakin, milletin hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 128)

Savaş, nihayet meydan savaşı sadece karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan savaşı milletlerin bütün varlıklarıyla, bilim ve teknik alanındaki seviyeleriyle, ahlaklarıyla, kültürleriyle kısacası bütün maddi ve manevi güç ve nitelikleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir sınav alanıdır. Bu alanda, milletlerin gerçek güç ve kıymetleri ölçülür. Sonuçta yalnız maddi güçlerin değil, bütün güçlerin özellikle ahlaki ve kültürel gücün üstünlüğü kesinlikle ortaya çıkar. Bu sebeple meydan savaşında yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddi ve manevi varlığıyla yenilmiş sayılır. Böyle bir sonucun ne kadar feci olabileceğini tahmin edersiniz. Yok oluş sadece savaş alanındaki orduya ait olamaz. Aslında, ordunun mensup olduğu millet feci sonuçlara uğrar. Tarih, birtakım boş hayallerle, başlarındaki hükümdarların, hırslı politikacıların oyuncağı durumuna düşen istilacı orduların, istilacı milletlerin uğradığı bu çeşit feci sonuçlarla doludur.

Türk vatanını ele geçirmek fikrini, Türk'ü esir etmek hayalini genel, büyük bir ideal hâline getirmeye çalışanların layık oldukları kötü sondan kurtulamadıklarını gözlerimizle gördük... Kendilerine bir milletin geleceği emanet edilen adamlar, milletin kuvvet ve kudretini yalnız ve ancak yine milletin gerçek ve ulaşılabilir çıkarları yolunda kullanmakla yükümlü olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi ele geçirmek; o memleketin sahiplerine egemen olmak için yeterli değildir. Bir milletin ruhu ele geçirilmedikçe, bir milletin azmi ve iradesi kırılmadıkça, o millete egemen olmanın imkanı yoktur. (1924, Dumlupınar) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 184)

Türkiye Cumhuriyeti sadece iki şeye güvenir. Biri millet kararı, diğeri en elim ve güç şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla layık olma niteliğini kazanan ordumuzun kahramanlığı. Bu iki şeye güvenir. Bu ordular tarihte benzeri görülmemiş kahramanlıklar, fedakarlıklar göstermiştir. Şanlı zaferler kazanmıştır. Millet ve memleketin gerçekten minnet ve teşekkürüne hak kazanmıştır.

... Türkiye en zayıf zannedildiği bir zamanda ordusu sayesinde en kuvvetli olduğunu ispat etmiştir. Ordumuz vatan içinde zafer kazanmıştır. Bu durum Türkiye'nin olağanüstü gücünün, yüce kararlılığının ve ölmez varlığının en belirgin delilidir. Düşmanın vatan içine girmiş olması düşman lehine birçok durum ve sebepler doğurur. Bütün bu güçlükleri


aşarak düşmanı vatan içinde yenmek, ortadan kaldırmak başlı başına bir varlık, büyük bir kuvvet eseridir. Vatan içinde yenilginin sonucu son derece kötüdür, tehlikelidir. Bu gerçeği doğrulayan yakın ve uzak tarihi örnekler çoktur. 

... Hepimiz için asıl olan, ulusun, vatanın güvenliği ve her türlü endişe ile korkudan uzak olmasıdır. Yurdu savunmak ve ulusun yüksek çıkarlarını korumakla yükümlü olan komutanlar, sahip oldukları bütün kuvvetleri ve bütün araçları en önemli hedefler üzerine toplamalıdır.

... Arazinin ve birtakım durumların, şartların, olağanüstü fırsatların savaşın sonucu üzerindeki etkileri inkâr edilemez. Fakat daima arzu edilen emniyet ve güvence, sayıca üstünlük ve değerdir. Türkiye bütün düşman devletlere karşı kazandığı maddi ve manevi zaferlerle ölmez bir varlığa sahip olduğunu ispat etti... Benim için ordumuzun değerini ifade de tek karşılaştırma şudur: Türk ordusunun bir birliği dengini mutlaka yener, iki katını durdurur. Şimdilik bundan fazlasını istemiyorum. Çünkü fazlasını milletimizin yaratılıştan sahip olduğu cengaverlik zaten sağlamaktadır. Fakat bu değeri mutlaka korumak lazımdır. Bunu, askerî bir esas, bir kural olarak göz önünde tutmalıdır... Bu değer korundukça, teşkilatımızı, eğitim ve öğretimimizi bu hedef ve amaca yönelttikçe, Türkiye'nin her türlü saldırıdan, taarruzdan korunmuş olacağına ve korunacağına kimsenin şüphesi kalmaz.

Kesin sonuç daima taarruzla alınır. Ancak savunma ile de yerine getirilen birçok görev vardır. Bu noktada bütün arkadaşlarımın dikkatlerini bir noktaya çekmek isterim. Kesin sonuç, istenilen zaman gelmeden önce, gerçek ve ciddi taarruz zamanından önce birliklerin muharebe güçlerini azaltmaktan, sayısını eksiltmekten kaçınmak lazımdır. Bunun için taarruz, savunma, oyalama muharebesi ve kesin muharebenin niteliği, uygulanacağı zaman ve durumun seçilmesi konusunda arkadaşların zaten var olan kendine güvenleri korunmalıdır. Buna teorik ve pratik işlerimizde çok dikkat etmeliyiz. Bir de alınan görev ile yapılacak askerî faaliyetin ciddi bir ilişkisi vardır. Bunun için görev verenlerin, görev alanların kullanacakları araçların, uygulanacak askerî faaliyetlerin belirlenmesinde tereddüde düşmelerine neden olmamaları gerekir. Amacın açık olarak belirtilmesi çok önemlidir. (1924, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 173-176)

Memleketin genel hayatında, orduyu siyasetin dışında tutmak prensibi, Cumhuriyet'in daima dikkat ettiği önemli bir noktadır. Şimdiye kadar takip edilen bu yolda; Cumhuriyet orduları vatanın güvenilir ve sağlam koruyucusu olarak saygınlığını muhafaza etmiştir. (1924, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 348)

Bütün taarruz muharebelerinde her şeyden önce piyade sınıfı, özünde bulunan taarruz ruhunu daima geliştirmelidir. Her ne pahasına olursa olsun düşmanın üzerine atılma fikri, bütün tutum ve davranışlarına egemen olmalıdır. (1908, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Bölüğün Muharebe Eğitimi, Ankara, 1995, s. 42)

Ordunun esenliğini yürekten düşünen namuslu ve ahlaklı insanlar ikiyüzlülükten uzaktır. Tam ve olgun ahlak sahibi olanlar, çoğu kez, barış ve güvenlikte, dikkat ve ilgiyi kendi üzerlerine çekmekten çok, bunları umursamadan açıkça konuşurlar. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 46)

Askerlik; işlerin yürütmesi değil, insanların sevk ve idaresi sanatıdır. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 53)

Astların hareket özgürlükleri keyfi hareket rengini almamalıdır. Savaşta büyük başarının temeli olan bağımsız hareket, gerekli sınırları içinde olanıdır. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 61)

Ordumuz hayat ve onur mücadelesinde milletin amaçlarının tek dayanak noktasıdır. (1920, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 16)


Aklı eren, yurdunu seven, gerçekleri gören kimselerden düşman çıkmaz. (1923, Tarsus) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 136)

Askerî harekât, siyasi faaliyetlerin ümitsiz olduğu noktada başlar. Ümidin güvenli bir surette geri dönüşü, orduların hareketinden daha seri hedeflere ulaşmayı temin edebilir. (1922, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. III, Ankara, 1997, s. 61-62)

Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri! (1922, Dumlupınar) (ATATÜRK'ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1991, s. 473-474)

Gerçek zafer savaş meydanlarında başarılı olmak değil, asıl zafer başarıların kaynağını güçlendirmek, milleti yükseltmektir. (1923, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt II, s. 118)

Kuvvetli bir ordu denildiği zaman anlaşılması lazım gelen anlam, her kişisi, özellikle subayı, komutanı; medeniyetin ve tekniğin gereklerini kavramış ve ona göre iş ve hareketlerini uygulayan yüksek ahlakta bir topluluktur. (1918) (BELLETEN, Türk Tarih Kurumu, Cilt XXXII, No.: 128, 1968)

Büyük ulusumuzun orduya sunduğu en son sistem fabrikalar ve silahlar ile bir kat daha güçlenerek, büyük bir özveri ve hayatınız pahasına her türlü görevi yerine getirmeye hazır olduğunuza eminim. (1938, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt II, s. 331)

Zaferin sırrı, orduların sevk ve idaresinde bilim ve teknik kurallarını yol gösterici olarak almaktır. (1922, Bursa) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt II, s. 47)

Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir başka komutanlar hâkim olabilir. (1915, Anafartalar) (ATATÜRK, Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe, Derleyen : Uluğ İğdemir, 1990, s. XV-XVII)

En güzel coğrafi vaziyette ve üç tarafı denizle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile, en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifadeyi bilmeliyiz; denizciliği, Türk'ün büyük millî ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.416)

Ben askerliğin her şeyinden çok sanatkârlığını severim. (10 Şubat 1939, Vakit Gazetesi) (Enver Ziya Karal; ATATÜRK'ten Düşünceler, MEB.lığı, Bilim ve Kültür Dizisi, s.115)

... Sorumluluk yükü, her şeyden, ölümden de ağırdır. (Uluğ İğdemir, Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe, AKDTYK Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1990, s.24)

Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür. Birbirinden ayrılamaz. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1994, s.45)

Deniz silahlarına önem veriyoruz. Denizcilerimizin iyi silahlı ve iyi eğitimli olarak hazırlanmaları büyük emelimizdir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.408)

Felaket başa gelmeden önce, onu önleme ve ona karşı savunma çarelerini düşünmek gerekir. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1994, s.317)

Tarih, itiraz edilemez bir şekilde ispatlamıştır ki büyük davalarda başarı için sarsılmaz bir kabiliyet ve kudrete sahip bir önderin varlığı şarttır. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1994, s.49)


Bir millet; varlığını ve istiklalini kurtarabilmek için düşünülebilen her türlü teşebbüs ve fedakârlığı yaptıktan sonra başarıya ulaşır. Ya başaramazsa demek, o milletin ölmüş olduğu hükmüne varmak demektir. Öyle ise, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine devam ettikçe başarısızlık da söz konusu olamaz. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1994, s.118)

Tarihte bütün bir vatanı, çok üstün düşman kuvvetleri karşısında, son bir avuç toprağına kadar karış karış kahramanca ve namusluca savunmuş ve yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu o cevherde bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenler, komuta edebilme vasıflarına sahip olabilsinler! (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1994, s.335)

Bir Türk komutanının, ordusunu kullanmaksızın, herhangi bir kötü tesadüf ve kötü şans eseri bile olsa düşmana esir düşmesini biz mazur görsek de tarih, bunu asla affetmez ve affetmemelidir. Türk İnkılap tarihinin gelecek nesillere hitap ve uyarısı işte budur. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof.Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1994, s.336)

Kaleyi içinden ele geçirmek dışından zorlamaktan çok kolaydır. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.433)

Komutanlar, emir vermiş olmak için emir vermezler. Gerekli, uygulanabilir olan hususları emrederler. Emir verirken kendini, o emri yerine getirecek olanların yerine koymak ve emrin nasıl yerine getirilip uygulanacağını düşünmek ve bilmek gerekir. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.502)

En büyük askerlik; çeşitli varsayımları çok iyi hesap ederek en iyi görüleni gecikmeden uygulamaktır. (ATATÜRKçülük, Birinci Kitap, Gnkur. Basımevi Ankara 1983, s.241)

Yarım hazırlıkla yarım tedbirle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha fenadır. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.431)

... Türk esaret kabul etmeyen bir millettir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.241)

Hiçbir medeni devlet yoktur ki, ordu ve donanmadan evvel ekonomisini düşünmüş olmasın. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.188)

Maddi ve özellikle manevî çöküş, korku ile... güçsüzlükle başlar. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.432)

Başarılarda gururu yenmek, felaketlerde ümitsizliğe karşı koymak gereklidir. (A. ÂFETİNAN; ATATÜRK Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İş Bankası Yayınları, s.94)

Büyük kararlar vermek kâfi değildir. Bu kararları cesaret ve kesinlikle tatbik etmek lâzımdır. (Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.396)

Muharebede kuvvetten ziyade, kuvveti maksada uygun sevk ve idare etmek önemlidir. (Uluğ İğdemir; Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe, AKDTYK Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1990, s.23)

... Türk milleti güçlükleri; millî birlik ve beraberlikle yenmesini bilmiştir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.318)

ATATÜRK'ün Eğitim-Öğretim ile İlgili Vecizeleri


Okullarda öğretim vazifesinin güvenilebilir ellere teslimini, memleket evladının, o vazifeyi kendine hem bir meslek, hem bir ideal sayacak üstün ve saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik, diğer serbest ve yüksek meslekler gibi, aşama aşama ilerlemeye ve her hâlde refah sağlamaya uygun bir meslek hâline getirilmelidir. Dünyanın her tarafında öğretmenler insan toplumunun en fedakâr ve saygı değer unsurlarıdır. (1923, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 317)

Millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, gelişmelerinden yararlanalım, ama unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız. (1923, Konya) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 145)

Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır. (1925, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 243)

Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, ikbal nurusunuz. Yurdu asıl nura gark edecek sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim ve kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz. (1922, Bursa) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 45-46)

Türkiye'nin eğitim ve öğretim tutumunu her katında, tam bir açıklıkla hiçbir tereddüde yer vermeden saptamak ve uygulamak gerekir; bu tutum, her anlamıyla ulusal bir nitelikte olacaktır. (1924, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 347)

Tarih, bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez. (1927, Ankara) (Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 165)

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün mana ve şekliyle uygar bir toplum hâline getirmektir. İnkılaplarımızın ana ilkesi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin, beyinlerini paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur.

Uydurma hikâyeler ve boş fikirler kafalardan tamamen çıkarılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyinlere gerçeğin nurlarını sokmak imkânsızdır. (1925, Kastamonu) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 224)

İnsanlar olgunlaşmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur. Hâlbuki bizim milletimiz, gerçek nitelikleriyle medeni ve ileri olmaya layıktır ve olacaktır. (1923, Bursa) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 71)

Eğitim ve öğretimde uygulanacak yol, bilgiyi insan için fazla bir süs, bir zorbalık vasıtası yahut medeni bir zevkten ziyade, maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden pratik ve kullanılması mümkün bir cihaz hâline getirmektir. Millî Eğitim Bakanlığı bu esasa önem vermelidir. (1923) (Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 130)

Cumhuriyet'in temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Zira Türk halkı teokratik yönetimden çok ızdırap çekmiştir. Geri kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır. (1930, Kırklareli)


(Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı ATATÜRK Günlüğü, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 437) 

Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefine, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin geleceğini yoğuran fikir ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, feyizlidir, muhteremdir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi diğerine muhtaçtır? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz, bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Yalnız siz, irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun kıymet ve kutsallığını anlatmak için şunu söyleyeyim ki, sizler ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.

Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan, birinci ordunun elde ettiği kazançlar sönük kalır. Milletimizi gerçek kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce, büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkâr edemeyiz. (1923, Kütahya) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 167-168)

Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni takip etmeye söz vermişsiniz. İşte ben özellikle bu sözden çok duygulandım. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar yorulmadan ne demek ? Yorulmamak olur mu ? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her canlı için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Sizler, yani, yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz... dinlenmemek üzere yürümeğe karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği; gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. (1937, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 327-328)

Öğretmenler her fırsattan istifade ederek halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır. (1927, İstanbul) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 266)

Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız; ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının sonuçlarını idrak etmek ve gelişmesini zamanında takip etmek şarttır. Binlerce yıl önceki kuralları, bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilmin ve fennin içinde olmak değildir. En önemli, en esaslı nokta eğitim meselesidir.

Eğitimdir ki, bir ulusu ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum hâlinde yaşatır ya da bir ulusu esaret ve sefalete terk eder.

Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık bir karışıklık ve yanlış anlama olmamalıdır. Bir de millî eğitim esas olduktan sonra onun dilini, usulünü, vasıtalarını da ulusal yapmak zorunluluğunu tartışmak gereksizdir. Millî eğitim ile geliştirilmek ve yükseltilmek istenen genç beyinleri bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali fazlalıklarla doldurmaktan dikkatle kaçınmak lazımdır. (1924, Samsun) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997,s. 202-206)

Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyet'in fedakâr öğretmen ve eğitimcileri sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin becerinizin ve fedakârlığınızın derecesiyle orantılı olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Yeni nesli, bu özellik ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir.


Öğretmenler! Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün öğretim basamaklarındaki eğitimleri uygulamalı olmalıdır. Yurt evladı, her öğrenim basamağında, ekonomik hayatta başarılı, iz bırakan, eser sahibi olacak şekilde bilgilerle donatılmalıdır. Ulusal ahlakımız, çağdaş esaslarla ve hür fikirlerle artırılmalı ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir, bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim... Sizin başarınız Cumhuriyet'in başarısı olacaktır. Arkadaşlar! Yeni Türkiye'nin birkaç yıla sığdırdığı askerî, siyasi, idari inkılaplar sizin, sayın öğretmenler, sizin sosyal ve fikrî inkılaptaki başarınızla pekiştirilecektir. Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" nesiller ister. (1924, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 178-179)

Devlet bünyesinde yüzyıllar boyu derin idari ihmallerin neden olduğu yaraları iyileştirmede verilecek emeklerin en büyüğünü hiç kuşku yok ki irfan yolunda göstermemiz lazımdır. Şimdiye kadar uygulanan eğitim ve öğretim yöntemlerinin milletimizin geri kalmasında en önemli etken olduğu kanısındayım. Onun için bir millî eğitim programından söz ederken, eski devrin boş inançlarından ve yaratılışımızla hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, millî karakterimiz ve millî tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum. Çünkü millî dehamızın gelişmesi ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir.

Herhangi bir yabancı kültür, şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür ortamla uyumludur. O ortam milletin karakteridir. Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği ile ters düşen bütün yabancı unsurlarla mücadele etme gereği; millî düşünceleri büyük bir olgunlukla her karşıt düşünceye karşı şiddetle ve fedakârlıkla savunma zorunluluğu öğretilmelidir. Yeni neslin millî ruhuna bu özellik ve yeteneklerin aşılanması çok önemlidir. Sürekli ve müthiş bir mücadeleden ibaret olan hayat, bağımsız ve mutlu olmak isteyen her milletten bu özellikleri şiddetle istemektedir... Gelecek için hazırlanan vatan çocuklarına, hiçbir güçlük karşısında baş eğmemelerini; sabır ve metanet ile çalışmalarını; çocuklarımızın anne ve babalarına da yavrularının öğrenimlerini tamamlamaları için her fedakârlığı göze almalarını tavsiye ederim. Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin ne kadar sebatkâr olduklarını tarih doğrulamaktadır. Silahıyla olduğu gibi aklıyla da mücadele etmek zorunda olan milletimizin birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. (1921, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 19-21)

Fikirler anlamsız, mantıksız, boş sözlerle dolu olursa, o fikirler hastalıklıdır. Aynı şekilde sosyal hayat akıl ve mantıktan uzak, faydasız, zararlı ve birtakım inançlar ve geleneklerle dolu olursa felce uğrar. Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için, çalışkanlık, iyi niyet, fedakârlık gerekli olan niteliklerdir. Fakat bir toplumdaki hastalığı görmek, onu tedavi etmek, toplumsal hayatı çağın gereklerine göre geliştirmek için bu nitelikler yeterli gelmez; bu niteliklerin yanında ilim ve fen lazımdır. (1922, Bursa) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 47-49)

İlim ve fen çalışmalarının merkezi okuldur. Bundan dolayı okul lazımdır. Okul adını hep beraber hürmetle, saygıyla analım.

Okul genç beyinlere; insanlığa hürmeti, millet ve memleket sevgisini, şerefi, bağımsızlığı öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için takip edilecek en uygun, en güvenli yolu öğretir. Memleket ve milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmaları lazımdır. Bunu sağlayan okuldur. Ancak bu şekilde her türlü girişimin mantıklı sonuçlara ulaşması mümkün olur.

Millî Eğitim işlerinde kesinlikle zafere ulaşmak lazımdır. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak bu şekilde olur. Bu zafere ulaşılması için hepimizin tek vücut ve tek düşünce olarak esaslı bir program üzerinde çalışması lazımdır. Bence bu programın iki önemli noktası vardır: Sosyal hayatımızın ihtiyaçlarına uyumlu olması, çağın gereklerine uygun olmasıdır.


Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile olan bağlarımızı kopartamayız. Aksine yükselmiş, ilerlemiş, çağdaş bir millet olarak medeniyet düzeyinin de üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ulus ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, boş inançların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz. Geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı, akla ve gerçeklere uygun olarak göremez. Böyle milletler, hayata geniş açıdan bakan milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur.

Millî Eğitim programımızın, Millî Eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir. Cahillik yok edilmedikçe, yerimizdeyiz... yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor, demektir. Bir taraftan genel olan cahilliği yok etmeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal hayatta faal ve faydalı, verimli elemanlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta öğretimin uygulamalı bir şekilde olmasıyla mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkârlara sahip olur. Elbette millî dehamızı geliştirmek, hislerimizi layık olduğu dereceye çıkarmak için yüksek meslek sahiplerini de yetiştireceğiz. Çocuklarımızı da aynı öğretim derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz. Hanımlar, Beyler! (Öğretmenler) Kesinlikle bilmeliyiz ki, iki parça hâlinde yaşayan milletler zayıftır, hastadır. Çocuklarımızı aynı eğitimden geçirerek yetiştireceğiz. Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz: Milletine, Türkiye Devleti'ne, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne düşman olanlarla mücadele sebep ve vasıtaları ile donatılmayan milletler için yaşama hakkı yoktur. Hanımlar, Beyler! (Öğretmenler) Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı. Hakiki zaferi siz kazanacak ve devam ettireceksiniz ve mutlaka kazanacaksınız. (1922, Bursa) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 47-49)

Muhterem Gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Kazanmak, yenilmek. Size, Türk gençliğine terk edip bıraktığımız vicdani emanet, yalnız ve daima kazanmaktır ve eminim daima kazanacaksınız. Milleti yükseltmek için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda kesinlikle tereddüt etmeyin. Milleti yükseltmek için dikilecek engellere hep birlikte engel olacağız. Bunun için beyinlerinize, irfanlarınıza, bilgilerinize, gerekirse bileklerinize, pazılarınıza, bacaklarınıza başvuracak, fakat sonuçta mutlaka ve mutlaka o amaca varacağız... Bu millet, sizin gibi evlatlarıyla layık olduğu olgunluk derecesini bulacaktır. (1923,Tarsus) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 137)

Türkiye Cumhuriyetinin, özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum: Batı senden, Türk'ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte bu, böyleydi. Eğer bugün, Batı nihayet teknikte bir yükselme gösteriyorsa, ey Türk çocuğu, o kabahat senin değil, senden evvelkilerin affolunmaz ihmalinin bir neticesidir. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin, bu belli! Fakat zekânı unut, daima çalışkan ol! (Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.213)

Gençler! Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum. (Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.195)

Ülkeler çeşitlidir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu tek medeniyete katılması gerekir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt III, s.91)


Bir milletin kültürü yükseldikçe kişisel hürriyetin uygulama sahaları genişler ve çoğalır. (A., Âfetinan; Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemak ATATÜRK'ün El Yazıları, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2000, s.550)

Yeni nesil, en büyük Cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır. (Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.129)

Büyük atalarımız ve onların anaları tarihin yaşanmışlığıyla sabittir ki cidden büyük erdemler göstermişlerdir. Burada birçok noktadan sayabileceğimiz o faziletlerin en büyüğü ve en önemlisi kıymetli evlatlar yetiştirmeleriydi. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.155-156)

Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarımızın ve atalarımızın oldukları gibi yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya birinciliğini tutmaktır. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt III, s.133)

Fikirler; zorla, şiddetle, topla ve tüfekle kesinlikle öldürülemez. (Arı İNAN; Düşünceleriyle ATATÜRK, Türk Tarih Kurumu Yay., 1999, s.324)

Dünya bir sınav alanıdır. Sınavda başarılı olmadan iyiliksever davranışlar beklemek boşunadır. (A. Âfetinan, ATATÜRK Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İş Bankası Yayınları, s.3)

İnsanların yaşamına, çabalarına egemen olan güç; yaratma, yeni bir şey bulma yeteneğidir. (A Âfetinan, ATATÜRK Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İş Bankası Yayınları, s.272)

Ahlak kutsaldır; çünkü aynı kıymette eşi yoktur ve başka hiç bir çeşit kıymetle ölçülemez. (Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.218)

Milliyetin çok açık niteliklerinden biri dildir. Türk Milletindenim, diyen insan her şeyden önce ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk düşüncesine bağlı olduğunu iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz. (Mehmet Önder; ATATÜRK'ün Yurt Gezileri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1998, s.8)

ATATÜRK'ün Diğer Konular ile İlgili Vecizeleri  Hiçbir millet yoktur ki ahlâk esaslarına dayanmadan yükselebilsin. (1919, Kırşehir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 4) 

Türkiye halkı asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı hayatın şartı kabul etmiş bir milletin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır. (1922, İzmit) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 38)

Bu memleket tarihte Türk'tü, şimdi de Türk'tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 130)

Yaşamak demek, çalışmak demektir. Bir toplumun bir bölümü çalışırken diğer bölümü oturursa, o toplum felce uğrar. (1923, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 89)

Denilebilir ki hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak. (1923, İzmit) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 63)

Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi, özellikle öğretim hayatında disiplin, başarının esasıdır. Müdürler ve öğretim heyetleri, disiplini sağlamaya ve öğrenciler disipline uymaya


mecburdurlar. (1925, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 359) 

Tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. (Utkan Kocatürk, ATATÜRK’ün Fikir ve Düşünceleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 163)

Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır. (A. Âfetinan, ATATÜRK Hakkında Hatıralar ve Belgeler, TTK. Yay. Ankara, 1959, s. 297)

Başarı, tüm ulusun azim ve inancıyla çabasını birleştirmesi sonucu kazanılabilir. (1921, İzmir) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 80-81)

Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti’nin temel dileği olarak temin edeceğiz. (1932, Ankara) ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 390)

Sanata önem vermeyen bir millet büyük felakete mahkûmdur. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 130)

Dünyada her topluluğun varlığı ve değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı uygar yapıtlarla orantılıdır. (1924, Dumlupınar) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 187)

Müzik yaşamın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir. (1925, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 243)

Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. (1934, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 396)

Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlık ile mümkündür. (1922, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 243)

Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 131)

Ben gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim. (14 Haziran 1937) (Cumhuriyet Gazetesi)

Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. (1921, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. III, Ankara, 1997, s. 31)

Hükümetin iki amacı vardır: Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını sağlamaktır. Bu iki şeyi sağlayan hükümet iyi, sağlamayan kötüdür. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 125)

Benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım. (23 Nisan 1921) ( Ankara Gazetesi)

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. (1932, İstanbul) (Cumhuriyet Gazetesi, 05 Ekim 1932)

Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar bedbahttırlar. Besbelli ki o adam fert sıfatıyla mahvolacaktır. Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun ve mutlu olması için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Makul bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve saadet, ancak


gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir. Bir insan böyle hareket ederken "Benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi?" diye bile düşünmemelidir. 

En mesut olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır. Herkesin kendine göre bir zevki vardır. Kimi bahçe ile meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister. Bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır.

Bahçesinde çiçek yetiştiren adam çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştirendeki hislerle hareket edebilmelidir. Ancak bu şekilde düşünen ve çalışan adamlardır ki memleketlerine ve milletlerine ve bunların geleceklerine faydalı olabilirler. Bir adam ki, memleketin ve milletin saadetini düşünmekten ziyade kendini düşünür, o adamın kıymeti ikinci derecededir.

Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi ancak şahsiyeti ile kaim gören adamlar, milletlerinin mutluluğuna hizmet etmiş sayılmazlar. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek olanaklarına kavuştururlar. Kendi gidince gelişme ve hareket durur zannetmek bir gaflettir.

Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu nedenle insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar önem veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine katkıda bulunmak için elinden geldiği kadar çalışmalıdır.

Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu yolda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğumuzu temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında barış, dayanışma ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur. Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri sevk ve idare eden adamlar, tabii önce kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu sağlamak isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lazımdır. Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa ispat eder. En uzakta zannettiğimiz bir olayın bizi bir gün etkilemeyeceğini bilemeyiz. (1937, Ankara) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 324-327)

Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu kabul etmek gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar müteessir olur.

"Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne." dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak lazımdır. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükümetleri bencillikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, millî olsun daima fena kabul edilmelidir. (1937, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 324-327)

Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkumdur.

Milletimizin hedefi, milletimizin ideali bütün dünyada tam anlamı ile medeni bir sosyal toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin varlığı, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle uyumludur.

Medeni eser meydana getirmek yeteneğinden yoksun olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarını kaybetmeye mahkûmdurlar. İnsanlık tarihi baştanbaşa bu dediğimi doğrulamaktadır.

Medeniyet yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde duraksayanlar veya bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak cahilliğinde ve gafletinde bulunanlar, medeniyetin coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır.


Sosyal hayatta, ekonomik hayatta, ilim ve fen sahasında başarılı olmak için tek gelişme ve ilerleme yolu budur. Hayata egemen olan kuralların zamanla değişmesi, gelişmesi ve yenilenmesi zorunludur. Medeniyetin buluşlarının, tekniğin harikalarının, dünyayı değişiklikten değişikliğe uğrattığı bir çağda, asırlık köhne zihniyetlerle, geçmişe bağlılıkla varlığın korunması mümkün değildir. 

Gençler! Cesaretimizi artıran ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli sembolü olacaksınız.

Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz. (1924, Dumlupınar) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 179-188)

Türkiye'nin gerçek sahibi efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. (1922, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 240)

Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır. (1923, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 89)

Bizim dinimiz en makul ve doğal bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. (1923, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 94)

Bir dinin doğal olması için akla fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. (1923, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 94)

Dünyada fütuhatın iki vasıtası vardır biri kılıç diğeri saban. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 120)

Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 129)

Dünyada hiçbir milletin kadını "Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret sarf ettim" diyemez. (1923, Konya) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 152)

Siyasi, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılan zaferler kalıcı olmaz az zamanda kaybedilir. (1923, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 111)

Uygarlığın, ilerlemenin ve güçlülüğün temeli, aile yaşamıdır. (1924, Dumlupınar) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 187)

Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin emir ve isteğini yapmak, insan olmak için yeter. (1925, Kastamonu) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 225)

Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük uygar vasfı, büyük uygarlık yeteneği, bundan sonraki gelişimi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. (1933, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 319)


Hepiniz mebus olabilirsiniz... Vekil olabilirsiniz hatta cumhur reisi olabilirsiniz... Fakat sanatkâr olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim. (1927, Ankara) (Sümerbank Dergisi, Cilt 3, Sayı. 29, 1963, s. 149)

Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim. (Yücel Dergisi Cilt X, Sayı 57, 1939, s. 130)

Türk; övün, çalış, güven. (A. Âfetinan, ATATÜRK Hakkında Hatıralar ve Belgeler, TTK. Yay. Ankara,1959 s. 304)

... Sizin gibi gençlere sahip bulundukça, bu vatan ve milletin, şimdiye kadar elde ettiği başardığı zaferlerin üstüne çok daha büyük zaferler koyabileceğine şüphe etmiyorum. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 117)

Bir ulus sanattan ve sanatçıdan yoksunsa, tam bir hayata sahip olamaz. (1921, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 129)

Cumhuriyet yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. (1925, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 242)

Birbirimize vereceğimiz işaret, ileri! İleri daima ileridir. (1925, Konya) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 245)

Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır. (1926, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. III, Ankara, 1997, s. 119)

Beni görmek demek behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir. (1929, İstanbul) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 279)

Ne mutlu Türk'üm diyene. (1933, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 319)

Geçen zamana oranla, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. (1933, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 318)

Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. (1937, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 423)

... Türkiye'nin adına çalışkanlar diyarı denilsin ...En büyük makam, en büyük hak, çalışanların olacaktır. (1923, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s.112)

Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki şeref, hiçbir vakit bir adamın değil, tüm milletindir. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 127)

Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalırlar. (1925, Akhisar) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 234)

Önderlerin görevi, yaşamı sevinç ve istekle karşılamak yönünde uluslarına yol göstermektir. (1937, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 324)


Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, istiklalden yoksun bir millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez... Türk'ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir... O hâlde; Ya istiklal ya ölüm! (1919, Ankara) (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s. 9-10)

Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. (1923, İzmit) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 62)

Yurtta barış dünyada barış için çalışıyoruz. (1931, Ankara) (ATATÜRK'ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1991, s. 608)

Bu millet, ekonomik bağımsızlığını elde ederse o kadar kuvvetli temel üzerinde yerleşmiş ve ilerlemeye başlamış olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olmayacaktır. İşte düşmanlarımızın, hakiki düşmanlarımızın bir türlü rıza göstermedikleri budur. (1923, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 114)

Türkiye basını, Cumhuriyet'in etrafında çelikten bir kale vücuda getirecektir. Bir fikir kalesi, zihniyet kalesi. Basın mensuplarından bunu istemek, Cumhuriyet'in hakkıdır... (1924, İzmir) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 171)

Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşmaktadır. Mümkün müdür ki bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok ilerleme adımları dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve gelişme sahalarında ve yenilikte birlikte mesafe almaları lazımdır... (1925, Kastamonu) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 226-227)

Büyük işler, önemli girişimler, ancak birlikte çalışma ile elde edilebilir. (1925, Bursa) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt II, s. 231)

Bütün gıda ihtiyaçlarımızın kalitesini yükseltmek hastalık ve zararlıları ile uğraşmak için gereken teknik ve yasal her önlem zaman geçirilmeden alınmalıdır. (1937, TBMM.) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt I, s. 413)

Basın milletin ortak sesidir. (1922, TBMM.) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt I, s. 246)

Bence bir millette şerefin, onurun, namusun ve insanlığın var olması ve devam etmesi mutlak o ulusun özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla mümkündür. (1921, Ankara) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt III, s. 31)

Büyük şeyleri yalnız büyük milletler yapar. (A. Afetinan; Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal ATATÜRK'ün El Yazıları, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 2000, s., 27)

Doğanın her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça, doğanın çocuğu olan insan kendinin de büyüklüğünü ve saygınlığını anlamaya başladı. (A. Afetinan; Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal ATATÜRK'ün El Yazıları, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 2000, s., 66)

Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı dinsiz olmak sanıyorlar. Asıl dinsizlik onların bu düşüncesidir. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, Müslümanların dinsizlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her


sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, akılladır. (1923, Adana) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt II, s. 132) 

Kıyafet tarzımızı aşırıya vardıranlar, kıyafetlerinde aynen Avrupa kadınını taklit edenler düşünmelidir ki, her milletin kendine özgü gelenek, görenekleri ve kendisine özgü millî özellikleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti sınırlarında kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki hüsrandır. (1923, Konya) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt II, s. 154)

Bir ülkeyi zorla ele geçirmek ve elde tutmak, o ülkenin sahiplerine egemen olmak için yeterli değildir. (1924, Dumlupınar) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt II, s. 184)

Bu memleket dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir ayrıcalıklı oluşumun olağanüstü çıkışına sahne oldu. Bu sahne yedi bin yıllık, en aşağı bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı, o çocuk tabiatın yıldırımlarından, şimşeklerinden, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir. (Vecize, Millet Dergisi, Sayı : 16, 1948, s., 10-11 ve Türk Kültürü, 1969, s:85, Fethi TEVETOĞLU "ATATÜRK'ün Türk'ü ve Türkiye Cumhuriyetinin Tarifi" isimli makalesinde yer almaktadır. Ayrıca adı geçen vecizenin ATATÜRK'ün el yazısı ile bizzat yazdığı orijinal metninin tarihçi Cemal KUTAY'ın özel arşivinde bulunduğu belirtilmektedir.)

Ekonomik hayatın etkinlik ve canlılığı ancak ulaştırma vasıtalarının, yolların, demir yollarının, limanların durumu ve derecesiyle orantılıdır. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.242)

Demokrasi memleket aşkıdır. (A. Âfetinan; Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal ATATÜRK'ün El Yazıları, AKDTYK, Ankara, 1969, s.43)

Türkler demokrat, hür ve sorumluluk sahibi vatandaşlardır. (A. Âfetinan; Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal ATATÜRK'ün El Yazıları, AKDTYK, Ankara, 1969, Giriş Bölümünde)

Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin devlet hâlinde mevcudiyeti kabul edilemez. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1945, Cilt I, s.58)

Büyük Türk kadınını çalışmalarımıza ortak yapmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlaki, sosyal ve ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve destekçisi yapmak yoludur. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.154-155)

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Cilt II, s.318)

Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.423)

Türk milletinin yapısına ve ilkelerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt III, s.106)

Millete efendilik yoktur. Hizmet etmek vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.216)


İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti, Türkiye'nin gelecekteki çocukları, bunu bir an akıllarından çıkarmamalıdırlar! (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof.Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1994, s.243)

Türk Milletinin yeteneği ve kat'î kararı, cumhuriyet, medeniyet ve gelişme yolunda durmadan, yılmadan ilerlemektir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1989, Cilt I, s.351)

Yeni Türkiye Devleti'nin özcevheri milli hâkimiyettir. Milletin kayıtsız ve şartsız hâkimiyetidir. (Arı İnan, Düşünceleriyle ATATÜRK, Türk Tarih Kurumu, 1999, s.63)

Hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası, millî (ATATÜRKçülük, ATATÜRK'ün Görüş ve Direktifleri, Birinci Kitap, s.17)

Egemenlik hiçbir sebep ve şekilde terk ve iade edilemez, emanet edilemez! (ATATÜRKçülük, ATATÜRK'ün Görüş ve Direktifleri, Birinci Kitap, s.5)

Cumhuriyet düşünce özgürlüğünden yanadır. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt III, s. 94)

Cumhuriyet millî egemenlik temeline dayanan halk hükümetidir. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof.Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.300)

Kuvvet birdir ve o milletindir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1989, Cilt I, s.423)

Dünya üzerinde yaşamış ve yaşayan milletler arasında ruhen demokrat doğan tek millet Türklerdir. (Ord. Prof. KARAL Enver Ziya, ATATÜRK'ten Düşünceler, MEB.lığı, Bilim ve Kültür Dizisi, s.148)

Millet sevgisi kadar büyük sevgi yoktur ve şahsımız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliği ile çalışalım. (A. Âfetinan; Mustafa Kemal ATATÜRK'ten Yazdıklarım, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981, s.58)

Yüksek Türk, senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur. (ATATÜRK'ÜN Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Cilt IV, s.652)

Bir toplum aynı amaca bütün kadınları ve erkekleri ile beraber yürümez ise ilerlemesine teknik olarak imkan ve bilimsel olarak ihtimal yoktur. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.153)

...Kadınlarımızın genel görevlerde paylarına düşenlerden ayrı olarak kendileri için en önemli, en hayırlı, en erdemli bir vazifeleri de iyi ana olmaktır. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.156)

Şuna kani olmak lazımdır ki dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.89)

Kadınlarımız erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.156)

Ekonomik kalkınma, Türkiye'nin özgür, bağımsız, daima daha kuvvetli, daima daha gönençli Türkiye idealinin belkemiğidir. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.416)

Milli ekonominin temeli, ziraattır. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.412)

egemenliktir.


Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca, o devletin bütün hayati kısımlarında bağımsızlık felç olmuştur. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.243)

Bir insanın hakkı, diğer bir insan için vazife olur ve yine bir insanın vazifesi de diğer insanın hakkı demektir. Hak, salahiyet dediğimiz zaman hemen aynı şeyleri anladığımız gibi vazife, mecburiyet, yükümlülük, vecibe, borç da birbirinden ayrılmayan şeylerdir. Anlıyoruz ki, hakkın bulunduğu yerde vazife ve vazifenin bulunduğu yerde hak vardır. Yani her insan aynı zamanda hem kendine ait birtakım haklara sahiptir, hem de başkalarına ait hakların kendine yüklediği birtakım vazifelere sahiptir. (Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.242)

Büyük hadiseler; fikirlerde büyük inkılaplar yapar. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.31)

Gerçeği konuşmaktan korkmayınız. (Utkan Kocatürk, ATATÜRK'ün Fikir ve Düşünceleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.265)

Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini emin ve metin bir bağımsızlık yoluna doğru koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur. Seneler geçtikçe, millî ideal verimleri, güvenle çalışmada, ilerleme hevesinde, millî birlik ve millî irade şeklinde, daha iyi gözlere çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir; çünkü, biz, esasen millî varlığımızın temelini, millî bilinçte ve millî birlikte görmekteyiz. (01 Kasım 1936) (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.404-405)

Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve yeteneklerinin olgunluğudur. (4 Şubat 1935) (ATATÜRK'ÜN Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1991, Cilt IV, s.643)

Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani, bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam öyle inanıyorum. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt III, s.93)

Hangi şey ki akla, mantığa, kamu çıkarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin çıkarına, İslam'ın çıkarına uygunsa, kimseye sormayın, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı en mükemmel olmazdı, son din olmazdı. (ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt II, s.131)

ATATÜRK´ün Yurt Gezileri 1923 29 Ekim 1922-14 Ocak 1923: Ankara. 14 Ocak 1923: Batı Anadolu’da bir inceleme seyahati için Ankara’dan hareketi 15 Ocak 1923: Eskişehir’e gelişi 16 Ocak 1923: Arifiye ve İzmit’e gelişi 16 - 19 Ocak 1923: İzmit (Çerkeşli, Tavşancıl, Hereke, Gebze yöresindeki birlikleri denetlemesi ve tatbikatı izlemesi) 19 Ocak 1923: İzmit’ten Bilecik’e gelişi 20 Ocak 1923: Saat 15.00’te Bilecik’ten Bursa’ya gelişi 20 - 24 Ocak 1923: Bursa 24 Ocak 1923: Sabah İzmir’e gitmek üzere Bursa’dan ayrılışı 25 Ocak 1923: Sabah Alaşehir’e gelişi


26 Ocak 1923: Salihli, Turgutlu İstasyonlarında halka hitabı, Manisa’ya gelişi, halka hitaptan sonra Menemen’e gelişi ve takiben İzmir’e hareketi 27 Ocak - 4 Şubat 1923: İzmir 4 Şubat 1923: İzmir’den Akhisar’a gelişi 4 - 6 Şubat 1923: Akhisar 6 Şubat 1923: Akhisar’dan Balıkesir’e gelişi 6 - 8 Şubat 1923: Balıkesir 8 Şubat 1923: Balıkesir’den Balya’ya gelişi 9 Şubat 1923: Saat 17.00’de Balya’dan Edremit’e gelişi 10 Şubat 1923: İzmir’e dönüşü 10 - 18 Şubat 1923: İzmir 18 Şubat 1923: Gece trenle İzmir’den Ankara’ya hareketi 19 Şubat 1923: Uşak’a gelişi 20 Şubat - 13 Mart 1923: Ankara 13 Mart 1923: Adana’ya gitmek üzere trenle Ankara’dan hareketi 14 Mart 1923: Trenle Konya’dan geçişi ve istasyonda karşılanışını takiben Konya’ya hareketi 15 Mart 1923: Adana’ya gelişi 15-17 Mart 1923: Adana 17 Mart 1923: Adana’dan hareketle Mersin’e geliş, akşam Tarsus’a geçişi 17-19 Mart 1923: Tarsus 19 Mart 1923: Tarsus’tan Konya’ya hareketi 20 - 23 Mart 1923: Konya 23 Mart 1923: Konya’dan Afyon’a gelişi ve gece Kütahya’ya hareketi 24 Mart 1923: Kütahya. Gece Ankara’ya hareketi. 25 Mart - 23 Temmuz 1923: Ankara 23 Temmuz 1923: Ankara’dan trenle İzmir’e hareketi 27 Temmuz - 2 Ağustos 1923: İzmir 2 Ağustos 1923: İzmir’den Ankara’ya dönüşü 2 Ağustos - 31 Aralık 1923: Ankara 31 Aralık 1923: Ankara’dan trenle İzmir’e hareketi 1924 2 Ocak 1924: İzmir 2 Ocak - 9 Şubat 1924: İzmir 9 Şubat 1924: İzmir’den hareketle Selçuk, Kuşadası ve Söke’yi ziyareti 10 Şubat 1924: Söke’den İzmir’e dönüşü 10 - 22 Şubat 1924: İzmir


22 Şubat 1924: İzmir’den Ankara’ya hareketi 23 Şubat - 29 Ağustos 1924: Ankara 29 Ağustos 1924: Trenle Ankara’dan Dumlupınar’a hareketi 30 Ağustos 1924: Trenle Eskişehir - Afyon üzerinden Dumlupınar’a gelişi, Zafertepe Çalköy'de Kütahya (Altıntaş) Şehit Asker Anıtı temel atma töreninde bulunması, akşam Bursa’ya hareketi 31 Ağustos 1924: Dumlupınar’dan Afyon - Eskişehir yoluyla Bursa’ya gelişi 31 Ağustos - 11 Eylül 1924: Bursa 11 Eylül 1924: Saat 16.30’da Bursa’dan Mudanya’ya hareketi 12 Eylül 1924: Hamidiye Kruvazörü ile Mudanya’dan hareketle İstanbul’dan geçerek Trabzon’a gitmek üzere Karadeniz’e çıkışı 12 - 15 Eylül 1924: Hamidiye Kruvazörü ile seyahati 15 Eylül 1924: Saat 11.00’de Trabzon’a gelişi 15 - 17 Eylül 1924: Trabzon 17 Eylül 1924: Hamidiye Kruvazörü ile öğleden sonra Trabzon’dan ayrılışı, saat 18.00’de Rize’ye gelişi 18 Eylül 1924: Saat 14.30’da Hamidiye Kruvazörü ile Rize’den Giresun’a hareketi 19 Eylül 1924: Giresun’a gelişi, öğleden sonra Ordu’ya varışı, akşam Samsun’a hareketi 20 - 24 Eylül 1924: Samsun 24 Eylül 1924: Erzurum’a gitmek üzere otomobille saat 10.00’da Samsun’dan ayrılışı, Havza’ya gelişi, öğleden sonra Amasya’ya hareketi, saat 19.30’da Amasya’ya gelişi, gece burada konaklaması 25 Eylül 1924: Sabah Amasya’dan hareketle saat 16.00’da Tokat’a gelişi 25 - 27 Eylül 1924: Tokat 27 Eylül 1924: Sabah Tokat’tan hareketle saat 16.30’da Sivas’a gelişi 28 Eylül 1924: Sabah Sivas’tan hareketle 11.30’da Zara’ya gelişi, Hafik’e uğrayışı, saat 18.00’de Suşehri’ne gelişi, gece burada konaklaması 29 Eylül 1924: Sabah Suşehri’nden hareketle akşam saat 18.00’de Erzincan’a gelişi 30 Eylül 1924: Sabah Erzincan’dan hareketle saat 17.00’de Erzurum’a gelişi 30 Eylül - 4 Ekim 1924: Erzurum 4 Ekim 1924: Erzurum’dan hareketle saat 18.00’de Sarıkamış’a gelişi 4 - 6 Ekim 1924: Sarıkamış 6 Ekim 1924: Sabah Sarıkamış’tan hareketle öğlen Kars’a gelişi, akşam 21.00’de tekrar Sarıkamış’a hareketi 7 - 8 Ekim 1924: Sarıkamış 8 Ekim 1924: Sarıkamış’tan hareketle öğleden sonra Erzurum’a dönüşü 9 Ekim 1924: Erzurum 10 Ekim 1924: Sabah Ankara’ya dönmek üzere Erzurum’dan ayrılışı, saat 13.00’te Tercan’a , akşam Erzincan’a gelişi, gece burada konaklaması


11 Ekim 1924: Sabah 11.00’de Erzincan’dan hareketle akşam geç vakitte Şebinkarahisar’a gelişi ve gece burada konaklaması 12 Ekim 1924: Öğlene doğru Şebinkarahisar’dan hareketle saat 20.00’de Sivas’a gelişi, gece burada konaklaması 13 Ekim 1924: Sabah Sivas’tan hareketle akşamüzeri Kayseri’ye gelişi 13 - 15 Ekim 1924: Kayseri 15 Ekim 1924: Kayseri’den hareketle gece Yozgat’a gelişi 15 - 17 Ekim 1924: Yozgat 17 Ekim 1924: Yozgat’tan hareketle saat 17.00’de Kırşehir’e gelişi 18 Ekim 1924: Kırşehir’den hareketle saat 13.00’te Ankara’ya gelişi 18 Ekim 1924 - 1 Ocak 1925: Ankara 1925 1 Ocak 1925: Saat 17.00’de trenle Konya’ya hareketi 3 - 13 Ocak 1925: Konya 13 Ocak 1925: Sabah Konya’dan hareketle saat 14.00’te Adana’ya gelişi, akşam trenle Dörtyol’a hareketi 13 - 17 Ocak 1925: Dörtyol 17 Ocak 1925: Dörtyol’dan Adana’ya dönüşü 17 - 20 Ocak 1925: Adana 20 Ocak 1925: Sabah Tarsus’a hareketi, Tarsus’tan Mersin’e gelişi 20 - 27 Ocak 1925: Mersin 27 Ocak 1925: Mersin’den Silifke’ye gelişi 28 Ocak 1925: Silifke’den Taşucu kasabası’na gelişi 28 - 29 Ocak 1925: Taşucu 29 Ocak 1925: Taşucu’ndan Tekir köyüne gidişi, sonra Mersin’e dönüşü 29 Ocak - 2 Şubat 1925: Mersin 2 Şubat 1925: Ankara’ya dönüşü 2 Şubat - 23 Ağustos 1925: Ankara 23 Ağustos 1925: Sabah otomobille Ankara’dan Kastamonu’ya hareketi, öğleyin Çankırı’ya gelişi, öğle yemeğinden sonra Çankırı’dan hareketle akşam Kastamonu’ya gelişi 23 - 25 Ağustos 1925: Kastamonu 25 Ağustos 1925: Öğleye doğru Kastamonu’dan İnebolu’ya hareket 25 - 28 Ağustos 1925: İnebolu 28 Ağustos 1925: İnebolu’dan sabah ayrılışı ve Devrekani’ye gelişi, öğleden sonra tekrar Kastamonu’ya dönüşü, saat 15.00’te Taşköprü’ye hareketi daha sonra buradan tekrar Kastamonu’ya dönüşü 28 - 31 Ağustos 1925: Kastamonu 31 Ağustos 1925: Ankara’ya hareketi, Çankırı’ya uğrayışı


1 - 20 Eylül 1925: Ankara 20 Eylül 1925: Ankara’dan trenle İzmit’e hareketi 21 Eylül 1925: İzmit’e gelişi, geceyi Reşitpaşa Vapuru’nda geçirişi 22 Eylül 1925: Reşitpaşa Vapuru ile İzmit’ten Mudanya’ya gelişi, Mudanya’dan Bursa’ya geçişi 22 - 29 Eylül 1925: Bursa 29 Eylül 1925: Bursa’dan Mudanya’ya gidişi 30 Eylül 1925: Mudanya’dan Bursa’ya dönüşü 30 Eylül - 8 Ekim 1925: Bursa (4 Ekim 1925: Gemlik) 8 Ekim 1925: Bursa’dan Balıkesir’e hareketi 8 - 10 Ekim 1925: Balıkesir 10 Ekim 1925: Balıkesir’den Akhisar’a gelişi, oradan Manisa’ya geçişi 11 Ekim 1925: Manisa’dan İzmir’e gelişi 12 Ekim 1925: Sabahleyin Kemalpaşa yakınlarında yapılmakta olan sonbahar ordu manevraları alanına gelişi, manevraları izlemesi sonra Kemalpaşa’ya dönüşü, akşam tekrar İzmir’e gelişi 12 - 16 Ekim 1925: İzmir 16 Ekim 1925: İzmir’den trenle Konya’ya hareketi, saat 17.00’de Uşak’a gelişi 17 Ekim 1925: Saat 11.00’de Konya’ya gelişi 17 - 20 Ekim 1925: Konya 20 Ekim 1925: Akşam saat 20.00’de trenle Konya’dan Afyon’a hareketi 21 Ekim 1925: Afyon’a gelişi, öğleden sonra trenle Afyon’dan Ankara’ya hareketi 22 Ekim 1925 - 7 Mayıs 1926: Ankara 1926 7 Mayıs 1926: Ankara’dan trenle Konya’ya hareketi 8 Mayıs 1926: Trenle Konya’ya gelişi, buradan Tarsus’a hareketi 9 Mayıs 1926: Tarsus 10 Mayıs 1926: Tarsus’tan hareketle saat 22.00’de Mersin’e gelişi 11 Mayıs 1926: Mersin’den Ertuğrul Yatı ile Silifke’ye hareketi 12 Mayıs 1926: Silifke 13 Mayıs 1926: Tekir köyü 14 Mayıs 1926: Silifke’den saat 9.00’da Mersin’e gelişi 14 - 16 Mayıs 1926: Mersin 16 Mayıs 1926: Mersin’den Adana’ya gelişi, akşamüzeri Adana’dan Dörtyol’a hareketi 18 Mayıs 1926: Konya’ya gelişi 18 - 20 Mayıs 1926: Konya 20 Mayıs 1926: Saat 10.00’da Konya’dan trenle Bozüyük’e geliş, öğleden sonra otomobille Bilecik’e gelişi, akşamüzeri de Bursa’ya hareketi 20 Mayıs - 4 Haziran 1926: Bursa


4 Haziran 1926: Otomobille Bursa’dan Mudanya’ya gelişi 5 - 13 Haziran 1926: Bursa 13 Haziran 1926: Sabah saat 8.00’de Bursa’dan hareketle Mudanya’ya, buradan da Karadeniz Vapuru’yla Bandırma’ya gelişi, akşam Bandırma’dan Balıkesir’e gelişi 13 - 15 Haziran 1926: Balıkesir 15 Haziran 1926: Saat 19.00’da İzmir’e hareketi 16 Haziran 1926: Saat 9.30’da Soma’ya gelişi, istasyonda biraz durduktan sonra tekrar hareketle Manisa’ya gelişi, saat 16.00’da Menemen’e gelişi, bir saat burada kaldıktan sonra İzmir’e gelişi 16 - 30 Haziran 1926: İzmir 30 Haziran 1926: İzmir’den Çeşme’ye giderken Urla’da konaklaması 30 Haziran - 8 Temmuz 1926: Çeşme 8 Temmuz 1926: Çeşme’den İzmir’e dönüşü 9 Temmuz 1926: İzmir’den trenle Ankara’ya hareketi 9 Temmuz 1926 - 30 Haziran 1927: Ankara 1927 30 Haziran 1927: Trenle Ankara’dan İstanbul’a hareketi 1 Temmuz 1927: İzmit’e gelişi, İstanbul’a geçmek üzere Ertuğrul Yatı’na binişi, 12.50’de hareket, akşamüzeri İstanbul’a gelişi 1 Temmuz - 30 Eylül 1927: İstanbul (15 Temmuz 1927: Mudanya üzerinden Bursa’ya gelişi, gece tekrar İstanbul’a dönüşü) 30 Eylül 1927: Saat 10.00’da İstanbul’dan Ankara Motoru ile Mudanya’ya hareketi (Mudanya’dan da otomobille Bursa’ya hareket etmiştir) 1 - 9 Ekim 1927: Bursa 9 Ekim 1927: Bursa’dan Ankara’ya hareketi 10 Ekim 1927 - 4 Haziran 1928: Ankara 1928 4 Haziran 1928: Trenle Ankara’dan İstanbul’a hareketi 5 Haziran - 23 Ağustos 1928: İstanbul 23 Ağustos 1928: Ertuğrul Yatı ile Tekirdağ’a gelişi ve aynı gün İstanbul’a dönüşü 23 - 27 Ağustos 1928: İstanbul 27 Ağustos 1928: Söğütlü Yatı ile İstanbul’dan Mudanya’ya, buradan da otomobille Bursa’ya gelişi, akşam tekrar Mudanya üzerinden İstanbul’a hareketi 27/28 Ağustos 1928: Ertuğrul Yatı ile Mudanya’dan İstanbul’a dönüşü 1 Eylül 1928: Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Çanakkale’ye gelişi, saat 16.00’da (Eceabat)’a hareket ederek Arıburnu, Conkbayırı ve Anafartalar bölgelerini ziyareti 2 Eylül 1928: Ertuğrul Yatı’yla Çanakkale’den Gelibolu’ya gelişi 2/3 Eylül 1928: Çanakkale’den İstanbul’a dönüşü 3 - 14 Eylül 1928: İstanbul 14 Eylül 1928: İzmir Vapuru’yla İstanbul’dan Karadeniz’e hareketi

Maydos


15 Eylül 1928: Sinop. Gece Samsun’a hareketi 16 - 18 Eylül 1928: Samsun 18 Eylül 1928: Amasya 18 Eylül 1928: Turhal yoluyla Tokat’a hareketi 18 Eylül 1928: Tokat 19 Eylül 1928: Sivas 20 Eylül 1928: Kayseri 21 Eylül 1928 - 5 Ağustos 1929: Ankara 1929 5 Ağustos 1929: Trenle Ankara’dan İstanbul’a hareketi 6 - 21 Ağustos 1929: İstanbul 21 Ağustos 1929: Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Yalova’ya gidişi ve buradan Bursa’ya geçişi 22 Ağustos 1929: Bursa’dan Yalova’ya gelişi ve akşam İstanbul’a dönüşü 24 Ağustos 1929: Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Yalova’ya gelişi 25/26 Ağustos 1929: İstanbul’a dönüşü 28 Ağustos 1929: Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Yalova’ya gidişi ve aynı gün tekrar İstanbul’a dönüşü 28 Ağustos - 3 Eylül 1929: İstanbul 3 Eylül 1929: Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Yalova’ya geçişi ve gece İstanbul’a dönüşü 3 - 12 Eylül 1929: İstanbul 12 Eylül 1929: Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Yalova’ya gidişi 12 - 18 Eylül 1929: Yalova 18 Eylül 1929: Gece Ertuğrul Yatı’ylaYalova’dan İstanbul’a dönüşü 18 - 30 Eylül 1929: İstanbul 30 Eylül 1929: İstanbul’dan Ankara’ya hareketi 1 Ekim - 7 Aralık 1929: Ankara 7 Aralık 1929: Yalova’ya gitmek üzere Ankara’dan Derince’ye hareketi 8 Aralık 1929: Yalova’ya gelişi 15 Aralık 1929: Yalova’dan Marmara Vapuru ile Derince‘ye gelişi ve buradan trenle Ankara’ya hareketi 16 Aralık 1929 - 26 Şubat 1930: Ankara 1930 26 Şubat 1930: Ankara’dan İzmir’e hareketi 27 Şubat - 5 Mart 1930: İzmir 5 Mart 1930: İzmir’den trenle Antalya yönüne hareketi 6 Mart 1930: Öğleye doğru Isparta’ya gelişi ve buradan Burdur’a hareketi, öğleden sonra Burdur’a varışı ve buradan Antalya’ya hareketi, aynı gün Antalya’ya gelişi 6 - 12 Mart 1930: Antalya


12 Mart 1930: Sabah Antalya’dan otomobille hareket ederek öğleyin Burdur’a gelişi ve öğleden sonra Ankara’ya hareketi 13 Mart - 9 Haziran 1930: Ankara 9 Haziran 1930: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 11 Haziran 1930: İstanbul’a gelişi 12 Haziran 1930: Ertuğrul Yatı ile İstanbul’dan Yalova’ya gidişi ve akşam İstanbul’a dönüşü 17 Haziran 1930: Ertuğrul Yatı ile İstanbul’dan Yalova’ya gidişi 17 - 20 Haziran 1930: Yalova 20 Haziran 1930: Ertuğrul Yatı ile Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 20 - 30 Haziran 1930: İstanbul 30 Haziran 1930: İstanbul’dan Yalova’ya gelişi 30 Haziran - 11 Temmuz 1930: Yalova 11 Temmuz 1930: Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 12 Temmuz 1930: İstanbul’dan Yalova’ya gidişi 12 - 29 Temmuz 1930: Yalova 29 Temmuz 1930: Ertuğrul Yatı ile Yalova’dan İstanbul’a hareketi 30 Temmuz 1930: İstanbul 1 Ağustos 1930: İstanbul’dan Yalova’ya gidişi 1 Ağustos - 5 Eylül 1930: Yalova 5 Eylül 1930: Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 5 - 19 Eylül 1930: İstanbul 19 Eylül 1930: Ankara’ya hareketi 20 Eylül - 17 Kasım 1930: Ankara 17 Kasım 1930: Trenle Ankara’dan Kayseri’ye hareketi 18 Kasım 1930: Kayseri 19 Kasım 1930: Saat 14.30’da trenle Kayseri’den Sivas’a hareketi 20 Kasım 1930: Sivas 21 Kasım 1930: Tokat 22 Kasım 1930: Turhal 22 Kasım 1930: Amasya. Saat 21.00’de Samsun’a gelişi 22 - 23 Kasım 1930: Samsun 24 Kasım 1930: Çarşamba’ya gidişi. Akşam Samsun’a dönüşü 24 - 26 Kasım 1930: Samsun 26 Kasım 1930: Gece Ege Vapuru ile Trabzon’a hareketi 27 - 29 Kasım 1930: Trabzon 29 Kasım 1930: Ege Vapuru’yla Trabzon’dan ayrılışı


1 Aralık 1930: İstanbul’a gelişi 1 - 4 Aralık 1930: İstanbul 4 Aralık 1930: İstanbul’dan Yalova’ya gidişi ve akşam tekrar İstanbul’a dönüşü 4 - 19 Aralık 1930: İstanbul 19 Aralık 1930: Akşam Trakya’ya hareketi 20 Aralık 1930: Öğleye doğru Alpullu’ya, öğleden sonra saat 15.00’te Kırklareli’ne gelişi 21 Aralık 1930: Kırklareli, saat 15.30’da Kırklareli’nden hareketle Çorlu’ya da uğrayarak saat 17.30’da Edirne’ye gelişi 21 - 25 Aralık 1930: Edirne 25 Aralık 1930: Öğleden sonra Edirne’den ayrılışı, Havsa ve Babaeski’ye uğrayışı, akşam İstanbul’a dönüşü 25 Aralık - 3 Ocak 1931: İstanbul 1931 3 Ocak 1931: Ege Vapuru’yla gece İstanbul’dan Mudanya’ya hareketi 4 Ocak 1931: Mudanya’ya gelişi, buradan otomobille Bursa’ya geçişi 5 Ocak 1931: Bursa’dan Mudanya’ya hareketi, gece saat 23.00’te Ege Vapuru ile Mudanya’dan Derince’ye gelişi, buradan da trenle Ankara’ya hareketi 6 - 25 Ocak 1931: Ankara 25 Ocak 1931: Akşam trenle Ankara’dan İzmir’e hareketi 26 Ocak 1931: Eskişehir, Kütahya ve Afyon’dan geçişi, Uşak’a 7 km. uzaklıkta trenden inerek Şeker Fabrikası’nı ziyareti, saat 19.00’da Uşak’tan İzmir’e hareketi 27 - 30 Ocak 1931: İzmir 30 Ocak 1931: İzmir’den hareketle Kemalpaşa kazası ve Armutlu Köyü’ne gidişi, akşam tekrar İzmir’e dönüşü 3 Şubat 1931: Aydın 4 Şubat 1931: Aydın’dan Nazilli ve Denizli’ye gelişi 5 Şubat 1931: Denizli’den İzmir’e dönüşü 6 Şubat 1931: Akşam trenle İzmir’den Balıkesir’e hareketi 7 Şubat 1931: Balıkesir 8 Şubat 1931: Öğleden sonra Balıkesir’den İzmir’e dönüşü ve saat 16.25’te Ege Vapuru ile Antalya’ya hareketi 10 Şubat 1931: Antalya’ya gelişi, saat 18.00’de yine Ege Vapuru ile Taşucu’na hareketi 11 Şubat 1931: Taşucu’na gelişi, karaya çıkarak otomobille Silifke’ye gidişi, tekrar Taşucu’na dönüşü, saat 21.00’de Ege Vapuru ile Mersin’e hareketi 12 Şubat 1931: Ege Vapuru ile Mersin’e gelişi, saat 18.00’de trenle Adana üzerinden Malatya’ya hareketi 13 Şubat 1931: Malatya 14 Şubat 1931: Gece trenle Dörtyol’a hareketi 15 Şubat 1931: Dörtyol’a gelişi ve akşamüzeri Adana’ya hareketi


16 Şubat 1931: Adana 17 Şubat 1931: Konya’ya hareketi 18 Şubat - 1 Mart 1931: Konya 1 Mart 1931: Afyon’a hareketi 2 Mart 1931: Afyon’a gelişi, aynı akşam Ankara’ya hareketi 3 Mart - 2 Mayıs 1931: Ankara 2 Mayıs 1931: Ankara’dan trenle Sakarya’ya gidip dönmesi 20 Temmuz 1931: Trenle Ankara’dan İstanbul’a hareketi 20/21 Temmuz 1931: Eskişehir İstasyonu 21 Temmuz 1931: İstanbul’a gelişi 22 Temmuz 1931: İstanbul’dan Ertuğrul Yatı’yla Yalova’ya gidişi 22 Temmuz - 7 Ağustos 1931: Yalova 7 Ağustos 1931: Yalova’dan Bursa’ya gelişi, Uludağ’da incelemeleri, ardından Mudanya’ya dönüşü ve buradan İstanbul’a hareketi 7/8 Ağustos 1931: İstanbul’a dönüşü 8 Ağustos 1931: Akşam İstanbul’dan Ertuğrul Yatı’yla Yalova’ya gidişi 8 - 25 Ağustos 1931: Yalova 25 Ağustos 1931: Ertuğrul Yatı ile Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 26 Ağustos 1931: İstanbul’dan Ertuğrul Yatı ile Zonguldak’a gelişi ve aynı gün akşamüzeri İstanbul’a hareketi 26 - 31 Ağustos 1931: İstanbul 31 Ağustos 1931: Akşam İstanbul’dan Yalova’ya hareketi 31 Ağustos - 6 Eylül 1931: Yalova 6 Eylül 1931: Ertuğrul Yatı ile Yalova’dan Büyükada’ya gelişi ve tekrar Yalova’ya dönüşü 8 Eylül 1931: Sabah Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 8 - 25 Eylül 1931: İstanbul 25 Eylül 1931: Akşam İstanbul’dan Ankara’ya hareketi 26 Eylül 1931 - 11 Ocak 1932: Ankara 1932 11 Ocak 1932: Akşam Ankara’dan trenle İstanbul’a hareketi 12 Ocak - 4 Mart 1932: İstanbul 4 Mart 1932: İstanbul’dan trenle Ankara’ya hareketi 5 Mart - 15 Temmuz 1932: Ankara. (27 Haziran 1932: Çubuk) 15 Temmuz 1932: Ankara’dan saat 19.30’da trenle Derince’ye hareketi 16 Temmuz 1932: Derince’ye gelişi, buradan Ertuğrul Yatı ile Yalova’ya geçişi 16 - 22 Temmuz 1932: Yalova 22 Temmuz 1932: Çınarcık’a gelişi


22 - 24 Temmuz 1932: Çınarcık 24 Temmuz 1932: Sakarya Motoru ile Yalova’dan Büyükada’ya geçişi ve tekrar Yalova’ya dönüşü 24 - 31 Temmuz 1932: Yalova 31 Temmuz 1932: Yalova’dan İstanbul’a hareketi 31 Temmuz - 4 Ağustos 1932: İstanbul 4 Ağustos 1932: Ertuğrul Yatı’yla Yalova’ya hareketi ve saat 20.00’de Yalova’ya gelişi 4 - 31 Ağustos 1932: Yalova 31 Ağustos 1932: Ertuğrul Yatı’yla Yalova’dan İstanbul’a hareketi 31 Ağustos - 22 Ekim 1932: İstanbul 22 Ekim 1932: Ertuğrul Yatı ile İstanbul’dan Derince’ye gelişi ve buradan trenle Ankara’ya hareketi 23 Ekim 1932 - 15 Ocak 1933: Ankara 1933 15 Ocak 1933: Saat 22.00’de trenle Ankara’dan Eskişehir’e hareketi 16 Ocak 1933: Eskişehir’e gelişi ve saat 18.00’de trenle Derince’ye hareketi 17 Ocak 1933: Derince’den Gülcemal Vapuru ile saat 18.00’de Mudanya’ya gelişi ve daha sonra saat 18.30’da Bursa’ya varışı 17 - 20 Ocak 1933: Bursa 20 Ocak 1933: Bursa’dan Gemlik’e gelişi, akşam Gülcemal Vapuru ile Bandırma’ya hareketi 21 Ocak 1933: Bandırma’dan Balıkesir’e gelişi 22 Ocak 1933: Gece saat 24.00’te Balıkesir’den trenle Kütahya’ya hareketi 23 Ocak 1933: Kütahya 24 Ocak 1933: Akşama doğru Kütahya’dan trenle hareket ederek gece Afyon’a gelişi ve saat 23.30’da Afyon’dan Konya yönünde hareketi 25 Ocak 1933: Konya üzerinden Adana’ya gelişi 26 Ocak 1933: Adana’dan trenle Narlı’ya gelişi, buradan otomobille Gaziantep’e gelişi 27 Ocak 1933: Gaziantep. Öğleden sonra Narlı’ya gelişi, buradan da trenle Adana’ya hareketi 28 Ocak 1933: Adana’ya dönüşü ve buradan Mersin’e geçişi. Akşam Gülcemal Vapuru ile Antalya’ya hareketi 29 Ocak 1933: Saat 17.30’da Antalya’ya gelişi ve 21.00’de Gülcemal Vapuru ile İzmir’e hareketi 30 Ocak 1933: Gülcemal Vapuru ile Akdeniz’de Fethiye ve Marmaris koylarına da girilerek İzmir’e doğru yola devam etmesi 31 Ocak - 4 Şubat 1933: İzmir 4 Şubat 1933: İzmir’den trenle hareketle Afyon’a gelişi, buradan Bilecik’e hareketi 5 Şubat 1933: Sabah 05.00’te Bilecik’e gelişi, Bilecik’ten otomobille hareket ederek 09.30’da Bursa’ya gelişi 6 Şubat 1933: Bursa’dan Mudanya’ya, buradan da Gülcemal Vapuru ile İstanbul’a hareketi, gece İstanbul’a gelişi 6 - 26 Şubat 1933: İstanbul


26 Şubat 1933: Akşam trenle Ankara’ya hareketi 27 Şubat - 29 Haziran 1933: Ankara 29 Haziran 1933: Akşam trenle Ankara’dan İstanbul’a hareketi 30 Haziran - 14 Temmuz 1933: İstanbul (4 Temmuz 1933: Yalova) 14 Temmuz 1933: Ertuğrul Yatı ile İstanbul’dan Çanakkale’ye gidişi, buradan Yalova’ya geçişi 15 Temmuz 1933: Akşam Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 15 - 18 Temmuz 1933: İstanbul 18 Temmuz 1933: İstanbul’dan Yalova’ya gidişi 18 - 24 Temmuz 1933: Yalova 24 Temmuz 1933: Motorla Karamürsel’e gelişi, oradan da İstanbul’a dönüşü. 25 Temmuz 1933: Akşam Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Yalova’ya geçişi 25 - 27 Temmuz 1933: Yalova 27 Temmuz 1933: Adatepe Torpidosu’yla Yalova’dan İstanbul’a dönüşü, akşam tekrar Yalova’ya geçişi 27 - 31 Temmuz 1933: Yalova 31 Temmuz 1933: Akşamüzeri Ankara Motoru’yla Yalova’dan İstanbul’a gelişi, akşam tekrar Yalova’ya dönüşü. 31 Temmuz - 12 Ağustos 1933: Yalova 12 Ağustos 1933: Ertuğrul Yatı ile Yalova’dan İstanbul’a gidişi ve dönüşü 12 - 17 Ağustos 1933: Yalova 17 Ağustos 1933: Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 17 - 19 Ağustos 1933: İstanbul 19 Ağustos 1933: Sabah İstanbul’dan Yalova’ya gidişi ve akşam dönüşü 23 Ağustos 1933: İstanbul’dan Yalova’ya gelişi 23 Ağustos - 5 Eylül 1933: Yalova 1 Eylül 1933: Büyükada’ya gelişi ve gece tekrar Yalova’ya dönüşü 3 Eylül 1933: Heybeliada’ya gelişi ve gece tekrar Yalova’ya dönüşü 5/6 Eylül 1933: Ertuğrul Yatı ile Yalova’dan İstanbul’a hareketi 6 Eylül 1933: İstanbul 7 Eylül 1933: Akşam trenle Ankara’ya hareketi 8 - 11 Eylül 1933: Ankara 11 Eylül 1933: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 12 Eylül - 9 Ekim 1933: İstanbul 29 Eylül 1933: Gece İstanbul Motoru’yla İstanbul’dan Yalova’ya gidişi 30 Eylül 1933: Akşam İstanbul Motoru’yla Yalova’dan İstanbul’a gelişi 9 Ekim 1933: Akşam trenle İstanbul’dan Ankara’ya hareketi


10 Ekim 1933 - 1 Şubat 1934: Ankara 1934 1 Şubat 1934: Ankara’dan otomobille Kırşehir’e gelişi 2 Şubat 1934: Kırşehir’den hareketle akşam Yerköy’e gelişi 3 Şubat 1934: Yerköy’den Yozgat’a gelişi ve gece Yerköy’e dönüşü 4 Şubat 1934: Yerköy’den Kayseri’ye hareketi. Yolda Şefaatli ve Boğazköy’de trenden inerek halkla konuşması, akşamüzeri Kayseri’ye gelişi 5 Şubat 1934: Öğleden sonra Kayseri’den hareketle 20.30’da Niğde’ye gelişi 6 Şubat 1934: Niğde’den hareketle Konya’ya gelişi 7 Şubat 1934: Konya’dan Ankara’ya gelişi 7 Şubat - 7 Nisan 1934: Ankara 7 Nisan 1934: Akşam trenle Ankara’dan İzmir yönünde hareketi 8 Nisan 1934: Uşak ve Salihli’de bazı askerî birlikleri teftişten sonra saat 19.00’da Manisa’ya gelişi 9 Nisan 1934: Manisa’dan hareketle Muradiye İstasyonu’nda, Menemen ve Foça civarındaki bazı askerî birlikleri teftişinin ardından saat 19.30’da İzmir’e gelişi 10 Nisan 1934: İzmir’den Gaziemir’e gelerek burada ve Seydiköy’deki bazı askerî birlikleri denetlemesi, daha sonra Selçuk üzerinden Kuşadası’na gelerek süvari alayını denetledikten sonra akşam tekrar İzmir’e dönüşü 11 Nisan 1934: İzmir’den hareketle Reşadiye, Seferihisar ve Bornova’da bazı askerî birlikleri denetlemesi ve tekrar İzmir’e dönüşü 13 Nisan 1934: İzmir’den hareketle Bergama, Dikili ve Ayvalık’ta inceleme ve denetlemelerde bulunması, akşam buradan Edremit’e gelişi 14 Nisan 1934: Edremit’ten hareketle Küçükkuyu, Ayvalık ve Ezine üzerinden Çanakkale’ye gelişi 15 Nisan 1934: Çanakkale’den hareketle Balya üzerinden Balıkesir’e gelişi ve bazı askerî birlikleri denetlemesi 16 Nisan 1934: Balıkesir’den trenle Eskişehir’e gelişi. Daha sonra Ankara’ya hareketi 17 - 30 Nisan 1934: Ankara 30 Nisan 1934: Ankara’dan trenle İstanbul’a hareketi 1 Mayıs 1934: İstanbul 2 Mayıs 1934: Kalamış Vapuru’yla Yalova’ya gelişi 4 Mayıs 1934: Yalova’dan Bursa’ya gelişi ve tekrar Yalova’ya dönüşü 5 Mayıs 1934: Yalova’dan vapurla Derince’ye gelişi ve buradan trenle Ankara’ya hareketi 6 Mayıs - 20 Haziran 1934: Ankara 20 Haziran 1934: Ankara’dan trenle Eskişehir’e hareketi 21 Haziran 1934: Eskişehir’de Hava Meydanı Mektebi’ni gezmesi, Afyon’da Kolordu Karargâhı’nı ziyareti ve ardından Uşak yönünde hareketi 22 Haziran 1934: Uşak’ta topçu kıtasını denetlemesi, daha sonra Manisa üzerinden İzmir’e gelişi 23 Haziran 1934: Seydiköy yöresinde askerî manevrayı izlemesi


24 Haziran 1934: Menemen’de piyade alayını denetlemesi, daha sonra Balıkesir’e gelişi

Soma üzerinden

25 Haziran 1934: Balıkesir’den Çanakkale’ye gelişi. Buradan Gülcemal Vapuru’yla İstanbul’a hareketi 26 - 29 Haziran 1934: İstanbul 29 Haziran 1934: Büyükada’ya gelişi, İstanbul’a dönüş 29 Haziran - 3 Temmuz 1934: İstanbul 3 Temmuz 1934: Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Yalova’ya gelişi 3 - 7 Temmuz 1934: Yalova 7 Temmuz 1934: Ertuğrul Yatı’yla Yalova’dan Derince’ye gelişi. Buradan trenle Ankara’ya hareketi 8 - 16 Temmuz 1934: Ankara 16 Temmuz 1934: Otomobille Kızılcahamam’a hareketi 17 Temmuz 1934: Gerede üzerinden Bolu’ya gelişi 18 Temmuz 1934: Bolu’dan hareketle Düzce-Hendek üzerinden saat 20.00’de Adapazarı’na gelişi ve gece yarısına doğru trenle İstanbul’a hareketi 19 Temmuz 1934: İstanbul 20 Temmuz 1934: Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Yalova’ya gidişi 20 - 30 Temmuz 1934: Yalova 30 Temmuz 1934: Ertuğrul Yatı’yla Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 31 Temmuz 1934: Akşam Ertuğrul Yatı’yla Çanakkale’ye hareketi 1 Ağustos 1934: Saat 10.00’da Çanakkale önlerine gelişi, karaya çıkmadan saat 13.30’da Yalova’ya hareketi 2 Ağustos 1934: Saat 01.30’da Çanakkale’den Yalova’ya gelişi 2 - 11 Ağustos 1934: Yalova 11 Ağustos 1934: Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 11 - 28 Ağustos 1934: İstanbul 28 Ağustos 1934: Akşam motorla Büyükada Yat Kulübü’ne gelişi, buradan gece Ertuğrul Yatı’yla Yalova’ya gidişi 29/30 Ağustos 1934: Ertuğrul Yatı ile Yalova’dan Tuzla’ya hareketi 30 Ağustos - 20 Eylül 1934: İstanbul 20 Eylül 1934: Akşam İstanbul’dan trenle Ankara’ya hareketi 21 Eylül 1934 - 21 Ocak 1935: Ankara 1935 21 Ocak 1935: Akşam trenle Ankara’dan İstanbul’a hareketi 22 Ocak - 16 Şubat 1935: İstanbul 16 Şubat 1935: Ege Vapuru ile İstanbul’dan Ege’ye doğru yolculuğa çıkması 17 Şubat 1935: Saat 16.30’da Ege Vapuru’ndan Zafer Destroyeri’ne geçerek Alanya yönüne hareketi


18 Şubat 1935: Sabah 08.00’de Alanya’ya gelişi, buradan Antalya’ya hareketi ve 13.30’da Antalya’ya gelişi 19 Şubat 1935: Antalya’dan 22.30’da Ege Vapuru ile Taşucu’na hareketi 20 Şubat 1935: Taşucu’na gelişi, buradan Silifke’ye gidişi ve tekrar Taşucu’na dönüşü 21 Şubat 1935: Ege Vapuru ile Taşucu’ndan Mersin’e gelişi, karaya çıkmadan saat 18.00’de Fethiye yönünde hareketi 22 Şubat 1935: Ege Vapuru ile saat 20.35’te Fethiye’ye gelişi 23 Şubat 1935: Ege Vapuru ile Marmaris’e gelişi 24 Şubat 1935: Ege Vapuru ile Marmaris’ten İstanbul’a hareketi 25 Şubat 1935: Ege Vapuru ile Çanakkale’den geçerek gece İstanbul’a gelişi 25 - 27 Şubat 1935: İstanbul 27 Şubat 1935: Akşam trenle İstanbul’dan Ankara’ya hareketi 28 Şubat - 17 Mayıs 1935: Ankara 17 Mayıs 1935: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 18 - 23 Mayıs 1935: İstanbul 23 Mayıs 1935: Akşam Kalamış Vapuru’yla Yalova’ya gidişi 23 - 25 Mayıs 1935: Yalova 25 Mayıs 1935: Akşam Yalova’dan hareketle Büyükada’ya gelişi ve geceyi Yat Kulüp’te geçirişi 26 Mayıs 1935: Akşam Büyükada’dan İstanbul’a dönüşü 26 Mayıs - 3 Haziran 1935: İstanbul 3 Haziran 1935: Akşam trenle Ankara’ya hareketi 4 - 27 Haziran 1935: Ankara. (16 Haziran 1935: Çubuk) 27 Haziran 1935: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 28 Haziran - 10 Temmuz 1935: İstanbul 10 Temmuz 1935: Ertuğrul Yatı’yla Yalova’ya gelişi 10 - 15 Temmuz 1935: Yalova 15 Temmuz 1935: Yalova’dan Bursa’ya gelişi 15 - 17 Temmuz 1935: Bursa 17 Temmuz 1935: Bursa’dan hareketle Mudanya’ya gelişi, buradan Ertuğrul Yatı ile İstanbul’a dönüşü 17 Temmuz - 21 Eylül 1935: İstanbul 21 Eylül 1935: Akşam trenle İstanbul’dan Ankara’ya hareketi 22 Eylül 1935 - 8 Şubat 1936: Ankara 1936 8 Şubat 1936: Akşam trenle Ankara’dan İstanbul’a hareketi 9 Şubat - 10 Mart 1936: İstanbul.(2 Mart 1936: Yalova) 10 Mart 1936: Akşam trenle İstanbul’dan Ankara’ya hareketi


11 Mart - 16 Mayıs 1936: Ankara 16 Mayıs 1936: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 17 Mayıs - 3 Haziran 1936: İstanbul 31 Mayıs 1936: Akşamüzeri Sakarya Motoru’yla Florya’dan Yalova’ya geçişi 1 Haziran 1936: Akşamüzeri Sakarya Motoru’yla Yalova’dan İstanbul’a hareketi 3 Haziran 1936: Otomobille Çorlu ve Muratlı’ya gelişi, gece Çorlu’dan trenle tekrar İstanbul’a dönüşü 3 - 6 Haziran 1936: İstanbul 6 Haziran 1936: Vapurla Mudanya’ya gelişi, Mudanya’dan otomobille Bursa’ya geçişi 6 - 8 Haziran 1936: Bursa 8 Haziran 1936: Bursa’dan Mudanya’ya gidişi, Mudanya’dan İstanbul’a geçişi ve İstanbul’dan trenle Ankara’ya hareketi 9 Haziran 1936: Eskişehir’e uğrayışı, saat 19.45’te Ankara’ya gelişi 9 - 15 Haziran 1936: Ankara 15 Haziran 1936: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 16 Haziran - 28 Temmuz 1936: İstanbul (11 - 12 Temmuz 1936: Büyükada) 28 Temmuz 1936: Trenle Ankara’ya hareketi 29 Temmuz - 2 Ağustos 1936: Ankara 2 Ağustos 1936: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 3 Ağustos 1936: Ankara’dan Derince’ye gelişi ve İstanbul’a geçişi 3 - 10 Ağustos 1936: İstanbul 10 Ağustos 1936: Ertuğrul Yatı’yla Yalova’ya gelişi 10 - 16 Ağustos 1936: Yalova 16 Ağustos 1936: Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’a gelişi 16 Ağustos - 27 Eylül 1936: İstanbul (20 Eylül 1936: Heybeliada’ya gidiş-dönüşü) 27 Eylül 1936: Akşamüzeri motorla Büyükada Yat Kulüp’e gelişi, burada kalışı 28 Eylül 1936: Akşamüzeri Sakarya Motoru’yla İstanbul’a dönüşü. 28 Eylül - 6 Ekim 1936: İstanbul 6 Ekim 1936: Akşam trenle İstanbul’dan Ankara’ya hareketi 7 Ekim - 30 Aralık 1936: Ankara 30 Aralık 1936: Trenle İstanbul’a hareketi 31 Aralık 1936 - 5 Ocak 1937: İstanbul 1937 5 Ocak 1937: İstanbul’dan trenle Konya’ya hareketi 6 Ocak 1937: İstanbul’dan trenle Eskişehir’e gelişi, Başbakan İsmet İnönü, Mareşal Fevzi Çakmak, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile görüştükten sonra Konya’ya hareketi 7 Ocak 1937: Konya’ya gelişi ve bir süre sonra buradan Ankara’ya hareketi


8 Ocak 1937: Konya’dan Ulukışla-Kayseri yoluyla Ankara’ya gelişi 9 Ocak 1937: Saat 16.00’da trenle İstanbul’a hareketi, Eskişehir’de trenden inerek Orduevi’ni ziyareti daha sonra trene dönüşü 10 Ocak - 9 Mart 1937: İstanbul 9 Mart 1937: Akşam trenle Ankara’ya hareketi 10 Mart - 4 Haziran 1937: Ankara 4 Haziran 1937: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 5 - 8 Haziran 1937: İstanbul 8 Haziran 1937: Saat 17.00’de İzmir Vapuru ile Trabzon’a hareketi. 10 - 12 Haziran 1937: Trabzon 12 Haziran 1937: Sabah saat 05.30’da İzmir Vapuru ile İstanbul’a hareketi 13 - 19 Haziran 1937: İstanbul 19 Haziran 1937: Sakarya Motoru’yla Yalova’ya gelişi 19 - 25 Haziran 1937: Yalova 25 Haziran 1937: Yalova’dan İstanbul’a dönüşü 25 Haziran - 16 Ağustos 1937: İstanbul 16 Ağustos 1937: Trenle Çerkezköy’e hareketi, geceyi Çerkezköy’de trende geçirmesi 17 Ağustos 1937: Çerkezköy yakınlarındaki askerî manevraları izlemesi, Lüleburgaz ve Çorlu’da askerî kuruluşları ziyareti, akşam 21.30’da Çorlu’dan trenle İstanbul’a dönüşü. 17/18 Ağustos 1937: Saat 2.30’da Çorlu’dan İstanbul’a gelişi 18 Ağustos 1937: Saat 20.00’de trenle tekrar Çerkezköy’e hareketi, saat 23.00’te Çerkezköy’e gelişi 19 Ağustos 1937: Öğleden önce ve öğleden sonra Çerkezköy yakınlarındaki askerî manevraları izlemesi, Saray’a gidişi. 20 Ağustos 1937: Öğleden önce Çerkezköy yakınındaki askerî manevraları izlemesi, öğleden sonra Çerkezköy’den trenle İstanbul’a hareketi, saat 17.00’de İstanbul’a gelişi. 20 Ağustos - 16 Eylül 1937: İstanbul 16 Eylül 1937: Akşam trenle Ankara’ya hareketi 17 Eylül 1937: Ankara 18 Eylül 1937: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 19 Eylül - 3 Ekim 1937: İstanbul 3 Ekim 1937: Ertuğrul Yatı ile Yalova önlerine gelişi, buradan Derince’ye geçişi, saat 19.00’da Derince’den trenle Ankara’ya hareketi 4 - 8 Ekim 1937: Ankara 8 Ekim 1937: Öğleden sonra Trenle Aydın’a hareketi 9 Ekim 1937: Saat 14.00’te Nazilli’ye gelişi, buradan Söke’ye hareketi ve saat 20.00’de Söke’ye gelişi 10 Ekim 1937: Sabah Söke bölgesinde askerî manevraları izledikten sonra Kuşadası yoluyla Çamlık’a gelişi ve bu bölgedeki askerî tatbikatı izlemesi, geceyi Çamlık’ta trende geçirmesi


11 Ekim 1937: Çamlık bölgesinde askerî manevraları izlemesi 12 Ekim 1937: Aydın’dan trenle Ankara’ya hareketi 13 Ekim - 12 Kasım 1937: Ankara 12 Kasım 1937: Trenle Doğu seyahatine çıkışı 13 Kasım 1937: Saat 9.40’da Sivas’a gelişi ve daha sonra Çetinkaya’ya hareketi 14 Kasım 1937: Saat 13.00’de Malatya’ya gelişi, buradan saat 14.00’te Diyarbakır’a hareketi 15 Kasım 1937: Sabah Ergani Bakır Ocağı’nda incelemelerde bulunması, saat 18.00’de Diyarbakır’a gelişi 16 Kasım 1937: Saat 18.45’te Diyarbakır’dan trenle Elazığ’a hareketi ve gece Elazığ’a gelişi 17 Kasım 1937: Tunceli’nin Pertek kazasına geçişi, saat 19.00’da Elazığ’a dönüşü 18 Kasım 1937: Elazığ’dan hareketle saat 15.30’da Narlı İstasyonu’na gelişi, trenden inerek istasyondaki halkla sohbeti ve Adana’ya hareketi 19 Kasım 1937: Sabah Adana’ya gelişi sonra Mersin’e geçişi ve Mersin’den saat 17.00’de Konya’ya hareketi 20 Kasım 1937: Konya üzerinden saat 13.00’de Afyon’a gelişi, Eskişehir’e hareketi, saat 14.20’de Eskişehir’e gelişi, kısa bir süre sonra Ankara’ya hareketi 20 Kasım 1937 - 20 Ocak 1938: Ankara 1938 20 Ocak 1938: Yalova’ya gitmek üzere akşam Ankara’dan trenle Derince’ye hareket 21 Ocak 1938: Trenle İzmit üzerinden Derince’ye gelişi, buradan Akay Vapuru ile Yalova’ya geçişi 21 Ocak - 1 Şubat 1938: Yalova 1 Şubat 1938: Öğleden sonra Yalova’dan Bursa’ya hareketi, yolda Gemlik’e uğraması ve 16.30’da Bursa’ya gelişi 3 Şubat 1938: Öğleden sonra Bursa’dan Mudanya’ya hareketi ve buradan Ege Vapuru’yla İstanbul’a gelişi 3 - 24 Şubat 1938: İstanbul 24 Şubat 1938: Akşam trenle İstanbul’dan Ankara’ya hareketi 25 Şubat - 19 Mayıs 1938: Ankara 19 Mayıs 1938: Saat 17.00’de trenle Ankara’dan Mersin’e hareketi 20 - 24 Mayıs 1938: Mersin 24 Mayıs 1938: 13.00’te trenle Mersin’den hareket ederek 13.50’de Tarsus’a, buradan hareketle 16.30’da Adana’ya gelişi ve akşam trenle Ankara’ya hareketi 25 Mayıs 1938: Ankara 26 Mayıs 1938: Akşam trenle İstanbul’a hareketi 27 Mayıs - 24 Haziran 1938: İstanbul 24 Haziran 1938: Savarona Yatı ile akşamüzeri İstanbul’dan Erdek’e gelişi, gece saat 21.30’da İstanbul’a hareketi 25 Haziran - 10 Kasım 1938: İstanbul 10 Kasım 1938: Vefatı


Kaynaklar  KOCATÜRK, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kaynakçalı ATATÜRK Günlüğü, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2007. 

ŞAHİNGİRAY, Özel; ATATÜRK’ün Nöbet Defteri (1931-1938), Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, 1955.

TOPÇUOĞLU, Orhan; ATATÜRK Günlüğü, Demircioğlu Matbaacılık, Ankara, 1989.

ATATÜRK İnkılâpları Saltanatın Kaldırılması 23 Nisan 1920'de, TBMM’nin açılmasıyla Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurulmuştur. TBMM’nin üstünde hiçbir gücün kabul edilmeyeceğinin açıklanması ile de Osmanlı Devleti’nin varlığı fiilen ortadan kalkmıştır. Ayrıca yasama ve yürütme yetkisinin de TBMM’ye ait olması padişahın Türk ulusu üzerinde resmî ve filli hiçbir yetkisinin kalamadığını göstermekteydi. Ancak savaş yılları olduğu için rejim konusu gündeme gelmemiştir. Yunan ordusunun Türk topraklarından atılmasından sonra sıra rejim konusunun çözümlenmesine gelmiştir. Bu amaçla devletin rejimi ve temel niteliklerini belirleyen üç temel siyasal inkılap (Saltanatın Kaldırılması, Cumhuriyet'in İlanı, Halifeliğin Kaldırılması) gerçekleştirilmiştir. Yeni Türk Devleti'nin siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım, saltanatın kaldırılması olmuştur. Ancak bu adımın atılması kolay olmamıştır. Türk milleti, binlerce yıllık tarihinde, egemenliği kullanan belli aileler tarafından yönetilmiştir. Eski Türk devlet anlayışına göre, egemenlik kutsal bir kavramdı. Ulusu yönetmeyi tanrı tek bir aileye vermişti. Ailenin üyelerinden başkası ulusu yönetemezdi. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra, bu kutsal egemenlik kavramı, yeni dinsel kurallarla da desteklenmiştir.

Yüzyıllarca süren bu yönetim biçimi öylesine kökleşmişti ki "padişahsız" bir Türk Devleti'nin olabileceğini, yalnız halk değil birçok aydın bile düşünemiyordu. Bunun için Mustafa Kemal Paşa, egemenliği gerçek sahibi olan millete verirken çok dikkatli davranmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında ve TBMM'nin açıldığı dönemde, yurdun düşman işgalinden kurtarılması öncelikli olduğu için, saltanat makamına karşı açıkça bir tavır alınmamış ve güçlerin bölünmemesine gayret edilmiştir. Yunan ordusunun Anadolu'dan atılmasından hemen sonra, barış görüşmelerine davet nedeniyle saltanat konusu gündeme gelmiş ve bu kez Mustafa Kemal Paşa, bu kurumla ilgili gerçek düşüncesini hayata geçirmiştir. Mudanya Mütarekesi imzalandıktan sonra barış görüşmeleri hazırlıklarına başlanmış ve İtilaf devletleri Lozan'daki görüşmelere Ankara Hükûmeti ile İstanbul Hükûmetini de davet etmiştir. İtilâf devletleri tarafından İstanbul Hükûmetinin, Lozan'daki barış görüşmelerine çağrılmasındaki amaç Türk tarafında ikilik yaratarak isteklerini Yeni Türk Devleti'ne kabul ettirmekti. Söz konusu davet


üzerine İstanbul Hükûmeti gerekli hazırlıklara başlayarak, TBMM'ye gönderdiği yazılarla işbirliği içine girmelerini bildirmiştir. Bu durum TBMM'de büyük yankılara neden olmuştur. Tevfik Paşa Hükûmetinin bu tavrını ve buna karşı TBMM'de oluşan tepkileri iyi değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, bu sorunun kökten çözümlenmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu maksatla bazı milletvekilleri saltanatın kaldırılması için önerge vermişlerdir. TBMM'deki ortak komisyonda yapılan görüşmelerden sonra iki maddelik bir yasa taslağı Meclis Genel Kuruluna gönderilmiştir. 1 Kasım 1922 günü TBMM'ye sunulan yasa taslağı görüşmelerden sonra kabul edilerek yasalaşmıştır. Böylece TBMM egemenlik ve hükümranlık haklarının Türk milletine ait olduğunu, saltanat ile hilafetin ayrıldığını, İstanbul'un işgal tarihinden (16 Mart 1920) itibaren saltanatın kaldırıldığını açıklamıştır. Cumhuriyet'in İlanı Cumhuriyet kavramı, dilimize Arapçadan girmiş olan cumhur kelimesinden doğmuş bir rejimin adıdır. Ansiklopedik anlamına göre, bir ülkenin rejiminin Cumhuriyet olabilmesi için, o ülkenin devlet başkanının seçimle işbaşına gelmesi yeterlidir. Modern anlamı ile demokrasinin en gelişmiş şekli olan Cumhuriyet, bir tarihi gelişmenin sonucudur. Yunan ordusunun Anadolu'dan temizlenmesiyle, Kurtuluş Savaşı'nın silahlı mücadele kısmı sona ermiştir. Bundan sonraki mücadele Türk milletini, her alanda, gelişmiş milletlerin seviyesine ulaştırmaktı. Bu amaçla saltanatın kaldırılmasından sonra, sıra Cumhuriyet'in ilan edilmesine gelmişti. Mustafa Kemal, "Türk ulusunun yaratılışına ve karakterine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir."diyerek, Cumhuriyet'in ilanının Türk milleti için taşıdığı önemi belirlemiş oluyordu. 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasıyla yeni bir Türk Devleti kurulmuştur. Millet egemenliğine dayanması ve demokratik bir yapıya sahip olması nedeniyle bu devletin isminin "Cumhuriyet" olması gerekiyordu. Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasının ardından, birinci TBMM, 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesine karar vererek dağılmıştır. Bu arada, Mustafa Kemal yeni Meclis açılışına yetiştirilmek üzere yeni bir anayasa tasarısı hazırlatmıştır. Bu tasarı hazırlanırken Mustafa Kemal zaman zaman toplantılara başkanlık etmiş ve yeni Türk Devleti'nin rejiminin belli olmamasının devlet idaresinde zaaf olduğu hissini vereceğini ve ilk fırsatta yeni rejimi ilan edip bu düşüncenin ortadan kaldırılması gerektiğini belirtmiştir. İkinci dönem TBMM'nin oluşturulmasını takiben artık, mevcut rejimin de bütün açıklığı ile adının konulması ve yeni devletin başkanının seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar bu görev TBMM Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa tarafından yürütülmüştür. 14 Ağustos 1923'te İcra Vekilleri Heyeti seçimleri yapılmış ve Fethi (Okyar) başkanlığında yeni kabine oluşturulmuştur. İkinci Meclis'in önemli bir kararı da yeni devletin başkentini belirlemek olmuştur. Ankara'nın TBMM'nin kurulduğu yer ve Millî Mücadele'nin merkezi olması nedeniyle, İsmet Paşa'nın Meclis'e sunduğu önerge, oy birliği ile kabul edilmiş ve 13 Ekim 1923'te Ankara yeni Türk Devleti'nin başkenti ve hükûmet merkezi olmuştur. Lozan Antlaşması'nın imzalanması ve Ankara'nın başkent olmasıyla çok önemli bir siyasal gelişmelerin olacağı mesajı verilmiştir. İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Ali Fethi Bey ve diğer vekillerin Çankaya'da Mustafa Kemal Paşa başkanlığında yaptıkları toplantı sonucu 27 Ekim 1923'te istifa etmeleri üzerine başlayan hükûmet bunalımı, Meclisin çalışmalarını oldukça zorlaştırmıştır. Güçler birliği ilkesinin en katı şekli olan Meclis Hükûmeti Sitemine göre yapılan seçimlerde bakanlar kurulunun oluşturulamaması, bu sitemin artık iyi işlemediğini göstermiş ve kabine sistemine geçilmesini zorunlu kılmıştır. Kabine sistemine geçiş için ise Cumhuriyet'in ilanı ve bu ilanla birlikte Cumhurbaşkanı'nın seçilmesi gerekli görülmüştür. Mustafa Kemal Paşa, bütün bu gelişmeler üzerine Cumhuriyet'in ilan edilmesine karar vererek, 28 Ekim akşamı, İsmet (İnönü) Paşa, Fethi (Okyar) Bey, Kâzım (Özalp) Paşa, Kemalettin Sami Paşa, Halit Paşa, Rize Milletvekili Fuat (Bulca) Bey ile Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey'i Çankaya'ya davet etmiştir. Toplantıda "Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz." diyerek görüşlerini açıklayan Mustafa Kemal Paşa'nın bu düşüncesi, orada bulunanlarca da olumlu karşılanmış ve hemen izlenecek yolun saptanmasına girişilmiştir.


Konuklar ayrıldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa bu amaçla Anayasa'da yapılması gereken değişikliğe ilişkin bir yasa tasarısı hazırlamışlardır. 29 Ekim günü önce Halk Fırkası Meclis Grubunda, ardından da TBMM'de kabul edilen tasarıya göre yürürlükte olan 1921 Anayasası'nın birinci maddesinin sonuna "Türkiye Devleti'nin hükûmet şekli cumhuriyettir." ifadesi eklenmiştir. Akşam saat 20:30'da ilan edilen Cumhuriyet'in ardından yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir.

Cumhuriyet'in ilanı, Millî Mücadele'nin askerî ve siyasi alanlardaki zaferi ve demokratik ilkelere göre kurulan yeni devletin bu yöne doğru gelişmesi ve dünyada egemen olmaya başlayan yeni bir anlayışın (demokratik yönetim) yerleşmesinin kaçınılmaz sonucuydu. Ayrıca, XX. yüzyılda bir milletin kaderinin kişilere ya da hanedanlara bağlı olması anlayışı, çağdaş devlet ve demokrasi prensibi açısından anlamını yitirmişti. Diğer dünya devletleri de tek bir kişinin veya zümrenin yönetiminden kurtulma mücadelesi vermeye başlamışlardı. Mutlak ve genellikle ilahî kaynaklı oldukları için sorgulanamaz ve eleştirilemez diye nitelenen yönetimlerin, halk hareketleriyle yıkılması ve güçlerinin kaynağını onları iktidar yapan halk desteğinden alan demokratik rejimlere yerlerini bırakmaları kaçınılmaz bir süreçti. Bu çerçevede, kurulan yeni Türk Devleti de 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasıyla bu yolu seçmişti. Sonuçta Cumhuriyet'in kurulmasıyla halk idaresi gerçekleşmiş, millet bir kişiye "tebaa" olmaktan kurtulmuş ve kendini idare edecekleri seçen vatandaş statüsüne kavuşmuştur. Halifeliğin Kaldırılması Hz. Muhammed'in vefatından sonra, ortaya çıkan ilk sorun devleti kimin yöneteceği olmuş ve halifelik gündeme gelmiştir. Hz.Muhammed'in yerine geçen devlet başkanları, halife sıfatını taşımaya başlamışlardır. İlk dört halifeden sonra çeşitli nedenlerle bu siyasi kurum seçimle değil verasetle babadan oğula geçen bir sisteme dönüşmüştür. Zamanla, aynı dönemde ayrı bölgelerde halife sıfatını taşıyan kişilerce yönetilen devletler ortaya çıkmış ve hüküm sürmeye başlamıştır. (Abbasiler, Fatimiler, Endülüs Emevileri). Halifeler devlet yönetimlerinde otoritelerini devam ettirebilmek için kendilerine giderek dinsel sıfatlar da yakıştırmışlardır. Yavuz Sultan Selim 1517'de Mısır'ı alınca, orada halife sıfatını kullanan Mütevekkil'i, kutsal emanetlerle birlikte İstanbul'a getirmiştir. Kutsal emanetler Topkapı Sarayı'na konulmuştur. Osmanlı padişahları, uzun süre halife sıfatını kullanmamışlardır. Çünkü padişahlar halifelik için aranan, "Kureyş kabilesine mensup olma" şartına sahip değildi. Ancak Osmanlı padişahları, Osmanlı Devleti gücünü yitirmeye başlayınca, batıya karşı İslam dünyasını temsil ettiklerini göstermek üzere, XVIII. yüzyıldan itibaren "halife" sıfatını kullanmaya başlamışladır. Fakat, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Padişahı, halife unvanını kullanarak cihat ilan etmesine rağmen, Osmanlı yönetiminde olan Arapların önemli bir kısmı İngilizlerin yanında Osmanlı'ya karşı savaşarak halifeliği tanımadıklarını göstermişlerdir. İngiliz, Fransız yönetiminde yaşayan Müslümanların ise Osmanlı Devleti'ne karşı oluşturulan ordularda yer aldıkları görülmüştür.


Böylece Osmanlı halifeliği fiilî olarak etkinliği olmayan bir makama dönüşmüştür. Saltanat kaldırılırken, hiçbir siyasi yetkisi olmayan hilafet makamına dokunulmamış; son Osmanlı padişahı olan Vahdettin'in ülkeyi terk etmesi üzerine TBMM tarafından 18 Kasım 1922'de Abdülmecit Efendi halifeliğe seçilmiştir. Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet'in ilanı, siyasal ve dinsel açıdan hiçbir yetkisi bulunmayan halifelik kurumunun da kaldırılmasını gerekli kılıyordu. Ayrıca Halife Abdülmecit'in, çeşitli törenler düzenleyerek iddialı demeçler vermesi, kılıç takmak gibi eski iktidar sembollerini kullanmak istemesi, sarayda bazı milletvekili ve komutanları kabul etmesi ve yabancı elçiliklere görevliler yollaması iktidara ortak bir görüntü vermesine neden olmuştur. Halifenin siyasi yetkilerini genişletme çabası ve kendisini Hükûmetin üzerinde görmesi, bu kurumun kaldırılması ile ilgili kanaatlerin iyice şekillenmesine neden olmuştur. 2 Mart 1924'te Halk Fırkası grubunda karara bağlanan hilafetin kaldırılması sorununun, bir kanun teklif ile Meclise sunulması uygun görülmüştür. Bunun üzerine Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve arkadaşlarının çalışmalarıyla Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanoğulları Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması hakkında bir kanun hazırlanmıştır. TBMM'nin 3 Mart 1924 günkü oturumunda söz konusu kanun teklifinin görüşülmesi kabul edilmiştir. İlk olarak Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ve 57 arkadaşının imzasını taşıyan "Şer'iye ve Evkâf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin Kaldırılmasına İlişkin Öneriler" ele alınmış ve bazı küçük değişikliklerle kabul edilmiştir. Bundan sonra, öğretimin birleştirilmesi Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na ilişkin öneriler görüşülmüş ve yasalaştırılmıştır. Daha sonra 431 Sayılı Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanoğulları Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması Hakkında Kanun kabul edilmiştir. Halifeliği kaldıran kanunla Osmanlı ailesinin tüm üyeleri yurt dışına çıkartılmıştır. Artık yüzyıllardır sürdürülen siyasal ve dinsel güçlerin tek elde toplanması ilkesinin yerini, siyasal gücün TBMM'ye yani ulusa geçmesi ilkesi almıştır. Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet'in ilanı ve halifeliğin kaldırılmasından oluşan üç ana siyasi inkılâp, laik hukuk inkılâbının gerçekleştirilmesinin ön şartını ve zorunlu adımlarını oluşturmuştur.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu Eğitim, toplumsal bir ihtiyacı karşıladığından bir devlet hizmetidir. Çağımızda devletler başarılarını ve güçlerini millî eğitimle sağlarlar. Vatandaşlarını çağın gereklerine göre eğiten devletler uygarlık yarışına katılmaya hak kazanırlar. Türkiye Cumhuriyeti'nde de eğitim hizmetleri Millî Eğitim Bakanlığınca yerine getirilir. Osmanlı eğitim sistemi, hukuk sistemi gibi çok başlılık içinde idi. Geleneksel eğitim veren medreseler, XVIII. yy. sonlarından itibaren Avrupa etkisiyle kurulan ve modern anlamda eğitim veren okullar, tamamen zıt felsefelerle, birbirlerinden farklı, dünya görüşleri arasında büyük uçurumlar olan insanlar yetiştiriyorlardı.


Üstelik, eğitim "millî" nitelik taşımadığından millî kültürün, millî benliğin gelişmesini ve çağın gereklerine uygun insanların yetişmesini sağlayamıyordu. Azınlık okulları ve yabancı okullar da Osmanlı eğitim sistemi içinde yer alıyorlar ve kendi siyasî ve ekonomik çıkarları doğrultusunda eğitim veriyorlardı. Osmanlı Devleti'nin son yıllarında arka arkaya girdiği savaşlar hem eğitime bütçeden daha az pay ayrılmasına hem de öğrencilerin askere alınması nedeniyle eğitimin aksamasına yol açmıştı. Bu nedenlerle Cumhuriyet'in devraldığı eğitim sisteminin en baştan ele alınması gerekiyordu.

23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasından kısa bir süre sonra Mayıs 1920'de TBMM'ye bağlı Maarif Vekâleti kurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa, daha Kurtuluş Savaşı sırasında Sakarya Savaşı'nın hemen öncesindeki en buhranlı günlerde Maarif Kongresi'ni toplayarak tüm memleket evlatlarının bir bütün halinde bilim ve tekniğe dayalı milli bir eğitim sistemi içerisinde yetiştirilmesinin önemi üzerinde durmuştur. 1922 yılında Meclis'teki yaptığı açılış konuşmasında, "Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize en önce ve her şeyden evvel Türkiye'nin bağımsızlığına, millî geleneklerine düşman olan tüm unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir" demiştir. Mustafa Kemal Paşa'nın, "Eğer cumhurbaşkanı olmasam, Millî Eğitim Bakanlığını almak isterim." Sözleri, onun kültür ve eğitime verdiği önemi, "... En mühim, en esaslı nokta eğitim meselesidir. Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, müstakil, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder" sözleriyle de konuya verdiği önemin


nedenlerini çok iyi açıklamıştır. Zafer'den sonra, 3 Mart 1924'te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ikili eğitim yerine, çağdaş bir toplumun bireylerini yetiştirecek tek bir eğitim sistemini kurmak üzere öğretim birleştirilmiştir. Mustafa Kemal, 1924'te Samsun'da, "Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalet (doğru yoldan çıkmak)tir" diyerek, eğitimin temelinin sadece bilim olacağını belirtmiştir. Yine 1924'te Muallimler Birliği Kongresi'nde, "Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister." Sözleriyle eğitimde özgür bireyler yetiştirmenin önemini vurgulamıştır. 1926 yılında Maarif Teşkilâtı hakkında kanun kabul edilmiştir. Bu kanunla devletten izinsiz hiçbir okul açılamayacağı belirlenmiş, ilk ve orta öğretim esasları saptanmıştır. Çağdaş olmayan, kişiyi gelecekteki yaşantısına hazırlamayan dersler programdan çıkartılarak akıl ve bilime yönelik modern ders programları hazırlanmıştır. ATATÜRK döneminde eğitimin millî olmasına çok büyük önem verilmiş; Türklerin tarih boyunca uygarlığa yaptığı hizmetler ortaya çıkarılarak millî duygunun güçlenmesi sağlanmıştır. Eğitimde kız çocukların dışlanmamasına büyük özen gösterilmiş, kız-erkek tüm çocuklar bir arada, çağdaş eğitim görmeye başlamıştır. Her yaştaki vatandaşımıza okuma-yazma öğretilmesi amaçlanmıştır. Okullardaki, ders saatleri yeniden düzenlenmiş, çok sayıda okul açılırken, bu okulların ihtiyacı olan öğretim elemanlarını yetiştirmek için tedbirler alınmıştır. ATATÜRK'ün "en büyük eserim" olarak adlandırdığı Cumhuriyet'i emanet ettiği gençlerin okuyacağı ders kitapları yeniden yazdırılmıştır. Mesleki ve teknik öğretim yapacak kurumlar açılırken, yüksek öğretim yapacak kurumlar büyük bir titizlikle düzenlenmiştir. Azınlık okulları ve yabancı okullar tam bir denetim altına alınmışlar, bazı derslerin Türk öğretmenler tarafından, Türkçe olarak verilmesi sağlanarak dil, kültür gibi millî birliği sağlayacak değerlerin kaybolmaması sağlanmıştır. Yeni Türk Harflerinin Kabulü Türkler bulundukları kültür çevrelerine göre tarih boyunca çeşitli alfabeler kullanmışlardır. Bunların en belirginleri, Orta Asya'da kullanmış oldukları Göktürk ve Uygur alfabeleri ile İslamiyet'i kabul ettikten sonra kullanmaya başladıkları Arap alfabesi olmuştur. Arapçada Türkçede mevcut sesli harflerin bulunmaması, Türkçe kelimelerin Arap alfabesiyle yazılmasında bazı seslerin gösterilememesine yol açmaktaydı. Bazı sessiz harflerin kullanılmasında da Arapça sessiz harflerin hangilerinin kullanılacağı sorunu ortaya çıkmıştı. Bu nedenlerle Türkçeyi Arap harfleriyle yazma ve okumada büyük zorluklar olmuştu. Bu durum okuma yazmanın öğrenilmesini zorlaştırmış, pek az kişi okuma-yazma öğrenebilmişti. Okuma yazma bilmek Osmanlı toplumunda önemli bir ayrıcalık haline gelmişti.

Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde okuma-yazma bilenlerin azlığı bir sorun olarak ortaya çıkmış ve II.Meşrutiyet döneminde mevcut alfabenin ıslahı yönünde çalışmalar yapılmıştır. Ancak yeni bir alfabeden çok, Arap alfabesinin Türkçeye uygun hale getirilmesine çalışılmıştır. Fakat bu çalışmalar Birinci Dünya Savaşı nedeniyle kesintiye uğramıştır. Mustafa Kemal Paşa için de


alfabe modernleşen Türk toplumu için çözümlenmesi gereken bir sorun olmuştur. Daha Kurtuluş Savaşı başlarında 8 Ağustos 1919'da geleceğe yönelik girişimlerini açıklarken Mazhar Müfit (Kansu) Bey'e, Latin alfabesinin uygun olabileceğini not ettirmişti. Yurdun düşman işgalinden kurtarılmasından sonra İzmir'de toplanan Türkiye İktisat Kongresi'nde kabul edilen Misak-ı İktisadi'de bir okuma bayramından bahsedilmesi, okuma-yazma konusunda bazı düzenlemelerin yapılacağının habercisi olmuştur. Mustafa Kemal Paşa'nın talimatıyla Türk Alfabesi'nin hazırlanması için bir komisyon kurulmuştur. Yapılan çalışmalar neticesinde Latin alfabesinin Türk dilinin yazılması ve okunması için tüm harfleri taşıdığı tespit edilmiştir. ATATÜRK 9 Ağustos 1928'de Sarayburnu'nda Harf İnkılâbını müjdeleyerek "Arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz..."demiştir. 1 Kasım 1928'de TBMM'de yeni Türk harfleri hakkındaki 1353 sayılı kanun oy birliği ile kabul edilmiştir. 1 Ocak 1929'dan itibaren tüm devlet yazışmaları Türk harfleriyle yapılmıştır. Ayrıca "Millet Mektepleri" adlı okullar açılarak Türk milletine yeni harfler öğretilmeye başlanmıştır. Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının Kurulması Osmanlı Devleti, çok uluslu bir imparatorluk olduğu için millî bir tarih anlayışı oluşmamıştı. İslam tarihine ve hanedana dayanan bir tarih anlayışı vardı. Bu tarih anlayışında, Türklerin İslamiyet öncesindeki varlıkları ve uygarlığa katkıları yok sayılmıştı. İslamiyet öncesinde Orta Asya'da gelişmiş bir Türk kültür ve uygarlığı vardı. İlk olarak Osmanlı son döneminde millî bir tarih anlayışı gündeme gelmişse de, bu çabalar yeterince etkili olamamış, millî tarih anlayışı ancak Cumhuriyet döneminde hayata geçmiştir. Bu tarih anlayışının gelişmesinde yeni kurulan millî devletin varlığı çok etkili olmuştur. Türk milletinin oluşumunda tarihin büyük önem taşıdığına inanan ATATÜRK, bilimsel tarih araştırmaları için bilim adamlarını özendirmiş, millî tarihimizin derinlemesine incelenmesi gerektiğine inanmıştır. ATATÜRK, "... Tarih, bir milletin nelere yetenekli olduğunu ve neler başarmaya gücü yettiğini gösteren en doğru kılavuzdur...", "Millî tarih İstiklal Savaşı'mızın manevi cephesini teşkil edecektir. Çünkü topraklarımız gibi, Türk milletinin mazisi, medeni hüviyeti ve insanlık değerleri de istilaya maruz kalmıştı" diyerek, tarihimizin Türk bilim adamlarınca incelenerek gerçeklerin bilimsel esaslar çerçevesinde tarafsızca araştırılmasını istemiştir. Ayrıca yabancı tarihçilerin bir kısmının ön yargılı bir şekilde Türk milletini küçük düşüren haksız iddialarına bilimsel araştırmalarla cevap verilmesi amacıyla 12 Nisan 1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin kurulmasına ön ayak olmuştur. Türk tarihindeki araştırmalara resmî bir nitelik veren bu cemiyet, 1935'te Türk Tarih Kurumu adını almıştır. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) aracılığıyla dünyanın en eski milletlerinden biri olan Türk milletinin tarihini tüm detaylarıyla öğrenmek, Orta Asya'dan itibaren kurdukları devletleri ve uygarlığını incelemek, Türk kültürünü dünyaya tanıtmak fırsatı yaratılmıştır.

Millî kültürün gelişmesinde tarih kadar dil de çok önemlidir. Bir milletin geçmişten geleceğe kuşaklar arasındaki iletişimi ve devamlılığı sağlayan en önemli etkendir. Cumhuriyet ile birlikte tarih alanında olduğu gibi dilde de önemli çalışmalar başlatılmıştır. Yeni alfabenin kabul edilmesi,


dildeki yeniliğe de ortam hazırlamıştır. Türk dilinin kaynaklarını, ana özelliklerini, geçirdiği evreleri araştırmak, kurallarını belirlemek ve yabancı dillerin etkisinden kurtarmak amacıyla ATATÜRK tarafından başlatılan çalışmalar 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. 26 Eylül 1932'de Dolmabahçe Sarayı'nda Birinci Dil Kurultayı toplanmış ve bu tarihten sonra çalışmalar hızlandırılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda Türk Dili Tetkik Cemiyeti, 31 Ağustos 1936'da Türk Dil Kurumu adını almıştır. Türk Dil Kurumunun çalışmalarıyla Türkçe bir kültür ve sanat dili haline getirilmiştir. Güzel Sanatlar Alanındaki Yenilikler Türk tarihi ve dili üzerine yapılan çalışmalar, ulusal kültürümüzün doğmasına büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Güzel sanatlar alanında yapılan çalışmalar ile bu konudaki eksiklerin tamamlanması düşünülmüştür. Mustafa Kemal (ATATÜRK), 1933'te yüksek bir insan topluluğu olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir.” sözleriyle bu konudaki çabaları desteklemiştir. Çünkü sanat ve daha somut biçimiyle güzel sanatlar, uygar olmanın işareti olup, düşünce hayatının can damarı ve kültürlü insan yetiştirmede en önemli eğitim araçlarından biridir. Bu nedenle, güzel sanatlar alanında yapılacak atılımların kültürel kalkınmanın ve çağdaşlaşmanın bir parçası olacağını düşünen ATATÜRK, güzel sanatlardaki başarıyı inkılapların başarısıyla eş tuttuğundan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi kurulmuştur. Bu Akademide “Türk Sanat Tarihi Enstitüsü” açılmıştır. Resim, heykel ve diğer sanat dallarında sanatçılar yetiştirilmeye başlanmıştır. 1937 yılında ise İstanbul’da Resim ve Heykel Müzesi açılmıştır. ATATÜRK’ün sanat dallarının içinde en çok üzerinde durduğu müzikti. Bu konuda ATATÜRK düşüncesini şu şekilde dile getirmiştir: “Hayatta musiki lazım mıdır? Hayatta musiki lazım değildir; çünkü hayat musikidir. Musiki ile ilgisi olmayan varlıklar insan değildirler. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise musiki mutlaka vardır. Musikisiz hayat, zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir." ATATÜRK’ün müzikle iç içeliği savaş meydanlarında bile sürmüştür. Çanakkale Cephesi’ni gezen gazeteci Ali Canip (Yöntem) Bey ATATÜRK’ün bu özelliğini şu sözlerle anlatmaktadır: “...Arıburnu’na geldik. Orayı gezerken birden bire İngilizlerin bir yaylım ateşi, yeni bombardımanı ve aynı zamanda kulağımıza bir de müzik sesi geldi. Esat Paşa'ya sordum: Paşam bu ne? Mızıka bando. İngilizlerin de yaylım ateşi. Dikkat edin, bütün mermiler şu üst tarafımızdaki Cesaret Tepesi'ne yönelmiştir. Her gün öğle zamanı oldu mu oranın Fırka Kumandanı Mustafa Kemal askerlerine bando ile yemek yedirir ve İngilizleri kıyıda dar bir yerde mıhladığı için, mızıka sesini duyan gemileri, Mustafa Kemal’e ateşle cevap verirler.” Böylelikle Mustafa Kemal cephede bir taraftan askerinin moralini düzeltirken diğer taraftan askerine müzik eşliğinde zevkli bir yemek yedirmektedir. ATATÜRK için müzik hayattı ama müziğin çeşidi de onun için önemliydi. ATATÜRK’ün istediği müzik; dinleyince insana neşe, mutluluk, yaşama sevinci verecek tarzda olmalıdır. İnsanı karamsarlığa götüren müzikten hoşlanmadığını belirterek batı müziğinde olduğu gibi Türk müziğinin de çok sesli olmasını istemiştir. Ona göre bir ulusun yeni değişikliğine ölçü; musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesiydi. Ulusun ince duygularını, düşüncelerini anlatan, yüksek deyişlerini, söyleyişlerini toplamak, onları genel müziğin kurallarına göre işlemek gerektiğini vurgulamıştır. Ancak Türk ulusal musikisinin bu sayede yükselerek evrensel musikide yerini alabileceğini söyleyen ATATÜRK, memleketin millî kültür hazinesi olan halk müziğinin ve folklorunun araştırılarak, ilmî esaslar ve metotlarla kültür canlılıklarıyla ortaya konulmasını vurgulamıştır. Ankara’da 1936’da açılan Devlet Konservatuvarı, müzik, opera, tiyatro alanlarında, batının en ünlü sanatçılarından yararlanarak eğitim vermeye başladı. Bugün dünya çapında tanınan sanatçılarımız bu okullardan yetişmiştir.


Bir lider ve devlet adamı olarak ATATÜRK, bağımsız bir Türk devleti kurmak, kanunları yenilemek gibi en üstün hizmetleri vermekle yetinmemiş; Türk ulusunun tarihini, dilini, kültür ve sanatını üstün ve saygın bir konuma getirmek için her alanda büyük bir çaba göstermiştir. 1921 ve 1924 Anayasaları Yeni Türk Devleti, milli egemenlik ilkesine dayalı bir sistem üzerine kurulmuştur. Bu ilkenin gerçekleştirilebileceği tek devlet sistemi, laik hukukun geçerli olduğu demokratik Cumhuriyet modeliydi. Bu nedenle, 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılışı, ilerde hukuk alanında köklü bir inkılap yapılacağının da göstergesi ve ilk basamağıdır. TBMM'nin hazırladığı Anayasa, 20 Ocak 1921'de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adıyla yürürlüğe girmiştir. 23 madde ve bir de ek maddeden oluşan Anayasa'nın kısalığı o dönemin özelliğinden ileri gelmekteydi. Sadece olağanüstü şartları ve acil ihtiyaçları karşılamakla yetinilmenin gerekli olduğu kanaati, kısa ve özet bir anayasa hazırlanışına sebep olmuştur. Cumhuriyet'in ilanı ve hilafetin kaldırılmasında sonra yeni Türkiye'nin yeni bir Anayasaya ihtiyacı ortaya çıkmıştır. TBMM'de yapılan çalışmalar ve müzakereler sonunda, 20 Nisan 1924'te Teşkilatı Esasiye Kanunu kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur. Bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi prensiplerine değer verdiğini gösteren, tarihi gelişmelerin sonucu olarak hazırlanan ve gerçek hayatın ihtiyaçlarına cevap veren bir Anayasa'dır. 1924 Anayasası'nın ruhunda ve mantığında Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi teşkilatı, demokrasi esasına dayanır. Memlekette hakimiyetin, gerçek ve tek sahibi, Türk milletidir. Milletin dilekleri, fikir ve arzuları, tek bir organda, Türkiye Büyük Millet Meclisinde toplanır ve bu mecliste de, millet iradesi seçim yolu ile gerçekleşmektedir. Sonuç olarak 1924 Anayasası genel nitelikleriyle millî ruh ve ihtiyacın ifadesi, tarihi ve sosyal akışların bir sonucu olmuştur. Türk Medeni Kanunu Hukuk alanında yapılan inkılâpların ana amacı, laik, demokratik, çoğulcu, özgürlükçü, akla, bilimsel esaslara ve en önemlisi eşitliğe dayanan bir devlet sistemi ve yaşam biçimi oluşturabilmekti. Hukuk inkılâbı da, siyasal inkılâplar gibi, arka arkaya atılan çeşitli adımlardan oluşmaktaydı. Hukuk inkılâbının ön şartlarını oluşturan siyasi inkılâpların tamamlanması üzerine, mevcut hukuk sistemini yenilemek ve modernleştirmek üzere 1923 yılında Adliye Vekâleti tarafından medeni hukuk, ceza hukuku, usul hukuku gibi alanlarda çeşitli komisyonlar kurulmuştur. Bu komisyonlar yürürlükte bulunan kanunları gözden geçirecek ve tadil edecek, hukuk deyimlerini belirleyeceklerdi. 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu bazı değişikliklerle Türk Medeni Kanunu olarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun seçiminde; basit dili, açık, hâkime geniş takdir yetkisi veren esnek karakteri,


Avrupa'da kabul edilen en yeni, liberal, kadın-erkek eşitliğine dayanan bir aile düzenini içeren ve demokratik bir devletin ihtiyaçlarını karşılayabilir özellikleri etkili olmuştur. Bu kanunun kabulünden kısa bir süre önce, 1925 yılında, Türkiye'de yaşayan Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar birer ay arayla verdikleri dilekçelerle, "artık medeni hukuk bakımından, ayrı bir muameleye tabi olmak ihtiyacını duymadıklarını, gayrimüslim cemaatler için ayrı hükümler konmasına gerek olmadığını, yeni medeni kanunun kendilerine de uygulanmasını istediklerini" Adliye Vekâletine bildirmişlerdir. Böylece yüzyıllar sonra ülkemizdeki vatandaşlar arasında hukuk birliği sağlanmıştır.

Yeni Türk Medenî Kanunu; 

İlerici, inkılâpçı, laik ve halkçı bir ruh taşıyordu.

Evlenme, boşanma, miras, velâyet, hak ve fiil ehliyeti gibi konularda kadın-erkek eşitliği sağlamıştır.

Tek eşlilik usulünü getirmiştir.

Medenî nikâh usulü getirmiştir.

Kadın, erkek tüm Türk vatandaşlarının aynı haklara kavuşmasını sağlamıştır.

Hâkimlere tanıdığı geniş takdir serbestisi ile hâkimler olayın ve ülkenin şartlarına uygun olarak hukuk kuralı yaratma ve uygulama imkânına kavuşmuşlardır.

Türk hâkimleri, verdikleri kararlarla yeni hukuku kısa süre içinde millîleştirmişlerdir.

Halkın çağdaş ve millî ihtiyaçlarına cevap veren bir hukuk sistemi oluşmuştur.

Diğer Kanunlar Hukuk alanında başlatılan inkılaplar, yalnızca Medeni Kanun ile sınırlı kalmamış, belirli aralıklar ile yapılan düzenlemeler sonucunda bu alanda ortaya çıkan boşlukların doldurulmasına çalışılmıştır. Türk Medeni Kanunu'ndan sonra, 1926'da Ceza Kanunu ve Ticaret Kanunu, 1927'de Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu, 1929'da Ceza Muhakemeleri Usulü ve Deniz Ticareti Kanunları, 1932'de İcra-İflâs kanunları yine batı ülkelerin kanunlarından yararlanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe girmişlerdir. Bu kanunlarda gelişen ihtiyaçlara uygun olarak değişiklikler yapılmıştır. Medeni hukuk alanında tüm haklarına kavuşan Türk kadınına ilk olarak 3 Nisan 1930'da çıkarılan Belediyeler Yasası gereğince belediye seçimlerine katılma hakkı ve 26 Ekim 1933'te Köy Kanunu'nun değiştirilmesi ile de muhtar ve ihtiyar heyetlerine seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Türk kadını 5 Aralık 1934'te milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir.


Hukuk inkılabı ile Türk hukuku sistemi laik bir temele oturtulmuştur. İnsanlar arasında ayırımın yapılmadığı, herkesin kanun önünde eşit muameleye tâbi tutulduğu bir hukuk sisteminin alt yapısı kurulmuştur. Yeni sistemde kanunların tekliği ve genelliği ilkesi geçerli kabul edilmiştir. Kadın Hakları Toplumsal alanda yapılan en önemli yeniliklerden birisi de kadının toplumda hak ettiği yeri almasıdır. Eski toplumsal yapıda kadına verilen değerin yanlış olduğunu ve Türk kadınının toplumda yer almasının gereğini ATATÜRK şu sözleriyle anlatmıştır: "Bir toplum, bir millet; erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim diğerini görmezlikten gelelim de kitlenin tümü ilerlemeye imkân bulabilsin? Mümkün müdür ki bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok, ilerleme adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenileşme sahasına birlikte kesin aşamalar yaptırmak lazımdır. Böyle olursa inkılâp başarılı olur."

17 Şubat 1926'da Medeni Kanun'un kabul edilmesi kadın hakları alanındaki en büyük inkılâplardan biridir. Bu kanunla; 

Ailede kadın erkek eşitliğini sağlamaya yönelik çok önemli atılımlar gerçekleştirilmiştir.

Birden fazla kadınla evlenmeye son verilmiş ve boşanmalarda kadınlar da söz ve hak sahibi olmuşlardır.

Kız ve erkek çocukların mirastan alacakları paylar eşit duruma getirilmiştir.

Daha sonra tanınan siyasal haklarla Türk kadınları demokratik hayattaki yerlerini almaya başlamıştır.

3 Nisan 1930'da belediye, 26 Ekim 1933'te köy muhtar ve heyetleri, 5 Aralık 1934'te milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.

Cumhuriyet ile birlikte her türlü eğitim ve öğretim, hatta iş hayatının kapıları kadınlara ardına kadar açılmıştır.


Yeni Türk Devleti'nde kadınlara sosyal, kültürel hakların yanında, siyasî haklar da birçok uygar ülkeden önce tanınmıştır. Örneğin Fransa ve İtalya'da kadınlara 1946'da seçme ve seçilme hakkı tanınırken Türk kadını bu hakları, ATATÜRK devrimleri sayesinde çok daha önceden 1934'te elde etmiştir. 1935 yılında yapılan genel seçimlerde TBMM'ye 18 kadın milletvekili girmiştir. Böylece Türk kadını asırlarca ihmal edilen haklarına kavuşmuştur. Türk kadını, günümüzde siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatın her alanında aktif görev alabilmekte, bütün meslek dallarında (askerî okullar ve ordu dahil) görev yapabilmektedir. Kadınlarımızın çeşitli iş ve mesleklerden, parlâmento kürsüsüne, üniversite profesörlüğü, dekanlığı ve rektörlüğüne, yargıtay, danıştay üyeliğine kadar her türlü yurt hizmetinde çalışmaları, ATATÜRK'ün gerçekleştirdiği devrimler sayesindedir. Dünyada yargıtay üyeliğine seçilen ilk kadın da bir Türk kadınıdır. Hatta kadınlarımız ATATÜRK'ün açtığı bu yol sayesinde başbakanlığa kadar yükselmişlerdir. Şapka ve Kıyafet İnkılâbı Yeni Türk Devleti'nin sosyal yapısını oluşturmaya yönelik devrimlerden birisi de kıyafet inkılabıdır. Padişah II. Mahmut tarafından kabul ettirilen fes, zamanla bir İslam giysisi hâline gelmiş, Osmanlılığın sembolü olmuştu. "Bir insanın veya kavmin kılığı hangi kavime benzerse o kavimden olacağı" gibi düşünceler dolayısıyla, Osmanlı topraklarındaki her millet veya topluluk farklı bir giysiyle dolaşıyordu. Çağdaş toplumlarının vardığı gelişme düzeyini hedefleyen yeni Türk Devleti'nin modernleşmesi için, geride bırakılması gereken bir toplum düzeninin ve kafa yapısının tüm simgelerinin toplum yaşamından silinmesi gerekiyordu. İnsanın giysisinin, kültürel birikiminin göstergesi olduğunu bilen Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucuları, bilim ve sanatta çağdaş uygarlık seviyesine eski anlayışla ulaşılamayacağını anlamışlardı. Halkın kıyafetini modern dünya ile uyumlu hale getirmek için 25 Kasım 1925'te "Şapka İktisası Hakkındaki Kanun" kabul edilmiştir. 1934'te çıkarılan bir kanunla da din görevlilerinin ibadet yerleri dışında dini kıyafetlerle gezmeleri yasaklanmıştır. Kılık-kıyafet inkılâbıyla Türkler ile öteki çağdaş uluslar arasında bir simge niteliğinde sayılan Osmanlı toplum yaşamını ve gelenekselliğini simgeleyen tüm eski başlıklar ve kıyafetler değiştirilmiştir. Şehirli, köylü, devlet adamı, din görevlisi ve Müslüman, Müslüman olmayan halk arasındaki kıyafet karmaşası giderilerek toplumsal anlamda birlik ve beraberlik güçlendirilmiştir.


Çağdaş uygarlığın içinde yer almaya kararlı Türk toplumu, uluslararası kıyafeti benimseyerek kıyafet inkılâbını medeni bir toplum olmanın gereği olarak kabul etmiştir. ATATÜRK geri bir memlekette medeniyet meselesi halledilmedikçe hiçbir meselenin halledilemeyeceğini düşünüyordu. Şapka inkılabı, hem şeklen ve hem de düşünsel olarak değişimin, çağdaş bir toplum olmanın bir sembolü olarak değerlendirilmiştir. Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Tekkeler, tarikat mensuplarının oturup kalkmalarına, ibadet yapmalarına mahsus yerler olup, bunların küçüklerine zaviye deniliyordu. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında Anadolu'nun Türkleşmesinde ve Anadolu'nun Türk kimliği içinde yoğrulmasında büyük hizmetleri geçen tarikatlar ve bunların kurumlaşmış şekli olan tekkeler daha sonraki yüzyıllar içerisinde asıl fonksiyonlarını yitirmişlerdir. Toplumsal anlamda birlik ve beraberliğe zarar verecek bir niteliğe gelmişlerdir. Düşünsel olarak insanların her hangi bir üretim içinde olmadığı, insan zamanının büyük oranda harcandığı tekke ve zaviyeler adeta çalışmadan yaşayan insanların toplandığı yerler haline dönüşmüşlerdir. Bir takım tarikat mensuplarının halkın inançlarını istismar etmesi, maddi olarak haksız kazançlar sağlamaları, ilmi ve dini temele dayanmayan hurafeler üzerinden insanlar üzerinde baskı kurmaları tarikatları çöküntüye uğratmıştır. Çağdaş bir devlet ve toplum düzeni kurmak isteyen ülke yönetimi, olumlu fonksiyonları kalmamış olan bu kurumlardan en kısa zamanda kurtulması gerektiğine inanıyordu. ATATÜRK de tarikatların, Türk milletini istismar etmelerini engellemek için toplumsal dayanışma, birlik ve beraberlik duygusunu zedeleyen bu yapıların kaldırılmaları gereğini belirtmiştir. ATATÜRK bu konudaki görüşlerini şu sözleriyle ifade etmişti: "Efendiler ve ey millet biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır." TBMM 30 Kasım 1925 tarihinde kabul ettiği bir kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapanmasını, türbedarlıklarla bir takım unvanların yasaklanmasını kararlaştırmıştır. Bu Kanun, Allah ile kul arasına giren istismarcıların işine son verdiği ve vicdanlara yapılan dinsel baskıyı ortadan kaldırdığı gibi Türk toplumunun birlik ve beraberliği ile toplumsal dayanışmasının önündeki engeli de ortadan kaldırmıştır.


Soyadı Kanunu Herkesin ailece anılmasına yarayan öz adından sonraki ada, aile adına soyadı denir. Bütün uygar toplumlarda ailenin köklülüğünü belirten soyadları bulunmaktadır. Osmanlı devleti'nin son yıllarında; nüfus artışı, askerlik, tapu, nüfus, miras, adalet, eğitim gibi devlet işlerindeki yoğunluğu beraberinde getirmiş ve soyadının bulunmaması nedeniyle bu alanlarda sık sık karışıklıklar çıkmaya başlamıştır. Toplum ve devlet hayatında ortaya çıkan bu karışıklıklar 21 Haziran 1934'te çıkarılan "Soyadı Kanunu" ile giderilmiştir. "Soyadı Kanunu" ile her vatandaşın kendi öz adından başka, mensup olduğu aileye ait bir soyadı taşıması kabul edilmiş, Türk inkılabının önderi Mustafa Kemal'e de TBMM tarafından 24 Kasım 1934'te çıkarılan bir kanunla "ATATÜRK" soyadı verilmiştir. Yine çıkarılan başka bir yasa ile ATATÜRK soyadının başkaları tarafından kullanılması yasaklanmıştır.

Ayrıca 1934'te çıkarılan bir kanunla lâkap ve unvanlar, sivil rütbe, nişan ve madalyalar kaldırılmış, ancak vatan savunması yolunda alınan nişanları taşımak serbest bırakılmıştır. Askerî bir rütbeyi belirten "paşa" kelimesi "general" olarak değiştirilmiştir. Böylece Osmanlı toplumunun sosyal tabakaları ortadan kaldırılmış ve insanların toplumda ve kanun önünde lakap ve unvanlarına göre sınıflara ayrılması engellenmiştir. Uluslararası Saat, Takvim, Rakam Ve Ölçü Birimlerinin Kabul Edilmesi Türkiye Cumhuriyeti'ni, parçası olmaya karar verdiği çağdaş dünyadan ayıran unsurlar arasında takvim ve ölçüler de bulunmaktaydı. Türkiye'de Hicret'i başlangıç olarak kabul eden ve ayları ayın


hareketlerine göre ölçen Hicri takvimle, mali işler için bu sistemin düzeltilmiş bir türü olan Rumi takvimkullanılmaktaydı. Bu durum gerek ülke içinde, gerekse Avrupa'yla artan ilişkiler çerçevesinde önemli güçlükler çıkarmaktaydı. Bu nedenle 26 Aralık 1925'da kabul edilen kanunlarla Hicrî ve Rumî takvimler bırakılarak bütün dünyanın kullandığı Miladî takvim kabul edilmiş, 1 Ocak 1926'dan itibaren Türkiye'de miladî takvim kullanılmaya başlanmıştır. Alaturka saatin yerini uluslararası saat almıştır. Yine Mayıs 1928'de, uluslararası rakamlar kabul edilmiş, 1931 yılında çıkarılan bir kanunla da eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirilmiştir. Arşın, endaze, okka, çeki gibi eski ve bölgelere göre değişen birimler kaldırılarak onlu sisteme uygun metre ve kilo gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir. Ölçülerdeki bu değişikliklerle hem ülkedeki ağırlık ve uzunluk ölçüleri standart hale getirilmiş, hem de Türkiye'nin uluslararası ticari ilişkilerinde kolaylıklar sağlanmıştır. Türkiye İktisat Kongresi Kongre 17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihleri arasında toplanmıştır. Yapılan bu kongre Lozan görüşmelerine ara verildiği sırada gerçekleşmiştir. Bu kongrede iktisadî gelişme ve yükselme için köklü bir program yapılacağı, ancak bu programın düzenlenmesinde önce iktisatla ilgili olanların bir araya toplanacağı, bunların alacağı kararların programı oluşturacağı ifade edilerek çiftçi, tüccar, amele (işçi), sanayici, banka, şirket temsilcilerinin toplanacağı açıklanmıştır. 1923 Türkiye İktisat Kongresi'nde ATATÜRK ne devletçi ne de özel sermayeye dayalı herhangi bir hazır reçete öneriyordu. Çözüme varmak için bir arayış içine girilmiş, dışarıdaki çeşitli deneyimler incelenip içerideki tartışma ve gelişmeleri değerlendirerek sonuca gidilmek istenmiştir. 17 Şubat 1923'te toplanan Türkiye İktisat Kongresi'nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal, ekonomik bağımsızlığın önemine dikkat çekmiştir. Kongrede alınan kararlar özetle şöyledir: Hammaddesi yurt içinde yetişen sanayi dalları kurulmalı; küçük imalattan hızla fabrika üretimine geçilmeli; özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalı; devlet iktisadi alandaki yerini almalı ve özel sektörün gerçekleştiremediği yatırımlar devlet eliyle yapılmalı; ulaşımın önemi gözetilerek demiryolu inşaatı programa bağlanmalıdır. Türkiye İktisat Kongresi'nde çiftçi grubunun ekonomik problemlerine büyük önem verilmiş ve bu konuda bazı esaslar tespit edilmiştir. Çiftçinin eğitilmesine büyük önem verilmiştir. 1924 Silah Altına Alma Yasası ile ordunun askere alınan köylülere, askerlik hizmetleri sırasında tarım makinaları ve yeni yöntemleri öğretmeleri öngörülmüştür. Tarımın Teşvik Edilmesi Osmanlı İmparatorluğu'nda üretim esas olarak tarıma dayalı idi. XVII. yüzyıldan itibaren gerileyen imparatorluğun toprak sisteminde de önemli problemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Osmanlı yönetim yapısında meydana gelen değişim tarım alanındaki mülkiyet yapısını da etkilemiştir. Son dönemlerde tarımsal üretimin iyice düşmesi, toplumun temel ihtiyacı olan ürünlerin karşılanamaması sonucu ithalat yapma mecburiyeti doğmuştur. Türkiye Cumhuriyeti bu alanda önemli kararları uygulamaya geçirmiştir. 1923-1929 yılları tarımsal üretim bakımından "altın yıllar" olarak değerlendirebilir. Savaş koşullarında % 50 dolaylarında üretim düşmeleri gözlenen başlıca ürünlerde savaş öncesi üretim hacmine 1923'ü izleyen bir iki yıl içinde ulaşılmıştır. Bu olumlu gelişmede tarıma dönük olumlu politikaların, fiyat ve vergi değişkenleri yoluyla çiftçiler lehine kaynak yaratan uygulamalar belirleyici olmuştur. Çiftçinin durumunun düzeltilmesi için devlet gelirlerinde düşme görüleceğinin bilinmesine rağmen 17 Şubat 1925'te Aşar vergisi kaldırılmış, yerine binde 6'lık bir vergi konmuştur. Tarım 1923-1929 yıllarında ana sürükleyici sektör olmuş ve savaş yıllarından sonra ekonominin yeniden inşası esas olarak tarım sektörünün dinamizmi sayesinde gerçekleşmiştir. Bir sonraki dönem olan 1929-1939 arası ise bilindiği gibi dünya ekonomik bunalımı ile çakışmaktadır. Fakat dünyada ve ülkede yaşanan bu olumsuz ekonomik koşullara rağmen, tarım sektörü, (sanayinin gerisinde kalmakla birlikte) pozitif bir gelişme kaydetmiştir.


Sanayi Alanında Gelişmeler İmparatorluğun son döneminde modern sanayi hemen hemen yok gibidir. Sanayi ürünlerinin çoğunu dışarıdan temin etmek gerekiyordu. İş yerleri genellikle motorlu olmayan ve makine kullanmayan, çoğunluğu insan gücüne dayalı bir yapıya sahipti. Büyük çapta üretim yapan iş kolları devlete, askeriyeye veya yabancılara aitti. Yerli girişimciler yetersiz ve gerekli sermayeye sahip değildi. Hükümet ilk iş olarak yabancı girişimlerini satın almaya başlamıştır. Fabrika kurmak isteyen Türk müteşebbislere sermaye temin etmek için 26 Ağustos 1924'te İş Bankası kurulmuştur. Böylece devlet desteğindeki İş Bankası sanayileşme hareketinin öncüsü olmuştur. Sanayileşme alanında atılan en önemli adım 1927'deki "Teşvik-i Sanayi Kanunu"nun 28 Mayıs 1927'de 15 yıllığına yürürlüğe konulmasıdır. Özel sermayeyi sanayileşme alanına çekebilmek için yürürlüğe giren bu kanun, sanayicinin yatırım yapabilmesi için özendirici tedbirler içermekteydi. Sanayinin teşvik gördüğü bu devrede, dünya ekonomik bunalımı (1929-1932) yılları sanayileşme hareketini yavaşlatmıştı. Bir tarım ülkesi olan Türkiye, bunalımdan daha az zarar görmüş olmakla beraber dışa sattığı hammadde fiyatlarındaki düşme, üreticinin korunmasını gerekli kılmış ve devlet sanayide olduğu kadar tarım alanında da koruyucu tedbirler almak zorunda kalmıştır. İşte 1929-1939 arasındaki dönem, "Türk Mucizesi”nin gerçekleştiği dönem olmuştur. Bu yıllarda dünya ekonomisi büyük bir buhran içine sürüklenirken Türkiye ekonomisi dışa kapanmış devlet eliyle bir millî sanayileşmeyi başarmıştır.


Dış Ticaret Ve Para Politikası Türkiye, Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra yabancı sermayesine karşı olmadığını açıkça ifade etmiştir. Ancak Hükümet Avrupa'nın sanayileşmiş devletlerinin yapacağı yardımın tek yanlı ve pek kuşkulu nitelikte bir yardım olacağından endişe ediyordu. Bu endişenin nedeni o güne kadar yabancı sermayenin Türkiye'deki faaliyetlerinin yanlışlığıydı. Bunun yanı sıra Osmanlı borçları konusunda alacaklıların davranışları da önemliydi. Nihayet borçlar meselesi 23 Haziran 1928'de halledilmiş ve ödenmesine başlanmıştı. Alacaklıların başında Fransa, İngiltere ve Hollanda geliyordu. Bu dönemde makineleşme konusunda Sovyetlerden, demiryolu yapımı konusunda ise Almanya'dan faydalanılmıştır. Mali politikada denk bütçe ve düzgün ödeme ilkelerini benimsemiş olan hükümet para politikasına da sağlam para politikasını benimsemiştir. ATATÜRK'ün; "Maliyemiz milli paranın istikrarını muhafaza prensiplerini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle takip ve tatbik etmektedir" yolundaki sözleri bunun açık ifadesidir. ATATÜRK İlkeleri Cumhuriyetçilik “Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare cumhuriyet idaresidir.” (1924) “Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı ve hükümetidir ki, onun ismi Cumhuriyet'tir. Artık hükümet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir, millet hükümettir. Artık hükümet ve hükümet mensupları, kendilerinin milletten ayrı olmadıkları ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır.” (1925) “Cumhuriyet yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.” (1925) "Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” (1926) “Millî azim ve bilincin kıymetli eseri olan değerli Cumhuriyetin bugünkü ve yarınki neslin demir ellerinde her an yükselip sağlamlaşacağına güvenim tamdır” (1927) “Cumhuriyet’in iç siyaseti vatandaşın yaşayışını hiçbir etki, baskı ve sataşmanın tesirinde bırakmaksızın sağlamaktır.” (1929) “Yolunda çalıştığımız büyük kutsal ideali halkın kalbinde bir fikir hâlinden bir his hâline getirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak, madde madde açıklamak lazımdır.


Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Onlara cumhuriyet prensiplerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayınız.” (1930) “Demokrasi prensibinin, en modern ve mantıki uygulanmasını sağlayan hükümet şekli, cumhuriyettir.” (1930) “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyet'i kurduk; o, on yaşını doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.” (1933) “Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibarıyla, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.” (1936) Milliyetçilik Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da harp meydanlarında olmuştur, ateş altında olmuştur, ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki bizim milletimizin manevi kuvveti bütün milletlerin manevi kuvvetinin üstündedir." (1920) “Millî hedefler, millî irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, bütün milletin arzularının, emellerinin birleşmesinden ibarettir.” (1923) “Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır” (1923) “Gerektiğinde vatan için tek bir kişi gibi tek vücut olmuş azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük geleceğe layık ve aday olan bir millettir.”(1927) “Ortak millî fikrin, ahlakın, duygunun, heyecanın, hatıra ve geleneklerin kişilerde meydana gelmesini ve kökleşmesini sağlayan ortak geçmişin, birlikte yapılmış tarihin, vicdanları ve zihinleri doğrudan doğruya birleştiren ortak dilin milletlerin meydana gelmesinde en önemli etkenler olduğunu kaydettikten sonra, millet hakkında, ikinci derece unsurları dikkate almayarak, mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tanımı ele alalım. Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi olan, sahip bulunan mirasın korunmasına beraber devam etmek hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen topluma millet adı verilir. Bu tanım incelenirse, bir milleti oluşturan insanların ilişkilerindeki kıymet, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle, insancıl duyguya gösterilen saygı kendiliğinden anlaşılır. Gerçekte geçmişten kalan ortak zafer ve ümitsizlik mirası, gelecekte gerçekleştirilecek aynı program, beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak, bunlar elbette bugünün medeni zihniyetinde diğer her türlü şartın üstünde anlam ve kapsam kazanır. Bir millet meydana geldikten sonra, kişilerin devlet hayatında, ekonomik ve fikirsel hayatta ortak çalışması sayesinde meydana gelen millî kültürde şüphesiz her milletin her ferdinin çalışma payı, katkısı, hakkı vardır. Buna göre aynı kültüre sahip olan insanlardan oluşan topluma millet denir, dersek milletin en kısa tanımını yapmış oluruz. ”(1929) “Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kişiliğini korumaktır.” (1930) “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” (1932) “Ne mutlu Türk'üm diyene” (1933) “Bir yurdun en değerli varlığı yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygusu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur.”(1935) “Türk, Övün, Çalış, Güven” (1935) Halkçılık


“Kurtulmak ve yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatı çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içinde yeri yoktur, hakkı yoktur. O hâlde halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemimidir.” (1921) “Bizim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümettir. Ve lisanımızda bu hükümet, halk hükümeti olarak ifade edilir.” (1922) “Bunu bir kelime ile ifade etmek lazım gelirse, diyebilirim ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.” (1923) “Bizim milletimiz birbirinden çok farklı menfaatleri takip edecek ve bu itibarla birbiriyle mücadele hâlinde buluna gelen çeşitli sınıflara sahip değildir. Mevcut sınıflar, birbirlerine ihtiyaç duyan ve kendilerine ihtiyaç duyulan mahiyettedir.” (1923) “Biz memleket halkı, kişi ve çeşitli sınıf mensuplarının birbirlerine yardımlarını aynı kıymet ve nitelikte görüyoruz. Hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı eşitlik duygusu ile karşılanmasına çalışmak isteriz. Bu şeklin, milletin genel refahı, devlet bünyesinin sağlamlaştırılması için daha uygun olduğu kanaatindeyiz. Bizim düşüncemizde; çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, asker, doktor, kısacası herhangi bir sosyal müessesede çalışan bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti eşittir. Devlete, bu anlayış ile azami yardımcı olmak ve milletin güvenci ve iradesini yerinde sarf edebilmek, bizce, bizim anladığımız anlamda halk hükümeti idaresi ile mümkündür.” (1929) “Halk ile konuştuğunuz vakit yüksek sesle söylemeyi unutmayınız; yüksek ses, imanın ifadesi olduğu vakit etki yapmaktan uzak kalmaz. Yolunda çalıştığımız büyük ideali halkın kalbinde bir fikir hâlinden bir his hâline geçirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak özellikle sizin vazifenizdir. Birtakım kelimeler vardır ki sık sık kullanıldığı hâlde, hatta aydınlarımız arasında, onu tamamıyla anlayan çok değildir. Halkçılığın ne olduğunu, esaslarını neden ibaret bulunduğunu, halkçıların halka karşı ne gibi vazifeler yüklenmek mecburiyetinde kalacaklarını madde madde açıklamak lazımdır. (1930) “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil ve fakat kişisel ve sosyal hayat için iş bölümü itibarıyla çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensibimizdir.” (1931) “Millî servetin dağıtımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlerin daha yüksek refaha ulaşması millî birliğin muhafazası için şarttır.” (1931) Devletçilik “Milletin kurduğu devletin ve hükümet teşkilatının, vatandaşlara karşı yükümlü olduğu vazifeleri ve yetkileri vardır. Bu vazifelerin nitelikleri incelenirse, şöyle bir sıra yapılabilir: Memleket içinde, güvenliği ve adaleti sağlayarak ve devam ettirerek vatandaşların her çeşit hürriyetini güven altında bulundurmak. Dış siyaset ve diğer milletlerle olan ilişkileri iyi idare ederek ve her çeşit savunma kuvvetlerini, daima hazır tutarak milletin bağımsızlığını güven altında bulundurmak. Bu iki çeşit vazife, devletin en önemli vazifelerindendir. Denilebilir ki devlet kurulmasından amaç, bu iki vazifenin yapılmasını sağlamaktır. Çünkü bu vazifeler, vatandaşların kişi olarak yapamayacakları işlerdir. Hatta vatandaşların bu vazifelerin bir bölümünü bile yapmaya çalışmaları uygun değildir. ” (1929) Cumhuriyetimiz henüz çok gençtir. Geçmişten kendine miras kalan bütün hayati çok önemli işler, zamanın gerektirdiklerini doyurucu derecede değildir. Siyasi ve fikrî hayatta olduğu gibi ekonomik işlerde de kişilerin teşebbüslerinin neticesini beklemek doğru olmaz. Önemli ve büyük işleri, ancak millî servetin ve devletin bütün teşkilat ve gücüne dayanarak; millî egemenliğin sağlanmasını, uygulanmasını düzenlemekle vazifeli hükümetin, mümkün olduğu kadar üzerine alıp başarması tercih olunmalıdır.” (1929) “Memlekette her çeşit üretimin artırılması için, özel teşebbüsün devletçe gerekli görüldüğünü önemle vurguladıktan sonra, diyebiliriz ki “Devlet ve özel teşebbüs birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır.” (1929)


“Türkiye Cumhuriyeti’ni idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber mutedil (ılımlı) devletçilik prensibine uygun yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz durumlara, şartlara ve zorluklara uygun olur” (1929) “Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi XIX. asırdan beri sosyalizm teorisyenlerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin anlamı bizce şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanına asırlardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur.” (1936) Laiklik “İslam dinini, asırlardan beri alışılageldiği veçhile bir siyaset vasıtası mevkiinden uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve ilahî inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasiyattan ve siyasetin bütün kısımlarından bir an evvel ve kesin şekilde kurtarmak, milletin dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği bir zarurettir.” (1924) “Türkiye Cumhuriyeti'nde, herkes Allah'a, istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dinsel düşüncelerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türk Cumhuriyeti'nin resmî dini yoktur. Türkiye'de, bir kimsenin düşüncesini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna izin verilemez.” (1930) “Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir.” (1930) “Türk milleti, halk idaresi olan Cumhuriyet ile idare olunur bir devlettir. Türk devleti laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir.” (1930) “Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşit dinini seçmekte hür olduğu gibi bu dinin merasimi de serbesttir, yani ayin hürriyeti korunmuştur. Tabiatıyla ayinler, asayiş ve umumi adaba mugayir olamaz; siyasi nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hâllere, artık Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez.” (1930) “Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse hiç bir kimseyi, ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olamaz.” (1930) “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür.” (1930) İnkılâpçılık “Vatan artık bayındır hale getirilmek istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve bilgi, yüksek medeniyet, hür fikir ve hür zihniyet istiyor! Şeref, namus, bağımsızlık, öz varlık, vatanın bu isteklerini tam olarak ve hızla yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir şekilde çalışma emreder” (1924) “İnkılâbın hedefini kavramış olanlar daima onu koruyabilecek güçte olacaklardır.” (1925) “Gerçek inkılâpçılar onlardır ki, yükselme ve yenilenme inkılâbına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime ulaşmayı bilirler. Bu vesileyle şunu da açıklamalıyım ki Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasal ve sosyal inkılapların gerçek sahibi kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu yetenek ve olgunluk var olmasaydı onu ortaya çıkarmaya hiçbir kuvvet yeterli olamazdı. Herhangi bir gelişme seviyesinde bulunan bir insan kitlesini, bulunduğu durumdan kaldırılıp damdan düşer gibi herhangi bir olgunluk derecesine ulaştırmanın imkânsızlığını, elbette açıklamaya gerek yoktur.” (1925)


“Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen yeni ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir sosyal toplum hâline ulaştırmaktır. Devrimlerimizin asıl ilkesi budur” (1925) “İnkılap, mevcut müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplarına göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır.” (1933) “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke... Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... Yıllarca süren savaş... Ondan sonra, içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum ve bunları başarmak için arasız inkılâplar... İşte Türk genel inkılâbının bir kısa ifadesi..." (1935) “İstiklal Savaşı ve Türk İnkılâbı, her hamlesinde ve her safhasında, milletimizin yüksek siyasi ve medeni karakteriyle memleket işlerindeki şuurlu birliğine dayanarak muvaffak olmuştur." (1938) Mustafa Kemal’e kahpelik! “Komünizm geliyor” yaygarasıyla Türkiye’yi ürkütüp yarattığı Yeşil Kuşak İslamı ile bizi Demir Perde’ye karşı bedava şövalye olarak kullanan Haçlı Batı, şimdi aynı şeyi ‘Ilımlı İslam’ slogan ve projesiyle yapıyor. Tek fark, Türkiye’nin bu kez, gayri Müslimlere karşı değil, doğrudan doğruya İslam âlemine karşı kullanılmasıdır. Yeşil Kuşak oyunundan çok daha zor bir iştir bu. Çünkü artık “Allahsız komünizme karşı dine inananlar birleşmeli” edebiyatı yeterli olmuyor. O edebiyatın ne kadar namussuz bir emperyalist edebiyat olduğu, asıl Allahsızların o edebiyatı üretenler olduğu anlaşılmış bulunuyor. Ucuz şövalyeyi cepheye sürmek için belli ki yine ‘İslam’ kullanılacak, ama bu sefer İslam’ı İslam’a karşı kullanmak söz konusu olduğundan Haçlı iblisler çare bulmakta zorlanıyor. Nasıl yapacaklar bunu? Önce, bir numaralı direnç noktası olabilecek değerleri yıkmak, Türkiye’nin omurgasını kırmak lazım. Omurga, Türkiye’yi farklı kılan Kemalist mirastır. Onu işe yaramaz hale sokmak gerekiyor. Onun petrolden daha güçlü olduğu anlaşılmıştır. Petrolün işini bitirdiler ama Kemalist mirasın işini bitiremiyorlar. Bu onları çıldırtıyor. Çare şöyle bulundu: “Sizi model yapacağız” diyerek Türkiye’yi model olmaktan çıkarmak. İlk iş, Kemalizm’in teorik koruyucu güçlerini, yani akılcı aydınları etkisizleştirmek, ikincisi, Cumhuriyet ordusunu saf dışı etmektir. İki binli yılların başından itibaren subaşlarına oturttukları imanı ve kanı bozukları kullanarak bu projelerinde büyük mesafe aldılar. Bir yandan bunu yapıyorlar, bir yandan da bize “Size İslam dünyasına model yapacağız” diyorlar. Ve bu halk sormuyor: “Bizi İslam dünyasına model yapacaksanız bu modelin kaynağı olan mirasın yaratıcısına neden savaş açmış durumdasınız? Neden Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçin diye avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz?” İngiliz yazar Andrew Mango oyunun belini kıran şu sözleri söylüyor: “İslam coğrafyasındaki ülkeler tabii ki laik ve demokratik Türkiye’den ders alabilirler. Ama bugünkü Türkiye yerine 1930’ların Türkiye’sine bakarlarsa ve o Türkiye’nin bu hale nasıl geldiğini incelerlerse. Bunu yaparlarsa kendilerini düzeltecek daha birçok şey öğrenebilirler.”


Atatürk’ü niçin sevmediklerini anlamanıza yardımcı olsun diye bir olayı anımsayalım: ‘DAVET EDERLERSE KATILIRIZ’ Yıl 1932. Birleşmiş Milletler’in nüvesi veya ilk şekli olan Milletler Cemiyeti (veya Cemiyeti Akvam) kurulmaktadır. Dünyanın bu en büyük uluslar topluluğuna katılmamız için Atatürk’e çevresi telkinde bulunuyor. Cevabı şu oluyor Atatürk’ün: “Başvurmayı düşünmüyoruz, ama davet ederlerse katılırız.” Ve topluluk, 43 üyenin oybirliğiyle Türkiye’yi katılıma davet kararı aldı. Ve Türkiye, işte bu davet üzerine o topluluğa katıldı. Atatürk Türkiye’sinde o idik; bugün ABD ve AB önünde ne olduğumuz belli. Oradan buraya nasıl gelindiğini anlamak için Atatürk’ün şu sözü bize yardımcı oluyor: “Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün iş ve hareketlerimizle göstermeliyiz!” Atatürk mirasının bütün nimetlerini nankörce, melunca, patlayasıya-çatlayasıya yiyen kanı bozuk, beyni uyuşuk dinci hainler bu gerçekleri bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa yazıklar olsun onlara. Bilip de gereğini yapmıyorlarsa lanet olsun onlara! Haçlı Batı, Türk halkının Atatürk mirasından yararlanmasına seyirci kalır mı? Sen gel de bunu anlat emperyalizmle işbirliğini ‘en büyük keramet’ sayan bilcümle dinci alçaklara. Analarının bacılarının yatak odalarına giren Yunan işgalcileri çoktan unuttular; Atatürk’ün içtiği rakıların kadeh çetelesini tutmaya devam ediyorlar. İman ve namus kıratları işte bu! Haçlılar; Atatürk’ün yıkılması için Kâbe’nin yıkılmasını şart koşsalar, İslam dünyasında, bu imansız ve namussuz şartı zevkle kabul edecek çok sayıda alçak bulabilirler. Atatürk joker mi, tez mi? Atatürk, bugüne kadar, bir tez olmaktan çok, istismarcıları tarafından bir joker olarak kullanıldı. Onu sevip saydığını söyleyenlerce kendilerini yüceltmek için, ona karşı olanlarca eksiklerini kapatmada bahane bulmak için jokerleştirildi Atatürk. Tarih yaratan bir adam joker olabilir mi? Jokerlik tarih yaratmaya yetmez. Tarih yaratan adam baştan başa tez olan adamdır. Tez olmak, mevcuda karşı yeni bir cihanın temellerini, dayanaklarını, ilkelerini ortaya koymak demektir. Tez olmak, egemen bütün güçlere karşı özgür yaratıcı bir ben olarak ortaya çıkmak ve bu çıkışın gereğini yapmaktır. Atatürk, özgür yaratıcı bir benlik olarak altı hayatî noktada tezdir: 1. Zulüm ve sömürüye karşı çıkış, 2. Emevîci saltanat dinciliğine karşı çıkış, 3. Emperyalizme karşı çıkış, 4. İslam’la laikliğin birbirini tamamladığının ispatlanması, 5. İslam’la modern hayatın bağdaştığını ispat, 6. Müslümanların asırlardır Allah ile aldatıldıklarının gösterilmesi. Atatürk, bu mesajların tümünde İslam’ın teze dönüşmesini ifade ediyor. Ve Batılı strateji Neronları bunu çok iyi biliyor. Bilmeyenler Müslüman kitleler. Batı, Atatürk’e karşı olan dinci unsurları yanına alarak, Müslümanlar adına öne çıkarılması gereken önderi etkisiz kılıyor. Dincilik, işte bu ‘etkisizleştirme’de haçlılarla işbirliği yapmanın tarihî vebalinin tam


ortasında oturmaktadır. Bilmiyorum; tarih, dincilerin en azından bir kısmının vicdan derinliklerinde bu gerçeği bir gün anlayıp tövbe ederek sadede gelmelerini sağlayacak bir nüve saklıyor mu? Allah’tan ümit kesilmez, belki de o nüve henüz çürümemiştir ve bir gün filizlenecektir. BUGÜNKÜ İSLAM DÜNYASINDA YARATICI İSYAN Bugünkü İslam dünyasında, Atatürk’ün öncülük ettiği yaratıcı isyan haykırışları tamamen yok olmamışsa da çok azalmıştır. Haçlı Batı, haykırışların işe yarar olabileceklerinin yankılanmasına asla izin vermemektedir. Bilmektedir ki, bu haykırışların başarılı olması halinde Müslüman dünya üzerinde kurduğu gütme ve sömürme siyasetlerinin beli kırılacaktır. Batı’nın Mustafa Kemal düşmanlığının sebebi budur. Bu yüzyılın zulme, emperyalizme karşı çıkan, hatta onları dize getiren özgürlük haykırışlarının en etkilisi Atatürk haykırışı olduğu için haçlı Batı ile onun güdümündeki ‘Müslüman’ yaftalı dinci ekiplerin en amansız savaşları Atatürk mirasına yönelik olarak yürümektedir. EN BÜYÜK SAVAŞ ALANI TÜRKİYE İşte bunun içindir ki, İslam dünyasının günümüzdeki ‘en büyük savaş alanı’ öyle sanıldığı gibi Afganistan, Irak, Libya, Suriye falan değildir; Türkiye’dir. Geleceğe yönelik en büyük etkiler Türkiye’de verilen savaşın sonuçlarıyla belirlenecektir. Türkiye’de son yıllarda verilen Atatürk’le saltanat dinciliği, Cumhuriyet mirasıyla geleneksel Emevî şirk mirası arasında Batı’nın destek ve kontrolünde sürüp giden büyük savaş, Arap Baharı denen lanetli güdümün yarattığı savaşlardan da Suriye ve Irak’taki savaştan da çok daha büyüktür, çok daha anlamlıdır. Özgür yaratıcı benlik haykırışlarının yaşadığımız günlerdeki en güçlülerinin yankılandığı coğrafya da Türkiye’dir. İslam düşüncesi açısından baktığımızda bu yankılanmaların en güçlüsünün, bu satırların yazarı olduğunda hemen hemen ittifak vardır. Batı üniversitelerinin bizimle ilgili on küsur doktora tezine imkân vermesinin ve Time Dergisi anketinde Batı kamuoyunca ‘Yüzyılımıza etki etmiş en büyük 100 adam’ listesinde 9. sıraya konmamızın anlamı üzerinde bu açıdan da durmak gerekiyor. Türkiye, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir ‘fark ediş tembelliği’ içinde olabilir ama Batı, durumun farkındadır. Batı çapulculuğu Atatürk ve Doğu maneviyatı ABD dış politikalarının filozofu, rota çizicisi ve CIA’nın beyin adamlarından biri olan Samuel Huntington, medeniyetleri çatıştırmaya ve Doğu’nun Batı uygarlığından yararlanmasını engellemeye me- mur edilmiş bir istihbaratçı -bilgindir. Huntington’a göre, Batı’nın bugün temsil ettiği değerler sadece Batı’nındır; dünyanın ortak malı değildir. Batı bu değerleri üretmede tek olduğu gibi, bunlardan yaralanmada da tek hak sahibidir. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, bunun faturasını ödemek zorundadırlar. Bu değerlerden Batı’ya fatura ödemeksizin yararlanmak kimsenin hakkı ve haddi değildir. İslam dünyası, Haçlı Batı’ya tüm servet kaynaklarını verse de (ki büyük ölçüde vermiştir) bu olgu değişmez. Batı’nın tüm diplomasi kodamanlarının ortak kanaati olan bu sav, bu egoizm, teoride Muhammed İkbal, uygulamada ise Atatürk tarafından kırılmıştır. Büyük Atatürk şunu göstermiştir: Evrensel bilim ve fikir değerlerinin esas sahipleri Doğululardır. Atatürk bu değerlere ‘maneviyat’ diyor ve ‘Doğu maneviyatı’ tâbirini gündeme getiriyor. Atatürk’e göre, biz esasında Doğu maneviyatına bağlıyız.


Atatürk’ün Pakistan’daki fikirdaşı, Müslüman düşünür Muhammed İkbal (Atatürk’le aynı yılda öldü), bu noktanın altını çizerken şu yolda konuşuyor: Batı’nın bugün sahip bulunduğu ilim ve akıl değerlerini biz ondan almaya kalktığımızda yaptığımız iş, o değerlerin esas sahipleri olan Müslüman ecdadımızın malını, mirasını geri almaktır. Bu yüzden biz, Batı’daki evrensel değerleri alırken aşağılık kompleksine düşmeyelim. Ne yazık ki, Müslüman atalarımızın yarattığı ve asıl sahibi oldukları bu değerler bugün Batı’nın kontrolüne girmiş ve Batı bunlar üzerinde hegemonya kurmuştur. Bu hegemonya, emperyalist Batı zulmünün besleyicisi olarak insanlığın aleyhine kullanılıyor. ATATÜRK DEHASININ FARK EDİŞİ Bu değerler Batı’dan geri alınmalı ve ardından da Batı’nın zulüm ve hegemonyasını yıkmak için kullanılmalıdır. Atatürk bunun teorisini yapmakla kalmamış, uygulamasını da göstermiş ve tam başarıyla uygulamıştır. Bugün bu işi, bir ölçüde Çin yapmaktadır. Atatürk’ün Çin’de yıllardan beri ders gibi okutulması boşuna değildir. Çin dehası, reçeteyi tam göbekten yakalamıştır. Yakalamış ve getirisini elde etmiştir. Çin, esas değerler sahibinin Doğu olduğunu ispatlama noktasına gelerek, Atlantik İmparatorluğu’nu bunalıma sokmuştur. Atatürk, işte bu oluşumların ilk ve unutulmaz öncüsüdür. Attila İlhan, bu noktaya parmak basarken şöyle diyor: “Türklerde, kurtuluşu Doğu’da gören ilk ihtilalci Mustafa Kemal idi.” Atatürk’ün Batı’yı çıldırtan yanı işte budur. Batı, Atatürk’ü işte bunun için asla hazmedemiyor, asla hoş göremiyor. Batı, şu hedefi öne çıkarmıştır: Atatürk’ün hayallerimize indirdiği darbe, Batı emperyalizminin canına okumadan, onu ölümsüzleştiren Türk Kurtuluş Savaşı karartılmalı, kirletilmelidir. Hedef, Ortadoğu coğrafyasında, İsrail’den daha büyük devlet bırakmamaktır. BOP, işte budur. ‘Yeni Osmanlı düzeni, halifeli bir İslam’ gibi mel’un fısıltılarla siyasal İslamcı güdüklerin ağzına bal çalmaları sebepsiz değildir. Kısacası, Batı biliyor ki, Mustafa Kemal, Müslüman kitleler tarafından bir öncü ve kurtarıcı olarak algılandığı sürece, İslam dünyasına yönelik işgalci-sömürgeci politikaların başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu politikaların rahat yürümesi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın kirletilmesiyle sağlanabilir. Atatürk’ü niçin seviyorum, O’nunla neden meşgulüm? Son otuz yıllık çalışmalarımın önemli bir kısmını Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı ile o savaşın başbuğu Mustafa Kemal’e ayırdım. Neden? Gazi ile ilgili araştırmaların hayatımı vakfettiğim Kur’an araştırmalarının bir parçası olduğunu açıkça gördüğümden. Benim Atatürk’le meşguliyetimin sebebi, bazı eblehlerin (ve bazı namussuzların) iddia ettikleri gibi ‘ulusalcılık takıntısı’ falan değildir. Ben hayatımın hiçbir döneminde kendimi ulusalcı olarak tanımlamadım, tanımlamam. Toplamı otuz bin sayfayı aşan eserlerimin hiçbir yerinde kendimi ulusalcı olarak tanımladığımı gösteren tek cümle yoktur. Çünkü benim, ulusalcılık diye bir meselem yoktur. Benim şahsiyet, iman, ideal dayanaklarım son derece açık ve şu iki kelimeyle özetlenmiştir: Akılcılık, Kur’ancılık. Bir fikir, eylem, anlayış, siyaset ve şahıs bu iki ana değerden birini veya her ikisini taşıyorsa o benim otomatik olarak meşgale alanıma girer. Mustafa Kemal Atatürk, bu iki değerin ikisini de taşıyor ve bu yüzden, benim meşgale alanıma girmektedir.


Gazi Mustafa Kemal, birçok boyutu olan bir liderdir. Egemen boyutu hangisidir, tartışılır. Tartışmasız olan gerçek şu: Atatürk, aynı zamanda teolojik bir fenomendir ve bu yanıyla bir ilahiyatçı olan Yaşar Nuri’nin doğrudan doğruya çalışma alanı içindedir. Aynen bunun gibi, Atatürk’ün zafere ulaştırdığı Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı da aynı zamanda bir teolojik fenomendir. Ve bunun böyle olduğu, benim bir yorumum veya iddiam değildir, çağın en büyük tefsir bilginleri (ki büyük çoğunluğu Araptır) tarafından da tescil ve ifade edilmiştir. O halde, Türk Kurtuluş Savaşı ve onun muzaffer kumandanı, akılcı ve Kur’ancı ilahiyat bilginlerinin meşgale alanı içindedir. Mesela ben, ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış’ı yazarken, bir ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’yu, bir ‘Allah İle Aldatma’yı, bir ‘İmamı Âzam’ kitabımı yazmak gibi bir iş yaptım. Çünkü bu konuların tümü, Kur’an penceresinden baktığımda Kur’an’ın bana “Gör ve değerlendir” emrini verdiği konulardır. Biri neyse öteki de odur. VAROLUŞSAL GAYEMİZ AYNI Atatürk’ün, kendi varoluşsal amacını ifadeye koyan cümleleri, benim ve akılcı-Kur’ancı birçok selefimin varoluşsal amacının da aynen ifadesidir. Burada sadece üç sözünü verebileceğim: “Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.” “Kur’an’la uyarmak istiyorum!” Dini yozlaştırıp yalan ve hurafeyi din diye pazarlayarak halkı perişan edenlerle mücadelenin gereğinden söz ederken de şöyle diyor: “Tek başıma kalsam yine de gider onları tepelerim.” Elli yılını Kur’an’ı anlayıp anlatmaya adamış bu satırların yazarının varoluşsal amacı bu sözlerde ifade bulan idealden başka nedir ki?! Atatürk, imanı ve eylemleri bakımından benim, aynen İmamı Âzam gibi, Kadı Abdülcebbar gibi, Necmuddin Tûfî, İzzüddin bin Abdüsselam gibi akılcı seleflerimden biridir. Dahası, Atatürk, akılcı din bilginlerinin hasret ve ideallerini hayata geçirmede başarılı olmuş tek selefimdir. Benim selefim, öncekilerin halefi. Öyleyse, ben, benim tarih yaratmış böyle bir selefimi nasıl göz ardı ederim?! Atatürk’ü anlayıp anlatmak benim hem imanıma hem de akılcı ve Kur’ancı teolog seleflerime saygımın bir gereğidir. Benim Kur’an’a iman ve hizmetimin varlığını kabul eden herkes, benim Atatürk’ü anlamak ve anlatmak gibi bir görevimin olduğunu da kabul etmek zorundadır. Bu görevi bana Kur’an yüklüyor. Yalnız ve sadece Kur’an… Atatürk, bir teolojik fenomen olarak benim selefimdir. Böyle olunca, tarih yaratmış bir lider sıfatıyla benim önderimdir. Ulusalcı olduğu için değil, teolojik bir fenomen olduğu için. Atatürk, elbette ki, birçok insanın meşgale alanına ulusalcılık, askerlik, siyaset yanlarıyla girmektedir. O meşgaleler de önemlidir ve saygındır ama ben onlarla meşgul değilim. Ben, teolojik fenomen olan Atatürk’le meşgulüm. Yani ben kendi işimi yapıyorum. Son bir söz: Bu yazımı, “Tutturmuşsun bir Atatürk, bırak şu işi” diyen iyi niyetli zavallılarla kötü niyetli namussuzlara ithaf ediyorum. Umarım beni artık anlarlar. HALA ANLAŞILMADI MI? Batı'nın en büyük tarih felsefecisi olarak kabul edilen İngiliz düşünürü Arnold Toynbee (ölm.1975), 1940'lı yıllarda dünyaya şunu söylüyordu: Yakında insanlık, mutlu bir geleceği dinlerin mirası içinden çıkarma gayreti içine girecektir. İdeolojiler devri bitmiştir... Toynbee'nin kırklı yıllarda gördüğünü, aydınlarımız, Berlin Duvarı yıkıldığında yani elli yıl kadar sonra görebildi. Ve doğal olarak, Batı’yı ve çağı yanlış okumamız, sırtımıza elli yıllık bir gecikmenin ağır faturasını yükleyiverdi. Toynbee, özellikle, Batı'nın yarınlarını kotaracak olanların dikkatine sunduğu uyarısında bir şeyin daha altını çizmiştir: ‘Yeniden Dinler Devri’nde, en büyük şans İslam'ın olacaktır. Hıristiyanlık, tarih önündeki sınavında başarısız olmuş ve insanlığı komünizme teslim etmiştir.


Toynbee'nin bu öngörüsünün takipçisi idik. Böyle olduğumuz içindir ki Berlin Duvarı yıkıldığı günden beri bağıra bağıra şunu söyledik: İdeolojiler sahneyi boşalttı. Dinler yeniden başköşeye oturdu. Şimdi iki temel soru var: 1. İnsanlık, engizisyon deneyimlerinden ders almış olarak dinin, Allah ile aldatanlar tarafından sömürü aracı yapılmasına giden yolları tıkama ve dinden bir barış ve mutluluk reçetesi çıkarma başarısını gösterebilecek mi? Yoksa kitleler; açık veya maskeli engizisyonların yeniden sahneyi doldurması üzerine, eskisinden güçlü bir dinsizlik ideolojisine davetiye mi çıkaracaklar? 2. İslam, eski engizisyonun torunları tarafından, insanlıkla kucaklaşsın diye rahat bırakılacak mıdır, yoksa yirmi birinci yüzyılı peşine takmasını önlemek üzere birtakım siyasal oyunlarla sahneden uzaklaştırılması mı denenecektir? Zaman, ne yazık ki, bu soruların ikisine de mutsuzluk ve umutsuzluk sergileyen cevaplar vermektedir. Başta ABD olmak üzere, çağın egemen kuvvetleri, sahne antiemperyalist İslam'a kalmasın diye büyük bir seferberlik içine girmiş bulunuyor. Temel hedef, engizisyon ve emperyalizmin bir numaralı düşmanı olan Kur'an dinini, emperyalizm yamağı bir ideolojiye dönüştürmek ve Müslüman kitleleri gardiyansız hapishaneler haline getirilen camilerde uyuşturup etkisizleştirmek. Atatürk devrimciliği işte buna engel olduğu içindir ki, ilk yüklendikleri kale Atatürk aydınlığı olmaktadır. ANA HEDEF CUMHURİYET TÜRKİYESİ Sağa sola hiç çekmeden ve büyük bir üzüntü duyarak söyleyelim ki, Müslüman dünya, kendisine kurulan emperyalist tuzağa düşmüştür. Cumhuriyet sayesinde bir istisna gibi duran Türkiye de ayaklarını ve kanatlarını tuzağa kaptırmak üzeredir. 1950’lerden sonra oynanan, Yeşil Kuşak İslamı, Afganistan'daki Taliban oyunu, şimdilerde yine bizim üzerimizden oynanan Ilımlı İslam oyunu büyük haçlı senaryonun muhtelif perdeleridir. İslam bir ‘ilkellik ve dehşet sistemi’ olarak lanse edilebilmiştir. Kinini din, kan dökmeyi ibadet, oyuna gelmeyi zafer sanan akıl ve aydınlık düşmanı birtakım dinci çeteler aracılığı ile... Son ve kesin zafer, Türkiye'nin düşürülmesiyle elde edilecektir. Ana hedeflerden birincisi Türkiye’dir. Ön hazırlıklar, Cumhuriyet düşmanı hurafe ve sömürü dinciliğine zaten yaptırılmış bulunuyor. Yaşadığımız günler, hazırlık döneminde ekilen fidanların meyvelerinin devşirilmekte olduğu günlerdir. Ancak karanlığın kesin zafer göstergesi, Anıtkabir’in dümdüz edilmesidir. Emperyalizm ve yamakları, olanca gayretleriyle bunu sağlamanın peşindeler. Televizyon ekranlarını taradıkça içimden hep şu ses yükseliyor: “Acaba Türk televizyonları, özel olarak Atatürk’e ve Millî Mücadele’ye sövmek için mi kuruldu?! Ve, Halâskâr Gazi’nin milleti bu kadar nasıl düşebildi?!” Şimdi, şu anda bu topraklarda ‘olmak ya da olmamak’ kaygısıyla ilgili soru şudur: Tarihin diyalektiği, emperyalizm ve işbirlikçilerine Anıtkabir’i dümdüz etme şansını verecek mi?

Üstü örtülen bir Atatürk gerçeği daha : ‘ Doğu Maneviyatı’ kavramı Atatürk’ün, üzerinde hemen hemen hiç durulmayan ama Atatürk’ün ideallerini tanımada birinci derecede önemli olan bir tabir var : ‘Doğu Maneviyatı’ tabiri.


Gazi’nin 6 Mart 1922 tarihli TBMM gizli oturumunda, muhteşem öngörülerle dolu uzun bir konuşması var. Kısa bir bölümünü okuyalım: “Türkiye, fikir yanlışıyla, zihniyet yanlışıyla mâlul olan birtakım adamlar yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye, Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı’nın aslî mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.” ‘Doğu maneviyatı’ tabiri, Atatürk’ü tanımada anahtar kavram olmanın yanında, Atatürk’ten ürküntünün de temel sebeplerinden biridir. Bu kavram, iki zihniyette Atatürk’e yönelik ürküntü yaratmaktadır : 1. Saltanat dincisi Arapçı zihniyet, 2. Emperyalist-haçlı Batı zihniyeti. Bilindiği gibi, emperyalist-haçlı kuramcı Huntington, daha doğrusu ABD, medeniyetleri çatıştırmak ve Doğu’nun Batı uygarlığından yararlanmasını engellemek peşindedir. Hunting-ton’a göre, Batı’nın bugün temsil ettiği değerler sadece Batı’nındır; dünyanın ortak malı değildir. Batı bu değerleri üretmede tek ve biricik olduğu gibi, bunlardan yaralanmada da tek hak sahibidir. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, bunun faturasını ödemek zorundadırlar. Bu değerleri Batı’ya fatura ödemeden yararlanma alanına sokmak hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir. Atatürk bu savı, bu inadı, bu egoizmi çok erken bir tarihte kırmıştır. Şunu göstermiştir: Evrensel bilim ve fikir değerlerinin esas sahipleri Doğululardı. Atatürk bu değerlere ‘maneviyat’ diyor ve ‘Doğu maneviyatı’ tabirini gündeme getiriyor. Atatürk’e göre, biz esasında Doğu maneviyatına bağlıyız. MUHAMMED İKBAL’İN ATATÜRK’LE ÖRTÜŞEN TEZİ Atatürk’ün Pakistan’daki fikirdaşı, Müslüman düşünür Muhammed İkbal (Atatürk’le aynı yılda öldü), bu noktanın altını çizerken şu yolda konuşuyor: Batı’nın bugün sahip bulunduğu ve kendisini öne çıkaran değerleri biz ondan almaya kalktığımızda yaptığımız iş, o değerlerin esas sahipleri olan Müslüman ecdadımızın mirasını geri almaktır. Bu yüzden biz, Batı’daki evrensel değerleri alırken aşağılık kompleksine düşmemeliyiz. O değerler, temelde bizim atalarımızın ürettiği ve Batı’ya kaptırdığı değerlerdir. Bu değerler Batı’dan geri alınmalı ve ardından da Batı’nın zulüm ve hegemonyasını yıkmak için kullanılmalıdır. Atatürkçü geçinen bazı gafiller, Atatürk’ü, Müslümanları Batı’ya teslim eden adam gibi göstermeye çalışan dinci müfterilerle işbirliği yaparcasına Gazi’yi, hayatında hiç telaffuz etmediği ‘Batıcılık’ın öncüsü gibi gösterme gayreti içinde oldular. Bunlar Türk Kurtuluş Savaşı’nı ve Türk inkılaplarını Batılılaşmak, hatta Batı’ya uşaklık olarak telakki etmeyi, Atatürkçülük diye yutturmak için ellerinden geleni yaptılar. Atatürk’ün ‘Doğu maneviyatı’ ve ‘Avrasya’ tezini bugün bir ölçüde Çin hayata geçirmektedir. Atatürk’ün Çin’de yıllardan beri ders gibi okutulması boşuna değildir. Batı bunu biliyor ve Atatürk’ün altını oyarak gereğini yapıyor. Müslüman Doğu bunu bilmiyor ve Atatürk’ü kendinden saymama ahmaklığını sürdürüyor. Attila İlhan, bu noktaya parmak basarken şöyle demiştir: “Türklerde, kurtuluşu Doğu’da gören ilk ihtilalci, Mustafa Kemal idi.” Atatürk’ün Batı’yı çıldırtan yanı işte budur. Batı, Atatürk’ü işte bunun için asla hazmedemiyor, asla hoş göremiyor. Pakistanlı filozof-şair Muhammed İkbal’in; Türkiye Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki, tespit, yorum, görüş ve fikirleri: Genel kabule göre, yirminci yüzyılın, bu satırların yazarına göre, son yedi yüzyılın en büyük İslam düşünürü olan Pakistanlı filozof-şair Muhammed İkbal-ölm. 1938 Kur’an ile ona iman etmiş insanın ‘olması gereken münasebet’ini, şu cümleyle ifade etmiştir: Bu devrim cümlenin Türkçesi şudur: “Kur’an-ı Kerim’i, tıpkı Hz. Peygamber’e vahyedildiği gibi mümine de vahyedilmedikçe anlamak, mümkün değildir.” İkbal, benliğinin en derin noktalarına nüfus etmiş bu cümleyi değişik zamanlarda değişik biçimlerde ifade etmiştir. Şiirlerini toplayan kitaplarından biri olan ve Cebrail’in Kanadı anlamına gelen ‘Bali Cibril’de


şu kıta vardır: “Tanrısal kitabın her suresi ve ayeti bizzat senin kalbine de vahyedilmedikçe, müfessirler istedikleri kadar derin tefsirler yapsınlar, Kur’an’ın ince manaları vuzuh kazanamaz.” İkbal’in felsefesine aşina olanlar, onun, başlı başına bir devrim olan bu söyleminin amaçladığı mesajın şu iki cümlede özetlenebileceğini anlamakta zorluk çekmezler: 1: Kur’an’ı birey ve toplum olarak onunla sizin aranıza giren tüm vasıtaları dışlayarak bizzat kendiniz anlayacaksınız. O, sizi yaratan kudretin size, sizi anlatmak üzere gönderdiği prospektüstür. Sizin benliğinizin kullanımını gösteren bu prospektüsü en iyi anlayanın siz olmasından doğal bir şey düşünülemez. 2: Kur’an’ın insana yüklediği kozmik sorumluluğu, tıpkı Peygamber’in hissettiği gibi hissetmedikçe Kur’an size, gerekeni vermez. Muhammed İkbal, hayata, tarihe, İslam dünyasına bu söylemin ışığıyla baktığı gibi, Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’na, onun getirdiği Cumhuriyete, onun mimarlarına ve nihayet Türk Devrimi’nin baş mimarına da bu ışıkla bakmıştır. Ve bu ışıkla bakarak, Türk Devrimi’nin Kur’an’ın taleplerine uygun, hatta o taleplerin beklediği bir atılım olduğunu değişik vesilelerle defalarca ifade etmiştir. Elbette ki, tarihin tüm alışkanlıklarına ters düşecek kadar kısa bir zamanda gerçekleştirilen bu büyük devrimin, İkbal gibi bir iman ve düşünce önderinin bazı eleştiri oklarına hedef olmaması düşünülemezdi. Ve İkbal, bir ilahi lütuf ve mucize gibi gördüğü bu devrimi, özellikle kadrolarının bazı zaafları yüzünden zaman zaman eleştirmiştir. Bize düşen, o eleştirilerin ruhunu yakalamak ve İkbal’in Türk devrimini tamamlayıcı nitelikte gördüğümüz o eleştirilerinden yararlanmaktır. Ne yazık ki bunun bugüne değin yapıldığını görebilmiş değiliz. İkbal’in Türk Devrimi ile İslam Mirası, özellikle Hanefi fıkhı arasında tespit ettiği ortak noktaların çok kısa bir sıralanışı şöyle verilebilir: 1: Akılcılık, 2: Anti-Arabizm, 3: Ana dilde ibadet, 4: Kadına özgürlük, 5: Hadislere eleştirel bakış, 6: Despotizme karşı çıkış, 7: İçtihadın sürekli işlemesi gereken bir Kur’ani ilke olduğunun kabul ve ilanı, 8: Halifenin/Devlet Başkanının seçimle belirlenmesi. İkbal, bu yaklaşımını, düz yazıda ana eseri olan ‘The Reconstruction of Religious Thought in Islam: İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Yapılandırılması’ adlı kitabının ‘The Principle of Movement in Structure of Islam: İslam Bünyesinde Hareket İlkesi’ adlı bölümünde ortaya koymuştur. “İslam Bünyesinde Hareket İlkesi” “İslam bünyesindeki hareket ilkesi nedir? Bu ilke, ‘içtihat’ olarak anılır...” “Bu çalışmamda ben, içtihadın sadece birinci mertebesine, başka bir deyişle, kanun koymada tam otorite konusuna odaklanacağım. İçtihadın bu derecesinin mümkün olduğu, teorik açıdan tüm Sünni ekollerce kabul edilmiştir, fakat pratikte bu ekollerin kurulduğu günden beri işlemez hale sokulmuştur. Çünkü ‘tam içtihat’ fikri, bir tek şahısta vücut bulması neredeyse imkânsız olan şartlarla kuşatılmıştır. Böyle bir tavrın, hayatı esaslı biçimde hareketli bir yapıya oturtan Kur’an’a dayandırması gereken bir hukuk sistemine son derece yabancı olduğu ifade edilmelidir.” “Bazı Batılı yazarlar, İslam fıkhının donuk bir karakter taşımasını Türklerin etkisine bağlamaktadır. Bu tamamıyla tutarsız bir görüştür; çünkü kabul görmüş İslam fıkıh ekolleri, İslam tarihinde Türk etkisinin başlamasından çok önce kuruluşlarını tamamlamıştı. Kanaatimce, gerçek sebepler başkadır…” “Türkiye’ye gelince, modern felsefi düşüncelerle takviye edilmiş ve genişletilmiş içtihat fikrinin Türk milletinin dini ve siyasi düşünce hayatında uzun süreden beri devrede olduğunu görmekteyiz. Bu, Halim Sabit Şibay-ölm. 1946 tarafından modern sosyolojik kavramlara dayandırılan ‘yeni İslam fıkhı’ teorisinde açıkça dikkat çekmektedir.” “Eğer İslam Rönesansı, yaşayan bir realite ise ki ben onun yaşayan bir realite olduğuna inanmaktayım, bir gün bizler dahi, tıpkı Türkler gibi, entelektüel mirasımızı yeni bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız.”


“Şimdi, Türkiye’de dini-siyasi düşüncenin durumunu anlatmaya geçebilirim. Bu anlatımım sizlere, bu ülkenin son zamanlardaki fikir ve faaliyet alanında içtihat kuvvetinin nasıl belirginleştiğini gösterecektir.” “İslam’ın ruhu olan tevhidin esası, başka bir deyişle, korunması gereken esas ide, eşitlik, dayanışma ve özgürlüktür. İslam açısından devlet, saydığımız bu ideal ilkeleri zamanmekân kuvvetlerine dönüştürecek gayret ile bunları elle tutulur beşeri bir organizasyon sayesinde hayata geçirme arzu ve iştiyakının kurumlaşmasıdır. İslam’da devlet, sadece ve sadece bu anlamda teokratiktir. İslam, kişisel despotluğunu sanal bir yanılmazlık perdesi altında gizlemeyi her zaman başarabilecek bir ‘Tanrı vekili’nin egemen olduğu devlet şeklini kabul etmez. İslam’a yöneltilen tenkitler, dikkate alınması gereken bu önemli gerçeği gözden kaçırmaktadır…” “Kutsal olan-kutsal olmayan diye bir ayrım yoktur; kutsal olmayan âlem diye bir şey yoktur. Şu sınırsız madde âlemi, ruhun kendisini ortaya koyması için bir alan teşkil etmektedir. O halde her yer kutsaldır. Yüce Peygamber’in ifade buyurduğu gibi, ‘Bütün yeryüzü, bütün varlıklar âlemi bir secdegahtır, bir mabettir.’ İslam’a göre, devlet, ruhsal olanı beşeri teşkilatlar aracılığıyla hayata geçirmenin gayretini ifade etmektedir. İşte bu anlamda olmak üzere, sırf istilacılık peşinde koşmayan ve anılan ideallerin hayata geçirilmesi teşebbüsüne öncülük eden her devlet Tanrısal iradeye uygundur.” “Öte yandan, liderliğini 1921’de ölen Sadrazam Said Halim Paşa’nın yaptığı ‘Dini Islahat Fırkası,’ İslam’ın, idealizmle pozitivizmin ahenkli bir kucaklaşması olduğu yolunda esaslı bir tezde ısrar ediyordu.” “Said Halim Paşa’ya göre, önümüzde açık bulunan tek çare, esası itibarıyla dinamik olan bir hayat tecrübesini hareketsiz hale getiren sert kabuğu İslam’ın üzerinden çekip atarak, ahlaksal, sosyal ve siyasal ideallerimizi onlara has orijinallik ve evrenselliğe uygun şekilde inşa etmek üzere özgürlük, eşitlik ve dayanışmanın özgün hakikatlerini yeniden keşfetmektir.” “Görüyorsunuz ki, bu zat, İslam fıkhının modern düşünce ve deneyimler ışığında yeni bir bakış açısıyla yeniden yapılandırılmasına imkân verecek bir içtihat hürriyetini savunuyor.” “Şimdi, izin verin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, anılan içtihat gücünü, halifelik kurumu açısından nasıl kullandığına bakalım. Sünni fıkha göre, bir halife-imam-devlet başkanı atamak mutlak bir kaçınılmazlıktır. Bu bağlamda akla gelen ilk soru şu olmaktadır: ‘Halifelik hak ve yetkisi bir kişiye verilebilir mi?’ Türkiye’nin bu noktadaki içtihadı şu olmuştur: İslam’ın ruhuna göre, devlet başkanlığı demek olan halifelik hak ve yetkisi tek bir kişiye tevdi edilebileceği gibi, seçilmiş bir meclise de tevdi edilebilir. Bildiğim kadarıyla, Mısır ve Hindistan fukahası bu konuda henüz bir görüş beyan etmiş değildir. Şahsen ben, Türk içtihadının, mükemmeli yakalamış ideal bir görüş olduğu kanısındayım. Bu nokta üzerinde tartışma açmak tamamen yersizdir. Hükümetin cumhuriyet ilkelerine uygun şekli, İslam ruhuyla tam uyuşum sergilemekle kalmaz, İslam dünyasında başıboş kalmış yeni kuvvetlere bir bakış açısı kazandırmak bakımından da bir zaruret olarak karşımıza çıkar.” “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin içtihadını anlamak için izin verin sizi, İslam’ın ilk tarih felsefecisi İbn Haldun’un öncü fikirleriyle tanıştırayım. İbn Haldun-ölm. 808/1405 ünlü eseri Mukaddime’de, küresel İslam hilafetiyle ilgili üç farklı görüşe vurgu yapmaktadır. 1: Küresel hilafet, tanrısal bir kurumdur ve bunun için de kaçınılmazdır, 2: Hilafet meselesi normal bir kamu yararı meselesidir, 3: Hilafet diye bir kuruma ihtiyaç yoktur. Son görüş, haricilerindir. Anlaşılan o ki, Türkiye, birinci görüşten vazgeçip küresel hilafeti sıradan bir kamu yararı meselesi olarak değerlendiren Mütezile görüşünü benimsemiştir. Türkler şu görüşü savunuyorlar: ‘Siyasal düşünce sistemimizde,’ geçmiş politik deneyimlerimizi dikkate almak zorundayız. O deneyimler bize gösteriyor ki, küresel hilafet fikri, ameli bakımdan iflas etmiştir. Küresel hilafet sistemi, İslam imparatorluğu eksiksiz işlediği zamanda uygulanacak bir sistemdir. Bu imparatorluk dağıldığında bağımsız politik birlikler vücut bulmuştur. Küresel hilafet fikri artık uygulanabilir olmaktan çıkmıştır; çağdaş İslam’ın organize edilmesinde, yaşayan bir faktör olarak anlam ifade edemez.”


“Küresel hilafet fikri, yararlı bir amaca hizmet etmek şöyle dursun, bağımsız Müslüman devletlerin bir birlik oluşturmalarına giden yolda ciddi bir engel oluşturmaktadır. İran, hilafete ilişkin doktrin farkları yüzünden Türklerden tamamen ayrı bir tavır takınmıştır. Fas, onların tümüne her zaman güvensizlikle bakmıştır. Arabistan’a gelince, o bu konuda özel emeller taşımıştır. İslam’daki bütün bu kırılmalar, uzun zaman önce yok olmuş bir gücün anlamsız bir sembolü uğruna vuku bulmuştur. Bu durumda biraz daha ileri giderek şöyle söylenebilir: ‘Siyasal düşüncemizde yaşanan deneyimden neden ders almayalım?’ Kadı Ebu Bekr el-Bakıllani-ölm.403/1012, yaşanan tecrübelere bakarak ‘hilafette Kureyşilik’ şartından yani Kureyş’in gücünü yitirmesine bağlı olarak, onun İslam dünyasını yönetmesine ilişkin kabulden vazgeçmedi mi? Hilafette Kureyşilik şartına şahsen inanmakta olan İbn Haldun bile, asırlar önce, aynı tezi daha da ileri bir düzeyde savundu. İbn Haldun şöyle söylüyor: ‘Mademki Kureyş’in gücü işe yaramaz hale gelmiştir, tek çare, en güçlü kişiyi, gücünü gösterebileceği ülkede halife olarak kabul etmektir.’ İbn Haldun, böylece, vakıaların zorlayıcı mantığını fark eden bir insan sıfatıyla bir görüş teklif etmektedir. Bu görüş, zayıf belirtileri henüz fark edilmeye başlanan ‘enternasyonal İslam’a ilişkin ilk ve bulanık vizyon olarak mütalaa edilebilir.” “Hayatın bambaşka şartları altında yaşamış olan fakihlerin skolastik akıl yürütmelerinde değil de yaşanan deneyimlerin ortaya koyduğu gerçeklerden ilham alan modern Türklerin tavırları bu olmuştur.” “Benim düşünceme göre, Türklerin öne çıkardığı bu kanıtlar, doğru değerlendirilecek olursa, uluslararası bir idealin doğduğunu ilan eder mahiyettedir. Öyle bir ideal ki bu, İslam’ın özünü oluşturmasına rağmen bu dinin ilk asırlarında Arap emperyalizmi onu gölgelemiş veya onun yerine geçmiştir.” “Bu yeni ideal, şiirleri Auguste Comte’un felsefesinden mülhem olan ve Türkiye’nin bugünkü tefekküründe çok önemli bir paya sahip bulunan büyük milliyetçi şair Ziya Gökalp’in eserinde yankılanmıştır. Ziya Gökalp’in şiirlerinden bir tanesinin özetini, Profesör Fischer’in Almanca tercümesinden aktarıyorum: “İslam adına gerçekten etkili bir siyasal birlik vücuda getirmek için her şeyden önce, bütün Müslüman ülkeler bağımsız hale gelmeli, daha sonra da bir bütün halinde bir tek halifeye bağlanmalıdırlar. Böyle bir şey, şu an itibarıyla mümkün müdür? Eğer mümkün olmayacaksa herkes beklemeli. Bu arada, halife de, layıkıyla işleyebilecek modern bir devletin temellerini atabilmek için kendi evini yeniden düzenlemelidir. Milletlerarası âlemde zayıfa ilgi söz konusu değildir, hürmete layık görülen, sadece kuvvettir.” “Ziya Gökalp’in bu satırları, günümüz Müslümanlarının eğilimlerini açıkça dile getirmektedir. Yaşadığımız günlerde her Müslüman millet, benliğinin derinliklerine çekilip güçlenmeli ve kudretli bir cumhuriyetler ailesi oluşturana kadar bakışını bir süre için sadece kendi varlığına çevirmelidir.” “Ziya Gökalp-ölm. 1924 gibi milliyetçi düşünürlere göre, gerçek ve yaşayan bir birlik oluşturmak, sadece sembolik bir liderlikle elde edilebilecek kadar kolay değildir. Böyle bir birlik, gerçek ifadesini, ırki rekabetleri, birleştirici ortak bir bağın ruhsal iştiyakıyla ahenkli bir biçimde dengelenmiş bağımsız ve özgür birliklerin çokluğu ile vücut bulur.” Ziya Gökalp’in ‘Din ve İlim’ adlı şiirinden alacağım aşağıdaki parça, günümüz İslam dünyasında yavaş yavaş şekillenmekte olan genel din anlayışını anlamamıza biraz daha ışık tutacaktır: “İnsanların ilk mürşidi kimlerdir? Hiç şüphesiz, peygamberler, veliler; Bu devirde din hikmete rehberdir, Ahlak, sanat hep o nurdan alır fer. Fakat sonra din yerini ham zühde Verir, artık coşkun vecdi azalır; Velilerin yeller eser yerinde,


Mürşit adı fakihlere irs kalır. Fakirlerin kılavuzu nakliyat, Dini zorla sürüklerler bu yola, Hikmet der ki ‘Bana rehber akliyat; O halde siz sağa gidin, ben sola.’ Din mürebbi olur, hikmet muallim; Her birisi çeker ruhu bir yana. Savaşırken bunlar, çıkar meydana Tecrübeden doğma müspet bir ilim. O şey nedir? Bir vecidli gönül mü? Kutsi olan her şey ona dil midir? Öyleyse al benim de son sözümü: ‘Din,’ kalpteki vecdin müspet ilmidir.” “Bu satırlar, Türk düşünürünün, Comte’un, insan zihninin gelişmesinde esas saydığı dini, metafizik ve bilimsel üç devre teorisini İslam’ın din perspektifine ne kadar güzel uyarladığını açık bir şekilde göstermektedir. Şunu da ifade etmeliyiz: Bu satırlarda kristalleşen din anlayışı, Ziya Gökalp’in, Türkiye’nin eğitim sisteminde Arapça’ya verilen payeye karşı tutumunu da göstermektedir.”Gökalp, bu noktada şöyle yazıyor: “Bir ülke ki, camiinde Türkçe Kur’an okunur, Köylü anlar manasını namazdaki duanın… Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur, Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın… Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın!” “Eğer dinin gayesi, kalbi ruhanileştirmek ise insan ruhuna nüfuz etmek kaçınılmazdır. Ve Ziya Gökalp’e göre, insanın iç âleminde bu nüfuzun en iyi şekilde gerçekleşmesi için, ruhanileşmeyi sağlayacak fikirlerin, kişinin ana diliyle giysilendirilmesi gerekir.” “Hindistan’da çoğu insan bu şekilde Arapça’nın yerine Türkçe’nin geçirilmesini itham konusu yapacaktır. Zaman içinde görülecek bazı sebepler yüzünden, Gökalp’in içtihadı, ciddi sataşmalara açıktır ama kabul edilmesi gerekir ki, Gökalp tarafından önerilen reform İslam tarihinin geçmişinde örneği olmayan bir öneri değildir. Müslüman Endülüs’ün liderlerinden biri ve milliyeti bakımından bir Berberi olan Muhammed bin Tumart-ölm. 525/1130 iktidara gelip Muvahhitler devletinin ruhani kadro ve sistemini oluşturduğunda, eğitimsiz Berberilerin durumunu düşünerek şu emri vermiştir: Kur’an Berberi diline tercüme edilip bu dilde okunacak. Ezan da Berberi dilinde okunacak. Bütün din uleması ve din adamları Berberi dilini öğrenmeye mecbur tutulacak.” “Ziya Gökalp, bir başka yerde kadınlıkla ilgili düşüncesini ifadeye koyuyor. Kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik iştiyakını ortaya koyarken, İslam aile hukukunda bugünün anlayış ve uygulamasını bile tadil edecek radikal değişiklikler talep ediyor: “Bir kadın var ki, ya annem ya kardeşim ya kızım, Odur bende o mukaddes duyguları yaşatan, Bir diğeri sevdiğim ki, günüm, ayım, yıldızım, Odur bana hayattaki şiirleri anlatan. Bu mahlûklar nasıl hakir olur şer’in gözünde? Bir yanlışlık var mutlaka müfessirin sözünde. Ailedir temeli milletin ve devletin! Eksik kalır milli hayat, kıymeti anlaşılmazsa kadının, Hak ve adalet üzere yetiştirilmelidir aile; Bunun için üç şeyde müsavat lazımdır:


Talak, ayrılık ve miras. Kadın veraset işlerinde erkeğin yarısı, Evlilikte dörtte biri addolundukça, Ne aile ne de memleket yükselebilir. Başka haklar için milli mahkeme açtık, Diğer yandan aileyi fıkhın elinde bıraktık, Kadını neden yüz üstü bıraktık bilmiyorum.” “Gerçek şudur ki, bugünün Müslüman milletleri arasında dogmatik uykusundan uyanıp bağımsız ve öz benliğinin bilincine ulaşmış tek millet Türkiye’dir. Zihni özgürlük hakkını isteyen yalnız odur. Hayali olandan gerçek olana geçen, yalnız odur. Böyle bir geçiş, zorlu bir entelektüel ve ahlaksal mücadele gerektirir. Hareketli ve habire genişleyen bir hayatın habire büyüyen griftliklerinin, Türkiye için yeni bakış açıları sunacak yeni konumlar vücuda getireceği kesindir. Bu bakış açıları, temel esasların yepyeni yorumlarını kaçınılmaz kılacaktır. O yorumlar ki, gerekli ruhsal genişliğin zevkine varamamış bir toplum için sadece akademik ilgiden ibarettir. Şu sarsıcı tespit sanıyorum, İngiliz düşünürü Hobbes’undur: Birbirinin halef-selefi olan aynı duygu ve düşüncelere sahip olmak, hiçbir düşünce ve duyguya sahip olmamak demektir. Bugünkü Müslüman ülkelerin büyük kısmının durumu budur. Bu ülkeler, eski değerleri mekanik bir alışkanlıkla tekrarlayıp durmaktalar. Ama Türkler, yeni yeni değerler yaratmanın yoluna girmiş bulunuyorlar.” “Türk, öz benliğinin derinliklerinden ilham edilen muhteşem deneyimlerden geçmiştir. Onun benliğinde hayat yeniden hareketlenmeye, değişmeye, genişlemeye başlamıştır. Bu olgu onda bir yandan yeni iştiyakların doğuşunu sağlarken bir yandan da yeni zorluklara, yeni yorumlara vücut vermektedir. Bugün onun karşısına dikilen soru ki, yakın bir gelecekte diğer Müslüman ülkelerin de karşısına dikileceğe benziyor, şudur: ‘İslam fıkhı tekâmüle müsait midir? Çok zorlu zihinsel gayretlerle cevaplandırılabilecek bir sorudur bu ama cevap olumludur. Elverir ki, Müslüman dünya bu soruya, İslam tarihinde tenkitçi aklın ve bağımsız zihnin ilk mümessili olan Hz. Ömer’in ruhuyla yaklaşabilsin. O zihin sayesindedir ki Ömer, İslam Peygamberi’nin son nefeslerini vermekte olduğu bir sırada ‘Allah’ın kitabı bize yeter!’ diyebilecek ahlaksal cesareti gösterebilmiştir…” “İslam fıkıh mezhepleri, bütün idrak ve şümullerine rağmen, nihayet kişisel söylem ve yorumlardan ibarettir. Bu itibarla da hiçbirisi son sözü söylemiş olmak gibi bir iddiada bulunamaz. Şunu bilmiyor değilim: Müslüman fakihler, tam bir içtihadın teorik imkânsızlığını inkâr etmeye cesaret edememelerine rağmen, oluşturdukları popüler fıkıh mezheplerinin varılabilecek son gayeyi temsil ettiğini iddia etmişlerdir. Peki, mezhep imamlarımızın bizzat kendileri, kişisel istidlal ve yorumlarının varılacak son nokta olduğunu iddia etmişler midir? Hayır, asla etmemişlerdir…” “Bugünün liberal Müslüman kuşakların, kendi deneyimleri ışığında ve çağdaş hayatın değişmiş bulunan koşulları muvacehesinde, temel fıkıh ilkelerinin yeniden yorumlanması gerektiği yolundaki iddiaları, kanaatime göre, tamamen haklı bir iddiadır. Kur’an’ın, ‘hayat sürekli gelişen bir yaratılış sürecidir’ mealindeki öğretisi, her neslin, kendinden öncekilerin çalışmalarını önlerinde engel değil de kılavuz tutarak kendi problemlerini kendisinin çözmesine izin verilmesini kaçınılmaz kılmaktadır…” “Türkiye’de kadınların uyanışı, temel ilkeleri yeni bir yoruma tabi tutmadıkça karşılanmayacak talepler öne çıkardı mı bilmiyorum. Pencap’ta, Müslüman kadınların istenmeyen kocalardan kurtulmak için din değiştirmek zorunda kaldıkları durumlarla karşılaşıldığı herkesin malumudur. Kendisini insanlığa tanıtmak isteyen bir dinin amaçlarına bundan daha ters bir şey tasavvur etmek mümkün değildir. Büyük Endülüslü fakih Şatıbi-ölm. 790/1388, el-Muvafakaat adlı ünlü eserinde, İslam’ın şu beş şeyi korumayı amaç bildiğini söylemektedir: Din, nefs, akıl, mal ve nesil. Dinin beş temel amacınamakaasıdı hamse vurgu yapan bu ölçüye dayanarak şunu sormak cesaretini kendimde buluyorum: Eski fıkıh kitabı Hidaye’deki irtidada ilişkin hükümleri bu ülkede, bu şartlar altında uygulamanın İslam imanının beklentilerine cevap vermeye müsait olduğu


söylenebilir mi? Hintli yargıçlar, bu ülkenin Müslüman halkının ağır tutuculuğu karşısında, ölçü alınmış fıkıh kitaplarına sarılmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Sonuç şudur: Halk hareket halinde olmasına rağmen kanunlar yerinde sayıyor.” “Çağdaş toplum, ağır sınıf kavgalarına sahne olan yapısıyla bizi ciddi biçimde düşünmeye sevk edecek mahiyettedir. Kanunlarımızı, çağdaş ekonomik hayatı tehdit sinyalleri veren devrimi dikkate alarak değerlendirirsek şu gerçeği keşfedeceğiz gibi görünüyor: Temel İslami ilkelerde bugüne kadar fark edilmemiş veçheler vardır ve o veçheleri o ilkelerin hikmeti ışığında yenilenmiş bir imanla çalıştırabiliriz…” “Bir peygamberin yöntemi, belirli bir halkı eğitmek ve onları evrensel bir hukuk oluşturmakta çekirdek olarak kullanmaktır. Peygamber bu suretle, bütün insanlığın sosyal hayatında anlamı olan ilkelere vurgu yapar ve onları, içinde bulunduğu toplumun özel adetleri ışığında karmaşık özel durumlara tatbik eder. Bu uygulamadan vücut bulan şeriat değerleri-özellikle suçlarla ilgili ceza kuralları bir anlamda o topluma mahsustur. Bu kuralların icrası, gaye anlamında son uygulama olmadığına göre, onlar, gelecek kuşakların karşılaşacakları durumları çözmek üzere dayatılamaz.” “Belki de bu bakış açısının ışığı sayesindedir ki, İslam’ın evrensel karakterini keskin bir nüfuzla yakalamış olan İmamı Azam Ebu Hanife, söylendikleri dönemin uygulamalarını gösteren hadisleri, yaşadığı zamanın normları için esas almamıştır. Görülen o ki, İmamı Azam, hukuki tercih anlamına gelen ‘istihsan’ prensibini öne çıkardı. İstihsan, mevcut şartların hukuki bir tefekkür içinde dikkatlice incelenmesini gerektiren bir prensiptir. İmamı Azam’ın, istihsanı bu şekilde öne çıkarması, onun, İslam fıkhının bu yeni kaynağına ilişkin tutumuna yol açan saiklerin anlaşılmasına ziyadesiyle ışık tutmaktadır. Şunu söyleyenler de vardır: İmamı Azam, hadisleri kullanmadı, çünkü onun gününde muntazam bir ‘hadis koleksiyonu’ yoktu.” “Bir kere, ‘Ebu Hanife’nin yaşadığı zamanda muntazam bir hadis koleksiyonu yoktu’ iddiası doğru değildir. Çünkü Abdülmelik ve İbn Şihab ez-Zühri’nin hadis koleksiyonları İmamı Azam’ın ölümünden en az otuz yıl önce oluşmuş bulunuyordu. İkincisi, bu koleksiyonların Ebu Hanife’ye ulaşmadığını veya fıkhi değeri haiz hadisler ihtiva etmediklerini varsaysak bile, Ebu Hanife, eğer gerekli görseydi, tıpkı kendisinden sonra gelen İmam Malik, Ahmed bin Hanbel gibi, kendi özel hadis koleksiyonunu kolaylıkla oluşturabilirdi. Benim bu konudaki görüşüm, sonuç olarak şudur: Ebu Hanife’nin fıkhi önem taşıyan hadislerle ilgili tutumu mükemmel ve çok anlamlı bir tutumdur.” İkbal, başka bir eserinde, İslam’ın temel özelliklerinden birinin de demokrasi olduğunu vurguladığı satırlarında şu tespiti yapıyor: “Siyasal bir mefkûre olarak, İslam’ın en önemli veçhesi, demokrasidir. Bu böyle olmakla birlikte şunu itiraf etmeliyiz ki, Müslümanlar, Asya’nın siyasal gelişimine, özgür birey ideallerine yakışır şekilde herhangi bir katkı veremediler. Müslümanların demokrasileri-ilk dört halife dönemiyle kayıtlı olarak, sadece otuz yıl sürdü ve politik gelişmelerle birlikte ortadan çekildi. Asya milletleri için son derece yabancı olan ‘seçim’ bu milletlerce, İslam’ın ilk zamanında da benimsenmemiştir.”-İkbal, Islam As An Ethical and Political Ideal, 103-104 İkbal’in esas bahsimiz olan eserine tekrar dönelim: “Cumhuriyetçi ruhun gelişmesi ve Müslüman coğrafyalarda teşrii meclislerin yavaş yavaş oluşması, ilerlemede çok önemli bir aşama teşkil etmektedir. İçtihat gücünün mezheplerin ferdi temsilcilerinden alınıp Müslüman bir teşrii meclise verilmesi, birbirine muhalif hiziplerin geliştiği modern zamanlarda icmaın alabileceği biricik uygulama şeklidir. Bu şekil, gelişmelere ve olaylara nüfuzu olup da din ulemasından veya hukuk mesleğinden olmayan kişilerin teşrii müzakerelere katılmasını da garantiler. Yalnız bu sayededir ki, fıkıh sistemlerimizdeki uyuşuk ruhu eyleme geçirip ona devrimci bir veçhe kazandırabiliriz.” “Burada, icma konusuyla ilgili olarak sorulması ve cevaplandırılması gereken bir iki soru vardır. İcma, Kur’an hükümlerini fesih ve ilga edebilir mi? Öyle sanıyorum ki, burada


mesele, ‘somut olaya ilişkin soru’ ile ‘kanun ve hukukla ilişkin soru’yu birbirinden ayırmaya bağlı bulunuyor. Olaya ilişkin sorunun cevabını ancak sahabe bilebilir. Ve biz onların icmaı ile bağlı oluruz. Kanun ve hukuka ilişkin soruya gelince bu bir yorum ve ifadelendirme işidir. Ben burada, Hanefi fakihi Ebul Hasan el-Kerhi-ölm. 340/952 tarafından gösterilen cesarete dayanarak şunu söylemek cüretinde bulunacağım: Sonraki nesiller, sahabenin icmaına bağımlı değildir. Kerhi şöyle diyor: “Sahabenin icmaı, kıyasla halledilemeyecek olaylarla sınırlıdır; kıyasla çözüme ulaştırılabilecek meselelerde sahabeye uymak gerekmez.”-bk. Serahsi, Usul, 2/106 “Çağdaş Müslüman bir meclisin teşrii faaliyetine ilişkin de bir soru sorulabilir. Böyle bir meclis, en azından şimdilik, Muhammedi fıkhın inceliklerine vukufu olmayan kişilerden oluşacaktır. Böyle bir meclis, hukuksal yorumlarında ciddi hatalar yapabilir. Bu tür hatalı yorumları nasıl önleyebiliriz, en azından nasıl azaltabiliriz?” “Müslümanlar tarafından fethedilmiş ülkelerde işlerlikte olan farklı sosyal ve tarımsal şartlar muvacehesinde, İmamı Azam’ın fıkhi mezhebi, hadis literatüründe kayda geçmiş önceki vakalardan, değil tamamen, kısmen bile yararlanmamış görünüyor. Hanefilere açık tek şık, yorumlarında, işletilen akla müracaat etmekti…” “İmamı Azam’ın kullandığı kıyas, başlangıçta, müçtehidin kişisel kanaatini tanınmaz hale getiren sahte bir elbise gibi göründü ise de zaman içinde, İslam fıkhında bir hayat ve hareket kaynağına dönüştü…” “Anılan çekişmelerin sonuçlarını tümüyle içselleştirmiş olan İmamı Azam fıkhı, kendi özgün ilkelerinde tamamen özgürdür ve bu niteliğiyle, yaratıcı intibak kudretine diğer fıkıh ekollerinin hepsinden çok daha yüksek derecede sahiptir. Ne var ki, günümüzün Hanefi fakihi, kendi mezhebinin ruhuna aykırı olarak, kurucu imamının veya onun yakın öğrencilerinin yorumlarını ebedileştirmektedir. Bu durum, İmamı Azam’ı eleştiren ilk muarızlarının somut vakalar üzerine verilen fetvaları ebedileştirmelerine benziyor.” “Hanefi ekolün asli ilkesi olan kıyas, gerektiği gibi anlaşılıp hakkıyla uygulandığında, İmamı Şafii’nin de haklı olarak söylediği gibi, içtihadın diğer bir adından başka bir şey değildir. O içtihat ki, vahyedilen kitabın sınırları içinde, her zaman ve tamamen serbesttir…” “İçtihat kapısının kapandığı yolundaki söylem, kısmen, İslam fıkıh tefekkürünün kristalize olmasından, kısmen de, özellikle ruhsal düşüş sürecinde vücuda gelen zihni tembellik yüzünden, büyük fakihleri putlara dönüştüren bir hayal, bir yalandır. Sonraki dönem fakihleri bu yalanı sahiplenmiş olsalar da çağdaş Müslümanlar zihni bağımsızlığın istekli bir teslimi olan bu sahiplenmeyle bağlı değildirler. Sekizinci asrın Şafii fakihi Türk müfessir Bedruddin ez-Zerkeşi-ölm. 794/1392 haklı olarak şu tespiti yapıyor: “İçtihat kapısının kapandığı iddiasına geçerlilik tanıyanlar eğer eski ulemanın, içtihat için daha çok kolaylığa sahip olduğunu, sonraki ulemanın ise daha çok zorluğa maruz kaldığını söylemek istiyorlarsa bu anlamsız bir iddiadır. Çünkü içtihat meselesinde, sonraki ulemanın eski ulemaya nispetle daha büyük imkânlara sahip bulunduğunu anlamak için çok fazla bir kavrayışa sahip olmak gerekmiyor. Gerçek şu ki, Kur’an tefsiri ve hadis şerhlerine ilişkin eserler öylesine artmıştır ki, bugünün müçtehidinin elinde, bir müçtehidin muhtaç olduğundan çok daha fazla malzeme vardır.” İkbal şöyle devam ediyor: İslam dünyası, nüfuz gücüne sahip tefekkür ve taze deneyimlerle donanmış olarak, kendisini bekleyen yeniden yapılanma işini yerine getirmek üzere cesaretle ilerlemelidir. Bu yeniden yapılanma işinin, hayatın modern şartlarına düzen vermekten daha ciddi bir yanı vardır ve şudur: “Büyük cihan harbinin getirdiği uyanış, bir Fransız yazarın, ‘İslam dünyasının sağlamlık ve denge unsuru’ olarak tanıttığı Türklerin uyanışını da sağladı. Müslüman Asya bölgesinde yaşanan yeni ekonomik tecrübe, gözlerimizi, İslam’ın derin anlamını ve kaderini kavramak üzere açmalıdır…”


“Son olarak şu tespiti yapmama izin verin: Bugünün Müslüman’ı kendi konumunu önemsemeli, temel esaslar ışığında sosyal hayatını yeniden inşa etmeli, İslam’ın şu ana kadar sadece kısmen ortaya konmuş gayretleri arasından bu dinin nihai hedefi olan ruhani cumhuriyeti meydana çıkarıp geliştirmelidir.” Bağımsız Yaşama Coşkusu Ve Mustafa Kemal: İkbal’e göre, işgal ve köleliği kabul eden Hintli Müslümanların karakteri ‘insana yakışmayan’-unmanly bir karakterdir. Bu karakter onların, bireysel ve ulusal morallerini mahvetmiştir. Ve bu karaktere yenik düşen Müslümanlar, işleri ve kazançları, mevki ve siyasal kariyerleri ne olursa olsun, çöküşe, mahvolmaya mahkûmdurlar. Çünkü onlardaki ‘hayat coşkusu, varoluş aşkı ve bağımsızlık sevdası’ mecalsiz kalmış, sönmüştür. Büyük İkbal, içini yakan bu acısını, Armağanı Hicaz adlı eserindeki şu Farsça beyitle dile getirmiştir: “Şebi Hindi ğulamanra seher nist, Be in hak, afitabira gozer nist.” Yani, “Köleler Hindistan’ının gecesine şafak yok; bu toprak üzerinden bir güneşin geçmesi söz konusu değil.” Ölümsüz düşünüre göre, bu karanlık kaderin müsebbipleri Hintli Müslümanların bizzat kendileridir. Çünkü onlar, Türklerin aksine, özgür ve bağımsız yaşamayı sağlayacak bir karaktere sahip olamamışlardır. İkbal, burada, Hintli Müslümanlar için gerçekten çok ağır bir sıfat kullanmıştır: ‘Characterless Host.’ Yani ‘Karaktersiz kalabalık veya karaktersiz ev sahibi veya karaktersiz ordu.’ Kullandığı ‘host’ sözcüğü bu anlamların üçünü de taşımaktadır ve İkbal’in öfkesini ifadeye belki de en uygun sözcüktür. Bu tabiri kullandığı konferansında üç soru soruyor ve üçünün cevabının da olumsuz olduğunu bildiriyor. Sorular şunlardır: 1: Hintli Müslüman güçlü bir bedende güçlü bir iradeye sahip midir? 2: Hintli Müslüman, var olmak iradesine sahip midir? 3: Hintli Müslüman, kendine ait olan sosyal vücudu darmadağın etmeyi amaçlayan güçlere karşı koymayı başaracak yeterlilikte bir karaktere sahip midir? “Üzgünüm ama diyor İkbal, bu soruların tümüne olumsuz cevap vermek zorundayım.” Ve ekliyor: “Efendiler! Bilmelisiniz ki, büyük var oluş savaşlarında, sosyal bünyenin hayatta kalmasını sağlayacak olan temel değer sayı çokluğu değil, niteliktir. İnsanoğlunun en mükemmel ve kader belirleyici sermayesi nitelik, namı diğer karakterdir.” İkbal’in, İslam dünyasının kaderini mutluluğa doğru kanatlandıracak ruhu, İmamı Azam’ın mücadelesiyle, onun zihniyetini izleyen Türklerin fikir ve siyaset anlayışında bulmasının sebebi, işte buradadır. Yani İkbal, İslam ümmetinin selametini Hintli Müslüman’la Türk Müslüman’ın mukayesesinde dikkat çeken, ‘Türk Devrimi’nin yarattığı fark’ta bulmaktadır. Hintliyi zavallı köleye dönüştüren o fark olduğu gibi, Türk’ü vazgeçilmez ve öncü kılan da o farktır. Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlık da anılan farkı yaratan önderin Mustafa Kemal olması yüzündendir. İkbal, kader belirleyen Gazi’ye bu derin hayranlığını, Peyamı MaşrıkŞarktan Haber adlı şiir kitabına koyduğu şu manzumesiyle ölümsüzleştirmiştir: MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA HİTAP-Allah Ona Yardım Etsin! “Bir millet vardı ki, biz onun hikmet, akıl ve idraki sayesinde takdirin gizli âlemindeki sırlara vakıf olduk.” “Bizim aslımız, rengi uçmuş bir kıvılcım iken onun bir bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan güneş haline geldik.” “Din büyüğü Harem piri, gönlünden aşk mefhumunu çıkardı. O zaman, âlemde kusurumuz derecesinde zelil olduk.” “Bize yarayan, ovaların sert rüzgârlarıdır. Bahar rüzgârının nefesleri altında dargın ve mustarip bir goncaya döndük.” “Allah dışındaki şeylerin tuzağına düştüğümüzden beri, o, feleklerin kubbesini aşan feryatlarımız, birer iniltiye dönüştü.” “Tuzak kurmadan nice avlar avlayıp terkimize asmıştık. Şimdi ise okumuz ve yayımız koltuğumuzda, avlarımız bizi öldürüyor.” “Atın nereye kadar giderse oraya yürü, düşünme! Biz bu meydanda nice kereler tedbirli olalım diye diye mat olduk.”-İkbal, Peyamı Maşrık, Ali Nihat Tarlan tercümesi, 79 Avrasya idealini tehdit eden temel olumsuzluk: Din istismarı Avrasya kavram ve idealinin tek kutuplu şeytanî dünyayı ciddi biçimde rahatsız ettiğini asla unutmayın. Bunu unutmadığınızda, Avrasya idealinin hangi tehlikelerle yüz yüze


kalabileceği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu tehlikelerin başında tek kutupluluğun süper güçlerince oynanabilecek oyunlar gelmektedir. Ve o oyunlar yıllardan beri oynanmaktadır. Bu oyunlarda kurban edilen değerli insanların sayısı epeycedir. İkinci sırayı din istismarı veya dinin siyasallaşması alacaktır. Ben inanıyorum ki, Avrasya idealine yara açacak bir numaralı olumsuzluk, dinin istismar ve yozlaştırılmasıdır. Tarihin her döneminde her büyük idealin en büyük problemi, yozlaştırılan dinin, din aktörlerince istismar edilmesidir. Dinin bir yıkım ve bölücülük aracı olmasını önlemenin ilk şartı, tarihten ders almaktır. Tarih, bir anlamda, din kavgalarının döktüğü kanların ve akıttığı göz yaşlarının serüvenidir. Bu kanlardan ve göz yaşlarından ders almak zorundayız. Bu dersi alabilirsek, bugün artık şu veya bu teolojinin öne çıkmasını değil, “tarihin teolojisi”nin öne çıkmasını hareket noktası yaparız. Ben buna “teolojilerin teolojisi”ni öne almak diyorum. Bunun daha açık anlamı şudur: Dinlerin ortak değerleri olan sevgi, paylaşım, hoşgörü, şefkat, yardımlaşma gibi evrensel değerleri ve kategorik ahlak ilkelerini birlikte almak, bunun dışında kalan alt meselelerde birbirimize hoşgörülü davranmak...Herkes öteki din mensubunun mabedine ve ibadet şekline hoşgörülü davranacak ama herkes şunu da bilecek: Gerçekte tüm yeryüzü mabet, tüm meşru fiiller ibadettir. Taş-toprak duvarlar arasına sığdırılan bir Tanrı’nın insanoğluna hiçbir şey vermediği artık anlaşılmış olmalıdır. Artık öğrenmiş olmalıyız ki Tanrı, sadece bu yerküreyi değil, tüm evreni bir büyük mabet yapmıştır. Bu büyük mabedin bir küçük modeli de insanın yüreğidir. Hz. İsa’nın ölümsüz deyişiyle, kullanacağımız çanağın içi, insanın yüreğidir. Ne yazık ki insanoğlu bugüne kadar çanağın hep dışını yıkamakla uğraştı, kendisine esas hizmeti verecek içi ihmal etti. Bugün artık, büyük evren mabediyle, onun yeryüzüne inmiş şekli olan insan yüreğinde birleşip ikincil mabetler konusunda birbirimizi hoşgörü ve anlayışla karşılamalıyız. Din sınıfının hegemonyasını sembolize eden taş duvarları, geçmişte yapıldığı gibi, insanın üstüne çıkardığımız taktirde din, insan haklarını ihlalin kutsal bir aracı ve maskesi haline gelir ve eski ıstırapları yeniden yaşamak zorunda kalırız. Mabed duvarları, din sınıfı denen şerir gürûhun kutsalıdır, Tanrı’nın değil. Tanrı’nın kutsalı, insanın hakları ve yüreğidir. İnsanlık şunu da unutmamalıdır: Komünizm çökmüştür ama sosyal demokrasi, hatta sosyalizm çökmemiştir, çökmeyecektir. Çünkü sosyal demokrasi bir ideolojik değer değil, bir ortak-evrensel insanlık değeridir. Kapitalizm de komünizm de insan gerçeğiyle bağdaşmıyor. İnsanın mutluluğuna zemin oluşturacak hayat ve insan değeri, sosyal demokrasidir. Küreselleşme, Batı sömürgeciliği tarafından komünizmin karşıtı gibi gösterilse de aslında sosyal demokrasinin karşıtıdır. AVRASYA İDEALİ, LAİKLİK VE DEİZM Avrasya ideali, bir sosyal demokrasi modelinin büyük bir dünya gücüne dönüşmesi olmalıdır. Bu modelin maruz kalabileceği en büyük tehlike olan din istismarı ve hegemonyasının hukuksal panzehiri laiklik, felsefî-metafizik panzehiri deizmdir. Laiklik, Batı destekli Ortadoğu despotizmlerinin tanıttıkları gibi, din karşıtlığı değildir. Deizm de, dincilik zihniyetinin tanıttığı gibi ateizm değildir. Laiklik de deizm de Allah‘a imanını korumak isteyen ama dinci tasallutun kahrı altına girmek istemeyen


kitlelerin , kurtuluş reçeteleridir. Bu reçetelerin, Kur’an tarafından da onaylanmış olduğunu insanlığa duyurmaksa tüm aydınların vicdan borcudur. Geleneksel aldatma odakları salya püskürtür diye bu gerçekler saklanırsa aydınlık adı altında ihanet sergilenmiş olur. Laiklik, kitlelerin kendi kaderlerine kendilerinin egemen olması için, Tanrı’nın vekilleri gibi faaliyet gösteren din baron ve cellatlarını devre dışına çıkarmanın yolu-yöntemi ve normativ güvencesidir. Laiklik korunmadan demokrasiyi ve akılcılığı korumanın mümkün olacağına inanmak akıldan uzaklaşmakla eşanlamlıdır. Avrasya ideali açısından Türkiye Avrasya kavramının Türkiye için taşıdığı anlam çok önemlidir. Herkes itiraf eder ki, Türkiye, Avrasya coğrafyası açısından hayatî öneme sahiptir. Tek kutuplu dünyada, diğer bir deyişle, küreselleşmenin sömürüsüne maruz bırakılan dünyada en ağır ve kahırlı faturalardan birini de Türkiye ödüyor. Ne ilginçtir ki, küreselleşmenin bir modern sömürü aracı halinde kullanıldığını Güney Amerika ülkeleri bile fark edebiliyor ve bakıyorsunuz 180 milyon nüfuslu Brezilya, yanına aldığı bazı Latin Amerika ülkeleriyle bu yeni sömürü aracına karşı çakmanın yolların arıyor. Türkiye ise, her yanından budanmakta, her gün yeni bir oyunla aldatılmakta olmasına rağmen daha işin farkında bile olamamış bir‚ zavallı görüntüsü taşımayı sürdürüyor. Sebep belli: Atatürk Türkiye’sinde Atatürk’ün çap ve mesajına kısmen olsun varis olacak devlet adamı yok. Fatih Altaylı, Başbakan’ın Atatürk’e sataşan bir demeci üzerine ne güzel yazmıştı geçen gün: “Atatürk’ten sonrakilerin tümünü toplayıp beşle çarpsanız yarım Atatürk elde edemezsiniz." İşte Türkiye’nin temel meselesi budur. ABD ve AB Türkiye’yi içlerine alacakmış gibi görünerek Türkiye’den istediklerini alıyorlar, Türkiye’yi istedikleri yere getirip istedikleri kıvamda şekillendiriyorlar. Türkiye Batı’nın (ABD ve AB) bu ikiyüzlü çökertme politikaları karşısında nasıl ayakta duracaktır? Bunun yolunun Batı’ya biraz daha teslim olmaktan geçtiğini öne süren Batıcı tipler az değildir. Bunlar, Batı ile beraberlik adına Türkiye’yi 'kendisi' yapan her şeyi vermeye hazır görünüyorlar. Saltanat dincisi, akılcılık karşıtı ekipler de, Batı’nın ağızlarına çaldığı bir parmak balla uyuşmuş olarak Batıcılarla birliktelik içine girmiş bulunmaktadır. Saltanat dincileri, Batı’nın, özellikle AB’nin kucağına uzandığımızda kendileri için bir numaralı sıkıntı kaynağı olan Atatürk aydınlığının karartılacağını ve meydanın kendilerine kalacağını düşündükleri için Batı’ya teslimiyeti bir tür cennet ideali gibi görmekteler. Atatürk’e ve onun akılcılı-ğına duydukları derin ve dinmez kin, dünya ölçeğinde olup bitenleri de Türkiye gerçeğini görmelerine engel oluyor. Bu takıntılardan arınarak baktığımızda görürüz ki, Türkiye’nin Batı tahribi karşısında tek başına direnmesi şu an itibariyle mümkün değildir. Türkiye’nin dayanacağı tek çare yeni dengeler yaratmak ve yeni birliktelikler kurmaktır. Bunların en rasyoneli ve en kolay oluşturulabilecek olanı Avrasya birlikteliğidir. Türkiye, Avrasya imkânını değerlendirerek bölge ülkeleriyle yeni birliktelik oluşturup yeni bir denge yaratamaz ise ABD ve AB Türkiye’yi birkaç parçaya bölerek mahvedebilir. Avrasya birlikteliği için koşullar son derece elverişlidir. Rusya ve Çin başta olmak üzere İran ve Arap ülkelerinin önemli bir kısmı Batı’nın tek kutuplu dayatmasıyla dünyanın felakete sürüklenmekte olduğunu görebilmektedir. Hindistan da durumun farkındadır. Fransa ve Almanya gibi büyük AB ülkeleri de Amerikan hegemonyasının yaratacağı


dehşetten ürktükleri için, karşı birlikteliğe en azından şimdilik engel çıkarmayacak bir görünüm arz etmekteler. Putin’in verdiği büyük destek, yani Rusya’nın öncülüğü, Avrasya hareketini önemli bir aşamaya getirmiş bulunuyor. Çin, Hindistan ve İran Rusya’nın yanında yer almış görünüyorlar. Şimdilerde Türkiye’nin tavrı ne olacaktır sorusu soruluyor. BATI’YA TESLİMİYETTEN KURTULMADIKÇA… Ne yazık ki Türkiye, bu noktada Batı’ya teslimiyetin uyuşukluk çemberinden sıyrılarak kendisine ufuk ve gelecek açacak bu oluşuma katılma iradesi sergileyemiyor. Batı, Türkiye’nin burnuna âdeta halka geçirmiş, nefes almasına izin vermiyor; Türk hükümetlerinin ensesine sıkıca basmış, “Benim iznim olmadıkça kımıldayamazsın” diyen bir tavırla Türkiye’yi kontrol ediyor. Su başlarını tutmuş ve Mâûn ihlalleriyle akıl almaz servetlere sahip olmuş saltanat dincileri ise “Mustafa Kemal’i yok etme projemize destek ABD ve AB’den gelir” beklentisi içinde her şeyi unutmuş, yarı mefluç halde Batı’nın dikte ettiklerini sayıklamaya devam ediyorlar. Kendi tabirlerince,“Ankara’nın şerrinden Brüksel‘in şefaatine sığınıyorlar.” Bunu söylerken, bugün ‘Ankara’ demenin kendileri demek olduğunu unutuyorlar. Kin, işte böyle şaşılaştırıyor. Durumu bir cümle ile özetlemek istediğimizde şunu söyleyeceğiz: Türkiye üzerindeki Batı dayatmaları ya Avrasya kavram ve idealiyle etkisizleştirilecek veya Türkiye, AB ve ABD tarafından yavaş yavaş çökertilecek. Bir 26 Ağustos daha: Malazgirt’ten Kocatepe’ye Müslüman Türklerin Anadolu’ya girişleri bir 26 Ağustos’ta olmuştu. 1071 Malazgirt zaferiyle. Malazgirt’in intikamını alarak Türkleri Anadolu’dan kovmak isteyen haçlı ordularının Kütahya topraklarında imha edilmesiyle Anadolu’nun ikinci kez Türkler adına tarihe tescili de bir 26 Ağustos günü oldu. Bu kez, savaşın adı Büyük Taarruz, kumandanı, Alparslan’ın torunu Mustafa Kemal’di. Velhasıl, mübarek bir gündür bizim için 26 Ağustos… 19 Mayıs 1919’da başlayan destanî ‘Kurtuluş’ yürüyüşü, 30 Ağustos 1922 sabahı şu manzara ile sonlanır. Destanın ölümsüz başbuğunun anlatımından izleyelim: “Muharebe meydanını dolaştığım zaman ordumuzun kazandığı zaferin azameti ve buna karşılık hasım ordusunun uğradığı felaketin dehşeti beni çok duygulandırdı. Sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, mahfuz, örtülü yerler; bırakılmış toplar, otomobillerle, namütenahi teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrûkat aralarında, yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargâhımıza sevk edilen esir kafileleri ile hakikaten bir mahşeri andırıyordu.” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/486) Böyle bir sonu hiç kimse hayal bile edemiyordu. Bir kişi hariç: Destanî yürüyüşü yöneten kumandan Mustafa Kemal. O, en iyimserlerin bile ‘acaba!’ dediği günlerde sonucun zafer olacağından öylesine emindir ki, ‘Tekâlif-i Milliye’ (Ulusal yükümlülük) ile halkından ellerinde olan her şeyin yüzde kırkını borç/yardım isterken onlara makbuz vermekte ve makbuza şu taahhüdü yazmaktadır: “Zaferden sonra ödenmek üzere...” Mustafa Kemal sözüydü bu. Mustafa Kemal böyle emin konuşuyordu ama ülkenin her yanında, özellikle İstanbul’da ‘zafer’ kelimesine gülenler, “Kazanacağız” tabirinden tiksinenler vardı. O günleri yaşayarak yazmış Falih Rıfkı Atay’ı dinleyelim: “Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal! Sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. Dilim, kalemim tutuldu. Yakup Kadri’yi aradım; ilk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim. Tuhaf şey: İzmir’in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde sevinme gücü bile kalmamıştı. Gönlümüz uzun ve derin bir uykuya dalmış gibiydi.” “Nemiz varsa, bağımsız bir devlet olmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar olarak dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdan ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz. Akşam gazetesinin ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: ‘Elhamdülillah, İzmir’e


kavuştuk.’ Gazeteyi pencereden atıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu. DİNCİ ALÇAKLIĞIN 26 AĞUSTOS’TAN RAHATSIZLIĞI Tarihin kulağına şu ibret verici gerçeği de üflemek zorundayız. Mustafa Kemal’e muhalefeti din-iman yapmış bağımsızlık düşmanı, Dürrîzade ve Damat Ferit torunu, emperyalizm uşağı dinci alçakları nasıl kahrettiğini, Falih Rıfkı’nın yaşanmış şu satırlarından daha iyi hiçbir şey anlatamaz: “Muhittin Baha bana bir Ankara hikâyesi anlattı. Onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Meclis’te bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş; Mustafa Kemal’in muhaliflerinden biri, şöyle konuşmuş: ‘Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir’i bize vereceklerdi. Nesini büyütüp duruyorsunuz.’ Ve namussuzlukların en iğrenciyle eklemiş: ‘Yunanlılardan kurtulduk; bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız? Evet, Mustafa Kemal’in muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. Ah! Bir kurşun, son Yunan kurşunu Mustafa Kemal’in göğsüne saplanamaz mıydı?” (Atay, Çankaya, 338-340) Ben, Mustafa Kemal’e düşmanlığı kuduz bir sadizme dönüştürmüş dinci alçaklığı bu anekdot kadar isabetle tanıtan ikinci bir anlatıma rastlamadım. 9 EYLÜL VE İZMİR RUHU Kurtuluş Savaşı’nın mukaddes erleri ve onların mukaddes başbuğu, 30 Ağustos 1922 zaferiyle Afyon ovasına serdikleri ırz ve namus düşmanı işgalci Yunan paryalarının leşleri üzerinden geçerek İzmir’e doğru yürüdüler.‘Halâskâr Gazi’, 10 Eylül günü İzmir’e girdi. Tarihin bu muhteşem ve mübarek gününden bazı ölümsüz tabloları hatırlatalım. Halâskâr Gazi’ye ihanetin âdeta dinleştirildiği şu ‘devr-i hıyanet’ de hiç değilse İzmir ruhu taşıyan benliklerde yeni bir coşku yaratır. 8 Temmuz 1920’de Bursa işgal edildiği zaman TBMM kürsüsünün üstüne siyah bir örtü örtülmüş ve “Bu örtü, memleket kurtarıldığında kaldırılacaktır” denmişti. 10 Eylül 1922’de Bursa düşmandan temizlendi. Ve TBMM’deki siyah örtü o gün kürsünün üstünden kaldırıldı. Kaldırılan o örtü, âdeta, Türk milletinin kara bahtının kaldırılıp atılmasıydı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/500) Düşmanı ülkenin harimi ismetinden temizleyen mustarip-mukaddes adam Mustafa Kemal İzmir’e girdiğinde onun geleceği binanın önünde toplanan değişik kasabalardan kadınlar bekliyorlardı. Şimdi o tabloyu seyreden Halide Edip’i, gözyaşlarımıza hâkim olmaya çalışarak dinleyelim: “Gölgeler gibi çekingendiler. Onu, o dar girişte görünce yerlere doğru eğildiler. Sarılıp dizlerinden öptüler. Başörtülerinin uçlarıyla ayakkabılarının uçlarını sildiler. Bazıları o tozları gözlerine sürdüler. Ve onların gözlerinden onun ayakkabılarına gözyaşları damladı. Sonra geçip önünde el bağladılar. Yaşlı gözlerle ona uzun uzun baktılar.” İzmirliler ona bir otomobil hazırlamışlardı. Bu otomobili, tek parçası görünmeyecek kadar güller, çiçekler, laleler, sümbüllerle süslemişlerdi. Göklerde uçan bir mitoloji tanrısının kanatları gibi. Yalvarırlar: “Gazi bu araba içinde Karşıyaka’ya geçsin.” Ve Atatürk’ü ölümsüzlük semasına taşıyan bir büyüklük belgesi: Muzaffer kumandan gireceği binanın taş döşeli kapısı önüne geldiğinde tam içeri gireceği noktada yere serili bir şey görür. “Bu nedir?” diye sorar. Bir bayan cevap verir: “Yunan bayrağı, paşam. Bu eve giren işgalci Yunan Kralı Konstantin, içeri girerken, taşlığa serilen Türk bayrağını çiğneyerek geçmişti.” Mustarip ve mukaddes adam, sonsuza kaydedilecek cevabını verir: “Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar edemem. Bayrak milletin şerefidir; ne olursa olsun, yerlere serilmez ve çiğnenmez. Kaldırınız!”


DESTANÎ ZAFERİN GETİRDİĞİ DESTANÎ TEVAZU İzmir’den Ankara’ya döndü. 4 Ekim 1922 günü TBMM karşısında konuşurken, sanki fazla bir şey yapmamış gibi mütevazıdır. O büyük zaferi göklere çıkarırken bunu millete mal eder. Öte yandan, yapılan işi bir sevinç ve uçuş sebebi saymak yerine bir başlangıç sayar. Muhteşem başbuğa göre, kazanılan zafer her şey demek değildir. TBMM’den şöyle seslenir: “Kazanılan zafer, bize bir imkân bağışlıyor. Biz bu imkânı, memleketimizin, milletimi-zin refahı, geleceği için kullanacağız.” Anlaşılan o ki, ölümsüz adamın ruhunda saklı bulunan sevda, kazandığı bu zaferden çok daha büyük zaferlere imza atacak dirayettedir. 1928 yılının 30 Ağustos Zafer bayramı kutlamaları sırasında duygularını yazması istendiğinde ölümsüz adam şunları yazmıştır:“Bir insan kendini milletiyle beraber hissettiği zaman ne kadar kuvvetli bulur, bilir misiniz? Bunu anlatmak çok zordur. Bunu izahta âciz kalıyorsam beni mazur görünüz.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 22/203) Tam bu noktada, Atatürk’ün, İzmir dönüşü TBMM’ye girdiğinde millet için ne anlam ifade eder hale geldiğini onun hayatını en iyi yazanlardan biri olan Şevket Süreyya Aydemir’den dinleyelim: “Halkın gözünde o artık, milletin sinesinde bir ferdi mücahit olmaktan çıkmış, milletin rızasıyla milletin üstünde bir varlık haline getirilmişti.” Dinci nankörlüğün bu mukaddes varlığa, bu mukaddes zaferden kısa bir süre sonra çok alçak ve imansız bir hıyanet tezgâhı kurduğunu da unutmayalım. Gelecek yazıda anlatacağız. Halâskâr Gazi’ye dinci ihanetin ilk oyunu Anlatacağım olayı her okuduğumda, "Halâskâr Gazi’nin milleti bu mu?" diye sorarım kendi kendime. Evet, bir millet, bir halk, iki ay önce analarını, avratlarını, kızlarını, kızanlarını işgalci paryaların tasallutundan kurtarmış bir çilekeş adama, böyle bir ihaneti, böyle bir nankörlüğü nasıl reva görür. Evet, yaratıcı ruh, iltifatlar, takdirler ve madalyalar için yaşamaz. İltifat ve madalyalar onun gayret ve şevkini arttırabilir ama son tahlilde amaç, yaratıcı ruhun tarihe bırakacağı eser olduğundan yaratıcı ruh, tüm nankörlüklere rağmen yürümeye ve üretmeye devam eder. Belki kaşları çatık, tebessümü eksik olur ama yola devam eder. Yaratıcı ruh için ilke şudur: “Gönül kalsın, yol kalmasın!” (Kuşadalı İbrahim Halvetî) Halâskâr Gazi de bütün ihanetlere ve nankörlüklere rağmen yoluna devam etmiş, tarihin ve Tanrı’nın ona yüklediği görevi yerine getirmiştir. Ve ona nankörlük eden halk da belasını bulmaya başlamıştır. Belasının tamamını bulacak ve başını duvarlara çarparak perişan olacaktır. Çünkü tarihin diyalektiği sabırlıdır ama ilkelerini çiğneyenleri affedici değildir. Mustafa Kemal’in hayatı hep nankörlüklere maruz kalmakla doludur. Bir milletin kurtuluşunun namı diğeri olan Büyük Taarruz’un arkasından toplanan TBMM’de onun tekrar milletvekili seçilmemesi için önerge veren onursuzları düşünelim. İş bittikten sonra işi bitireni kenara itip öne çıkmak, insanoğlunun tarihe bıraktığı alçaklıkların en namertlerinden biridir. İzmir’e girişinde, Yunan paryalarının tasallutuna uğramış kadınların, kendilerini kurtaran ‘mukaddes adam’a nasıl bir sevgi ve bağlılık gösterdiklerini geçen yazıda anlatmıştım. O tabloların üstünden daha üç ay gibi bir zaman geçmeden, 2 Aralık 1922 günü, aynı ‘mukaddes adam’ı vatandaşlıktan düşürüp kurtardığı ülkenin sınırları dışına atmak için bir komplo kurulduğunu görüyoruz. Meclis’e verilen bir kanun teklifiyle, Anadolu toprakları


içinde doğup büyümeyen, şu anda da ülkede malı mülkü olmayanların milletvekili seçilmeleri önlenmek isteniyordu. Hedef belliydi : Atatürk’ü vatandaşlıktan düşürüp yeni seçimde TBMM’ye girmesini önlemek. Tarihin en ibret verici, en namussuz tertiplerinden biri olan ve başını Dürrîzade torunu hainlerin çektiği oyunun serüveni şöyle: ALÇAKLIĞIN BÖYLESİ… “Mustafa Kemal’in büyük hamlelerine karşı daima muhalefet eden ikinci grup, yine coşmuştu.Mustafa Kemal’in şahsiyetini çürütmek maksadıyla kürsüye gelen Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, Atatürk’ü hedef tutarak: ‘Bu memlekette dikili bir ağacı olmayanların aramızda işi yoktur’ diye bağırmıştı. Atatürk, Hüseyin Avni’ye Meclis kürsüsünden şu cevabı verdi: “İmparatorluğun dört bucağını yangınlar sardığı zaman, devlet beni bu ateşleri söndürmek için durmadan her tarafa gönderdi. Ne yapayım ki, bu müddet içinde ne evlenebildim, ne çocuğum oldu, ne evim ve ne de önünde dikili bir ağacım!” Muhalifler, Atatürk’ü mebusluktan çıkarmak hevesine düşmüşlerdi. Bir yerde beş yıl oturmayan ve memleketi düşman işgalinde olan Türkleri mebus yaptırmamak için kanun teklifi verdiler. Atatürk’ün bu teklife cevabı şuydu: “Doğum yerim, maalesef bugünkü sınırların haricinde kalmış bulunuyor. Her hangi bir seçim bölgesinde beş yıl devamlı oturmuş değilim. Onun sebebi, bu vatana yaptığım hizmetlerdir. Eğer bir yerde beş yıl oturma şartına uymuş olsaydım, düşmana karşı verdiğim mücadeleleri vermemem gerekirdi. Hiçbir yerde beş yıl oturamayacak kadar mesai sarfetmiş bulunuyorum. Ben zannediyordum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin muhabbet ve tevecühüne mazhar olmuşum. Belki bütün İslam âleminin teveccühüne mazharım. Bütün bu hizmetlerime karşılık, vatandaşlık hukukundan düşürülmeye maruz kalacağımı asla hatırıma getirmezdim. Sanıyorum, yabancı düşmanlar bana suikast etmek sûretiyle beni memleketimin hizmetinden uzaklaştırmaya çalışacaklardır. Fakat asla hatırımdan geçmezdi ki, bu yüce Meclis’te velevki iki üç kişi olsun, aynı zihniyeti taşısın. Benim vatandaşlıktan düşürülmem için takrir veren bu efendilere bu hakkı kim vermiştir? Bunu bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum.” (Enver Behnan Şapolyo, Mustafa Kemal Paşa ve Millî Mücadele’nin İç Âlemi, 154-156; Atatürk’ün Bütün Eserleri, 14/160-163) Gazi’nin bu konuşması üzerine, ülke ayağa kalktı; namussuz takrir geri çekildi. Ve hıyanetin bu ilk perdesi böylece kapandı. Ama hıyanet vazgeçmedi, uyumadı. Daha sonra neleri nasıl yaptı? Bu köşeyi takip edenler, bu sorunun cevabı olacak yazılarımı elbette okumuşlardır. Ve okuyacaklardır. Kurtuluş Savaşı kadrolarında namus kavramı Türk Kurtuluş Savaşı, namıdiğer Müdafaai Hukuk lügatinde ‘Namuslu adam’ tabiri şu üç anlamı kapsamaktadır: 1.Vatanperver, 2. Dürüst, 3. Dindar yani dini, riya ve çıkar aracı yapmadan benimseyen. ‘Namussuz adam’ da bu ayrıma uygun olarak şu üç anlamı kapsayacaktır: 1. Vatan haini veya vatan diye bir kaygısı olmayan, 2. Çıkarcı, egoist, şahsiyetsiz, dönek ve kahpe, 3. Dinci yani dini emperyalizmin emrine vermekte ve çıkarı için işgalci haçlılarla işbirliği yapmakta sakınca görmeyen onursuz tip. Namuslu adam öncelikle vatanperver adamdır. Bir adamın namuslu olup da vatanperver olmaması söz konusu edilemeyeceği gibi, vatanperver olup da namuslu olmaması da söz konusu edilemez. Vatanperver adamın dürüst olmaması da söz konusu edilemez. Müdafaai Hukuk öncülerinin namus kavramından neyi anladıklarını tam kavramak için onların başbuğu olan Mustafa Kemal’in bu kavramdan ne anladığına bakmak gerekir. Atatürk, tarih


önünde yaptığı işin ‘namuslu olmanın bir gereği’ olduğunu düşünmektedir. 20 Mart 1923 Konya konuşmasında şöyle diyor: “Milletimin emniyet ve itimadına, ancak bundan sonra da tarihe, millete, vatanıma karşı uhdeme düşen namus vazifesini en son hadde kadar yaparak layık olmaya gayret edeceğim.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15/233) Anahtar kelime ‘namuslu’ kelimesidir. Bir Kuvayi Milliyeci “Bu adam namusludur” dediğinde o adama her Kuvayi Milliyeci her şeyini teslim ve emanet eder, her sırrını açar. NAMUSSUZLARIN YARDIM VE DESTEĞİ BİLE KABUL EDİLMEZ Bir adamın veya bir devletin vaat ettiği destek ve yardım, eğer ‘namuslu destek’ ise kabul edilir; aksi halde neye yararsa yarasın reddedilir. İstiklal Harbimizin büyük kumandanlarından biri olan Ali Fuat Cebesoy, bu ilkeye sadakatten bahsederken şöyle diyor: “Namuslu destekten başka bir yardım düşünmeyiz.” (age. 21/201) Burada, şu Kur’ansal buyruğun bir uygulamasına tanık olmaktayız: “Hayırda erginlik/dürüstlük ve takva üzere yardımlaşın! Kötülük/çirkinlik, düşmanlık/ saldırganlık üzere yardımlaşmayın!” (Mâide suresi, 2) Müdafaai Hukuk zihniyetinde ‘namus’, olumlu, hayırlı, işe yarar tüm kavramların bir bileşkesi olarak kullanılıyor. Atatürk’ün defalarca kullandığı anahtar ifadeye bir örnek daha: “Firar eden Vali (Harput Valisi hain Ali Galip) ve mutasarrıf (Malatya Mutasarrıfı hain Halil Bey) yerine, namus sahibi iki zatın süratle tayini lazımdır.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 21/76) Dikkat edilirse, aranan tek şey, namuslu olmaktır. Mustafa Kemal, sadece Türk milletinin değil, bütün toplumların çektikleri acıların sebebini tek kelimeye indirgemektedir: Namussuzluk. O halde, Mustafa Kemal’e göre, kurtuluşun, başarının ve mutluluğun sırrı da namuslu olmaktadır. Bir ülkenin namuslu adam sıkıntısı yoksa o ülkenin hiçbir sıkıntısı yoktur, olamaz. Türk milletine gelince, onun da biricik sıkıntısı namuslu adam kıtlığıdır. Özellikle namuslu aydın, namuslu işadamı ve namuslu siyasetçi kıtlığı. 19 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı uzun konuşmada şunları da söylüyor: “Çok namuskâr olmalıdır. Şimdiye kadar işlenen hataların en büyüğü, bilhassa müteşebbislerimizin, aydınlarımızın ve bilhassa âlimlerimizin en büyük günahı, namuskâr olmamaktır. Milletin karşısında namuskâr olmak, namuskâr hareket etmek lazımdır. Milleti aldatmayacağız! Millete daima ve daima hakikati söyleyeceğiz. Belki hata ederiz; hakikat zannederiz. Fakat millet onu düzeltsin!” (age. 14/349) KURTULUŞ SAVAŞI GÜNLERİNDE NAMUSSUZLARIN TEMEL DAYANAKLARI Bütün zamanlarda ama özellikle Kurtuluş Savaşı günlerinde namussuzlar namussuzluktan yararlanmada başlıca iki unsuru kullandılar: Din, para. Dinin kullanımını bu sütunda sık sık dile getirmekteyiz. Paranın kullanımına gelince, Atatürk bu hıyanet aracına daha Erzurum Kongresi’nin açılışında dikkat çekmiştir. Şöyle diyor: “Memleketimizde çok miktarda yabancı parası ile birçok propaganda cereyan ediyor. Bundaki amaç pek açıktır: Millî hareketi sonuçsuz bırakmak, millî istekleri felce uğratmak, Yunan, Ermeni emellerini, vatanın bazı önemli kısımlarını işgal amaçlarını kolaylaştırmaktır. Bununla beraber her devirde, her memlekette ve her zaman ortaya çıktığı gibi bizde de kalp ve sinirleri zayıf, anlayışsız insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda refah ve kişisel çıkarını vatan ve milletin zararında arayan sefiller de vardır. Doğu işlerini idare ederken, zayıf noktaları arayıp bulmakta elinden çok iş gelen düşmanlarımız, memleketimizde bunu âdeta bir teşkîlât hâline getirmişlerdir.” (Atatürk, Söylev ve Demeçler, 4-5) Namuslu adamların muhalefetleri ne kadar can yakıcı olursa olsun onlara dokunulmamıştır. Dokunulmayanlar içinde Kurtuluş Savaşı’nın başbuğuna aşağıdaki davranışları reva görenler de var. Tarihçi Enver Behnan Şapolyo, yaşayarak gördüklerini kayda geçiriyor:


“Mecliste Atatürk’ün şahsıyla uğraşanlar vardı. Bir gün yine mecliste idim. Trabzon Mebusu Ali Şükrü kürsüde konuşuyor, her şeyi şiddetle tenkit ediyordu. Mebuslar onu susturmak için ayak teptiler. Bunlar arasında Atatürk de vardı. Ali Şükrü herkesi bırakıp Atatürk’e dönerek, ‘Paşa, Paşa insanlar ayak tepmezler!’ diye bağırdı. Fakat onun bu sözüne kimse aldırmadı. Yine bir gün, operatör Emin Bey, gençler evlenirken erkekler de, kızlar da muayeneye tabi tutulsun deyince muhalif grup: ‘Kızlarımızı doktorlara muayene ettirmeyiz’ diye bağırdılar.” “Atatürk kürsüye gelerek, bu layihayı müdafaaya başladı. Bunun üzerine Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, sac sobanın önünde bulunan bir odunu Atatürk’e fırlattı. Fakat bu odun zabıt kâtiplerden birine rastgeldi; kâtip baygın yere yuvarlandı. Yine Atatürk buna sabırla cevap verdi.” (Şapolyo, Mustafa Kemal ve Millî Mücedele’nin İç Âlemi, 101-102) NAMUSLU ADAMA, MUHALİF DE OLSA DOKUNULMAZ Ali Şükrü, bizim yakın tarihimizin en garip tiplerinden biridir. Namuslu, bir adamdı. Bunu, Ali Şükrü’nün en ağır saldırılarına muhatap olan Atatürk bile dile getirmektedir. Ali Şükrü, mesela, bir Rıza Nur değildir. Rıza Nur da Atatürk’e sövmekle tarih olmuştur ancak Ali Şükrü’den farkı; ahlaksız, dinsiz, müptezel, hatta bazı kayıtlara göre homoseksüel, rezil bir tip oluşudur. Atatürk’e sövmeyi din haline getiren dinciler, son zamanlarda birinci derecede işte bu rezil adamın Atatürk hakkındaki küfür ve hezeyanlarını delil olarak kullanmaktalar. Bu da ayrı ve çok vahim bir namus zaafıdır. Biz burada, şunu görmezlikten gelemeyiz: Ali Şükrü, hastalık çapında bir Atatürk düşmanıydı. Bütün siyasal hayatı Atatürk’e saldırmak, onu küçük düşürmek, ona sataşarak tatmin bulmakla geçmiştir. Kişilik yapısı bakımından Ali Şükrü’ye benzeyen bir mebus da Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Ulaş’tır. O da Atatürk’e hastalık çapında düşman olanlardan ve en ağır hakaretleri edenlerden biridir. Bu muhalifler, haset ve kin krizleriyle sataştıkları Atatürk söz konusu olduğunda birer ‘acaip mahlûk’a dönüşüyorlardı. “Ali Şükrü, Mustafa Kemali hiç çekemezdi. Bütün tenkidlerine onu hedef tutardı. Mecliste mütemadiyen her vesileden faydalanarak Gazi’ye hücum ederdi. Bu menfi hareketleri ile, kendine bir şöhret yapmıştı.”(Şapolyo, age. 154-156) Atatürk, işte bu Ali Şükrü’den ağır şikâyetlerle huzuruna gelenlere şu tarihî sözü söylüyor: “Onun muhalefetine katlanalım, çünkü namuslu bir adamdır. Diyelim ki onu bertaraf ettiniz; onun yerine hem muhalif hem de namussuz biri gelirse ne yapacaksınız. Atatürk, Ali Şükrü’yü öldüren Topal Osman’ın, emniyet güçlerince yakalanması emrini vermiş, ölü olarak ele geçirildiğinde ise cesedini TBMM’nin kapısı önünde asarak sallandırmıştır. Müdafaai Hukuk öncülerinin namuslu adama saygıları böyleydi. Vatan haini namus yoksunlarına ise asla acımamışlardır. Mesela, İskilipli Âtıf’la Babaeski müftüsü Abdurrahman’ı, vatana hıyanetleri yüzünden (Şapka Risalesi yüzünden değil), hocalıklarına hiç bakmadan İstiklal Mahkemeleri’nde yargılayıp asmışlardır. Vatan haini bir adam hoca olsa ne, hacı olsa ne!!!

Bir 10 Kasım yazısı: Herkesle ve hiç kimsesiz önder! Gazi Mustafa Kemal Atatürk’süz bir 10 Kasım daha yaşadık. Onsuz kalışın acısını en derinden hissettiğimiz bir 10 Kasım oldu bu…


Halâskâr Gazi’yi bu fani âlemden ölümsüzlüğe uğurlayışımızın üstünden 74 yıl geçti. Bu yıllar boyunca ona hasretimiz de büyüdü, onsuzluktan kaynaklanan dertlerimiz de… Bu hasret ve bu dertler büyümeye devam ediyor, devam edecek. Dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeler gösteriyor ki, onun yeri ne bu ülkede ne de dünyada, daha uzun yıllar doldurulabilecek. Yüz yıl, belki iki yüz yıl o boşluk ve o boşluğun yarattığı derin ıstıraplar sürüp gidecek. Bu ıstırapların bitmesi için insanlığın onu anlaması lazım. Ne yazık ki, insanlık onu anlamış değil, yakın zamanda anlayacağa da benzemiyor. “Büyük bir askerdi” deyip geçiveriyorlar. Atatürk bu kadar mıydı? Hayır, asla! Onu anlamayan insanlık, onunla ilgili konuştukça bir gerçek daha belirginleşiyor: Atatürk, yaşarken yapayalnızdı, şimdi de yapayalnız. Bu yalnızlık tarihin bir benzerini tanımadığı bir yalnızlıktır. İnsanlığın en muhteşem mistik mirası olan tasavvufta, yaratıcı ve tarih yapıcı ruhun kaderini ifade eden ölümsüz bir söylem vardır. Farsça orijinaliyle şöyle: “Bâ heme vo bî heme.” Türkçesiyle şu demek: “Hem herkesle hem de hiç kimsesiz.” YARATICI RUHUN ARKADAŞI OLMAZ Büyük ruh, işte böyle bir benliktir. Hem hep kitlelerle birlikte olur hem de yapayalnız, bir başına yaşar. Bu ölümsüz söz, Atatürk kadar çok az insanda yerine oturur. Atatürk’ü iyi tanıyanlar itiraf eder ki, bu söz âdeta Atatürk için söylenmiş bir sözdür. Bendeniz, Atatürk’ü anlatmak için yazdığım ‘Atatürk Gerçeği’ adlı eserimin alt adı olarak bu sözü seçtim: ‘Herkesle ve Hiç Kimsesiz’ Kurtuluş Savaşı boyunca o herkesle ve herkes onunla. Aydınlanma savaşı boyunca hiç kimse onunla değil ve o, hiç kimsesiz. ‘Atatürk’ün arkadaşları’ tabiri kısmen ve çok az yanıyla doğrudur. Gerçeği tam ifade etmez.Çünkü yaratıcı-tarih yapıcı Atatürk’ün arkadaşı falan yoktur, olamaz. Hiçbir yaratıcı ruhun arkadaşı yoktur ve olamaz. Olursa o ruh yaratıcı ruh olamaz. Yaratıcı ruh için ‘arkadaşları’ sözü laf ola beri gele türünden bir sözdür. Bizzat Atatürk’ü dinleyelim: “Millî Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde kendi fikir ve ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir. Ben, milletin vicdanında sezdiğim büyük ilerleme kabiliyetini bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey bütün içtimaî heyetimize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.” Atatürk’ün, edebiyat tarihimiz açısından da bir şaheser olan Nutuk’u, birçok seçkin niteliği yanında ‘Herkesle ve hiç kimsesiz önder’in bu paradoksal kaderinin de anlatımıdır. İhanetler, aldatmalar, hıyanetler, suikastlar, riyakârlıklarla çevrilmiş ama biraz da sevdalar, aşklarla dolu bir yalnızlığın bizzat yaşayanın diliyle anlatılmış bir tarihidir Nutuk. Atatürk sadece asker mi? Şu söz, çoğu insanın sadece asker olarak gösterdiği Atatürk’ündür: “Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan bir gayeyi elde etmek için vasıtadır. Gaye fikirdir. Bir fikrin istihsaline dayanmayan zafer yaşamaz.” (Şevket Süreyya, Tek Adam, 3/505) Bu sözler, bir askerin değil, bir filozofun hem de idealist bir filozofun sözleri olabilir. Dahası, bu sözler, bir mistik-hümanist filozofun sözleri olabilir. Ama biz biliyoruz ki bu sözler Atatürk’ün sözleridir. Atatürk denince hepimizin aklına askerlik gelir. Bunu devlet adamlığı ve siyasetçilik izler. Çoğumuz Atatürk’ün çağrıştırdığı değerler konusunu burada kapatırız. Zaten bu ilk üç alanda öylesine kuvvetlidir ki Atatürk, onu bir başka alana daha çekmek insanın zihnine zor gelir. Oysaki Atatürk, daha birkaç alanda büyüktür, örnektir, yaratıcıdır. Bu ‘öteki’ alanların başında kültür ve düşünce alanı gelir. Başka bir deyişle, düşünce derinliği, filozofik kişilik. Bir kere, şu gerçeği görelim: Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı araştırmaya göre, Atatürk, 10 bin civarında kitap okumuş. Atatürk tarafından kenarlarına notlar, eleştiriler, açıklamalar konarak okunan kitapların dökümü şöyle: 1233 tarih, coğrafya ve biyografi, 121 felsefe, 161 din, 387 dilbilim, 261 askerlik, 204 siyasal bilimler, 150 hukuk.


Bitmedi. Yurt içinde yaptığı tüm gezilerde, okuyacağı kitaplardan birkaç sandık yanına alıp götürürdü. (Cumhuriyet, 9 Aralık 2004) Devam edelim: NUTUK’U YAZAN BENLİK, SADECE ASKER OLAMAZ Gazi’nin kimlik kodlarının tümünün tecelli alanı bulduğu tarihî eser Nutuk’tur. Nutuk, bazı Atatürk düşmanı mecnunların iddia ettikleri gibi, ‘Atatürk’ün hatıratı’ değildir. Aynı anda tarihî, edebî, felsefî, siyasî bir eserdir. Hemen ekleyelim, edebî yönden baktığımızda, Nutuk, Osmanlıcanın en selis ve seçkin kullanıldığı ender eserler arsındadır. Kısa cümleleri birer edebî söylem gibi yerine oturmaktadır. Ama iş bu kadar değildir. En girift meselelerin ele alındığı en koyu Osmanlıca cümlelerin bazıları son derece uzundur. Bu uzun cümlelere, dikkatle ve eleştirel gözle baktım; hiçbirinde en küçük bir anlam kayması, en küçük bir içinden çıkılmazlık yoktur. Murat ve maksat, en kısa cümlelerdeki vecizlik ve selislikle ifade edilmiştir. İsmail Arar’ın şu tespiti derin bir hakikatin ifadesidir: “Türk hitabet sanatının erişilmesi en güç ve en güzel örneklerinden biri de Nutuk’tur.” (Sinan Meydan, Nutuk’un Şifreleri, 73) Gazi, Fransızcayı iyi bilirdi. Atatürk’le, 1928 yılında İstanbul’da 7 saat süren uzun bir görüşme yapan Fransız gazeteci Henri Beraud, Le Petit Parisien’in 7 Ekim 1928 tarihli nüshasında yazdığı uzun makalede Atatürk’ün değişik yönlerini anlatırken şunu da söylemiştir: “Tuhaf bir hoşluk ve alaycı bir tavırla, dilimizi çok rahat ve aksansız kullanıyordu.” (ABE, 22/215) Fransızcayı böylesine güzel konuşmasına rağmen, Fransızca konuşan gazetecilerin çoğuyla, tercüman aracılığıyla konuşmayı tercih etmiştir. Bu da Atatürk’ün örnekleştirdiği bir devlet adamı ciddiyeti, bir Türklük gururu idi. Atatürk Arapça biliyor muydu? Birçok din hocasından daha iyi biliyordu ve bunu kendisi de ilan ve itiraf etmiştir. Dinci ve dinsiz yobazlar bu gerçeği saklarlar. Onlara göre, Atatürk’ü ‘Arapça biliyor’ göstermek onu örtülü biçimde ‘dindarlaştırmak’ olur. O halde, Atatürk’ü Arapçanın A’sını bile bilmeyen bir adam olarak tescil etmek lazımdır. Atatürk, İzmir İktisat Kongresi gibi önemli bir toplantıda şöyle diyor: “Ben Arapça bilmem, fakat Arabistan’da bulunduğum için anladım ki, Müftü Efendi’den daha çok biliyorum Arapçayı… Nasara yensuru. Bilirsiniz ki, bunu hepimiz okuduk ve ben de senelerce okudum, hâlâ öğrenemedim. Ve ben mi öğrenemedim? Medreselerde okuyanlar da çok iyi bildiklerini iddia edemezler.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15/96-97) Konuşmalarında birçok ayet ve hadisi özgün metinlerinden okuyup büyük bir vukufla tercüme ederek yorumladığını görüyoruz. Bu, Arapça bilmeden yapılamaz. Kozmik birliğe doğru Fransız düşünürü Andre Malraux (ölm. 1976), Tokyo Mektupları’nda şöyle der: “Çağımızın kültür ve zihniyet alanında en büyük keşfi, bir değil, birçok medeniyetin var olduğuna ilişkin keşiftir. Bu keşfi gerçekleştirdiğimiz zamandır ki, evrensel ilk medeniyetin doğumunu yakalamış, en azından sezmiş olduk. Sözünü ettiğimiz keşfin gerçekleşmesine kadar bizim dışımızdaki medeniyetler düşman, önceki medeniyetlerse ilkel kabul edilmiştir. Batılı birçok yazarda Malraux’nun yaklaşımını görmek mümkün. Toynbee, Fromm, Garaudy bu düşünürlerden bazıları. Batı, bu düşünürler aracılığıyla günah çıkarıyor. Zamanı, Milattan Önce-Milattan Sonra diye keyfince parselleyen o dur. Kültürler arası bağı inkâr eden Spengler, “Evrimleşme sonunda en iyinin kalması doğanın düzenidir. Ayakta kalan tek uygarlık Batı’nınki olduğuna göre, en iyi, Batı’dır” diyen Spencer onun çocuklarıdır. Bütün güzellikleri kendine, tüm çirkinlikleri diğer medeniyetlere ve kitlelere mal etmek, Batı egoizminin karakteristiklerinden biri oldu. Ölçü kendisi idi: İyinin, güzelin, kurtuluşun, refahın ölçüsü…


Fakat hayat gerçeği, Batı’ya tükürdüğünü yalatmıştır. Öz çocukları onun bu talihsizliğini çok acımasız bir dille ifadeye koydular. 50 yıllık yoğun bir kültür hayatını Batı’ya hizmetle geçirmiş olan Roger Garaudy, eseri ‘l’Islam Habite Notre Avenir’e şu cümleyle başlıyor: “Batı, insanlık tarihinde bir faciadır.” İKİ GÖSTERGE: MEVLANA VE DANTE İnsanlığın birliğini, buna bağlı olarak medeniyetlerin birliğini, başka bir deyimle evrensel bir medeniyetin varlığını kabul ve ilanda geç kalmıştır Batı… Çünkü kendinden başkasını insan saymak zor gelmiştir ona. Uygarlığının temelini oluşturduğu varsayılan Roma Hukuku insanları doğuştan hür ve doğuştan köle diye ayırıyordu. Günümüzden 700 yıl önce yaşamış olan Mevlana ile Dante’yi karşılaştıran İngiliz bilgini Nicholson şu tespiti yaparken derin bir acı duymuş olmalıdır: Mevlana, sokak köşelerindeki Hıristiyanların küçük görülmesini Tanrı’yı gücendirecek bir davranış olarak nitelerken, onun ölümünden birkaç yıl sonra ünlü İlahî Komedya’sını kaleme alan Dante, eserinde, Müslümanların Peygamberi’ni cehennemin alt tabakalarında yanan bir zındık olarak gösteriyordu. Batı’nın, kendisi dışındakilere bakışı, işte budur… Kur’an göstermiştir ki, insanlık bir bütündür. Uygarlıklar mozaiğinin her parçası aynı öneme sahiptir. Hiçbir medeniyet, oluştaki yeri bakımından, ötekinden üstün değildir. Hayat, sürekli yeni sentezler yapar. Bu sentezlerde bileşime giren unsurlardan hiçbirini ikincil ilan edemezsiniz. İnsan uygarlığı, Hz. Âdem’le başlar. Âdem ilk insan, fakat aynı zamanda ilk peygamberdir. Yani, insanlık bir peygamber neslidir ve bu yüzden yücedir, saygındır. Renk, dil, bölge vs. ayrıcalıkları yapaydır; insanın saygınlığına etki etmez. Kur’an’ın aziz tebliğcisi ilan etmiştir ki, “İnsanların tümü bir aile oluşturur. İnsanlık Allah’ın ev halkıdır.” (Müslim, ıtk, 16) Bu aile içinde “En değerli fert Allah’ın ıyaline en yararlı olandır.” Evrensel ve kozmik şuur, işte bu insan anlayışının sonucudur. Evet, çağımız, evrensellik ufkundan kozmik idrak ufkuna yükselmenin sancıları içindedir. İnsan, dünya denen yuvarlağa sığacak kadar zavallı değildir. Bütün mesele, bunun farkında olanların, yapay ayırımları bir kenara bırakarak kozmik beraberliğe doğru kanatlanma sürecine girmeleridir. Acaba, Batı ve onu izleyen dünyalılar, Kur’an’ın çağırdığı şuur boyutuna yükselmek için söz makamını kozmik benliklere verme basiretini gösterebilecekler mi? Yoksa Mevlana ile Dante arasındaki fark hep yaşanacak mıdır? Işığı uyandırmak… Karanlığın ve kötünün, doğrudan varlığı yoktur. Işık ve iyi ortadan çekilince boy gösterir, karanlık ve kötü. Işık olmak; vermektir, çile çekmektir, ıstırabı göğüslemektir. Verenlerden olmak; Ali, Hasan, Hüseyin olmaktır. Çöl susuzluğuna dayanmak, Kerbela eri olmaktır. Ucuzun, hep aşağı doğru yürümenin, hep hazır yemenin, hep uyumanın rahatını sevmez güneş adam… Yezit nasipsizliği, tiksindirir onu. Bilir ki; var olmak, ışıkla dost olmaktır. Bilir ki; karanlığı kovmak, aydınlığı kucaklamaktır. Bu da, dikenli yollardan geçmeyi gerektirir… Işık ekin insanın içine. Işık, tüm antitezleri eriten, yok eden tezdir. Bu yüzden, düşüncenin cüceleri, acezeleri hep antitez olur, hep hırlar, hep horlarlar. Çünkü verecekleri bir şey yoktur. Bütün sermayeleri, veren elleri karalamak, ışığı çarpıtmaktır. Işık verenler ise sadece ışık vermekle meşguldürler. Işık veren, sevgi tohumu eken hizmet ve sonsuzluk erleri yeterince olmazsa, kötülük boy atar ve kavga, ümit haline gelir. Işık vermeyi, ışık


adam olmayı, akıl-sevgi-Kur’an üçlüsüne oturan bir İslamla eşitliyorum. Hesaplara, ideolojilere, politikaya, kin ve öfkeye âlet edilmeyen bir İslam… Anadolu’nun dört bir yanından şu feryat yükseliyor: “Bize, İslam adına öfke ve kin öğretildi. Biz, din adamı adı altında cehennem müfettişi dinlemek istemiyoruz. İnsanlığın rahmet kucağı olarak nitelediğiniz Hz. Peygamber’i, bize, bir kinci bedevî gibi tanıttılar. Nikâhlarımıza geçersiz, çocuklarımıza piç diyenler var. Bayramda, cumada, camiden bizi kovanlar var. İslam, bize, çekilmez bir kahır gibi gösterildi. Biz, hiziplerin, politikanın kirli sularında lekelenmiş bir İslam istemiyoruz; biz Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i istiyoruz. Klikçilik yapanların, insanlar arasında şu veya bu gerekçeyle ayrımı körükleyenlerin hayır getireceklerine inanmıyoruz.” Güzel ülkemin ve aldatılmış halkımın istekleri, en güvenilir, en samimi ve kendiliğinden bir anketin sonuçları halinde, işte böyle özetlenebilir: Üniversitelerimizin değerli üyelerinden bir dekan, bir konferansımın ardından yanıma sokulup şöyle inledi: “Bize İslam’ı, Müslüman olmayı, bir onur halinde sundun. İçimizdeki mirastan gurur ve haz duymamızı sağladın; sana ebediyen minnettarız.” BİR ŞEYLER YAPMALIYIZ! İnsanımıza din, büyük kısmıyla, bilgisiz temsilciler tarafından anlatılmış ve bu durum, onlarda güvensizlik yaratmıştır. Bu güvensizlik, inkâr yobazlığı tarafından sömürülerek kitleler ya manevî boşluğa düşmek yahut da din sömürüsü yapan yobazlığa “Eyvallah” demek durumuna getirilmişlerdir. Bu çıkmazı aşmak, dini, ana kaynağı Kur’an’a ve akla dayandıracak, yetenekli, yetişmiş, hizmet aşkı ve insan sevgisiyle dolu iman ve fikir adamlarına sahip olmakla mümkündür. Bu yapılmadıkça din, izbelerde karanlık üretimlerini sürdüren hiziplerin tekelinde kalacaktır. Bunun sonucu ise bu hiziplerin standartlarına uymayanların ‘zındık, fasık, kâfir’ ilan edilmeleri ve halkın birbirine kin tutması olacaktır. Bu ülkenin insanını, “Filan veya falan zümre gibi düşünmez, filan veya falan efendinin elini öpmezsen Müslüman olamazsın” şeklindeki hain ve müşrik tasallutun tahribinden kurtarmak lazımdır. Bugün, her hizip, kendi standartlarına uymayanları, en amansız biçimde itham etmekte ve İslam dışı gösterebilmektedir. Din adına aşılması gereken temel problem, budur. Kısacası, insanımız; bilgili, gönlü zengin, insan sevgisiyle dolu, Allah’ın kulları arasında ayrım yapmayan hizmet erlerine muhtaç ve hasrettir. Bu hasreti, Allah ile aldatan bezirgân zümreye boğdurmamak, bizim, insanlık borcumuzdur. Gelin, ey yüreği donmayanlar! Yakalım sevgi kandilini, uyandıralım ışığı! Bir ses bırakalım kubbede! Hadi gelin!... Varolmak ve ıstırap Varlık alanına gelmekle, varolmak aynı şey değil. Varlık alanına gelenlerin birçoğu, varoluş sırrının gerçekleşmesine malzeme olan ‘şeyler’dir. Varolmaksa, şey olmaktan çıkıp şeylere yön verme, şekil verme çizgisine ulaşmaktır. Varoluşçu felsefenin terimlerini kullanırsak; varolmak, iğreti varlıktan gerçek varlık (authentic existence) mertebesine geçebilmekle mümkün olur. İğreti varlık, bestenin malzemesi; varolansa besteyi yapandır.


İrade, kudret, faaliyet, yapıp-ediş, kısaca yürüyüştür varolmak… Malzeme varlıksa, yürüyenlerin kullandıkları hammaddelerdir. İnsan dışındakiler, sadece malzeme varlıklardır. Varolan, yalnız insandır. Malzeme varlığın bütün şerefi, varolana hizmet etmesindedir. Kur’an buna teshîr (varlıkların insana boyun eğdirilmesi) diyor. Boyun eğdirilen varlıklar, varolanın hâkimiyeti için araçlardır. Varolan varlık, o malzemeyi kullanır ve küllî egonun istediği yönde hedefine götürür. Kur’an, varolanın, malzeme varlıklar üstündeki hâkimiyetine giden yolun ışıklarını yakar, köşe taşlarını koyar ki, yaratıcı mimarlar emin ve rahat yürüsünler. Varolmak, ‘özgür ben’ olmaktır. Ben veya benlik olmak, çok ince bir yolu yürümek sanatıdır. Kur’an buna, sıratı müstakîmi yürümek diyor. Bir yoldur ki sıratı müstakîm, hem küllî ego tarafından izlenir hem parça egolar tarafından. (Hûd, 56; Fâtiha, 6) İnce yolu yürümeye koyulmak bizi bir kozmik titizliğe mecbur bırakır. Bu yüzden, varolmak, bir kozmik ürperiş getirir benliğe… Bu bir risktir, en büyük risktir. Malzeme varlıkların, yakınına bile sokulamadığı bir risktir bu… Varolmanın en çileli, fakat en şerefli yolunu gösteren Kur’an, bu riske, bu kozmik sancıya dikkat çekerken şöyle konuşuyor: “Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ürpererek uzaklaştılar. İnsansa, çok zalim ve bilgisiz olduğu halde, emaneti yüklendi.” (Ahzâb, 72) Varolma riskinin en güçlü omuzlayıcıları, peygamberler oldu. En büyük peygamberin muazzez torunu, aşk ve ıstırap şehidi Hz. Hüseyin’de bu gerçek, ifadesini şöyle buluyor: “Hayat, inanmak ve mücadele etmektir.” ISTIRAPSIZ İMAN İMAN DEĞİLDİR Malzeme varlıkla varolan varlık arası farkı, ıstırabı kucaklayan iman belirler. Ara varlıklarda iman, bir söz ve iddia olayı olduğundan, onların imanı, ıstıraba ulaşamaz. Bu yüzdendir ki, Kur’an, ıstırapsız imandan bir şey beklemez: “İnsanlar zannederler mi ki, ‘iman ettik’ demeleriyle, hiçbir imtihana çekilmeden bırakılacaklardır. İşin doğrusu şu ki, biz onlardan evvelkileri de ıstıraplarla denedik.” (Ankebût, 2-3) Kur’an’ı anlamak, imanla ıstırabı kucaklaştırmaktır. Varoluş sırrının Muhammedî zirvelerinden biri olan Muhammed İkbal şöyle demiştir: “İman adamı, Kur’an’ı okurken Kur’an olabilen adamdır.” Bugünkü İslam-Doğu, Kur’anî varoluşun hürriyet ve yaratıcılık boyutlarını yakalamak zorundadır. Bu dünyada insan, henüz kahır ve ezilmişliğin acısından kurtulup hür yaratıcılığın ufuklarına yükselebilmiş değildir. Servet ve refah, ıstırabı azaltırken, hürriyet ve yaratıcılık riskini göğüslemeyi sağlayan aşk ve imanı kokuşturur, pörsütür. Bu yüzden, Yaratıcı şuurla paralelliği kurulmayan servet ve


refah, insanın varolma coşkusunu öldürür. İnsanlık, zamanüstü kitabın, ‘zeval bulmaz saltanat: mülk lâ yebla’ (Tâha, 120) dediği oluş ve erişe layık hale gelmek için, “Yalnız lütuf isteriz” demenin hayvansal rahatlığından sıyrılıp, “Kahır içindeki lütfu isteriz” demenin büyüklüğüne ulaşmak zorundadır. Var olmak ve özgürlük Var olmak, oluşa, faal bir biçimde katılmaktır. Oluşun malzemesi (malzeme varlık), bu faaliyeti tanımaz. Var olanla ‘şey’in farkı, işte bu faaliyetidir. Faaliyet, yaratıcılıktır. Zâtı Hakk’ın yaratıcılığı, hem oluşu hem de malzeme varlıkları kuşatır. İnsan ise yalnız oluş sergiler; onun, malzeme varlık yaratma kudreti yoktur. Fakat unutmamak gerekir ki, insan, bir parça-yaratıcıdır. Kur’an, “Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder.” (Muhammed, 7) derken parça-yaratıcı olan insanın oluşa katılımını bir yaratıcı faaliyet olarak belirlemektedir. Küllî Yaratıcı, fragmanter yaratıcıya, halifesine bu yetkiyi, hür iradesiyle vermişse insanın yaratıcılığı O’nun yaratıcılığının bir devamı olur. Elbette ki, Allah’ın Allahlığı daima kendisinindir. Fakat bu, O’nun, dilediği kadarını dilediğine vermesine engel olmaz. Var olmak bir yaratıcı faaliyetse, özgürlük bunun temel şartı ve alt yapısıdır. Hürriyetsiz bir yürüyüşten yaratıcı faaliyet beklemek, varlık sırrına terstir. Platon “İnsan ruhunu harekete getiren en önemli şey, insanı özgür tutan şuur halidir” derken bu gerçeği çok güzel yakalamıştı. Özgürlük, bir risktir; hatta hürriyet, bir riskten de öte, her şeyi riske atmaktır. Ne var ki, bu risk göze alınmadan ne hayat sırrına yaklaşmak mümkün olur ne de insanlık kervanını ileri götürmek. Kierkegaard “Ebedî hayat -buna kahramanca yaşamak da diyebilirsiniz- bir ödüldür ki, onu ancak her şeyi, hem de mutlak olarak riske atanlar elde eder” derken bir oluş gerçeğine açıklık getiriyordu. Bu risk, aşkın ta kendisidir. İKİ RİSK VE TANRI’NIN TERCİHİ Şunu da biliyoruz: Özgürlük insanın hep “Ben” deme noktasına gelmesini yani firavunluk riskini taşıyor. Ve insanlık bu yüzden çok zehirli kahırlara maruz kalmıştır. Ama unutmamak gerekir ki; bu riski göğüslemekten kaçan bir yürüyüş hep birilerine “Sen” demenin pençesine düşer; yani zillet riskine mahkûm olur. Kur’an’ın yolu, firavunluk riskiyle zillet riski arasında bir denge yoludur. Kur’an bize gösteriyor ki; küllî Yaratıcı, Tanrı, insan adına hürriyet riskini tercih etmiştir. İnsanın kan dökücülüğünden, bozgunculuğundan yakınan ve kendilerinin sadece emirleri yerine getirdiklerini söyleyerek insana güvenin tehlikeli olacağını ileri süren meleklere, Küllî Ego’nun verdiği cevap şudur: “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” (Bakara, 30, 33) Böylece, Yaratıcı, insan adına, hürriyet riskini kucaklıyor. İnsana düşen, Allah’ı bu güveninde haklı çıkarmaktır. İnsanlık tarihinde hiçbir dinsel-felsefî metin kendini, Kur’an’da olduğu kadar, hür fikir faaliyetine açmamıştır. Kur’an, bu faaliyete sadece müsaade etmez; onu emreder ve en seçkin ibadet olarak kutsar.


ÖZGÜRLÜK RİSKİ VE İÇTİHAT Bu hür ve yaratıcı faaliyetin adı, İslam düşüncesinde, içtihattır. Muhammed İkbal’in deyimiyle, “İçtihat, İslam düşüncesinin dinamik ruhudur.” İçtihat, hürriyet riskini kullanmanın ve kabullenmenin çarpıcı ifadesi ve kurumudur. İçtihat iledir ki; İslam, hürriyet riskini benimsemeyi kamulaştırmış ve kurumlaştırmıştır. Bu kurumu reddetmek veya işlemez hale getirmekse Müslümanlarda yaratıcı ruhların ölümü veya prangalanması oldu. İslam dünyası bu ölümden yeni bir dirilişe, bu prangalardan özgürlüğün engin fezasına geçmenin sancılarını çekiyor. Henüz mücadelesini tam veremiyorsa da sancılarını çekiyor… Müslüman kitleler, “Eğer günah işlemeseydiniz Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyen bir topluluk getirirdi” diyen peygamberlerinin, var olma ve ayakta kalmanın temeline, özgürlük riskini göğüslemeyi yerleştirdiğini çok iyi görmelidirler. Dil mi kutsal, mesaj mı? Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı? Allah ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile vermişlerdir. Eğer dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumu, ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil duruma düşer. En azından, dilin coğrafyası, milleti, kültürü dinin verileriyle karışır, dinleşir. Dilin kutsallaştırılması halinde mesaj kaçınılmaz bir biçimde kenara itilir. Engizisyon papazlığına göre, dil kutsaldı. O halde İncil başka bir dile çevrilemezdi. O şekliyle anlayanlar anlardı, anlamayanlar kelimeleri telaffuz edebildikleri kadar eder, sevap kazanırlardı. İncil’in ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye, ruhban sınıfına başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne dediğini merak edenler onu anlama yetenek ve şansına sahip bulunan ‘kutsal Tanrı adamları’na başvuracak, İncil adına onları dinleyeceklerdi. Böyle diyerek kitleleri yüzyıllarca dinlerinin kitabından habersiz koyup papaz hegemon-yasının tasarruf ve tasallutuna mahkûm ettiler. Allah ile aldatan zihniyet, dilin değil, mesajın kutsal olduğunu asla söylemez. Çünkü bu onun işinin bitmesi anlamına gelmektedir. Dil kutsal ve dokunulmaz olacaktır ki kitleler, mesajı anlamak için o ‘kutsala aşina olan’ kutsal ve dokunulmazlar önünde eğilmek ve onlara haraç ödemek zorunda kalsın. Sistem son derece dâhice kurulmuştur: Ya haracı ödesinler yahut da din bilmez cahiller olmaya devam etsinler. DİNCİLİĞİN HARAÇ VE HURÛÇ TEZGÂHI Haracı ödemeyen, hurûçla (karşı çıkış, baş kaldırışla) suçlanır. Hurûç yine sistemli bir biçim-de ‘Allah’a ve dine karşı çıkış’ olarak tanıtılır. Faturanın ağırlığını düşünün! Kim kalkar da birkaç kuruşluk haracı vermesin diye başını böylesine büyük bir derde sokar!? Dilin kutsallaştırılması Allah ile aldatanlar egemenliğine iki başlı bir yarar sağlamaktadır: 1. Mesajı öğrenmek için egemenliğin temsilcilerine muhtaç hale gelen halkın ödediği


haraçlar, 2. Sadece sözcüklerini telaffuzla sevap kazanacakları dilin kelime telaffuzundan ibaret öğretimi için toplanacak paralar. Böylesi kutsal bir hizmeti (!) verdikleri için ‘kutsal ve dokunulmaz kişiler’e gösterilecek derin saygı da cabası. Allah ile aldatanlar, dilin değil mesajın kutsal olduğunu söyledikleri anda bu iki kapının ikisi de yüzlerine kapanır. Buna izin vermeleri beklenemez. Müslüman coğrafyalardaki sarıklı engizisyonun bu noktada şansı haçlı engizisyondan çok daha yüksektir. Çünkü İslam’da namaz diye bir ibadet vardır ve namazda belli bir miktar Kur’an okumak şart tutulmuştur. Bu şartın yerine getirilmesi ise okunan Kur’an parçalarının Arapça olması şeklinde ikinci bir şarta bağlı kılınmıştır. İmamı Âzam’a göre, Kur’an her dile çevrilir ve o çevrililerle namaz kılınır. Çünkü Kur’an, esasında bir mânâdır. O mânâ tarih boyunca tüm peygamberlere değişik dillerde gelmiştir. Bunun aksini söylemek Allah’ın anlamsız söz vahyettiğini söylemekle eşanlamlıdır. Ölümsüz Atatürk’ün de söylediği gibi, “Çevirisi yapılamayan bir kitabın anlamı yok demektir.” Atatürk’ün bu tezi, İmamı Âzam’ın bu konudaki teziyle tıpa tıp aynıdır. (Bu konuda ayrıntılar ve kaynaklar için bizim ‘Anadilde İbadet’ adlı eserimiz okunmalıdır). Tanrısal kitap özgün şekliyle korunur, uzmanlaşmış kişilerce özgün şekliyle okunur ama kitleler için her dile çevrilir ve halkın yararlanmasına açılır. Bunun aksini iddia etmek dine hizmet değil dinsizliğe hizmettir. Soru sormanın varoluşsal anlamı Kur’an soru kavramına büyük önem vermekte ve soru sormayı insan hayatının temel eylemlerinden biri olarak görmektedir. Soru anlamındaki sual kökünden isim ve fiiller yüz yirmi küsur yerde geçer. Soru sormak, sadece varlığın değil, varoluşun da sorgulanmasıdır. Daha doğrusu, soru sormak hayat nimeti denen muhteşem kredilerin hesap aşamasının da bir işleyişidir. Şu sarsıcı beyyineye bakın: “Yemin olsun, kendilerine elçi gönderilenleri muhakkak sorgu suale çekeceğiz; gönderilen elçileri de mutlaka sorgu suale çekeceğiz. Onlara bir ilmin tanıklığında/bir ilmin aracılığıyla bütün serüveni mutlaka anlatacağız. Biz, olup bitenlerden habersiz değiliz.” (A’raf, 6-7) Bu beyyine, sorgulama serüveninde ilmin aracılığına atıf yapmakta, böylece soru ve sorgulama ile ilim arası münasebet ilginç bir biçimde kurulmaktadır. Soru sormak, bilimin hem göstergesi hem de besleyici unsurudur. Elçilerin tebliğde bulundukları kitleler kadar elçilerin de sorgulamaya maruz tutulacağı bildirmektedir. İnsanoğlu, tüm yapıp ettiklerinden, kendisine verilen tüm nimetlerden sorgulanacaktır: “Yapıp ettiklerinizden mutlaka sorgu suale çekileceksiniz.” (Nahl, 93) MEDRESE VE TEKKE SORU SORDURMUYORDU Varolmak, bir anlamda sorular sormak ve bu sorulara cevaplar almaktır. Başka türlü varolmaya çalışanlar varolamazlar, mahvolurlar. Medrese, ilim kurumu olarak geçiniyordu


ama şu ilkeyi esas almıştı: “Bir öğrenci ‘Niçin?’ diye soruyorsa ondan hayır gelmez.” Tekke ise zaten soru sormamanın dinleştirildiği kurumdu. Tekkenin ideal insan saydığı ‘mürit’, iradesi-ni tarikat şefinin iradesinde yok eden kişi demektir. Kur’an böylesi kişiye ‘abd-i memlûk’ (köleleştirilmiş kişi) diyor ve ondan asla hayır gelmeyeceğini bildiriyor. Kur’an bildirdi ama tekke o bildirilenin tam aksini din yaptı. Şimdi sormak gerekmez mi: Kur’an mümini bir adam tekkeyi mi kutsayacak ona isyanı mı?” Soru sormanın varoluşsal ilk anlamı insan olmaktır. İnsan, ‘konuşan varlık, düşünen varlık’ olarak tanımlanabileceği gibi ‘soru soran varlık’ olarak da tanımlanabilir. Dahası var: Soru sorabilen tek varlık insandır. Tarihe, kalıntılara, eski uygarlıklara, kadim topluluklara, eski dinlere de sorular sorulması istenmiş, “Her şeyi ben bilirim, ben ne dersem odur; sakın başkalarına sormayın” zihniyet ve yaklaşımı yıkılmıştır. Çünkü bu yaklaşım, tekelci, egoist ve nihayet müşrik bir yaklaşımdır: Soru sormak insanın sadece değerlerinden biri olarak kalmaz, insanın bütün değerlerinin motoru olarak seçkinleşir. İnsanı varlıklar dünyasında öne çıkaran değerlerin hemen tümünün arkasında soru sormak vardır. Mensuplarını raiyye (davar sürüsü) olmamaya, aklı işletmeye, ‘sözü dinleyip de onun en güzeline uymaya’ çağıran kitap başka ne diyebilirdi?! Anlaşılan o ki, ilim, hikmet, tekâmül, kısacası insanın boyut yükseltmesine yarayan her atılım soru sormakla amacına varmaktadır. Bugünkü dünyaya bakın, özgürlükler düzeni, demokrasi, hukuk devleti, hukuk hayatı, basın bir anlamda sorularla yaşamaktadır. Günümüz dinciliğinin soru sorulmasından korkunç derecede rahatsız olduğunu tam bu noktada anımsayalım. Ve unutmayalım: Bugünkü Türkiye’de soru soranlar kara listelere alınmakta, birçoğu işinden, aşından yoksun bırakılmaktadır. İslam dünyasına da bakalım! Soru sorma ve özellikle sorgulama İslam dünyasının hayatında yok. Bunun yerine engizisyon ithamı, aforoz, dışlama, tekfir, tefrika, Allah ile aldatma ve Mehmet Akif’in ölümsüz tespitiyle, ‘Allah ile iskât (susturma) var. Böyle olunca da insan hakları, özgürlük, mutluluk ve ilerleme yok. Allah âdildir. Gönderdiği dinin değerler sistemini tahrip edenlerin yüzünü elbette ki güldürmeyecektir. Batı’nın gasp ettiği Kur’ansal değerler Bu gasp edilen değerlerin bir listesini vermek bile ürperticidir. Bunların bazıları bizim eserlerimizin sayfalarına aktarılıp ayrıntılanmıştır. (Bu konuyla ilgili olarak özellikle ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı eserimizin okunması gerekir.) Bu liste, muhafazakârlığı din yaparak yenilikçi ve yaratıcı Müslüman beyinlere düşman, şirk ve şeytana uşak olan siyaset ve saltanat dincilerinin asırlardır nasıl bir insanlık suçu işlemekte olduklarını çok iyi göstermektedir. ‘Batı tarafından gasp edilmiş Kur’ansal değerler’in şu ana kadar tespit edebildiğimiz listesi şudur:


1. Artık değer, 2. İhtiyaç fazlası malın paylaşımı (sosyal adalet), 3. Sınıfsız toplum ideali, 4. Servet azgınlığı ile mücadele, 5. Dinler tarihinin eleştirisi, 6. Din sınıfının eleştirisi ve ilgası, 7. Dinin kitleleri uyuşturan bir morfine dönüştürülebileceğinin ilanı, 8. Telaffuz Edilmeyen Tanrı (dincilerin içlerinde tuttukları menfaat tanrısı), 9. VARLIĞIN ASLININ ENERJİ OLDUĞU, 10. Laikliğin metafizik-ilahî dayanakları, 11. Köleliğe karşı kitlesel savaş, 12. Kuvvetler ayrılığı ilkesi, 13. Evrim teorisi, 14. İzafiyet teorisi. Bu kavram ve teorilerin temel dayanaklarının kaynağı Kur’an’dır. Bunların ilk 10 tanesi, Kur’an tarafından doğrudan doğruya telaffuz edilmekte, hatta bazıları sistemleştirilmektedir. Bu ve benzeri söylemler her gündeme geldiğinde şu karşı çıkış da (biraz da haklı olarak) gündeme gelmektedir: “Bunlar Kur’an’da vardı da Müslümanlar neden bunları bulmakta başarılı olamadılar?” BUGÜNKÜ BİLİMLERİN KURUCULARI MÜSLÜMANLARDIR Batı, Müslümanlarca keşfedilip temelleri atılan bilim ve felsefelerin geliştirme ve hayata geçirme devresinde başarılı oldu. Bunda da şaşılacak bir yan yoktur. İlim insanlığın ortak malıdır ve Kur’an’ın muhatabı bütün insanlıktır, sadece kendisine ‘Müslüman’ adı verip kimliğine bu damgayı vuranlar değil. O halde, tanrısal kitaptaki bir kavram veya gerçeği şu veya bu kimliği taşıyan bir insanlık evladı keşfedebilir. Bu olguyu, ‘Müslüman’ kimliği taşıyanlara sataşmak için vesile yapmak çok ucuz bir ukalalıktır. Önemli olan, gerçeklerin fark edilip insanlığın yararına devreye sokulmasıdır. Kim fark ederse etsin; onur ortaktır ve bütün insanlığındır. Onurdan en büyük payı elbette ki, Yaratıcı’nın kitabında insanlığa verilen kod ve koordinatları en iyi okuyanlar alacaktır. Bu da aklı işletmekle olur, daha çok namaz kılmakla değil. Esasen, bir Müslümandan söz edeceksek, o, gerçeği fark ederek gereğini yapandır. Yapan kimse, Müslüman odur; nüfus kâğıdı hegemonyası kuranlar değil. O halde, “Bunlar Kur’an’da vardı da Müslümanlar neden keşfedemedi?” lafı, mesnetsizdir. Tam tersine, bahis konusu edilen birçok meselede, ‘ilk keşfeden’in Müslümanlar olduğunu görürüz. Batı’nın geliştiricilik, hedefine vardırıcılık yeti ve becerisini inkâr etmiyoruz ama hakka saygının bir icabı olarak söyleyelim ki, bugünkü insanlığın övündüğü keşif ve teorilerin hemen tümünün ‘ilk fark edicisi’ Müslümanlardır. Yukarıda verdiğimiz liste bu ikinci kısma örnek oluşturan değerlerin listesidir. Var olmak veya ‘İnsanın Allah’a yardımcı olması’ Başlık Kur’an’dan alınmıştır. Emevî yamağı geleneksel dinciliği kudurtabilir ama Kur’an’dan alınmıştır. Bakın nasıl? Yirminci yüzyılın, ilahiyat kökenli en büyük filozofu olarak gördüğüm Alman asıllı Amerikalı Protestan bilge Paul Tillich (ölm. 1965) insana yarar biçimde var olmanın anlamını irdelerken şunu söylüyor: “Olmak, mevcut olmak demektir; fakat eğer ‘mevcut olan’ hayalî-aldatıcı ise varlık, yokluk tarafından fethedilir.” (Tillich, Systematich Theology, 1/193)


Bu tespit, tamamen Kur’ansaldır. Paul Tillich’in diğer birçok önemli tespiti gibi… Ne yazık ki, Tillich, bu Kur’ansal tespitleri bir Protestan bilge olarak yaparken, Kur’an dini adına konuştuğunu söyleyenlerin söz mevkiinde olanları Arap fistanı, takke ve kıl sayesinde cennet elde etmenin hayaliyle şeytanın peşine takılarak Müslüman dünyanın yıllarını heba ettiler. Ne demek niyetli eylem? Geleneksel Emevî dinciliğinin sadece ibadet ve ardından da namaz olarak kayıtladığı ve yüzlerce kez kullandığı ‘amel’, niyetli eylemin ta kendisidir. Amel, sözlük anlamıyla, niyetli davranış, hareket, iş, eylem demektir. Kur'an'da, amele yakın bir anlamda kullanılan fiil sözcüğü de çok geçer. Ancak Isfahanlı Râgıb’ın da belirttiği gibi, her amel fiil olduğu halde, her fiil amel değildir. Kur'an'dan anlıyoruz ki, geleneksel dinin tekrarladığının aksine, yalnız ibadetler değil, insanın niyeti ve şuurlu bütün faaliyetleri ameldir. Kur'an hemen her yerde, iman kelimesinin ardından amel kelimesini vermekte ve böylece insanı başarı ve mutluluğa götürecek imanın, amelle kucaklaşması gerektiğine dikkat çekmektedir. Hayat bir anlamda ameller yekûnudur. Kur’an’a göre, İnsanın sonsuz kurtuluşunu sağlayan üç temel unsur var: Allah’a iman, sonsuzluğa iman ve amel. Müslüman olmanın Kur’ansal anlamı da budur. Nüfus kâğıdına ‘Müslüman’ damgası vurdurmak değil. Varlık ve oluş düzeninde işleyen temel ilke şudur: "Kim bir zerre miktarı hayır işlese onun karşılığını ve kim de bir zerre miktarı kötülük işlese onun karşılığını bulur." (Zilzal, 7-8) “ALLAH’A YARDIMCI OLUN” Kİ BAŞARILI OLASINIZ! Varlık ve oluş düzeninde ortaya konmuş bir amel asla sonuçsuz bırakılamaz. Amel, insanoğlu tarafından inkâr edilebilir, örtülebilir, unutturulabilir ama Yaratıcı onu ve ona bağlanacak sonuçları mutlaka ortaya çıkarır: "Siz amel sergileyin; Allah, onun resulü ve müminler onu göreceklerdir." (Tevbe, 105) "Şu bir gerçek ki, yapılan iyi veya kötü amel bir hardal tanesi kadar olsa da, bir kayanın bağrında yahut göklerin derinliğinde veya yerkürenin derinliklerinde saklansa Allah onu yine de ortaya çıkarır." (Lukman, 15-16) İnsan, amel sayesinde yaratıcı faaliyete katılır ve bizzat Yaratıcı’nın yanında yer alır. Kur’an buna ‘insanın Allah’a yardımcı olması’ diyor. Ve ekliyor: “Ey iman sahipleri! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed Suresi, 7) “Ey iman sahipleri! Allah’ın yardımcıları olun!” (Saff Suresi, 14) İnsan, amel ile Yaratıcı Ben’in, küllî oluşun bir parçası haline gelir. Bu demektir ki, insan, amelini, Yaratıcı Ben’in iradesi yönünde şekillendirerek mutlu ve güzel bir dünyanın kurulmasında ‘Tanrı’nın yardımcısı’ olarak rol almaktadır. Kur’an’a göre, ibadetin esas


anlamı da budur. Birkaç rekât yatıp kalkmak değil. Hele, birilerini kandırmak için yatıp kalkmak yani Mâûn namazı kılmak hiç değil… Sonsuzluğu kazandıran eylemin niteliği üstüne İnsanı ‘Allah’ın yardımcısı’ mevkiine yükselten amel (bilinçli eylem) hangi niteliklere sahip olmalıdır? Amel, şirkten yani yedek ilahlı bir dine bağımlı olmaktan arınmış insanın eylemi olmalıdır. Kur'an, şirkin, ameli işe yaramaz hale getireceğine ısrarla vurgu yapmıştır. Amel, özgür benin özgür iradesinin ürünü olmalıdır. Abdi memlûkun (iradesi başkalarına ipotek edilmiş benliğin) eylemleri sonsuzu yakalama imkânı veren amel olamaz. Bu Kur’ansal omurga, geleneksel Emevî dinciliği tarafından kırıldığı içindir ki, İslam dünyası bin yılı aşkın bir zamandır yaratıcı olamıyor, sonsuzlaştırıcı eylem sergileyemiyor. Çünkü Emevî İslam’ı, özgürlüğün değil, köleliğin kutsandığı bir dindir. Bu dinde cennet kazanmak köleleşmeye bağlanmış bulunuyor. Kırılması gereken ilk pranga budur. Ne yazık ki bu prangayı kırmaya kalkmak, sürüleştirilmiş kitlelere ‘dini bozmak’ olarak belletilmiştir. İslam dünyası, Emevî ürünü manifestodaki kaderciliğin yerine Paul Tillich’in şu sözlerini geçirmelidir: “Din için, özgürlük kavramı akıl kavramı kadar önemlidir. Vahiy, özgürlük kavramı olmadan anlaşılamaz. İnsan, özgürlüğü olduğu için insandır; ancak onun özgürlüğü kaderle bağlantılı bir özgürlüktür.” (Tillich, Systematich Theology, 1/182) “Sonlu özgürlüğün (insan özgürlüğünün) yaratılması, tanrısal yaratıcılığın göze aldığı bir risktir. Bu riskin göze alınmış olması, iyinin vücut bulması için kötünün varlığını gerekli bulan anlayışa ulaşmada ilk aşamadır.” (Anılan eser, 1/269) Tillch, özgürlük ve kader ilişkisine değinirken de o büyük dehasına yakışır tespitler yapmaktadır. Perspektifi yine Kur’ansaldır, yine Emevî dinciliğine inen bir darbedir: “Kader, benim başıma gelecekleri şartlayıp belirleyen acaip bir güç değildir; o, benim tabiat, tarih ve bizzat kendimce oluşturulan bizatihi ‘kendim’dir. Yalnız özgürlüğü olanların kaderi olur. Eşyanın kaderi olmaz, çünkü eşyanın özgürlüğü yoktur. Tanrı’nın da kaderi yoktur, çünkü Tanrı, bizatihi özgürlüktür. Her insanın kendi kaderini kabullenmek veya ona isyan etmek gibi bir imkânı vardır. Sadece bu imkânı olanların kaderinden söz edebiliriz. Özgür olmak böyle bir seçim imkânına sahip olmak demektir.” (Anılan eser, 1/185) Ölümsüzlüğü getirecek eylem, ihmal ve boşluklarla kesilmeyen eylemdir. İnşirah suresi’nin 7. ayeti şu yaradılış ilkesini getiriyor: "Bir işi bitirip boşaldığında hemen yeni bir işe koyulup yeni bir yorgunluğu üstlen." SALİH AMEL MESELESİ Geleneksel Emevî dinciliği, ‘salih amel’i de ibadet, özellikle namaz anlamında dondurarak da bir saptırma yapmıştır. İş, onun iddia ettiği gibi değildir. Amel, bütün hayatımızı dolduran eylemlerin bütünüdür. Kur'an, imanın hemen ardından devreye soktuğu amelin, salih olmasını istemektedir. Salih kelimesinin kökü olan sulh ve salah, barış, iyilik ve uyum demektir Sulh ve salahın karşıtı, fesattır. Kur’an, salih amel işlemeyenlerin, yeryüzünü fesada boğmak isteyeceklerini bildirerek bu karşıtlığa vurgu yapmıştır. Bu verileri dikkate alarak salih ameli, hizmet ve barışa yönelik tüm düşünce ve faaliyetler diye ifade edebiliriz. Salih amel, oluşa (şe’niyete) doğrudan doğruya Yaratıcı Kudret yanında bir katılım, kaderin yaşanması ve yazılmasında Allah ile birlikte rol


almaktır. İslam dünyası, Kur’an’ın amele bağladığı yücelik ve mutluluğu ne yazık ki, Kur’an’da yeri olmayan bir kader anlayışıyla elde etmeye çalıştı ve perişan oldu. Alman düşünürü Goethe (ölm. 1832) bu kader-amel ilişkisine, Kur’ansal perspektife tam uygun ifadelerle değinmiştir: “Kader, amellerin sonuçlarıyla vücut buluyor. Bütün kuvvetlerden yüksek olana yani her şeye kadir olana, kaderlere gebe olana, amele hürmet edelim!” Prangaları kırmak veya kendisi olmak ‘Prangaları kırmak’ tabiri Kur’an’ındır. Hz. Muhammed’in peygamberlik misyonunu anlatırken kullanıyor: “O Peygamber, kendisini izleyenlerin... sırtlarındaki ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki prangaları-zincirleri, bağları söküp atar.” (Âraf suresi 157) ‘Kendisi olmak’ tabiri ise Protestan ilahiyatçı-filozof Paul Tillich’in. Yüzyılımızın en büyük ilahiyatçı filozofu olarak gördüğümüz Paul Tillich (ölm. 1965), özgür benliği tanıtırken onu ‘kendisi olan insan’ diye niteliyor. Kendisi olan insan, riyakârlık denen çürümüşlükten de uzak kalan insandır, yani gerçek insandır. Şöyle diyor Tillich: “Kendi veya kendinden deyimi, ego (ben, benlik) deyiminden daha kuşatıcı bir şeydir. İnsan, tam gelişmiş ve kendinde merkezleşen bir ‘kendisi’dir. Kendisi olmak, onun dışındaki diğer tüm ‘kendisi olanlar’dan bir biçimde ayrı olan bir varlık ifade eder. İnsan, mümkün olan tüm varlık çevrelerini aşan bir ‘kendisi olan benlik’ taşımaktadır. İnsan, herhangi bir varlık çevresiyle tamamen kuşatılmanın ötesindedir. O, her hal ve şartta çevreyi, kozmik kural ve ideler yönünde kavrayıp şekillendirmek sûretiyle aşar. İnsan, en sınırlı çevrelerde bile, evreni kuşatıp kucaklar. Onun bağımsız bir dünyası vardır. Bağımsız bir dünyaya sahip olmak, çevreyi aşmak meselesinde, temel ifade unsuru olarak dilin kozmik bir gücü vardır. Kendisi olan benlik o benliktir ki, konuşabilir ve konuşarak önceden belirlenmiş tüm sınırları aşar. Bağımsız bir dünyadan yoksun olan benlik boş, bağımsız benlikten yoksun olan dünya ölüdür… Egzistansiyel felsefenin, insana musallat olan tehditleri aşacak gücü yoktur. Bu tehdidi aşmanın yolu, işi, ‘kendisi olan benlik’ e havale etmektir; yani cesarete.” (Tillich, Systematich Theology, 1/169-171, 189) Tillich, bu sözleriyle (daha birçok sözüyle yaptığı gibi), Kur’an’ın özgür benlik anlayışının açılımını vermektedir. Gönül isterdi ki bu sözler, İslam ve sünnet avukatlığını kimselere bırakmayan dinci yazar-çizer takımından zuhur etsin. Ne yazık ki onlardan zuhur eden sözler, Paul Tillich gibilere sövmekle Arapçılık meddahlığı yapmanın ötesinde bir şey olmuyor. Yıllar ve yıllardır böyle. Yaptıkları iki şey var: Aklı öne çıkaranlara sövmek, yedek ilah haline getirdikleri Mâûn suresi mücrimi efendilerini övmek. MEZARLIK KİTABI DEĞİL, PRANGA KIRAN KİTAP Kur'an, aynı zamanda pranga kıran, başkalarının prangacılık yapmasına savaş açan kitaptır. Pranga kırmak, bazen, pranga vurmayı meslek edinenlerin ellerini kırmak şeklinde bir zorunluluk haline gelebilmektedir. Bu yüzden Kur'an, insan onurunun gerekli kılması koşuluyla, savaşı bir insanlık borcu saymaktadır. İnsan haklarını koruyan ve kurtaran savaş nasıl onursa, bunun aksi için savaş da o kadar onursuzluktur. Meşruiyet koşulları tam


oluşmamış bir savaş cinayettir. Siz, bu cinayetin ‘îla-i kelimetillah’ (!) için yapıldığını söyleseniz de o, cinayettir. Kur’an, prangaları nasıl kırıyor? Her şeyden önce, insanın, kendisi dışındaki varlıklar karşısında prangasızlığı sağlanmıştır. Bu, kula kulluğun dışlanması demektir. Bunun içindir ki, insanın kaderini bağımlılık altına alan şirke yani yedek ilahlar sistemine savaş açılmıştır. Tüm putlar; ister dini, ister dinsizliği sembolize etsinler, insan kaderini prangalamanın araçları olduklarından, kırılmalıdır. Allah'ın yerini almaya kalkan Firavun'la, Allah'ın yanına konan Lât ve Menât kadar, Peygamber'in yerine konan ‘mürşit’ maskeli sahtekârlar ve bunların türbeperest sömürü ideolojileri de puttur. Çünkü bunların tümü, insanın, yarınlarını kendi eliyle oluşturma imkânını ortadan kaldırmakta, kitleleri pranga mahkûmuna çevirmektedir. Sürüleşmeye karşı çıkılmış, insan, sürüleşmeye isyan etmeye çağrılmıştır. Bakara suresi 104. ayette verilen ve üstü asırlarca örtülen bu mesaj, Türk insanına ilk kez, bizim yaptığımız Kur’an çevirisiyle tanıtılmıştır. Toplumu raiyye (padişahın, kralın, halifenin kulu) yapan yönetimler, sloganları ne kadar ‘dinci’ olursa olsun, Kur'an'ın gözünde dinsizliktir. Kutsal vekil tutkusunun yıkımı Allah dışındaki güçleri veya kişileri dokunulmaz-kutsal vekil ilan etmek, şirkin belirgin niteliklerinden biridir. Başka bir deyişle, şirk, bir tevkil (birilerini vekil etme) kurumudur, tevkilin dinleşmesidir. Kur’an, “Yalnız Allah’ı Vekil edin!” buyruğuyla, insan hayatından, özellikle din hayatından yedek ilahların kovulmasını amaçlamaktadır. Allah dışındaki varlıkları vekil etmeme buyruğu, Fâtiha suresinde formüle edilmiştir: ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz!’ Kur’an, şuna da ısrarla vurgu yapmaktadır: “Vekil olarak Allah yeter!” (4/81, 132; 33/ 3, 48) Eğer ‘dokunulmaz, azledilemez vekil’ edinecekseniz, bu sadece ve sadece Allah olmalıdır. (12/67; 39/38) İnsanlara dokunulmaz vekil olma hak ve yetkisi, bırakın geleneksel dinciliğin öne çıkardığı şeyhleri, efendileri, Hz. Peygamber’e bile verilmemiştir. Şu beyyinelere bakın: “De ki, ‘Ey insanlar! Şu bir gerçek ki, hak size Rabbinizden gelmiştir! Artık doğruya yönelen kendi benliği için yönelir; sapan da kendi benliği aleyhine sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim.” (Yunus, 108 Ayrıca bk. 25/43; 39/41; 42/6) Şunu da unutmayalım: Allah, ölümsüz ilkelerin ölümsüz kaynağıdır ve O, insana ilkeleri göndermekle kendisinden bekleneni vermiştir. O’ndan bunun dışında bir şey beklemek O’nun iradesine ters düşmek olur. Ne yazık ki İslam dünyası, ters yola saparak kendisini mahvetmekle kalmamış, insanlığın Kur’an’la tanışmasını engellemek gibi bir cürüm de işlemiştir. ALLAH’TAN BAŞKASINI VEKİL ETMEMENİN HUKUKSAL ANLAMI Allah’tan başkasını vekil etmemenin Kur’ansal anlamı sadece metafizik, mistik bir anlam değildir. Bu yaklaşımın belki de birinci dereceden anlamı, yönetme yetkisinin ‘Allah’ın


vekili’ sıfatıyla kişilere veya ekiplere verilmemesidir. Vekâlet başkadır, dokunulmaz-kutsal vekil başkadır. Allah adına vekâlet, dokunulmaz-kutsal vekâlettir. Kur’an, hiçbir insanın böyle bir vekâlet kullanmasına izin vermez. İslam dünyası ise asırlardır bu vekâleti kullananlarca yönetiliyor. Allah ile aldatma, din sömürüsü ve nihayet laiklik düşmanlığının arkaplanında bu vardır. Kur’an, sekülarite (dünyevîleşme) anlamında laikliği istediği gibi, laisite anlamında laikliği de istemektedir. Laisite anlamında laiklik, toplumun Allah’a vekâleten yönetilmesine izin verilmemesini ifade eder. Toplumu yönetenler Allah’ın değil, onlara oy verenlerin vekili olacaklardır. Onlara vekâlet verenler, onları görevden uzaklaştırmak istediklerinde vekâleti geri alabileceklerdir. Oysaki Allah’a vekâleten yönetenlerin görevlerine son verilemez. Siyaset ve saltanat dincileri bunu bildikleri için, yöntemin ‘Allah’a vekâleten’ olmamasını esas alan laikliği bir numaralı düşman ilan etmekteler. Buradan bakıldığında görülecek olan şudur: Krallık ve sultanlık sistemleri birer zulüm sistemidir. Bu sistemlerin ‘Allah ile aldatma’ ile desteklenmiş şekli olan hilafet sistemi de bir zulüm siste-midir ki, Hz. Peygamber’den otuz yıl sonra ümmete musallat olmuş ve Cumhuriyet’i kuran Müdafaai Hukuk devriminin işe el koyduğu güne kadar şirk ve zulmünü sürdürmüştür. Son iki yüzyılda bu zulümden en çok yararlananlar haçlı emperyalistler oldu. Haçlı Batı emperyalizmi bugün, Cumhuriyet Türkiyesi’ni o zulüm ve şirk döneminin gayyasına yeniden sokmaya çalışmakta, bunun için de Yeni Osmanlı Dönemi diye bir şirk kulvarı açmak istemektedir. Zaten gırtlağına kadar şirke bulaşmış olan sözde Müslüman kitleler de bu oyuna gelmeyi bir meziyet olarak alkışlamaktalar. Saltanat dincisi engizisyon ekipleriyle onları kullanan haçlı Batı emperyalizminin, Müdafaai Hukuk devrimleriyle bu devrimlerin mimarı Atatürk’ten rahatsızlığının arkasında bu amacın yattığını görmemek için idrak ve basiretten yoksun olmak gerekir. Tabiî ki, Kur’anî imandan da yoksun olmak gerekir. Dünyevileşmeyi isteyen kitap Üç dört gün içinde vitrinlere ulaşacak olan yeni kitabım ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’, 48 bağımsız fasıl içeriyor. Bir ilim ve fikir adamının vakar ve ciddiyetiyle söylüyorum, İslam fikir tarihi açısından her biri birer devrim olan bu fasıllardan biri de yazımızın başlığıdır. Dünyevîleşmek tabiri çok iyi anlatılması ve çok iyi anlaşılması gereken bir tabirdir. Çünkü bir yandan paraya tapan, öte yandan ‘Dünyevîleşme getiriyor’ gerekçesiyle laikliği dinsizlik ilan eden Emevî dinciliği, akıl düşmanlığının zehrini daha çok bu yolla kusmuştur. Ve bu zehirden şikâyetçi olan sözde laik-Atatürkçü birçok zavallı, şu bizim yaptığımızı yapmak yerine, Kemalizm methiyeleri döktürerek kendini aldatmakla yarım asrı aşkın bir zamanı heder etmiştir. Kur’an, ruh için maddeyi, sonsuzluk (ahiret) için dünyayı feda etmeyi önermez. Tevhit yani hayatın birliği esas olduğu için dünya ile ahiret arasında denge ve uyum esastır. Dünya ve ona bağlı güzellikler görmezlikten gelinerek Tanrı’ya ulaşılamaz. Kur’an’ın bu tezi, bu yüzyılda en güzel ifadelerinden birine, Protestan ilahiyatçı filozof Paul Tillich’in şu sözünde ulaşmış-tır: “Beden-şehvet amaçlı sevgi ile tanrıya yönelik sevgi birleşmedikçe Tanrı sevgisi mümkün olamaz.”


Hayat bir bütündür ve bunun ilk ve esas kısmı dünya kısmıdır. Ahiret, dünyanın bir uzantısı ve dünyada ekilenlerin hasat dönemidir. Dünya berbat edilip cehenneme döndürülmüşse ahirette cennet beklenemez. Bu konunun temel ilkeleri şu beyyinelerde verilmiştir: “İnsanlardan bazısı şöyle der: ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada ver!’ Böylesi için âhirette bir nasip yoktur. Onlardan kimi de şöyle yakarır: ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver! Ve bizi ateş azabından koru!’ İşte böyle diyenlere kazandıklarından bir nasip vardır.” (Bakara, 200-202) Sadece dünyada güzellik isteyenlere sonsuzluk nasibi yok. Kur’an, sonsuzluk nasibini tehlikeye atmayı istemediği gibi, dünyayı yok saymayı da istemiyor. Dünyevîleşme veya sekülarite denen kavramın âdeta tanımını veren şu beyyineye bakın: “Allah'ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana güzel davrandığı gibi sen de güzel davran/Allah'ın sana lütufta bulunduğu gibi sen de lütufta bulun. Yeryüzünde fesat isteyip durma, çünkü Allah fesat peşinde koşanları sevmez." (Kasas, 77) Bundan daha güzel ve muhteşem bir sekülarite tanımı bulunamaz. Eskilerin deyimiyle, “Efradını câmi, ağyarını mâni bir tanım” Dünyevileşme, günlük hayatın sosyal meydanında istenmenin ötesine geçirilmiş, bir tanrısal irade olarak, din ve ibadet hayatının tamamen uhrevî kalması düşünülen kulvarına da taşınmıştır. Şu beyyinelere bakın: “Ey âdemoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. De ki, ‘Allah'ın, kulları için çıkardığı süsü, güzel/taze/leziz/temiz rızıkları kim haram etmiş?!’ De ki, ‘Dünya hayatında onlar, inananlar için de var. Kıyamet gününde ise yalnız inananlar içindir onlar.” Bilgiden nasipli bir topluluk için biz, ayetleri böyle ayrıntılı kılıyoruz/fasıl fasıl anlatıyoruz.” (A’raf, 31-32) Seküla Sekülarite, Anglosakson literatürde laikliğin adıdır. Anlaşılan o ki, sekülarite anlamında bir laiklik Kur’an’ın sadece hoş gördüğü bir kavram ve kurum değil, doğrudan doğruya istediği bir kavram ve kurumdur. Bu konunun ayrıntılarını ‘Kur’an Açısından Laiklik’ adlı eserimizde vermiş bulunuyoruz. Dürüstlüğü cezalandıran toplumlar Kur’an bu toplumları ‘kötülük toplumu’ olarak niteliyor. Bakın nasıl: Zalimlerle onlara uşaklık edenlerin ilişkisi daima bir çıkar ilişkisidir; hiçbir iman ve gerçek kaygısına dayanmamıştır. Zalimleri yaratan sürüleşmiş halk yığınları da, büyük zalim zağarların yedikleri haramlardan birer kırıntı kapabiliriz diye onlara destek veren fino köpeklere benzerler. Bu finoluğu bir başarı, bir beceri, bir kurnazlık sayarlar. Zavallı finolar, önlerine atılan ufak kırıntılar karşılığında kendilerinin ve çocuklarının yarınlarını mahvettiklerini bir türlü anlamazlar, anlamak istemezler. Anlatmak isteyenlere de düşman kesilirler. Lût kavminin Hz. Lût’a söylediği şu namussuzluk belgesi sözü söylerler: “Çıkarın şunları kentinizden/yurdunuzdan. Bunlar temizlik ve dürüstlükte aşırı derecede titizlik gösteren insanlar.” (A’raf, 82; Neml, 56) Zalimlerle onlara köpeklik eden sürünün rahatsızlık sebebi, her zaman işte bu ‘temizlik ve dürüstlük’ olmuştur. Başlarına geçecek adamların temiz ve dürüst olması onları verem ediyor. Sürüyü verem eden olguyu da göstermiştir zaman üstü kitap. Enbiya yani peygamberler adlı surede Hz. Lût’un belirgin niteliği anlatılırken şöyle deniyor:


“Lut’a da hükmetme gücü/yargılama yetisi ve ilim verdik. Onu, pislikler üretip duran bir kentten/bir ülkeden kurtardık. O kentte/ülkede yaşayanlar yoldan çıkmışlardan oluşan bir kötülük toplumuydu.” (Enbiya, 74) Bu muhteşem beyyine bize şu ölümsüz gerçeklerin altını çizme imkânı veriyor: 1. İnsanoğlu, bazı zamanlarda ve zeminlerde, temizlik ve dürüstlüğüyle seçkinleşen kadrolardan rahatsız olabiliyor, onlara düşman kesilebiliyor, onları sırf bu nitelikleri yüzünden yerlerinden yurtlarından sürüp çıkarabiliyor. 2. Sürüleşmiş kitleye rahatsızlık veren dürüst ve temiz kişilerin temel nitelikleri, adaletle hükmetme yetisi ve ilimdir. ‘KÖTÜLÜK TOPLUMU’NU TANIYALIM! BASİT çıkarlar karşılığında sürüleştirilmiş bir toplum, öncelikle ilim ve hikmet düşmanı kesilmektedir. Kur’an diyor ki, böyle bir toplumun oluşturduğu ülkeye bir tek ad uygun düşer: ‘Kötülük toplumu.’ Kötülük toplumunun tipik örneği olarak gösterilen Lût kavmi’nin belirgin niteliği, ‘tatahhurdan tiksinme’ olarak kayda geçirilmiştir. ‘Tatahhur’, iç ve dış pisliklerden, kötülüklerden uzak olmakta titizlik anlamındadır. Sözcüğün Arap dilinde kullanıldığı kalıptaki ‘tekellüf’ (titizlik, düşkünlük, ısrar) özelliği dikkate alındığında tercüme şöyle yapılmak gerekir: Temizlik ve dürüstlükte ısrar. Günümüz toplumlarında, ‘Hz. Lût zihniyeti’ taşıyan omurgalı, ilkeli, imanlı insanlara ‘satın alınamaz tipler’ denmektedir. Satın alınamaz tip, yalan ve talan siyasetleriyle onlardan bir biçimde yemlenen fino köpek takımı için en çekilmez tiptir. Satın alınamaz tip, alışılmış düzenin çarkına ha bire çomak sokup problem yarattığı için, alışılmış gidişten çıkarı olanlarca ‘uyumsuz, paranoyak, marjinal’ tip olarak damgalanmaktadır. Satın alınamaz tipin söyledikleri, öngörüleri bir süre sonra gerçekleştiğinde yalan ve talan siyasetlerinin kemik yalayıcıları kendilerini şu yolda savunur, daha önce dışladıkları ‘dürüstlük düşkünleri’ni bu kez şöyle suçlarlar: “Kendinizi yeterince anlatamadınız; bu dediklerinizi, vallahi biz aha şimdi duyuyoruz. Eğer bu söylediklerinizi bize ulaştırıp iyice anlatsaydınız sizi izlemez miydik; biz aptal mıyız?” Kur’an’ın, insanoğlunun ayağını kaydıran temel belalardan biri olarak gösterdiği ‘temizlik ve dürüstlükten şikâyet’, bugünkü Müslüman patentli toplumların temel niteliklerinden biridir. Müslüman patentli toplumların cehennemle tehdit ettikleri ‘gâvur’ milletlerin, dürüstlük ve temizliği bir numaralı meziyet saymalarına karşın, cennet tapusunu cebinde taşıdığını iddia eden sözde ‘Müslüman’ (!) toplumların dürüstlük ve temizliği bir numaralı aptallık göstergesi saydığını asla unutmayalım. Allah, Müslüman patentli dünyayı, onca servet ve imkâna rağmen, boşuna mı süründürüyor?! Zorbalara karşı çıkmayanlar mümin olamaz! Zorbalığa ve zorbalara tepki vermeyerek onlara itaati meşrulaştıran, hele bir de bunu dinleştirenlerin Allah’ın düşmanı olduklarını bize öğreten tek kitap Kur’an’dır. İslam ümmetine ve Anadolu halklarına ilk kez bu satırların yazarı tarafından gösterilen bu gerçeğin ayrıntılarını, yeni çıkan ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı eserimden lütfen okuyun. Tam bu noktada, insanlığın önünde dev bir meşale yakan Zühruf suresi 54-56. ayetleri


görmekteyiz: “Firavun, toplumunu küçümseyip horladı, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum idiler. Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince, biz de onlardan öç aldık; hepsini suya gömüverdik. Onları, sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.” Bu ayetleri, tefsir kurallarını (semantik ve hermenötik incelikleri) dikkate alarak değerlendirdiğimizde şu gerçeklerin altını çizmemiz gerekiyor: 1. Firavunların yani diktatörlerin horlayıp ezmesi ile toplumun ona itaati arasında bağlantı vardır. O itaat olmasaydı bu horlayıp ezme de olmayacaktı. 2. Firavunların horlayıp ezmesine isyan yerine itaatle karşılık verilmesi Tanrı’yı öfkelendirir; Tanrı bunun üzerine o itaatçi kitleden intikam alır. Bu Kur’ansal gerçekler, zulme ve şirke karşı çıkışın ölümsüz önderlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Dünyada her millet, icraatına ortak olduğu hükûmetin mesuliyetine ortak sayılır.” Kur’an, bir kitlenin içinden birileri zalimlerle işbirliği yapmadıkça o kitlenin zulüm ve istilaya yenik düşmeyeceğini bildirmektedir. Kur’an, Zühruf 54. ayette kullandığı sözcüğü kullanarak kendisini tebliğ eden Peygamber’e şu emri vermektedir: “Gerçeği hakkıyla göremiyor olanlar seni asla küçümsemesin/ezip horlamasın!” (Rum, 60) HZ. MUHAMMED NEYİN SEMBOLÜ? Mesele gelip gelip şurada düğümleniyor: Hz. Muhammed, özgürlüklerin ve esaret tanımamamın sembolü müdür yoksa daha çok namaz kılmanın, daha görkemli sarık sarmanın sembolü mü? Kur’an, birinci şıkkı onaylıyor. Hz. Muhammed bu şıkka göre yaşadı ve onu miras bıraktı. Emevî, bu mirası yozlaştırıp ‘özgürlüklerin Peygamberi’ni ‘daha çok namaz kılmanın, daha görkemli Arap sarığı sarmanın sembolü’ haline getirdi. Bu saptırma ve yozlaştırmaya ilk büyük isyan İmamı Âzam Ebu Hanîfe’den geldi. Arap fistanı ile Arap saltanatlarını dinleştirenler, İmamı Âzam’ı ‘namazsız ve isyancı bir din’ kurmakla, ‘ümmeti kana ve kılıca bulaştırmak’la suçladılar. İmamı Âzam, Hz. Peygamber’i özgürlüklerin ve esaret tanımamanın sembolü olarak öne çıkarmanın faturasını başıyla ödedi. Ve İslam tarihi asırlarca Emevî zihniyetiyle yürüdü hâlâ da o zihniyetle yürümektedir. Ahzâb 57. ayete göre, “Allah’a ve Peygamber’e eziyet edenler lanetlenmişlerdir.” Peygamber’e eziyeti anlamakta zorluk çekilmez ama “Allah’a eziyet nasıl olur?” diye sorulmak-tadır. Zühruf 55. ayet bu sorunun cevabını getiriyor: Zulüm karşısında pasif kalarak zalim-lere dolaylı destek vermek, Allah’a eziyet etmektir. Allah bundan öylesine rahatsız ol-maktadır ki bunu bir intikam sebebi sayıyor. Despotlara itaat, Allah’ı öfkelendiren tek kötülüktür. Hûd suresi 59. ayet bunu, ‘inatçı zorbaların emrine uymak’ şeklinde tanımlıyor. Doymazlığın sefaleti üstüne


Dincilik, Allah ile para yan yana geldiğinde tarih boyunca hep parayı tercih etmiştir. Bunun için, bendeniz, insanlığa ve özellikle bu millete yıllardır şunu söylüyorum: Dinciliğin Allah’ı, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in tanıttığı Allah değildir. Onun Allah dediği, Prof. Salih Akdemir’in muhteşem tespitiyle, ‘adına Allah dedikleri bir puttur.’ Nitekim Kur’an’ın en kuduz düşmanları olan Mekke müşrikleri de ‘Allah’ı baş ilah saymaktaydılar. Dincilik, çıkar putunun adını neden Allah koymuştur? Aldatmaların en kahpesi olan ‘Allah ile aldatma’ tezgâhını rahat işletebilsin diye. Kur’an’ın, “Sakın aldatan sizi Allah ile aldatmasın!” buyruğunun erdirici ihtişamı üzerinde şimdi bir kez daha düşünün. Aldatma aracı yapılan Allah, Kur’an’ın Allah’ı olamaz. Bütün mesele, bu Kur’ansal tespitin sırrına varmak, gereğini yapabilmektir. Ya gereğini yapar kurtulursunuz ya da savsaklamaya gider belanızı bulursunuz. İslam dünyasının bulduğu gibi… Evet, dincilik parayı hortumlama fırsatını yakaladığında onun ne dini kalır ne imanı, ne namazı kalır ne niyazı. O mucizeler mucizesi Mâûn suresi neden parayı öne çıkaranların kıldıkları namazların lanetten başka bir şey getirmeyeceğini hükme bağlıyor, hiç düşündünüz mü? Ve neden o mucize sure, kamu mal ve imkânlarını hortumlayanları dini inkâr etmekle suçluyor? Bu sorunun cevabı bilinmeden hiçbir coğrafyada huzur bulmak mümkün değildir. Ben, ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı o kıyametler koparan eserimi bunun mümkün olmadığını göstermek için yazdım. Ben, Mâûn suresinden ruh ve ilham almış bir insan olarak bunları biliyordum ve dincilik ekiplerinde din, iman, haya, merhamet, hakka saygı gibi insanı insan yapan değerlerin aranamayacağında hiçbir kuşkum yoktu. Nitekim zaman bu düşüncemi doğruladı. Ama Atatürkçülük, laiklik, çağdaşlık, özgürlük adına yıllarca nara atmış, bu naralarla servet kodamanı olmuş medya patronlarıyla bazı Atatürk meddahlarının ömür boyu sığındıkları kaleleri hiç tınmadan ve kendi elleriyle birer birer teslim edeceklerini aklımın ucundan geçirmezdim. Bunların en önde gidenleri, ihaleler ve krediler için hatta haram servetlerinde takip ve tacize maruz kalmamak için dinciliğin hizmetkârı olmakla kalmadılar, eski kredi kaynakları Atatürkçülüğe karşı tavırlar sergilemeye başladılar. Yani usta bir kıvırmayla Atatürk ile aldatma modundan çıkıp Allah ile aldatma moduna girdiler. Mehmet Akif, bu tipi kendine yakışan bir şiir dehasıyla şöyle tanıtıyor: “Şimdi Allah’a söver, sonra biraz bol para ver, Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder.” Bir zamanlar mal ve para uğruna bilcümle İslam dışı kişi, akım ve ideolojilere hizmetkârlık eden Karunlar, bir gün geldi, o burun kıvırarak baktıkları İslam’ın en yozlaştırılmış şeklinin ticaretini yapan Mâûn mücrimi riyakârların önünde kulluk arz etmek için sıraya girdiler. Ve sonra, nimetlerini tepe tepe kullandıkları bu ülkenin yarınları için bir şeyler yapmak yerine yeni imkân odaklarının şehvetini okşamak için seferber oldular. Düşünün, ABD’den yayın yapan CNN International, Taksim Direniş Hareketi’ni canlı yayınla verirken, İstanbul’dan yayın yapan ‘merkez medya’ unvanlı sistemin kanalları penguenlerle


ilgili belgeseller, yemek tarifleri ve yaşı geçmişler arasında çöpçatanlık programları yayınlıyorlardı. ‘İnsanlık değerleri’ lügatinde bu tavrın adı nedir? Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun “Cumhuriyet uçurumun kenarında. Neyi kutlayacağız? Şimdi kutlamak değil, ağlamak zamanıdır” diyenler var ama ben yine de Cumhuriyet bayramınızı kutlayacağım. Bunu, benim ‘umutlarımı’ kutlamam olarak alabilirsiniz. Kutlanmasını fiilen durdurdular ama yine de kutlu olsun! Ruhum emin ki; bugünler geçecek ve o büyük bayramı yine tüm coşkumuzla kutlayacağız. Tarih ve Tanrı, her şeye rağmen bizden henüz vazgeçmemiştir. Bu teker bu tümsekte kalmayacaktır. Yeter ki biz, yine her şeye rağmen aklımızı başımıza alalım, yani adam olalım. Herkesi kör, âlemi sersem yerine koymayı bırakıp, gayret kuşağını kuşanalım. Cumhuriyetin, büyük ıstıraplar pahasına sahip olunacak bir değer olduğunu, bizimse bu değere bedavadan sahip bulunduğumuzu itiraf edelim. Başımıza ne geldiyse ıstırabı, çileyi göğüsleme irade ve onurunu gösterememek yüzünden geldi. Yani bedavacılık yüzünden. Şimdi tarih bizi, bedavadan sahip olmak ile çile çekerek elde etmenin farkını gösteren bir sürece soktu. Bu farkı anlayıp bedavacılık kapısını kapattığımız anda, her şey bir büyük tecelli ile değişir ve ufuk aydınlanır. Bedavacılık ve aymazlıktan uzaklaşacağımıza tarih ve Tanrı huzurunda yürekten söz vermemiz, yani sergilediğimiz korkunç gafletler, yan yatmalar yüzünden bulaştığımız büyük günahlardan tövbe etmemiz lazım. Tanrı, Cumhuriyeti sevenlerin gafletlerini onu sevmeyenlerin ihanetleriyle cezalandırdı. Evrenin ruhunun yöntemi budur. Şöyle veya böyle, tövbe etmemiz şart. Tanrı’ya inananlarımız Tanrı huzurunda, Tanrı’ya inanmayanlarımız tarih huzurunda tövbe etmelidir. Ama mutlaka ve muhakkak bir tövbeye muhtacız. Tövbe; hatanın, eksiğin farkına varmaktır. Benim bahsettiğim tövbe olmadan; Cumhuriyet, ihanetler eliyle itildiği uçurumun kenarından, mümkün değil, geri dönemez. Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarken, neyi kutluyorduk? Bu sorunun cevabını layıkıyla vermiş olsaydık, bugün Cumhuriyet uçurumun kenarında olmazdı. Biz, Cumhuriyet’in kıymetini bilmedik ve öyle olunca da, tarihin diyalektiği onu gözlerimizin önünde uçurumun kenarına getirip bizi dehşete düşürdü. Her şeye rağmen aklımızı başımıza alırsak, Cumhuriyet uçurumun kenarından geri döner ve biz yeniden mutlu oluruz. Aklımızı başımıza almaz isek, değişik türden kanı virüslü adûdlar, uçurumun kenarındaki o aziz varlığa tekmeyi vururlar ve hepimiz karanlık bir coğrafyanın kahrolmuş çocukları oluveririz. HAYATÎ İKİ SORU Aklımızı başımıza almak ne demek? Şu iki sorunun idrakinde olmak demek: 1. Cumhuriyet nasıl geldi? 2. Cumhuriyet bizi nelerden kurtardı? Önce birinci soruyu cevaplayalım: Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı verilerek elde edildi. Yani; kanla, gözyaşıyla, çileyle, ıstırapla. Ama o çileleri biz çekmediğimiz için, biz Cumhuriyeti


bedavadan gelmiş sanıyoruz. Tarihin diyalektiği veya Tanrı (bence ikisi aynı gerçeğin değişik adlarıdır), bu aziz varlığın bedavadan elde edilecek bir varlık olmadığını göstermek üzere, onu elimizden çıkacak bir noktaya oturttu. Tarih ve Tanrı’nın beklediği ‘akıllanma’yı, fark edişi gösterirsek, aziz emanet geri döner; göstermez isek geçip gider, göçüp gider. Cumhuriyet bizi nelerden kurtardı? Bu sorunun kısa cevabı şudur: Cumhuriyet bizi raiyye olmaktan kurtardı. Her şey bunun içinde saklı. Saltanat dincileri bunu bildikleri içindir ki; bir yandan cumhuriyet düşmanlığı yaparken, bir yandan da halkı raiyyeleştirmek için yirmi tırnaklarıyla didiniyorlar. O halde raiyyelikten kurtuluşun idraki içinde olmak, Cumhuriyet’le ilgili bütün soruların cevabını bulmak demektir. Raiyyelikten kurtulmak, hayvanlıktan kurtulmak demektir. “Ben insanım” diyen bir varlık için, bu kurtuluşun yerine konacak herhangi bir değerden veya nimetten söz etmek mümkün değil. Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın hukukî sıfatı raiyye (çoğulu: reâya) veya ‘kul’dur. Cumhuriyet düşmanlarının Osmanlı’yı ihya için didinmelerinin sebebi; Osmanlı mahabbeti değil, raiyyeliğin geri gelmesi ihtimalinin yarattığı heyecandır. Şimdi, Ortadoğu halklarına ilk kez bu satırların yazarı tarafından duyurulan bu hayatî mesajı irdeleyelim: Raiyye kavramının kullanıldığı Bakara 104. ayet, Kur’an’ın üstü örtülen beyyinelerinin birincisidir. Çünkü o örtü açıldığında, Kur’an’ın cumhuriyet, laiklik ve demokrasi talebi ses verecektir. İslam adı altında despotizm yaşatan Ortadoğu zorbalıkları böyle bir şeye izin vermezler. Bu zorbalıkları ustaca sömüren Batı Emperyalizmi; böyle bir şey olmasın diye, bütün saltanat dinciliklerini destekliyor, besliyor. Batı Emperyalizminin Mustafa Kemal’e düşmanlığının esas sebebi de; bu ayetteki gerçeğin ortaya çıkmasında Atatürk’ün getirdiği aydınlanma ve tarihe bıraktığı mirastır. Emperyalizmin bu mirastan korkusu Azrail korkusundan daha büyüktür. ALLAH İLE ALDATANLARIN ARADIĞI KİTLE: RAİYYE Raiyye (çoğulu: reâya) Kur’ansal bir tabirdir ve ‘davar sürüsü’ anlamındadır. Raiyyeyi güdene ‘râî’ denir ki, ‘çoban’ anlamındadır. Bütün krallık-sultanlık sistemleri birer raiyye sistemidir. Mondros Mütarekesi’nin ardından işgal edilen İstanbul’un o günkü manzarası içinde, padişah Vahdettin’i ziyaret edip, ona Türk Milleti’nin ayaklandığını ve işgalcileri er-geç topraklarımız dışına atacağını, bundan emin olması gerektiğini bildiren ilim adamlarıyla subaylara Vahdettin’in söylediği sözler, tarih ve Kur’an mesajı açısından ibret ve dehşet vericidir. Müdafaa-i Hukuk’un aziz öncülerinden ve bir müfessir İslam âlimi olan Vehbi Efendi ile General Rauf Orbay’a dönerek, paylayıcı bir eda ile şöyle der Vahdettin: “Bu millet koyun sürüsü, ona bir çoban lazım; o da benim.” Saraydan çıkacakları sırada, Vehbi Hoca arkadaşlarına dönerek şu tarihî sözü söyler: “Bu adam nefsini ıslah etmezse akıbeti fenadır. Allah büyüktür. Bu millet halaskârını (kurtarıcısını) bulacaktır. Milleti koyun sürüsü addetmek Allah’ın rızasına aykırıdır.” (Cemal


Kutay, Kurtuluşun Kuvvacı Din Adamları, 89, 156-157, 165) Vahdettin; nefsini asla ıslah etmedi, memleketini işgal edenlerle işbirliği yaptı, sonra da onlara sığınarak ülkesini terk etti. Kur’an, Vahdettin gibilerin temsil ettiği sultanlık sistemlerini ‘bozgun ve zillet sistemi’ olarak nitelemekte (Neml suresi, 34) ve mensuplarını raiyyeleşmekten kaçınmaya çağırmaktadır: “Ey iman edenler! ‘Râina!’ demeyin/‘Bizi davar gibi güt!’ demeyin, ‘Bize bak!’ diye konuşun ve dinleyin.” (Bakara, 104) Bu çağrı; demokrasinin, özgür ve yetkin bireyin temel söylemidir. Cumhuriyet, işte bize bu söylemin gereği olan zihniyeti ve devleti kazandırdı. Raiyyeciler, şimdi o zihniyeti ve o devleti yok etmek için uğraşıyorlar. Raiyye, millet ve ümmet Kur’an’da bu üç kavram da yer alır. Birincisi fiil halinde, ötekiler isim halinde. Raiyyeleşmek Kur’an’ın nefret edip yasakladığı bir insanlık suçudur. Kur’an bize şunu öğretiyor: Raiyyeliği dayatanlar da zalimdir, kabul edenler de. Birinciler aktif zalim, ikinciler pasif zalimdir. Bunu geçen gün anlattık. Bu yazıda millet kavramını, gelecek yazımızda da ümmet kavramını anlatacağız. Kur’an, millet ve ümmet kavramlarına hiçbir olumsuz anlam yüklemez. Millet, Müslümanların yerel birlikteliklerini, ümmet ise evrensel birlikteliklerini ifade eder. Millet sözcüğü, 15 yerde geçmektedir. Bunların 7 tanesi, ‘İbrahim’in milleti’ şeklinde kullanımdır. Millet, Kur’an açısından baktığımızda, dayanağı-tabanı kavmiyet (etnisite) ve ırk değil, zihniyet ve ideal birliği olan topluluktur. Kur’an, bu noktada, tevhidin büyük peygamberi Hz. İbrahim’e yollama yaparak şöyle der: “İbrahim’in milletine uyun!” (Bakara, 135; Âli İmran, 95; Nisa 125; En’am, 161; Nahl, 123) Kur’an burada, madde üstü bir dayanak getirmiştir: Zihniyet ve ideal. İbrahim’in seçilmesi de çok ilginçtir. Hz. İbrahim, Arap ırkından değildir. Mezopotamyalıdır. Arap tarihçiler, sonradan Araplaştığı için Hz. İbrahim’den ‘Arabı müsta’rebe’ (Araplaşmış veya Araplaştırılmış Arap) derler. Sonraki Arap tarihçilerin Arapları Hz. İbrahim’in soyu olarak göstermeleri, ırksal anlamda değil, az önce değindiğimiz ideal anlamındadır. Nitekim o anlamdan baktığınızda Yahudiler de Hz. İbrahim’in soyundandır. Araplar İbrahim’in oğullarından İsmail’in, Yahudilerse İshak’ın çocuklarıdır. Görünüşte ikisi de peygamber soyu ama gerçekte ne oldukları bugünkü manzaralarından çıkarılmalıdır. ATATÜRK’ÜN YAPTIĞI NEYDİ? Osmanlı, halkları ırkçılıktan uzak tutup raiyye yapmıştı; Atatürk ise halkları ırkçılıktan uzaklaştırıp millet yaptı. Fark bu. Raiyye olmak mı iyi, millet olmak mı? Osmanlı, tabir caizse halklara ölümü gösterip onları sıtmaya razı etti. Bu, kurtuluş değildi, bir tür kölelikti. Kur’an’dan baktığımızda esas kurtuluş Atatürk’ün yaptığıdır. Nedir Atatürk’ün ‘millet’i? 1920 Mayıs’ında söylediği ve o günlerden çok, bugünlere çözüm getiren bir reçeteyi andıran şu sözlerini ibretle okuyalım: “Muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, tek bir unsurdan ibaret değildir.


Muhtelif İslamî unsurlardan meydana gelmektedir. Bu topluluğu teşkil eden her bir İslam unsuru, bizim kardeşimiz ve menfaatleri tamamıyla ortak olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif İslamî unsurlar ki, vatandaştırlar, yekdiğerine karşılıklı hürmet ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırkî, toplumsal, coğrafî hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyit ettik ve hepimiz bugün samimiyetle kabul ettik. Dolayısıyla, menfaatlerimiz ortaktır. Kurtarılmasına azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkes değil, hepsinin karışımı bir İslam unsurudur. Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 8/157) Atatürk’ün bu ‘millet’ anlayışı, Kur’an’daki millet anlayışına tıpa tıp uygundur. Atatürk’ün ‘millet’i de tıpkı Kur’an’ın ‘millet’i gibi, ırk, bölge, dil, renk ve sınıf üstü ve ötesi bir ‘birliktelik’ ifade ediyor. Kavmiyeti, bölgeyi, rengi, sınıfı, dili, eti, kanı kemiği dışlıyor. Esas aldığı değerler, İbrahim’in şahsında ve mesajında belirginleşen değerlerdir. Yani ideal, iman ve kader birliği esas alınmıştır. 'Ümmet' kavramını yanlış biliyorsunuz? Cehaletleri yüzünden, halkın kafasını sürekli karıştıran bazı ‘laik aydınlar’ dillerine şunu da pelesenk etmişlerdir: “Atatürk bizi ümmet olmaktan çıkarıp millet yaptı”. Dinci propagandistlerse, aynı cehalet madalyonunun öteki yüzünü okuyup durmaktalar: “Atatürk bizi ümmetten koparıp millet yaparak İslam’dan uzaklaştırdı”. Bu iddiaların ikisi de bilgisizlik, tutarsızlık ve zavallılık ifade ediyor. Anlaşılan o ki, ‘ümmet’ sözünü dillerine dolayanlar, ne ümmet kavramını biliyor ne de Atatürk’ün yaptığını. Bir defa; Atatürk’ün yaptığı iş, İslam açısından bir ümmetçiliktir. ‘Atatürk Milliyetçiliği’nin bizatihi kendisi bir ümmetçiliktir. Çünkü; Atatürk’ün milleti, değişik kavmiyetten Müslümanların vücut verdiği bir millettir, yani filolojik açıdan bir ümmettir. Ümmetçilik; İslam’ın evrensel yüzünün, ırklar, kavimler üstü mesajının ifadesidir. Atatürkçülüğün de bir ümmetçilik yanı vardır. Çünkü onun da bir evrensel-hümanist yanı vardır. Atatürk, vücut verdiği millet ve milliyetle, İslam’ın Arap-Emevî ideolojisi olmaktan çıkarılıp, evrensel bir insanlık dini olmasına da katkı vermiştir. Sırf cehalet yüzünden, Atatürk’ün yaptığı işi yanlış tanıtıp, meselenin esasını bilenlerin tepesini attırmanın ve Müslüman halkı Atatürk’e tepki duymaya âdeta teşvik etmenin anlamı nedir? Ümmetçiliği, yani İslam’ın evrenselliğini Emevî ve Abbasî Arabizmi yıktı, Atatürk değil. Bunları öğrenin, ezberletilmiş palavraları tekrarlamakla aydınlık olmaz. İslam’ın asırlardan beri ümmetçi yanı kalmamıştır; onun yerini Arapçılık, Arap milliyetçiliği almıştır. Atatürk, Türk Milleti’ni Arapçılık ve Arap ideolojisi tasallutundan kurtarmıştır. Tamam, ama bu, ‘ümmetçilikten kurtarma’ değildir, öyle ifade edilmemelidir. Mesela; Emevî dinciliğinden kurtarmak veya Arapçılıktan kurtarmak tabirleri kullanılabilir. ‘Padişah ve saray kulluğundan kurtarmak’, ümmetçilikten kurtarmak değildir. Bunun adı, müşriklikten, putçuluktan, despotizmden, adûdluktan kurtarmaktır. (Ayrıntıları için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin Ümmet maddesine bakılmalıdır). ATATÜRK’ÜN BİR ÖZLEMİ Atatürk, Müslümanların birliğini, beraberliğini de bir hasret olarak içinde taşımış ve bunu


hayata geçirmek için şartları ve zamanı beklemiştir. Hayat ona, maalesef bu hasretini hedefine vardırma imkânı vermedi. Ama bu hasretini tarihin kulağına da, vicdanlara da iletmiştir. Ümmetçiliğe habire sövenler bütün bunları yok sayıyorlar. Atatürk, 21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, her ne hikmetse asla gündeme getirilmeyen şu sözleri söylemiştir: “Ben bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak, ben bu işi yaparken çok emindim ki; asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 30/120-122) Anlamını bilmedikleri ümmetçiliği bir şehvet sakızı gibi habire çiğneyen dincilere sormak lazım: Yukarıdaki sözlerin sahibi Atatürk mü ‘ümmetçi’ yoksa Suriye’yi İsrail hesabına mahvetmek üzere Haçlılar ile işbirliği yapan, sonra da dünyanın önünde rezil kepaze olan mevcut ‘diktatorya’ mı? 'Muhammed' ile 'Mustafa'nın getirdiği ortak aydınlık ‘Muhammed’le Pakistanlı düşünür-şair Muhammed İkbal’i, ‘Mustafa’yla da Gazi Mustafa Kemal’i kastediyorum. Yirminci yüzyılda, Müslüman kitleleri raiyyelikten kurtarmaya yönelik Kur’ansal mesajın hayata geçmesinde devrim yaratan iki Müslüman deha oldu: Muhammed İkbal, Mustafa Kemal. Birincisi teoride, ikincisi ise hem teoride, hem pratikte çözüm getirdi. Birincisi ilim ve düşünce adamı, ikincisi ise strateji, devlet ve siyaset adamı. İkisi de antiemperyalist, Batı karşıtı, ikisi de dinde akılcı ve Kur’ancı. Ve ikisi de aynı yılda öldü: 1938. İkbal’in Atatürk’le ilgili söylemleri, bağımsızlık, cumhuriyet ve özgür benlik aşkında kristalleşen söylemlerdir. İkbal, İslam dünyasında Mustafa Kemal’i bu değerlerin en ideal, en başarılı öncüsü olarak görüyordu. İkbal’in Mustafa Kemal’le ilgili eleştirileri de var. Ayrıntılarla ilgili bu eleştirilerin özeti: Atatürk’ün Batı’ya gereğinden fazla önem verdiği, onun değerlerinden gereğinden fazla aktarma yaptığı noktasında belirginleşir. Ne yazık ki İkbal, Mustafa Kemal’le tanışamadı, Türkiye’ye gelemedi; Cumhuriyet’in getirdiklerini, Atatürk’ün icraatını göremedi; bu icraatın gerekçelerini bizzat ondan dinleyemedi. Bunun olması mümkündü, bu olmalıydı ama olamadı. Bir gün, bunun olmamasının sebepleri de açıklık kazanacaktır. Bizim kanaatimiz şudur: İkbal-Atatürk buluşması usta oyunlarla önlendi. Müslüman dünyanın kaderini derinden etkileyecek bu görüşme ne yazık ki gerçekleşemedi. İkbal’in Atatürk’e bakışı temel meselelerde, olmazsa olmaz konularda hayranlık ve saygı içeren bir bakıştır. Ayrıntılardaki birkaç eleştiri ise, altı çizilecek kadar önemli değildir. Atatürk ve İkbal düşmanı emperyalistlerle, onların yamaklığını yapan saltanat dincileri, o ayrıntıları büyüterek İkbal’i bir tür ‘Mustafa Kemal karşıtı’ gibi göstermeye çalışırlar. Aynı şeyi, Mehmet Akif için de yaptılar. Yaptılar ama Akif’in, hararetli bir Atatürk hayranı


olduğunu gösteren ve yeni keşfedilen belgeler onları dünya âleme rezil etti. MEHMET AKİF’E DE SALDIRDILAR Mehmet Akif’i, Millî Mücadele’de omuz omuza, yürek yüreğe birlikte olduğu Atatürk’e karşı gösterme alçaklığı, Allah ile aldatanların şeytanî oyunlarından biridir. Hem bu oyunu Akif üzerinden oynarlar, hem de hiç utanıp arlanmadan, Akif’i, Çanakkale Şehitleri şiirinde Mehmetçiği ‘Peygamberimizin Bedir Harbi gazilerine’ benzettiği için, ‘İslam’a muhalefet ve ırkçılıkla’ suçlarlar. Dincilerin ünlü azgınlarından biri olan ‘Dal Fesli Manyak’, Akif’e bu anlayışı yüzünden ‘pezevenk’ diye hitap etme küstahlığını gösterebilmiştir. Akif, on yılı aşkın bir süre yaşadığı Mısır’dan dönüşünde, Muhittin Nalbantoğlu’na yazdığı mektupta, ‘Cumhuriyet Türkiyesi’nin özellik ve güzelliklerini sayıp döktükten sonra şunu söylemiştir: “Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin!” Akif millîdir, milliyetçidir ama ırkçı asla değildir. Irken Arnavuttur ama milliyet ve millet kavramlarının hakkını Kur’an mümini sıfatıyla veren bir milliyetçidir. Öyle olduğu içindir ki, cibilliyeti bozuk dinci ve dinsizlerin tümü Akif’e gizli veya açık saldırmaktadır. (Ayrıntılar için bizim ‘Allah İle Aldatmak’ adlı eserimize bakılmalıdır). Tanrı’ya şükürler olsun; Akif ve İkbal üzerinde oynanan haçlı oyunlar, emperyalizm şeytanının beklediği sonucu doğuramamıştır. Elbette ki bir miktar zarar vermiştir ama belirleyici olamamıştır. Muhammed İkbal'in Atatürk'e bakışı 2007 yılında, Muhammed İkbal’in oğlu Cavit İkbal ile yapılmış çok anlamlı bir röportaj yayınlandı. İkbal’in, ana eseri Cavidnâme’ye adını verdiği küçük oğlu Cavit, anılan röportajda İkbal - Atatürk düşüncesindeki paralellikler konusunda hayatî bilgiler vermektedir. İşte bazı paragraflar: “Babama göre, Peygamber ve ilk dört halife döneminde İslam devleti bir cumhuriyetti. Babam, Mustafa Kemal’in yaptığı devrimi, içtihat gücünün halifeden alınıp Millet Meclisi’ne devredilmesi olarak görüyordu. Bu sistemde Meclis artık halife hükmündedir. Ulema sözlerinin üstündeki içtihat gücünün, hilafet makamından alınarak Meclis’e verilmesi, İkbal’e göre çok yeni bir olgudur. Babamın Mustafa Kemal’i çok sevmesinin sebebi de budur. Fakat büyük insanların birbirlerinin fikirlerinden etkilenmeleri ne kadar doğalsa, bazı konularda ayrı düşünmeleri de o kadar normaldir. Babam, Mustafa Kemal’in geleneklerle bağlarını gereksiz yere kopardığı kanaatinde idi.” “Güney Afrika Müslümanları 1933’te babama gelip, uzun ömürlü olması için dua ettiklerinde, babam onlara şöyle demişti: ‘Ben yapacaklarımı yaptım. Artık benim için değil, Mustafa Kemal ve Muhammed Ali Cinnah için dua edin.” Dikkat edilirse, İkbal, aynen Mehmet Akif gibi; Allah’tan ve insanlardan, Atatürk’ün ömrünün uzun olmasına yardımcı olmalarını istiyor. Çünkü yapılması gerekeni artık sadece Atatürk yapıyor. Cavit İkbal, ölümsüz babasını anlatmaya şöyle devam ediyor: “İkbal’in zihnindeki devlette demokrasi olmalıydı. İnsan hakları garanti altına alınmalıydı. İkbal, bunların İslam’da esasen var olduğu kanaatinde idi. Bu konudan söz edildiğinde


‘Reform yapmıyorum, İslamiyet’i özüne çeviriyorum’ derdi. İkbal’e göre, laiklik de İslam’ın özünde vardı. Bana kalırsa, İslam’da hukukun üstünlüğünün kanıtı Kur’an’dır ve Peygamber bile hukukun üstünlüğüne tâbidir. Babam, bütün örfî hukukun içtihatla değişime tâbi olması gerektiğini düşünüyordu. Özellikle kadının durumuna vurgu yapıyordu.” (Aksiyon Dergisi, sayı: 651; tarih: 28 Mayıs 2007) ATATÜRKSÜZ OLMAZ! Son yedi yüz yılın en büyük İslam düşünürü olarak kabul edilen Muhammed İkbal, bütün bu düşünceleri hayata geçirme güç ve dehasına sahip bir tek Müslüman önder tanıyordu: Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Bunu gördüğü, buna inandığı için Atatürk’ü hep tebcil ve tâzimle anmış, ona hep dualar etmiş, onu hep Müslümanların umudu ve ufku olarak göstermiştir. Müslüman dünya, ne Muhammed’in kıymetini bildi ne de Mustafa’nın. İkisine de nankörlük etti. Tarihin diyalektiği bu nankörlüğün faturasını çok ağır ödetecektir. Ödetmeye başlamıştır da… Bakın, Muhammed İkbal’in Pakistanına. İkbal’in bıraktığı yerden yüz yıl geridedir. Ve bakın Mustafa Kemal’in Türkiyesine. Mustafa Kemal aydınlığı ve cumhuriyeti, Mustafa Kemal mirasının bütün nimetlerinden en ileri derecede yararlanan gözü dönmüş hainler ile aldatılmış gafiller tarafından yerle bir ediliyor. Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti kutlamanın suç ilan edildiği bir Türkiye var artık. Tarih, bir eşini görmediği bu nankörlük ve hıyaneti, bizim bir eşini görmediğimiz bir ceza ile cezalandıracaktır elbette. Bu âlemde ‘hakikat ve adalet’ diye bir şey varsa; Atatürk mirasına yapılan hıyanet, Tarih ve Tanrı tarafından mutlaka ve muhakkak cezalandırılacaktır. Gayret ve himmetimizi seferber edelim ve sabırlı olalım! Ölümsüz Akif’in ölümsüz marşımızda söylediğini unutmayalım: “Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk’ın; Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın!”

Hayatım boyunca babamın gölgesinden çıkamadım Muhammed İkbal'in hukukçu, yazar, fikir adamı oğlu Cavit İkbal, Aksiyon'a babasının görüşleri, İslam dünyasının geçmişten günümüze durumu ve modernleşme ile alakalı önemli açıklamalar yaptı. Cavit İkbal (Javid Iqbal), İslam dünyasında modernist ekolün önde gelen temsilcilerinden biri. Fikirlerinin büyük bir kısmı ona babasından miras. "Babam büyük bir ağaçtı, ben ise ancak onun gölgesinde bir filiz olabildim." diyen Dr. Cavit İkbal, ömrü boyunca o büyük ağacın gölgesinden çıkabilmek için çabalamış. Fakat bu çok da kolay olmamış. Zira İslam dünyasının yetiştirdiği en önemli şair, düşünür ve filozoflardan biri Muhammed İkbal. Cavit İkbal, siyaset felsefesi ve babası gibi hukuk alanında farklı ülkelerde eğitim görmüş. Pakistan'ın yüksek mahkemelerinde yıllarca görev yapmış, fikirlerini kaleme aldığı çok sayıda eseri var. 83 yaşındaki Cavit İkbal, emekliliğinin ardından vaktini daha çok uluslararası konferanslara ve yazdığı kitaplara ayırmış. Geçtiğimiz haftalarda İstanbul ve Konya'da gerçekleşen 'Mevlânâ Sempozyumu'nun konuklarından biriydi. Kendisiyle bize ayırdığı geniş zaman içerisinde babasından, fikirlerinin bugüne intikalinden ve İslam dünyasının bugünkü hal-i pür melalinden


konuştuk. -İlk olarak bize Muhammed İkbal'den bahsedebilir misiniz? Nasıl bir baba oğul ilişkiniz vardı? Ben 14 yaşındayken vefat etti babam. Onunla çok vakit geçiremedim. Babamla ilişkim, benim çocuklarımla olandan çok farklıydı. O, çok sert bir babaydı. Mesela erken yatmamızı isterdi, çok para harcamamıza, her istediğimizi satın almamıza izin vermezdi. Hava karardıktan sonra dışarı çıkmamız yasaktı. Yer yatağında yatmayı mecbur kılmıştı. Muhammed İkbal, çok büyük bir ağaçtı. Ben o ağacın gölgesindeki bir filiz olarak kaldım hep. Onun büyük gölgesinden çıkmak ve güneşten doğrudan istifade etmek için çok çalıştım ama bu zordu. Gayretlerimin sonucunda Pakistan'da hukukta varabileceğim en yüksek noktaya, anayasa mahkemesi başına kadar geldim. Yazarlıkta da aynı şekilde çok çaba sarf ettim ve Pakistan'da önemli ödüller aldım. Özellikle iki kitabımla anılıyorum. Bunlardan biri babamın bir kitabı üzerine. Onun yeni nesilden beklentilerini bir nevi revize ettim. -Babanızın Cavitname kitabını size atfettiğini biliyoruz. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz? Aslına bakarsanız kitabı doğrudan bana atfetmedi. Cavit'in manası 'sonsuzluk' demek. Onun amacı benim adım ve şahsiyetim üzerinden gençliğe, sonsuzluğa bir mesaj bırakabilmekti. Kitapta, ebediyete gidecek Müslüman nesillere bir gönderme yapıyor. Cavitname, Miraçname'nin modern bir versiyonudur aslında. Miraçname ise Hz. Muhammed'in (s.a.v.) miraca çıkmasını anlatan bir edebiyat türü. Pakistan'da İkbal'in bu kitabında Dante'yi taklit ettiğine dair tartışmalar çıkmıştı. Hâlbuki Dante, Miraçname'lerden esinlenerek İlahi Komedya'yı yazmıştır. Cavitname'de de Mevlânâ ile birlikte bir şairin ulvi yolculuğu, yedi cenneti geçişi ve bu süreçteki tanıklıkları anlatılıyor. -Muhammed İkbal'in eserlerinde temel olarak yeni bir Müslüman toplumu idealini görüyoruz. Onu bu konuda düşünmeye sevk eden neydi? Hilafetin kaldırılması en fazla Güneydoğu Asya Müslümanlarını vurdu. Oradakiler diğer Müslüman topluluklardan izole yaşıyordu ve kimliklerini halifeye bağlılıkları veriyordu. Ne zaman ki hilafet kaldırıldı, oradaki Müslümanlar çatışmaya girdi ve dinî kimliklerinden uzak düştü. Bu noktada İkbal, artık Müslüman ulus devletimizi kurmalıyız ve bunun üzerinden kendi kimliğimizi inşa etmeliyiz diyordu. Bu fikir Muhammed Ali Cinnah'ın işine geliyordu çünkü o da Hindistan'dan bağımsız bir Müslüman devlet kurmak istiyordu. İkbal, Mustafa Kemal'den de çok etkileniyordu. Çünkü ona göre bu ulus devlet, Müslüman ülke aynı zamanda bir cumhuriyet olmalıydı. Zira Asr-ı Saadet dönemi, Hulefa-i Raşidin devrinde zaten İslam devleti bir cumhuriyetti. Babam, Mustafa Kemal'in yaptığı devrimi, içtihat gücünün halifeden alınıp meclise devredilmesi şeklinde görüyordu. Bu sistemde meclis artık imam hükmündedir. Ulemanın fikrinin üstündeki içtihat gücünün, imamlık makamından alınarak meclise verilmesi İkbal'e göre çok yeni bir icattır. Mustafa Kemal'i çok sevmesinin nedeni de budur. Fakat büyük insanların birbirlerinin fikirlerinden etkilenmesi ne kadar doğalsa, bazı konularda ayrı düşünmeleri de o kadar normaldir.


-Hangi konularda ayrı düşünüyorlardı? Mustafa Kemal'in gelenekle bağlarını gereksiz yere kopardığı kanaatindeydi. Bütün bu yenilikler geçmişle irtibat kesilmeden de yapılabilirdi. İkbal, Latînî (Latin alfabesi ile yazmak) ve lâdinîliğin kötü olduğunu düşünüyordu. Cemal Gürsel döneminde Türkiye'ye geldiğimde, konferans arasında öğrenciler bana İkbal'in bu sözünü hatırlattılar; "O, böyle ifade ettiği halde siz nasıl olur da Mustafa Kemal'i sevdiğini söylersiniz?" Onlara şu cevabı verdim: Güney Afrika Müslümanları 1933'te babama gelip uzun ömrü için dua ettiklerinde İkbal şöyle dedi: "Ben yapacaklarımı yaptım. Artık benim için değil, Mustafa Kemal ve Cinnah için dua edin." Babamın Mustafa Kemal'i sevdiğine bu nedenle eminim. -İkbal'in en büyük amacı İslam ideallerini pratiğe aktaracak bir devlet kurmaktı. Vefatından 9 yıl sonra Pakistan vücut buldu. Peki, İkbal'in hayali ne kadar gerçekleşti? İkbal'in düşüncesindeki Pakistan, modern bir İslam cumhuriyetiydi ve diğer Müslüman ülkelere de misal teşkil etmeliydi. Fakat bu başarılamadı. Kendimize, Pakistan İslam Cumhuriyeti diyoruz. Bir kere cumhuriyet değiliz, İslamî tarafımız yok ve Pakistan başlangıçta şimdiki gibi değildi; Bangladeş ile bölündü. Cinnah ve babamın getirdiği esas yenilik; hilafetin kaldırılmasından sonra kimliklerini kaybeden, birbirlerine sadece İslamiyet'le bağlı Hint Müslümanlarını, yeni bir ulus devleti çatısı altında birleştirmekti. Türkiye ise bu süreci farklı yaşadı. Türkiye'de aşağı yukarı tek bir dil, tek millet vardı. Cumhuriyet kurulduğunda sınırları belliydi. Etnik kültür hemen hemen birdi. Fakat Hindistan'da, yani bugünkü Pakistan'da durum farklıydı. Bir sürü etnik kimlik, dil, farklı mezhepler vardı. Zaten bunları bir araya getirmek zor olduğu için İkbal, bütün Müslümanları bir araya toplayacak bir devlet kurmak istedi. O dönemde buna karşı çıkanlar; diğer Müslüman ülkelerle de buluşalım dediklerinde Cinnah, "Devleti kurduktan sonra asıl amacımız genişlemektir." der. -Muhammed İkbal'in devletinin özellikleri ne olacaktı peki? Onun zihnindeki devlette demokrasi olmalıydı. İnsan hakları garanti altına alınmalıydı ki bunların İslamiyet'in özünde var olduğu görüşündeydi. Reform yapmıyorum, İslamiyet'i orijinaline çeviriyorum derdi. Hatta laiklik bile İslam'ın özünde vardı ona göre; çünkü İslamiyet herkese eşit muameleyi şart koşuyordu. Muhammed İkbal'in temel sorusu 'Modernite ve İslam'ı nasıl bir araya getirebiliriz?' idi. Bu soruya cevap aradı hep. Muhammed Ali Cinnah çok dindar bir insan değildi ve derin fikirleri yoktu. Onun temel meseleleri şunlardı: Demokrasi, insan hakları, eşitlik. Ya da 'Hukukun üstünlüğü İslamiyet'le bağdaşır mı?' Bir hukukçu olarak diyebilirim ki: Medine Misakı örneği önemli. Bu yazılı bir anayasa ve içinde bütün insan hakları korunmuş. Bir kitap çalışmamda Kur'an'daki bütün insan hakları maddelerini çıkarttım. Bana kalırsa bu, İslam'da hukukun üstünlüğünün kanıtıdır ve Peygamber bile buna tabiidir. ASIL MUHAFAZAKÂRLAR, DARBECİLER -Örnek verebilir misiniz?


Mesela Hz. Ömer Bir deveyi nereden buldun dediklerinde, açıklama yapmak zorunda. Ben de babamın belirttiği gibi Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Raşidîn zamanında aslında İslamiyet'in bir cumhuriyet olduğuna ve Emevilerden sonra sultanlığa geçildiğine inanıyorum. İkbal'in devletinin modern Batı devletinden en büyük farkı, içtihadın gücü idi. Bütün örfî hukukun içtihatla değişime tâbi olduğunu düşünüyordu. Bunu daha ileri götürüp; kadının yerine vurgu yapıyordu. Cahiliye döneminde kadınlar toprağa gömüldüğü halde Hz. Muhammed (s.a.v.) kadınlara o güne kadar görülmemiş bir konum vermiştir. İkbal'e göre baki olan Hz. Muhammed'in (s.a.v.) kadınları diğer kültürlere nazaran daha ön saflarda konumlandırmasıdır. Bu durumda eğer Batı medeniyeti kadını toplumsal hayatta ön plana çıkardıysa biz daha da öne çıkarmalıyız. -En çok da bu konuda eleştirildi Doğru, çünkü ulema bunların dogma olduğunu iddia ediyor ve değişimine karşı çıkıyordu. Muhammed İkbal, Müslümanları üçe ayırıyordu: Modernist, gelenekçi; bunların kafasında zaman statiktir, değişikliklere karşıdırlar. Bir de popüler Müslümanlar var. Müslümanların büyük kısmı popüler, avam ve eğitimsizdir. Çoğu zaman başlarına gelecek adamı bile seçemezler. Esasında popüler Müslümanların tavırları belirleyicidir. Bunlar bazen muhafazakârlardan bazen de reformistlerden yana tavır koyarlar. Bu çoğunluğun yalpalamaları istikamette de belirleyicidir. İkbal'in devletinde sürekli reform yapılır. Ona göre İslam da ikiye ayrılır: İbadet kısmı ki bu kalıcıdır, mesela namazı kimse değiştiremez. Fakat muamelat; örfî kısım her zaman değişime açıktır. Pakistan'ı da reformcu bir model devlet olarak tasarlamıştı. Diğer İslam devletlerinin de örnek alacağı bir devletti bu fakat hiçbir zaman gerçekleşmedi. -Neden bir türlü bu ideal gerçekleşemedi? Bu Türkiye ve Pakistan'ın ortak trajedisidir. Amaçladığımız yere gelemedik. Arzu ettiğimiz reformlardan çok geriye düştük. İki ülke de on yılda bir darbelere, müdahalelere maruz kalıyor. Pakistan'da Cinnah'ın düşüncelerini korudukları gerekçesiyle yapılıyor bu müdahaleler. Türkiye'de ise Mustafa Kemal'in görüşlerini sözde koruduklarını iddia ederek darbeleri yapıyorlar. Oysa alakası yok. Asıl muhafazakârlar darbeleri yapanlar. Reformcuların izinden gittiğimiz için ikide bir müdahale ediyorlar. -İkbal fikirlerinde, modernitenin olumlu yanlarının alınmasına fakat İslam'ın özünün her daim korunmasına vurgu yaptı. Artık Müslüman toplumlar moderniteyle iç içe yaşıyor. Bu olumlu bir yöne evrilebilir mi? İkbal'in ana düşüncesinde zaten amel, hareket var. Allah'ın insan üzerindeki emeli de kâinata hâkim olmasıdır. İkbal'e göre Allah insanı eşref-i mahlûkat olarak yarattı ve bu nedenle kâinat üzerinde hükmetmesine taraf. Batı icadı tekniklerin aslında Müslümanlar tarafından yapılması İkbal'in daha çok hoşuna giderdi. Cemaleddin Afgani, El Ezher Üniversitesi'ni ziyaretinde, suni ışıkta Kur'an öğretildiğini görür. "Siz ampul ışığında Kur'an öğretiyorsunuz ama ampul yapmayı öğretebiliyor musunuz?" der. İslam dünyasında bu durum artık çok tabii görülüyor; Batı bir şeyler yapar biz de bunları satın alırız. İkbal yaşasaydı 'biz bunu yapmalıyız' derdi. Modern bilimin kurucusunun İslamiyet olduğuna


inanıyordu. Modernite aslında İslamiyet'in dâhliyle ortaya çıkmıştır. Yunanca eserlerden değil Arapça metinlerin Latinceye çevrilmesi neticesinde Rönesans gerçekleşmiştir. Rönesans İslam kaynaklıdır. Matematik, felsefe, tıp gibi farklı alanlarda İslam dünyası pek çok âlim çıkarmıştır, bunlara nazire yazanlar Batı dünyasının büyük âlimleri olmuştur. Dolayısıyla modernitenin kurulmasında İslamiyet'in etkisi büyüktür. ÇİNLİLER KORELİLER YAPIYOR, BİZ YAPAMIYORUZ -Peki, kırılma ne zaman yaşandı? Ne zaman ki bizim ilmiye sınıfı karanlığa gömüldü, saçmalamaya, kitap yakmaya başladı o zaman rotamız değişti. Vahiyle rasyonaliteyi uzlaştırma çabasını küfür olarak gördüler. 1258'de Moğollar Bağdat'a girdiğinde 50 bin kitap yaktılar ama bizim Müslümanların yaktığı kitaplar yanında hiçtir bu. Modernite; kitapları, kaynakları, fikirleri ve her türlü inkişafıyla İslamiyet'ten ödünç alındığı için artık bizim bu emaneti onlardan geri almamız lazım. Bunu, Batılıları da moderniteden mahrum etmeden yapmalıyız. Çinliler, Koreliler bunu başarıyor ama bizler yapamıyoruz. -Batıda İslam'a ciddi bir ilgi artışı var. Muhammed İkbal'in idealindeki Müslüman topluluğun Batı'dan çıkma ihtimali nedir? Bilmiyorum fakat İslam'a merakın nedeni materyalizmin manevi boşluğu dolduramaması. İnsanlar İslam'ı merak ediyor, aslında bu merak beraberinde korkuyu getiriyor. Fakat İslam fobisi geçici bir şey. İslamiyet'in gerçeklerini öğrendikçe insanlar bu korkularını aşacaktır. -İslam coğrafyasının bugünkü manzarası karşısında İslam ülkeleri ve de aydınları nasıl bir tavır geliştirmeli? Kesinlikle birleştirici olmalı. Eğer bu sağlanamazsa İslam kültürü de aynı Bağdat'taki gibi yıkılacaktır. Moğolların istilasında Şii devleti Harzemşahlar saldırıya uğradıklarında Abbasilerden yardım ister. Abbasi uleması toplanır ve yardım etmeme kararı alır, sırf Harzemşahlar Şii olduğu için. Sonuçta Cengiz Han yönetimindeki Moğollar Harzemşah İmparatorluğu'nu ezip geçer, oğlu ise Abbasileri talan eder. Özetle birliğin olmadığı yerde kültürün yaşaması imkânsızdır. Sünniler ve Şiiler nasıl bir araya getirilebilir konusunun tartışıldığı bir konferans yapıldı geçtiğimiz yıllarda. Toplantıya tepkisel bir tavır gösterip gitmedim. Çünkü aslında bütün Arap dünyası kendi krallıklarının düşmesinden korkuyor. Suriye'nin adı cumhuriyet ama krallık gibi bir şey. Ürdün, Suudi Arabistan kraliyet. Bütün bunlar Şii-Sünni çatışmasıyla devletlerinin bölüneceği ve kendi kraliyetlerinin yıkılacağından korkuyorlar. Pakistan, nükleer bomba yapıyor adını 'İslami bomba' veriyor. İran bir bomba yapıyor, adını 'Şii bomba' koyacak. Aslında bu Batılı bir isimlendirme, onlar da İran'ın bombasına 'Şii bomba' diyor. Hâlbuki bomba bombadır, dini olmaz. Birinin üzerine atıyor musun, atmıyor musun? Mevzu budur. Bununla beraber eğer Muhammed İkbal hayatta olsaydı nükleer bombaya hiçbir tepki göstermez, aksine onu desteklerdi. Çünkü hem bir müdafaadır hem de insan çıkarına kullanıldığı için beis görmezdi. MEVLÂNÂ SUFİ DEĞİLDİ -Türkiye'ye Mevlânâ Sempozyumu'nun konuğu olarak geldiniz. Muhammed İkbal Mevlânâ'nın mürşidi olduğunu söylüyordu.


Mevlânâ yıldönümünü Türk devletinin kutlamasını çok manidar buluyorum. Sufizm aslında statükoyu, var olan durumu kabul eden gelenekçi bir şey. Aynı zamanda sufilik çok şahsidir, bir ideoloji ya da düşünce değildir. Kişisel bir tecrübedir. Okyanusta katre olmak, fena fillahtır. Hâlbuki İkbal, hôdî olduğunu iddia ediyordu. Bu, sufiliğin tam tersi bir düşünce. Kendi içine okyanusu, Allah'ı davet etmek. İkbal sürekli harekete vurgu yapardı, Sufizm ise bunun tam tersi; zamanı dahi statik algılayan bir düşünce. Esasında Mevlânâ Celaleddin Rumi de sufi değildi, o nedenle Muhammed İkbal kendisinin mürşidi olduğunu iddia ederdi. "Sen İslam'ı kendi zamanında yanlışa düşmekten korudun, ben de İslam'ı benim zamanımda yanlışa düşmekten korudum." diye Rumi'ye atfettiği bir beyti de var. Millete hesap vermek Millete hesap vermek, benim düşünce lügatimde ‘Üç T’ye Verilecek Hesap’ın ilk aşamasıdır. ‘Üç T’ nedir? Üç T, yine benim düşünce lügatimde Tanrı, Tarih ve Toplum’dur. Her insan, bir gün mutlaka ve muhakkak, Tanrı’ya hesap verecektir. Ama bu, her insan için böyledir. Bazı insanlar o hesaptan önce tarihe ve topluma da hesap vermek zorundadırlar. Özellikle yaratıcı ruhlarla, onlara musallat olan karanlık ruhlar yani artı ile eksinin baş aktörleri Tanrı’ya verecekleri hesaba ilaveten, tarihe ve topluma da hesap vermek durumundadır. Varoluş bünyesinde yaratıcılık, aydınlık ve mutluluk unsuru olarak yaşamış büyük ruhlar, ‘Üç T’nin dünya planındaki ikisi olan tarih ve topluma hesaplarını hiç istenmeden veren ölümsüzlerdir. Bunların başında peygamberleri görmekteyim. Arkasından derece derece bütün yaratıcı ruhlar sıralanıyor. Tarih yaratan ruhların en büyüklerinden biri olan Müdafaayi Hukuk Başbuğu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tarihe ve topluma hesabını kendisinden hiç istenmeden bizzat kendi eliyle ve diliyle veren ölümsüzlerden biridir. Müdafaayi Hukuk Başbuğu’na göre; millet, aynı zamanda kendisine hesap verilmesi gereken bir yüce makamdır. Gazi, bu makama verdiği hesabı, aynı zamanda tarihe de verdiği hesap olan Nutuk’la yerine getirmiştir. Afet İnan’ın Nutuk’la ilgili şu sözleri derin bir hakikatin ifadesidir: “Nutuk, bir devlet kurucusunun milletine hesap verme örneğidir ve tarihte eşine az rastlanır.” (Sinan Meydan, Nutkun Deşifresi, 40) Nutuk, ‘Üç T’ye hesap vermede ciddiyetin, hakka saygının, müstahak olana müstahak olduğunu; layık olana da, layık olduğunu mertçe vermenin eşsiz örneklerinden biridir. Nutuk’ta hakka saygısızlık olmadığı gibi, halka tabasbus ve yalakalık da yoktur. Nutuk’ta, Yaratıcı’dan başkasına tenezzülü olmayan büyük ruhun şahsiyet yüceliği, açık yürekliliği, cesareti egemendir. Benim kullanmaktan çok zevk aldığım tabirle “Nutuk’ta ölümsüzlüğün vakarı” vardır. Nutuk’ta 820 kişinin adı geçmektedir. Bu kişiler, tarihin diyalektiğine samimiyetle sunulan nitelemelerle, layık ve müstahak oldukları sıfatlarla, hiç tevile gidilmeden deşifre edilmişlerdir. Tarihin en büyük melâmet erlerinden biri olan Müdafaayı Hukuk Başbuğu’nun bir özelliği de; layık olana layık olduğunu, müstahak olana da müstahak olduğunu hiç esirgemeden ve acımadan vermektir. Bu şaşmaz ilkesine bağlı kalarak, Nutuk’ta bazı kişilere ‘kahraman’ nitelemesi reva görürken, bazılarına ‘korkak, hain, mürteci’ sıfatlarını


vermiştir. Bizzat Atatürk, Nutuk’u, ‘millete hesap vermek için’ yazdığını dile getirmiştir. CHP İkinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Senelerden beri devam eden çalışmalar ve icraatımızın millete hesabını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim.” (Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 16 Ekim 1927) Aynı gerçeği, Nutuk’u okuduğu kongrenin açılışında yaptığı konuşmada, bir soru üzerine şöyle dile getiriyor: “Geleceğe yönelen tedbirler hakkında fikirlerimizi söylemeden önce, geçmişe ait olan olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süregelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabını vermek ödevim olmuştur. Olaylarla dolu dokuz yıllık bir sürenin tarihine değinecek demecim uzun sürecektir. Ama bu güç iş, yerine getirilmesi gereken bir ödev olduğuna göre, sözü uzatırsam beni hoş karşılayacağınızı ve bağışlayacağınızı umarım.” İslam'dan nefret tutkusunun götürdüğü yer İslam’dan nefret tutkusunun (bazı zeminlerde illetinin) götürdüğü yer, en çarpıcı şekliyle bugünkü Türkiye’dir. Emevî dinci despotizminin kol gezdiği; dahası, haçlı emperyalizmin dibine kadar desteklediği kahır tablolarının egemen olduğu bir coğrafyadır artık Türkiye. Önce dini yozlaştırıp nefret edilir hale getiren despotizm, arkasından hukuku güdüme alıp, hukuk devletini işlemez hale soktu. Yargı güdümdedir. Aydınlar ya zindanlardadır veya zindanla tehdit edilerek susturulmaktadır. Sadece basın ve ekranlar değil; evlerin içi, geceler, gündüzler, mabetler, secdegâhlar, ilim adamlarının dosyaları, hatta aklından geçenleri not ettikleri kâğıt parçaları, despotizmin bir biçimde kontrolü altındadır. En küçük bir ima ile “Bu kadar da olmaz” demeye getirenler, bir süre sonra ekranına, programına, sayfasına, köşesine veda etmek zorunda kalmaktadır. Ben, tarihin benzeri despotik devir ve toplumlarını araştırıyorum; böylesi bir despotizme rastlayabilmiş değilim. Emevî dinciliğine karşıysanız; yürümeniz de suçtur, yerinizde durmanız da… Zulüm kol geziyor. 21. Yüzyıl’ın dünyasında tam bir Emevî hegemonyası sürdürülmektedir. Engizisyon bu kadar kapsamlı, teşkilatlı, destekli ve planlı değildi. Anlayacağınız; bahsettiğimiz despotizm, tarihin eşini, benzerini tanımadığı çok özel bir tür. Tarihte ilk kez, sarıklı dincilikle istavrozlu ve kipalı dincilik, işbirliği halinde hakların ve aydınlanmanın gırtlağına çökmüş bulunuyor. Eski zamanlarda bunun da bir örneği hemen hemen yok. İşte, İslam’dan nefret tutkusunun Türkiye’yi getirdiği yer burasıdır. Beğendiniz mi? Şimdi esas soruyu soralım: Bu gelişin ve getirişin müsebbibi kim? İslam’dan nefreti büyük bir meziyet (hatta en büyük meziyet) sanan ve yıllarını bu ‘meziyeti’ pazarlayarak geçiren solcularla sözde Atatürkçüler. Hani şu, “Biz laik adamlarız, dinle minle uğraşmak bizim işimiz değil, öyle şeyler bize yakışmaz” diyerek kahkahalar atıp kadeh tokuşturan salaklar. Tabii salakları var bunların, solakları var. Ortak noktaları, koyu ahmaklıktır. Şöyle de derlerdi bunlar: “Falanca mı aydın, Atatürkçü? Yok be! O kadar saftoroş olmayın; neresi aydın onun? O da son tahlilde ‘Kur’an’ demiyor mu? Eee! Onunla falancanın farkı ne? Bunların ikisi de molla, ikisi de gerici, ikisi de imam-hatipli.”


EY AHALİ, KENDİNE GEL! Ey ahali! Bugünkü Türkiye’nin maruz ve mahkûm bırakıldığı despotizmin dincilik eliyle yürütüldüğüne bakarak, sadet noktasını gözden kaçırmayalım. İçine itildiğimiz badirenin esas müsebbibi solcularla sözde Atatürkçülerdir. Dincilik kendi işini yapıyor. Dincilikten bunun aksini beklemek de ayrı bir mankafalılık olur. Dincilere zalim, vicdansız, sadist, hatta bir kısmına hain diyebilirsiniz ama asla mankafa diyemezsiniz. Mankafalılık, İslam’dan nefret uyuzuna tutulmuşlar dururken, dincilerin semtine bile ulaşamaz. Yollar birinciler tarafından kesilmiş. Türkiye’nin bu hallere düşmesine sebep olanlar, köprüde deliği görüp kendine geldi mi dersiniz? Hayır, asla! Bunların İslam’dan nefret uyuzu öyle bir illet ki, tıbbın keşfettiği aşıların hiçbiriyle tedavi edilemez. Aynen canlarını yakan dincilik uyuzu gibi… Bu iki illetin tedavisini yarayacak aşı sadece Kur’an laboratuarında üretilir. Ve bugünkü Türkiye’de o aşıyı üretebilecek dirayet ve bilgiye sahip tek kişi var: Şu satırların yazarı. Ayrıntıları vereceğim, merak etmeyin! İslam'dan nefret illetinin ilacı üstüne İslam’dan nefret tutkusunun Türkiye’yi bundan sonra sürükleyeceği yerin ne olacağını anlamak için bugüne dikkatle bakmak lazım. Bugünkü ana yarınki dananın endamını tahminde yardımcı olur. Ancak bugüne dikkatle bakabilmek için dünü hatırlamalıyız. Dünün hatalarından ders çıkaramazsak, bugünden ibret alamayız; o zaman da, yarınlara ilişkin değerlendirmelerimiz güvenilir olmaktan çıkar. Felsefeci Prof. Cahit Tanyol, otuz yıl önce şunu söylüyordu: “Önümüzde dinin ve cumhuriyetin dokunulmaz, tartışılmaz tabuları durdukça ve biz bunları her dönemde kuvvet kullanarak cevaplandırdıkça, giderek şiddetlenen bir tepki ortamı yaratmaktan kurtulamayız. Bir yanlışın baskı altında tutulması, bir doğrunun baskı altında tutulmasından daha tehlikelidir. Yanlışın baskı altında tutulması iftira, tezvir, hınç gibi kışkırtıcı güçleri harekete geçirir.” “Hiç gerek yokken, bir tür cumhuriyet ve Atatürk idolü yaratıldı. Bu idol tabulaştıkça, irtica daha koyu ve daha katı bir görünümde önümüze çıkmaktadır. Bunu çözmeye mecburuz. Eğer çözemezsek, eğer onun üzerine hep ‘inkılâp, irtica, Atatürk’ gibi sloganlarla yürümeye kalkarsak, günün birinde irticanın kara bulutları arasında boğulmamız kaçınılmazdır.” (Cahit Tanyol, Laiklik ve İrtica, 16-17) İşte boğulduk. Çünkü küresel haçlı emperyalizmin koruyup beslediği karanlığın bertaraf edilmesi ‘idoller edebiyatı’ ile mümkün olamazdı. Çare, Kur’an laboratuarından çıkarılacak reçete idi. Büyük aldanış, işte bu gerçeğin fark edilememesidir. Tarihin diyalektiğine göre, “Ceza amel cinsindendir.” İslam’dan nefret illetinin cezası, İslam adına sahne alan sadizmin kahrıyla veriliyor. Kur’an mümininden nefrete yenik düşenlerin enselerine, dincilerin vicdan ve adalet nedir bilmeyen ayakları bindirilmiş. Çöküşe doğru gidiş durdurulamaz mı? Durdurulur ama 10 Kasım’da ‘Atatürk’e mevlit’ okutarak veya ‘Çarşaf Açılımı’ yaparak değil. Aşının süratle devreye sokulması lazım. Gel


gör ki; Kur’an mümini olarak, Allah ve Muhammed diyenlere asla ve asla iyi gözle bakmıyorlar. Dincilerin temel musibetleri bu. Onlar da görünüşte ‘Muhammed’ deseler bile dayattıkları ‘din’ Muhammed’in değil, Muaviye’nin dini. Velhasıl, dincilerle onları aptal zanneden aptalların ikisinin de ezel nasipleri, Kur’an laboratuarından yararlanmaya müsait değil. Vücut kimyaları buna izin vermiyor. Sürünmelerine rağmen o reçeteye itibar etmiyorlar. BİR UYARI DA DİNCİLİĞE Dinci sadizm, basireti tutulmuş mankafalara baktıkça keyiften dört köşe. Göbeğini okşayarak kahkahalar atıyor. Dün mankafalara söylediğimizi bugün de dinci despotlara söylüyoruz: “Kin ve nefretle paslı çivilere dönmüş dişlerinizi göstererek sırıtmayın, bu işin bir de öteki yüzü var. Dini hiç iyi okuyamadınız ama hiç değilse tarihi iyi okuyun. Dün birilerinde tuğyan (azmışlık) alametleri görüp uyarmıştık; sizde ise tuğyanın alameti değil, bizzat kendisi var. Dikkat edin, kendinize gelmeniz için fazla vaktiniz yok. Yığdığınız haram paraları rahatça yiyeceğinizi sanmayın! Tanrı ve tarih buna izin vermez!” "Kurtuluş Savaşına ihanet içindeyiz" Kerim Tokgöz Ankara’dan yazıyor: “Yazdıklarınızı anlatan bir Müslüman daha yok. Gerçekleri sizin gibi bir âlimden okumak benim gibilere güç veriyor. Her cuma camide, güdümlü ve ayarlı hutbeleri dinlerken, büyük iç çekişmeleri yaşıyor ve ‘Acaba bu münafık yuvasında bulunmamdan Allah razı mı?’ diye sorup duruyorum. Zulme ve işgale karşı gelmiş bir millete Allah'ın bahşettiği Kurtuluş Savaşı zaferine ihanet içindeyiz. Şimdi zalimlerin yanında koşuyoruz. Allah bizi affetsin!” “Suriye ve Mısır gibi konularda lütfen daha çok yazın ve konuşun. Bu topluma vicdanı, aklı ve hakkı hatırlatmak her zamankinden daha fazla gerekli.” Nursen Demir yazıyor: Sizin sayenizde Kur’an bana da indi. Yüce Rab'bim her şeyi gönlünüze göre versin. Çok merak ettiğim ve sadece sizin bilginize inanacağım bir sorum olacak. Yanıtlarsanız sevinirim. Firavunun yönetimi günümüz yönetiminden daha âdil değil miydi?” Nusret Sevenoğlu İzmir’den yazıyor: “Siz, bu yıldan sonraki yaşamınızda, takdir edilen ve ihtiyaç duyulan bir yükselişi göreceksiniz. İnsanlık da bundan nasiplenecektir. Halk TV’de Işığa Çağrı programının 90 dakikalık akışı, cumhuriyetin, ülke insanını raiyyeleşmekten kurtarılmasının ayrıntılı anlatılması, Alak suresine girişiniz muhteşem. Kelimelerin anlamlarını açan ifadeleriniz, bu konuda çalışanlara da bir ışık tutacaktır. Ekrandaki görünüşünüz, kıyafetinizdeki uyum, sevecen ama ciddi tavrınız son derece mükemmel, vurgularınız muhteşem.” Seher Kandemir yazıyor: “Sizi yıllardır takip ediyorum. Yüce Allah'ım sizin vesilenizle Kur'an’la dost olmamızı sağladı. Herkesin aklı ve yüreği, söylediklerinizi anlamak için elverişli değil, bazılarının kalpleri mühürlüdür. Ancak, ben ve benim gibi insanların sevgi ve duaları negatif enerjileri yok eder.”


“Mühürlenmemiş kalpleri iki tehlikeden uzak tuttunuz; Birincisi: şirk ve hurafelerle boşa harcanmış bir hayattan; ikincisi: dini, hurafeler yığını zannederek, peşinen reddetmekten. Bunlar az şey değildir. Ben size hem bir hayat hem de bir ahiret borçluyum. Bu borcumu ödeyemem; ama size en azından şükranlarımı sunabilirim.” Muammer Mete yazıyor: Dinimizle ilgili soruların akıl ve mantığa en uygun yanıtlarını eserlerinizde görüyorum. İslam dünyasında ve onun bir parçası olan güzel yurdumuzda din adına yapıldığı ifade edilen din dışı uygulamaların İslam dünyasının geri kalmışlığının açıklaması olduğunu düşünüyorum. Sizin yorumlarınızın egemen olacağı din anlayışının karanlık çağlardan aydınlığa, Hak yoluna çıkışın başlangıcı olacağına inanıyorum. Çocuklarıma sizin eserlerinizi okuyarak bilgilenmeden diğer kaynaklara yönelmemelerini öğütlüyorum. İstiyorum ki, zehre karşı panzehirleri olsun. Şahsınıza duyduğum şükran hislerini uzun boylu ifade edemeyeceğim. Söyleyebileceğim tek şey şudur: Allah sizden razı olsun.” Düşündüren ve ağlatan bir yazı Eski milletvekillerinden hukukçu dostum Vecdi Aksakal Ağabey, çok anlamlı bir yazı göndermiş. O mu hazırladı, ona da birisi mi gönderdi, bilmiyorum. Muhteşem tespitler içeren ‘Lider Atatürk’ adlı bu yazıyı, Vecdi Bey’e ve eğer varsa ona gönderene teşekkürle, ben de size aktarıyorum: “Bu ülkenin her türlü nimetinden yararlanıp da ona ve ilkelerine karşı olmak hainliktir, şerefsizliktir, utanmazlıktır. Şunları biliyor musunuz: - Atatürk'ün dünyada 'başöğretmen' sıfatlı tek lider olduğunu, - Atatürk’ün bir geometri kitabı yazdığını ve üçgen, açı, dikdörtgen gibi 48 tane geometri teriminin Türkçe isim babası olduğunu, - Norveç`te ‘Atatürk gibi olmak’ diye bir deyim olduğunu, - Atatürk Çiçeği'nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi profesörlerinden Doktor Kirk Landin`in koyduğunu ve bu çiçeğin tüm dünyada bu isimle üretilip satıldığını, - Yunan Başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan, her Cumhuriyet Bayramı’nda Atina'daki Türk Büyükelçiliği’ne giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunduğunu, - Kurtuluş Savaşı'nda rütbe alan birçok kadın askerlerimizin olduğunu, Üsteğmen Kara Fatma'nın 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin komutanlığına bizzat Atatürk tarafından getirildiğini, - Bir röportajda Atatürk’e ‘Birleşmiş Milletler’e üye olmayı düşünüyor musunuz’ diye sorulduğunda, ‘Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz. Üye olmamız için davet gelirse düşünürüz’ dediğini; bunun üzerine ‘BM Yasası’nın değiştirildiğini ve üyeliğe davet edilen ilk ülkenin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu, - 1938'de, General MacArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde; danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye, ‘Şu anda hiçbirinizi değil, büyük kabiliyeti ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim’ dediğini, - 1938'de Ata`nın ölümünden sonra bir Tahran gazetesinde yayınlanan şiirde; ‘Allah bir ülkeye yardım etmek, onun elinden tutmak isterse, başına Mustafa Kemal gibi bir lider getirir’ denildiğini, - 1996'da Haiti Cumhurbaşkanı’nın vasiyetinde, mezar taşına yazılmasını istediği metinde,


‘Bütün ömrüm boyunca, Türkiye'nin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm’ yazdığını, - 2005'te Amerika'nın en ünlü ekonomistlerinden biri olan Mr. Johns`un önerisinin ‘Türkiye, ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk'ü örnek alsın yeter’ olduğunu”… “Peki, şunu biliyor musunuz: 2006'da ise, AB Uyum Yasaları gereğince, devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini!..” Barabbasları yeğleyen toplum Kur’an’ın deyimiyle; ‘Kötülük Toplumu’. Barabbas, İncil’de yer alan figürlerden biridir. Katil ve zalim bir haydut olduğu için, Romalıların Yahudiye Valisi Pontius Pilatus (ölm. 36) tarafından zindana atılmış, sonra da halkın isteğiyle affedilmiştir. Barabbas’ın zindan arkadaşı Hz. İsa idi. Romalıların yerleşik geleneklerine göre; Fısıh bayramlarında, valiler zindandaki mahkûmlardan halkın istediği birini affederlerdi. Geleneksel dinlerine zarar verdiği için, İsa’yı düşman bilen dinci propagandistler, oylarını İsa değil, Barabbas lehine kullanmaları için halkı kandırdılar. Ve halk, Pliatus’tan İsa’yı değil, Barabbas’ı affetmesini istedi. Pilatus da isteğe uygun olarak Barabbas’ı serbest bıraktı. Yani halk; ışığın, aydınlığın, hak ve adaletin öncüsü İsa Peygamber’i değil, cinayet ve ırza tecavüzün temsilcisi Barabbas’ı tercih etti. İncil’in ilgili satırlarını okuyalım: “Pilatus onlara dedi: ‘Ben, İsa’da hiçbir suç bulmuyorum. Fısıh’ta bir kişiyi salıvermekliğim âdetinizdir. İmdi ister misiniz ki, sizin için İsa’yı salıvereyim?’ Bunun üzerine bağırıp dediler: ‘Onu değil, Barabbabası salıver.’ Barabbas bir haydut idi.” (Yuhanna, 18/35-40; Markos, 15/6-15; Matta, 27/15-26; Luka, 23/13-25). Sonuçta, halkın isteğiyle haydut Barabbas serbest bırakıldı, Hz. İsa çarmıha gerildi. Zalimleri yaratan sürüleşmiş halk yığınları, büyük zalim zağarların yedikleri haramlardan birer kırıntı kapabiliriz diye, onlara destek veren fino köpeklere benzerler. Ve bu finoluğu bir başarı sayarlar. Zavallı finolar, önlerine atılan kırıntılar karşılığında, kendilerinin ve çocuklarının yarınlarını mahvettiklerini bir türlü anlamak istemezler. Anlatmak isteyenlere de düşman kesilirler. Lût kavminin Hz. Lût’a söylediği, şu ‘namussuzluk belgesi’ sözü söylerler: “Çıkarın şunları kentinizden, yurdunuzdan. Bunlar temizlik ve dürüstlükte aşırı derecede titizlik gösteren insanlar.” (A’raf, 82; Neml, 56). Zalimlerle onlara köpeklik eden sürünün rahatsızlık sebebi, her zaman işte bu ‘temizlik ve dürüstlük’ olmuştur. Başlarına geçecek adamın temiz ve dürüst olması onları verem ediyor. Sürüyü verem eden olguyu da göstermiştir Kur’an: “Lût’a da hükmetme gücü, yargılama yetisi ve ilim verdik. Onu, pislikler üretip duran bir kentten/bir ülkeden kurtardık. O kentte/ülkede yaşayanlar yoldan çıkmışlardan oluşan bir kötülük toplumuydu.” (Enbiya, 74). Bu Kur’ansal beyyine bize şu ölümsüz hakikatlerin altını çizme imkânı veriyor: 1. İnsanoğlu, temizlik ve dürüstlüğüyle seçkinleşen kadrolardan rahatsız olabiliyor, onlara


düşman kesilebiliyor, onları sırf bu nitelikleri yüzünden yerlerinden yurtlarından edebiliyor. 2. Sürüleşmiş kitleye rahatsızlık veren dürüst ve temiz kişilerin temel nitelikleri; adaletle hükmetme yetisi ve ilimdir. Demek ki, basit çıkarlar (örneğin, bir file yiyecek, birkaç torba kömür, birkaç paket makarna veya iane çadırlarında verilen bir-iki kap yemek vs.) karşılığında sürüleştirilmiş bir toplum, öncelikle ilim ve hikmet düşmanı kesilmektedir. Kur’an diyor ki, böyle bir topluma bir tek ad uygun düşer: ‘Kötülük toplumu’. Kötülük toplumu, çöküşü hak eden toplumdur. ‘Müslüman halkın’ (!) ‘dini bütün’ (!) diyerek iş başına getirdiği iktidarın bakanlarına ve oğullarına yönelik yolsuzluk operasyonlarına bakınca sormadan edemiyorum: Acaba, bugünkü Türk toplumu, çağdaş Barabbasları su başlarına getirdiği için ‘kötülük toplumu’ damgasını yemiş midir? Dinci talan zihniyetini tanıyor musunuz? Şu kitapları, bugünkü iktidarın ‘saltanat’ dönemindeki yalan ve talanı deşifre etmek için yazdım: ‘Allah ile Aldatmak’: Kur’an, “Allah ile aldatılmayın” emrini ısrarla verdiği halde, bu iktidar halkı Allah ile aldatıyordu. İslam düşünce tarihinde bir devrim kabul edilen ve 71. baskısını yapmış bulunan o kitabı yazarak, halkı ‘din’ maskeli dinsizliğe teslim olmaması için uyardım. ‘Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam’: İlimi ve dehasıyla Müslüman tarihin en önde gelenlerinden biri olduğu halde, sırf Arap ve Arapçı olmadığı için işkenceler, zulümler altında yıllarca inletildikten sonra Arabizmin cellatlarınca katledilen ve daha sonra da fikirlerinin ve mesajının üstü örtülen, eşsiz hukuk dehası İmamı Âzam (ölm. 767), Müdafaayı Hukuk Cumhuriyeti devrimlerinin Kur’ansal fikir dayanaklarının en başındadır. Çağımızın en büyük Müslüman düşünürü kabul edilen Muhammed İkbal bu gerçeği daha 1920’li yıllarda insanlığın bilgisine iletmiştir. ‘Cumhuriyet Devrimleri’ni bir tür dinsizlik gibi lanse etmeye çalışan dinci kahpeliğin bu şeytanî oyununun, İmamı Âzam’ın kişiliği ve mesajı ortaya konularak bozulması lazımdı. Anılan eserle, bu onurlu hizmeti de yerine getirdim. ‘İnsanlığı Kemiren İhanet: Dincilik’: Bu iktidar; dinci, dinsiz, liberal, allahsız, vurguncu, soyguncu, kanı bozuk, şirret, riyakâr gibi türlerden hempalarının elbirliğiyle, tarihin en vicdansız dincilik zulümlerini işliyordu. İftiradan cana kasta, anayasa ihlalinden talana kadar birçok suçun doğrudan veya dolaylı failidir. Dincilik kitabını yazarak, bu zulümlerin din kılıfıyla nasıl meşrulaştırıldığını gösterdim. ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış’: Bu iktidarın açtığı imkân kapılarından elini kolunu sallayarak giren emperyalizm yamağı bir sürü Dürrîzade ve Damat Ferit torunu hain, Kurtuluş Savaşı’na çamur atıyor, onun nezih ve aziz komutanına saldırıyordu. ‘Paralel Devlet’ yapılanmalarıyla, beraberlerine aldıkları Atatürk düşmanlarının Okyanus ötesi desteklerini de kullanarak, Cumhuriyet ve Atatürk mirasını çökertme gayreti içinde olduklarını, Anıtkabir’i ortadan kaldırma noktasına doğru yürüdüklerini gördüm. Din kullanılarak sergilenen bu kahpe saldırıyı da deşifre etmek gerekiyordu. Anılan kitabı yazarak, ‘Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Kur’an iradesi


doğrultusunda yaratılan zaferlerin en büyüklerinden biri olduğunu tarihin ve Kur’an’ın tanıklığıyla ortaya koydum. ‘Kur’an’da Lanetlenen Soy’: Kur’an; İslam’ı Arap-Emevî saltanat ideolojisine dönüştüren, tarihin en şiddetli engizisyon ve faşizmini uygulayan Emevî soyunu lanetliyor. Onların bu lanetli icraatından çıkarılması gereken dersleri insanlığın vicdan ve idrakine ulaştırmak, benzeri zulüm ve faşizmler sergileyen siyasetleri deşifre ederek günümüz Müslümanlarının ders almalarını sağlamak gerekiyordu. İsra Suresi 60. Ayet’in bir tefsiri olan ‘Lanetlenen Soy’ kitabını yazarak bu onurlu görevi de yerine getirdim. VE ‘MÂÛN SURESİ BÖYLE BUYURDU’: 2011 yılında yayınlanan ve bugün 17. baskısı yapılmış bulunan Mâûn Suresi kitabım, İslam düşünce tarihinde bir devrim sayılacak önemdedir. Mevcut dinci iktidarın kamu imkânlarını talan; dinin, cami ve namazın istismarı; sosyal devleti tahrip; sadaka kültürüyle kitleleri yalcı kölelere dönüştürme; riyakârlık, yalan ve iftira gibi korkunç insanlık suçlarını bir tür ibadet şevkiyle işleyen icraatının Kur’an verileri ışığında deşifre edilmesi, dine hizmet perdesi altında dehşetli bir dinsizliğin sergilendiğinin kitlelere ve dünyaya gösterilmesi gerekiyordu. Eseri yayınlayarak bu iman görevimi de yerine getirdim. Mâûn Suresi’nin muhteşem ve muazzam mesajını açıklamak için yazdığım kitabın neleri deşifre ettiğini gelecek yazımda ele alacağım. ‘Engerek yılanının dölleri' Başlık, Hz. İsa’nın bir sözünden alınmıştır. Allah ile aldatan şeytan çocuklarının, bu aldatmayı tezgâhlama mekânı olarak kullandıkları mabede yollama yaparak, şöyle diyor Hz. İsa: “Allah’ın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek yılanının dölleri!” Bu sözün önümüze koyduğu kahırlı ıstıraptan insanlığı kurtarmak için, vahyin son kitabı Kur’an gerekli adımları atmış, gerekli uyarıları yapmış, gerekli donanımı getirmiştir. Bir kere; dinden resmî mabet çıkarılmış, bütün yeryüzü mabet ilan edilerek, Tanrı’ya ibadet için birilerinin kotardığı bir mekâna ihtiyaç bırakılmamıştır. Kur’an’ın ifadesiyle; “Ne yana dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır”. Ve Hz. Peygamber’in ifadesiyle; “Bütün yeryüzü mescittir. İnsan, Allah ile istediği yerde beraber olabilir”. Bu buyrukların özeti olan ilke de şudur: Bütün yeryüzü mabet, bütün meşru fiiller ibadettir. Cami bir toplantı yeridir; orada namaz da kılınır. Cami; namaz için, olmazsa olmaz bir mekân değildir. Allah’ın evi falan hiç değildir. Kur’an, engerek soyunun döllerine istismar imkânı yaratacak öteki yapılanmaları da yerle bir etmiştir: Din sınıfını yıkmış, din kisvesini yırtmıştır. Allah ile insan arasına girmesi muhtemel aracıları, şefaatçıları, yaklaştırıcıları, evliyayı birer şeytan uşağı ve şirk unsuru olarak gösterip kenara itmiştir. KUR’AN BUNLARIN DİN DEDİĞİNİ LANETLİYOR Bütün bu uyarılara rağmen; Kur’an dinlenmediği, Kur’an’dan gerekli donanım alınmadığı için; engerek yılanının dölleri ellerini kollarını sallayarak, yirminci ve yirmi birinci yüzyılda


bile zulümlerini sürdürmüş; kitleleri zehirleyip felç ederek, onları camilerde soyup soğana çevirmişlerdir. Hem de, milyar dolarlık rakamlarla! Mercümek talanından Deniz Feneri soygununa ve bugün pis kokuları sokakları dolduran AKP (adaletsizlik ve karanlık partisi) yolsuzluklarına kadar, tümü doğrudan veya dolaylı yoldan mabedin kullanılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Engerek yılanının dölleri, tarihin her döneminde mabedi ve dini istismara gitmeden ve bir de emperyalizmden destek almadan asla başarılı olamamışlardır. Bugün de öyledir. Bugün, engerek yılanının döllerinden yakasını kurtarmak isteyenler, öncelikle cami sömürüsünü durdurmak zorundadırlar. Ve bilmek zorundadırlar ki; bugün ‘cami, Allah’ diye diye, Allah ile aldatarak, Allah ile susturarak; Allah’ın iradesinin tam aksini yapmanın dokunulmaz mekânı, eleştirilmez alanı olarak kullanılmaktadır. Bunun anlamı: caminin, ‘Allah ve din’ tabelası altında, insan hakları ihlali için kullanıldığıdır. Türkiye’de bugün mabet istismarının anayasal kurumu Diyanet İşleri’dir. Diyanet’in kotardığı cami, beş buçuk katrilyonluk bir bütçeyle, yani bizzat devletin destek ve himayesinde soygunların ve haksız kazancın aracı yapılmaktadır. Şunu sormalıyız: Kur’an dini, birileri namaz kılsın diye; yüz bin civarında insana beş buçuk katrilyon maaş dağıtılmasını meşru görür mü? Dahası: Bu maaşların, namaz kılmayan, camiye gelmeyen insanlardan alınmış vergilerden verilmesini meşru görür mü? Hayır, asla meşru görmez. Aksini söyleyenler din adına yalan söylüyorlar. Doğru söylediklerinden emin iseler; gelsinler, milletin önünde konuşalım. Gerçek şu ki: zulüm içinde zulüm söz konusudur. Dine hizmet adı altında, dindışılığın en yıkıcısı sergilenmektedir. Kur'an üçünüzü de çarptı Kur’an, iki dinci taife olan Cemaatçılar ve AKP ile onlara karşı olduğunu söyleyen sözde Atatürkçü-laikleri çarptı. Nasıl çarptı? Sonuncudan başlayarak cevaplayalım: Sözde Atatürkçüler; Kur’an’ı ‘çöl kitabı, bedevî masalı, ölüler kitabı, imam hatiplilerin kitabı’ görüp hayatın dışına ittikleri ve Atatürk’le laikliği o kitaba aykırı bir anlayışın temsilcisi sayarak, Kur’an’dan yararlanma idrakini felç ettikleri için çarpıldılar. İki binli yıllardan beri düştükleri yürekler acısı durum ortada. Batı emperyalizminin kodamanları gütmese, donlarını bağlamasını bile bilmeyen birtakım adamlar, Mâûn Namazı kılmak üzere ‘takunyalanmış’ ayaklarını sözde laiklerin ensesine basıp onları ciyak ciyak bağırttılar. Dinci zebaniler, haçlı emperyalizmle kurdukları işbirliği sayesinde geldikleri yerden Ehlisalîp kodamanlarına tarihin en büyük hizmetlerini verdiler. Ehlisalîp’in Hilal’den, Türk’ten ve Türklükten bin yıllık intikamını almasını sağladılar. Nihayet, haçlı kodamanların bu dinci namert taifelerden alacakları fazla bir şey kalmayınca desteklerini çekip onları kendi ‘zekâları’ (!) ile baş başa bıraktılar. Dinci zulüm taifeleri, kendi zekâlarıyla (!) ancak birkaç hafta yol alabildiler. Malum kavga ile birbirlerine girdiler. Bütün pisliklerini, nifaklarını, fesatlarını, hırsızlıklarını, hukuksuzluklarını, yolsuzluklarını, iftiralarını, hıyanetlerini, ahlaksızlıklarını, yalanlarını ve


talanlarını… Kısacası bilcümle zulümlerini karşılıklı salvolarla deşifre etmeye başladılar. Onların ciğerlerindeki pisliğin ağırlığını en iyi bilen yine onlardı. Böyle bir ‘deşifre’ işlemini hiç kimse bu kadar ustaca yapamazdı. Allah istedi ve onlar da yaptı. Bunların her yanını lanetleyen Kur’an adına şu gerçeğin altını öncelikle çizelim: Kur’an, iftira suçu işlemiş olanların tanıklık hakkını yani doğruyu söyleme ehliyet ve liyakatlarını ‘ebediyen’ kaydıyla (tabir Kur’an’ın) ellerinden almaktadır. Yani; iftira şampiyonu bu dinci taifelerin ağızlarından çıkan hiçbir söze güvenilemez, bunların bir gün doğruyu söyleme imkânlarının bulunabileceğine asla ihtimal verilemez. Ayrıca bunlar, işledikleri ağır zulümlerle hakka ve hakikate hıyanet ettikleri için bunların hiçbir biçimde savunulması söz konusu olamaz. Birbirleri aleyhinde söylediklerinin doğruluğu bu tespite aykırı değildir. Çünkü o doğrular, onların doğruları değil, tarihin doğrularıdır. Tarih ve Tanrı o doğruları onlara itiraf ettiriyor. Bu itirafları onların doğruluğuna tanık olarak değil, Tanrı’nın lütfuna delil olarak düşünmek zorundayız. “ZALİMLERE YARDAKÇI OLMAYIN!” Ara başlıktaki emir Kur’an’ındır. (Nisa suresi, 105) “Zalimlere eğilim gösterirseniz, ateş sizi sarmalar” diyen de Kur’an’dır. (Hûd suresi, 113) “Zalimlerden başkasına düşmanlık yapılmayacaktır!” (Bakara, 193) diyen kitap da Kur’an’dır. Kur’an’ın bu emrini çiğneyenler zalimlere uşaklık etmek gibi korkunç bir zulmün faili olurlar. Zalim olmaktan daha büyük bir suç vardır: Zalime yardakçılık etmek. Yani pasif zalimlik. Pasif zalimlik, zalimliğin en kahpesi, en zararlısıdır. Allah, pasif zalimlerden intikam alacağını hükme bağlamıştır. (Zühruf suresi, 54-56) Türkiye bugün aktif zalimlerle pasif zalimlerin karşılıklı desteklerle birbirini ihya ettiği bir zulümler coğrafyası olmuştur. Aktif zalimler onlarla yüzlerle ifade edilebilirken, pasif zalimler, yani zağar zalimlerin kırıntılarından yemlenmek için onlara finoluk eden zalimler binlerle, on binlerle, belki de milyonlarla ifade edilmektedir. PEYGAMBER’İN BEDDUASI Allah’ın bedduasını görmüştük; şimdi de Peygamber’in bedduasını görelim. O beddua ki, dinci yalan ve talan ekiplerini tam içlerinden vurarak pisliklerini kendi elleriyle sokaklara yaymalarını sağlamıştır. ‘İslam Peygamberi’nin bütün hayatı boyunca yaptığı üç bedduasını tespit edebildim: 1. Başkalarına her fırsatta zorluk çıkaranlara bedduası: “Allahım! Ümmetimin işlerini zora sokanların sen de işlerini zora sok!” 2. Yeryüzünün korunması gereken doğal değerlerini tahrip edenlere yaptığı beddua: “Yerkürenin belirgin alâmeti olan değerleri/yeryüzünün olmazsa olmazlarını yozlaştırıp bozanlara Allah lanet etsin!” (Zehebî, Kitabu’l-Kebâir ve Tebyînu’l-Mahârim, 148) 3. Parayı ilahlaştıranlara yaptığı beddua: Bu Peygamber bedduasına sebep oluşturan suçların üçü de, son günlerde karşılıklı beddua atışmalarına tanık olduğumuz dincilik zalimlerinin tümünde mevcuttur. Özellikle şu son bedduanın sebebi olan aşağılık suç: ‘Paranın kulu - kölesi olmak’. Cenabı Peygamber, parayı baş amaç yapanlara, yani Mâûn


suçu işleyen mel’unlara hayatında yaptığı en ağır bedduayı yapmıştır. Şöyle diyor: “Gümüş ve altın paranın, kadifenin, süslü giysilerin kulu - kölesi olan, yüzükoyun yere çakılıp gebersin! Yüzükoyun yere çakılsın da, yerlerde sürünsün! Vücudunun her yanına dikenler batsın da, o dikenleri çıkaramasın! O öyle biridir ki; bir şeyler verildiğinde hoşnut olur, bir şey verilmediği zaman ise asla vefa göstermez.” (Buharî, cihad 70, rikaak 10; İbn Mâce, zühd 8) BÜYÜK VE KÜÇÜK HIRSIZLAR En büyük hırsızları tamamen, büyük hırsızları kısmen serbest bırakıp karnını doyurmak için çalan küçük hırsızları cezalandırmak, zulüm, ahlaksızlık ve riyakârlık düzeninin temel niteliğidir. ‘Din’ adı altında ‘örtülü dinsizlik’ sergileyen iktidarların temel niteliklerinden biri de budur. En büyük hırsızlar; birinci derecede kamu malı talancısı Firavun takımıdır. Son olaylarda da görüldüğü gibi, kurdukları kara para ve haram lokma tezgâhlarıyla haram servetleri onlar tedvir ve tevzi eder. Dincisi vardır, dinsizi vardır, sosyalisti vardır, liberali vardır. Büyük hırsızlar; en büyük hırsızların talanlarından büyük pay alanlardır. Küçük hırsızlar; büyük vurgun ihtirasları olduğu için değil, yaşamlarını sürdürmek için çalanlardır. Bunlar, talanın zağarları olan Firavun takımından kalan artık ve atıklardan sebeplenen finolardır. Bu sebeplenme tehlikeye düşmesin diye, subaşlarına Firavun takımının oturmasını isterler. Yalakalıkları, hizmetleri, propagandaları ve nihayet oylarıyla, büyük hırsızların yönetim mevkiine gelmesini bir ‘memleket hizmeti’ olarak ilan ederler. En önemli meşruiyet ve mazeret söylemleri; “Oylar bölünmesin diye onları seçtik” hezeyanıdır. Küçük hırsızlar, ‘oylar bölünmesin’ diyerek Firavunlar yaratan, dürüstlüğü cezalandırarak zulümlere işlerlik kazandıran günahkârlar sürüsüdür ki, Zühruf Suresi 54. - 56. Ayetler bu sürünün tarih önündeki suçunu deşifre etmiştir. O suç; ‘Firavunlar üretme’ suçudur. Modern dünyada demokrasi adına egemen olan firavunların yaratıcısı işte bu günahkârlar sürüsüdür. Cahiliye şirki bu kadar rezil değildi Giriş olarak şirk konusunun temel ayetlerinden ikisini vereceğim: “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah’ın berisinden yedek ilahlar edinirler de onları Allah'ı sevmiş gibi severler.” (Bakara, 165) “Ey iman edenler! Müşrikler bir pisliktir!” (Tevbe, 28) Sadece bizim tarihimizin değil, İslam tarihinin en rezil şirke batma olaylarından birini şu günlerde yaşadık. Talan, yalan ve yolsuzluk dosyalarıyla günlerdir ülkeyi taciz eden iktidar partisi AKP’nin, hem de imam hatipli bir milletvekili (Fevai Aslan), belediye seçimleri için propaganda yaptığı sırada ‘liderleri’ni överken, ona iki sıfat verdi: Birincisi, ‘dünya liderliği’, ikincisi ‘Allahlık’. (18 Ocak 2014 tarihli gazeteler) Birinci sıfatı dünyanın takdirine bırakalım ama ikinci sıfatla ilgili olarak söylememiz


gerekenler var. O gerekenleri söylemez isek Tanrı bizi hesaba çeker. Vekil efendi şöyle dedi: “Başımızdaki lider Recep Tayyip Erdoğan, Allah’ın bütün sıfatlarını kendisinde toplayan bir liderdir”. Aman Tanrım! Kur’an böyle bir yüceliği, vahyin muhatabı olan Hz. Muhammed’e bile vermiyor. Bu söz, bir adamın ‘Allah’lığını ilan etmenin en pervasız, en cüretkâr ve en rezil perdesidir; tevilsiz, tartışmasız bir şirk deklarasyonudur. ‘İmam hatipli’ bu adam, söylediğinin, katmerli bir şirk olduğunu nasıl olur da bilmez. Belli ki bu adam ‘arka bahçe imam hatiplisi’. O arka bahçeye bir kez girdin mi, Allah belanı verdi demektir. Ne ilim kalır, iman kalır; ne din, ne Kur’an kalır, ne İslam. Yağcılık, uşaklık, kutsallaştırma denen imansızlık ve ahlaksızlıkların bini bir paraya düşer. Şirk deklarasyonunun yarattığı infiali görünce, bilinen şeytanlıklarına başvurarak şöyle demeye başladılar: “Onu demek istememiştim”… Öyle mi? Bir de “Evet, öyle demek istemiştim” mi diyecektin! Elbette ki kıvıracaksın. Hep böyle yapıyorsunuz. Yahu, siz bu milleti ahmak veya eşek mi sanıyorsunuz? Yoksa bu milletin vücut aynasında kendinizi seyrediyorsunuz da farkında mı değilsiniz? DİNLE, EY MİLLET! Ey millet! Kur’an bize bildiriyor ki, müşrikler Allah’ın düşmanıdır. Onların diğer bütün yapıp ettikleri isabetli ve makbul de olsa, hüsrandan kurtulamazlar. Peşlerine takılanlar da hüsrandan kurtulamaz. Temel buyruk şudur: “Yemin olsun, sana da senden öncekilere de şu vahyedilmiştir: Eğer şirke düşersen amelin kesinlikle boşa çıkar ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun.” (Zümer suresi, 65) Ey millet! ‘Zümer Suresi - 65. Ayet’in sana söylediği şudur: Sen bu maskeli şirk zihniyetine prim ve paye verdikçe, Allah da senin belanı verecektir. Bu zihniyetteki kadrolara itibar edip sonra da haram paralarla kurduğun binalarda ‘namaz’ adı altında boşuna yatıp kalkma; o yatıp kalkmalarının sana lanetten başka bir şey getirmeyeceğini Kur’an bildiriyor. Aç da, bir kere olsun Mâûn Suresi’ni oku. Bak bakalım, insan haklarına tecavüz edenlerin namazları nasıl lanetleniyor. ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ kitabını yazdım diye bana kızacağına, aç da oku! Kur’an’ın temel ibadeti okumaktır. Oku, ey millet; oku! ‘Konuşan eşek’ olmaktan kurtulmanın tek yolu; okumaktır. 'Anadilde ibadet meselesi' “Anadilde İbadet Meselesi adlı kitabınızı okuyup bitirdim. Çok mutluyum. Bu kitap önümdeki engelleri yerle bir etti. Bizim için çok uzakta gösterilen Allah’ın ulaşılabilirliği bu kitapla mümkün hale geldi. Okurken, kelimeler boğazımda düğüm düğüm oldu.” “Sizi övebileceğim kelimeler Türk edebiyatında yok. Bu kitabın bana öğrettiğinin, verdiği sevinç ve mutluluğun karşılığı ödenemez. Yıllarca aradığım şey, yokluğunu hissettiğim şey bu kitapmış. İş işten geçtiği bir gün halk olarak biz de akıllanırız. Millet şunu iyi bilsin, düşünsün: Bizim, Yaşar Nuri Öztürk’ten başka kaybedecek bir şeyimiz kalmadı.” ANADİLDE İBADET KİTABI NİÇİN YAZILDI?


O kitap, Kur’an ve Peygamber tarafından tanınmış ve daha sonra kitlelerin elinden alınmış bir hakkın savunulması amacıyla yazılmıştır. Bu hak, anadilde ibadet hakkıdır. İnsan kadar gerçek, insan yaradılışı kadar doğal, ana sütü kadar ak ve berrak bir haktır bu. Anadilde ibadet meselesi, son yıllara damga vuran konulardan biridir. İslam’ı kendi kliğinin defterine kayıtlı olanların özel dini sanan dinciler istedikleri kadar, “Müslümanların böyle bir meselesi yoktur” diye bağırsınlar, konu son derece önemli ve günceldir. OKUDUĞUNU ANLAYAN KİTLEDEN NEDEN RAHATSIZDIRLAR? Cevap açıktır: Okuduğunu anlayan bir kitle bunların başına dert olur. Okuduğunu anlayan kitle bunların döndürdüğü şeytanî dolapları fark eder, bunları eleştirir. Kur’an’ın verileriyle konuşalım: Okuduğunu anlayan kitle Allah ile aldatılamaz. Bunlar ise bütün saltanatlarını Allah ile aldatmak üstüne oturtmuşlardır. O halde, kitle ya hiç okumamalı yahut da okuduğunu anlamamalıdır. Özellikle Kur’an’ı anlamamalıdır. Osmanlı’nın son meliki adûdu Vahdettin, kitlenin okuduğunu birazcık anlamasından bile korkunç rahatsızlık duymuştur. Öyle ki, o günkü gazetelerde birkaç ayet ve birkaç hadis meali yayınlandığında âdeta kudurmuşlar ve bu tür yayınları fermanla yasaklamışlardır. Araştırmacı Atilla Oral, İşgal İstanbul’u adlı eserinde şunları yazıyor: “Mehmetçik, 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Savaşı’nda Yunan Ordusu’nu mağlup etti. Padişah Vahdettin bu tarihte saray bahçıvanının kızıyla yeni evlenmişti. Sakarya Savaşı sırasında kendinden 40 yaş küçük beşinci karısıyla balayı yaşıyordu. Zaferin coşkusu halkın moralini ve manevî duygularını yükseltti. Büyük bir inanç ve gerçek bir imanın zaferiydi bu. Anadolu’da basılan gazeteler Kur’an ayetlerini ve hadisleri halkın kolay anlaması için, çoğu zaman Türkçe de yayınlıyordu. Millî hareketi destekleyen gazetelerde Sakarya Zaferi’nden sonra Kur’an ve hadis mealleri daha sık görülmeye başlandı. Millî hareketin liderlerini inançsızlıkla, iftiralarla karalayanların yalanları ortaya çıktı. Anadolu mücahitleri saray hainleri gibi imansız değildi. Ölümü mertçe göze alan, inançlı ve iman sahibi insanlardı.” ‘Ölümü mertçe göze alan’ o imanlı erlerin torunlarına şunu söylemek isterim: Allah ile aldatmayı saltanat aracı yapmış maskeli şirk çocuklarının, dini araç yaparak yaşattıkları yalan ve talan hegemonyasını tanımak için mutlaka ve muhakkak okunması gereken kitaplardan biri de ‘Ana Dilde İbadet Meselesi’ kitabımdır. Aydınlığın çocuklarına duyurulur. Dinciler için namaz neyin göstergesi? Dinciler için namaz; Maun suçlusu olmaya müsait, bu yolda kurulabilecek işbirliklerine katılıma hazır oluşun göstergesidir. Daha açık söyleyelim: Dinciler namazı bir ahlaksızlık karinesi olarak değerlendirmekteler. Bakın, yaşayan bir vatandaşın kitaplaştırdığı bilgilerden öğreniyoruz ki, TRT gibi egemen oldukları bir anayasal kuruma alacakları elemanların iki niteliği taşımasını şart koşmuşlardır: 1. Alevi olmamak, 2. Namaz kılmak (11 Mart 2014 tarihli gazeteler). Liyakat ve ehliyet aramıyor, namaz arıyor. Aslında onlar, tüm kurumlarda, bütün zeminlerde bu bölücü ve ahlaksız şartı esas aldılar. Neden? Dinciler namazı hep bir parola gibi kullanırlar. Namaz kılmak onlar için bazı şeylerin


varlığına karinedir. Elbette ki bu karine bazen umulduğu gibi çıkmaz. Beklediklerinin aksine; namazlı adam gerçek mümin, vakur ve dürüst çıkabilir. O zaman dinciler o adamı başka bahanelerle dışlarlar. Bu, dünyanın her yerinde, her devirde korunan bir dinci yaklaşımdır. Mesela Sudan’da Mahmut Muhammed Tâha (1985’te dinciler tarafından idam edildi) gibi bir seçkin mümini, kazaya namazı kalmamış bir insan olduğu halde, irtidatla suçlayıp idam etmişlerdir. Ve mesela; Mısır’da Nasr Hâmid Ebu Zeyd gibi bir büyük mümin düşünürü, alnı secdeden kalkmadığı halde, mürted ilan etmişlerdir. Neden? Çünkü bu insanlar dinciliğin ahlaksızlıklarına karşı olan insanlardır. Akılcı ve cumhuriyetçidirler. Türkiye’de dinci vicdansızlığın birinci dereceden saldırı hedefi yapılmış nice namazlı mümin vardır. Mesela Prof. Dr. Hüseyin Atay Hoca. İslam dünyasının yaşayan en büyük beyinlerinden biri olan bu imam çocuğu ilahiyatçı düşünür, kazaya namaz bırakmamış bir insandır. Ama dincilerin birinci dereceden saldırdıkları; zındık, hatta mürted ilan ettikleri isimlerden biridir. Neden? Çünkü Atay, Kur’an müminidir, Maun ihlallerine karşıdır. Emevî uydurmalarının din yapılmaması için elli yıldır mücadele etmektedir. İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık ve arkadaşlarını düşünün. Tümü namazlı müminlerdir ama aynı zamanda namuslu, vakur, dürüst, helal lokmacı, Maun ihlaline asla yanaşmayan ve o ihlallerle mücadele eden adamlardır. Dahası var: Bu insanlar Gezi Direnişi gibi bir özgürlük eylemine açıkça destek veren insanlardır. Yeryüzü sofralarını o eylemler sırasında kuran ve dünya literatürüne kazandıran onlardır. Böyle olunca, onların namazları niyazları dinci firavunluk tarafından saldırı hedefinde tutulmalarına engel olamamıştır. Sözü uzatmaya ne hacet, bugünkü dincilerin fikir ve iman (daha doğrusu imansızlık) babası Muaviye, Hz. Ali aleyhine yürüttüğü propagandanın başına şunu koydurmuştu: Ali namaz kılmıyor. Dinciler maskeli müşrik olduklarından şirklerini saklamak için Allah’ı, ahlaksızlıklarını saklamak için namazı hep dillerine dolarlar. Onlar çok iyi bilmekteler ki, müşrikliklerini Allah olmadan, ahlaksızlık ve hırsızlıklarını da namaz olmadan dokunulmaz kılamazlar. Dincilerin olmazsa olmazları arasında ahlaksızlık ve hırsızlık nasıl esas ise, Allah ve namaz da öyle esastır. Çünkü namaz olmadan Allah ile aldatmayı, hırsızlığı, ahlaksızlığı, yalanı, iftirayı böylesine dokunulmaz bir biçimde yapamazlar. Onları yapamadan da var olamazlar. Dinciler için parola daima şu olmuştur: “Yaşasın ahlaksızlık ve soygun, yaşasın bunlara paravan olan namaz ve cami!” Şirke bulaşmamış müminler (ibadeti olan teist müminler ile ibadeti olmayan deist müminler), namuslu ateistler ve dinsizler bu gerçeği bilecek; namussuzluğa ve hırsızlığa karşı vermeleri gereken ortak mücadeleyi bu bilgiye uygun olarak stratejiye bağlayacaklardır. Aksi halde, beş buçuk katrilyon parayla beslenen yüz küsur bin camiyi güdümüne almış dincilik tümünü yerle bir eder. Nitekim etmek üzeredir. 'Veyl Vadisi'ne sürülüyoruz' Geleneksel din kitaplarında cehennemin en korkunç azaplarına mekânlık eden yere ‘Veyl Vadisî’ denmektedir. Hurafe gibi duruyor ama ‘veyl’ tabirinin Kur’ansal kullanımını dikkate


aldığımızda söylemin yersiz olmadığı görülür. Veyl, Kur’an’da en ağır kötülükleri işleyenleri lanetlemek için kullanılan bir sözcük. 27 ayette geçmektedir. Veyl ile lanetlenen suçların tamamına yakını insan hakkı ihlalleriyle ilgili suçlardır. Lütfen, ‘Kur’an-ı Kerim’de Lanetlenen Soy’ adlı eserimi dikkatle okuyun. İnsan hakkı ihlallerinin insanı müşrik ve mel’un yapanlarını deşifre eden Maun suresi de bu suçları lanetlerken veyl sözcüğünü kullanmıştır. Son seçimlerin ortaya koyduğu tabloyu da dikkate alan her vicdan ve akıl sahibi insan şunu soracaktır: Türkiye nereye gidiyor? Bendeniz de bu hayatî soruyu soranlardan biriyim. Bir yurttaş olarak cevabım ve önerim var: Türkiye, akıl düşmanlığının dinleştirildiği, Allah ile aldatmanın saltanatını ilan ettiği ve dinin baştan başa şirk gayyasına yuvarlandığı bir ülke olarak hızlı bir biçimde ‘veyl vadisi’ne doğru gidiyor. Türkiye’nin bu vadiye doğru yol aldığını ben, 2006 yılında katıldığım bir ‘Ceviz Kabuğu’ programında 5 saat boyunca ülkenin vicdan ve bilincine ulaştırmaya çalışmış, ayrıca o programı kitaplaştırarak da halka iletmiştim. Türkiye bundan zerre kadar ders almadı, bu mesajı değerlendirmedi. Bela berzahı şimdi iyice derinleşmiştir. ‘Allah ile aldatma’ kırbacını acımasızca kullananlar, 76 milyonluk kitleyi veyl vadisine doğru sürüyorlar. Yardımcı kırbaçları da var: Beş buçuk katrilyonla kotarılan Diyanet ve onun kotardığı yüz bini aşkın ‘cami’ (Kur’an’ın deyimiyle zarar mescitleri) bu alt kırbaçlardan bazılarıdır. Aynur Gür, Köln’den yazıyor: “Bu milletin başına pislik yağacak demiştiniz. Bunu derken bugünleri mi kast ediyordunuz? Bundan da beteri olabilir mi? Benim burada yüreğim ağlıyor. Alman vatandaşıyım ama Türküm ve olan bitenden çok üzgünüm. Psikolojik boğulma yaşıyoruz.” İKİ MİRAS KUCAKLAŞTIRILMADIKÇA… Türkiye’de Allah ile aldatmanın temelinde İslam mirasıyla Mustafa Kemal mirasının birbirine düşman gösterilmesi yatıyor. İlk elden tedavi edilmesi gereken yara, dinciliğin emperyalizmle birlikte açtığı bu yaradır. Muhalefet, bu yarayı, işbirliği yaparak sarmalıdır. Çünkü hepsinin geleceği bu yaranın sarılmasına bağlıdır. İlk adım olarak, Ağustos ayında Çankaya’ya; vukufu, tefekkürü, dünya önünde saygınlık ve dirayetiyle bu yarayı tedavi edebilecek güç ve yürekte bir isim çıkarılmalıdır. Gün o gündür, siyasal duygusallık günü değil. ‘Süreç’ dedikleri aldatmacanın gerçekten varolması da buna bağlıdır. ‘Süreç, süreç’ denerek halka sürekli yalan söylenmiş, halk, özellikle Kürt halkı aldatılmıştır. Kürt yurttaşlara bütün vicdanımla şunu söylemek isterim: Sizin acılarınıza cevap olacak reçete de Mustafa Kemal’dir; onun vücut verdiği ilk anayasalardır. Bunun böyle olduğunu bir gün göreceksiniz. Dikkatli olun da erkenden görün. ‘Veyl vadisi süvarilerinin yalanlarına artık teslim olmayın. Ahlaksızlık ve şeytan sitesine doğru ‘Şeytan sitesi’ tabirini, ‘ahlaktan Tanrı’ya gidiş’ felsefesinin öncü filozofu İmmanuel Kant’ın ‘Tanrı sitesi’ tabirine mukabil kullanıyorum. Alman filozofu Kant (ölm. 1804), ‘tabiatın süsü’ diye andığı ahlakı hayatın, felsefenin ve Tanrı’ya imanın olmazsa olmazı bilmesiyle ünlüdür. Kant, felsefeye şunu egemen kılmıştır: Tanrı’dan ahlaka değil, ahlaktan Tanrı’ya gidilir. Aksi mümkün değildir. Kant’a göre, Tanrı’nın varlığı ahlakın varlığına ve gerekliliğine kanıt değildir, ahlakın varlığı Tanrı’nın


varlığına ve gerekliliğine kanıttır. O halde, din meselesinde esas olan şu formüldür: “Ahlaklı ol ki, Tanrı’ya iman etmiş olasın.” Bunun aksi olan şu söylem geçerli değildir: “Tanrı’ya inan ki ahlaklı olasın.” Hemen söyleyelim: Kant’ın tezi, Kur’an’ın tezinin aynısıdır. Kant, erdem bağıyla birbirine bağlı bireylerden oluşan ahlak toplumunun vücut verdiği ülke ve yönetime Tanrı sitesi demektedir. Buna göre, Kant’ın tespitinin aksini esas almış bir ülke ve yönetim için şunu söylemek gerekecektir: Birbirine çıkar bağlarıyla bağlı ahlaksız fertlerden oluşan bir ülke - yönetim bir tanrısızlık veya şeytan sitesidir. Ölümsüz Kant, sanki bugünkü dincilerin ciğer röntgenini önümüze koyar gibidir. Kant’a göre, Tanrı-insan ilişkisi, klasik teolojik delillerin hiçbiriyle sağlam bir temele oturtulamaz. “İnsan-Tanrı ilişkisi ancak ahlak yoluyla kurulabilir. Kendimizi ahlak dışındaki yollarla Tanrı’ya kabul ettirmeye kalkmanın sonu putçuluğa çıkar.” Bugünkü İslam dünyasında, özellikle bugünkü Türkiye’de çıktığı yer de putçuluktur. Sayıları binlerle ifade edilen ve Kur’an tarafından ‘zarar veren mescitler’ olarak adlandırılan Allah ile aldatma ve riyakârlık arenaları camiler bu putçuluğu, gören gözlerden saklayamaz. Siyaset ve saltanat dincileri, Tanrı’ya ahlaktan değil de ahlaksızlıktan gitmeye kalkarak, Tanrı’yı yüceltmek yerine kendi putlarını tanrılaştırmak gibi pis bir çukura yuvarlandılar. Bu veyl çukurunun süvarileri, ne yazık ki, şimdi Türkiye’yi o şeytanî-putçu çukura doğru ısrar ve inatla sürüyorlar. Bugünkü Türkiye’nin felaketi işte bu sürülmedir. KURTULUŞ SAVAŞI’NDAN DAHA KÖTÜ GÜNLERDEYİZ Türk siyaseti, yarım asra yakın bir zamandan beri şeytan sitesi siyaseti olmaya itiliyor. Son on yılda ise Türkiye’nin bir şeytan sitesi haline getirilmesi resmîleşti, devlet iradesine dönüştü. AKP ile zulüm ve ahlaksızlıkta ortağı olan örgütün oluşturduğu dinci yapı, yolsuzluk ve ahlaksızlık operasyonuyla da görüldü ki, tam bir erdemsizlik ve ahlaksızlık yapısıdır. Bu yapı, Türkiye’yi şeytanın sitesi olmanın eşiğine yaslamış bulunuyor. 30 Mart seçimleri gösteriyor ki, ülke bu eşikten içeri sokulmak üzeredir. Şu an için tek engel, muhalefetin basiretini işleterek ortaklaşa çıkaracağı bir cumhurbaşkanı olabilir. Cumhurbaşkanı, İslam mirasıyla Atatürk mirasını aynı vukufla hazmetmiş, İslam’la Atatürk’ü aynı samimiyetle seven, iki mirası dirayet ve cesaretle kucaklaştırabilecek ve dünyanın önünde bu birleştirmenin savunusunu liyakatla yapabilecek bilge ve cesur bir şahsiyet olmalıdır. Umarız, muhalefet bu noktada ‘duygusal’ değil de ‘akıllı ve vatanperver’ davranır. Özetleyelim: Türkiye, Tanrı’ya ahlaksızlıktan gidilebileceğini iddia eden bir ‘veyl ekibi’nin kotardığı ‘Tanrısızlık sitesi’ne doğru yol almaktadır. Bu durum bizi, Türk Kurtuluş Savaşı’na öngelen günlerden daha kötü günlerle yüz yüze getirmiş bulunuyor.


'Atatürk'ün anlatmak istediği buydu!' Başlığımız, Gaziantep’ten yazan bir okuyucumuzun Allah ile Aldatmak kitabımızla ilgili cümlelerinden biridir. Soner Özer adlı bu yüksek ferasetli ve berrak vicdanlı yurttaşımızın tarihsel önemdeki mektubunu halkımızın idrakine ulaştırmayı görev saymaktayım. Şöyle yazıyor: “Değerli hocam! Hangi samimi ve temiz Müslüman, hatta merak saiki ile de olsa, Müslüman olmayan insan vardır ki, şu soruyu, kendine sormamış, üzerinde düşünmemiş olsun: ‘Kur’an gibi bir kitabı, Hz. Muhammed gibi bir peygamberi varken, İslam âleminin ve Müslümanların perişanlığının, bitip tükenmek bilmeyen çilelerinin sebebi nedir? Müslümanlar ile aklın, bilimin, aydınlanmanın ve uygarlığın arasındaki aşılmaz, yıkılmaz duvarlar nedendir? Bunları kim ördü?’ “Yüzyıllar boyunca, ilim ve vicdan sahibi birçok insan, bu soruyu muhtelif yönlerden cevaplamıştır. Ancak, okuyunca görülüyor ki, o trajik, ıstıraplı sorunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayan, açık, net cevabı, derli toplu bir biçimde, ‘Allah İle Aldatmak’ adlı eserinizde verilerek, İslam kamuoyuna ve Müslümanların vicdanlarına iletilmiştir.” “Allah İle Aldatmak kitabı, İslam’ın ve insanlığın, yüzyıllardır felaketi olmuş ve olmaya devam eden aldatışın, şeytanî şifrelerini çözmüştür.” ‘MÜKEMMEL BİR DAVA DOSYASI’ “Allah ile Aldatmak kitabı, hükme bağlanmış, mükemmel bir dava dosyası. Kılı kırk yaran bir soruşturma yapılıp müthiş bir iddianameye bağlanmış bir dosya. Allah İle Aldatma suçunun failleri olan ‘İdris sûretinde iblisler’ ve ‘Mürşit lakaplı müşrikler’ ile ilgili verilen hükmün isabeti hakkında, vicdanlarda, en küçük bir şüpheye yer bırakılmamıştır. Allah ile Aldatmak kitabı, Kur’an İslamı ile ‘tahakküm teolojisi’ne dayalı (günümüzün ünlü ve popüler tabiriyle) paralel, yapay İslamı birbirinden ayırıp Allah İle aldatmanın zalimlerini, tarih huzurunda mahkûm ediyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün de, Milletine anlatmak için çırpındığı bu değil miydi?” “Karar gerekçesindeki şu satırların, okuyucunun hafızasından ve vicdanından, kolay kolay silineceğini sanmıyoruz: “Din temsilcilerinin, tarihsel kötülüklerinin eleştirilmesinin bir insanlık görevi olduğu, bugün artık herkesçe, hatta din temsilcilerince kabul edilmektedir.” ALLAH İLE ALDATMA VARSA KURTULUŞ YOKTUR Müslüman halklar, Ortadoğu despotizmlerinin hesabına uygun olarak kutsallaştırılmış buyrukları din sanıyor, onları yaşıyor. Bu durumu çok iyi bilen aldatma sektörleri, halklara sürekli dini kullanarak yaklaşıyor, onları daha ilk anda elsiz, dilsiz hale getirerek istediği şekilde ve istediği oranda aldatıp sömürüyor. Müslüman halkın en büyük zaafı, dinini, uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır. Bütün Müslümanların en büyük zaaflarından biri, belki de birincisi işte budur. En büyük zaaflarından biri bu olmasaydı, Kur’an “Allah ile aldatılmayın!” ihtarına gerek görür müydü! Bugün insanlık ve o arada Türk insanı, Allah ile aldatılmamanın en zorlu devresini yaşıyor. Küresel ve organize aldatma sektörlerinin faaliyette olduğu bir süreçtir bu. İşte bunun içindir ki ‘Allah ile Aldatmak’ adlı kitabımızın küresel bir insanlık hizmeti verdiğine inanmaktayız. Kur’an’ ın kader anlayışı (1)


Kader; Kur’an’da tabiat kanunları, varlığın değişmez yasaları anlamında kullanılır. Sünnetullah tabiri de bu anlamdadır. Ahzâb 38, kader ile sünnetullah tabirlerinin eşitliğini bildiriyor. Elimizdeki geleneksel akait kitaplarındaki kader anlayışının Kur’an’daki kader kavramıyla bir ilgisi yoktur. O kitaplar yoluyla asırlardır taşınan ve bizlere öğretilen kader, sürüleştirilmiş bir toplum yaratmak isteyen saltanat odaklarının kitleyi uyuşturmak için oluşturdukları Kur’an dışı bir anlayıştır. Bu anlayışla Müslüman kitlelerin getirilmek istendiği yerin ne olduğunu, İslam’ın temel kabulleri gibi benimsettirilen ‘ilkeler’den seçtiğimiz şu birkaç örnek çok iyi göstermektedir: 1. Devlet başkanı, ahlaksızlık da zulüm de işlese azledilemez. 2. Sapık ve zalim bir imamın peşine de olsa namazı cemaatle kılın. 3. Dünya, müminin cehennemi, kâfirin cennetidir. 4. Her insanın cennetlik veya cehennemlik olacağı, önceden belirlenmiştir. İnanç manifestosunun içine sokulan bu Kur’an dışı hezeyanların tümü Emevî yalanıdır. Bu kader anlayışına teslim edilmiş kitlelerin yarınlara ümitle bakabilmelerinin biricik koşulu, ‘gelecek bir kurtarıcı-mehdî’ beklemektir. Çünkü bu kitlelerin ‘gerekeni yapma’ azim ve iradeleri felce uğratılmıştır; onlar ancak göklerden gelecek olanı bekleyebilirler. Kur’an’da, bugün dayatıldığı şekliyle bir kader kavramı olmadığı gibi, ‘kadere iman’ diye bir tâbir de yoktur. Türkiye’de bu gerçek, İslam ilahiyatının dahi bilgini Prof. Dr. Hüseyin Atay tarafından 1960 yılında yayınlanan ‘Kur’an’da İman Esasları’ adlı doktora teziyle ortaya konmuştu. Bu, çağdaş ilahiyat literatüründe ilk kez telaffuz ediliyordu. Prof. Atay bu tezi yüzünden, Ehlisünnet inancını bozmakla suçlandı. Oysaki bu gerçek, Hüseyin Atay’dan çok önce yaşamış bilginlerce de dile getirilmiş ama üstü örtülmüştür. Ehlisünnet adı altında Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ve işbirlikçilerinin ideolojileştirdikleri Cahiliye kabullerini pazarlayan Arapçı dincilik çevreleri, acaba bu gerçeği bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa cehaletlerinden, biliyorlarsa, iftiracılıklarından utanmalıdırlar. Şimdi, meselenin gerçek Ehlisünnet inancındaki durumuna bakalım: Ahkâm ayetleriyle ilgili ilk tefsir kitabının sahibi sayılan ve gerçek Ehlisünnet’in baş imamı olan İmamı Âzam’la aynı yıl ölen Mukaatil bin Süleyman (ölm. 150/676), iman konusunu anlatırken Allah, ahiret, melekler, kitap ve nebilere imanı sayar ama kadere iman diye bir şarttan söz etmez. (Mukaatil b. Süleyman, Tefsîru’l-Hams Mie, 12-13) Ehlisünnet inancının temel kitaplarından bazılarını yazmış bulunan ünlü Matürîdî kelamcısı ve Hüseyin Atay’ın kaynağı olan Ebul Muînî (ölm. 508/1115), Tabsıratü’l-Edille adlı eserinde, kader konusunda Hüseyin Atay’ın söylediğinin aynısını söylüyor. Atay’dan 850 yıl önce. Nesefî, anılan eserinde imanın şartları konusunda şöyle diyor: “İman esaslarına gelince bunlar 5 tanedir: 1. Allah’a, 2. Meleklere, 3. Kitaplara, 4. Peygamberlere, 5. Âhirete iman. Aynen bunun gibi ibadetler de 5’e ayrılır.” (Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, 2/92) Nesefî burada iki Kur’an dışılığı aynı anda düzeltmiştir: 1. Kur’an’ın gösterdiği iman esasları içinde kadere iman diye bir şey yoktur, 2. Geleneksel kabullerin ‘İslam’ın Şartları’ diye öne çıkardığı beş kavram, İslam’ın şartı değil, İslam’daki temel ibadetlerdir. İslam’ın şartları Kur’an’ın bütün hükümleridir. Kur’an’ın kader anlayışı (2) ‘Kadere iman’ tabiri, İslam inançlarının içine, hadis diye ortalıkta dolaştırılan bir söze dayanılarak sokulmuştur. Oysaki o söz, bugünkü kader anlayışını savunanların deyimiyle


bir ‘haberi vâhit’tir, yani Peygamberimizden bir tek kişinin rivayetidir. Ve hadisçilerin de kabul ettikleri bir kurala göre, haberi vâhit imanla ilgili konularda delil olmaz. Kader sözcüğü, Kur’an’da 11 yerde geçmekte ve tümünde de ‘ölçü’ anlamında kullanılmaktadır. Türkçe’deki ‘miktar’ (Arapça özgün şekliyle mikdar) sözcüğü de ölçü anlamındadır ve kader kökündendir. Allah her şeyi bir ölçüye göre yapıp yönetmektedir. Platon’un güzel deyimiyle “Tanrı hep geometri kullanmaktadır.” Gökten su ölçüyle iner (Müminûn, 18; Zühruf, 11); inen suyun yeryüzünde vadilerde dolaşması bile ölçüyledir. (Ra’d, 17) Topraktan pınarlar fışkırması, fışkıran suların birleşmeleri yine belli bir ölçüye göredir. (Kamer, 12) Tüm bu ölçüye bağlılıklar, kader kelimesi veya türevleri kullanılarak ifade edilmiştir. Ve bu ifadelerle önümüze konan kader kavramının temel amacı, insanın fiillerinin belirlenmiş olduğunu değil, varlık ve oluşta rastlantının bulunmadığını göstermektir. Kur’an, kader kavramıyla ‘sünnetullah’ da denen tabiat kanunlarını kastetmektedir. ‘Kader asla değişmez’ söyleminin Kur’ansal anlamı budur. Bu kullanım, şu ayetlerde herkesin anlayabileceği açıklıktadır: Ra’d, 8, 17; Hicr, 21; İsra, 77; Fâtır, 43;Müminûn, 18; Ahzâb, 38, 62; Şûra, 27; Zühruf, 11; Fetih, 23; Kamer, 49; Talak, 3; Mürselât, 22. Kader kökünden gelen ve ölçüye bağlamak anlamında olan ‘takdir’ sözcüğü de tabiat kanunları, değişmez ölçüler, yani sünnetullah anlamında kullanılmıştır. Bu kullanıma göre, Ay ve Güneş’in belirlenmiş ölçülere göre seyretmeleri, kısacası, irade sahibi tek yaratık olan insan dışındaki tüm varlıkların, her türlü iş ve oluşun, her türlü yaratılış ve yaratışın seyri değişmez kurallara, bağlanmış, determine edilmiştir. İnsana gelince, onun için, kader kavramının, tabiat kanunlarının değişmezliği dışında herhangi bir değişmezlik getirmesi söz konusu değildir. Çünkü insan özgür iradeye sahip tek varlıktır. Kur’an’daki kaderin anlamı budur. Ve bu anlamda bir kaderin değişmezliği, Allah’ın tabiata, varlığa koyduğu yasaların değişmezliğidir ki, Kur’an bunu açıkça ve defalarca ifade etmiştir. Bu değişmezlerin insanın fiilleriyle, iradesi ve özgürlüğü ile bir ilgisi yoktur. Oradaki değişmezlik, kanunların Yaratıcı tarafından koyulmasıdır; insan fiillerinin Yaratıcı tarafından önceden belirlenmesi değildir. Biz, varlığın ve evrenin yönetimine, ontolojik yapıya ilişkin kanunlar koyamayız; bizim böyle bir yetkimiz yoktur. Ama biz, kendi fiillerimiz ve yönetimimizle ilgili kanunlar koyarız ve koymalıyız. Kur’an’daki kader, İbn Teymiye’nin deyimiyle, yaratılışla ilgili ontolojik bir kavramdır; davranışlarla ilgili bir kavram değil. (İbn Teymiye; el-Furkan, 98-99) Yine İbn Teymiye’nin ifadesiyle kader, Allah’ın yaratış ve dileyişiyle ilgili bir kavramdır, buyrukları ve hoşnutluğu ile ilgili bir kavram değil. Kemal Sağır yazıyor: “Bildiklerinizi sonuna kadar paylaşın, yayınlamadıklarınızı ne olur


çabuk yayınlayın. Sadece Türkiye değil İslam âlemi de doğrular ile yanlışları tartsın ve dünya, İslamiyet’in bize anlattıkları gibi olmadığını görsün de gerçek Müslümanın Allah diye diye boğaz kesenler olmadığını bilsin.” 'Atatürk'le Aldatmak' kitabı yayınlanacak! Onur Aytacoğlu yazıyor: “Yaklaşık 15 senedir USA’de yaşayan, Türkiye’de ki gelişmeleri internet aracılığı ile takip eden birisiyim. Yaklaşık bir senedir haftalık yaptığınız programları youtube üzerinden izliyorum. İtiraf etmeliyim ki verdiğiniz bilgiler sayesinde dinimizin çocukluğumuzda öğrendiğimiz dinden çok farklı ve çok mantıklı olduğunu öğrendim. Kur’an çevirinizi hemen hemen her gün okuyorum.” “Katıldığınız Ruhat Mengi’nin programını youtube üzerinden izlerken laiklik ve rakı konusunda diğer kişiler ile tartışmanızı dinledim. Siz bunu sadece bir örnek olarak verirken, oradaki katılımcıların nasıl böyle bir tepki verdiğini anlayabilmiş değilim. Sizin hep soylediğiniz angutizm gerçekten had safhada. Atatürkçülerin Atatürk’ü, dincilerin dini bilmediği Türkiye’de, bu cahilliğin yarattığı kutuplaşma gerçekten ağlanacak bir olgu. Umarım bahsettiğiniz ‘Atatürk’le Aldatma’ adlı kitabınız bu sorunun çözülmesinde bir çare olur.” Aziz Âşık yazıyor: “Bu iletiyi size 17 yaşındaki bir lise öğrencisi olarak yazıyorum. Yaklaşık 2 senedir sizin kitaplarınızı ve videolarınızı takip ediyorum. Bu videolar ve kitaplardan edindiğim bilgilerden dolayı size teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Kur’an-ı Kerim’i kendi dilimde okuduysam, şu an yaşamımın bir gayesi olduğunun farkına vardıysam, insanları içlerinde oldukları yanlış dinsel inanışlara karşı uyarabilecek bir güvene sahipsem bu sizin sayenizdedir.” “Son olarak söylemek isterim ki, sizin bu millete ve ümmete kattıklarınızı birçok insan anladığında iş işten çoktan geçmiş olacak. Sizin gibi birisiyle aynı dönemde yaşamış olmamın ve sizin gibi bir insanın benim dilimde bu denli muazzam eserler vermesinin Allah’ın bir lütfu olduğunu düşünüyorum ve yine Allah’ın huzurunda size tekrar ve tekrar teşekkür ediyorum.” Müyesser Karaibrahim yazıyor: “Siz ülkemize, toplumumuza armağansınız. Varsın anlayamayanlar kendi egoları içinde kıvransınlar. Mustafa Kemal'i anlamadıkları gibi. Siz bir devrim yaptınız ve ülkemin tarihine iz bıraktınız. Ve eyleminiz sürüyor. Ne mutlu bize, çocuklarımıza, torunlarımıza.” “Siz bir evrensiniz. Sığ olanların küstahlığı sizi incitmesin.” “67 yaşında bir ilkokul öğretmeniyim. Ülkeme ve şehitlerimize olan borcumu ödemeye çalışıyorum. Sizin hizmetleriniz karşısında kum tanesi olmaya çalışıyorum.” Özgür Gedik yazıyor: “Sizi tarih kitaplarından değil de yaşarken tanıma fırsatı bulduğum için Allah'a çok müteşekkirim. Beni ben yapan fikrî ve ilmî yapıtaşlarımın %90'ının mimarı siz oldunuz. Ben, sizin rehberliğinizde, Kur’an ışığında Allah ve insanlık yolunda yaşamaya gayret ediyorum. Fakat ben şimdi çevremdeki sözde Müslüman ama gerçekte zalim insanlar tarafından ateist ilan edildim. Kuran'ın ışığında yaşamak demek ki ateistlikmiş. Ben Kur’an'ı' okuduğum için ne dediğimi biliyorum, ölsem Kur’an'dan vazgeçmem. Ben


Kur’an'a inanıyorum. Bana sataşanların tarlalara gübre bile olamayacaklarını biliyorum. Sonsuz hürmetler.” Sadece Aldatanlar Sorumlu Değil! Zulüm ve hıyanetlere sessiz kalarak, basit çıkarlar için zalimlere destek vererek, yani ‘zulme isyan’ gerçeğini işletmeyerek aldatanların namussuz hegemonyalarını dokunulmaz kılan ‘aldatılmış kitle’ de sorumludur. Allah, zulme isyan yerine itaat edenlerden intikam alacağını söylediğine göre (bk. Zühruf suresi, 54-56), bu aldatılanlar da zalimdir ve gerçek bir hak adamı bunlarla da mücadele etmelidir. Meseleyi tam omurgasından yakalamış bir okuyucum, Ufuk Erkıvanç şöyle yazıyor: “Neden sadece Müslüman kesimi hedef aldığımı soruyorlar. Tek cevabım var: Balık baştan kokar! İslam'a en büyük hıyaneti, Müslüman kesimin içindeki aldatan ve aldatılanlar yapıyor. Farkında olsunlar veya olmasınlar nihayetinde işbirliği içindeler!” “Kuyruğunu yutmaya çalışan bir karayılan gibi fasit bir daire, bir kısır döngü içindeler. Kuyruğu kopmuş bir karayılanla kafası kopmuş bir karayılan arasındaki farkı bir düşünün. Yüzeyde olan çürüme ile merkezden gelen çözülme arasında en azından yayılma hızı farklıdır. Bir öğretmenin talim ve terbiye vermeye çalıştığı öğrencileri arasında; en titiz davrandığı, en müsamahasız yaklaştığı, öğrencilerinin en sevgilileri, en yetenekli, en zeki ve en çalışkan olanlarıdır.” ATATÜRK’ÜN MELAMÎLİĞİ Mustafa Yıldırım yazıyor: “Kur'an Verileri Işığında Tasavvuf ve Tarikatlar’ adlı kitabınızın birinci cildinin 294'üncü sayfasındayım. ‘Aydınlanma Sanatı Olarak Melâmet’ bahsini okuyunca Atatürk'ü hatırladım. Yurt gazetesinde ‘Aydınlanma Sanatı Olarak Melâmet ve Atatürk’ konulu bir yazı yazmanızın çok anlamlı olacağını düşünüyorum.” Büyük sûfî düşünür Muhyiddin ibn Arabî’nin dediği gibi, “Melâmet, Kur’an ahlakının esası, ruhudur.” Ve Atatürk, tarihin en büyük, en muhteşem melâmîlerinden biridir. Atatürk’ün bu yanını, ‘Atatürk Gerçeği’ adlı eserimde inceledim. Yakında yayınlanacaktır. MENDERES’İ DE İNÖNÜ YETİŞTİRDİ Doç. Dr. Aylin Kantarcı yazıyor: “Kitaptan Aydınlığa programında dile getirdiğiniz İnönü'nün dinî konulara kayıtsızlığı ile ilgi-li düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim: Atatürk Cumhurbaşkanlığı sırasında Kur’an'ın Türkçe'ye çevrilmesi ve tefsiri konularını ele almış ve başarılı olmuştu. Din Eğitimi de okullarda gerçek dinin öğretilmesini sağlayacak şekilde düzenlenmişti. Diyanet İşleri Başkanlığı da halkı gerçek din konusunda aydınlatmak amacıyla kurulmuştu. Dolayısı ile bu konu rayına oturmuştu.” “Gerçek dinden sapma Adanan Menderes zamanında başladı. Dolayısı ile İnönü'nün bu konuda bir sorumluluğu olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca o devirde sizin gibi bir filozof yoktu. Olsaydı muhakkak hem Atatürk hem de İnönü sizin bilgi ve düşüncelerinizin halka ulaşması için size çok büyük destek olurdu diye düşünüyorum.” Ne dediğini anlamadan namaz kılanlar lanetlenmiştir


Ne dediğini anlamadan namaz kılanları lanetleyen ben değilim, filan veya falan müfessir veya fıkıhçı da değildir. Ne dediğini anlamadan namaz kılanları lanetleyen, Kur’an’dır. Kur’an, namaz kılanların iki tipini lanetliyor: 1. Bir yandan namaz kılıp bir yandan da insanların haklarına tecavüz edenler, özellikle kamunun haklarına tecavüz edenler. Maun suresinin temel mesajı işte bu lanetlemedir. Bu mesajın ayrıntılarını ben, ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ adlı devrim yaratmış kitabımda verdim. 2. Anlamını bilmediği, ne dediğini anlamadığı şeyleri okuyarak namaz kılanlar. Ayrıntılarını ‘Ana Dilde İbadet Meselesi’ adlı kitabımda verdiğim bu çok önemli konuyu burada kısaca açıklayacağım. Önce, meseleye zemin oluşturan bir mektubu okuyalım. Armağan Karamanlı yazıyor: “Hacı olmuş, 5 vakit namazını kılan kişilere, ‘Namazda okuduğun şu duanın anlamını biliyor musun?’ diye sorduğumda bilmedikleri yanıtını aldığım anda çok üzülüyorum. Diyorum ki, ‘Namazı Türkçe kılın, ne farkı var, anlam olarak aynı şeyi söylemiyor musunuz?’ Bunu dediğimde, ‘Olmaz öyle şey, sen de Yaşar Nurileşme’ diyorlar.” “Kuran'ı Kerim’in Türkçesini okudum, hâlâ baştan sona okuyorum. İnen ilk ayet ‘Oku!’ Okumak ne demektir? Arapça’yı zaten öğrenemem; bütün hayatımı ona adamam gerekir ki, öyle bir vaktim yok. İlk emir “Oku!” ne demek? Bana otur Arapça’yı öğren ve anla mı diyor yoksa bu kitabı anla mı diyor? Kutsal kitabımızı anlamam yönünde telkin veriyor. Ben insanların Türkçe namaz kılınmaz derken nasıl bir vebal altına girdiklerinin farkına varamadıkları için çok üzülüyorum. Allah’a yöneliş nasıl kısıtlanır, aklım almıyor.” ALLAH, SADECE ARAPÇA MI BİLİYOR? Dinci güruh, hemen hemen tüm konularda bugün bana yaptıkları zulmün aynısını, İmamı Âzam’a yapmışlardır. ‘İmamı Âzam’ adlı iki eserimi okuyanlar bu gerçeği çok yalın olarak görürler. Kur’an’ın tercümesiyle namaz meselesi, İmamı Âzam’a zulümlerine âlet ettikleri konuların başında gelir. İmamı Âzam 767 yılında dinci namussuzlar tarafından öldürüldü. Aradan 1250 yıl geçti. Allah, o günden beri İslam dünyası denen âlemin başını beladan kurtarmadı. Dinci imansızların bugün yaptıklarına bakılırsa, Allah’ın cezalandırmasının daha uzun süre devam edeceğine rahatlıkla hükmedilebilir. Dinci imansızlar, sadece kendilerini mahvetmekle kalmadılar, bütün Müslüman kitleleri perişanlığa ittiler. Dahası: İnsanlığın başına da bela oldular. Ve olmaya devam ediyorlar. İslam dünyası, bu imansız güruhun iftira, itham, akıl düşmanlığı ve Kur’an’dan rahatsızlık gibi temel cürümlerini deşifre edip yeni nesilleri bu güruhun aldatmalarından kurtarmadıkça mutlu olamaz. İmanını Kur’an’ın istediği şekle getirip aklını işletmeli, eskilere tapmayı din zannetmekten kurtulmalıdır. Aksi halde, cami sayısını arttırıp mabet sandığı o nifak ve şirk mekânlarında yatıp kalktıkça Allah da onun perişanlığını arttıracaktır. Bunun böyle olacağı Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in açık ihbarlarıyla belirlenmiştir. Biz; akla dost, Kur’an’a imanı tam insanlar olarak, Arabizme, Arapçılığın soysuz uşaklarına teslim olmadan Allah’ın dinini Allah’ın muradına uygun şekilde anlamak için elimizden geleni yapalım; gerisini Cenabı Hak kotarır. Yanmak ve uyanmak "Hamdım; yandım, piştim" diyor Mevlana Celaleddin Rumî. Varlıktaki oluş ve eriş sırrını ifade eden ölümsüz sözlerden biridir bu. Hamlıktan pişmişliğe, tohumdan filize, filizden çiçek


ve meyveye geçiş, yolcuları kadar yolları da yürüyen hayatın her an yeni bir menzile ulaşma aşk ve iradesinin sergilenişidir. Bu halden hale geçiş, diğer varlıkların aksine, insanda, ‘kendini fark eden değişme’ olarak yürür. İnsandaki şuurlu yol alışın göstergesi ıstıraptır. Bu yüzden, Mevlana, insandaki oluş ve erişi ‘yanmak’ diye niteliyor. Taş-toprak da yanar ama onların yanışı ıstırap değildir; çünkü onlar şuurlu değillerdir. Yani onların ‘ben’i yoktur. Yanışsız ulaşılan zevkler aşk olmuyor. Yanışsız elde edilen kadın, sevgili olamıyor, sadece ‘dişi’ oluyor. Aşk, vuslatı hep dağın arkasında tutar ki âşık biraz daha yanabilsin. Arzuladığınızı kolayca kollarınıza teslim eden bir sevda aşk değil, et ve kan hoşnutluğudur. Yanışsız işlenen günahların bile zevki yoktur. Yanışı olmayan yüzlerde nur, gözlerde fer göremezsiniz. Yanışsız elde edilmiş servetlerle beslenenler insan olamıyor; insan görünümünde hayvan oluyor. Yanışı olmayan ibadetler Hakk'a vardırmıyor, sadece nefsi oyalıyor. Yaratıcı ruhların, yanışın eşlik ettiği günahları yanışsız ibadetlere tercih etmeleri bundandır. Yaratan karşısında boyun büktürüp gözyaşı döktüren günahları, ukalalık ve tamlık duygusuna götüren ibadetlere tercih edin. Çünkü birincisinde yanmak, ikincisinde aldanmak vardır. Allah'a, iddia ve gurur kapısından gitmeye kalkan, yolda kalır; Allah'a, boyun büküş ve gözyaşı kapısından gitmeye bakın. Çünkü o kapıda yanışa bağlı eriş vardır. Yanmak, gerçek uyanışın anasıdır. Yanışsız uyananlar, gerçek ayıklığa ulaşamazlar, uyurgezer olurlar. İsrailoğulları, yanarak uyanmış bir kitle olduklarından dünyayı avuçlarında tutuyorlar. İsrailoğulları’na hep ıstırap veren çöl, Arap'a bol petrol verdi de ne oldu! Yahudi hâlâ güçlü, Arap hâlâ hor ve zelil. EN BÜYÜK NİMET, CUMHURİYET Tanrı bize petrol vermedi diye yakınmayın. Bize, uyuşukluğa yenik düşürmeyen bir nimet gerekirdi; Tanrı bize onu verdi. O nimet, Atatürk Cumhuriyeti’dir. Bedava bulanlar kıymetini bilmeseler de bu cumhuriyet, bu yüzyılda İslam dünyasına verilmiş nimetlerin en büyüğüdür. Büyük yanışların karşılığı olarak elde edilmiş bir eriştir Atatürk Cumhuriyeti: Yüz bini aşkın şehit Çanakkale'de, 20 bin şehit Kurtuluş Savaşı'nda. Türkiye'ye, 21. yüzyılda tevhidin en büyük kalesi olma kaderini layık gören Yüce Tanrı, her türden mirasyedi hainin yaygarasını, cumhuriyetin yeni oluş ve erişler elde etmesinde ‘deneyim’e dönüştürecektir. Sabredin göreceksiniz. Allah'ın vaadi haktır. Elverir ki, daha iyi pişebilmek için yanabilme gücünüzü koruyun! İmamı Âzam bilinmeden olmaz! Asırlarca aldatıldık. Kur’an okumak adına Arap harflerinin telaffuzunu bize kutsal bir uğraş olarak dayattılar. Hem beynimizi hem gönlümüzü hem de imanımızı perişan ettiler. Kur’an ‘tedebbür’ (yani ne dediğini anlayarak okuyup okuduğu üzerinde düşünmemizi) istiyor, Arapçı dayatmacılarsa ‘tedebbür’den hiç söz etmiyor, sadece ‘telaffuz’ dayatıyorlardı. Çünkü saltanatları, Kur’an’ın ne dediğinin anlaşılmamasına uyarlanmıştı. Onu tehlikeye atamazlardı.


Bu imansız ve namert oyunu tarih içinde ilk darbeleyen ilim ve irfan öncüsü, İmamı Âzam oldu. Arapçılık onun yaptığından çok rahatsızdı. Onu ilmen ve fikren aşamadılar, teslim alamadılar. Sonunda zehirleyip öldürdüler. Ama onun yaktığı ışık, Batı’da kilise kodamanlarının saltanatını yıktı. Luther’in devrim yaratan fikirlerinin öncüsü İmamı Âzam’dır. İmamı Âzam’ın fikirlerini bir devletin omurgası, bir devrimin ruhu yapan önderse Mustafa Kemal Atatürk oldu. Bu gerçeği insanlığa ilk kez ama çok özet olarak Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal (ölm. 1938) açıkladı. İmamı Âzam’ın muhteşem mesajıyla Atatürk icraatı arasındaki irtibatı, ayrıntılı biçimde ortaya koyma onuru bize nasip oldu. ‘Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam’ adlı eserimiz, yaptığımız o işin belgesi ve göstergesidir. Şimdi Arabizmi din diye yutturanların dayatmalarından ıstırap çekmiş milyonlardan birinin ibret dolu mektubunu okuyalım: Necdet Kaplan yazıyor: “İyi eğitim görmüş, ana kucağında İslam dini ile tanışmış biriyim. Sülale boyu dindar bir aileden geliyorum. Helal lokma yiyerek büyüdüm. İnşaat mühendisliği mesleğimi helal lokma yiyerek sürdürüyorum. Rahmetli babam beni ilkokul sonrası, Kur’an’ı okuma eğitimine gönderdi. Tecvitli telaffuzla Kur’an’ı Arapça olarak okumayı öğrendim. Ancak Besmele’nin dahi anlamını öğrenemedim.” “Sizi televizyon programlarınızdan tanıdım. Yaklaşımlarınız, beni Kur’an’ı kendi dilimden okuyup, anlamaya sevk etti. Babamın bana verdiği Kur’an’ı Arapça okuma eğitimi, manevî haz dışında bir katkı sağlamadı. Eserleriniz ve sıkı uyarılarınız sayesinde Kur’an mealini okumaya ve Kur’an’ı anlamaya yöneldim. Aman Allahım!!! Her bir ayet bir ışık.” “Hayatım boyunca; İmamı Âzam Ebu Hanîfe adlı kitabınız kadar beni etkileyen, Müslüman âlemde bu gün yaşanan sefilliklerin ve rezilliklerin nedenlerini bu kadar güzel anlatan bir eser okumadım, görmedim, duymadım. Birçok konuya cevap bulmakta zorlanıyordum. Dünyamı aydınlattınız. Cenabı Allah her iki dünyanızı aydınlık kılsın. Karşılaştığım herkese, İmamı Âzam adlı eserinizi büyük bir heyecanla anlatıyor, okumalarını tavsiye ediyorum. ‘Okumadan ölmeyin!’ diyorum. Eserinizin hepsini okuyorum. Ancak İmamı Âzam adlı eseriniz her şeyi bir arada anlatıyor. Neden Müslümanlar bu kadar sefil duruma düştüler? Bu sorunun cevabı mükemmel bir anlatımla bu eserinizde veriliyor.” “Siz; İslam âlemi ve insanlık için, çok değerlisiniz. Allahın izniyle siz ve sizin gibiler sayesinde İslam aslına dönecektir. Sayenizde, İslam âleminde yaşanan olayları, bunların nedenlerini artık çok rahat anlayabiliyorum. Uyardınız, uyandırdınız. Allah, bu ışığı etrafınıza yaymaya devam etmekten sizi mahrum bırakmasın!” Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk: Anahtar, Mustafa Kemal'dir


İslam dünyası, itiraf etsin veya etmesin, Atatürk’ün bıraktığı yere gelebilmek için çabalıyor. Çabalıyor ama gelemiyor; gelemediği için de başı beladan kurtulmuyor. İslam dünyası bahtını aydınlığa çıkaracak kapıyı bir türlü açamıyor. Neden? Cevap, Mevlana Celaleddin Rumî’nin şu sözünde saklı: “Kilitli kapı sana bir türlü açılmıyor, çünkü anahtara düşman kesilmişsin.” İslam dünyası, bahtını aydınlığa açacak kapının anahtarı hükmündeki adamların tümüne düşman, tümünü dışlıyor. İslam dünyası, asırlardan beri, anahtar adamlara acı çektiriyor. Onları kendisinden saymamayı hüner sandığı için onlara acı çektirmeyi de zafer bellemiş. Sürünmesinin esas sebebi bu… Bu yüzyılın en büyük Müslüman düşünürlerinden biri olan Sudanlı aksiyoner Mahmud Muhammed Tâha, ana eseri ‘İslam’ın İkinci Mesajı’nın 4. baskısına yazdığı önsözde şunu demiştir: “Bu kitap, cumhuriyetçi davanın temel metnidir.” Muhammed Tâha, ne demek istediğini şu satırlarla daha açık hale getirmektedir: “İslam iki mesajdan oluşur: Birincisi Kur’an’ın ikincil metinlerine dayalı ilk mesaj, ikincisi, Kur’an’ın birincil metinlerine dayalı ikinci mesajdır. İlk mesaj şimdiye kadar yorumlanmıştır, ikinci mesaj ise yorumlanmak için beklemektedir. Bu ise uygun kişi ve millet geldiğinde gerçekleşecektir.” (Tâha, İslam’ın İkinci Mesajı, 4. baskıya önsöz) Bize göre, uygun kişi ve millet, tarihin diyalektiği tarafından Mustafa Kemal ile Türk milleti olarak tarih sahnesine gönderildi ama beklenen yorum tam yapılamadı. Onu bugün biz yapmaya çalışıyoruz. İslam dünyası Atatürk’e ve mesajına düşman kesilerek ondan yararlanmanın yollarını kendi eliyle kapattı. İslam’ın ikinci mesajının tamamlanması için yine aynı millet mi devreye sokulacaktır, başka bir millet mi, ileriki zamanda göreceğiz. DİNCİLİK İŞTE BÖYLE VİCDANSIZDIR! Mahmud Muhammed Tâha’nın sözü, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti kurup devrimlerini hayata geçirişinden yaklaşık 90 yıl sonra söylenmiştir. Yani, İslam dünyasının en ileri devrimcileri bile, Mustafa Kemal’in hayata geçirdiği bir mesajın rüyalarını yeni yeni görmeye başlamışlardır. Ve dahası: Adına ‘İslam dünyası’ (!) dedikleri dünya, bu rüyayı görenlere bile tahammül edememektedir. Bu rüyayı görenlerden biri olan Tâha’yı ‘mürted oldu’ diyerek astılar. Beş vakit namaz kılan sûfî bir mümindi Tâha. Ne var ki mevcut iktidara muhalifti. Böyle olunca da dinciliğin ‘irtidat’ ithamından kurtulamadı. Dincilik işte böyle imansız, böyle namussuzdur! Sözün özü: Mustafa Kemal’in kudret ve azametini anlamak için şu ‘İslam dünyası’ dedikleri âlemin tutarsızlıklarına, pisliklerine, sefalet ve rezaletine bakmak yeterlidir. Sudan’da Bir Müslüman Devrimci; Mahmud Muhammed Taha İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI Aşağıda ilk yayın tarihi Mayıs 1976 olan Taha’nın İslam’ın İkinci Mesajı kitabının bir özetini bulacaksınız. “İnsanlığın ilerlemesinin çağlar boyu hedefi sonunda uzaya insan göndermek değildi. Hedef insan teklerini kendilerini gerçekleştirecekleri yörüngelere


oturtmaktır. Bunun böyle anlaşılma zamanı geldi. Her akıl sahibi kadın ve erkek bu hedefe yürümek için insani çabayı düzeltmelidir.” Önsöz Bu kitapçığın amacı okuyucuya ‘Cumhuriyetçi Kardeşler’i tanıtmaktır. Kurulduğundan beri ve hareketin değişik aşamalarında Yeni İslami Hareket, Üstat M. M. Taha’nın önderliği altında, İslam’a dayanan, ya da daha doğrusu, İslam’ın evrensel unsurlarına dayanan bir fikriyatı benimsedi. Bu unsurlar inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşar. Yeni İslami Hareket’in benimsediği İslami fikriyat ‘İslam’ın İkinci Mesajı’ olarak anılır. Bu kitapçıkta ana hatlarının açıklandığı şekliyle yenilenen İslami ideal, ideal bir toplumun inşasının temellerini oluşturacaktır. Burada demokrasi ve sosyalizm de el ele vermiş ve sosyal eşitlik hâkim olmuştur. Böyle bir topluma olan ihtiyaç gerçekte küreseldir. Dahası, İslam’ın ihyası, bu kitapçıkta açıklandığı gibi, her insan tekinin kendi ‘kişilik’ ve ‘aslilik’ boyutunu gerçekleştirme; ya da başka tabirle kendi mutlak insani özgürlüğünü kazanma imkânını verecektir. Kişilik Yeni İslami Hareket’in sunduğu yeni İslami anlayışın etrafında döndüğü ana eksendir. Bu gerçek, İslam’ın yeni anlayışının çağdaş insanlığı asıl ilgilendiren yanıdır. Dr. John Voll adlı bir Amerikalı ile yazışmasında Taha şöyle demiştir: “Şimdiki kitlevi uygarlığımız ve şahsiyetsizleştirici büyüklükler artık yerini küçük-şahsi, sokaktaki adama ait-şeylere bırakacaktır. Her insan kendi içinde bir amaçtır. Başka bir amacın aracı değildir. İsterse geri zekâlı olsun, oluş halinde bir ‘Tanrı’dır o. Ve ona kendini böyle geliştirmesi için tüm fırsatlar verilmelidir.” Giriş Artık ‘Din’ sorununu, modern insanın krizi ile ilgili bütün tartışma girişimlerinin başına koymanın zamanı gelmiştir. ‘Din’ tabiri, şüphesiz, burada genel anlamında bir hayat tarzı ya da bir ahlaki davranışlar sistemini tanımlamak için kullanılmakta olup; buna doğru bir dünya görüşü ve izlenim ile tasarımlarını toplumsal ve ferdi planda gerçekleştirme imkânları da dâhildir. Böylece her fert iman ve inanç ile kesinlik ve hakikate ulaştırılacak, bu sayede korkularından kurtulacak, huzura, gerçek özgürlüğe ve hep artan, ebedi saadete erecektir. Bu anlamda ‘Din’ sorunu çağımızla çok ilgilidir. Bu çağda karşılaştığımız zihin karışıklığı tek bir ana nedene indirgenebilir: Bilim ve teknolojideki büyük atılımlara karşın insan davranış ve ahlakındaki açık gerilik. Bu nedenle, çağdaş insanın probleminin bir ‘ahlak krizi’ olduğunu söylemek gerçekten anlamlıdır. Modern insan, maruz kaldığı baskılar altında nasıl doğru ve bilgece davranacağını bilmedikçe, delirmek ve kendi ile birlikte tüm insanlığı yok oluşa götürmek kaderi olur. İslam İslam en genel anlamıyla, akıl sahibi olan olmayan her ‘yaratılmışın’ yol gösterici ve ilksel İlahi İrade’ye teslimiyeti demektir ki bu İrade belli bir amaca doğru evrimi yürüterek İnsan’ı tarih sahnesine çıkardı. Ama daha sınırlı ifadesiyle İslam, insanı, nihai mükemmelliği oluşturan tüm İlahi sıfatlara halife (varis) kılındığı o Kayıp Cennet’e geri götürecek yolu gösteren vahyedilmiş tüm monoteist dinleri kucaklayan bir üstün fikriyatın adıdır. Bu şekliyle İslam, bu asil amaçlara yürüyen her dini kapsar; onların yol ve yöntemleri geldikleri zaman ve mekâna göre değişse de. Yine sınırlı anlamıyla İslam, Kuran’da Allah’ın Peygamber Hz. Muhammed’e vahyettiği mesajı tarif eder; bu gelen son kitaptır. Biz bundan sonrasında bu bağlamdakilerle ilgilenecek ve Kuran’ın evrensel içeriklerine hitap ederek, Yeni İslami Hareket’in, ‘Din’in ‘ilmi’ aşamasını ortaya koyuşunu göstereceğiz. Buna İslam’ın İkinci Mesajı da diyoruz; o, insanları birbirine bağlayan şeylerden, yani akıl ve kalbin ortak yetilerinden kalkarak, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşmakta’ ve bizi İnsanlık Çağı’na taşımaktadır. KURAN: MEKKELİ VE MEDİNELİ AYETLER On üç yıl boyunca Kuran, Mekke’de Peygamber Hz. Muhammed’e indi. Ona, Rabbinin


yoluna güzel öğüt ve hikmetle çağırmak ve insanlarla akıl yoluyla tartışmak görevi verdi, çünkü dinde zorlama yoktu. Aynı zamanda ona, erkek-kadın tüm insanların hayatın her alanında eşit olduğunu ilan görevi de verdi. Kısa sürede yeni din toplumun her alanından katılımcıları kendine çekti; gelenler özellikle Mekke’nin köle ve ezilmiş sınıflarındandı. Bu Mekke’nin yönetici ve hâkim sınıflarını huzursuz etti; onlar kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarının elden gittiğinden korkuyorlardı. Bu korku, ‘Muhammed kendi çocuklarımızı bize karşı kışkırtıyor’ gibi sözlerde açığa çıkar. Ama bu kesimler korkularını dindarlık kisvesi altında gizleyerek, atalarının dini adına İslam’ın takipçilerine karşı lanetli bir terör kampanyası başlattılar. Müslümanların Mekkeli hâkimler ve din adamları sınıfı elinde maruz kaldıkları muamele ve onların Hz. Muhammed’i öldürme girişimleri, birçok insanın o dönemde daha gelişmiş ve aydın bir hayat tarzına barışçı bir çağrıya karşı akıllıca cevap vermekte yetersiz kaldıklarını gösterir. Sonuçta, Peygamber Medine’ye yerleştiğinde, temel insan haklarını, her alanda kadın erkek eşitliğini vazeden ve her kula mutlak kişisel özgürlük yolunu açan Ulu Mekkeli ayetler dönemi sona erdi ve Medeni ayetler inmeye başladı. Medineli metinler Peygamber’i, kendi umurlarını başarılı şekilde idare edemeyen insanların üzerinde gözetici atadı. Dahası Peygamber ve Müslümanlar, ilk defa Medineli metinlerde kendilerini korumak için savaşmaya çağrıldılar; oysa Mekke döneminde bundan bahis yoktu. Bu daha sonra İslam’ı kılıçla hâkim kılmaya dönüştü. Bunun nedeni birçok insanın tebliğ ve irşat ile arzulanan seviyeye gelmesindeki yetersizlikti. İslam’ı kılıçla yayma, artık Medeni metinlerde insanların eşitler olarak muamele görmemeleri de demekti. Bu dönemde sosyal plana da bakarsak, artık kadınlarla erkeklerin de eşit muamele görmediklerini görüyoruz. Medeni ayetler erkekleri kadınlardan sorumlu kılmış, bunun sebepleri bu metinlerde açıklanmıştır. Siyasi ve ekonomik alanlara da bakarsak Mekki ayetlerdeki eşitliğin de Medeni ayetlerde eşitsizliğe yerini bıraktığını görüyoruz. Dolayısıyla çok açıktır ki, Medeni ayetler, her ne kadar kendi indikleri dönemin seviyesine nazaran büyük bir sıçramayı da temsil etseler de, temel hak ve hürriyetleri sağlayan ve kadın erkek tüm insanları hayatın her alanında eşit kabul eden Mekki ayetlerle kıyaslandığında ikinciler daha üstündür. Öyleyse buradan dosdoğru şu sonuç çıkar: Kuran’ın Mekki ve Medeni ayetlere bölünmesi temel bir ayırımdır, çünkü Mekki ayetler temel ve asli hükümler, Medeni ayetler ise dönüştürücü hükümlerdir; amaçları dönüşüm halinde bir toplumu organize ederek Mekki ayetlere dönüş için yolu açmaktır. İslam’ın İlk Mesajı Medeni ayetlere dayalı İslam’ın ilk mesajında Peygamber Medine’deki İslami düzeni kurdu. Bu ilk rejim büyük bir devrim idi ve önce Arap yarımadasında sonra dünyanın diğer bölgelerinde yaşayış biçimini kökten değiştirdi. Gerçekten de bu düzen, erkek, kadın ve çocukların yaşadığı korkunç şartları iyileştirmekte büyük hizmet görmüştür. Örneğin o çocukları öldürmeyi kesin olarak yasaklamıştır; hâlbuki bu kız çocuklarını öldüren Araplar arasında yaygın bir uygulamaydı. Zekât verme müessesesini zorunlu bir dini emir haline getirerek muhtaç ve fakirlerin ekonomik koşullarını düzeltmeye çalıştı; Peygamber’i ashabıyla şuraya davet etse de, onu şuranın fikrini kabul ya da redde serbest bıraktı ve kadınların durumunu İslam’ın gelişinden önce yaşadıkları koşullara nazaran hayli düzeltti. İslam’ın İlk Mesajı’nın modern insanın ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalışı İslam’ın sonu anlamına gelmez. Bu basitçe şu anlama gelir: Artık İslam’ın İkinci Mesajı’nı araştırmanın ve buna uygun İslami hükümler geliştirerek modern insanın ihtiyaçlarına cevap vermenin zamanı gelmiştir ki böylece o kendi iç sorunları ve çelişkileriyle baş edebilecek ferdi bir yöntemle donatılabilsin ve böylece mutlak özgürlüğe ya da ebedi saadet hayatına ulaşabilsin.


İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI Hz. Peygamber’in ‘özel’ hayatında Mekki ayetlere uyması, öte yandan Medeni ayetlerin tüm sosyal, politik ve ekonomik hükümlerin kaynağı olarak kullanılması, İslam’ın iki farklı düzeyine işaret eder: Peygamber’in takip ettiği bir düzey ve toplumun genelinin takip ettiği diğer bir düzey birlikte var olurlar. Birincisi, hiç şüphesiz, ikincisinden çok daha insancıl ve yüksektir. Mekki ayetlere dayalı ve Peygamber hayatında örneklik edilen seviyeye biz İslam’ın İkinci Mesajı diyoruz. Daha önce söylendiği gibi, Mekki ayetler terk edildiği için, bugüne dek İslam toplumlarını yöneten kanunların bunlara değil, Medeni ayetlere dayalı olduğu açıktır. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nı uygulamak için, İslami hükümleri bilinçli olarak Medine seviyesinden Mekke seviyesine geliştirmek gerekiyor. İslami hükümlerin bu bilinçli gelişiminde bize İslam’ın özgün ruhu önderlik edecektir; mutlak insani özgürlüğü arayışta o bulunmakta, Peygamber’in hayatında gösterilmiş bulunmaktadır. Biz ayrıca tam sosyal adaleti arayan çağdaş toplumun ihtiyaçlarında da yol göstericilik bulacağız. İslami hükümlerin Medeni seviyeden Mekki seviyeye gelişimi sosyal, siyasi ve toplumsal her alanda ciddi yankılar yapacaktır. Belki bu çerçevede şu kadarını söylemek yeter ki, bu hükümlerin gelişimindeki ana itici faktör, hayatın her alanında eşitlik sağlayarak bir ideal toplum inşa etmek, burada demokrasi ve sosyalizmin geçerliliğini sağlamak ve böylece sosyal eşitliği hâkim kılmaktır. Ekonomik ve siyasi eşitliğin doğrudan sonucu olarak sosyal eşitlik, ifadesini birçok alanda bulur. Belki en önemli tezahürü kadınların özgürleşmesi ve erkeklerle hukuk ve hayatın her alanında eşitlikleri konusunda olur. Kadın sorunu, İslam’a karşı yapılan itirazların birçoğunun sebebi olmakla, bu sorunu biraz daha uzunca ele almaya ve İslam’ın İkinci Mesajı’nda kadınların hukuki ve sosyal durumlarının, Mekki ayetlerin ‘temel ayetlerin uygulanmasıyla nasıl geliştiğini ve çağımız kadınlarının istek ve ihtiyaçlarını İslami ruha uygun olarak nasıl karşıladığını açmaya gerek var. İKİNCİ MESAJDA KADINLARIN DURUMU İslam’ın İkinci Mesajı kadınları her alanla erkeklerle eşit statüye çıkarır. Ama kadınlar açısından bu gelişimin en çarpıcı olduğu alan evlilik yasalarıdır. İslam’ın İkinci Mesajı evliliği hukuki açıdan iki eşit ortak arasında bir sözleşme olarak yeniden tanımlar. Sözleşme serbest iradeyle kabul edilir; her iki ortağa da eşit hak ve sorumluluklar yükler ve gerekirse, yine iki tarafın anlaşmasıyla feshedilir. Çok kadınlılık, yani İlk Mesaj’da, bir kocanın hepsine eşit davranmak şartıyla dört kadın alabilmesi, İkinci Mesaj’da nadir istisnalar dışında kesinlikle yasaklanır; bu istisnalar kısır bir kadın ya da evlilik gereklerini yerine getiremeyen hasta bir kadın durumunda olabilir. Bunlar Medine düzeyinden Mekke düzeyine geçişin birkaç örneğidir. Ama İslam’ın İkinci Mesajı’ndan evlilik kurumunun en çok etkilendiği bir başka nokta da, bugün her yerde saldırı altındaki bu kurumun fonksiyonları ve bireyleri mutluluğa, özgürlüğe ve ruhi olgunluğa ulaştırmaktaki büyük rolü açısındandır. İslam’ın İkinci Mesajı’na göre evlilik artık, çift arasındaki sadece üreme ve böylece insan neslini sürdürme amaçlı ve bu arada cinsel doyumu sadece bu fonksiyonun yerine getirilmesi için bir araç kabul eder şekilde düşünülemez. Bu modası geçmiş evlilik anlayışı, insanın bizatihi bir amaç değil, başka amaçlar için araç olarak düşünüldüğü bir dönemin kalıntısıdır. İNSAN VE KORKU Önceki bölümlerde, İslami hükümleri Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın modern ve gelişen bir topluma, demokrasi ve sosyalizmin barıştığı ve sosyal adaletin geçerli olduğu bir topluma giden yolu açışını konuştuk. İnsanların fakirliğe, baskıya ve ayırımcılığa karşı korunduğu böyle bir toplum ise modern insanın krizine karşı sadece kısmi bir cevaptır. İnsanı asıl sersemleştiren şey korkudur; insani hayatında edindiği ve hayvan ve insan atalarından devraldığı korku. Yukarıda anlatıldığı temellerde ideal bir toplumun inşası insanın bu kazanılmış korkusunu hafifletir. Ama ister kazanılmış, ister tevarüs edilmiş olsun, korkunun nihai fethi, kişiyi özel bir


metotla donatmakla olur ki, bu şekilde özgün ve hakiki bilgiye ulaşır. Burada anlar ki, kötülük arızi ve geçicidir, ama iyilik asli ve kalıcıdır. Bu türden bilgi mutlak insani özgürlüğe ulaşmakta bir önkoşuldur. Peki, ama mutlak insani özgürlükten kastettiğimiz nedir? Mutlak İnsani Özgürlük Mutlak insani özgürlük konusuna geldiğimizde, İslam artık dar manada bir din olmaktan çıkar ve öyle bir hayat tarzı olur ki, her bireyi kendi mutlak özüne götürür. Gerçekten de özünü aramak tüm dünyada yaygın bir fenomendir. Özgünlük ifadesini mutlak insani özgürlükte bulur. Peki, nedir bu? Mutlak insani özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır, o şartla ki, söylediği ya da yaptıklarının sonuçları insan ya da diğeri tüm yaratıklar için iyi olacaktır. Ama bu mutlak insani özgürlükten önce bir toplumda sunulan sınırlı özgürlük vardır. Toplumdaki özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır; o şartla ki, bu başkalarının özgürlüğünü ihlal etmesin. Eğer ihlal ederse sonuçlarına katlanır. Aksi hal ise özgülüğün anarşiye yozlaşmasıyla sonuçlanır. Başkalarının özgürlüğüne müdahale yasaların konusudur. Yasanın meşruiyeti ise, İslam’ın İkinci Mesajı’na göre yasanın insanın mutlak insani özgürlüğe muhtaç olduğu gerçeğini toplumun tam sosyal adalet ihtiyacıyla uzlaştırmasındadır. Bu meşruiyet çerçevesi, üç sacayağı olan ekonomik, siyasi ve sosyal eşitlik üzerinde duran ideal toplumun inşasında yardımcı olur. Bu tür bir toplum ve özgün bir ibadet metodu ile insanların kendi özünü gerçekleştirmesi yolu açılır. Bundan sonra herkesin insani özgürlüğünü elde etmesi konusuna gelebiliriz. PEYGAMBER’İN ÖRNEĞİ Yukarıda söz edilen özgün yöntem, Peygamber Hz. Muhammed’i örnek alma, özellikle de ibadetlerinde örnek almaktan geçer. Peygamberi örnek almanın arkasındaki neden, herkesin kendi kişiliğini dönüştürerek kendi mutlak özüne varmasıdır. Bu gelişme, kişinin tüm kazanılmış ve tevarüs edilmiş psikolojik komplekslerinden arınması ile olur ki bunlar özgürlüğün ana düşmanlarıdır. Bu komplekslerden kurtulmanın yolu Kuran ve Hz. Peygamber’in bize ilettiği ibadet pratikleridir. Özel ilgiyi hak eden bir ibadet pratiği Peygamber’in kendine hep mutluluk veren namazıdır. Hz. Peygamber’in günlük beş vakit namazı ve gece kıldığı teheccüd namazı onun ibadet pratikleri içinde özel yer tutar. Bu, namazda zihin, vücut ve kalbin tüm boyutlarının işe müdahil olarak insan tekini ilerleyici biçimde bütünleştirmesi nedeniyledir. Artık iç ve dış ben arasında, ya da bilinç ve bilinçsizlik arasında fark yoktur. İnsan namaz ve abdestin tüm psikolojik takıntılardan kurtulmakta ne roller oynadığını, ya da bilgili bir insanın namazı nasıl bir ‘psikoanalitik tedavi seansı’ olarak kullanabileceğini uzun uzun anlatabilir. O bunu her gün ve her gece tekrarlayarak dengeli, olgun ve üretken bir kişi olabilir; sonuçta mutlak insani özgürlüğü yakalayabilir. Ama bu kitapçığın boyutları bizi konuyu burada toparlamak zorunda bırakıyor. Hayatını derinleştirmek ve açmak, hislerin zenginleşmesi ve düşüncelerin keskinleşmesidir. Hislerin zenginleşmesi huzur içinde bir kalp, düşüncelerin keskinleşmesi berrak bir zihin gerektirir. Yani bizim varacağımız huzur-u kalp ve berrak zihindir. Daha önce de söylediğimiz gibi, Yeni İslami Hareket Kuran’ın evrensel içeriğine müracaatta başarılı olmuş, ‘Din”in ‘İlmi’ aşamasını ortaya çıkarmış, ya da İslam’ın İkinci Mesajı’nı ortaya koymuştur. Bu mesaj insanları birbirine bağlayan şey, yani onların ortak kalbi ve akli yetileridir. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nın İslam’ın ilmi aşaması olduğu konusunu biraz ele almak gerekir ki bunun değişik açılardan birçok açılımları vardır. DİNİN İLMİ AŞAMASI


Dikkatli bir incelemeyle anlarız ki, dünyada çıkan dış çatışmaların çoğu aslında insanın kendi içindeki iç çatışmaların uzantısıdır. Öyleyse dış sürtüşme ve çatışmaları sonlandırmak için önce içeridekileri bitirmek gerekiyor. Bunu derken, bazen iç çatışmaların bitmesinin de dışarıdaki çatışmaların bitmesine bağlı olduğunu fark etmiyor değiliz. Gerçekte dış ve iç çatışmalar ilişkisi diyalektik bir ilişkidir. Ama insani gelişimin bu aşamasında iç çatışmaların giderilmesi daha önemlidir. Ve Din’in barışçı bir rol oynaması için onun bir ‘öz bilimi’ olması ya da bir çeşit ‘Psikoloji’ olması, problemleri analiz etmesi, teşhis ve tedavi etmesi, kişiliğin iç ve dış boyutlarda tam gelişimini sağlaması gerekiyor. Böylece iç çatışmalar sonunda yatıştırılır ve tamamen fethedilir. Bu da dış çatışmaların engellenmesi ve tamamen kalkmasını sağlar. Yukarıdaki özelliklerle Din’in geri gelmesi ve bir özgürleştirme ve barış aracı olarak hizmet etmesi, onun o derece ‘ilmi’ olmasını gerektirir ki, bildiğimiz manada bilimi aşabilsin ve bir ‘öz ilmi’ olabilsin. İşte bu özellikler İslam’ın İkinci Mesajı’nda vardır; oysa diğer gelişkin Din formları, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın İlk Mesajı da dâhil, yetersiz kalmaktadır. Bundan kastın, bu dinleri çöpe atmak olduğu çıkarılmamalıdır. Yüksek ahlaki, ruhi ve aydın ideallerin gerçekleşmesi az ya da çok yukarıdaki dinlerce de tam olmasa da uygulanmaya çalışılıyor ancak yetersiz kalıyor. Bu anlamda İslam’ın İkinci Mesajı, geçmiş ve şimdiki tüm kuşakların, tüm dünyanın, tüm sanatsal, edebi, bilimsel ve dini kazanımların da varisidir. SONUÇ “Bugün tüm engeller yıkıldı ve insanlığın Rabbi kabilenin yıkık mabedinin kapısına geldi” Hintli şair Rabindranath Tagore’un bu sözleri, belki de tüm dünyada paylaşılan bir duyguyu yansıtıyor. Bu duygu, belki de insanı insandan uzak tutan tüm fizik engellerin büyük çapta kalkmasına dayanıyor. Şu çok açıktır ki, zaman ve mekân engelleri büyük çapta teknolojik ve bilimsel ilerlemelerin ulaşım ve iletişime verdiği çok yüksek hızlar sayesinde yıkıldı. Bu zaman mekân engellerinin yıkılışı gezegenimiz Dünya’da daha yüksek derecede coğrafi birleşme sağladı. Bu coğrafi birleşme düşünce ve duyguda da daha geniş çapta birleşmeyi davet ediyor. Düşünce ve duygu alanlarındaki bu birleşme aynı zamanda barış talebince de zorlanıyor; daha önce dediğimiz gibi barış artık bir ‘ölüm kalım meselesi’dir. Elinizdeki kitapçık eski din formları olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ilk mesajı arasında herhangi bir laik felsefe ya da ideolojinin düşünce ve duygu birliği sağlayamayacağını bir nebze göstermiştir. Bu kitapçığın asıl amacı ancak İslam’ın İkinci Mesajı’nın bu istenen birleşmeyi sağlayabileceğidir; çünkü o tam da insanları birbirine bağlayan şeylere, akıl ve kalbin ortak değerlerine hitap ediyor. Ayrıca bu kitapçık kaba hatlarıyla, İslami hükümleri Kuran’ın Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın, demokrasi ve sosyalizmin el ele verdiği ve sosyal eşitliğin hüküm sürdüğü ideal bir toplumu kurmaya giden yolu açtığını da gösterdi. Böyle bir toplum, ideal ‘Peygamber örneği’ndeki ibadet yöntemleriyle birleştiğinde, İslam’ın İkinci Mesajı’nın insanın kendini gerçekleştirmek, ya da mutlak insani özgürlüğe varmak için sunduğu imkânı gösterir. Son olarak, İkinci Mesaj’ın bir yandan demokrasi ve sosyalizmi birleştirmesi, diğer yandan bir ‘psikoanalitik teknik’ olarak sunduğu ibadetle her insana kendi olma imkânını getirmesi modern insanın sorunlarına tek cevap ve onun hastalıklarına kesin tedavidir. İslam’ın İkinci Mesajı, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşarak dünyada cenneti


kurmayı ve insanı Kâinatın Efendisi makamına meşru yoldan geri döndürmeyi amaçlamıştır. İnşallah diyerek bu kitapçığı kapıyoruz. Atatürk ve Cumhuriyet bir teolojik fenomen olarak incelenmeli! Bu mutlaka ve muhakkak yapılmalıdır. Kıvırıp kaçmanın zarardan başka getirisi olmamıştır, olamaz. ‘Araştırma’ adı altında pazarlanan cumhuriyet, akıl, özgürlük ve aydınlık düşmanı dinci saldırıları bir kenara koyarsak bu mesele bugüne kadar ilim ve fikir planında layıkıyla ele alınmamıştır. Dincilerin tasallutundan kurtulmak veya halkı kandırmak için birkaç ‘dinî’ tekerleme savrularak gün gün edilmiş, esas sorunlar ise sürekli hasırın altına sürülmüştür. İnsan idrak ve haysiyetine, ilim ve düşüncenin vakarına yakışan, ülkenin geleceğine katkı sağlayan tetkikleri tarihin ve insanlığın önüne koyan ilk yaklaşım, bizim mesaimiz olmuştur. Bizimle ilgili akademik çalışmalar yapan Batılıların ortak kanaati de budur. Bunu söylemek benim hem hakkım hem de görevimdir. İsteyen istediği kadar ‘bozulsun’, umurumda değil. Ne demek istediğimizi daha iyi anlamak için onlarca mektuptan bir tanesini size iletiyorum. Güçlü Emre Özgür yazıyor: “Ankara Hukuk Fakültesi mezunuyum, Avukatlık yapmaktayım ve 38 yaşındayım. Ortaokul yıllarından itibaren din olgusuna karşı hep büyük bir ilgi ve merak besledim. Atatürkçü bir ailenin çocuğu olarak Atatürk, Cumhuriyet, laiklik konuları da hep içimizde var oldu.” “Ben sizi lise yıllarımda televizyon programlarından tanıdım. Sonraları ise ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı kitabınızla tanıştım. Bu tanışmadan sonra ve diğer kitaplarınızı okudukça yıllar yılı aklımla duygularım arasına sıkışan inancım berraklaştı. Benliğimdeki Allah ve Peygamber imajı ile yaşamdaki Allah ve Peygamber çelişkileri, aklım ve mantığımla günümüzde camilerde yaşatılan İslam arasındaki derin çelişkiler birer birer çözülüp yerine oturdu. Özellikle İmamı Âzam adlı kitabınız beynimde ve kalbimde fırtınalar yarattı.” “Şirki, tevhidi, imanı, İslam’ı ve daha çarpıtılmış birçok itikadî ve amelî meselenin esasını, derinliğini ve önemini bilmeden öylece inandığımızı ve yaşayıp gittiğimizi fark ettim. Özellikle şirk ve riya mevzuunda Maun suresinin mucize beyanıyla iliklerime kadar titredim.” “Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve laiklik ile ilgili yazdıklarınız da Cumhuriyet Devrimleri’nin sosyolojik olduğu kadar dinî açıdan da önemli olduğunu ve hatta birçok devrimin İslam açısından olmazsa olmaz bir olgu teşkil ettiğini, Atatürk ve Cumhuriyet’e neden bu kadar düşmanlık beslendiğini anlamamızı siz sağladınız.” “Bir dinsel inanış ve yaşayışta Allah, Peygamber ve kutsal kitap ancak bizde olduğu kadar yanlış anlaşılır ve yaşanır herhalde!!! Ancak siz ve sizin gibi aklı, irfanı, vicdanı, ilmi yüksek benlikler oldukça gerçek İslam bir şekilde yaşama imkânı bulacaktır. Şu anda ‘Tasavvuf ve Tarikatlar’ adlı kitabınızı okuyorum. Sizi okudukça taşlar yerine oturuyor ve pazılın eksik parçaları bir bir yerini buluyor.” “Bana ve daha birçok kişiye kattığınız değerler ve yazdığınız kitaplar için müteşekkiriz. Ellerinizden saygı ve muhabbetle öpüyorum.”


Kur'an ve Nutuk okunmadıkça... Önce bir genç adamın ibret dolu mektubunu okuyalım. Alican Sevim yazıyor: “Bir üniversite öğrencisiyim. Son günlerde yaşanılan olaylarla sizin söylediklerinizi, yazdıklarınızı karşılaştırdığımda ne kadar haklı olduğunuzu açıkça görüyorum. Bu ülke aklın, bilimin, kitabın, sürekli üreten bilim adamlarının değerini ne zaman anlayacak? Sizden öğrendiklerime dayanarak söylüyorum: "Bu ülke, kurtuluş savaşından önceki akıldan, özgürlükten yoksun dönemi yaşamadıkça kendine gelemeyecektir, gelse de iş işten geçmiş olacaktır!" “Sizi televizyonda izlediğim günden itibaren bana yeni bir dünyanın kapıları açıldı. Sizin sayenizde bu dünyanın merkezine 2 kitabı yerleştirdim; bunlardan biri Kur’an, diğeri Atatürk'ün Nutuk'u. Artık hayatım boyunca bu 2 kitabın ışığında yaşayacağım. Ama ne yazık ki şu son günlerde yaşanan olaylar tüm çıplaklığıyla gösteriyor ki ülkemiz bu 2 kitaptan nasiplenememiş. Millet millet olma vasfını yitirmiş, ülkedeki dincilik yangınına benzin taşıyan bir yığın haline gelmiş. ‘Allah ile aldatılmayın’ diyen Kur’an'ın yolundan çıkıp tam tersi istikamete yönelmiş.” “Bu ülke başta Atatürk'e, daha sonra gerçek aydınlara yaptıklarının bedelini ödemedikçe kazanacağımız tek şey Allah'ın öfkesi olacaktır!” YILMAZ ÖZDİL NE DEMEK İSTEMİŞTİ? Aydından ve aydınlıktan söz etmişken, ülkemizin aydınlık onuruna layık kalemlerinin baş tarafına yazılması gerekenlerden biri olan Yılmaz Özdil’i saygıyla analım. Bu aydınlık adam, ekranlardan tarihî bir sesleniş yapmıştı birkaç ay önce. Demişti ki “Türk halkı şu üç kitabı okumadan düzlüğe çıkamaz: Kur’an, Atatürk’ün Nutuk'u ve Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Allah ile Aldatmak’ adlı kitabı.” Yılmaz Özdil, mutlaka okunacak kitapları üçe çıkarmıştı. Yılmaz Özdil ne dediğini biliyor. Derdi beni övmek falan değil. Beni övmesini gerektirecek herhangi bir hukukumuz yok. Kaldı ki Özdil, birini övmeyle vakit harcayacak adamlardan değildir; öyle olsaydı Yılmaz Özdil olmazdı. Şunu demek istiyor: ‘Allah ile Aldatmak’ kitabı okunup nasıl aldatıldığımız anlaşılmadıkça Kur’an’ı ve Nutuk'u okumanın gereği anlaşılamaz. Kur’an, başımıza çöken kara beladan kurtuluş reçetesinde temel koordinatları, metafizik donanımı vermektedir. O donanım oradan alınmadıkça hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazsınız. Nutuk, başımıza çöken musibetin aşılmasında tarihsel, siyasal, askerî, stratejik kördüğümleri çözmenin yollarını göstermeye ilaveten asırlık hıyanet ve kanı bozuklukların deşifre edilmesinde anahtardır, rehberdir, ışıktır. Allah ile Aldatmak (daha geniş bir pencereden benim eserlerim) ise ilk iki kitabı okumanın lüzumunu gösterip nasıl okunması gerektiğini kitlelere belleten kılavuzdur. Bu millet, şurada söylediğimizin tek çıkış yolu olduğunu anlamadan girdabında debelendiği beladan kurtulamaz. Belanın taşıyıcı hainleri, aktörleri değişebilir ama esası değişmez.


İmamı Âzam'a tasallut kırılmadıkça... İmamı Âzam’a musallat olmuş dinci istismar deşifre edilip bu büyük önderle kitleler arasındaki duvar kaldırılmadan geçmişten ibret almak ve hem Müslüman kalıp hem de aklı çalıştırmak mümkün değildir. Bu noktalarda İmamı Âzam göstergedir, rehberdir, kılavuzdur. Bir ilim ve fikir dehasının anlaşılmaması kitleler için bir beladır ama ondan daha büyük bir bela vardır: Bir önderi, taşıdığı değerlerin tam aksine âlet ve araç yaparak sömürmek. İmamı Âzam bahsinde ‘Müslüman’ (!) yaftalı kitlelerin yaptıkları işte bu ikincisidir. Biz, hayatımızın yaklaşık on yılını vererek vücuda getirdiğimiz iki eserle İmamı Âzam’ı gerçekte olduğu gibi insanlığın önüne koyduk. Bunu yapmakla büyük bir görevi yerine getirdiğimize inanıyoruz. O eserleri okuyan iyi niyetli insanların ortak kanaati de budur. Bir de İmamı Âzam’ı, fikirleri yüzünden katledip sonra da onu istismar için putlaştırmış, saltanat dinciliği denen riyakâr zihniyet var. Bu zihniyetin İmamı Âzam’a tasallutu devam ediyor. Bizim kitaplarımızdan ciddi biçimde rahatsız olan bu ‘maskeli müşrik zihniyet’, kendisine has şeytaniyeti sonuna kadar işleterek İmamı Âzam’ı, bizim eserlerimizin tanıttığı tarihsel gerçekçilik kulvarının dışına çekip orada geleneksel Emevîci-saltanatçı imansızlığa paravan yapma sevdasını hâlâ sürdürüyor. Şeytan ile şirkin zinasından doğmuş bu zihniyetin çocuklarından biri, benim İmamı Âzam anlatışımdan duydukları rahatsızlığı bana ağır hakaretlerle söverek ifadeye koymuş. Benim yazdıklarımı okuyup anlaması için dünyaya en az iki kez daha gelmesi gereken bu maskeli müşrik echelin hezeyanlarından anlaşılıyor ki, Emevîci müşrik çeteler, İmamı Âzam’ın gerçek çehresinin ve kimliğinin tanınmasından tedirginler. Korkunun ecele faydası yok, ey maskeli şirk çocukları! Yalan ve aldatmayı sürekli egemen kılamazsınız. Vakti geldiğinde ‘hak tecelli eder’ ve her şey yerine oturur. Hukukçu, siyasetçi, kültür adamı kimliğiyle seçkin bir yeri olan İbrahim Vecdi Aksakal hemşerimin mektubu, söylediklerimin tanıklarından biridir. 16. Dönem Trabzon Milletvekili olan bu değerli aydınımız, hem genel kültürü hem de medrese usulü tahsili sayesinde din meselesine aşinadır. ‘İmamı Âzam Savunması’ adlı kitabımız için yazdıklarını şükranla aktarıyorum: “Aziz hocam! Son olarak okuduğum, ‘İmamı Âzam Savunması’ isimli kitabınız beni çok yönlü etkilemiştir. Kısaca, şu iki hususa değinmekle yetineceğim: 1. Bu kitabın yazılmasında incelediğiniz kaynaklar bakımından beynim döndü. Nasıl bir çalışma, nasıl bir gayret ve ne güzel bir ifade! Bu kadar değişik kaynağa inip özgün metinlere atıf yapmak insanüstü bir gayret ve dikkat gerektirir. 2. Bu kitabı okuyunca Muhammed İkbal’in de işaret ettiği, İslam dünyasının düştüğü çok yönlü sarmaldan kurtulmanın güç olduğu yolundaki umutsuzluğum maalesef belirginleşti. Bununla birlikte, sizin yorulmak bilmeyen gayretleriniz günün birinde, gereken ışığı saçacaktır. Gücü olan her ilgiliye bu mecrada görev düşüyor. Siz fazlasını yapıyorsunuz. İnanıyorum ki, yaptığınız, ibadettir. Bu duygularla tebriklerimi ve saygılarımı teyiden ve tekraren arz etmek isterim.” Kur’an ile uyanmadan mümin olamazsınız!


Kur’an, gaflet içinde kılınan namazların bile rahmet ve mutluluk değil, lanet ve hüsran getireceğini bildirmektedir. Kur’an’daki Maun gerçeği budur. Bizim insanlığın önüne koyduğumuz ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserin devrim niteliğindeki mesajı da budur. Uyanıp benliğinize kavuşarak özgürleşmeden Kur’an mümini olamazsınız, sadece raiyye yani hayvan sürüsü olursunuz ki kitleleri asırlardır, ‘Allah’ diye diye aldatıp uyutan Emevî dinciliğinin istediği de budur. Ayşegül Çavdar yazıyor: “47 yaşında ilkokul mezunu bir kadınım. Babam okula göndermedi; bize doğruyu, yanlışı kendince öğretti. Rahmetli annem ve babamdan öğrendiklerimin çoğu yanlışmış. Allah senden razı olsun. Ayşe Özgün’den beri dinliyor ve izliyorum. Ben, şirk deyince Peygamberimiz zamanındaki gibi heykeller falan zannediyordum ama öyle değilmiş. ‘Maun Suresi, Şirk, Allah ile Aldatmak ve Kur’an’ın Yarattığı Devrimler’ adlı kitaplarınızı okumaya çalışıyorum. Kızlarım bana Anneler Günü hediyesi olarak senin İniş Sırasına Göre Kur’an Meali’ni aldılar; okumaya doyamıyorum. Bilerek, bilmeyerek yaptığım şirkleri bıraktım, tövbe ettim.” “Bizi uyuttular. Senelerdir bir uyanışa ihtiyacımız vardı. Ben uyandım, eşim ve kızlarım sayenizde uyandık. Size dua ediyor, sizi anlamamı sağladığı için Rabbime şükrediyorum! Bu sana senelerdir hayalini kurduğum teşekkür mektubu. Açık yürekliliğini tebrik eder, cesaretini kutlarım. Bilgine, zekâna, aklına, fikrine hayranım. Seni doğurup büyüten anaya babaya duacıyım. Bu dünyada Allahıma bir nebze yaklaştıysam bunun sebebi sensin.” İbrahim Özinan yazıyor: “İnsanların gerçek anlamda sizi anlayamamasından dolayı kendinizi üzdüğünüzü görüyorum. Kendinizi yalnız hissediyor da olabilirsiniz. Üzülmeyiniz. Tüm toplumlarda 'uyarıcı' olarak adlandırdığımız kişilerin başına gelen bir şeydir bu. Sizi mükemmelen anlayanlar da vardır. “İnanıyorum ki, Allah Cebrail'i size yardım etmesi için serbest bırakmıştır. Kur’an mesajını temiz ve saf olarak tebliğ etmeye çalışan bir insana Allah yardım edecektir.” “Kur’an mesajı toplumumuza kendi dilinde sizin tarafınızdan ulaştırılıyor. Bu durumda, kendisine vahiy ulaşmış bir toplum gibi sorumlu oluyoruz. Allah bizi eski kavimlerin durumuna düşmekten korusun! Toplumun tamamı sizi el üstünde taşısaydı buna şaşırırdık. Sizi anlayan insanların desteği sizin için yeterlidir. Bu kişiler ortalarda gözükmemektedir.” Ahmet Yeşil yazıyor: “19 yaşındayım ve sizi çok yeni keşif ettim. Videolarınızı izlemeye çalışıyorum. Özellikle İslam’ın nasıl yozlaştığını merak ediyorum. Kafamda o kadar yanlış bilgi var ki doğruları ayırt ettirmiyor. Kitaplarınızı almak istiyorum ama param yok. Sadece Kur'an mealinizi alabildim. Ve İnşallah ileride çalıştığım zamanlar bütün kitaplarınızı almak istiyorum.” Prometheus hepimiz için konuştu Hepimizle kastım tüm namuslu aydınlardır. Yunan mitolojisindeki ‘aydınlık öncüsü’ Prometheus’un aşağıdaki sözü bütün zamanların bütün aydınlarının söylemidir. Aklı ve ışığı kullanmayı halka öğrettiği için şirk panteonunun ilahları tarafından cezalandırılan


Prometheus, zincirde bağlı iken halka şunu söyler: “Ben bunca acıya rağmen ışığı size getirdim; artık ona sahip çıkmak ve onu bir daha panteona (yedek ilahlar ekibine) teslim etmemek size kalmıştır.” Bendeniz de, genelde İslam dünyasına, özel olarak da Türkiye halkına Prometheus’un o sözünü aynen söylüyorum. Bu yüzyılda ve yaşadığımız şu günlerde o sözü söyleme hak ve liyakatine sahip benliklerden biri olduğuma inanıyorum ve bu inancımı açıkça ifade ediyorum. Şükürler olsun, söylemim yankı bulmaya başlamıştır. Bazı örnek iletiler sunacağım. Kendimi övdürmek için değil (çünkü buna asla ihtiyacım yok), tarihe notlar bırakmak için. Ali Can Ağcaoğlu yazıyor: “23 yaşında bir üniversite öğrencisiyim; Alevi bir vatandaşım. Ailemde ibadetler yapılmadığı ve konuşulmadığı halde sizin sayenizde artık Kur’an okuyorum ve Kur’an’da gösterilen 3 vakit namazı kılıyorum. Şu dünyada yapmak istediğim bir şey varsa o da bir gün sizinle tanışıp elinizi öpüp size teşekkür etmektir. Şu zamana kadar sadece ‘Allah ile Aldatmak’ ve ‘Şirk’ kitaplarınızı okuyabildim. Umarım ilerde tüm diğer kitaplarınızı okuma şansım olur.” Av. Engin Yeşilyurt yazıyor: “İsrafil’in sura üflemesiyle senin eserlerinle vicdanlara üflemen aynı şeydir. Bana göre, 21. yüzyılın İsrafil’i Yaşar Nuri Öztürk’tür. Her bir eseri bir kıyamet, her bir yazısı bir mahşer, verdiği her bilgi bir haşirdir.” Seda Sunar yazıyor: “Size sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bizleri derin bir uykudan uyandırdınız. Bugüne kadar elimize almadığımız Kur'an'ı sayenizde anlayarak okumaya başladık. Bizden yüzyıllardır sakladıkları İslam’ın gerçeklerini anlamaya başlıyoruz.” Canan Şimşek yazıyor: “Siz bana ve benim gibilere yolunu bulmayı öğrettiniz, nereden başlamamız gerektiğini gösterdiniz. Başkasının istediği gibi olmayı değil, kendimiz olmayı öğrettiniz ve en önemlisi hakka nasıl ve hangi yoldan gideceğimizi gösterdiniz.” “Bu millet, aklı başına geldikten sonra yatıp kalkıp size dua edecek ama ne faydası olacak namus, şeref, akıl bittikten sonra. Siz hiç çizginizi bozmadan bize her gün yeni ufuklar açıyorsunuz. Allah size hakla, Hakk’ı anlatmayı nasip etmiş, en muhteşem göreve tayin etmiş.” Cumhuriyet’ten Cahiliye’ye Emevî dinciliği, özgürlük ve aydınlığımızın simgesi olan cumhuriyetin her gün bir dalını kopararak hayatımızı Afganlaştırıyor. Nimetlerini tepe tepe kullandığı bir değeri, akıl almaz bir nankörlükle yok etmeyi amaç bilen bu katranlı saplantının vücut verdiği yıkımın tarihimizde bir eşi görülmemiştir. Bakalım, bu millet bu yıkımın altından da kalkabilecek mi? Ülke, Cumhuriyet’ten Cahiliye’ye götürülüyor. Emevî’nin çapsız bir versiyonu olan bu zihniyet, Cumhuriyet’in Kur’ansal gerçeklere tamamen uygun olan devrimlerini, dinleştirdiği Arap gelenekleriyle örselemektedir. Yani bu katranlı dehşet, ‘dindarlaştırmak’ perdesi altında bizi Cahiliye şirkine teslim etmektedir.


Umudumuzu yitirmiyoruz. Yitirmememiz gerektiğini gösteren dayanaklar, gelişmeler var. En önemlisi; bilgi, bilinç ve iman filizleri çok güçlü bir gençlik var. Şimdi onlardan birinin, 14 yaşındaki Cankat Coşkun’un idrak ve iman belgesi gibi duran mektubunu veriyorum. “14 yaşındayım, Anadolu Lisesi’ne gidiyorum. Cumhuriyet genci olmaktan gurur duyuyorum. “Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ü anlayabilen, doğru yorumlayabilen çok az kişilerdensiniz. Sizi televizyonda gördüğüm ilk anda size hayran kaldım. Sadece Cumhuriyet hakkındaki değil çok farklı konulardaki görüşleriniz ufkumu genişletti. Yıllardır cebini doldurmak isteyen kimseler her konuda yalan söylediler ve en vahimi, dini buna âlet ettiler. İnsanlar, dine eklenmiş uydurmalar yüzünden ya dinden soğudu ya da onların himayesi altına girdi. Cumhuriyete ve Atatürk’e nefret kusan kesimler hep dini kullandılar ve uyuyan kitleleri rahatça kandırdılar. Söyledikleri her yalanla bir puan daha elde ettiler.” “Hiç kimse Atatürk ve din hakkında doğru düzgün bir açıklamada bulunmadı. Sizden ricam, bilgilerinizi paylaşmanız. Cumhuriyeti ve gerçek dini savunmada şu anda bize yardım edebilecek tek kişi olduğunuzu düşünüyorum.” Canan Şimşek yazıyor: “Dün Cumhuriyet Bayramı idi. Her ne kadar çoğu kişinin bilincinde olmasa bile, bugün bu Cumhuriyetin sayesinde özgür ve güçlüyüz. Ben sizin bayramınızı kutlamak istiyorum; çünkü sizin yarattığınız devrimler Atatürk devrimlerinin devamıdır.” Aliye König Almanya’dan yazıyor: “Türkiye şu anda işgal altında. Bence siz, Türkiye’ye Allah tarafından gönderilmiş birisiniz. Atatürk de Allah tarafından gönderilmiş biri idi. Atatürk savaş meydanlarında açık savaşlar verdi; siz ise gizli saldırılara karşı savaşıyorsunuz. Ben kendi adıma da Türk milleti adına da sizi gönderdiği için Allah’a şükürler ediyorum. Ne olur, hakkınızı bu millete helal edin!” Halil Dortkas Norveç’ten yazıyor: “Sevgili pirim! Allah bütün Türkiye’nin ömründen alıp sizin ömrünüze katsın! Siz olmasaydınız biz bu yobaz dincilerle ilmen, fikren nasıl mücadele ederdik! Bu fani dünyadan çok erenler, pirler geldi geçti. Bu bin yılın en büyük pîri tartışmasız sizsiniz. Sizden daha ulu bir pîr görmedim. Daha söylenecek çok şey var ama kısa keseyim. Âlemlerin Rabbi sizi korusun!” Atatürk’e düşmanlık tutkusu üstüne Mahmut Emin yazıyor: “Kitaplarınız, yazılarınız, TV sohbetlerinizle çok büyük işler yaptığınızı daima teslim etmekteyiz. Cumhuriyet ile ilgili yazınızı ve okuyucularınızın mektuplarını okudum. Hem duygulandım hem de üzüldüm. Duygulandım, çünkü, özellikle gençlerin bakış açıları heyecanlandırdı. Üzüldüm, zira hemen sizin yazınızdan sonra, yine bir akademik unvanlı kişinin yazısını okudum. ‘Öldüm öldüm dirildim’ derler ya, inanın o hali yaşadım. O kişi de bu ülkede unvanların tamamını almış siz de. Olabilir, insanların görüşlerinde farklılıklar olmalı ki, ilim ilerlesin. Lakin bunu söyleyecek kadar da rahat değilim, emin olunuz.” “Bahsi geçen hocanın yazısından kendisine ait fikirleri not edeyim de ne demeye çalıştığım iyice anlaşılsın:


“Müslümanların karşı çıkmaları gereken ilke laiklikmiş. Türkiye’de devlet dine cephe almış, halkı dinsizleştirmeye yönelmişmiş. Devlet, din hayatına müdahale ve dindarlıkla mücadele etmişmiş. Devlet, dinin yerine bilimciliği ikame etmeye çalışmışmış. Bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi yumuşak bir laiklik uygulansa bile Müslüman buna razı olamazmış. Yasama, yürütme, yargı, denetim gibi alanlarda, daha doğrusu hayatın her noktasında, meşruiyet kaynağının din olması gerekirmiş.” “Bence, savaş cephesi açmış bu hoca kılıklı kişi. Yazınızın giriş bölümü bu gibilere ne güzel de cevap olmuş. “Hocam, varlığınız bizi sevindiriyor. Ne olursunuz şu utanmazla kavgaya tutuşmayınız. Onları umursamamak galibiyetin ilk şartıdır.” BUNLARDAN ANLAYIŞ BEKLEMEYİN! Sevgili Mahmut Emin! Umursamamak olmaz; umursarım ama kavgaya falan tutuşmam, çünkü bunun vakit kaybetmekten öte bir işe yaramadığını bilirim. Bu adamlar, bu söylediklerini inandıkları için değil, virüslü kanlarında yer etmiş Türk düşmanlığını tatmin için yapıyorlar. Bu düşmanlıklarını tatmin için yıllardan beri dünyanın bütün haçlı-emperyalist güçlerine en rezil perdeden uşaklığa bile tenezzül ettiler, ediyorlar. Ve etmeyi sürdürecekler. Hep söyledim yine söyleyeyim: Haçlı kodamanlar bunlara, faraza, deseler ki, “Sizin kin ve nefretle dolu olduğunuz Mustafa Kemal’in anıt kabrini yerle bir ederiz ama Kâbe’yi de yerle bir ederiz. Atatürk’ün yok edilmesini bu şartla kabul ediyor musunuz?” Evet, haçlı kodamanlar bunu sorsalar, bilesiniz ki, bu kahpeler, bu şartı kabul ederler. Maun suresi dincilikleriyle o surenin lanetlediği namazları bu kabule engel olmaz. Bunların akılcılık, Türklük ve Atatürk düşmanlığı böylesine kuduz bir düşmanlıktır. Durum budur; herkes aklını başına alsın! Atatürk’e nankörlüğün cezasını ödeyeceğiz! Bu ceza faturasını hem biz hem İslam dünyası hem de Batı ödeyecek. Bizim ve Müslüman dünyanın nasıl ödeyeceği, şu andaki ödemelerden belli oluyor. Batı ise bu faturayı, Atatürk aleyhine besleyip palazlandırdığı ‘Müslüman’ yaftalı beyinsizlerin yaratacağı kahırlar ve çektireceği acılarla ödeyecek. Batı, Atatürk bahsinde kaşıkla aldığını kepçeyle geri vermenin hüsranını mutlaka ve muhakkak yaşayacaktır. Atatürk bahsinde bütün konuşup yazdıklarım, tarihin ve Kur’an’ın verileriyle vücut bulmuştur. Zaman bunu da gösterecektir. Anılan tanıklığın yardımıyla yarattığım üç eser, son derece önemlidir: 1. Türk Kurtuluş Savaşının Kur’anî Boyutları: Büyük ihtimalle üç cilt olacak bu eser henüz yayınlanmadı. 2. Atatürk Gerçeği: Bu eser de henüz yayınlanmadı. 3. Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı: 2012 yılında yayınlanan bu eser, tüm ezberleri bozan bir tarih tezidir.


Kurtuluş Savaşı’ının verildiği ana coğrafya olan bugünkü Türkiye’nin, Mustafa Kemal aydınlık ve nimetine muhatap olmuş kitlelerinin bu eserin kıymetini layıkıyla idrak ettikleri kanaatinde değilim. Tıpkı Mustafa Kemal’in kıymetini layıkıyla idrak edemedikleri gibi… Tarihin diyalektiği bu ‘görmezden gelinen kıymet’i bir gün elbette gösterecek ve kitlelerin diliyle de ifade edecektir ama gecikmenin faturası ağır olacaktır. Bugün için sevindirici olan şudur: Halkımız, özellikle dinciliğin çektirdiği büyük ıstırapların itişiyle hem Mustafa Kemal’in hem de bizim eserlerimizin anlam ve önemini fark etmeye başlamış bulunuyor. Şimdi, o fark edişe örnek olan mektuplardan örnekler görelim. Mustafa Yıldırım yazıyor: “Kur'an Verileri Işığında Tasavvuf’ kitabınızın II. cildinin, ‘Kalabalık Dedikleri’ bölümündeyim. Bu bölümü okumaya başlayınca ‘Kur’an Pencersinden Kurtuluş Savaşı’ kitabınızı hatırladım. Düşünüyorum da, acaba diyorum, Mustafa Kemal de kalabalığa hiç beklemediği bir ihsan ve iyilikte mi bulundu? Ona ihanet edildi. Ya Kur’an’a yapılan ihanete ne demeli?!” “Aydınlanmamıza vesile oldunuz; gayretinizin dünyada örnek bir aksiyon oldu.” Atatürk olmasaydı aydınlanmamız başlamazdı. Burak Otkum yazıyor: “Ben 28 yaşında müzisyen bir gencim. Küçük yaşlardan itibaren Rabbimin kim olduğunu, dinimin nasıl olduğunu araştırmaya başladım. Çok okudum, çok dinledim. Ne yazık ki hurafeleri okumuş, dinlemişim. Düşünün ki müziğin dinen caiz olmadığına inandırılmaya çalışılmış bir müzisyenim. Neyse ki yirmili yaşlarımın başında sizi tanıdım. İçine düştüğüm bataklıktan Rabbime şükürler olsun, siz beni çıkardınız. Aklın ve bilimin Allah’ı aramada ilk kural olduğunu bize siz öğrettiniz. Rabbim sizi insanlığın başından eksik etmesin!” İslam dünyası bir gün Atatürk’e dönecek! Fuat Tıska yazıyor: “Hocam, gün geçmiyor ki sinir bozucu bir olay olmasın. Boko Haram isimli örgüt Nijerya'da 200 kız öğrenciyi kaçırdı. Boko Haram, batı eğitimi haram demekmiş. Tabii ki İslam dünyasına bakınca harama ne kadar dikkat ettiğimiz ortadadır. 200 kızı pazarda satacaklarmış. Bu beyinlerin ülkemizde olmamasının en büyük sağlayıcısı başta Atatürk, sonra sizsiniz. Atatürk'e havlayanların niyetlerinin bir Boko Haram düzeni olduğunu biliyoruz. ‘Osmanlı'nın huzuru gerekli’ diyen, sonra da bu herifleri sevenlerin Müslüman olmadıkları kesindir.” “İslam dünyası ateş altında kavrulurken, Osmanlı kurulacak diye bekleyenler mümin midir? Âlemin çiti-çubuğu yanarken yumurtasını pişiren bu adamları dinleyenler az değil. Pek çok kişi bugünlerde ‘Canım, tamam, Atatürk büyük adamdı ama Çin'e bak, Amerika'ya bak’ diyor. Atatürk'ün o ülkelerdeki etkisinin farkında değiller.” “Atatürk fikri bugün, büyük bir İslam Konfederasyonu oluşturabilir. Gel gör ki, sizin deyiminizle, kitaplı ve kitapsız angutlar nedeniyle Atatürk sıkışıp kaldı. Ama ben Ortadoğu'da Atatürk'ün tekrar dirileceğine inanıyorum. Tarih bunu istiyor. Ortadoğu, yaşadıklarının esaret olduğunu fark ettiğinde bir kurtarıcı arayacak. İşte o Atatürk'tür. Ama beyinleri 'raiyye' olanlar bunu anlamaz.”


Hakan Elüman yazıyor: “Eskiden körü körüne Arap örflerini, mezhep yorumlarını Kur’an’ın emri sanırdım. Tv. programlarınızdan sonra kitaplarınızı okumaya başladım, dinimi öğrendim. Sayenizde Atatürk'ü çok sevdim. Şimdi, sizin kitaplarınızdan aldığım bilgilerle dincilere karşı gerçek dini anlatmaya çalışıyorum. Bu adamlar bizi dinden çıkarmışlardı.” Özgür Gedik yazıyor: “Sizinle tanışmam 20’li yaşlarımda televizyon ekranlarında oldu. O güne kadar acayip, vahşi, tüm canlıların hakkına saygısız bir dine insanmışım. Sizi izlediğim ilk gece, ellerimle göğsümden beyaz bir güvercin çıkarıp göklere uçurdum. Siz benim ve geleneği dinleştiren ailemin dünya ve ahiretini kurtardınız. Ruhumun kurtarıcısı oldunuz.” Erkan Duru yazıyor: “Ey Yaşar Nuri! Sen bizden vazgeçsen de biz senden vazgeçmeyiz. Söylediklerini ‘fırçalamak’ olarak algılayanlara bakma! Bu onların nasipsizliğini gösterir. Seni dinleyince aç ruhumuz doyuyor, insan olduğumuzu hatırlıyoruz ve Allah'a imanımız bir kat daha artıyor. Sen, asil kanının son damlasına kadar yaz, biz seni dinlemezsek Büyük Huzur’da gel hakkını al!” Orhan Kızılkoşan Hollanda’dan yazıyor: “Allah’a giden yolumdaki pislikleri temizlediğin için sana minnettarım. Allah senden razı olsun. Çocuklarıma vasiyet edebileceğim tek servetsin.” Has Bahçe gerçeği ve Halil İnalcık'a şükran Yeni çıkan ‘Ebu Zer’ adlı eserimizin beşinci ve son bölümünde, İran Sasanî İmparatorluğu zamanında başlayıp Selçuklularla devam eden ve Osmanlı İmparatorluğu’nda israf, şer ve şirkin doruklarına tırmanan ‘has bahçeler’ ayrıntılanmıştır. Bu bölümün ana kaynağı, ‘Şeyhül Müverrihîn’ (Tarihçilerin Üstadı) diye anılan dev tarih bilgini Prof. Dr. Halil İnalcık’ın şaheseri ‘Has Bağçede Ayşu Tarab’ adlı kitaptır. (İş Bankası Yayını, 2011) İnalcık’ın, bilim ve kültür tarihimizde bir devrim olarak gördüğümüz bu kitabındaki verileri Kur’an açısından tahlile tâbi tutarak 6 asrı aşkın bir zamanın Allah ile aldatma serüvenini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyoruz. Bugüne kadar üstü örtülen gerçekler, bu tahlillerle gün ışığına çıkmakta ve asırlardır aldatılan kitlelerin vicdan kulaklarına üflenmektedir. Bu tahlillerin deşifre ettiği gerçekler kavranmadan ne tarihimizi anlamamız mümkündür ne de Allah ile aldatılmaya son vermemiz. Türkiye’nin anasını, dinini ağlatan saltanat dinciliği (veya Emevî faşizmi), Türkiye insanına en büyük kötülüğü, bu tahlillerle önümüze konan gerçekleri saklayarak yapmıştır. Halil İnalcık üstadımıza, tahlillerimize imkân veren malzemeyi hazır hale getiren şaheserini yazıp yayınladığı için minnet ve şükran arz ediyor, mesaisini tâzimle anıyoruz. İlim malzeme verir, müçtehit ve müceddit düşünürler de Allah’ın lütfettiği terkip ve felsefe yeteneğiyle bu malzemeyi değerlendirerek insanlığa yön veren reçeteler çıkarırlar. Böylece, Allah veya Allahsızlık ile aldatılıp susturulan kitlelerin ufku, yolları açılır. İtiraf iletileri gösteriyor ki, ufku ve yolu açanlardan biri de biziz. Tanrı’ya sonsuz şükürler


olsun! Kayseri’den yazan ve adını saklı tutmamı isteyen bir bayan okuyucum şöyle diyor: “Sizden Allah bin kere razı olsun. Sizi ne kadar çok sevdiğimi, size nasıl saygı duyduğumu bir anlatabilsem! 30 yaşındayım ama arkama şöyle bir baktığım zaman, doğumumdan 25 yaşıma gelinceye kadar, yani sizi gerçekten dinleyip anlayana kadar, ömrümün koca bir bölümü hurafelerle saptırılmış din düşmanlarıyla geçmiş. İyi ki varsınız.” “Tüm kitaplarınızı alamıyorum. Ya çocuğumun süt parasını kesip kitaplarınızı alacağım ya da kitapları almayıp o derin bilgilerinizden mahrum kalarak çocuğumun karnını doyuracağım. İmkânım olsa sadece kendime almakla kalmayıp etrafımdaki dini saptıran din düşmanlarıyla Müslüman görünümlü şeytanların gözüne sokup ‘Alın okuyun da adam olun!’ diyeceğim.” Nur Yaşar yazıyor: “1940 doğumlu, Jeoloji yüksek mühendisiyim. Uzun yıllardır sizin ve kitaplarınızın takipçisiyim. Ebu Zer kitabınızı okudum, özellikle 5. bölümdeki görüş ve uyarılarınız için teşekkür ederim. Kitabınızdan 5 adet aldım, bugün 5 adet daha sipariş verdim. İstedim ki, arkadaşlarım, dostlarım da bu bilgilerden faydalansın.” ‘Her şeye rağmen temiz kalmak’ Başlığı, bir okuyucumun mektubundan aldım. Kültür, zekâ, feraset ve karakter üstünlüğü her satırında belirginleşen bu mektup, yeni çıkan ‘Ebu Zer’ adlı kitabımın yarattığı duygularla yazılmış. Başlık, Ebu Zer kişiliğinin, Ebu Zer mesaj ve mücadelesinin bir ifadesi sayılabilir. Ebu Zer, ‘her şeye rağmen temiz’, tertemiz kalmanın sembolüdür. Ne mutlu bana ki, bu duyguların vücut bulmasına ve onların benimle paylaşılmasına tanık oluyorum. Şimdi gözyaşı kadar samimi, yürek acısı kadar yakıcı mektuplardan bazılarını okuyalım: ‘Ümit’ rumuzlu okuyucum yazıyor: “Ebu Zer kitabınızı aldım. Daha önsözünde gönüller fethediyorsunuz. Ne mutlu size ki, Cansız Hoca gibi bir hocanız olmuş ve ne mutlu Cansız Hoca'ya ki, sizin gibi bir öğrencisi olmuş. Önsöz’ünüzün bir başka güzel yanı, sizin kişiliğinizin daha iyi anlaşılmasını sağlaması. Sizi anlayamayan insanların, kişiliğinize ve yetişme ortamlarınıza ilişkin detaylarla, sizi kendilerine daha yakın hissedeceklerini ve anlattıklarınızı daha kolay kavrayacaklarını düşünüyorum.” “Zulümler ve zalimler dünyayı ‘siccîn’e çevirdi. Zulüm, çocuk veya ihtiyar ayırmıyor, zayıfbiçare ayırmıyor, kardeşkanı demiyor, hiçbir sınır, hiçbir destur tanımıyor. Zalimlerin başarılı olması için iyi insanların sessiz kalarak zalimleşmesi yeterli. Olan bitene engel olmaya gücü yetmeyen, ama tüm kalbiyle tiksinen insanların, ‘temiz kalmak’ için azmi bileniyor. Her şeye rağmen temiz kalmak, işte bütün mesele bu!” “Bunca ıstırap bizleri alazlayıp dururken, bazılarımızın olsun gönül gözleri açılıyor, görünenin arkasındaki o asıl gerçek daha belirginleşiyor. Toplumun zerrelerine yayılmış zulmü yaşlı gözlerle izleyen insanlara sizin varlığınız bir rahat nefes oluyor. Bize de, satır aralarında Allah'a şöyle sığınmak kalıyor: “Rabbim! Ne olur, aç kapıyı, ben geldim! Sana layık olmadığımı biliyorum ama eğer sen kapıyı açmazsan, gidecek başka yerim yok!”


Can Yetkin yazıyor: “Üç kelime sadece: Sizi çok seviyoruz. Bir de küçük bir tespit: Bir insan sizdeki bu enerjiyi, bu özgüveni, bu cesareti, bu özgürlüğü, hakkı böylesine haykırabilmeyi ve zulme böylesine karşı çıkabilmeyi ancak Allah’ın kelamından aldığı güçle elde edebilir. Sevgiler.” Mustafa Özuzun yazıyor: “25 yaşında bir mühendisim. Ömrümde sizin kadar donanımlı bir insan daha görmedim. Sizi okurken, izlerken resmen bilgi fışkırıyor kaleminizden, dilinizden, gözlerinizden. Allah sizin gibi insanları bu toplumun başından eksik etmesin. Okumayan ve araştırmayan bir toplum olarak sizin gibi değerlere görsel medyada büyük ihtiyacımız var. Gerçekten çok değerlisiniz. Ne olur, yılmayın, yorulmayın!” Tanrım! Öğretmenler Günün kutlu olsun! ‘Tanrı’nın meslektaşları’ tüm öğretmenlerin öğretmenler gününü kutluyorum. Başlık sizi şaşırtmasın. Tanrı’nın mesleği olur mu demeyin. Tanrı’nın temel iki mesleği olduğunu Kur’an’dan öğrendim: Yaratıcılık, öğretmenlik. Unutmayalım: Tarihin bütün yaratıcı benlikleri aynı zamanda birer öğretmendir. Onların en büyüklerinden biri olan Gazi Mustafa Kemal’e bakın. O aynı zamanda kara tahtada dersler veren bir öğretmendir. Dinci dinsizlerin, galiba, padişahların has bahçe-işret arenalarıyla karıştırarak eleştirdikleri Gazi sofralarında kara tahta ve kucak dolusu kitap vardır. O sofralar, padişahların has bahçelerinde kurulan şarap, esrar ve oğlancılık ‘sofay-ı hümayunlar’ı değil, dershane sofralarıdır. Tanrı’nın aynı zamanda bir öğretmen olduğunu ifade eden 22 ayet var Kur’an’da. Kullanılan kelime ‘öğretmen’ anlamında kullanılan muallim kelimesinin fiil şeklidir. Tanrı’nın öğretmenliğini ifade için, 22 yerin 11 tanesinde geçmiş zaman (âlemle: öğretti), 11 yerde de geniş zaman (yuallimu: öğretir) kullanılmıştır. Çarpıcı noktalardan biri de şudur: Cenabı Hak, Kur’an’ı öğretmesinden söz ederken kendisini Rahman sıfatıyla öğretmenlik yapan bir kudret olarak tanıtıyor: “O Rahman! O öğretti Kur'an'ı, O yarattı insanı, O öğretti ona beyanı.” (Rahman, 1-4) İnsana kalemle yazmayı, kalemi kullanmayı öğreten de Tanrı’dır ve bu gerçek, Kur’an’ın ilk vahyedilen ve “Oku!” emriyle başlayan beş ayeti içinde verilmiştir: “O'dur kalemle öğreten/kalemi kullanmayı öğreten O’dur! Bilmediği şeyi insana O öğretti.” Kur’an’a göre, öğretmenlik aynı zamanda vahyi getiren melek Cebrail’in de mesleğidir. (bk. Necm suresi, 5) Ve onlarca ayete göre, öğretmenlik tüm peygamberlerin ortak mesleğidir. Yani öğretmenlik bir Tanrı, Cebrail ve peygamber mesleğidir. Bundan anlaşılır ki, bir toplumun mutluluğu hak edip etmediği bu mesleği temsil edenlere verdiği değerle ölçülecektir. En büyük mutluluklarımdan biri de bu Tanrı mesleğine mensup olmamdır. İki yıl liselerde beden eğitimi ve Fransızca hocalığı, 27 yıl da, yurtiçi ve yurtdışında üniversite hocalığı yaptım. Milletimin çocukları beni unvanlarımın en yücesiyle anmaya başlamıştır. Hem de ‘Türk Milletinin Hocası’ nitelemesiyle! Gelen iletilerin çoğu bu yüce unvana atıf yapıyor. Mutluluğumu tarif etmeye gücüm yetmez.


Güzide Filiz iki ileti göndermiş. Şimdilik, öğretmenler günüyle ilgili satırlarını alıyorum: “Büyük Türk Milletinin Sevgili Yaşar Nuri Hocası! Öğretmenler gününüzü en içten, en güzel dileklerimizle kutlar, size daha nice sağlıklı ve güzel yıllar temenni ederiz. Ulusumun değerli öğretmeni, rehberi, ışığı Yaşar Nuri Öztürk Hocam! Milletinizi aydınlatmaya çalışıyorsunuz, yoğun çalışmalar içindesiniz; Allah size kolaylıklar versin! İyi ki varsınız!” ‘Cihanın sırtında yük olan kitle’ Çağımızın en büyük İslam düşünürü kabul edilen Pakistanlı Muhammed İkbal 1920’lerde şunu söylüyordu: “Bugünkü Müslüman âlemi, cihanın sırtında bir yük durumuna gelmiştir.” Yaşadığımız günlerde ise bu kitle dünyanın sırtında sadece yük değil, dünyanın başına bela olmaktadır. Her gün bu ‘Yük’ün bir sıkıntısı dünyayı rahatsız etmekte, ülkelerin ve milletlerin uykularını kaçırmaktadır. Şunu itiraf edelim artık: Yaşadığımız günlerin dünyası artık, yarınlarını Müslüman yaftalı dehşet ve nefret çetelerinin tehdidinden nasıl emin kılacaklarının hesabını yapmakla meşgul olmaya başlamıştır. Siz istediğiniz kadar bağırın: “İslam, insanlığın dünya ve ahiretini mutlu kılan nizamdır.” Öyle mi? Hangi İslam o? Şu sizin Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da ve son birkaç yıldır Türkiye’de temsil ettiğiniz İslam mı o? Yoksa Kur’an’daki İslam mı? ‘Kur’an’daki İslam’ sizin yaşadığınız din değil. O bizim anlattığımız ama sizin ‘reform’ veya ‘zındıklık’ diyerek reddettiğiniz dindir. Sıkışınca neden ona sığınıyorsunuz? Namertlik ve tutarsızlığınızın bir belgesi de bu tavrınız. Pirim toplamak istediğinizde ‘Kur’an’daki İslam’ diyorsunuz, saltanat hesaplarınızı kotarmada ise ‘Kur’an dışındaki İslam’ı işletiyorsunuz. Gündem ne olursa olsun, Müslüman dünya bir veya birkaç kanlı haberle listede ön sıralarda. Hatta çoğu gün birinci sırada. Son kanlı habere bakın: Pakistan’da Taliban militanları bir okulu basıyor ve 9-14 yaş arası 148 çocuğu katlediyorlar. ‘İnsanlığın dünya ve ahiretini mutlu kılacak’ dinin adına yapılıyor bu. Onun, ‘mücahitleri’ tarafından yapılıyor. Muhammed İkbal’i tekrar hatırlayalım: “Kalk, diyordu, bu ümmet cihanın sırtında bir yük oldu; onu uyandıralım. Şehrin mescidinde öyle bir haykıralım ki, mollanın sinesindeki yürek erisin!” O yürek yumuşamıyor ey İkbal! O yürek kara yürek, katranlı yürek. O yürekte vicdan yok, insaf yok, akıl yok, izan yok. O yüreğin söz sahibi olduğu her yer cehenneme dönüşmüş. Son örneği Türkiye. Katranlı yüreğin vücut verdiği karanlığı yırtmada Atatürk ışığı bile zora düştü. Mukaddes İkbal, yine senin bir dizenle söyleyeyim: “Uyan da gör, ne haldedir cihan!” Uyan da gör, o çok sevdiğin Pakistan, senin bıraktığın yerin yüz elli yıl gerisine nasıl götürüldü! Sen o Pakistan’a, “Bundan sonrası için artık Mustafa Kemal’i izleyin; bundan sonrası ancak onun reçetesiyle yürüyebilir” diyordun. Uyan da gör, ışık ve aydınlık düşmanı kahpeler, senin Mustafa Kemal’ini kendi vatanında nasıl vurdular! Taliban kafasının kravatlı bir versiyonu olan ve ömür defterini ‘nitelikli dolandırıcılıktan


mahkûm’ olarak kapatan bir ‘mücahit’in (!) geriye bıraktığı ‘gömlek değiştirmiş talancılar ekibi’ cumhuriyeti mahvederek Türkiye’yi iki yüz yıl geriye götürdü. Ve daha geriye götürmek için de olanca gayretleriyle uğraşıyorlar. Şimdi artık, işleri süper kuleden kotarmak üzere bir de Maun Sarayları var. Eh, böylesine zalim bir Emevî faşizmi ancak böyle bir Maun Sarayı’ndan kotarılabilir. Para mı, Tanrı mı? Bir insanın Allah’a imanının varlığında şaşmaz ve tek gösterge şudur: Para ile Allah yan yana geldiğinde bunların hangisi seçiliyor. Hangisi seçiliyorsa seçimi yapanın gerçek Tanrısı odur. Hz. Peygamber, “Her ümmetin bir bozgun sebebi vardır; benim ümmetimin bozgun sebebi ise mal fitnesidir” buyuruyor. Bu mucize ihbar, tarih tarafından harfiyen doğrulanmıştır. Bırakın Peygamberimizden sonrayı, daha o yaşarken, hatta doğrudan ona karşı sergilenen ‘mal putu’ tutkularına tanık olmaktayız. Biz, daha Resulü Ekrem döneminde zehirli dişlerini gösteren bu puta ‘dincilik putu’ diyoruz. Para putuna kul olanlar (tabir Peygamberimizindir), dini ne tamamen bırakırlar ne de onu hakem yaparlar. Yani onlar, dini istismar etmek için ona yakın dururlar ama Allah ile para yan yana geldiğinde daima parayı tercih ederler. Tarih boyunca hep böyle yaptılar, bugün de böyle yapıyorlar. Vicdan kulaklarınıza küpe olsun diye, suyun ta başından bir örnek vereceğim. Dikkat ve ibretle izleyin. Ve ‘Maun Suresi Gerçeği’ni bu ışıkla bir kez daha düşünün: Hz. Peygamber’e at satan bir sahabi, parasını almak üzere Peygamber’in evine gidiyordu. Peygamber, hızlı yürüdü; adam biraz geri kalmıştı. Adamın yanına sokulan bazı sahabîler (!) ata daha fazla para vereceklerini söyleyerek adamın kafasını çeldiler. Fazla parayı gören adam atı bunlara satmak istediğini Hz. Peygamber’e bildirdi. Hz. Peygamber: “Biz seninle anlaştık, atı bana sattın, artık o at benim” deyince adam anlaşmayı inkâr etti. Allah adına yemin de ederek “Ben atı sana satmadım” dedi. Çevredeki sahabîlerse (!) kenarda saklanarak tartışmayı duymazlıktan geliyorlardı. Çekişme epeyce sürdü. Hz. Peygamber “Sen atı bana sattın” diye ısrar edince adam, akıl almaz bir utanmazlıkla Cenabı Peygamber’e şunu söyleyebildi: “Sözünün doğruluğunu tanık getirerek ispatla.” Bunun üzerine Peygamber, Huzeyme adlı birini tanık göstererek atı satın aldığını ispatladı. (Ebu Davud, akzıye 20: 3/308; Nesaî, büyû’ 81: 7/265-266) Geleneksel Emevî dinciliğine göre, Hak Elçisi’ne karşı şu hayâsızlığı yapan adamlar ‘sahabî’ unvanı taşıdıkları için sonraki zamanlarda gelecek tüm Müslümanlardan hayırlıdırlar. İstedikleri kadar parayı Allah’a ve Peygamber’e tercih etsinler! Hak Elçisi’ne böyle bir davranışı layık görenle bu davranışı kenara çekilip seyredenler nasıl olur da Peygamber’i görmemiş Müslümanların tümünden daha üstün olur?! Böyle bir iddia akla, dine ve Peygamber’e hakaret değil midir?


Dinciliğin mal putu karşısındaki tavrı hep bu olmuştur. Görüldüğü gibi, onun imansızlık ve hayâsızlığının ‘sahabe’ patentli dayanakları da vardır. Onlar dayanak mı, iflas belgesi mi diye sorulmamıştır. Nejat Oke yazıyor: “İyi ki varsınız. Eserleriniz, yazılarınız, programlarınız evlatlarıma bırakacağım servetimdir. Size çok şey borçluyuz. Öğrettikleriniz, yolumuza tuttuğunuz ışık, gök kubbeye bıraktıklarınız, hazinelerin en büyüğü. Hakkınızı helal edin!” Küreselleşme ama hangisi? Küreselleşmeden neyin amaçlandığı bilinmelidir. İnsanlığın bütünleşmesi, uygarlıkların kaynaşması, halkların kucaklaşması mı yoksa süper güçlerin sömürü aracı markalarının, hayat tarzlarının, dillerinin dayatılması mı? Küreselleşme, dünya halklarının ve kültürlerinin kucaklaşması mı, yoksa bir ‘postmodern sömürgecilik’ mi? Bu ikinci anlamda bir küreselleşmeye akıllı ve onurlu hiçbir insan destek veremez. Böyle bir destek eşyanın tabiatına, insan gerçeğine aykırıdır. ABD, küreselleşmeyi hukuk tanımaz bir sömürü aracı olarak kullanmakta kararlı görünüyor. Bunun içindir ki, Irak işgali münasebetiyle Birleşmiş Milletler’i de etkisiz kılmıştır. Bu saldırganlık savaşının ‘küreselleşme afyonu’ ile takviyesi için yeni bir ‘Kapitalist Enternasyonal'in sinyalleri verilmektedir: Ama unutmayalım ki, bütün Batı birçok bakımdan ciddi biçimde hastadır. Hastalık, Kapitalizm Firavunu’nun canını yakın zamanda alabilir mi, alamaz mı? Bunu bilmiyoruz. Ama o Firavun canın bir gün mutlaka çıkacağını biliyoruz. Hem de çok uzaklarda olmayan bir gün. İnsanlığın ve doğanın dengelerinin canına okuyan o Firavun’un, elbette ki, tarih bir gün canına okuyacaktır. ABD yönetiminin oluşturduğu ve İngiltere'nin desteklediği yeni bir kapitalist sömürü oluşumu daha telaffuz ediliyor: ‘Yeni Muhafazakârlar Koalisyonu’ veya ‘Yeni Muhafazakârlar İttifakı.’ KÜRESELLEŞME KİME YARIYOR? Batı, küreselleşmeyi kullanarak, öncelikle zayıf ülkelerin tarımını, yani tek sığınak alanlarını tahrip ediyor. Kıt-kanaat geçinen ülkelerin tek imkânları olan tarım da vurulunca onlar, kapitalist hegemonyanın tutsağı haline geliyorlar. Bırakın ihracatı, bu ülkelerin geçimlik tarımsal üretimleri de yok edilmektedir. Çünkü egemenlerin teknolojik üstünlükleriyle elde ettikleri genleri bozulmuş ürünler çok ucuz fiyatlarla bu ülkelerin önüne çıkarılmakta ve onlar bu ucuzculuğa aldanarak ekip biçmek yerine ithalat yoluna gitmekteler.


Türkiye de tarım ve hayvancılıkta, küreselleşmenin dayattığı yol ve yöntemi seçti. Tohumlarımız yok edildi. İthal tohumların patentleri büyük egemen şirketlerin elindedir. Tüm tohumlar bu şirketlerce kontrol ediliyor. Dünya Ticaret Örgütü, tarımı, süper ülkeler lehine denetim altında tutuyor. IMF ve Dünya Bankası gibi öncü kuruluşlar, süperlerin yolunu açarken, zayıf ülkelere “Tarımda sübvansiyon ve destekleme yoluna gitmeyeceksiniz!” diye emir veriyorlar, öbür yandan, bağlı oldukları ülkelerin tarım ürünlerine verilen destek günden güne artırılıyor. ABD, AB ve Japonya üçlüsünün tarım ürünleri için sağladığı desteğin bir günlük miktarı bir milyar dolardır. (Herald Tribune, 1 Ocak 2004) Bu bir milyar dolar, üç ülkede toplam 45 milyon çiftçiye dağıtılmaktadır. ULUS DEVLETLERDEN NEDEN RAHATSIZLAR? IMF ve Dünya Bankası'nın küreselleşmeyi süperler hesabına işletmek için ulus devletleri yozlaştırıp piyon pazarlara çevirdiğini de unutmamak lazım. Küreselleşmeyi sömürü aracı yapanların en çok rahatsız oldukları şey, güçlü devlet ve merkezî otoritedir. İslam ülkelerinde, o arada Türkiye'de saltanat dinicisi siyasetleri iş başına getirmek için çırpınmalarının sebebi, bunların merkezî otoriteden, devletten rahatsız olduğunu bilmeleri ve onu, ortak hasımlarını etkisiz kılmada kullanma şanslarının bulunmasıdır. Ulus devleti sürekli şovenist, ırkçı, baskıcı, faşist devlet imajıyla resimleyerek insanı ve çağı ürkütüyorlar. Oysaki bugün ulus devlet, ülke nimetlerinin, dışarıdan gelen ve halkı güdenler için değil, ülkenin içindeki sahipler ve sakinler için kullanımını öne çıkaran devlet demektir. Bu sahip ve sakinlerin ırkı, rengi, dili, dini, deseni hiç önemli değildir. Batı, ulusdevletin bu yeni anlamını kendisi için sonuna kadar işletmekte ama sömürmek istediği ülkeler söz konusu olduğunda ulusdevleti derhal faşizm ve şovenizmle suçlamaktadır. Doğal kaynakların yağmalanmasını planlayan ve 1985 ‘Washington Konsensüsü’ denen manifesto ile yasallaştırılan ‘neoliberal küreselleşme’nin temsilcileri, kendi reklamlarını yapmak için her yıl yaklaşık 1 trilyon dolar harcamaktadır. Küreselleşme adı altında faaliyet yürüten global kapitalizmin, keyifli yaşamak için kurduğu düzen ve işlettiği sistem, işte budur. Bu sistemin tüm giderleri zayıf ülkelerin sırtından alınmakta, tüm nimet ve bereketleri emperyalist süperlere akıtılmaktadır. Biz, işte böyle bir küreselleşmeye insan onuru adına karşı çıkmaktayız. 'Güçlü Devlet' özleminin yeniden canlanması: Fukuyama gerçeği ve Türk aydınları Devleti küçültme (bunun Batı stratejilerindeki anlamı devleti tahrip etmektir) istek ve tezi, 11 Eylül öncesi dünyanın hemen hemen bir numaralı talebi ve söylemi idi. Bu tezin babası ise ünlü Amerikalı yazar Francis Fukuyama idi.


Fukuyama adı ve onun ‘devleti küçültme’yi öne çıkaran tezi, 11 Eylül öncesi dünyada bir kıyamet fırtınası gibi esmiş, Fukuyama ismi, kısa sürede ilahlaştırılmıştı. Çağdaş sömürüyü küreselleşme adı altında meşrulaştıran Batılı birçok ülke ve aydın, Fukuyama’nın bu tezini yirmi dört saat kitlelerin beynine pompalamaktaydı. Türkiye’deki ‘küreselci ve devletten rahatsız aydınlar’ ise Fukuyama’yı ilah, onun tezini de ‘vahyin son verileri’ gibi algılamış ve tezi âdeta dinleştirmişlerdi. Sonra ne oldu? Sonra, 11 Eylül dehşeti yaşandı. ABD, 11 Eylül’den sonra, dünyanın beynine şırınga etmeye çalıştığı Fukuyama tezinin tam aksi yönde uygulamalara girdi. Birleşmiş Milletler’i, bu yeni uygulamalar yönünde yeniden şekillendirdi. Yaptığı şuydu: Terörle başa çıkmak için devleti, geleneksel kabullerin de ötesinde bir güce ulaştırmak ve ona her türlü müdahale hakkını peşinen vermek. ABD, bu yeni ihtiyacını karşılamak için Birleşmiş Milletler’i bile devre dışı tutmaya başladı. Daha açık konuşalım: ABD, hukuku kuvvetin emrine verme sürecini yeniden açtı. Irak işgali, bu yeni devrenin ölçülerine göre gerçekleştirilmiştir. “Devleti küçültün” şarkıları söyleyen Fukuyama, elbette ki bu olup bitenleri yakından izliyordu. Ve ABD’nin açtığı yeni sürece uygun yeni bir tez geliştirmenin vaktiydi. Ve Fukuyama, eski tezinin tam tersini söyleyen yeni bir tezle ortaya çıktı: “Devleti küçültme süreci derhal durdurulmalı, devlet güçlendirilmelidir.” YENİ FUKUYAMA VE BİZDEKİ SÖZDE AYDINLAR Yeni dönemde durum şu: Sadece Türkiye gibi netameli bir coğrafyada, onlarca sıkıntıyla boğuşmak durumunda olan devletler değil, bu sıkıntılardan azade devletler bile, güçlü devletin çöküşe götürülmesinden şikâyete başlamışlardır. Tahrip edilen merkezî otoritenin yarattığı sayısız boşluk, bu otoriteden kurtulmayı özgürlük ve mutluluk sanan kitleleri büyük bunalımlara itmiş, insanlık bünyesinde ciddî acılar yaratmıştır. İbret ve hayret anıtı gibi önümüzde duran Francis Fukuyama bu yeni dönemde şöyle düşünüyor: “Terörizmden AIDS belasına, uyuşturucudan mülteci problemine, ahlaksal çöküntüden cezaların caydırıcılığını yitirmiş olmasına kadar birçok çağdaş sıkıntının temelinde devletin güçsüzleşmesi yatmaktadır. Bu problemlerin çözümü için atılacak ilk adım, devleti güçlendirmektir.” İbret ve hayret tablosunu özetleyelim: Daha önceleri, ‘devletin ‘küçültülmesi’ni savunan ve bu teziyle ünlü olan Fukuyama, 11 Eylül’ü yaşadıktan sonra kaleme aldığı eseri ‘StateBuilding’te, ilk tezinin çok yanlış olduğunu, o fikrinden döndüğünü itiraf etmiş ve ‘güçlü devleti geri istediğini’ dünyaya yana yakıla duyurmuştur. (Fukuyama, State-Building, Governance and World Order in the 21st Century, Cornell University Press, New York, 2004) Çok ilginçtir, Fukuyama’nın ‘devleti küçültme tezi’ni Türkiye’de destanlaştıracak şekilde


övüp duyuranlar, onun bu fikrinden döndüğünü ilan eden eserinin adını bile anmamışlardır. Anlı şanlı birçok yazar-çizer, Fukuyama’yı, hâlâ, o çöpe attığı ilk teziyle tanımaya ve tanıtmaya devam etmekte. Gözlerini kapatarak, vicdanlarını bastırarak. İnsan, sormadan edemiyor: Türkiye, güzel yarınları bu ‘aydınlar’la nasıl kuracaktır? Kısacası, devletin güçsüzleşmesi gerektiği yolundaki tezin tahribatı, bizzat tezin sahibi Fukuyama’nın itirafıyla, insanlığa ağır faturalar ödetecek bir noktaya ulaşmış bulunuyor. Fukuyama, “Güçlü devleti geri getirmeliyiz; aksi takdirde bunun yıkım faturasının altından hiç kimse kalkamaz. Bu tezi sürdürmekten vazgeçmez isek ne ahlak kalır ne ekonomi ne huzur ne de barış” diye feryat etmektedir. Bu feryat, dünyada elbette ki yankılanıyor. Tek istisna, Türkiye, Türk aydınları. Türkiye’de bu sese kulak veren kimse yok. 11 Eylül'ün birçok konuda evrensel uyarılar getirdiği inkâr edilmiyor. Biz, bu uyarıların başında, ‘güçlü devlete dönmenin önemi’ konusundaki uyarının geldiğine inanmaktayız. Güdümlü kültür ‘Güdümlü kültür’ veya ‘gemlenmiş kültür.’ Deyim, personalist Fransız filozofu Emmanuel Mounier’nin, ‘culture dirigée’ deyiminin karşılığı… Mounier (ölm. 1950), bu deyimi, bireyin yaratıcılığına hayat hakkı tanımayan rejimlerin, özellikle komünist ve faşist sistemlerin kültür, sanat, hukuk, düşünce ve eğitim anlayışlarını ifade için kullanmıştır. Böyle bir anlayış, Mounier'e göre, toplumun en kemirici musibetlerinden biridir. Ne ilginçtir ki, Mounier, hür toplum idealini bizzat kendisi zedeler. Ona göre, ideal toplumda tek ve resmî din, Katoliklik’tir. Bundan daha ilginç bir nokta da, şudur: Ateşli bir Katolik olan Mounier, felsefesine ters düşme pahasına tek din saymakta ısrar ettiği Katoliklik'in kilisesi tarafından ‘Katoliklik'e ters düşmek’le itham edilmiş ve aforoza uğramıştır. Neden? Şundan: Mounier, Katolisizmin, hayatın yeni ihtiyaç ve şartlarına göre gözden geçirilmesini öneriyordu. Görüyorsunuz; dincilik, kendisine tam teslimiyet olmadan hiç kimseyi hoş görmez. Hele bir de engizisyon dinciliği olursa. Arapçı Emevî ve Abbasî dinciliği İmamı Âzam gibi eşsiz bir dehayı bile affetmedi; katletti. Fikir ve kültür hayatının güdüme alınmasından doğan rahatsızlığın tahribi; yaratıcı faaliyetin merkezi olan bireyin robotlaştırılmasından, iğdişleştirilmesinden, uşaklaştırılmasından kaynaklanıyor. Böyle fertlerden oluşan bir toplumda riya, sahtekârlık, güvensizlik, tutarsızlık, cücelik egemen olur. Bunların egemenliği ise karmaşa, bunalım ve nihayet kavga ve yıkımı kaçınılmaz kılar.


HUKUKUN GÜDÜME ALINMASI Güdümlü kültürlerde her şeyden önce hukuk güdümdedir. İnsanlık, çok uzun didinmelerden sonra, bu güdümü kırmak için, kuvvetler ayrılığı ilkesine ulaşmıştır. Ne var ki, bu ilkeyi sözde, kâğıt üzerinde tekrarlamak hukukun güdümden kurtulduğu anlamına gelmiyor. Musolini'ye, devlet anlayışı ve yönetim programı sorulduğunda, şu cevabı veriyordu: “İtalya'yı yönetmek istiyoruz, hepsi bu.” Nasıl yönettiğini bütün dünya gördü. Aynı zihniyeti taşıyan Adolf Hitler’in de Almanya’yı nasıl yönettiğini gördü. Modern toplumlarda bu anlayış belki bu kadar net ve sert ifade edilmiyor ama aynı zihniyeti egemen kılmak için bin türlü oyunla hukuku güdüme alan liderler ve yönetimler, az değildir. Emeğe ihanet, bilimsel özerkliğin örselenmesi, yargıçların siyasal iktidarın kontrolüne verilmesi, din istismarı, gelir dağılımının adaletsizliği, inançlara baskı… hukukun güdüme alınışının kılık değiştirmiş görünümlerinden başka şeyler değildir. ‘Güdümlü hukuk’, eğer laik bir yönetimde sergileniyorsa, laiklik ve dinin, dinci bir yönetimde sergileniyorsa laiklik ve aklın güdüme alınması kaçınılmazdır. Bunun sonuçlarının en kötüsü, ‘devlete bağlı din’ veya ‘dine bağlı devlet’ tercihlerinden birine teslim olmak mecburiyetidir. Bunların ikisi de insan gerçeğiyle çelişip çatışır, ikisi de hayatı cehenneme çevirir. Bugünkü Türkiye, dine bağlı devlet anlayışının egemenliğine doğru hızla yol alıyor. Bir yandan ‘tarikatlar konfederasyonu’na dönüşmüş TBMM, öte yandan dünyada, bir eşi görülmemiş şekilde, iki katrilyonluk bir bütçe ile finanse edilen Diyanet İşleri bunun şaşmaz kanıtları olarak ortadadır. Her güdüm, karşıt uçlardan yeni güdümlere imkân ve gerekçe hazırlar: Laikliği güdüme alırsanız, dini güdüme alanlar başınıza bela olur; dini güdüme alırsanız, laikliği güdüme alanlar gırtlağınıza yapışır. Çünkü insan gerçeğini tahrip etmişsiniz. Dengeyi, güveni yıkmışsınız. Kimsenin kimseye saygısı, sevgisi kalmamıştır. Böyle bir sürece giren toplum, huzuru ancak rüyalarda görür. Türkiye bu kahırlı süreci yaşayan ülkeler arasındadır. Bir fikir ve ilim adamı olarak bize gelince, biz ne dini sömüren saltanat dincilerine ne de laikliği dinsizlik halinde sunmak isteyen inkâr yobazlarına dostuz. Bir kez daha söyleyelim:


Laikliğin din düşmanlığına, din özgürlüğünün de Arapçılık, Arapçacılık ve haçlı emperyalizm hizmetkârlığına paravan yapılmasına engel olucu aydınlığı ortaya koymak, bizim ilim ve vicdan borcumuzdur. Sıkıntı riski ne denli yüksek olursa olsun, kliklerin ve yivi-seti yalama yapmış politika simsarlarının onaylarını değil, ilmin ve hukukun evrensel ilkeleriyle, ülkemizin ihtiyaçlarını esas almaktayız. Biz, işte böyle yapıyoruz. Böyle yapmaya devam edeceğiz. Okuyorum, o halde varım! Her gün okuyorum, çünkü okumadığım günler, ‘hüsrana uğramışlık’ duygusuna kapılıyorum. Şöyle inanıyorum: Düşünmeyi sürdürmenin yani insan olarak kalmanın ‘hücre yenileyici’ gıdası, okumaktır. Fransız filozofu Descartes (Ölm.1650), “Düşünüyorum, o halde varım!” (Je pense donc je suis) demiş ve bu söylem felsefe tarihinde bir devrim sayılmıştı. Descartes’ın söylediğinin kısa anlamı şuydu: İnsanım diyorsan düşüneceksin, düşünmüyorsan insanım demeyeceksin! Ben, Descartes’ın söylediğine altyapı oluşturan bir söyleme dikkat çekmek istiyorum: Kur’an’ın ilk sözü ve ilk buyruğu olan “Oku!” emri. “Oku!” emri hem düşünmeyi hem de okumayı gerektirir. Yani okumak düşünmekten daha geniştir. Her okumak düşünmeyi mutlaka içerir ama her düşünmek okumayı içermeyebilir. Şöyle de diyebiliriz: Her okumak aynı zamanda düşünmektir ama her düşünmek aynı zamanda okumak değildir. Kur’an, teoriyle pratiği birleştirmek, üst düzeylerle alt düzeyleri aynı anda düşünmeye itmek için esrarlı bir yöntem getirmiştir: Okumak... Ve Kur’an, okumayı en büyük ve temel ibadet saymıştır. Öteki ibadetlerin tümü daha sonradır. Temel ibadet olarak namazı birinci sıraya oturtmak, Kur’an’a açıkça iftiradır. Temel ibadet, okumaktır. Neyin okunacağı söylenmemiştir. Kur’ansal hermenötik açısından bunun anlamı şudur: Her şeyi okuyacaksın! Kur’an, kendi parçalarını birer okunacak ayet saydığı gibi, fosilleri, yıldızları, yosunları, dilleri, gözyaşını, geceyi, renkleri ve desenleri de okunacak ayetler olarak görür. Evren de bir kitap, o da okunmalı! KUR’AN’A göre, Firavun’un mumyası bile okunması gereken bir ayettir. Esasen, Kur’an, insan ve evreni de kendisi gibi kitap kabul ettiği için onun “Oku!” emri, tüm varlığın okunmasını isteyen bir buyruk olarak alınmalıdır. Kısacası, Kur’an’ın yöntemi geneli, herkesi bir biçimde düşünmeye sevk ettiği için daha kucaklayıcı, daha insancıl, rahmeti daha geniş bir yöntemdir...


Ben, üç yaşımdan beri okuyorum. İmkân alanıma giriş sırasıyla Türkçe, Osmanlıca, Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce okuyorum. Bu dillerin hepsini iyi konuşamıyorum ama bunun için vahlanmıyorum... Yine de şunu sık sık söylüyorum: “Keşke, Almanca bilsem de Nietzsche'yi, Rusça bilsem de Dostoyevski'yi orijinalinden okuyabilsem!..” Ne yazık ki böyle bir şansım yok!.. Bendeniz, otuz küsur yıllık öğreticiyim. Akıl işi saymayabilirsiniz ama ben her zaman öğrencilerimden birkaç kat fazla okudum. Ve aynı şekilde okumaya devam ediyorum. Okumasam düşünemem, sadece ezberlediklerimi tekrar ederim. Daha kötüsü, bu tekrarı, düşünmek sayabilirim. Allah korusun, bir de başkalarının tekrarlarını tekrarlamayı düşünce saymaya başlamak gibi bir felaketle de yüz yüze gelebilirim. Evet, tüm yoğunluğumla okuyorum ve tabii yazıyorum. Okuduklarımın omuzlarıma bindirdiği düşünme yükü zihnimi zorladıkça da gerçek aydının, kalabalık tarafından fark edilmeyen bir ‘emanet taşıyıcı’ olduğunu daha iyi anlıyorum. İşte bu noktada, ‘ahvâl-i âlem’ ile o çileli taşıyıcılığı birlikte düşününce şunu sormak ihtiyacını duyuyorum: “Acaba ben, körler çarşısında ayna mı satıyorum?" Bu soruyu sorunca ürperiyorum. Çünkü ‘ince yolun sırları’nı öğrendiğim babam bana şunu da söylemişti: “En dikenli kader, körler çarşısında ayna satmaktır. Senin, bu kaderden nasibin olacak, oğlum.” Şöyle veya böyle, ben okumaya devam ediyorum. Yani, var olmak, insanca yaşamak istiyorum... Ve Yaratan’a, elimden geldiğince şükürler ediyorum!.. Dinin güdüme alınması Dinin güdüme alınması, eğer dine önem veren bir toplumdan söz ediyorsak hayatın cehenneme döndürülmesiyle eşanlamlıdır. Dinin güdüme alınmasıyla kastettiğimiz, dinin devlet veya yönetimce kontrol edilmesi değildir. Böyle bir kontrol varsa orada ‘dinin güdüme alınması’ değil, ‘dinle devletin kavgası’ söz konusu olur. Güdüme almak tabiri, dinin savunuculuğunu ve avukatlığını yapanlar için geçerli ve uygundur. Bir güdümden söz etmek için güdülenlerin bundan şikâyetçi olmamaları gerekir. Şikâyet varsa güdümden değil, kavgadan söz etmeliyiz. Güdümün yürümesi için baskı yetmez, Allah ile aldatma mekanizmalarının işletilmesi gerekir. Bunu da ancak din simsarları yapar. Türkiye’de din güdümdedir ve dini güdüme alanlar dinin avukatlığını yapan dincilerdir. (Lütfen, bir zahmet edin de bu hayatî konunun ayrıntılarını ‘Dincilik’ adlı kitabımızdan okuyun).


Son yıllardaki gelişmeler, özellikle son zamanlardaki Deniz Feneri ve benzeri dinci soygun olayları göstermiştir ki, Türkiye’de dini güdüme alanlar, din üzerinden dünyalık ve saltanat devşirenlerdir. Dine, Tanrı’nın rızasını kazanmak için sarılanlar yani dindarlar, dini güdüme almayı akıllarından bile geçirmezler. Çünkü dini güdüme almak, her şeyden önce dine ihanettir. Dindar, dinine ihanet etmez ama dinci bu ihaneti her zaman yapar. DİNCİLİĞİN DİNDARLARA İHANETİ Dinin güdüme alınmasından en büyük zararı dindarlar görür. Çünkü güdüm, bir ikrah kurumudur ve dinde ikrah (baskı, zorlama), Allah’ın iradesine aykırıdır, yasaklanmıştır. (Bakara, 256) Bu yasak çiğnendiğinde zararı elbette ki dine bağlı olan dindar görecektir, dini sömüren dinci değil. Dinin güdüme alınışı, karakteristik iki görünüm arz eder: 1. Dinin, kaynağından uzaklaştırılıp geleneksel yorumlara bağlanması, 2. Dinin politik-ticarî istismarlara âlet edilmesi. Dini sömürü aracı olarak tutmanın, tarihin çok iyi tanıdığı iki yolu vardır: 1. Kitlenin gerçek dini öğrenmesini engellemek (mesela, dinin kaynağı olan kitabın tercümesinin okunamayacağını, o tercüme ile namaz kılınamayacağını iddia etmek), 2. Gerçek dini öğretenleri slogan veya tabularla karalayarak etkilerini yok etmek veya azaltmak. Aforoz dinciliğinin kullandığı tehdit hep şu olmuştur: “Dini, bizim güdümümüzde öğreneceksiniz. Bizim gösterdiğimiz şekilde inanmazsanız aforoz edilirsiniz; dindarların hoşlanmadığı ne kadar yafta varsa, açtığımız iftira kampanyalarıyla hepsini üstünüze atarız.” Böyle bir gidiş, laiklik ve hür düşünceyi koruyan kavram ve kurumların şemsiyesi de delinirse, hiç tereddüt etmeyelim, engizisyonla noktalanır. Kur'an'ın baş düşmanlarından biri olan engizisyon ve aforoz, örtülü-gizli bir biçimde, birçok Muhammedî düşünüre, asırlardır ve ne yazık ki, İslam'ı savunduğunu söyleyenlerce uygulanmaktadır. Bu uygulama; bazen cehaletin, bazen siyasal çıkarların, bazen kıskançlık kompleksinin, bazen de bunların tümünün eseri olmaktadır. İMAMI ÂZAM’I DİNCİLİK KATLETTİ Müslüman tarihin en büyük hukuk dehası olan İmamı Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767), ‘Din tahripçisi kâfir’ ilan edilip 25 yıl Emevî ve Abbasî zindanlarında süründürüldükten sonra zehirlenip öldürülmedi mi? Osmanlı İmparatorluğu’nda yetişmiş en büyük düşünce adamlarından biri olan Molla Lütfi (ölm. 1494) gibi bir değerin idamına fetva veren Hatipzâde isimli şerefsiz yobaz, infazdan sonra, sadist bir zevkle şunu söylüyordu: “Şükürler olsun; yakında çıkacak olan kitabım, Lütfi'nin tenkidine uğramaktan kurtuldu.”


Yavuz Sultan Selim, sonraki yıllarda, Şeyhülislam İbn Kemal ile sarayda yemek yediği bir sırada, Molla Lütfi’nin haksız yere idam edildiğini iğneli bir ifadeyle ima ettiğinde İbn Kemal (ölm. 1533) şu anlamlı cevabı vermiştir: “Molla Lütfi, hased-i akrana (meslekdaşlarının hasedine) kurban gitmiştir, Sultanım!” Çağın en büyük İslam düşünürü ve İslam’ın en büyük vicdanlarından biri olan Muhammed İkbal hakkında, hurafeci yobazlar, ‘kâfir’ fetvası çıkarmışlardı. İbret almak için bu kadarı yetmez mi? Mustafa Kemal Atatürk’ün; ölümsüz tespitleri: 5 Şubat 1924 günü, İstanbul’da gazetecilere yaptığı bir konuşmada şöyle diyor: “Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.”-ABE. 16/208 *ABE.: Atatürk’ün Bütün Eserleri 29 Ekim 1923 günü, sorularını cevapladığı Fransız gazeteci Maurice Pernot’ya din meselesinde şöyle diyor: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum. Şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.” Pernot’ya cevabının devamı şöyle: “Bu Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler, sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar eğer aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”-ABE. 16/150 İmzasız Baş Makaleler: Bilindiği gibi, Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları, Milli Mücadele’yi destekleyen basın organlarında, özellikle Milli Mücadele’ye desteğin sembolü konumundaki Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde en hayati yazıları yazan insanlardı. Bu yazıların önemli bir kısmı, Hâkimiyet-i Milliye’nin ‘Baş Makale’ adlı köşesinde, Mustafa Kemal tarafından yazılmıştır. Mustafa Kemal, ayrıca ‘İleri’ gazetesinde de müstear isimlerle yazılar yazmıştır. Hâkimiyet-i Milliye’nin 10 Ocak 1921 tarihli nüshasındaki ‘Hayatta Cidal’ adlı başmakalede şu satırlar var: “Ocağının ırzını muhafazaya Muhammedi bir imanla kalkışmış olanlarla başa çıkılmaz. Bu dava, tarihte yüzlerce misaliyle kayıtlıdır. Bu tarih harikalarının en parlakları, Müslüman ve Türk âleminde görülür. Müslüman ve Türk! Evet, bu iki kelimenin üzerinde durduğumuzun büyük bir hikmeti vardır. Evvela Müslüman deyince bunda hürriyet ve adalet duygularının yükseldiği kat’i bir iman parlar. Müslüman’ın yurdu bütün dünyaya uzanır! Öyle ki Türkiye’deki Müslüman Hindistan’dakini düşünür. Mısır’daki ta Mağrib’dekini, Mağrib’deki ta Cidde’dekini anar. Birine dokunan diken ötekini de incitir. Ehlisalib diyar-ı İslam’a tecavüz ettiği vakit karşısında hem Kılıçarslanı, hem Selahaddini Eyyubi’yi gördü. Daha ileri gitse idi, Hintli’yi, Çinli’yi, Acem’i, Afgan’ı, Arab’ı, Tatar’ı görecekti. Bu pek açık bir meseledir…” “Tam Müslümanlıktaki kuvvet ve heybet başkadır. O doğruluk, adalet bir adamı on defa büyütür. On misli vakar ve azamet sahibi yapar, ondaki büyüklükten hem dost iftihar eder hem de düşman korkar. Zira her şeyden evvel asıl mertlik, doğruluktur, menfaat hissiyle başkasının malına el uzatmamaktır. Onda muhtaç da olsa yine kendini menetmekte büyük bir necabet ve kalpte irade kuvveti var demektir. Hülasa, hayatta cidal vardır. Fakat doğruluk esas vazifedir. Her ikisinin yerleri ayrılmıştır. Tabirleri suiistimal etmemelidir. Biz bu kelimeleri ve delalet ettikleri olayları daima Müslüman’ca ve Türkçe düşünmeliyiz ki hakikate vasıl olabilelim. Bize Frenkçe düşünmek yaramaz.”


Tam Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç tarihi 19 Mayıs 1919 ise Türk Aydınlanma Savaşı’nın başlangıç tarihi de İzmir İktisat Kongresi münasebetiyle yapılan o uzun konuşmanın tarihi olan 2 Şubat 1923’tür. Atatürk’ün dehası, bu aydınlanma savaşını o bağımsızlık savaşının içine sokmuş, ikisini birleştirmiş, böylece tarihin önüne bir benzerini görmediği büyük bir diriliş örneği koymuştur. İşte birkaç satır. Ve işte, aydınlanma öncüsü Gazi Mustafa Kemal: “Eğer Müslümanlardan, Kur’an’ı yüceltmek dini bir vazife olarak talep olunuyorsa hiç şüphe yok ki, Müslümanlar ne kadar kuvvetli, kudretli ve bütün bu kuvvet ve kudret akılca ne kadar yüksek olur, ilmen, fennen gelişmiş bulunursa, Kur’an’ı yüceltmeyi iyi yapmasını bilir ve Allah ancak bu mesai tarzından daha çok memnun olabilir. Bütün Müslümanlara da ne yapmak lazım geleceğine dair kuvvetli ve maddi bir misal gösterilmiş olur…” Müdafaai Hukuk Başbuğu Atatürk, aydınlanmanın önünü açmaya şöyle devam ediyor: “Daima ileri sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir… Bunda büyük bir hata vardır. Bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. İlim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla donanmak mecburiyetindeyiz. Allah’ın emri, kadın ve erkek bütün Müslümanların aynı derecede ilmen, fazileten her bakımdan olgunlaşmasıdır… Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dinin bir engellemesi yoktur…” “Tesettür şekli, kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru, aşırı mertebeye gelmiş olmasın!” “Biz, elhamdülillah Müslüman’ız. Dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği hükümet şekli, yalnız ve yalnız bizim takip ettiğimiz hükümet şeklidir. İlahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade edilmiştir. Bu esaslardan biri şuradır.-Yani yönetenlerle yönetilenlerin birbirini denetlemesi sistemi. Bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapmazdı.” “İkinci esas adalettir, Üçüncüsü ululemre-devlete, devleti yönetenlere, itaat etmektir. Ne yazık ki bu güzel hakikati, çok fena insanlar, yine din kisvesi altında çok fena yorumlamışlardır. Ve herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek padişah demektir. Bu şekilde başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.” “Millet ancak seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir yönetime sahip olursa ve bu yönetim adalet üzere hareket ederse işte Allah’ın ve Kur’an’ın istediği hükümet bu olur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 küsur sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.” “Şahıslar gibi, meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı şahısların istibdadından daha tehlikelidir… Onun için, bilhassa bizim gibi canı yanmış olan bir milletin meclisi dahi her ihtimale karşı müddeti çok olmamalıdır… Meclisin yapacağı kanunun tasdikini bir adama vermek demek, milli hâkimiyeti kökünden yıkmak demektir… Milleti daima aldatanlar, büyük tanıdığımız fakat çok küçük olan heriflerdir…” “Devletler yapan, büyük imparatorluklar yaratmak kudret ve kuvvetinde bulunan Türk milletini mahvetmek hususunda mevcut kanaat pek derindir. Bugünkü Avrupa diplomatlarının kafalarında hâsıl olmuş bir görüş değildir. Bundan evvel, çok çok evvelkileri zamanında yerleşmiştir. Bu, adeta babadan evlada intikal eden bir zihniyet, bir adet, bir anane olmuştur…” “Türk milleti intikamını, zalimlerin zulmünü yıkıncaya kadar kalp ve vicdanından çıkarmayacaktır. Bu cihan bizim kalp ve vicdanımızda düşmanlık hissi bırakmak istemiyorsa bizim hakkımızda kalp ve vicdanındaki zulmü çıkarsın. Zulüm hissi baki


kaldıkça intikam hissi devam edecektir.” “İngilizler, en hasis maksatlarını temin edebilmek için dünyanın en alçak hislerini ortaya koymaktan bir an ayrılmıyorlar…” “Devlet serbest olmazsa, hariçten gelecek mal üzerinde tesirli olmazsa, el koyacağı gümrük vergisinde serbest olmazsa bu mesele kapitülasyon ruhundan hariç sayılabilir mi?... Barış istiyoruz, fakat tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur.” “Arkadaşlar! On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense, sefil ve aşağılık dereceye indirildikten sonra ölmektense, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın… Milletimiz namusludur ve namuslu muhataplar ister… Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi sürdürmekle mümkün olacaktır.” “Türkiye halkı denildiği zaman, mukadderatını birleştirmiş olan ve hissen, dinen birbirine kalplerini bağlamış olan insanlardan meydana gelen halk demektir. Bunlar içinde ırken muhtelif olanlar vardır.” “Bizim dinimiz İslam, en makul, en doğal dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmelidir. Doğal olabilmek için akla uygun olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur… Bizim dinimizde ruhbanlık yoktur.”-Bu seçilmiş sözler için bk. ABE. 15/50-103 Şimdi, bu noktayı irdeleyelim: Atatürk için Hz. Muhammed, esaret tanımamanın sembolüydü. Arap fistanı, sakal, şalvar veya takkenin değil. Atatürk, 5 Ağustos 1920’de Pozantı Kongresi’nde yaptığı konuşmada ‘Peygamber’in esaret tanımayan dindar ümmetinin cihat ordularının öncüsü olmanın şerefiyle iftihar ettiğini’ dile getiriyordu.-ABE. 9/133 Evet, Hz. Muhammed’in bağlısı dindar, esaret tanımaz, esaretle bir arada yaşamaz. O bilir ki, Hz. Muhammed, her şeyden önce, Müslümanların bukağılarını parçalayan, onları özgürlük ve efendiliğe doğru kanatlandıran bir öncüydü. Kur’an Hz. Muhammed’i böyle tanıtıyor: Prangaları kıran rehber…-bk. A’raf suresi, 157 Batılı emperyalistler Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’e şu adı koymuşlardır: ‘Müslüman dünyanın Militan Lideri.’-ABE. 8/115 Tarihte ilk kez bir istila zulmüne karşı çıkan bir kurtuluş savaşının temeline ‘Müdafaai Hukuk’ ilke ve düşüncesi konmuştur. Müdafaai Hukuk’un tek basın organı olan Hâkimiyeti Milliye gazetesi o hengâmede, Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’ni gazetenin ilavesi olarak vermiştir. Aynı Hâkimiyeti Milliye’de, büyük çoğunluğunu Atatürk’ün yazdığı imzasız başmakalelerden birinde ‘sevgi’ konusu işlenmektedir. O günün işgal, kan, barut, dehşet ortamında, Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, Türk milli vicdanının temel karakterlerinden birinin de sevmek olduğunu makale konusu yapıyor ve şu başlığı atıyordu: ‘Milli Düşüncelerden: Sevmek Kanunu’. Baş mimarın, istila-hıyanet-yoksulluk üçgeninde verilen savaşın acıları içinde sevgiyi anlatan bu makalesinden birkaç satır verelim: “Her şeyin yaradılışındaki muvazene ve ahenk kanununu muhafazaya memur olan duygu, sevmek duygusu imiş. Bu histen dışta kalan her şey, her iş mutlaka bozuk ve terk olunmuş demektir; ziyanı olmasa bile fayda vermeyecek halde ruhsuz ve tesirsiz bir şey menzilesindedir. O halde, maddelerin, manaların, işlerin ve hislerin temasında ve ihtilatında bu muvazene kanunu cari olmazsa her şeyin iyiliği ve güzelliği de belli olmadan kalır.” “Sevmenin büyük ıstıraplarını ancak büyük kalpler taşıdığı için sevmek her vakit güzel ve her vakit yüksektir. Zaten böyle olmasaydı insanlar birçok acılara dayanamazlar ve yüreklerinde kuvvet bulunmasaydı pek çok duyguları muhafaza edemeyerek böcekler gibi ezilirler, çok hakir derecelere inerlerdi.”-Devrin Yazarlarının Kalemiyle Gazi Mustafa Kemal, 413-416 Demokrasinin insana hayır getiren bir sistem olarak işlemesi, onun kazandırdığı yetkinin mutlak kudrete dönüşmemesiyle mümkün olmaktadır. Mutlak kudret, evrensel değer olan


hakkındır. Demokrasi bu hakkın çiğnenmesine araç haline gelmemelidir. Çünkü istibdat yani hakka tasallut, çoğunluğun, daha fazla parmağın verdiği imkânla doğduğunda istibdat olmaktan çıkmaz. Atatürk bu kaygıyı daha ilk günden duymuş ve çoğunluk istibdadına atıf yaparak dava arkadaşlarının, milletinin ve tarihin dikkatini bu önemli noktaya çekmiştir. Şöyle diyor: “Milletler, egemenliklerini geçici olarak da olsa tevdi edecekleri meclislere dahi güvenmemelidir. Çünkü meclisler dahi istibdat yapabilir. Ve bu istibdat, şahsi istibdattan daha öldürücü olabilir. Bunun için, meclisler belli ve sınırlı bir süreden sonra yenilenir. Bu sayede milli egemenlik daha emin esaslara ve şartlara bağlanmış olur.” Müdafaai Hukuk’un başı olan ve Anadolu hümanizmini 20. yüzyılda devletleştiren büyük Gazi, haçlı işgalcilerin üstümüze cehennemi güçleriyle kan ve şiddet yağdırdıkları işgal günlerinde, onlara perde arkasından haince ve namertçe destek veren gayri-müslim azınlıklarla ilgili olarak halka ve kolordulara şu genelgeyi yayınlıyordu: “Bugünler zarfında, vatanımızda yaşayan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz insaniyetkarane muamelenin kıymeti pek büyük olduğu gibi hiçbir yabancı hükümetin fiili veya görünüşte himayesini görmeyen Hıristiyan ahalinin tam bir huzur ve sükûnetle hayat sürmeleri, ırkımızın yaratılıştan donanmış olduğu medeni kabiliyete en kati bir delil teşkil eyleyecektir. Vatan menfaatlerine aykırı faaliyetleri görülenler ve memleketin huzur ve asayişini ihlal eyleyenler hakkında din ve milliyet mensubiyetine bakılmayarak, kanuni hükümlerin eşit olarak ve şiddetle tatbikini ve mahalli hükümete itaat etmekte ve tabiiyet vazifelerini yerine getirmekte kusur etmeyenler hakkında da tekmil alakadarlara süratle tebliğini ve bütün millet fertlerine münasip vasıtalar ile tamimini rica ederiz.”-ABE. 7/126127 “Müslüman olmayanların muhafazasına bilhassa itina edilmelidir.”-Age. 7/130 “Gerek düşmanlar ve gerekse düşmanlarla birlikte aleyhimize ayaklanan diğer unsurlar ile vuku bulacak çarpışmalarda elimize geçecek esirlerin muhafazasına son derecede itina edilmesi, milletimizin donanmış bulunduğu merdane ve alicenabane hissiyat icabından olup bunun ihlaline hiçbir surette meydan verilmemesi ve girdiğimiz hayat ve memat mücadelesinde, Hakk’ın yardımıyla elde edilmesinden kuvvetle ümitvar bulunduğumuz milli haklarımızın hakiki medeniyet âlemine karşı müdafaasında bizi müşkülata düşürebilecek harekâttan kati surette sakınılması, vatanın selameti namına tamimen rica olunur.” “Gerek askeri kıtalar ve gerekse Kuvayi Milliye tarafından esir edilen düşman efradının hayatlarının muhafazasına fevkalade itina edilmesi talep olunur. Daha evvel milletimizin fertlerine en ağır tecavüzler yapan katiller bile esir edildiği vakit, intikam hissine kapılmayarak hayatlarının muhafazasını mutlaka temin etmelerini bütün amirlerden rica ederiz. Esirlerin hastalık sebebiyle elimizde vefat etmeleri, dini ve milli şiarımıza uygun düşmedikten başka, vatanımızın menfaatlerini esaslı surette yaralar. Bütün kıtalara ve bütün Kuvayi Milliye teşkilatına bu tavsiyelerimizin hakkıyla anlatılmasını rica ederiz.”ABE. 7/290 27 Mart 1930 günü sabahı, doğmakta olan güneşe bakmaktadır. Yanındakilere, edebiyat ve felsefe tarihine de altın harflerle yazılabilecek şu muhteşem sözleri söyler: “Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olarak vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere rağmen engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir. Size bu sözleri söyleyen Cumhurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal’dir. Bu hususa bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim.”-ABE. 26/144 Müdafaai Hukuk tarafından yaratılan büyük devrim her bakış açısı tarafından elbette ki farklı yorumlandı ama temel felsefe, baş mimar tarafından çok açık ve net olarak ortaya


konmuştu: “Hiç kimsenin, hiçbir milletin adetlerine, ahlakına, milliyet esaslarına karşı değiliz. Yalnız istibdada, emperyalistlere karşı düşmanız.”-ABE. 8/82 Müdafaai Hukuk’un yarattığı kurtuluş ve aydınlanma mücadelesinin hedef aldığı emperyalizm-kapitalizm ikili zulmünün kanlı çehresi Atatürk tarafından 3 Mart 1922’de şöyle tanıtılmıştır: “İstilacı, saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler. Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler. Bunlar sırf kendi hırslarını tatmin için çalışmaktadır. Bunların gayesi, insaniyetin iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilhakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlarından tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir. Batı ancak bu kuvvet karşısında silahını teslime mecbur kalacak ve bu gayri insani muamelelerine, zulüm ve zorbalığına nihayet verecektir. Bunun husule gelmesi çok zamana bağlı değildir.”-Age. 12/299-300 Kur’an’a göre, israf bizatihi bir zulümdür. İsrafın kelime anlamı da zulümdür. Zulmü düşman bilenler, israfı da düşman bileceklerdir. Bu böyle olduğu içindir ki, ortak düşmanları zulüm olan Kur’an ve Müdafaai Hukuk zihniyeti israfı da ortak düşmanları arasına koymuşlardır. İsrafın, Kur’an tarafından tanıtılan büyük belalardan biri olduğunu ifade edelim ve bu konuda ayrıntılar için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin Savurganlık maddesine bakılmasını önerelim. Meseleye, Müdafaai Hukuk açısından baktığımızda, formül, Müdafaai Hukuk’un başbuğu tarafından, bugün de ve bütün coğrafyalarda geçerli olmak üzere şöyle ifadeye konmuştur: “Tasarruf, milli şiarımız olmalıdır. Dolayısıyla mali usulümüz, halka baskı yapmaktan ve zarar vermekten kaçınmakla beraber, mümkün olduğu kadar harice ihtiyaç duymadan ve el açmadan, kâfi gelir temin etmek esasına dayalıdır.”-ABE. 15/172 Atatürk şahsi hayatında da devlet hayatında da son derece kanaatkâr bir insandı. Hatta onun bu tavrı, adının ‘cimri-pinti Mustafa’ya çıkmasına yol açmıştır. Onun ‘pintiliği’ ile ilgili anekdotlar dillere destandır. Ama ölümüne kadar bu destanî kanaatkârlığını sürdürmüştür. Gazi’nin, o ‘kanaatkâr’ anlayışının yemek ve sofra açısından kısa bir izahı şudur: “Biz Türkler, misafirlerimizi ağırlamak için verdiğimiz ziyafetlerde çok adette yemek yapıyoruz. Bu, iktisada aykırı olduğu gibi, takdir buyurursunuz ki, sıhhate de zararlıdır. Milletimizin misafirperverlikteki bu yüksek hasletini makul bir hadde çevirmeyi hepimiz vazife saymalıyız.”-ABE. 18/33 4 Mart 1923 günü, Daily Mail gazetesi muhabiri Ward Price’a verdiği mülakatta şunları da söylemiştir: “Eski Osmanlı İmparatorluğu hükümeti sürekli, kaynaklarından fazla borçlanarak mahvedici hatasını ve böylece yabancıların, Türkiye üzerinde, memleketi bu kadar mahveden, o mali tahakkümlerini kurmalarına fırsat verdi. Türkiye’nin mali bağımsızlığını bu kadar derinden ihlal eden bir müessesenin, ‘Düyunu Umumiye-i Osmaniye’nin ortaya çıkmasına yol açtı.” “Gelecekte bu gibi mali prangalardan kaçınmakta kararlıyız. Yabancı sermayenin yardımına ihtiyacımız olacaksa ve buyur edeceksek, ancak kendi idaremiz dâhilinde, hâkimiyetimizi tamamıyla muhafaza edecek şartlarda olmalıdır.” “Giderlerimizi gelirlerimizle denk yapmak


için elimizden gelenin en iyisini yapacağız. Harbin son senelerini dış borçsuz idare ettik, barış zamanında da borçsuz yaşamaya muktedir olmalıyız.”-ABE. 15/190-191 Kamu haklarına tasallut bizim bütün tarihimizin en kahırlı illetidir. Ama Atatürk ve İnönü dönemi bu bakımdan hala bir istisna olmayı sürdürmektedir. Falih Rıfkı, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Bu bir tek parti devri iken, yolsuzluk yüzünden bakanlar yalnız o devirde Yüce Divan’a verilmiştir. Nüfuz zenginleri olmamış değildir; fakat 27 yılın bütün zenginleri, 1950 sonrası çok partili devrin nüfuz tüccarlarının sayısı yanında hemen hemen sıfır sayılabilir. Eski hidivden yardım istekleri kendine anlatılınca, Atatürk başyaverini de genel sekreterini de hemen yanından atmıştı. Bakanların yolsuzluğu için ispat hakkı kullanılması, çok partili devirde yasak edilmiştir. Seçmenler, çoğunluğu çaldıkları açıkça bilinen nüfuz tüccarlarını hacı-hoca etkisi altında, tekrar tekrar seçmiştir. Bir Fransız hukukçusu şunu niçin demiştir: ‘Geri bir toplumu ilerletecek en uygun demokrasi sistemini Atatürk bulmuştur.’ Bir Fransız hukukçusu dalkavukluk etmez.”-Atay, Atatürkçülük Nedir, 31-32 Aynı Falih Rıfkı, Atatürk’le ondan sonrakileri mukayese ederken şu muhteşem tabiri kullanmıştır: “Boyları onun ayak bileklerine ancak yetişen politika cüceleri ülkenin bütünlüğünü tehlikeye sokmuşlardır… Ona hiçbirimiz Frenk övgüsü yapamazdık. O kadar Türk gururlusu idi.”-Age. 40, 42 Cümle âlem bilir ve itiraf eder ki, Atatürk hayatı boyunca devletten bir kuruş harcırah almamıştır. İkinci örnek de Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Yolluk teklifi önüne getirilince şöyle derdi: “Ne harcırahı?! Ordu evinde yedik içtik, yattık kalktık. Görev yapıp döndük.”Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, 48 Harcırah şöyle dursun, Gazi, Ankara’da hem çalışması hem de oturması için, Ankara Müftüsü Rifat Börekçi’nin aracılığı ve eşrafın yardımıyla bir ev satın alınıp kendisine verilmek istendiğinde, evin tapusunun kendisi üzerine yapılmasını kabul etmemiş, ısrarlara rağmen eve taşınmamıştır. Nihayet, bir çözüm olarak, evin tapusu ordu adına Milli Savunma Bakanlığı’na verilmiş, Atatürk bunun üzerine eve taşınmıştır. Atatürk gulul-kamu malı hırsızlığı zulmünün devreye sokulmak istendiğini fark ediyor, bundan büyük acı duyuyordu. Bunun bir namertlik ve ihanet olduğunu da biliyor ve telaffuz ediyordu. Atatürk devrinin emniyet genel müdürlerinden ve sonraki sağcı iktidarların dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil-ölm. 1993 anlatıyor: “Atatürk, Ziraat Bankası’nın genel müdürlük binasının holündeki geniş salonlarda halka eğlenceler düzenlenmesini emretmişti. Ben de emniyet görevlisiydim. Eğlencelere gittik. Saat gece 12’ye doğru tam dağılıyorduk ki, ‘Atatürk Ziraat Bankası’na geliyor’ dediler. Ben, bunun güvenlik açısından doğru olmadığını belirtirken Atatürk çıkageldi. Kendisini genel müdürün odasına buyur ettiler. Atatürk, genel müdür odasına baktı baktı, sonra hiç unutamadığım şu sözleri söyledi: “Amma da lüksmüş!”Atatürk, odanın ihtişamını tekrar gözleriyle izledi ve odada bulunanlara dönerek sözlerini şöyle tamamladı: “Ben, bu banka yüzünden gadre uğrayanlar çok gördüm de, adam olanı hiç görmedim.” Odada o sırada Ziraat Bankası’nın yöneticileri yoktu. Atatürk biraz daha oturdu. Sıkıldı.”-İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, 37 Bu kısa sözler, öyle bir ortamda, Atatürk gibi birinin ağzından çıktığında kitaplık çapta bir ‘kamu haklarına saygı dersi’ olmaz da ne olur? Atatürk’ün ve genelde Müdafaai Hukuk öncülerinin kamu haklarına, devlet yönetimine bakışları bu zihniyetteydi. Kurtuluş Savaşı’nın en büyük kumandanlarından ve devleti yöneten kadronun ilk birkaç adamından sayılan ve Atatürk’ün de en yakın arkadaşlarından olan Ali Fuat Cebesoy ve Refet Paşaların, barışın imzası üzerine, terfi ile taltifleri teklif edildiğinde Başkumandan’ın, 26 Temmuz 1923 tarihinde, Meclis ve İcranın Reisi sıfatıyla verdiği cevap şudur: “Ali Fuat ve Refet Paşa arkadaşlarımızın taltifleri hakkındaki yüksek teklifinize Fevzi Paşa Hazretleri ile birlikte hissen iştirak ederiz. Hatta bu, benim eski bir arzumdur. Ancak adı geçenler için bugün tasavvur edilebilecek bir terfiin resmi mahiyeti fevkaladeden bir terfi olacaktır.


Fevkalade terfilerin icrası içinse barışın imzası bir vesile teşkil edemez. Bunun tespit edilmiş bir askeri vazifeye dayanması icap eder. Bu üzücü zaruretin tarafı âlilerinden de teslim buyrulacağına eminim.”-ABE. 16/53 Meseleye bu mantık ve vicdanla bakan ilim ve fikir adamlarımız vardır. Onlardan biri olarak gördüğümüz Prof. Dr. İlber Ortaylı, üzerinde olduğumuz konuda yani haniflik zihniyetinin evrensel kodlarını tespit sadedinde bakın neler yazıyor: “19. yüzyılın Türk toplumu yeryüzü tarihinin en büyük devrimini yaşayan yerkürenin devlerine karşı varlık mücadelesi vermiştir. Burada toplum tarihini tasvir edecek değilim; 19. yüzyılın sadece iki portresine işaret etmeliyim. Mısır Çarşısı’nın fakir kapıcısının oğlu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun unutulmaz sadrazamı Mehmet Emin Ali Paşa; devlet adamlığı, kültürü ve Babıâli’de öğrendiği Fransızcasıyla herkesi hayran eden büyük adam. Gene aynı çarşıda fakir bir çırakken 19. yüzyıl Türk toplumuna muallimlik eden Ahmet Mithat Efendi. Ahmet Cevdet Paşa, Şemsettin Sami, Ahmet Vefik Paşa. Birisi Paris Saint Louis lisesinde, diğeri Fatih medreselerinde, öbürü Balkanlar’daki mekteplerde yetişen ve toplumlarının muasır kültürünü inşa eden adamlar. Misyoner okullarına karşı fetva ve kışkırtmayla değil, Galatasaray Lisesi gibi, Darül Muallimat gibi okulları ve Bursa’da tiyatroyu kurarak direnen savaşçılar…” “1930’ların fakir, endüstrisiz, az nüfuslu ve tahılla beslenip incir, üzüm, tütün satarak geçinen Türkiye’sinin, gözlenen ve yorumlanan ikinci sınıf toplumlardan değil, birinciler arasında yer alma iddiasında olduğu görülür. Daha doğrusu bu iddia ve heyecan, Atatürk’e ve bir grup arkadaşına aittir. ‘Türk tarihini araştırmak’ diye adlandırılan faaliyet, aslında yeryüzündeki insan toplumları arasında geniş bir coğrafyaya yayılan bir kavmin tarihteki macerasını inceleme ve giderek dünya tarihinin bir yorumunu yapma isteğine dayanıyordu. Bu saygın bir çabadır.” “Çağdaş Batı’nın ulaştığı en yüksek noktada bayağılaşması ve canavarlaşmasıyla kendi münevver evlatlarını boğazladığı bir dönemde; Sinolog, Hindolog, Mezopotamya tetkikleri uzmanları, Hititologlar, Rohde gibi eski Yunan-Roma öğretmenleri ve benzeri seçkinleri Türkiye’ye celbeden ruh, böyle bir iddiaya oturur. Dönemin Başvekâlet ve Hariciye vekâleti binasından daha görkemli bir fakülte yapıldı. Dil Tarih’in mimarı ünlü Bruno Taut idi. Tahılla geçinen fakir cumhuriyet, mesela Bizans araştırmaları için dışarıya öğrenci yollamıştı. Bugün bu dal Türkiye’de yok bile…” “1947 yılının meşum üniversite olayları da gösterdi ki, Türkiye’de iktidar çevreleri Atatürk’ün bu büyük iddia ve heyecanını anlayamamıştır. Hala da Türk akademi dünyası bu yolda topal adımlarla ilerlemektedir. Geçtiğimiz zaman içerisinde Türkiye mühendislikte, tıpta, sanayide büyük hamleler yapmış; cumhuriyet kurulduğu döneme göre çok ileride bir maddi kudrete sahip olmuştur. Ama kültürel alanda eski atılım ve heyecanın bulunmadığı ve bir zamanlar çölde bir nehir gibi patlayan Kemalist dönem kurumlarının hızının kesildiği açıktır. Bu nehrin buharlaşıp yok olmasını istemiyorsak bütün akademik politikalarımızı değiştirmek ve yeryüzünün kültür ulusları arasında yer almak zorundayız. Bir üniversitede mühendislik bölümü kadar klasik dillerin Hindistan, Ortadoğu ve Afrika araştırmalarının da önemli olduğunu anlamak gerekir. Ulusal tarih bilinci yerküreyi bilmekle oluşur.”-İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, 233-236 Milli Mücadele’de şer ve zulmün adamı olanların kod adları şu üç kelime-kavramdır: 1: Namussuzluk, 2: Hainlik-vatan ve bağımsızlığa ihanet, 3: İrtica. Bu üç kavramın zıddı olan kavramlar ise hayır ve adaletin adamı olanların kod adlarıdır: 1: Namusluluk, 2: Vatanperverlik, 3: Dindarlık. Şimdi bu hayati kavramı biraz irdeleyelim. Milli Mücadele literatüründe namus kavramı müstakil bir çalışma konusu olmalıdır; yapılmamıştır. Üniversiteli arkadaşlara buradan duyurmak isterim. Ben öyle bir çalışma görmedim, bunu birinin yaptırması lazım: Kurtuluş Savaşı literatüründe namus kavramı. Bir tek kavram üzerinde yoğunlaşmıştır dedelerimiz bu savaşı verirken: Namuslu adam.


“Bu şahsı size gönderiyorum; ne istiyorsa yapın” der Müdafaai Hukuk mensupları. İki kelimelik tek gerekçe gösterirler: Namuslu adamdır. Veya şöyle derler: “Bu adam bizimle olamaz; çünkü namuslu değildir.” Cenabı Peygamber, dürüstlüğüne tanıklık ettiği kişileri tanıtırken bu sıdk kavramını kullanırdı. Mesela, tarihin en büyük ve en cesur toplumcusu olarak gördüğümüz ve üstü örtülen mesajını bağımsız bir eserle kitlenin önüne çıkardığımız ölümsüz sahabi-Müslüman olan 4. veya 5. kişidir Ebu Zer el-Gıfari’yi “Güneş, bu Ebu Zer’den daha dürüst bir insan üzerine doğmadı” diye tanıtırken bu sıdk kavramını kullanmıştır. Filolojik verilerden hareketle, ‘Müdafaai Hukuk’un namuslu Adamı’nın şu niteliklere sahip insan tipi olduğunu söyleyebiliriz: Gerçekçi, dürüst, doğru sözlü, kişilikli, münafıklıktan uzak, ona buna yalakalık yapmayan, kendisine sır tevdi edilebilecek güvenirlikte, feraset, nezaket ve uyum sahibi olan vakarlı kişi. Kur’an dilinin büyük ustası Isfahanlı Ragıp-ölm. 502/1108, sıdkı, ‘sözün, içte saklananı ile dudaktan telaffuz edileninin aynı olması’-el-Müfredat diye tanımlamıştır ki, bu, dolaylı yoldan namuslu adamın da tanımıdır. Zaman zaman geliyorlar Atatürk’e, yakınıyorlar: “Efendim, filanca çok yıkıcı muhalefet yapıyor; memlekete zarar verecek, durdurulması lazım.” Atatürk’ün cevabı: “Ona dokunmayınız.” Israr ediyorlar: “Efendim, çok sıkıntı yaratıyor, bize büyük engeller çıkarıyor.” Cevabı şudur ölümsüz Atatürk’ün: “Namuslu adamdır, dokunamayız.” Bir gün diyorlar ki, “Bize çok zarar veriyor, bıçak kemiğe dayandı. Bertaraf etmeliyiz.” Kükrüyor büyük Atatürk: “Bertaraf edemeyiz, muhalefetine katlanacağız; çünkü namuslu adam. Bertaraf ettiğimizde, yerine hem muhalif hem namussuz biri gelirse ne yapacaksınız!?” İşte Mustafa Kemal bu! Atatürk, irticayı iki temel açıdan değerlendirmiştir: 1: Felsefi açıdan, 2: Türk tarihi ve Türk Kurtuluş Savaşı açısından. Birinci anlamda irtica, hayatı geriye götüren ve güzel olan her şeyi tahribe yönelen bir şer unsur olarak görülmektedir. Şöyle diyor Atatürk: “Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her faydalı şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet belirir. Bizim lisanımızda buna irtica derler.” -ABE. 14/339 İrtica hıyanetinin Kurtuluş Savaşı’na problem çıkardığı günlerde Atatürk şöyle diyor: “İrticai harekâtın teşvikçisi İngilizler olup merkez beyni de İstanbul’dadır.” İrticanın, yine o günlerde, Ermeni hainleriyle işbirliği yaptığını da Kurtuluş Savaşı ile ilgili zabıtlardan öğreniyoruz.-bk. ABE. 6/325; Karabekir Paşa, İstiklal Harbimiz, 3/1079 Atatürk; irtica gibi, hurafeye de karşıdır ama hurafeyle irticayı aynı kefeye koymamıştır. Neden? Şundan: İrticanın ağır biçimde mahkûm edilişi, dinsel karakteri yüzünden asla değildir; hıyanet karakteri yüzündendir. Mürteci-hain kadrolar, işin bu püf noktasına asla değinmezler; tam aksine onu sürekli gözden kaçırarak Atatürk’ü irticaya değil de dine karşı gösterirler. Oysaki Atatürk, hıyaneti söz konusu olmayan dinsel karşı çıkışların hiçbir eksiklerine, hiçbir hurafeciliklerine bakmadan onları bağrına basmış, övmüş, yüceltmiştir. Şu sözlere bakın: “Müslüman ahaliden, vatan haini olanlardan gayrısının manevi kuvvetleri pek yüksektir. Anadolu’ya kalpten bağlanarak geleceği beklemektedirler.”-ABE. 7/155 Atatürk, bir yerde şu ‘tanımı’ da yapmaktadır: “Vicdan yerine düşman parası tanıyan alçaklık.”-ABE. 5/329 Bir tanım daha veriyor Atatürk: “Millete düşman, düşmanlara dost olarak takip edilen haince siyaset…”-ABE. 5/356 İspanyol şarkiyatçı Asin Palacios-ölm. 1944, İtalyan şairi Dante’nin İlahi Komedyası’nın kaynaklarını İslam düşüncesine çıkaran çalışmasında şu tespiti yapar: “Ortaçağ İslam medeniyeti, insanlığın tam dönüm devrinde, eski kültür silinip de yenisi gelirken yaratılmış ilk rönesanstan başka nedir?”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 90 Bütün zamanların en büyük kelam bilgini ve en büyük fakihlerinden biri kabul edilen Mütezile-Şafii imamı Kadı Abdülcebbar-ölm. 415/1025 ünlü eseri el-Muğni’de, önce, akıl ile


vahiy ilişkisinin dayandığı ve kendisinden sonraki tüm Müslüman düşünürlerce de tekrarlanan şu ilkeyi belirliyor: “Akıl ile vahyin kaynağı birdir, Allah’tır; dolayısıyla bu ikisi çelişip çatışmaz. Eğer çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirilmek üzere tevil edilir.”-Kadı Abdülcebbar; el-Muğni, 8/280 Abdülcebbar bu temel ilkeden çıkacak pratik sonuçlara da dikkat çekmiştir. Şöyle diyor: “Akıl ile zaten bilinebilecek hükümleri dine izafe etmek gerekmez. Vahiy olmasaydı bilinemeyecek hükümler olan ibadetler ise akla havale edilmez. Akıl bunların hikmet ve maslahatlarını bilemez.”-Aynı eser, 15/26, 17/102 Bu anlayışın zorunlu sonucu olarak Abdülcebbar, insanlık tarihinde ilkin onun telaffuz ettiği şu muhteşem tespiti yapmaktadır: “Dinsel deliller sıralamasında ilk sıra aklındır.” Dahi kadımız bu delile ‘hüccetü’l-akl’ demektedir. Kur’an ikinci sırada, sünnetPeygamber’in uygulamaları ise üçüncü sırada yer alıyor. Dördüncü sıra, bilginler ittifakının yani icmaındır. Geleneksel anlayış ve manifesto, bu sıralamada aklın yerini değiştirmekle kalmamış, aklı tümden devreden çıkarmıştır. Geleneksel Emevici kabule göre, dinde, deliller sıralaması şöyledir: 1: Kur’an, 2: Sünnet, 3: Kıyas, 4: İcma. Geleneksel dinciliğin bu sıralamasındaki sünnetin içinin, uydurma hadislerle doldurulduğunu da dikkate alırsak, böyle bir ‘dinsel deliller-edillei şer’iye sıralamasından insanlığa ve Müslümanlara bir hayır gelmeyeceğini anlamakta gecikmeyiz. Nitekim tarihin, önümüze koyduğu gerçek de budur. Ölümsüz eserinden bahsettiğimiz Kadı Abdülcebbar’ın, altına ‘Cumhuriyet devrimleri manifestosu’ veya ‘Atatürk’ün din-akıl anlayışı’ diye rahatlıkla yazabileceğiniz şu muhteşem tespitine de kulak verelim: Ona göre, din de dâhil, bütün alanlarda akıl ve onun verileri-akliyat önde gelir. Din verilerişer’iyyat ise esas hüküm sahibi olan akla yardımcı olur. Akıl, ayrıca, vahyi kavramanın ön şartı olarak da vahiyden önce gelir. Abdülcebbar’a göre, “Akıl, delillerin delilidir.” Aklın ve özellikle maslahat ilkesinin önemini ve fıkhın bu ilke esas alınarak yeni ihtiyaçlara göre yeniden oluşturulması gerektiğini, ‘Maslahat Risalesi’ adlı anıt eseriyle bir ekol tezi olarak öne çıkaran düşünür, Hanbeli fakihi Necmuddin et-Tüfi-ölm. 716/1316 olmuştur. Tüfi, temsil ettiği muhteşem ekolün temel anlayışını şu cümle ile ilkeleştirilmiştir: “Muamelatta hükümler maslahata-kamu yararı göre belirlenir; bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir; tüm zamanları bağlamaz.” Kur’an-ı Kerim; “Allah, aklını işletmeyenler üstüne pislik atar” diyor. Bu, Yunus suresi 100. ayet. Bunu bilmeyen birine, dindar veya dinci birine; “Mustafa Kemal böyle demiştir” desem, bana isyan eder. Şükürler olsun ki, Kur’an söylüyor. Pislik, aklı olmayanlar üzerine iner denmiyor, aklını işletmeyenler üzerine iner deniyor. Aklın varlığı yetmez, işlevsel akıl lazım. Buradan hareketle, İslam mirası şunu tespit etmiştir: Akıl, komutan olacaktır. Dinin de komutanı akıl olacaktır. “Atatürk bize akıldan başka yol gösterici bırakmamıştır.” diyor Falih Rıfkı. Ve derin bir hakikati tam isabetle ifade ediyor.-Atay, Atatürkçülük Nedir, 46 İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı tarihi konuşmada şu satırlar da var: “Bizim dinimiz İslam dini, en akılcı, en tabii dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için akılcı olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığı, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur. O halde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, İslam toplumsal hayatında özel bir sınıfa hiç kimsenin hakkı yoktur.”-ABA. 15/95 Bir Anadolu hümanisti olarak Atatürk bütün doğu milletlerini de dikkate alarak, bu politikasının esasını şöyle belirliyor: “Asya, Batı âleminin ölümünü istemiyor. Bu memleketler müthiş ve feci bir esaretten yeni çıkıyor. Asyalılar başka milletleri kendilerinin asırlarca çektikleri ıstıraplara uğratmak


istemiyorlar. Onlar kendi hesaplarına memleket fethetmek fikrinde değillerdir. Onlar yalnız bağımsızlık istiyorlar ve bunu alacaklar.” “Bağımsızlık, yabancı düşmanlığı demek değildir. Bilakis, eğer yabancılar, Türklere esir muamelesi etmek arzusunda değillerse, gelsinler, hangi millete mensup olurlarsa olsunlar, bunlar çalışmak istedikleri takdirde Türkiye’de iyi karşılanacaklardır. Fakat Türkleri Avrupalılardan aşağı tutan teorinin artık tatbik zamanı geçmiştir. Bundan sonra Doğulular ve Batılılar yekdiğerine aynı suretle muamele etmelidir. Birbirleri için eşit insanlık hakları tanımalıdır. Artık Doğuluları Batılıların altına düşüren imtiyazlar kalkmalıdır.”-ABE. 12/295 Doğu’yu ve Batı’yı çok iyi bilen Türk düşünürlerinden biri olan Peyami Safa-ölm. 1961, aynen bizim gibi, İslam dünyası için en hayati soru olarak şunu görüyor: “Niçin Ortaçağ Türk ve İslam düşüncesi, Yunan düşüncesinden sonra ve onun ilhamıyla, bugünkü Avrupa kafasının temellerini attığı halde, birden bire sapıtarak sabit bir iman içinde yan gelmeyi tercih etmiştir? Şimdiye kadar ileri sürülen bütün sebepler sabit kalmış olduğu halde bu değişikliğin sırrı nedir? Üstüne şimdiye kadar hiçbir garp, şark ve Türk mütefekkirinin ihtiraslı bir dikkatle eğilmediği bu muammayı halletmeden kendimizi anlamış olmak imkânı yoktur.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 97 Peyami Safa’ya göre, akılcı İslam düşüncesinin “İleri bir Avrupa kafasından çıktığı halde bir Asya kafasında karar kılmasının sebebi, tekâmül etmiş Greko-Latin kültüründen uzaklaşarak ilkel kalmış Brahma-Buda kültürüyle temasını arttırmasındandır.”-Safa, age. 105 Daha başka bir ifadeyle, “Niçin, İslam dini, kitabında akılcı bir düşünceye sahip bulunduğu halde sonradan mistik bir düşünce doğurmuş, Hıristiyanlık da kitabında mistik bir ruh sahibi olduğu halde, sonradan akılcı ve tabiatçı bir medeniyet yaratmıştır? Hâsılı, niçin Hıristiyan garp, düşüncesinde Müslüman’dır ve İslam şark, düşüncesinde Hıristiyan’dır? Bu çaprazlama tekâmülün, bu kafa değiş tokuşunun sırrı nedir?”-Peyami Safa, age. 106 Atatürk’ün gözünde bilimin öncülüğü, hayatın ve mutluluğun garantisidir. Atatürk’ü hatırlayalım, bütün yapıp ettikleri ilim ve aklın öncülüğündedir. Bu öncülüğü söyleme dönüştürdüğü söz şu: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Atatürk’ün bu sözü, Kur’an’ın iki yüze yakın ayetinin Türkçe ifadesidir. Biraz daha Kur’anileştirerek söyleyelim: “Hayatta tek mürşit ilimdir.” Atatürk, tam bir Kur’ani yaklaşımla, insan fıtratının dinsizliği reddettiğini, hiçbir insanın yaradılış bakımından dinsiz olamayacağını ifade etmiştir. Bütün mesele, imanı ilimle aydınlatmak ve olumlu üretime sokmaktır. Bu konuda, İzmir İktisat Kongresi’nde, bir büyük İslam düşünüründen beklenecek güzellik ve ihtişamdaki şu sözleri söylüyor: “Bugün biliyoruz ki, Batı’da dinsizliği kendine meslek yapanlar vardır. Fakat bence, dinsizim diyen, mutlaka dindardır. İnsan için dinsiz olmanın imkânı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bu sözü ne için söyledim, arz edeyim.” “Dinsiz kimse olamaz. Bu umumiyet içinde şu dinin veya bu dinin tercih edilmesi söz konusu olabilir. Bittabi biz, mensup olduğumuz dinin en çok isabetli ve en mükemmel olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu iman, aydınlanmak lazım, güzel ve iyi olmak lazımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa imanı çok zayıf insanlardan sayılırız. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olabiliriz.”-ABE. 15/97 Atatürk, 1 Mart 1923 günü, TBMM’nin 4. toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada dinin ilimle buluşturulması yönünde, daha önce bir benzerini göremediğimiz muhteşem bir kararlılığa şöyle temas ediyor:


“Tetkikat ve Te’lifatı İslamiye Heyeti’nin vazifeleri arasında hikmeti İslamiyeyi Batı’nın ilmi ve felsefi teorileriyle mukayese ve İslami kavimlerin itikadi, ilmi, içtimai, istatistikî, iktisadi hayatlarına ait işleri incelemek ve neticelerini yayımlamak, anmaya değer ehemiyete sahiptir. İnceleme için bir kütüphane tesis edildi. İstanbul’dan, Avrupa’dan ve Mısır’dan bir kısım mühim kitaplar getirtildi. Ehemmiyetli birçok kitap da Avrupa ve Mısır’a sipariş edildi. Şer’iye Vekâleti, medreselerin birleştirilmesini ve asri müessese haline getirilmesini hedeflemektedir. Vekâlet, asri müçtehit ve müfessirlere kaynak olmak üzere bir Külliyei İslamiyye vücuda getirmeye büyük ehemmiyet atfetmektedir.”-ABE. 15/175 16 Mart 1920 günü Heyeti Temsiliye reisi Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan protestoda bile yer almaktadır: “Bu işgalin mahiyetinin takdirini, resmi Avrupa ve Amerika’nın değil; ilim, irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasının vicdanına bırakmakla yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihi mesuliyete son defa bir kere daha herkesin nazarı dikkatini çekeriz.”-ABE. 7/121 27 Ekim 1922 günü Bursa’da yaptığı konuşmada ise çok daha açık seslenmiştir: “Medeni bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. Bu ilim ve fen nerede ise oradan bulup alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Dinimiz bu yüce emri ihtiva ettiği içindir ki, ekmel dindir. Dinimiz, ilim ve fenni putperest memleketlerde aratır, ta Çin’de bile aratır. Bu hakikatleri bütün milletin bilmesi lazımdır.”-ABE. 14/44-45 21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, rozet Atatürkçülerinin asla gündeme getirmedikleri şu sözleri de söylemiştir: “İmparatorluğun idare tarzındaki kabalığın doğurduğu birçok hoşnutsuzlukları da nazarı dikkate almak icap eder. Ben şahsen bütün camia için gayret sarf etsem bile bazı kitlelerde hâsıl olmuş bulunan zihniyetler, bizi birbirimize yaklaştıramayacak kadar mühim idi. Bu sebeple, ben bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk olan unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak, ben bu işi yaparken çok emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı.” “Türkiye Cumhuriyeti’nin arzu ettiği şey, Suriye’nin bağımsız bir İslam devleti olmasıdır. İsterlerse Suriyeliler bizimle dost olurlar veyahut olmazlar. Bu onların bileceği bir şeydir. Fakat herhalde bağımsız bir Suriye İslam devleti kurulmalıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Fransızlar Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Fakat evvela kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur. Suriyeliler böyle düşünmelidirler. Ben Suriye’yi bilirim. Gençliğimde Şam’da bulundum. Sürgün olarak, Abdülhamit zamanında. Suriye’nin daha birçok şehirlerinde de yaşadım. Daha sonra kumandan olarak da bulundum. Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu’da idim. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. Suriye’ye, Irak’a bağımsızlık veriniz dedim. Talat Paşa ‘Bunu başkasına söyleme, seni asarlar’ dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi bugün Türkiye, Suriye ve Irak ki zaten kardeştirler, daha samimi kardeş olacaklardı, bağımsız Suriye, Irak ve Türkiye.” “Suriyeliler henüz olgun değillermiş. Fransızlar acaba ne zaman olgun olmuşlardır? Suriyeliler mükemmelen medeni iken acaba Fransızlar ne vaziyette idi? Daha birçok meselelerimiz vardır. Fakat ve maalesef bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Suriyelilerin ellerini kollarını bağlamışlar. Çözünüz onları, koparınız o bağları! Bu namus meselesidir. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. Mesele, Suriye ile aramızda kalınca bin bir dostluk yolları ile uyuşuruz. Hatta Suriye Başvekili ile benim aramda kalsa daha çabuk olur. Bunu yapacağım. Fransızlara veremem. Açık söylüyorum. Eğer Ekselans yarın Suriye’ye ve Şam’a dönerlerse lütfen benim bütün Suriyelilere ve bütün dostlarımıza selamımı söylesinler ve açık olarak desinler ki, ben ve hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fransızlar engel olursa Fransızlara da söyleyeceğimiz


sözler vardır. Ona da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kâfi. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım. Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakamam. Suriye’yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Korkmayınız. Bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmaz iseniz her şey yaparlar.”-ABE. 30/120-122 Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun, 1 Mart 1923 günü Meclis’te yaptığı konuşmanın sonu, onun, milleti nelerin kaynağı ve sahibi olarak gördüğünün tarihi belgesi niteliğindedir. Şöyle sesleniyor: “Muhterem ve muazzez arkadaşlarım! Hep beraber ihtiram bakışlarımızı, vicdanımızın kıblesi olan millet muhitine dikelim. Orada faziletin, vefa ve sadakatin, yenilik arzusunun, hâkimiyet ve bağımsızlık aşkının söndürülemez ateşi yanmaktadır. Bu mukaddes ateş kendi içindeki cehaleti ve karanlığı yakacak ve bağımsızlığımız önüne dikilecek bütün engelleri yıkacaktır. Bu muazzam iradenin huzurunda büyük bir hürmet ve bağlılıkla eğilelim.”-ABE. 15/184 Mustafa Kemal milletten şu sözlerle de bahsetmektedir: “İlham ve kuvvet kaynağı, milletin kendisidir.”-Age. 17/47 “Hayatımdaki en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ve destektir.”-Age. 18/364 Ve Kastamonu’daki 30 Ağustos 1925 tarihli konuşmasında bir varlık kanununu ifadeye koyuyor: “Milletimizde gelişme kabiliyeti mevcut olmasaydı, bunu yaratmaya hiçbir kuvvet kudret kâfi gelmezdi. Herhangi bir gelişme vaziyetinde bulunan bir insan kitlesini, bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan gelişme mertebesine ulaştırmanın imkânsızlığı izaha muhtaç değildir.”-Age. 17/293-294 Millet ve millet için çalışmak dendiğinde, akla ilk gelen sorulardan biri, belki de birincisi para meselesi olarak belirginleşir. Millet için çalışmak, ama bunun maddi desteğini, parasını kim karşılayacak? Milletten para almak, gerekçeniz ne olursa olsun kolay iş değildir. Atatürk, milletini bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağı bilen bir lider sıfatıyla bu konuyu da Türk milleti adına cevaplamıştır. Şöyle diyor: “Efendiler! Senelerce evvel bu memleket, bu millet büyük bir felaketin içinde bırakılmıştı. Ben, memleket ve milleti, düştüğü felaketten çıkarabileceğim kanaatiyle Anadolu’ya geçtiğim ve maksadın icap ettirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını beyan etmeliyim. Fakat parasızlık, milletle beraber atmaya yöneldiğim koca adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdükçe, muvaffak oldukça maddi müşkülat ve engeller kendiliğinden halloldu.” “Ankara’da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını bu topraklardan atmaktan bahsettiğim zaman bana en şuurlu, en uzak görüşlü oldukları iddia olunan zevat, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsettiler. Ne kadar paran vardır veya nereden, nasıl para bulabilirsin gibi sorular yöneltiyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: Türk milleti, teşebbüsün ciddiyetine kanaati halinde, onun gerektirdiği kadar servet kaynağını müteşebbislerin emrine amade kılar.” “Hükümet teşekkül ettiğinde onu teşkil eden kişilerin dahi bana, ‘Hükümet teşekkül etti fakat devlet ve hükümetin idaresi için nereden para alacağız?’ dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap çok sade olmuştu: ‘Mesainiz devleti, milleti kurtarmaya yönelik olunca ve bu hedefiniz büyük Türk milletince malum olunca sorunuz tekerrür etmeyecektir.’ Türk milleti, kendi için, kendi geleceği ve selameti için çalışan müteşebbisleri ve heyetleri müşkülat karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanperverlik ve yüksek şeref hissiyatıyla donanmıştır.”-ABE. 18/283 19 Eylül 1921 günü TBMM’de yaptığı uzun konuşmanın bir yerinde o günkü Türk hükümetini değerlendirmekte ve şu tarihi tespiti yapmaktadır: “Hükümetimizin şekli,


gerçek kanuna ve İslam şeriatına tamamen uygundur. ‘Bunun şekli yoktur, vaziyeti yoktur, şüphelidir belirsizdir’ demek, elbette isabetli olamaz. Fakat belki saygıdeğer arkadaşlarımızdan bazılarıyla öneri yazarı beyefendinin söylemek istediği başka bir şeydir. Yani, ‘Bu hükümet demokrat bir hükümet midir, sosyalist bir hükümet midir, yani şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi söylenen hükümetlerden hangisidir?’ buyurdular!” “Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. Sosyalist bir hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin, bilimsel mahiyeti bakımından, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hâkimiyeti, milli iradeyi oluşturan tek bir hükümettir, bu öze sahip bir hükümettir! İlmi ve sosyal noktadan bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse ‘halk hükümeti’ deriz. Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun birinciden dördüncüye kadar olan maddeleri hükümetin ne olduğunu, kimin tarafından yönetildiğini, yöneten heyetin kuvvet ve yetkisini açıklamıştır. Şekli belirlenmiştir. Fakat sosyolojik açıdan bile düşündüğümüz zaman, biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan gayret ve emek sahipleriyiz, zavallı bir halkız! Konumumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan arınmış geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur.” “Halkçılık, sosyal düzenini çalışmasına, hukukuna dayandırmak isteyen bir sosyal meslektir. Biz bu hakkımızı saklı bulundurmak, bağımsızlığımızı güven altına almak için toplumumuzca, milletimizce bizi yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız. Bundan dolayı bu ve bu gibi yönlendirmelerle ve açıklamalarla hükümetimizin dayandığı temelin, ilmi çalışmaya dayanan bir temel olduğunu açık bir şekilde görürüz; fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş!” “Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler.”-Atatürk, Söylev ve Demeçler, 211-212 Atatürk, milletiyle münasebeti açısından nedir? Vahdettin gibi ‘millete çoban’ mı, yoksa diğer bütün sultanlar gibi ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ mi? Hayır, hiçbiri değil. Ne olduğunu, bizzat kendisi, bir büyük melaminin azizlik ve temizliği içinde bakın nasıl anlatıyor: “Sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde toplamak, geçmişe, bugüne, geleceğe bütün bu devirlere ait bir toplum meselesinin açıklanmasını ve ortaya konulmasını, bu yüksek topluluğun mütevazı bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.” “Memleket ve milletin hayat ve geleceğine olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir hakikat noktasını izaha mecburum. Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı istediğiniz gibi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, milli mevcudiyetinizi, bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye sevk etmemelidir. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Bir millet için, bir millet varlığı, bir millet şerefi ve haysiyeti, bir millet büyüklüğü için bu kadar hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık işlemeyeceği hakkında tam bir itimada sahip olmakla müsterihim ve iftihar ediyorum.”-ABE. 17/45 2 Aralık 1925 günü gazeteciler ve kumandanlarla konuşmasında, kendisinin ‘Sürekli Cumhurbaşkanlığı’ ile ilgili şöyle diyor: “Birçok yerlerden müracaatlar görüyorum. Yaşadığım müddetçe reisicumhurluğumu istiyorlar. Bu, bizim prensiplerimize aykırıdır.”-ABE. 18/127


12 Haziran 1925 günü, yani Türkiye’de ve dünyada güç, şöhret ve itibarının zirvesinde olduğu sırada, milletiyle bütünlüğünün, milletinde eriyip yok olduğunun ifadesi olan şu konuşmayı yapıyor: “İki Mustafa Kemal vardır; biri karşınızda oturan ben; et ve kemik, fani Mustafa Kemal. İkinci bir Mustafa Kemal var onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem. O, ben değil, bizdir. O, burada oturan sizler, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve yeni mefküre için uğraşan aydın ve mücahit bir zümredir. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüs ettiklerim, onların hasret duyduklarını tatmin içindir. O Mustafa Kemal bütün bir aydın ve mücahit zümrenin temsilcisidir. Fani olmayan, yaşaması ve muvaffak olması mukadder olan Mustafa Kemal odur.”-ABE. 17/255 5 Ocak 1925 günü Konya’da yaptığı şu konuşma, Müdafaai Hukuk devrimi ve Atatürk meselesinin tarihe ışık tutan bir vicdan belgesi gibidir: “Biz, keyfi hareket etmeyiz. Müstebit asla değiliz. Hayatımız, bütün faaliyetimiz memleket işlerinde keyfi ve müstebitçe hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir.” “Bizim; akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek şiarımızdır. Bütün hayatımızı dolduran vakalar, bu hakikatin delilidirler.” “Memleket ve millet işlerinde, şahıslarıyla, fiilleriyle, fikirleriyle zararlı olmak vaziyetine düşenlere karşı zaman zaman sertleştiğimiz vakidir. Milleti hakiki kurtuluş yolunda yürümekten mene çalışmak isteyenlere şiddetli ve amansız olmak eğilimindeyiz! Toplumsal nizamımızı bilerek veya bilmeyerek ihlal edici kimselere müsaadekar olamayız! Bunlar doğrudur. Bizden bu hususlarda sükûnet ve tarafsızlık talep edenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi, memleket ve millet menfaatini her şeyin üstünde gördüğümüzdendir.”-ABE. 17/149 İzmir suikastında cezaların verilmesini ve infazını, kendisine yönelik bir hareketin mahkûmiyeti olarak düşünmüyor, Türk devlet ve milletine yönelen bir ‘irtica’ yani dinci hıyanet olayı olarak düşünüyor. 1 Kasım 1926 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söylüyor: “Türk milletinin gelişmesine asırlardan beri set çeken engelleri kaldırmak ve genel hayata muasır medeniyetin kanunlarını ve vasıtalarını vermek için sarf ettiğiniz mesainin bütün milletin tasvibine kavuştuğu muhakkaktır. İhtiraslarını ve içlerinde gizlediklerini milletin selameti yolunda tatmin edilmemiş görenlerin boğazlanmışçasına teşebbüsleri milli irade karşısında daima kahrolmuştur ve daima kahrolacaktır. Suikast hadisesi naçiz şahsımızla alakası itibarıyla değil, fakat Türk milletinin merdane vasıflarına yaraşmayan ve millet vekâleti gibi yüksek bir itibar mertebesini tecavüz vasıtası kılmayı düşünecek kadar soysuzlaşan irticai bir zihniyet göstermek itibarıyla üzücü olmuştur.”-ABE. 18/297 Atatürk, Türk halkını raiyyelikten kurtarıp millet yaptı. Nedir Atatürk’ün bu ‘millet’i? Önce kendisini dinleyelim. O günlerden çok bugünlere çözüm getiren bir reçeteyi andıran şu sözleri ibretle okuyalım: “Muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif İslami unsurlardan meydana gelmektedir. Bu topluluğu teşkil eden her bir İslam unsuru, bizim kardeşimiz ve menfaatleri tamamıyla ortak olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif İslami unsurlar ki, vatandaştırlar, yekdiğerinin karşılıklı hürmet ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırki, toplumsal, coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyit ettik ve hepimiz bugün samimiyetle kabul ettik. Dolayısıyla, menfaatlerimiz ortaktır. Kurtarılmasına azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil, hepsinin karışımı bir İslam unsurudur.


Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum.”ABE. 8/157 Müdafaai Hukuk Başbuğu’na göre, millet, aynı zamanda kendisine hesap verilmesi gereken bir yüce makamdır. Bu makama verdiği hesabı aynı zamanda tarihe de verdiği hesap olan Nutuk’la yerine getirmiştir. Afet İnan’ın Nutuk’la ilgili şu sözleri derin bir hakikatin ifadesidir: “Nutuk, bir devlet kurucusunun milletine hesap verme örneğidir ve tarihte eşine az rastlanır.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 40 Bizzat Atatürk, Nutuk’u, ‘millete hesap vermek için’ yazdığını dile getirmiştir. CHP İkinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Senelerden beri devam eden çalışmalar ve icraatımızın millete hesabını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim.”-Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 16 Ekim 1927 Aynı gerçeği, Nutuk’u okuduğu kongrenin açılışında yaptığı konuşmada bir soru üzerine şöyle dile getiriyor: “Geleceğe yönelen tedbirler hakkında fikirlerinizi söylemeden önce geçmişe ait olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süregelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabını vermek, ödevim olmuştur. Olaylarla dolu dokuz yıllık bir sürenin tarihine değinecek demecim uzun sürecektir. Ama bu güç iş, yerine getirilmesi gereken bir ödev olduğuna göre sözü uzatırsam beni hoş karşılayacağınızı ve bağışlayacağınızı umarım.”Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 43 Atatürk, çok ilginçtir, Kur’an’da yapılanın aynını yaparak millet ile kavmi birbirinden ayırıyor. Türk milleti denince bir kavim değil, bir halk anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 1926 tarihini taşıyan Nutuk’a hazırlık dosyasındaki notlarında şu satırlar var: “Millet kelimesiyle kavim kelimesi karışır. Şu farkla ki millet kelimesiyle siyasi teşekkül kast olunur; kavimpeople kelimesi ise her şeyden evvel kökeni ve ırkı hatırlatır.” “Irk, lisan, din, hükümet, ayrı insanların millet halinde teşekkülüne yardım etmişlerdir. Fakat muhtelif lisan konuşan ve muhtelif dine sahip olan muhtelif ırklardan meydana gelen milletler vardır. Bunun gibi, siyasi müesseselerle ayrılmış veyahut Yahudiler gibi bütün dünya üzerine dağılmış oldukları halde yekdiğerine sıkı milli bir bağ ile bağlı kalmış kavimler vardır. Aynı lisanı konuştukları halde aynı millete mensup olmayanlar da vardır. Bazı milletler, birbirinden esaslı bir surette farklı ırklardan meydana gelir. Bir milletin sinesinde birbirine en zıt dinlerin yan yana mevcudiyeti de görülmektedir.” “Aynı arazide yaşayan ve millet haline gelen kavimlerin müşterek siyasi müesseseler tarafından idare edilmesi icap eder. Bir millet, tarihin derin inkılâplarının mahsulü olan manevi bir unsur, manevi bir ailedir. Arazinin şekliyle tayin olunmuş bir grup değildir. Bu fikir üzerinde ısrar ederek, millet hakkında ancak eksik bir fikir veren geçici ve ikinci derecedeki unsurları hariç bıraktıktan sonra Renan, çoğunlukla pek ayrı kavimlerin insanlarını iki şeyin birleştirdiğini ilave eder: Birisi zengince bir hatırat mirasına sahip olmak, diğeri beraber yaşamak hususundaki arzu ve rıza. Bu rıza, sahip olunan mirasın muhafazasına devam hususundaki iradedir.” “Milli birlik meselesinde ırk ve dil ihtilafına rağmen anlaşılması lazım gelen budur. Fakat müşterek fikrin belirmesine, hayati benzeyişler ile köken birliğinin ahlak yakınlığı inşa etmesine müessir olduğu ilk esas ki köken ve ırktır, bunların tesirini inkâr etmemelidir. Her şeyin mukaddes hazinesini muhafaza eden lisanın da tesirini unutmamalıdır. Bir millet diğer milletlere nispetle tabii veya kazanılmış haklara, hususi karaktere sahip olması, kendisini kuşatan milletlerden farklı bir uzviyet teşkil etmesi, çoğunlukla onlardan ayrı olarak asra paralel gelişmeye çalışması keyfiyetine milliyetler prensibi denir.” “Her kavim, hükümetinin şeklini tanzim etmek ve değiştirmek hakkına sahiptir. Bir kavim diğerlerinin hükümetine karışmak hakkına sahip değildir. Bir kavmin hürriyetine tecavüz, bütün kavimlere tecavüz demektir. Millet, ahlak, lisan ve kanunları muhtelif kavimleri ihtiva edebilir. Devlet, milletin ancak bir teşkilat unsurudur, şekillenmesidir.”-ABE. 18/317-322


Atatürk, milletin birliğinden yürüyerek insanlığın birliği idealine yol arar, o yüceliğe tırmanır. Bunun için atıf yaptığı temel kavram ne dindir ne de ırk. Atıf yapılan temel kavram, medeniyet olmuştur. Belli ki Atatürk, bu noktada bir devlet adamı, bir asker olmaktan çıkmakta, bir filozof haline gelmektedir. Bu noktada, izninizle şu tabiri kullanmaya cesaret ediyorum: Atatürk, insanlığın birliğini sağlamada, bir ortak-evrensel medeniyet fikrini ileri sürüyor. Ve insanlığın birliğinin bu ortak-evrensel medeniyet etrafında vücut bulmasını öneriyor. Türk milletini de bu ortak-evrensel medeniyetle eklemlendirerek, Fransız Maurice Pernot’ya fikrini şöyle açıklıyor: “Biz, yabancılara karşı herhangi düşmanca bir fikir beslemediğimiz gibi, onlarla samimi münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır. Siyasetimizin, ananelerimizin, menfaatlerimizin bizi fikir ve eğilim itibarıyla bir Avrupa Türkiye’si, daha doğrusu Batı’ya yönelmiş bir Türkiye arzu etmeye meylettirmesi olacaktır. Biz daima Doğu’dan Batı’ya doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki, bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz. Vücutlarımız Doğu’da ise fikirlerimiz Batı’ya doğru yönelik kalmıştır. Medeniyete girmek arzu edip de, Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? Eğer yabancı düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa halel verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir.”-ABE. 16/148-149 Millet olmak nedir sorusu da önem arz etmektedir. Osmanlı hiçbir zaman millet olamamıştır. Bu millet olamamış topluluğun kader meselelerini kotaran, var oluşunu sağlamak için sürekli hayatını ortaya koyan unsur-Türk unsur ise en fazla ihmal edilen, hatta horlanan unsur durumundadır. Denebilir ki, raiyyelik, sadece o unsurun canını yakmıştır. Ve Osmanlı batıp dağıldığında da onun bütün günahlarını ve borçlarının faturasını ödeme işi bu horlanan unsurun boynunda kalmıştır. Atatürk bu noktaya büyük bir vukuf ve hakşinaslıkla parmak basıyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetli devirlerinden itibaren, milletin bağımsızlığı zararına, hayati menfaatleri zararına o kadar çok şey feda edilmiş idi ki, netice yalnız kendisinin mahvolmasından ve çökmesinden ibaret kalmadı, belki kendinden sonra da memleketin hakiki sahibi olan milleti hak ve mevcudiyetini ispat için büyük müşkülata maruz bıraktı.” “Vatan dediğimiz kutsi mevcudiyete genel bir bakışla bakalım. Onun hayat namına, ümran namına her mazhariyetten mahrum bir siyah toprak sahasından ibaret bırakılmış olduğunu görürüz. O siyah toprak sahasının altında defineler ve üstünde asil ve kahraman bir millet yaşıyor.”-ABE. 16/77, 79 Millete verilen hâkimiyetin hangi temel değerlere dayanacağını Gazi Mustafa Kemal şöyle ifade etmektedir: “Hâkimiyeti milliye üç büyük dayanak noktası tanır: Zekâ, irfan, hamiyyet. Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz.”-ABE. 6/125 Atatürk, bu konuya, İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı konuşmada, bir büyük Müslüman fakihten beklenebilecek bir vukufla şöyle açıklık getirmektedir: “Biz elhamdülillah Müslüman’ız, dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği şekil, yalnız ve yalnız bu hükümet şeklidir. İsterseniz bu noktada ufak bir izah yapayım.” “Biliyorsunuz ki, şer’i esaslarda, ilahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir, yoktur. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şuradır, meclistir. Hükümet mutlaka meclis halinde olmak lazımdır. O kadar ki, bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapamazdı, Allah tarafından men edilmişti. İkinci esas, adalettir. Şura, adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükümet şekli kınanmıştır.”


“Herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek, sultan demektir, padişah demektir; böyle başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.” “Millet her bakımdan kendi menfaatlerini muhafaza edecek olan ve bu menfaatleri muhafaza etmek için lazım gelen vasıflara ve meziyetlere sahip bulunduğunu kabul ederek seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir şuraya sahip olursa ve bu şura adalet üzere hareket ederse, işte Allah’ın ve Kur’an’ın talep ettiği hükümet odur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.” “Bizim çok korktuğumuz ve daima korkmakla hayatımızı kurtaracağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, herhangi bir heyetin dahi istibdadı altında kalmaktır. Çünkü efendiler, şahıslar gibi meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı, şahısların istibdadından daha tehlikelidir. Dolayısı ile uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, milli emeller başkadır.”-ABE. 15/76-83 Atatürk devriminin en hayati ilkesi, belki de tek ilkesi şudur: Sürekli devrim içinde olmak, sürekli yaratıcılık sergilemek. Atatürk, bir aksiyon felsefesi mimarı gibi konuşmaktadır. Hem kurgulayan hem de yaratan adamın şu sözünün altına, aksiyon felsefesinin mimarı filozof Maurice Blondel-ölm. 1949 imzasını atsanız kimse yadırgamaz. Şöyle diyor ölümsüz Atatürk: “Yerinde duran bir şey geriye gidiyor demektir. Bu münasebetle, maarif hakkındaki görüşlerimi tespit ediyorum. Bir taraftan genel olan cehaleti gidermeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal hayatta bizzat etkili iş gören verimli uzuvlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta öğrenimin pratik bir tarzda olmasıyla mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkârlarına sahip olur. Bittabi milli dehamızı geliştirecek, kültürlerimizi layık olduğu dereceye ulaştırmak için yüksek meslek erbabını da yetiştireceğiz. Kız çocuklarımızı da aynı tahsil derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz.”ABE. 14/45 Ve şu sözünün altına ego-yaratıcı özgür benlik felsefesinin mimarı ve Kur’an’ın vicdan düşünürlerinden biri olan Muhammed İkbal’in adını yazsanız kim garipser? Şöyle diyor Gazi: “Büyük ve kutsi hedefler, ulaşılamayacak hedeflerdir. Dolayısıyla herhangi bir hedefe ulaşmakla kanaat etmeyeceğiz. Daima daha ilerisine varmak için mesai sarf edeceğiz.”ABE. 18/46 Ankara Halkevi’nde Bursalı gençlere hitabesinde şu sözler de var: “Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan için, her mahlûk için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar.”-ABE. 29/175 Türk devrimi, kitabi bir devrim değildir, hayatın içinden gelen bir devrimdir. Savaş meydanlarında kazanılmış, yaratılmış bir devrimdir. Teoriden yola çıkan bir devrim değil, hayatın çileli patikalarında kendi kendini inşa eden bir devrimdir. Teorisini pratiğine


yazdırmış ve yaptırmış bir devrimdir. Peyami Safa’nın usta ifadesiyle, “Türk devrimi evde yaptığı hesapla çarşıya çıkmamıştır; hesabı bizzat çarşının içinde yapmıştır.” “Atatürk devrimi savaş meydanlarında kan ve gözyaşıyla yapıldıktan sonra kalem ve mürekkeple yazılmıştır. Yani önce yapılan sonra yazılan bir devrimdir. Gerçekleşmeden önce; bir sistem halinde, Türk inkılâbının hiçbir kitapta yeri yoktu. Türk inkılâbının izahına başlamak ancak vukuundan yıllarca sonra mümkün olabiliyor. Bu inkılâp, kendinden evvelki bazı dağınık fikir cereyanlarının tekâmülü ve taazzuvu olsa bile, bir ideoloji haysiyetiyle hiçbir peşin düşünceye mal edilemez. Türk inkılâbının bir kitabı varsa o, canlı bir tarihtir ve hayatın ta kendisidir.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 117 Türk devrimiyle ilgili önemli eserlerden birinin yazarı olan Avusturyalı diplomat Norbert von Bischoff, Ankara adlı eserinde şu satırlara da yer veriyor: “Sevk ve idarenin tamamen hayata göre yapılması, inkılâbı ve devletle cemiyetin inşası işini, önceden kabul edilmiş bir idealle karşılaştırılmak külfetinden kurtarmıştır. Hakikatler dünyasının idealler dünyasına tamamen uyması imkânsızdır. Türk inkılâbında ise ideal, devlet yaratılır yaratılmaz ortaya çıkmıştır ve bu, yeni Türk dünyasının inşasıdır. Bu suretle, hakikatle ideal birbirini bulmuştur. Böyle olmakla beraber üstünlük hakikatindir ve ideale bir yer verilmesi hakikate yer verilmekte olmasından dolayıdır. İdeal, tek başına bir hayata malik olamaz ki, eskiyi devirip gelen yeni, hakikatin önüne bir engel gibi dikilsin.”-Peyami Safa, age, 118 Sürekli atılım, bir anlamıyla da sürekli taarruz halinde olmak demektir. Sürekli savunma halinde olmak, çöküşe gitmenin başka bir ifadesidir. Atatürk’ün hayat felsefesi ve siyaset anlayışının temelinde bu ‘sürekli taarruz’ ruhu yatar. Bu ruh, onun için sadece askeri harekât açısından anlam ifade eden bir taktik değildir; tam aksine, hayatın bütün alanlarında geçerli bir varoluş idrakidir. Şöyle diyor: “Kati netice daima taarruzla alınır; fakat müdafaa ile yerine getirilecek birçok vazifeler de vardır.”-ABE. 16/220 Sürekli atılımın bir gerçeği de sürekli savaş halinde olmaktır. Hiçbir başarı, hiçbir barış savaşa hazır olmayanlar için bir anlam ifade edemez; çünkü her an yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Özellikle Türkiye gibi ülkelerin konumlarından doğan gerçeklerin başında bu ‘sürekli savaş halinde olmak’ vardır. Büyük Gazi, bu gerçeğe, hayatının en büyük zaferini kazandığı tarihte, 13 Ağustos 1923’te, TBMM’de yaptığı bir konuşmada parmak basmıştır: “Bugün ulaştığımız barışın, ebedi barış olacağına inanmak, elbette safdillik olur. Bu, o kadar mühim bir hakikattir ki, ondan bir an gaflet, milletin bütün hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz ki haklarımıza, şeref ve haysiyetimize hürmet edildikçe mütekabil hürmette katiyen kusur etmeyeceğiz. Fakat ne çare ki, zayıf olanların haklarına hürmetin noksan olduğunu veya hiç hürmet edilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için, bütün ihtimallerin talep edeceği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz.”-ABE. 16/79 Sürekli atılım ruhunun bir gereği de ‘sürekli savaş’ içinde olduğumuzun bilincine varmaktır. Hayat, inanmak ve savaşmaktan ibarettir. Bu bilinç korunduğu sürece ve gereği yapıldığı oranda bir miktar barış ve sükûn beklenebilir. Sadece barış ve sükûna uyarlanan, öyle kurgulanan bir hayat zillet ve sefalete götürür. Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun 2 Şubat 1923 günü İzmir’de halka yaptığı konuşmadan aldığımız aşağıdaki satırlar, büyük bir aksiyon filozofunun en hayati öğretilerinden birini ifade eden sözler gibidir: “Hayat demek, mücadele demektir, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir. İnsanların bütün meşgul olduğu meseleler, bütün maruz kaldığı tehlikeler ve bütün elde


ettiği muvaffakiyetler, genel bir mücadelenin dalgaları tarafından doğurulagelmiştir. Herkesçe bilinir ki, insanlığın bizce malum olan çarpışması, Doğu kavimlerinin Batı kavimleri üzerine hücumuyla taarruzuyla başlar.” “Fakat her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lazımdır. Bunu, asker olanlar çok iyi bilir. Vukuu bulan taarruza karşı, mukabil taarruz düşünmeden hareket edenlerin akıbeti, mutlaka mağlup olmaktır, hezimete uğramaktır, yok olmaktır.”-ABE. 15/57 Sürekli atılım ruhunu tehlikeli kılan bir numaralı hata, hayalciliktir. Çünkü hayalcilik, varlık kanunlarını zorlamaktır. Varlık kanunlarını zorlamak Allah’ın iradesini zorlamak ve yaradılış sırrını tersine çevirmeye kalkmaktır. Kur’an’ın, ‘sünnetullahta yani varlık kanunlarında değişme, değiştirme olmaz’ söylemini birkaç kez ifadeye koyması boşuna değildir. Yaratıcı Kudret, sünnetullahın değişmesine izin vermez. Hesabınızı kitabınızı bu ‘değişmezliği’ unutmadan yapmak zorundasınız. Büyük cengâverlerin, muhteşem sultanların büyük hataları işte burada ortaya çıkar. Buradaki dengeyi bulamamak, nerede duracağını tayin edememek onların muhteşem zaferlerini de çoğu zaman işe yaramaz hale getirir. Atatürk, yine büyük bir filozof tavrı ve fark edişiyle bu noktayı tam omurgasından yakalamış ve hem dünya tarihini hem de Müslüman tarihi bu açıdan bir tahlile tabi tutmuştur. Gazi’nin bizce, en filozofik konuşmalarından biri olan 2 Şubat 1923 İzmir konuşmasında bu konuya ilişkin sarsıcı sözler vardır: “Osmanlı devletinin, devlet siyaseti olarak, millet siyaseti olarak, halk siyaseti olarak, belli, açık bir siyaseti mevcut değildi. Devletin başına geçen hükümdarlar, kendi arzularına, heveslerine göre bir nevi siyaset icat ederlerdi ve o siyasetin peşinden bütün milleti sürükler, götürürlerdi.” “Bütün Müslümanların bir noktada birleşmesi ve hep beraber çalışarak kuvvetli olması, mesut olması, muhakkak arzu edilir. Fakat dünyada elde edilemez olan hedeflere yürümek, insanları çok aldatmıştır, çok aldatır. İnsanlar parlak olan siyasetlere doğru mutlaka yürümek ve oraya ulaşmak ister. Çünkü parlak olan şeyler caziptir. Bu dediğim nokta da parlaktır, caziptir. Fakat hayat hayallere dayanamaz; hayat maddiyata dayanır. Herhangi bir millet hayatını muhafaza için, hayat vasıtalarını elde etmek ve düzenlemek için adım attığı zaman seçtiği hedef hayali olursa elbette muvaffak olamaz. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların, belki çok acı, çok kanlı hadiseler ile ve belki çok büyük felaketlerle bulmuş olduğu bir neticedir.” “Büyük bir cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü genel şartlarına ve asrın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslam âleminin şimdiye kadar vehmedildiği gibi bir noktadan sevk ve idaresine maddi imkân yoktur ve olamaz. Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü ‘bu olmamıştır ve olamayacaktır’ dediğim zaman bu benim ifadem değildir, tarihin ifadesidir, vakaların ve hadiselerin ifadesidir; en nihayet ilmin, aklın, mantığın ifadesidir. Arkadaşlar, bin üç yüz şu kadar seneden beri bu teori, nerede ve ne vakit tatbik kabiliyeti bulabilmiştir?” “Bir Osmanlı devleti vardı. O da en nihayet yok olmaya mahkûm oldu. Ne için? Çünkü millet kendi hayatıyla ve kendi eviyle hiçbir vakit meşgul olmadı; daima hayali birtakım hedeflere karşı sürüklendi ve kendi kendini sürükledi, en nihayet bu hal ve vaziyete düştü.” “Hepsinin iradesine sahip olanın iradesi, umumun iradesi yerine geçer. Dolayısıyla bütün görüşleri bir noktada özetlemek lazım gelirse, mahv ve yok olduğunu, sefil olduğunu gördüğümüz bu toplumların, mahv ve yok olma sebepleri, kendi iradelerine sahip olmamış bulunmalarıdır. İradenin başkaları tarafından gasp edilmiş olması veya başkalarına terk edilmiş ve bırakılmış olmasıdır. Bir toplum, bir devlet müessesesi, bu hatadan yakasını kurtarmaksızın, ne şekilde tesis olunursa olunsun, her halde netice itibarıyla felakete


mahkûmdur. Biliyorsunuz ki, Osmanlı devleti saltanat devresini, haşmetini, debdebesini yaşadıktan sonra düşmeye başladı.”-ABE. 15/57-60 Mustafa Kemal şöyle diyor: “Her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.” Hz. Muhammed’de şöyle diyor: “Esas cihat, zalim sultan karşısında hakkı seslendirmektir.” Her toplum, müstahak olduğuna maruz kalır, layık olduğunu da mutlaka elde eder. O halde, çöküşün de yükselişin de esası ve motoru, toplumun yapısı ve hak edişidir. Koordinat alışın tipik örneklerinden biri de Nutuk’taki 97. vesikada görülmektedir. Orada, toplumun layık olduğunu görmesi gerektiğine dikkat çektikten sonra sözü şöyle bağlar: “Çünkü Peygamberimiz, ‘Kema tekunu yüvella aleyküm’ yani ‘Siz ne mahiyette olursanız evliyayı umurunuz da o mahiyette olur’ buyurmuşlardır.”-Nutuk, eski harf basım, 2/86 Burada Muhammed-Mustafa birlikteliğinin muhteşem güzelliklerinden birkaçı esrarlı bir şekilde kucaklaşmıştır: 1: Bir toplumun, layık olmadan bir mevkie sahip olamayacağı gerçeğinin ifadesi, 2: Layık olunan hakların elde edilmesi için toplumun bizzat ayağa kalkmasının kaçınılmazlığı, havalecilik ve ihaleciliğin, hakların elde edilmesinde hiçbir işe yaramayacağı, 3: Atatürk’ün, Muhammedi-Kur’ani metinleri özgün Arapça metinlerinden bizzat okuması ve sonra da tercümelerini en isabetli biçimde anında vermesi. Güç böylesine anlamlı ve böylesine yaratıcı ise milletin kuvvetinin sembolü olan ordu daima hücum hedefi olacaktır. Ve Türk tarihini esas alırsak bin yıldır da böyle olmuştur. Atatürk, aynen Kur’an’da ifade edildiği gibi, bu anlamda ‘kuvvet, ordu’dur gerçeğine inanmaktadır. Sadece o günleri değil, bizim Anadolu’daki kaderimizi ve o kaderi, haçlı efendilerinin desteğiyle karartan hainleri, bir tür kehanet gibi deşifre eden şu cümlelere bakın: “Kuvvet, ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır. İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii, evvela onu ordudan mahrum etmek çaresine giriştiler… Sonra, kumandanlarımıza ve subaylarımıza taarruz ve tecavüze başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler.” “Her halde, ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu mutlaka imha etmek, subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. Düşmanlarımız herkesten evvel subayları öldürdüler; onları aşağılar ve hor görürler… Subayın yaşamak için bir çaresi vardır: Şerefini korumak. Düşmanlarımızın kast ettiği ise o şerefi ayaklar altına almaktır.”-ABE. 9/112-113 Müdafaai Hukuk öncüleri, bir mücadele veya idealin gerekli kuvvete sahip olmadıkça hedefine asla varamayacağı, sadece zalimden merhamet dilenmekle yetineceği, bunun ise zalimin sadizmini arttırmaktan başka bir işe yaramayacağı bilinç ve inancındadırlar. Atatürk 3 Mart 1922 günü, Rus diplomat Aralof’un konuşmasına cevaben yaptığı konuşmada tarihi ve tarihi yaratacak olanları şöyle uyarıyor: “İstilacı, mütecaviz saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler.


Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler… Bunlar sırf kendi hırslarına çalışmaktadır. Bunların gayesi insaniyetin, iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça bunların mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlardan tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir.”-ABE. 12/299, 300 Müdafaai Hukuk Başbuğu, kuvvet olmadan hak sahibi olmanın hiçbir anlam taşımayacağı bir dünyada yaşamak zorunda olduğumuzu biliyor ve bunun için hazırlıklı olmamız gerektiğine değişik vesilelerle vurgu yapıyordu. Arkasında caydırıcı bir kuvvetin bulunmadığı bir barış teklif ve temennisinin emperyalist kurtlar sofrasında çiğ çiğ yenmeyi kabul anlamında olduğunu da biliyordu. Bir yandan ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek yüreğinin, vicdanının arzusunu ifade ederken, bir yandan da aklının ve hayat kanunlarının gereğini yaparak 19 Nisan 1926 günü İtalyan ve Rus sefirlerine şöyle konuşuyordu: “Savaşları arzu etmiyorum; her türlüsünden kaçıyorum; ama bizi buna zorlarlarsa bendeki güç sadece savunmayla sınırlı değildir.”-ABE. 18/176 Bakanlar kurulunca alınan bazı kararlardan tedirginlik duyduğunu ifade eden ve 9 Eylül 1937 günü Başbakan İsmet İnönü’ye hitaben yazılan şu cümle de dikkat çekmektedir: “Bütün insani anlaşmazlıkları barışla neticelendirecek teşebbüslere iştirak ederiz. Bunun haricinde Türkiye Cumhuriyeti’ne empozisyon-dayatma olamayacağı tabiidir.”-ABE. 29/306 Atatürk, bir insan olarak başarısının temel felsefesini ‘kuvvetli olmak’ esasına oturtmuştur. Bu, onun sadece siyasetinin değil, hayat anlayışının da esasıdır. Bu temel felsefeyi şöyle tanıtıyor: “Arkadaşlıkta ve kardeşlikte dahi kuvvet dengesini nazarı dikkate almak lazımdır. Zayıf olan, kuvvetli olanın mutlaka mahkûmudur. İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Her şeyden evvel kuvvettir. Dolayısıyla, bizim kurtuluşumuz için vuku bulacak yardımlar karşısında ki bağımsızlığın korunması içindir, kendi kuvvetimize dayandığımızı ispat etmeliyiz. Bize yardım etmek için gelecek kuvvetler bizi yutacak kadar olursa yutar.”-ABE. 9/391 İnsanlığın oluşturduğu hiçbir hukuk kurumu, kuvveti hukukun emrine verememiştir, veremez. Atatürk bunu daha o günlerde görmüş ve mesela bugünkü Birleşmiş Milletlerin o günkü şekli olan Milletler Cemiyeti için, 1923 Temmuz’unda şöyle demiştir: “Milletler Cemiyeti’nin hatası, belli bazı milletleri yönetmek, diğer milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır. Wilson’un ‘kendi kaderini tayin’ fikri garip şekilde ortadan kaybolmuş görünüyor.”-ABE. 16/39 Barış ve silahsızlanma ideali, daha doğrusu hayali, teorik olarak güzeldir ama tarih boyunca bu hayal, mazlumların daha çok ezilmesiyle zalimlerin daha çok ezmesinden başka bir şey üretmemiştir. Silahsızlanma ve barış ideali dahi, tüm toplumların gelişme ve güç seviyelerinin denk olmasıyla elde edilebilir. Bu bir hayat kanunudur. Gazi, bu hayat kanununa dikkat çekerken şöyle diyor: “Silahsızlanma ve daimi barış, ancak ve ancak büyük devletlerin devlet adamlarının büyük ve küçük bütün milletlerin bağımsızlık ve gelişme haklarına eşit surette sahip olduklarını kabul etmeyi öğrendikleri zaman mümkün olacaktır.”-ABE. 15/24 Mustafa Kemal bu kader sırrını isabetle teşhis etmiş ve onun gereklerini samimi ve net ifadelerle tarihin ve milletin önüne koymuştur. Yalnız kendi emeğine güvenmek, Türkiye’nin yarınlara taşınması bağlamında değerlendirildiğinde iki şeye güvenmek, başka


bir şeye de güvenmemek anlamına gelmektedir. Gazi, bunu, 24 Şubat 1924’te yaptığı bir konuşmada şöyle ifade etmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet kararı, diğeri en acı ve en müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla layık olan ordumuzun kahramanlığı. Bu iki şeye güvenir.”-ABE. 16/221 Türk ordusu, Türk milletinin sahip bulunduğu en büyük değerdir. Bu konuda dünyada hiç kimsenin bir tereddüdü olmamıştır. Bu gerçeği en iyi bilen insan ise Kurtuluş ve Cumhuriyet Ordusu’nun mimarı ve başkumandanı olan Atatürk’tür. Atatürk, Türk Ordusu’nun, tarih boyunca alet edildiği hanedan ve kişi ihtirasları koruyuculuğu ile ileride emperyalizm tarafından vuku bulacak ‘karakol görevi’ taleplerine asla alet edilmemesi gerektiğini düşünmekte ve bunu çok erken bir tarihte Türk milletine ve Türkiye’yi yöneteceklere duyurmakta, onları uyarmaktadır. 18 Nisan 1922 günkü TBMM konuşmasında bu anlamlı uyarısını şöyle dile getiriyor: “Yüce Meclisimizin malum olan elim müşkülat içinde vücuda getirmeye muvaffak olduğu ordular, gerçi Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak sahip olduğu yüce ve insani mefkûre itibarıyla onlardan daha yukarı meziyette, kıymette bir çelik parçasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ordusu istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun veya bunun elinde ihtiras aleti olmaktan uzaktır. İnsanca ve bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı mefkûreyle mütehassıs ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlatlarından meydana gelen muhterem ve kuvvetli bir heyettir.”-ABE. 12/383 Gazi, “Ordumuz, her zaman, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi olmuştur.” diyerek Türk-İslam tarihiyle ilgili en hayati gerçeklerden birini ifadeye koyuyor ve devam ediyor: “Diğer milletlerde ordu ile millet yekdiğeriyle daima karşı karşıyadır. Hâlbuki bizde iş tamamıyla tersinedir. Meşrutiyeti kahraman subaylarımız ilan ettirdiği gibi, bu inkılâbı da yine onların fedakârlığına borçluyuz.”-ABE. 17/290 Batının Türk Ordusu düşmanlığının temel sebebi, işte budur. Türk Ordusu sarsıntıya uğratılıp etkisizleştirilmeden Türkiye’de istenen haçlı hedeflere varılamayacağı hem haçlı kurmayların hem de onların içimizdeki dinci ve dinsiz işbirlikçilerinin çok iyi bildiği bir gerçektir. Türk Ordusu’nun hücum hedefi olmasını terviç eden önemli bir sebep de bu ordunun, diğerlerinde, özellikle Osmanlı’da görülenin aksine, ilericiliğin, aydınlanmanın yanında hatta önünde yürümesidir. TSK, mesela, Yeniçeri’nin aksine, din yobazlığıyla veya ilmiyenin yobaz takımıyla bir işbirliği içine asla girmemiştir. Avrupa’nın Türk Ordusu’na öfkesi, tarihin tanıdığı en amansız öfkelerden biridir. Bu öfke sadece Avrupa’daki silahlı güçlerde, siyasetçilerde değildir. Avrupa’nın en hümanist aydınları, filozofları, şairleri, edipleri, ressam ve heykeltıraşları da, Türk ordusuna duyulan bu müthiş öfkenin taşıyıcıları arasındadır. Luther’den Kant’a, Dante’den Engels’e, Hugo’dan Marx’a, Voltaire’den Byron’a kadar… Melherbe, Ronsard, Boileau, Hegel… gibi isimler de bu öfke listesinde yer alanlardan bazıları. Birkaç örnek verelim: Fransız yazarı Hugo, Osmanlı’dan ‘katil imparatorluk’ diye söz eder ve “Bundan yakamızı kurtarmalıyız, bağnazlık ve zorbalığı susturmalıyız!” diye ekler. Engels’e göre, Osmanlı Türk İmparatorluğu ‘ayak takımının egemenliği’dir. Engels’in beklentisi şudur: “Bu egemenlik er geç sona erecek, Avrupa’nın en güzel toprakları ayak takımının egemenliğinden kurtarılacaktır. Zaten Türkler devlet asker gücünü ellerinde tutmasalardı çoktan yok olup giderlerdi. Ama artık güçsüzlüğe doğru gidecekler. İşin doğrusu şu ki, Türkler’in ortadan kaldırılması gerekir.”


Marx’a göre, İstanbul, Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi bu köprüye uğramadan dünyanın çevresinde dönemez. Osmanlı Sultanı’nın İstanbul’u elinde tutması, gerekli devrimin yapılmasına kadar olacaktır. Bu asırlık Avrupa düşünün gerçeğe dönüşmesinin tarihsel talep belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal’in komuta ettiği ordu ve millet tarafından engellendi. Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik Batı düşmanlığını değerlendirirken bu arkaplanı unutmamak gerekir. Batı’nın bizimle ilgili neler düşündüğünün en şaşmaz göstergesi onun Türk Ordusu hakkındaki fikridir. Falih Rıfkı Atay, bize bir belge vermek üzere şöyle diyor: “İşgal sırasında ordu kumandanlarını şu veya bu vasıta ile küçük düşürmek bir parola idi. Bu hücumlar, nihayet Mustafa Kemal’e kadar ulaştı.”-ABE. 3/86 Bu parola bugün de kullanılıyor. Haçlı kodamanlarla işbirliği yapmış dincilerin haçlılarla ortak uğraşlarının birincisi Türk ordusu ve ordu kumandanlarına bir vesile bulup sataşmaktır. İki binli yıllardan itibaren, Türkiye yeniden ‘Hasta Adam’ haline getirildi. Düyunu Umumiye yeniden yaratıldı. Sevr’in şartlarını, çeşitli gerekçelerle ‘sineye çekilir’ bulan yeni Damat Ferit ekipleri ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu. Batının Türk ordusuna düşmanlığı çok derin ve tatmin edilmez bir düşmanlıktır. Öyle bir düşmanlık ki, Türk ordusunu hatırlatan her şeyden rahatsız olur ve adeta tabii bir itişle o hatırlatan şeye saldırtır. Müdafaai Hukuk devrimlerinin bir anlamı da Türk milletinin ‘kendisi olma’ arzu ve ihtiyacına cevap getirmekti. Bağımsızlık Savaşı bu cevabı getirmiştir. Ve Atatürk bunu gerçekleştirmiş olarak bu dünyadan ayrıldı. Sonrası onun ne işidir ne de suçu. Kendisi olmak, ‘şahsiyet sahibi olmak’ demektir. Şöyle diyor Atatürk: “İnsan, cüret edebilmeli ve tehlikeyi göze alabilmelidir.”ABE. 23/69 Atatürk bir insan olarak da, bu milletin bir mümessili olarak da şahsiyet sahibi olmayı insan olmakla eşanlamlı bilmiş ve hem kendi hayatını hem de önüne geçtiği milletin hayatını bu anlayışa göre düzenlemiştir. Daha 1919’da ilkeyi şöyle koyuyor: “Dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı olmalıdırlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.”-ABE. 3/83 Yalnız kendine, kendi emeğine güvenmenin iki belirişi vardır: 1: Kim ne derse desin, aldırmadan ve sarsılmadan hedefe yürümek, 2: Kim ne kadar överse övsün, yaratmadığı değerlerin sahibi havasına girmemek. Yani ne yermeye teslim olmak ne de övmeye. Bu, Atatürk’te gördüğümüz melâmet ahlakının belirişidir. Gerçekten de, melâmet ahlakının veya ‘sadece kendi ürettiği değerlere güvenme’nin Türk-İslam tarihinde en muhteşem anlatımlarından birini Mustafa Kemal’de buluyoruz. Böyle bir anlatımı, İslam düşünce tarihi uzmanı bir insan sıfatıyla söylüyorum, mesela tasavvuf literatüründe görebilmiş değilim. Gazi Paşa, Selanik’te, bir gazeteye yazdığı yazı hakkında fikirlerini soran Cemal Paşa’ya görüşlerini anlatırken adeta asırlara ders verircesine şunları söylemiştir: “Birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur. Siz, içinde bulunduğumuz vaziyeti değerlendiriniz. Ve evvela kabul ediniz ki biraz feragat sahibi olmak lazımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, bugününüzü bilmem, fakat geleceğiniz çürük olur. Çünkü bizim henüz hakikatle hiç temasa gelmemiş geniş muhitlerimiz vardır. Bu muhitlerde henüz acemkari hayaller ile dolu olanlar çoktur. Büyüklük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemeti yok eden kişi olacaksın.


Önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana bu yüksek adam derlerse, bunu diyenlere de güleceksin!”-ABE. 3/29 Adana Türk Ocağı’nda, 15 Mart 1923 günü yaptığı konuşmada şöyle diyor: “İtiraf etmeliyiz ki, memleketimiz baştan nihayete kadar sonsuz hazinelerle dolu olduğu halde, biz o hazinelerin üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Bütün bu hazineleri açmak ve bunları işletmek, bütün servet ve saadet kaynaklarını bulmak, bizlere, milletimize düşen vazifelerdir. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılacağını kabul etmek doğru değildir.”-ABE. 15/204 16 Mart 1923 günü Adana’da şunu söylüyor Gazi: “Hakiki fetihler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında sağlam bir şekilde yerleştirmenin, millete istikrar vermenin vasıtası, sabandır. Saban, kılıç gibi değildir. O, kullandıkça kuvvetlenir. Kılıcı kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup olur. Tarihin bütün vakaları ve hadiseleri hayatın bütün gözlemleri bunu teyit ediyor. Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün onlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa, bunun asıl hikmeti şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.”-ABE. 15/210 Saban burada, üretmenin, çalışmanın, yaratmanın sembolüdür. Atatürk’ün çalışmakla ilgili şu tespitleri, bir Kur’ancı filozofun, örneğin bir Muhammed İkbal’in-özellikle onun sözleri olarak rahatlıkla kabul edilebilir: “Tabiat bir şey vermez, her şeyi kazanmak lazımdır. Kazanmanın tabii kanunlarını arayacak olursak, yalnız tek bir esas görünür: Çalışmak… Bundan başka çare yoktur. İnsan, tabii olarak, şahsına sahiptir; bu hassa, insanı bütün dünyaya sahip kılabilir. Yani insan, zekâsı, sanatı, iradesi sayesinde bütün unsurlara boyun eğdirebilir. Bu, bize çalışmanın yüksek kıymetini, ahlaki vasfını ve her şeyden mukaddes olan bir hakkı, çalışmak hakkını gösterir. Tembellik, bütün fenalıkların anasıdır. İnsan, çalıştığı için, eli altında veyahut kafasının içinde eserini büyümekte ve yükselmekte gördüğü zaman ne büyük zevk duyar! Çünkü neticesiz uğraşmak, çalışma sayılmaz. Hiçbir şey yapmamak veyahut neticesiz, manasız şeyler yapmak, çalışma kanununa karşı büyük kabahattir. Bu eser, ister çiftçinin hasadı, ister mimarın evi veyahut heykeltıraşın heykeli, ister bir âlimin veya bir sanatkârın keşfi, kitabı olsun; zevk birdir. Bu zevk, bütün zahmetleri, saban arkasında dökülen terleri, sanatkârın, fikir adamının bazen pek elemli olan yorgunluklarını derhal unutturur.”-ABE. 23/66-67 Çalışmak, beklenen sonuca götürmese de bu uğurda katlanılan maddi kayıp, insanın tarih önündeki ruhsal ve fikirsel doygunluğunu, onurunu zedelemez. Önemli olan, gayretin gösterilmesidir. Atatürk, bu anlamda çalışmayı, ‘gayret’ ile eşitler. Ve şu muhteşem tespiti yapar: “Bu hayat müsabakasında diğerleri, kabiliyetleri itibarıyla sizi geçebilirler. Bir muvaffakiyet elinizden kaçabilir. Bundan dolayı onlara kızmayınız ve elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize de kızmayınız. Asıl mühim olan muvaffakiyet değil, gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir.”-ABE. 23/68 İşe girişirken şöyle düşünüyordu-8 Temmuz 1920 Meclis konuşmasından: “Efendiler, memleketimizin ellide biri değil, tamamı yakılıp yıkılsa, tamamı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız-gayet şiddetli alkışlar. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş köy yakılıp yıkılmış diye burada feryada gerek yoktur. Ben size açık söyleyeyim efendiler, bazı yerler işgal edilmiştir ve bunun üç misli daha işgal edilebilir. Fakat bu işgal, hiçbir zaman imanımızı sarsmayacaktır.”


Ümitsizliği bir ihtimal veya söz gelimi olarak bile telaffuz etmedi. 21 Eylül 1919’da Amerikalı General Harbord, Sivas’ta şu soruyu sordu Gazi’ye: “Millet, tasavvur edilen her türlü teşebbüste ve fedakârlıkta bulunduktan sonra dahi muvaffak olunamazsa ne yapacaksın?” Cevap şu olmuştur: “Bir millet, mevcudiyetini ve bağımsızlığını temin için tasavvur edilebilen teşebbüsleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Dolayısıyla, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine devam eyledikçe muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz.”-ABE. 4/84 Ümitsizliğin en haklı sanılacak şekilde akla geleceği konu, ekonomi ve para konusudur. Onu bile bir ümitsizlik sebebi saymıyor. Yaratmanın zevkine varmış olan benlik, 19 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı 7,5 saat süren konuşmasında bakın o konuda da ayaklarını nasıl ufukların üstüne koyuyor: “Efendiler! Yollarımızı, şimendiferlerimizi yapmak için, limanlar vücuda getirebilmek için ve gemiler inşa edebilmek için ne kadar para ve ne kadar ihtisas lazımdır! Bir an düşünürsek ve bütün bunların bizde olmadığını hatırlarsak ne kadar hüzün duyarız değil mi? Hakikaten üzüntü ve acı vericidir. Bununla beraber asla ümitsiz olmak gerekmez. Biz bu kadar geniş, kıymetli ve sayısız türlü türlü hazinelere sahip olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir surette milli hâkimiyetini elinde tutarak, mukadderatını bizzat idareye devam ettikçe, sermaye de, müesseseler de, ihtisas da bulur! Her şey bulur…”ABE. 14/342 Mustafa Kemal, ekonomik gerekçelerle göçe bile razı değildir; o kapıyı hiçbir zaman açmamıştır. Çünkü göç, beleşçiliği, ümitsizliği, kaçıp kurtulmayı ümit haline getirir. Bu da bir davanın daha başından cascavlak kalması demektir. “Yaşamaya azmetmiş olan milletimiz, isterse geçici olsun, hiçbir yabancı işgal ve denetimi kabul etmez. Göç doğru değildir; bilakis, aziz topraklarınızda kalarak milli teşkilatınızı genişletiniz.”-ABE. 5/49 Batı’nın bu şeytani oyunu, Atatürk tarafından daha 1922’de ayrıntılarıyla ifade edilmiştir. 6 Mart günkü TBMM oturumunda yaptığı tarihi konuşmada şu sözler de var: “Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye bilakis gerilemiş ve düşme vadisinde yuvarlanadurmuştur. Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar, Türkiye’nin imhasında menfaatler ve hayat görenler münferit kalmaktan çıkmışlar, aralarındaki menfaatleri denkleştirerek birleşmişler ve ittifak etmişlerdir. Bunun neticesi olarak birçok zekâlar, hisler, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşan şey, asırlar geçtikçe gelecek nesilleri adeta tahripkâr bir anane şeklini almıştır ve bu ananenin Türkiye’nin hayat ve mevcudiyeti üzerinde devamlı tatbikatı neticesi olarak en nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi medenileştirmek gibi birtakım görünüşteki vesilelerle, bahanelerle Türkiye’nin dâhili hayatına, dâhili idaresine girmişler ve nüfuz etmişlerdir. Böyle müsait bir zemin hazırlamak kudretini, kuvvetini kazanmışlardır. Hâlbuki efendiler, bu kudret ve bu nüfuz Türkiye halkında mevcut olan ilerleme cevherine zehirleyici ve yakıcı bir sıvı ilave etmiştir. Bunun tesiri altında olmak üzere milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak için, hali iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler açılım buldu. Hâlbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir. Tarihte böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunanlar acı neticelerle karşılaşmışlardır.


İşte Türkiye’de, bu fikir yanlışıyla, bu zihniyet yanlışıyla malul olan birtakım ricalin yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı asli mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.” “Efendiler, bu düşüşün ortaya çıkışı korku ile acz ile başlamıştır. Türkiye halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insanlar galip düşmanlar karşısında sessizliğe mahkûm imiş gibi Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Kendi kendilerine memleketin ve milletin menfaatleri icaplarını yapmakta soysuzlaşmış ve alçak idiler. Türkiye müttefikleri adeta kendi kendilerine hareket ediyorlardı. Diyorlardı ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi kayıtsız şartsız canımızı, tarihimizi, mevcudiyetimizi düşman olan ve düşman olduğuna hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin diyorlardı. Bunu da en yakın bir misal olmak üzere İzzet Paşa’yı hatırlatmak isterim. Malumu âlinizdir ki, Balkan Muharebesi’ni müteakip, vicdanı, kafası zayıf olanlar bu milletin artık hayat ve kurtuluş bulamayacağına kani olmak batıl zannında bulunmuş oldular. Bunların başında İzzet Paşa vardı. İzzet Paşa o zaman dedi ki, biz kendi kendimizi adam ve insan edemeyiz. Biz kendi kendimizi ıslaha muktedir değiliz. Dolayısıyla kayıtsız şartsız bir ıslah heyeti getirtelim ve onlara mevki verelim.” “Efendiler, Türkiye’yi bu tuttuğu hastalıklı yollardan, tükenişe ve yok olmaya sevk eden bu vadiden kurtarabilmek için bütün âlimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin düşünen kafalarını yeni bir imanla istila etmek lazımdı. Yani Türkiye çıkmazında hükümet teorisini değiştirmek lazım idi. Milleti düştüğü felaket çıkmazından kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiyetini tanıtarak hayat bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya kabiliyetli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyatın gelişmesi lazım geliyordu. Bu maneviyat ise hükümet teorisinin aslen değiştirilmesi ile mümkün olabilir. İşte bugün, efendiler, milletimiz ve milletimizin hakiki temsilcileri bulunan yüksek heyetiniz, ilmen tarihi vakalarla benzerliği kurulmak ve sarılmak lazım gelen hakikati keşfetmiş ve fiilen meydana gelmiş ve ortaya çıkmış bir hale koymuş bulunuyorsunuz ve emin olalım ki, memleketi ve milleti kurtarmakta bundan başka çare yoktur. Dolayısıyla bugünkü vaziyetimiz gayet mühim bir yeniliktir. Millet ve devlete hayat verecek bir yeniliktir. Bu itibarla bütün memleketin canıyla, başıyla buna sarılması lazımdır. Bütün milletin bu uğurda en son nefesini ve en son kanını akıtarak azim ve sebat göstermesi feraizi ayındadır.” “En alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir. Malumu âliniz, bizim eski Osmanlı tabirimizce ‘Kale içinden yıkılır’; işte düşmanlarımız bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, düşmanlarımız bu uğurda her türlü fedakârlığı ihtiyardan kaçınmamaktadırlar. Çünkü Türkiye’nin mahvı kendi hayatlarıyla karşılıklı bir vaziyet teşkil ediyor. Dolayısıyla en çok ehemmiyetle atfı nazar ettikleri, milli teşebbüsleri içinden yıkmak ve dâhili cepheyi yıkmaktır. Bu arada nazarı dikkat çeken vakalardan bulunduğu için arz edebilirim ki, güneydoğu cephemizde bir Kürdistan meselesi ortaya çıkarmak ve oradaki masum ahalinin fikirlerini karıştırmak ve ihlal etmek ve genel birliği bozmak için her türlü teşebbüse kıyam etmişlerdir. Şüphe yok, hükümetimizce, bunların vaktinden evvel önüne geçmek için lazım gelen tedbir dahi alınmıştır ve bu aslolan cephe korunmuş oldukça bittabi görünüşteki cephede ufak tefek yaralar vukua geldiğini farz etsek bile bunları derhal tamir etmek imkân dairesindedir.”-ABE. 12/312-315


Atatürk, Hıristiyan Batı’nın Müslümanlara düşmanlığı söz konusu edildiğinde özellikle İngilizlere yollama yapmaktadır. İşte birkaç tespit: “Dinimizin ve bağımsızlığımızın haini olan İngilizler-ABE. 10/108, Müslümanların en alçak düşmanlarıdır.”-Age. 12/314 İngilizlerin İslam’ın baş düşmanı olduklarını mükerreren ifade eden Atatürk, bu düşmanlığın özellikle Türkiye’ye yönelik olduğuna, çünkü Türkiye’nin güçlü ve kuvvetli olması halinde İslam dünyasının çökmeyeceğinin bilindiğine vurgu yapmaktadır. “Mahvımızı emel edinmiş olan İngiltere’nin, bütün İslam âlemini kapsayan genel bir esaret tesisi hususundaki hainane teşebbüsüne mukavemet ve muhalefet edebilecek yegâne İslam hükümeti Türkiye devleti olduğu içindir ki, bütün Batı emperyalizm ve kapitalizminin en müthiş taarruzları Anadolu üzerine yöneltilmiş bulunuyor.”-ABE. 10/22 TBMM’nin 6 Mart 1922 tarihli gizli oturumunda yaptığı konuşmada, İngilizlerin diğer ülkeleri ve o arada Türkiye’yi içeriden parçalayıp yıkmak için nasıl şer ve hıyanet cephesi açtığına şöyle dikkat çekiyor: “Görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarılması, değişmesi, mağlup olması, çözülmesi hiçbir vakitte bir milleti ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiçbir ehemmiyeti yoktur. Asıl ehemmiyete sahip olan ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden, dâhili cephenin düşmesidir. İşte bu hakikate bizden daha ziyade vakıf olan düşmanlarımız, başta en alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir.”-ABE. 12/314-315 İngilizler ‘amansız düşmanlarımızdır.’ İngilizler, bütün Doğu milletlerini çiftlik hayvanları mesabesinde görmekteler.-ABE. 10/31 “Hile ve desiseler imal ve bazen cebir ve şiddet kullanmak suretiyle bütün Asya âlemini kendi bencil emellerine ve maksatlarına boyun eğdirmeye ve sonsuz zulümleriyle, bilhassa İslam milletlerini rahatsız etmeye çalışmış olan İngilizler, sonraki yıllarda da İslamlar arasındaki uyanış eserleri ve dayanışma eğilimlerinden pek ziyade endişelenerek darbelerini şiddetlendirmeye ve asırlardan beri iman ehlinin hizmetindeki kılıç mesabesinde olan Osmanlı Türklerinin milli ve siyasi mevcudiyetini imhaya kalkıştılar.”-ABE. 9/207 İngilizler, Türklere ayrı bir kin ve düşmanlık beslemektedirler: “Müslüman ve bilhassa Türk olunca, insan hayatına zerre kadar kıymet vermeyen ve bu itibarla dahi Türkiye hakkındaki suikastın bin türlü eserlerini göstermekten zevk duyan İngilizlerin, bilinen özelliklerinden olduğu üzere, yalnız birkaç İngiliz’in hayatının muhafazası endişesiyle vaki olan mübadele teklifinin ortaya konuluş tarzında bile mevcudiyetin ve bağımsızlığın muhafazasına kesin olarak karar vermiş ve tarihi ve tabii muhitinde zannolunduğundan çok kuvvetli ve sağlam bir milli hükümet tesis eylemiş olan bir milleti, hala hafife almak ve hakir görmek kibri, tesir icra etmekten geri kalmamıştır.”ABE. 9/167 Yine İngilizler: “Alçak İngilizlerin Mezopotamya’da yapmakta oldukları canavarlıkları ve haksızlıkları öğrenmiş bulunuyoruz. Kendi kuvvetlerimiz ve teşebbüsümüzle sizinle birleşmeyi ve en nihayet bölgenizi bu insanlık mikroplarından temizlemeyi düşünüyoruz; ancak, içinde bulunduğumuz çok ağır şartlar bunu yapmamıza elvermiyor. Neticede bu mühim İslami vazifenin tamamlanmasını bizzat üstlenmemiz lazımdır.”-ABE. 7/167 Elcezire kumandanına İngilizleri anlatıyor: “Müşterek düşmanımız ve dinimizin, bağımsızlığımızın haini olan İngilizlere karşı Irak mücahitlerinin cesurca ve aslanca mücadelelerini hükümetimiz büyük bir iftihar ve takdir ile takip etmektedir. Muhterem mücahitlere maddeten ve fiilen yardım etmek başlıca emelimizdir.”-ABE. 10/108 Kur’an, imandan imkân yaratanların kutsal kitabıdır. Ne yazık ki bu kitap, müteselsil hainlikler ve hainler yüzünden, imkânları imansızlık bahanesi yapanların kitabı gibi


algılanır oldu. Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, zevki çilede arayan bir benlikti. Şöyle diyor: “Her güç şey zevklidir.”-ABE. 18/351 Hayatın zevk ve coşkusunu çile ve ıstırapta arayan ruhların yarattığı bir destandır Anadolu Bağımsızlık Savaşı. O ıstıraplı destanın çilekeş başbuğu, Türk milletinin uyuyan cevherini açığa çıkarmada ıstırabın çok yaratıcı bir rol oynayacağına imanını sık sık tekrarlamıştır. Çekilen ıstıraplardan adeta mutluluk duymuş gibidir. 16 Mart 1923’te Adana’da yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Felaketler, elemler, mağlubiyetler, milletler üzerinde birtakım etkenler vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu etkenlerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin uyanış ve ağırbaşlılığını bulması, kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli neticeleri, nihayet bizim milletimizde de bu hassaları doğurdu. Tam bir emniyetle söylerim ki, milletimiz baştanbaşa böyle bir uyanışa nail olmuş, tamam ve kâmil bir millet halindedir. Açıklıkla ve büyük bir iftiharla ilan ederim ki, bu millet milli benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu hassaları, bu idraki sayesinde kazandı.”-ABE. 15/210 Parasızlık, bir ıstırap alevi gibi bütün Milli Mücadelelerin içinde yanmakta ve onlara acı vermekteydi. Bizzat Atatürk’ün defalarca tekrarladığı yakınma ve şikâyetler var. Rahmetli Talat Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle diyor: “Parasızlıktan bahsediyorsunuz. Ne yazık ki ben de ondan bahsedeceğim. Bugün içinde bulunduğumuz vaziyete girerken beş param olmadığını kolayca tahmin edeceğinizden eminim. Girdikten sonra da İstanbul’da bol bol vaatlerde bulunan zengin zevatın bizi hatırlayacaklarını farz etmek gafletinde bulundum. Milletten para istemek, onları en mukaddes gayeler hakkında bile şüphe ve tereddütte bırakıyor.”-ABE. 411-412 Çekilecek çile, ölümle de bitebilir. Eğer tarihe şerefli ve saygın bir ad bırakılacaksa bu bitiş dahi gururla kabul edilmelidir. Şöyle diyor büyük Gazi: “Barış istiyoruz, fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın manası budur. Bunu istemeye hakkımız vardır ve kudretimiz vardır. On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense ve yine şimdiye kadar olduğu gibi sefil ve aşağılık bir derekeye indirildikten sonra ölmektense, hiç korkmayınız, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın.” “Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır.”-ABE. 15/86-88 Tüm oluş ve erişlerin, tüm zaferlerin iki temel dayanağı vardır: İman ve imkân. İman yoksa imkân hiçbir işe yaramaz; ama iman varsa imkânın azlığı zaferi engelleyemez. İman, imkân yaratır ama imkân iman yaratmaz. Tam tersine, imkânın bolluğu, imanı zaafa uğratabilir. Çünkü imkân bolluğu gevşeme, pelteleşme, gurur ve yozlaşma getirebilir. Tarih yaratanların en büyüklerinden biri olan Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a, dümeni bozuk, çürük bir tekne yerine, güvertesinde hizmetlilerin dolaştığı görkemli bir vapurla gitseydi, mayalandıracağı savaş Kurtuluş Savaşı değil, İngilizlere manda olma savaşı olurdu. İman varsa imkânın azlığı tasavvur edilemeyen kuvvetler oluşturur. Yani iman varsa imkânın azlığı veya yokluğu güce dönüşebilir. Güçsüzlerin gücünün korkutması bundandır. İmkân yiyenlerin sonu bitiş ve çürüyüştür. Türkiye, Atatürk’ün ölümünden itibaren imkân yiyenlerin yönettiği ülke oldu. Büyük bir imkândı yedikleri. Öyle bir imkân ki, bugün hala, kendisine sövenleri bile lütuflandırmaya devam ediyor.


Atatürk, çok büyük bir imkân yaratmıştı. Ona en küçük bir ekleme yapılsaydı Türkiye bugün Japon mucizesini geride bırakmış olacaktı. Ama hiçbir ilave yapılmadı. Çünkü Atatürk sonrasındakilerin hiçbirinde yaratıcı diyalektikten nasip yoktu. Hepsi imkân yiyici, hazıra duacı idi. Keşke sadece böyle olsalar; epey bir kısmı aynı zamanda haindi. Türkiye’de imkân yiyenlerin, dincisi ve Atatürkçüsü ile geldikleri ve ülkeyi getirdikleri yer ortadadır. Bunlarda yaratıcı iman olmadığı için sürekli imkân yediler. Hiçbir imkân, büyüklüğü ne olursa olsun, sonsuz güç sağlamaz. Çünkü imkân, yaratılma süreci bitip tükeniş süreci başlayan varlık alanlarını ifade eder. Ama iman, sürekli yaratan, yenileyen, engel aşan kudrettir. İman, yaratıcı diyalektiğin işlemekte olduğunun göstergesidir. İmkânın ise böyle bir özelliği yoktur. Kurtuluş Savaşı’nın aziz kumandanlarından Ali Fuat Paşa, o günleri anlatırken vicdan kulağımıza şunu üflüyor: “Yurdun müdafaasında, zengin kaynakları ellerinde tutanlar, maneviyatsızlık ve ahlaksızlık yüzünden çözülüp bozulmuşlardı.”-Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, 71 Bizim bu millete, Tanrı’nın ve tarihin huzurunda söyleyeceğimiz şudur: Eğer Türkiye toparlanamaz, yeni Kurtuluş Savaşı’nı kazanamaz, haçlı kurtların hırs ve kinlerine yenilirse, tarih ve bu millet bilmelidir ki bunun sebebi imkânsızlık değil, imansızlık olacaktır. Çare, Muhammed ile Mustafa’nın birlikteliğini, tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, kurmaktır. Nihayet, şunu söylemek borcundayız: Atatürk’ü gerçekten anlayanlar ve sevenler, ‘Türk milletinin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen’ adamları devrede tutmak zorundadır. Bu zorunluluğu, çarpıtılmış bir ‘laiklik’ gerekçesiyle veya kanlarına bulaşmış İslam nefreti virüsünün itişiyle ‘yok’ göstermeye çalışanlar, Atatürk’e ihanet etmiş olurlar. Nitekim bu, ‘fark edilmeden yürütülen ihanet’ yüzündendir ki Türkiye bugün bulunduğu trajik-dramatik noktaya gelmiştir. Allah herkese basiret ve feraset nasip etsin! Dünya Basınında; Yaşar Nuri Öztürk: “Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiyesinin en ünlü ilahiyatçısı ve laik-reformist bir İslam’ın öncü teorisyenidir.-Die Zeit, 20 Şubat 2003 “İkna edici bir dil ve hünerli bir kaleme sahip bulunan Öztürk, yüz binlerden oluşan kitlelerle iletişim kuruyor… Öztürk, İslam konusunda çok yüksek düzeyli bir eğitim aldı. Onun düşüncesine göre, ‘Müslümanların laikler-inanmışlar şeklinde bir ayrıma tabi tutulmaları siyasal İslam’ın bir icadıdır. İnsan aynı zamanda Müslüman ve laik olabilir.’ Öztürk, halkın şu gerçeği anlamasında onlara yardımcı oldu: Laik ve Müslüman olmak ayrı ayrı iki madalyon değil, bir tek madalyonun iki yüzüdür…” “Öztürk, siyasal İslam’ın özel ajandasında belirlenen paradigmaların dışına çıktı; aynı zamanda dindar ve modern olma imkânı ile geleneksel İslam arasında sıkı bir bağ kurmak suretiyle Müslümanlara yeni bir ufuk açtı.”-Margot Bardan; al-Ahram Weekly, 1-7 Şubat 2001 “Öztürk’e göre, İslam gelenekleri, Kur’an’ın ışığında yeniden gözden geçirilmelidir. Sadece geleneklerle yürütülen bir dini, İslam olarak algılamamak gerekir. Bu tarz bir yaklaşım tüm Müslümanlara zarar verir.”-Alexandra Kemmerer; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 23 Haziran 2000 “Öztürk, kendini, İslam’ın her yüzyılda yaşayan yenilikçilerinden biri olarak görmektedir… Öztürk’ün sergilediği açık görüşlülük, onun beşiğine, doğduğu gün konmadı… Babası onu Arapça ve Farsça’da eğitti. Evde, mistik şiirler ve teolojinin standart eserlerini okudu… Hiçbir Türk teologu Türk televizyonlarına Öztürk kadar çıkamadı…”-Rainer Hermann; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 21 Ekim 2002


“Öztürk’e göre, bombalarla demokrasi sağlanamaz. Böylesi bir yol insana layık bir yol değildir. Demokrasi içeriden, yani toplumun bağrından yükselmelidir… O, şöyle düşünüyor: ‘İslam dünyasına kansız ve İslam’la uyuşum içinde bir demokrasi götürmenin tek yolu, Mustafa Kemal Atatürk’ün laik Türkiye modelini almaktır.’ Öztürk’ün görüşüne göre, Batı, Atatürk’ü İslam karşıtı göstermekle bir hata yapmıştır. Bu hatanın sonucu olarak, İslam toplumları Atatürk modelinden ürkmektedir. Öztürk, İslam’ın modern bir yorumunu savunmaktadır.”-Godehart Uhlemann; Rheinische Post, 19 Mart 2003 “Öztürk, İslam’ın iki yüzünü ortaya koydu. Bunlardan biri olan ‘Kur’an’daki İslam’, Öztürk tarafından ‘Otantik İslam’ olarak tanımlanıyor. Öztürk’ün, ‘Uydurulmuş İslam’ olarak adlandırdığı İslam’ın diğer yüzüne ise tüm dünya 11 Eylül’de tanık oldu…”-Silke Koppers; Westdeutsche Allgemeine Zeitung, 25 Mayıs 2003 “Öztürk, dinsel içerik ile kültürel verileri birbirinden ayıran yeni bir hareketin başında bulunuyor ve bu nedenle birçok övgü ve tenkit alıyor.”-Meinhard Schmidt-Degenhard; ARD Televizyonu programcısı “Profesör Öztürk, şu anda Türkiye’nin en popüler, aynı zamanda da en çok tartışılan İslam düşünürüdür.. Öztürk’ün ‘Kur’an’daki İslam’ adlı eseri ‘Kur’an’a Dönüş Hareketi’nin temel taşı olarak kabul ediliyor.”-Prof. Dr. Werner Arnold; Heidelberg Üniversitesi “Öztürk; inançları hurafeden arındıran biri ve zamanımızın en tanınmış Türk teologu olarak biliniyor… 20 yıldan beri devrede olan siyasetçiler, Türkiye’nin bu en itibarlı ve deneyimli teologuna politik görevler sundular ama o kendini bunların hiçbirine teslim etmedi.” “Star eğitimci, milyonlarca basılan 42 kitabının müellifi, köşe yazarı ve televizyon programcısı olarak kendini en doğru yere konuşlandırdı. Ona göre, akılcı bir cumhuriyetin yoluna girmiş insanların akılcı bir din anlatımına ihtiyaçları vardır.” “Öztürk; Siyasal İslam’ı, reform dışında bir şeyle adlandırılamayacak olan dinsel eserine bir tehdit olarak gördü. Birçok kişi onu ‘Türk Lutheri’ olarak adlandırıyor. Gerçekten de o, Luthervari bir girişimle, temel kitaba, ‘Kur’an’a Dönüş’ü başlattı. Bu faaliyetiyle, geleneksel İslam yapısını paramparça eden Öztürk, gelenekçi İslami öğretileri gereksiz bir yük, son 800 yıllık teolojinin ise akıldışı oluğunu ortaya koydu.” -Welt am Sonntag, 20 Şubat 2005 “Yaşar Nuri Öztürk bir bestseller yazardır. Öztürk’ün kitaplarına hemen her kitapçıda rastlanmaktadır. Onun kitapları hemen her köşede bulunan kırtasiye dükkânlarında bile bulunabilmektedir.” “Yaşar Nuri Öztürk külliyatında kadının örtünmesiyle ilgili bir talep bulunmamaktadır. Arapça kaligrafik dekor elemanlarından birdenbire dinde reforma sıçrama yapan odur. Reform sözcüğünü büyük harflerle hafızamıza o kazımıştır.” “Onun belirgin niteliklerinden biri, modernleştirilmiş ama aynı zamanda halkın anlayacağı şekle getirilmiş bir dil zenginliği ile kaynaşmış hicivli üslubudur. Dinde reformu son derece tedrici bir biçimde aktarmıştır.” “Onu düşünce yapısı, modern ve gelişmeye açık olarak tanımlanmalıdır. Bu yapıda belirleyici bakış açısı, insan haklarıdır.” “Öztürk, öncelikle halk kitlelerine yönelmiştir. Öztürk, kutsallaştırılmış geleneksel söylemlere karşılık, günümüzde işe yarayan alternatif çözümler sunuyor.” “Öztürk, emperyalizmin boyunduruğundan şikâyetçidir. Ona göre, emperyalizm yüzyıllardan beri İslam’ın gelişmesine engel olmaktadır.”


“Şimdi ne yapmak zorundayız? sorusuna Öztürk’ün verdiği nihai yanıt şudur: Gayret gösteriyoruz, umuyoruz, dua ediyoruz ve bekliyoruz.”-Körner, Felix; Koranhermeneutik in der Türkei heute; Herder Verlag, Freiburg-Basel-Wien, 2006, sayfa: 237-243 “Öztürk, Kur’an’ın zamana uygun ve modern bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunuyor. Ona göre, Kur’an’ın ibadetle ilgili zaman üstü bölümleri, her zaman geçerlidir. Ama Kur’an’ın diğer bölümleri, zamana, bölgeye ve hatta iklim koşullarına göre yeniden yorumlanmalıdır.”-Kemal Güler; Fraenkische Nacht, Ekim 2000 Mustafa Kemal Atatürk'ün Anıları İZMİR SUİKASTI İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı: - "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum: - Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi? - Evet, dedi. Ben yine sordum: - Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin? - Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi. - Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun? - Hayır. - O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin? - Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik. O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım: - Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim. Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Yahya Galip KARGI ASKERLE GÜREŞ Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu: - Sen güreş bilir misin? Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu: - Haydi, bir de benimle güreş! Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı: - "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?" Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı. Tahsin UZER ALÇAKGÖNÜLLÜ Atatürk'ü, 1938 Gençlik ve Spor Bayramı günü, son defa, 19 Mayıs Stadyumu'nda gördüm. Şeref tribünü kapısında-o zaman küçük bir çocuk olan kızıma-o günün anısı olan rozetini taktırmayarak bir şeyler söylüyordu. Zayıf ve yorgundu. Kızımdan Atatürk'ün kendisine neler söylediğini sordum: -Rozette resmim varmış, nasıl takarım? dedi. Zeki ve alçakgönüllü Atatürk rozetteki resmi görmüştü. Bu, O'nun stadyuma ilk ve son gelişi, sanki gençliğe vedası oldu. BENİM ADIM ATA DEĞİL Atatürk'ün sinirlendiği önemli bir nokta vardı. Gazetelerde, kendisine "Ata" denildiğini okudukça şöyle dedi: -Benim adım Ata değil, Atatürk'tür! Bazı gazeteler neden böyle yazarlar? Şükrü KAYA GÖMÜLECEĞİ YER Atatürk'ün gömüleceği yer ve toprak: O'nun kabri Ankara'da olacaktır. Fakat bu şehrin


neresinde? Çünkü O' nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur: Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum. Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı. Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti. Prof. Dr. Afet İNAN SOKAK ÇOCUĞU Atatürk'e, düşmanlarından bir bayan, bir yabancı gazetede (sokak çocuğu ve zalim) diye yazılar yazmak küçüklüğünü göstermişti. Bir gün Yat Kulüp'te Atatürk, arkadaşlarına bu yazıdan söz ederek demiştir ki: - Bana sokak çocuğu diye yazmış... Ben pek küçük yaşta yatılı bir öğrenci olarak okullara girmedim. İdadi'den Harp Okulu'na, oradan da orduya hizmete gittim. Sorarım sizlere, benim sokakta oynamaya vaktim mi vardı? Bana (zalim) diyormuş... Ben eğer bu vatana ihanet eden birkaç adamı mahkemeye vererek, kanun çerçevesinde bu adamlar cezalarını buldularsa, benim onlara karşı sevgimden ziyade, Türk milletine sevgim daha büyüktür... Bu nedenle Türk milletine onların zararlı vücutlarını feda ettim..." demişlerdir. Enver Behnan ŞAPOLYO MUTSUZ LİDER Bir akşam sofrasının hararetli bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı: - "Şimdi siz buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum, cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi, şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum." dedi. O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık. Damar ARIKOĞLU ABDÜLHAMİD 1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşamüstü Başyaver Celâl (Üner) Bey beni telefonla aradı. Dolmabahçe Sarayı'na davet edildim. Ve Saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Büyük Adamın karşısında buldum. Saygılarımı bildirince, belli bir iki nezaket cümlesi ile beni okşadı. Sonra: - Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat kutlarım, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli. Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından: - Sevme Abdülhamid'i! Yine de sevme! Fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. Senin kuşağın biraz daha ölçülü kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, Abdülhamid'in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa... Bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurundan uzaklaştım. Nizamettin Nazif TEPEDELENLİOĞLU YANINA ALDIĞI İLK ER Samsun'a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün


rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O'na sordu: - Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun? Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar'daki Komutanını çelik yay gibi selamladı. - Söyle niçin ağlıyorsun? İç Anadolu'nun yanık yürekli çocuğu içini çekti: - Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er'in omzuna elini koydu: - Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle! Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu. Burhan Cahit MORKAYA KAHRAMAN TÜRK KADINI 17 Mart 1923 Tarsus: Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı. Milli Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu: - "Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!" Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar. Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi: - "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın." Taha TOROS TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı. - Binbaşı mısınız? - Hayır. - Albay mı? - Hayır. - Korgeneral mi? - Hayır. - Peki nesiniz? - Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi: - Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!.. General SHERRIL SURİYE HEMŞİRENİZİ DE KURTARINIZ 1923 Mart'ının 17. Cumartesi günü Mersin'e giriyoruz. İstasyonda yaya olarak topluluk halinde ilerlerken, yolun ortasında, aynen Adana'ya girerken olduğu gibi, büyük bir levha taşıyan birkaç kız, Şef'in karşısına çıktı. Levhada şu cümle yazılı idi: "Suriye hemşirenizi de kurtarınız." İki gün evvel Adana'da Antakya ve İskenderun için yapılan o levhalı gösteri, Antakyalı kızın o herkesi ağlatıp sızlatan hıçkırıklı söylevi ve Şef'in ona verdiği tarihi cevapla, yüce bir nitelik almıştı. Şef şimdi bu Suriye levhasına ne diyecekti? - "Her millet layık olduğu mutluluğa erişir!" dedi ve yürüdü. İsmail Habip SEVÜK GENELGEYLE DEVRİM OLMAZ 1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: - Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: - Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle: - Valle Padişah bilir! dedi Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: - Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?


İhtiyar tekrar etti: - Padişah bilir!... Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü: - Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi: - Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: - Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz!..." Ahmet Hidayet Reel BEN CEPHEYE GİDİYORUM Bir akşam Recep Bey (Peker) beni ve İhsan Bey'i evine akşam yemeğine çağırdı. Ayağım burkulmuş, alçıda idi. Koltuk değnekleriyle gittim. Gazi Paşa da Refet (Bele) Paşa'nın evinde imiş. Bizim Recep (Peker) Bey'in evinde bulunduğumuzu haber almışlar. Yaver Muzaffer (Kılıç) telefonla beni çağırdı. Kendilerini beklememizi söyledi. Gazi, gece yarısından sonra geldi. Fazlaca alkollü idi. - "Vakit geç oldu. Oturamayacağım gideceğim." dedi ve giderken beni, İhsan ve Recep (Peker) Bey'i baş başa getirdi. Ellerini omuzlarıma atarak: - "Ben doğruca cepheye gidiyorum, düşmana taarruz edeceğim," dedi. Hepimiz şaşırdık ve telaşlandık. İhsan Bey: - "Paşam, ya muvaffak olamazsan?" deyince: - "Ne?... Bir haftalık süre içinde onları yok edip denize dökeceğim." karşılığını verdi. Ali KILIÇ YENİLSEYDİK SORUMLU BEN OLACAKTIM Bir aralık konu İstiklâl Savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dâhil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu,-bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı: - İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır. Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti: - Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı. Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine mal eden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım. Ord. Prof. Sadi IRMAK SAVAŞ EMİRLERİ Şükrü Kaya'nın, bir 30 Ağustos Zafer Bayramı gecesi sofrada: - "Paşam, İstiklal Savaşı'nda Başkomutan sıfatıyla muharebelerde verdiğiniz emirler bir yerde toplanmış mıdır?" sorusuna verdiği yanıt: - Bir gün Kurtuluş Savaşı'nın, Millî Mücadele'nin askeri tarihini yazacaklar, belki de benim Başkomutan sıfatıyla verdiğim bir yazılı ve imzalı emrime rastlamayacaklardır. Savaş arkadaşlarım buradadır, hep bilirler, ben muharebede daima o cepheden bu cepheye gider, yapılması gereken hareketleri Komutanlara dikte eder, onlara not ettirir ve kendilerini de inandırdıktan sonra, 'Şimdi ordu birliklerimize derhal bu hareketlerin yapılmasını kendi imzanızla bildiriniz...' derdim." Nejat SANER SELANİK Millî Mücadele henüz bitmiş, ordularımız Meriç sınırına dayanmıştı. Çankaya'da oturuyorduk. Atatürk'ün Selanik'ten çocukluk arkadaşı Nuri Conker dedi ki: - "Paşam, ne duruyorsunuz? Her şey elinizde. Selanik'teki eviniz boş duruyor. Bir sözünüzle orada oturabilirsiniz. Size kim engel olabilir?" Atatürk, hepimizin yüzüne baktı ve şunları söyledi. - "Böyle bir hareket bütün Avrupa'yı aleyhimize birleşmeye sevk eder. Büyük bir mücadele iyi bir biçimde sona erdi. Tehlikeli bir maceraya atılamam."


Hamdullah Suphi TANRIÖVER 17 MART 1923 TARSUS Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı. Millî Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu: - "Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!" Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar. Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi: - "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın." Taha TOROS İNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana: - Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti. Falih Rıfkı ATAY İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI Hastalığının ilerlemiş zamanında: "Hatta bir gün, bizim önümüzde bazı siyasi sorunlara değinip Romanya' da yapılan hükümet değişmesinden söz ederken, bir patriğin işbaşına gelmiş olmasından hayret duyduğumu söyledim. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'nın da yaklaşmakta olduğunu anıştırarak dedi ki: - "Bir savaş çıktığı takdirde, kanımca yansız kalmalıyız. O zaman birçok fırtınalar kopacak. Devlet gemisini gayet ustaca yöneterek işin içinden sıyrılmaya çalışılmalıdır." dedi. Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER ELİF, LAM, MİM NE OLACAK? Atatürk, Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesine karar verdikten sonra Kâzım Karabekir Paşa kaygıya düşmüştü. Büyük bir heyecan ve şaşkınlık içinde bir gün dayanamayarak Atatürk'e sordu: - "Kur'an'ın Türkçe'ye çevirisini emretmişsiniz." - "Evet." - "Peki, o zaman elif, lam, mim ne olacak?" Atatürk hayretle Karabekir'in yüzüne baktı ve en kolay bir şeyin cevabını verir gibi: - "Ne olacak, elif, lam, mim yine elif, lam, mim olarak kalacak" dedi. Hamdullah Suphi TANRIÖVER MEDRESELER Rize gezilerinde medreselerin açılması için kendisine başvuran hocalara; öfke ve sertlikle ve herkesin önünde: - "Para istiyorsanız size millet yetecek kadar verecektir. Açsanız karnınızı doyuracaktır. Medreseler bir daha açılmayacaktır, anladınız mı?" diye bağırdı. Prof. Mahmut Esat BOZKURT DİL ALANINDAKİ ÇALIŞMALARI Dil alanında bir kaynak sorununu ileri sürünce, ortaya, kâğıt kalem ve Atatürk'ün kendi eliyle açıklamalar yapılmış diksiyonerler getiriliyor. Yunanca'dan getirilen kelimelerin, onları bir başka dile bağlayan daha eski bir etimolojisi aranıyor. - Ana kökü arayacağız, diyor. Ve dil hakkındaki kuramını anlatmaya başlıyor ve bir gülüşle: - Uzun bir çalışmadan sonra, bunu bulduğum zaman, Sakarya savaşını kazandığım dakikadaki mutluluğu duydum, diyor. Prof. PITTARD KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Onaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük


Millet Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki: - Bu memleketin efendisi kimdir? Düşündüm. Karşılığı o verdi: - Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam etti: - Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!... Prof. Mahmut Esat BOZKURT YENİ KELİMELER Atatürk, yeni kelimeler için şöyle derdi: "Onları ortaya atmak gerekir. Millî duygumuz hangisinden hoşlanır ve onu kullanırsa, o zaman sözlüğümüze koyalım." Prof Dr. Afet İNAN ÖĞRENCİ GÖZÜNDE ÖĞRETMEN Çankaya'da bir ilkokul açılmıştı. Köşkün çevresinde bulunan bu okulu bir gün Atatürk ziyaret etmiş. Öğretmen tahta başında öğrencilere ders veriyormuş. Cumhurbaşkanı girer girmez saygı işaretini vermiş, çocuklar ayağa kalkmış ve oturunuz işaretini verdikten sonra yüzünü tahtaya çevirerek derse devam etmiş. Atatürk, beş on dakika ayakta ders dinlemiş ve çıkarken öğretmen yine aynı ses, aynı eda ile çocukları ayağa kaldırmış ve oturunuz işareti verir vermez derse devam etmiş. Gazi kapıdan çıkarken yanındakilere: - "Gördünüz mü öğretmeni? Cumhurbaşkanına önem vermedi" demiş ve ilave etmiş: - "İlköğretmen vatanın en hayırlı elemanı. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar kaynaşmışlardır ki, adeta çocuklaşmışlardır. Onların gözünde en sevgili öğrencilerdir. Bu öğretmen eğer dersini bırakıp saygısını göstermek için yanıma gelseydi ve çıkarken beni merdivenlere kadar geçirse idi, öğrencileri gözünde küçülür, belki prestijini kaybederdi. Öğrenci gözünde en saygılı, en büyük adam öğretmendir." demişlerdir. Asaf İLBAY ANADOLU'NUN MÜZİĞİ Atatürk söylüyor: - Montesquieu'nun, "Bir milletin musikicilikteki akışına önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olamaz" sözünü okudum, doğrularım. Bunun için, musikiciliğe pek çok özen göstermekte olduğumu görüyorsunuz. - Biz Batılılara göre, doğu musikiciliğinin kulaklarımıza gelen tuhaflık yönünden söz ettim ve dedim ki; Doğunun tek anlayamadığımız bir tarafı varsa, o da onun musikiciliğidir. Gazi, itiraz ederek şöyle demiştir: - Bunlar hep Bizans'tan kalma şeylerdir. Bizim gerçek musikimiz Anadolu halkında işitilebilir. - Bu ezgilerin geliştirilmesi mümkün değil midir? - Batı musikiciliği bugünkü durumuna gelinceye kadar, ne kadar zamanlar geçti? - Dört yüz yıl kadar geçti. - Bizim bu kadar süre beklemeye zamanımız yoktur. Bunun için, batı musikiciliğini almakta olduğumuzu görüyorsunuz. Emil LUDWIG SEN NE OLACAKSIN Kİ? Mustafa Kemal, Selanik'te yine bir akşam o zaman Sağlık Müfettişi olan eski Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Araş, Nuri Conker, Salih Bozok beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde oturmuşlar içerlerken, devletin dış siyaseti söz konusu oluyormuş. Bu arada Mustafa Kemal Bey birtakım acı eleştiriler yaptıktan sonra işi şakaya dökmüş ve Tevfik Rüştü Bey'i göstererek: - "Bu yanlış siyaseti bir gün doktor aracılığı ile düzelttireceğim." Deyince, yakın ve teklifsiz arkadaşı olan Nuri Conker: - "Ne? Ne... Sen mi düzelttireceksin?" Diye küçümseme ile sormuş. Bunun üzerine Nuri (Conker) Bey'le aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: - "Evet, ben doktoru Dışişleri Bakanı yapacağım. Bütün yanlışlıkları ona düzelttireceğim." Nuri Bey şaka ile sormuş:


- "Demek sen doktoru Dışişleri Bakanı yapacaksın. O halde ya beni?" - "Seni de vali ve komutan yaparım!" Bu konuşmaya, hazır bulunan Salih Bozok da karışıyor: - "Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?" Mustafa Kemal Bey Salih'in bu sorusuna, biraz düşündükten sonra: - "Salih, seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım." Cevabını verince Nuri Bey yine dayanamamış, tekrar atılarak: - "Allah’ını seversen, sen ne olacaksın ki, hepimize şimdiden böyle birtakım onurlar veriyorsun?" demiş. Mustafa Kemal Bey, Nuri Bey'in bu sorduğu soruya gülerek: - "Bu memuriyetleri, bu onurları veren ne olursa işte ben o olacağım." Diye karşılık vermiş. Ali KILIÇ MİLLETİMİN ŞEREFİNE İÇİYORUM Bir akşam, birdenbire Saray'dan kalkarak Gülhane Parkı'nda Halk Partisi'nin verdiği bir açık hava toplantısına gittiğimiz zaman, orada toplanan on binlerce insana harf devrimini müjdelemiş ve bu sırada ayağa kalkarak millete hitaben: "Arkadaşlarım, bu elimdeki rakıyı evvelce padişahlar da, halifeler de içerlerdi. Fakat onlar saraylarında, dört duvar arasında içiyorlardı. Ben ise sevgili milletimin önünde ve onun şerefine içiyorum." diye kadehini kaldırdığı zaman halkın alkış tufanı arasında Sarayburnu dakikalarca çınlamıştı. Ali KILIÇ HARF DEVRİMİ Yeni Türk alfabesinin ilk biçimlerini kendisine götürdüğüm zaman, Komisyonun en aşağı beş yıllık bir geçiş dönemi düşündüğünü söylemiştim. Gazeteler önce birer sütunlarını yeni harflere ayıracaklar, yavaş yavaş bu sütun sayısı artacak, sonunda bütün gazeteler yeni harflerle çıkacaktı. Okullar için de buna benzer basamaklı yöntemler düşünmüştük. Dikkatle dinledikten sonra bir daha sordu: - Demek beş yıl düşündünüz? - Evet! - Üç ay! dedi. Donakaldım, üç ay! Üç ay içinde bütün memleket yayını Lâtin harfleriyle değişecekti. İlâve etti: - Ya üç ayda uygulayabiliriz yahut hiç uygulayamayız. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların adedi bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur ve beş yıl sonra, tıpkı yarın başlar gibi başlamaya zorunlu kılarız. Hele arada bir buhran, bir savaş çıkarsa attığımız adımları da geri alırız. Falih Rıfkı ATAY PROGRAMSIZLIK Sen değil mi ki, bir kitapta okuduğum şu: Napolyon'a sormuşlar: Programınız nedir? O da cevap vermiş ki: - "Ben yürürüm, program benim hareketimden çıkar" sözüne: - "Evet ama o türlü giden, sonunda başını Sent Helen kayalarına çarpar" düşüncesini ekledin. Ruşen Eşref ÜNAYDIN ŞAPKA KONUSUNDA Atatürk, bir gün, lütfen bu konuda fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi, aleyhimize sonuçlandığı için, rahmetli hayli sıkıntılı idi. Şu karşılığı vermek cesaretinde bulundum: - "Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!" Atatürk, hafifçe gülümsediler. Ve kaşlarını birkaç defa eğerek gönlümü okşadılar. Prof. Mahmut Esat BOZKURT NEDEN KASTAMONU? Şapka giymek için neden Anadolu'nun en çok bağnaz görünen bir bölgesini seçtiğini sormuştum. Dedi ki: - O tarafa ilk defa gidiyordum. Halk o kadar beni görmek merakında idi ki, başımda ne ile görse öyle kabul edecekti. İzmir tarafına gitseydim, yalnız şapkamı görürlerdi. Falih Rıfkı ATAY


İŞTE SONUÇ Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle: - Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var. Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış... Ne olur bir kere de siz söyleyiniz. Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle: - Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak... Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle: - İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç... diyordu. Hulusi KÖYMEN PORTRE İstanbul'un kurtuluşundan yirmi üç gün sonra Cumhuriyet ilan olunur ve Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı seçilir. 1924'ün 2 Ocak tarihinden 22 Şubat'ına kadar İzmir'de bulunur. İzmir'e giden bir Kurul arasında Çallı İbrahim de vardır. Çallı, Atatürk'le karşılaşır ve kendisine: - Türk milletinin gönlündeki Mustafa Kemal'in portresini yapmama izin verir misiniz Paşam? der. Atatürk de: - Mademki gönüllerde yaşayan Mustafa Kemal'i çizmek istiyorsun, benim modelliğime gerek yok, yanıtını verir. Daha sonra Çallı, bazı araştırmalarına dayanarak Atatürk'ün koltukta oturur, sivil giysili/fraklı tablosunu oluşturur. Oğuz ÖZDEŞ YAKUP CEMİL Savaşın ortalarında Binbaşı Yakup Cemil (Babıâli baskınında Nazım Paşa'yı öldüren) savaşın kötü yöneltilmesinden ve memleketin felakete gitmesinden dolayı bir hükümet darbesi yapmaya girişti. O gece Enver Paşa'yı öldürecekti ve kuracağı hükümette Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) ve Başkomutan Yardımcısı olacaktı. Bir arkadaşı hükümete sır vermiş, Yakup Cemil idam edilmişti. Atatürk bana demişti ki: - Yakup Cemil, girişimini başarsaydı, ben yeni görevi kabul ederdim. Fakat Harbiye Nazırı olunca ilk işim Yakup Cemil'i kurşuna dizdirmek olurdu. Ali Fuat ERDEM TARAFSIZLIK Serbest Fırka zamanında: Gazi: - Fethi (Okyar) Bey, Süreyya (İlmen) Paşa'yı partinize aldığınıza çok memnun oldum; kendisi hem şehirci hem teşkilatçıdır, buyurdular. Ondan sonra bana dönerek: - Bak, ben Cumhurbaşkanı olarak tarafsızım. Bir partinin başında pek sayın arkadaşım İsmet Paşa hazretleri bulunuyorlar. Diğer partinin başında da pek sayın arkadaşım Fethi Beyefendi bulunuyorlar. Bu iki parti birbirleriyle mücadele eyleyeceklerdir. Lakin dünyaya karşı da: "Türkiye'de de bir siyasal eğitim mevcut olduğunu" kanıtlayacaksınız, buyurdular. Ondan sonra, sofrada bulunanlara hitaben: - Bakınız! Ben, Cumhurbaşkanı sıfatıyla bu iki partiye karşı tarafsız kalacağım, dediler. Şükrü Naili ve Abdurrahman Nazif Paşalara da: - Ordu. Siz de benim gibi daima tarafsız kalacaksınız; bu iki partinin mücadelelerine karışmayacaksınız, buyurdular. Süreyya İLMEN SİYASET ENTRİKASI Anadolu hareketinin ilk günlerinde siyasi hırslarıyla tanınmış olan bir bayanla konuştuğu sıralarda, ona şu sözleri söylemiş: - Hanımefendi, sizin çok güzel gözleriniz var; ben de güzel gözleri çok severim. Buna rağmen, söyleyeyim: Eğer siz, gözlerinizin kuvvetine güvenerek siyasal bir rol oynamak isterseniz haber vereyim ki başarılı olamazsınız. Çünkü ben siyaseti güzel gözlü hanımefendilerden çok fazla severim!" Bu sözleri, o zamana ait bir siyaset entrikasının öyküsü esnasında O'nun ağzından bizzat dinledim ve hemen hemen kelime kelime saklayıp şimdi aktarıyorum. Muhiddin BİRGEN SORUMLU


Gazi, memlekette yapılan iyi işlerden söz eden bir zatın: - "Paşam, halk bütün bu iyi şeyler sizin eserinizdir, diyor" sözüne karşı: - "Evet; halk bütün iyiliği benden bildiği gibi, bütün fenalıkları da bana yüklüyor" buyurmuştu. Ahmet Hamdi BAŞAR SONUCU BAŞLANGIÇTAN BERİ BİLİYORDUM Başarınızdan hiç kuşkulandınız mı?" diye sordum. - "Hayır! Asla" diye yanıtladı. "Ben bütün planı en başlangıçtan beri olduğu gibi gördüm (hiç cephanemiz olmadığı zamanlar bile) sonucu bildim. Biz kan akmasına ve yıkıntıya engel olmak için uzun zaman geciktik. Fethi (Okyar) Bey, son bir başvurulacak yol olarak Londra'ya gitti, çünkü biz kanla değil, yazıyla yapılmış bir antlaşma istiyorduk." Grace ELLISON GERÇEK TARİHİN YAZILMASINI İSTİYORUM Bir toplantı sırasında Türk Tarih Kurumu üyelerine: - Ben fani bir insanım, bir gün öleceğim. Büyüklüğüne ve üstün kabiliyetlerine inandığım Türk ulusunun gerçek tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum. Onun için bu toplantılarda kendimden geçiyor, her şeyi unutuyor, sizi yoruyorum. Beni affedin." Uluğ İĞDEMİR BEN YAPAYIM, SİZ YAZARSINIZ Gazi Mustafa Kemal, bu işler için muhakkak ki, hukuk kitapları okumuştur. Fakat onların hiçbirisini, aynen uygulama alanına koymamıştır. Hatta bir gün kendi anlattığından işittiğime göre, meşhur bir Türk hukukçusu, kendisine: "Bu uyguladığınız esaslar hiçbir hukuk kitabında yoktur" diyor. Mustafa Kemal'in cevabı şudur: - Uygulanıp denenişler, kural ve prensip haline gelirler. Ben yapayım, siz kitaba yazarsınız. Prof. Dr. Afet İNAN CUMHURİYETTE ANGARYA YOKTUR Cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz'de bir geziye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize'ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti. Vali'ye: Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu. Vali de anlattı. Bütün yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış. Atatürk'ün kaşları çatıldı. Oldukça sert bir dille: - Vali Bey, dedi "Corvee" nedir bilir misiniz? Öyle ise ben söyleyeyim: Angarya demektir. Ve şunu da bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyette angarya diye bir şey yoktur. Muzaffer KILIÇ EN GÜÇ DEVRİM MÜZİK DEVRİMİDİR Bir gece toplantısında: "Biraz sonra Atatürk'ün yepyeni bir konu ortaya attığını gördüm. En güç devrim nedir? Sıra ile hepimizin yanıtını bekliyordu. Bazı arkadaşlar, bütün devrimler birbirinden güçtür, dediler. Sıra bana gelince en güç devrim laikliktir, dedim. Nitekim bugün de hâlâ o kanıdayım. Ama Atatürk yanıtlarımızın hiçbirisini beğenmedi. Bizi bir süre duraksamada bıraktıktan sonra: - En güç devrim, dedi, müzik devrimidir. Şaşkınlığımızı yüzümüzde okumuşçasına devam etti: - Çünkü müzik devrimi kişiye kendi iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir âleme yönelmeyi gerektirir. Onun için çok zordur. Kısa bir susma oldu. Işıklar saçan gözünü üzerlerimizde gezdirerek ekledi: - Çok zordur ama yapılacaktır, dedi. Ord. Prof. Sadi IRMAK ORDUYU AYIKLAMA Yıl 1918, Selanik'te bir konferanstan sonra arkadaşlarıyla konuşması: - Devrimi tamamlamak lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman için düşündüklerimi size kısaca anlatayım: Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu'nun yüksek sayılan komutanları, benim için yoktur. Ordu kumanda sicilleri için ben, son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük komutanları bunlar olması gerekir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar olanlarını saklayacağım, üst tarafını yaktıracağım. Arkadaşlardan biri, bu söz üzerine buna karşı duruyor ve bu büyük ayıklama işinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa Kemal'in cevabı şudur: - Evet, binbaşından yüksek olanlar aybaşında, benim kuracağım bürolara gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri dikkatle inceledikten sonra: "Efendim, defterde sizin adınız yoktur, sizi tanımıyorum" diyeceklerdir.


Prof. Dr. Afet İNAN EMİN OLUN BUNLARIN HEPSİ OLACAK Bulgar Türkoloğu İvan Manolof, Meşrutiyetten (1908) bir iki yıl önce Selanik'te Atatürk'ten O'nun Türk devrimine ait düşüncelerini dinlemişti. Yarınki Türkiye'yi heyecanla anlatan Atatürk, Manolof a demişti ki: - "Bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün bu devrimleri başaracağım. Bağlı olduğum millet, bana inanacaktır. Düşündüklerim hiçbir demagoji ürünü değildir. Bu millet, gerçeği görünce, arkasından duraksamaksızın yürür. Dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalı, doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak batı uygarlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki ayrımlar silinerek yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. Batı uygarlığına girebilmemize engel olan yazıyı atarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar, her şeyimizde batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi bir gün olacaktır." Arif Necip KASKATI HİTLER HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ Ben, O'nu tek bir kez görmüştüm. Güzel ve kültürlü bir Fransızca ile konuşuyordu ve görünüşe göre bundan hoşlanıyordu. Bir ara konuşmayı Almanya'daki duruma yöneltti. Kısa ve kesin bir biçimde formüllendirdiği sorularından, bu konunun kendisini ne kadar meşgul ettiği ve Hitler'den hiç de hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Konuşmamız sırasında, bu yönde doğrudan doğruya bir sözünü hatırlamıyorsam da, sorularından ve jestlerinden, diktatörler dünyasının bu yeni yıldızının hayranı olmadığı kolaylıkla görülüyordu. Yalnız bir kez, o da konuşmamız sona ererken ve ben Nazi'lerin savaş niyetlerine değinerek sözlerimi bitirirken, karşılık olarak, hemen hemen felsefi-psikolojik bir görüş açıklaması biçiminde şunları söyledi: - "Daha hiçbir askerlik ve devlet adamlığı başarısı göstermemiş bir adama, iktidarı topyekûn teslim etmek, temel bir hatadır. Bir onbaşı, büyük bir askerî deha, büyük bir stratej olduğunu kanıtlamak için de, her şeyi göze almaktan çekinmeyecektir." Rudolf NISSEN YERİNİZ MAKAMINIZDIR Atatürk, Cumhurbaşkanı iken bir ilçede Kaymakamın odasına girmişti. Kaymakam kalktı, köşede bir iskemleye büzüldü. Atatürk: - Siz burada devleti temsil ediyorsunuz. Yeriniz makamınızdır, benim ziyaretçi olarak yerim de sizin karşınızdır, demişti. Falih Rıfkı ATAY EMİRLERİ ÜNİFORMA VERMİYOR 1923'te Konya'da verdikleri demeci, ayrılacakları gece, basına verilmek üzere tekrar okutturuyorlar. Muhtar Bey (Şakacı bir adam olan İngiliz Muhtar) kadehini kaldırıyor: - Yaşasın Başkomutan! - Niye Mustafa Kemal demiyorsun da Başkomutan diyorsun? Muhtar Bey üstü kapalı bir davranışla: - Hele, diyor ne olur ne olmaz, daha uzun süre şu Başkomutanlık üzerinizde kalsın! Şakalaşıp duran Gazi kartallaşıveriyor: - Vay, sen beni Başkomutanlıktan mı kuvvet alır zannediyorsun? (Sesini tabileştirerek) Dinle bak öyle ise, sana bir hatıra anlatayım: Hani ben Erzurum'da ordu müfettişliği nişanlarını yakamdan atarak, "ferdî millet" kalmıştım ya? O zamana kadar emirlerimi dinleyen komutan (ismini söyleyecekti, söylemedi) ondan sonra verdiğim emirleri dinlememeye başlamasın mı? Makamına gittim: - Paşa, paşa dedim, size o emirleri bu yakadaki yıldızlar vermiyor, Mustafa Kemal veriyordu, o yine karşınızdadır, yazınız! Yazdı, emir gideceği yere gitti. Fakat çıktıktan sonra aklıma gelmişti. Ya komutan düğmeye basıp da, "Posta, bunu dışarı çıkarınız!" deseydi. Sesi yine heybetleşerek: - Fakat diyemezdi, Muhtar, karşısında Mustafa Kemal var, diyemezdi! Muhtar Bey kadehini kaldırarak yürekten bağırıyor: - Yaşasın Mustafa Kemal! İsmail Habip SEVÜK SOYADI'NIN BELİRLENMESİ Demin bir sözü yanlış söyledim, Gazi'yi Büyük Millet Meclisi, kanunla "Atatürk" yaptı, dedim. Bu söz eksiktir. O, kendini "Atatürk" yaptı. Kanun, olayı kabul etti. O günlerde soyadı kanunu çıkacaktı. Bir akşam yemeğinde, Gazi "Atatürk" adını alacağım, dedi. Karşı geldiler: - Memleket, dünya, tarih "Gazi Mustafa Kemal"i tanıyor. Ona nasıl dokunulur. Atatürk karşılık verdi: - En tanınmış Türkler, yabancı isimler taşıyorlar. İbn-i Sina gibi, ElBirûni gibi... Bu yabancı isimlerin karşısında, bunların Türk olduklarını kanıtlamamız gerekiyor ve kanıtlamak için de uğraşıp duruyoruz. Buna son vereceğim ve kendi adımla


başlıyorum! Ve Gazi Mustafa Kemal o gece Atatürk'tü. Ertesi gün kanun bu olayı onayladı. O'nun kanuna bu kadar nazı geçerdi. Mithat Cemal KUNTAY TÜRK TOPRAĞI Sınırlarını, en son Türk kuşaklarının kanlarıyla yoğurup çizdiği bir Türk vatanında, o vatan kavramını anlamlandırdı. O, bir ölüm haberi karşısında, yurt toprağına şu hitapları bana yazdırmıştı (1930): "Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için canımızı veririz. Fakat sen Türk milletini sonsuz hayatta yaşatmak için, feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster." Prof. Dr. Afet İNAN KIN AŞINSIN, KILICA BİR ŞEY OLMASIN Hastalığa ilk teşhis konulduğu sıralarda Profesör Pittard eşi ve Bayan Afet İnan'la birlikte Atatürk'ün huzurundaydık. Atatürk'ün yüzündeki renksizliği sezen Pittard: - Efendim, bu kadar işleriniz arasında dil ve tarih üzerindeki çalışmalarınıza biraz ara verseniz olmaz mı? dedikten sonra ilave etti. - Sonra kın aşınır, örselenir Paşam! Atatürk kılıcın millet kının da devlet başkanı olduğunu demeye getirerek: - Kın aşınsın, örselensin ziyanı yok. Yeter ki kılıca bir şey olmasın! Bunun üzerine Profesör: - Ekselans, ben sizin fikrinizde değilim. Kın da bulmak güçtür, dedi. Fethi İSFENDİYAROĞLU HATAY SORUNU Ömrünün sonlarında Hatay sorununda bir başka sözünü duymuştum. Atatürk, bu sorun yüzünden uykusuz, sinirli idi. Rastladığı elçilerle tartışma yapar, söylemediğini bırakmaz, kendi hazır bulunduğu yerlerde yabancı elçilerin kulağına gidecek nümayişler yaptırırdı. Bir akşam sofrada vaktiyle Dışişlerinde bulunan bir arkadaşı: - Paşam, niçin kendinizi de milletinizi de üzüp duruyorsunuz? Bir tümen yollarsanız Hatay'ı alırsınız. Ve Renani'de Alman olupbittilerini kabul eden Fransızlar Suriye'nin bir sancağı için sizinle savaş mı yapacaklar? dedi. Öfke ve siniri dalga gibi dinerek, sesi yavaşladı: Evet bunu ben de bilirim. Bir tümen yollasam, Hatay'ı alabiliriz. Renani'de Almanlarla savaşmayan Fransızlar da Hatay için bize savaş açmazlar. Fakat ya bu kez saygınlıklarına dokunup karşı koyacakları tutarsa? Soru sorana dönerek: - Ben bir sancak için altmış bu kadar Türk ilini tehlikeye sokmam, dedi. Falih Rıfkı ATAY AH SELANİK! Kolağası Mustafa Kemal, bu akşam mahzundu. Selanik'te Beyazkule bahçesinde baş başa oturuyorduk. Saatlerce konuştuk, nerede ise gün ağaracaktı. O gece ay Olimpos dağlarının arkasında kaybolurken, Mustafa Kemal içini çekerek: - Ah Selanik, dedi. Seni bir daha Türk olarak görecek miyim? Baktım, ağlıyordu. O altın sarı saçlarını okşadım. Teselli etmeye çalıştım. Ben, Mustafa Kemal'in müşterek hayatımız boyunca bu derece duygulandığını görmedim. Ali Fuat CEBESOY TÜRKÇÜ MÜSÜNÜZ? Gökalp, Atatürk'ten önce ve Atatürk'ten sonra bazılarınca Türk milliyetçiliğinin adı olarak kullanılan Türkçülük deyimini, en doğru tanımıyla belirtir ve der ki: "Türkçülük. Türk milletini yükseltmek demektir." Yanlış yorumlara uğradığını ve uğrayabileceğini sezmiş olacak ki Atatürk. Türkçülük sözünü hiç kullanmamıştır. Daima "Türk milleti, milliyet, milliyetçilik" sözlerini kullanmıştır. Kendisine: Türkçü müsünüz? diye sorulduğu zaman, bizi herkesten iyi bilen bu büyük Türk: Ben Türküm, demekle kesin ve keskin yanıtını vermiştir Hasan Ali YÜCEL TÜRKLÜK MÜSLÜMANLIĞIN ÖNCÜSÜDÜR Atatürk sağ iken, büyük İslâm kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre Mekke'de toplanacaktı. Atatürk'ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk. Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevî hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan Türklere de


bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı? Biliyordu ki Mekke'ye şapka ile gidilemez. Ama daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirileceğini sanan bir toplumda ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör'ü çağırdı: - Mekke'ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Mekke'ye şapka ile gideceksin. Kara taassup sana karşı bile gelse eğilmeyeceksin! Edip Servet Tor, Mekke'ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerinin en itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye'yi o temsil etti. Falih Rıfkı ATAY TAMBUR TAKSİMİ Bir akşam, emirleriyle yaptığım bir tambur taksiminden sonra yaşlı gözlerle bana şöyle bir sual sordular: - Aferin oğlum, çok güzel bir taksim yaptın, duygulandım, eksik olma. Bana musiki nedir tanımlar mısın? - Hakiki aşktır! Duygularımızın ezgilerle anlatımıdır. Her insanı çeşitli etkiler altında bırakan güzel bir yüzün, güzel bir kokunun, güzel bir sesin, güzel manzaraların tanımı olanaksızdır. Musiki de tanımlanamaz. İnsanı bazen ağlatır, bazen güldürür, bazen de maddi hayatla ilgisini keser, mana âlemine gönderir. Bu yanıta çok memnun oldular: - Aferin çocuğum, gel seni bir öpeyim. Bana şimdiye kadar böyle bir yanıt veren olmadı. Kimi seslerin dizisinden, kimi gamlardan, bilemediğim makamlardan zırvaladılar, durdular. Sanki müzik kitaplarından ben bu şeyleri okuyamazmışım gibi, bana müzik dersi vermeye kalkıştılar. Gerçeği sen söyledin, hepsini mat ettin. Gel, bir daha öpeyim evladım seni. Sen sanatında eli öpülecek adamsın! Refik FERSAN HAYDİ BAKALIM ZEYBEK OYNAYACAĞIZ Bir başka akşam, fasıldan sonra bir semai çalarak konsere son verdik. Atatürk şöyle dedi: Her fasıl peşrevle başlıyor, saz semaisiyle bitiyor. Dörder "hane" olarak yapılan bu eserlerin, özellikle saz semailerinin tavrı aşağı yukarı birbirlerinin aynı. Bizlere heyecan verecek, ruhumuzu okşayacak zeybek havaları gibi kıvrak ezgilerle düzenlenseydiler olmaz mıydı? Acaba bestekârlarımız neden bunu göz önünde tutmamışlar? Gazi'nin bu buluşları harikaydı. O ara salon orkestrası konserine başladı. Yerimden kalktım. Beni de ilgilendiren bu buluş üzerine hemen bir eser yazmak ve hemen orada arzularını yerine getirmek için tenha bir yere çekildim. Bir kâğıt parçasına o anda doğan ezgileri Hamparsum notasıyla tespit ettim, dördüncü haneye de zeybek temposunda bir oyun havası ekledim. 15 dakika gibi kısa bir sürede oluşturduğum bu eseri bir daha gözden geçirdim, kendim de beğendim. Mükemmel bir "Nikriz Saz Semaisi" bestelenmişti. Yirminci dakikada salona girdiğim zaman orkestra dans havaları çalmaya devam ediyor, Atatürk sofra başında yanındakilerle konuşuyordu. Beni görünce: - Neredeydin? - Paşam, emirlerinizi yerine getirmek üzere dışarıya çıkmış idim. Müsaade buyurursanız, şimdi bestelediğim "Nikriz Saz Semaisi"ni dinleteceğim. Paşa hayret etmişti. Derhal tamburla eseri çalmaya başladım. İlgiyle, dikkatle izliyordu. Son hanenin zeybek usullerine başlar başlamaz: - Bravo! Aferin evladım... diyerek arkalarında İnönü'nün de bulunduğu konuklarına: - Haydi bakalım, hepimiz zeybek oynayacağız! Tekrar tekrar bu eseri çaldırdılar ve zeybek oynadılar. Refik FERSAN KADINLAR LOKANTADA Zaman o zamandı: başta Atatürk vardı. Büyük uyanma dönemi yaşanıyordu milletçe. O zamanlar Ulus'ta bir İstanbul Lokantası varmış. Müşteriler kalpaklı, pos bıyıklı, kavi adamlar. Yemeğe iki hanım geliyor her gün: Biri Süreyya Ağaoğlu, biri de Hukuk'u onunla bitiren iki hanımdan biri... Lokantaya her girişlerinde bütün başlar kalkıyor. Bir gün zamanın Başbakanı Rauf Orbay'dan bir haber geliyor: "İki genç kızın İstanbul Lokantasında yemek yemeleri uygun değil." Hatta galiba haberi kızına ileten, Ağaoğlu Ahmet. Genç kız küplere biniyor. Tam o akşam, gene avcı kıyafetiyle, gene traktör sürmekten yorgun, Paşa evlerine geliyor. Gene coşkular içinde. Gene Türk kadını, şu olabiliyor, bu olabiliyor diye iftiharlar içinde... Süreyya dudak büküyor. Atatürk, kendisine "İşini sevmiyor musun?" diye sorduğunda: "Evet ama Başbakan, öğleleri lokantaya gitmeme kızıyormuş." diye yanıtlıyor. - Hakkı var. Orada ne işin var? Ertesi gün dairede bir koşuşma, "Paşa sizi istiyor" diye geliyorlar. - Hangi Paşa? - Kemal Paşa Hazretleri. Paşa, açık gri bir otomobilde beni bekliyordu. İstanbul


Lokantasının önünden geçerken şoföre "Dur" emrini verdi. Lokantadakiler dışarı fırlamışlardı. Atatürk, herkesin duyabileceği bir sesle: - Bugün Süreyya Hanım Çankaya'da benim davetlim, yarın her zamanki gibi lokantaya gelecek, dedi. Çankaya'da Latife (Gazi Mustafa Kemal) beni gülerek karşıladı. Aslında. Atatürk çok kızmış Başbakan'a... ... Ve sonra ne oldu biliyor musunuz? Herkes ertesi gün, İstanbul Lokantasına eşleriyle geldi. Zaman işte o zamandı. Nimet ARZIK TÜRKÇE EZAN Hindistan'da iken Türkiye'de Türkçe ezan okunmasından yakınan bir Hint Müslümanları grubuna: - Siz, Allahın yalnız Arapça anladığını sanmak gibi bir günaha giriyorsunuz. Atatürk, dine değil, yobazlığa ve körü körüne inanışa karşıdır. Bundan otuz yıl sonra İslâm dinini boş inançlardan kurtaran, asıl yüksek ruhunu yaşatmaya çalışan bir öncü olarak bütün Müslümanlardan saygı ve anlayış görecektir. Rauf ORBAY TARİH ZORLAMAYI SEVMEZ Atatürk ne gösterişlerde, ne mevkilerde, ne rütbelerde içini doyurucu bir zevk bulamamıştır. O, fikir peşinde idi. Gerçek büyüklüğü daima fikirleri uğruna savaşmakta, her an, o andan önceki bütün şanlarını ve şereflerini fikirleri uğruna feda etmeyi göze almakta aramıştır. Bir gün Ankara ve İstanbul şehirlerinden birine "Atatürk" adı verilmesi için bir kanun teklifi hazırlanmıştı. Atatürk tasarıyı okudu, arkadaşlarına: - Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir. Fikirleri tercih eder, demişti. Falih Rıfkı ATAY NAPOLYON BENZETMESİ General Tawsand 12 Haziran 1922 tarihinde Adana'ya geldi. Kendisine o vakit haber almada çalışan deniz yüzbaşılarından Cemil refakat subayı olarak atanmıştı. General bir gece Adana'da Bursa Oteli'nde kaldı. Ve ertesi günü özel trenle Konya'ya geçti. O günün akşamı saat 9'da Mustafa Kemal, Tawsand'la görüşmelere başladı. Tawsand görüşmeler esnasında kendince yaptığı bir benzerliği Mustafa Kemal'e bildirerek: - "Siz Napolyon'a benziyorsunuz." dedi. Mustafa Kemal bu benzerliği geri çevirerek: - "Napolyon arkasına bir sürü çeşitli milliyetteki insanı toplayarak macera aramaya çıktı. Ve bunun içindir ki, yarı yolda kaldı. Ben bir anadan bir babadan gelen kardeşlerimle kendi vatanını kurtarmak davası yolundayım. Ve başaracağım." karşılığını verdi. Hasan Ali YÜCEL BENİ YETİŞTİRDİĞİNİZE PİŞMAN MISINIZ? İsmet İnönü Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra bir akşam Atatürk'ün sofrasında bulundu. Atatürk, sofrada kendi yanına oturttu. İsmet İnönü bir kâğıt parçası üzerine şöyle bir soru yazdı: - Hâlâ bana dargın mısınız? Atatürk bu sorunun altına şöyle yazdı: - Bugün de arkadaşımsın, kardeşimsin. İsmet İnönü, Atatürk'e bu yazının altına imza koymasını rica etti. Atatürk imzaladı. İsmet İnönü bu imzalı kâğıdı cebine koydu. Sonra İsmet İnönü ikinci bir soru yazdı: - Beni yetiştirdiğinizden dolayı pişman mısınız? Atatürk bu soruyu okuyunca İsmet İnönü'ye bu yazısının altını imzalamasını istedi. İsmet İnönü imzaladı ve Atatürk de bu yazıyı aldı. Atatürk ile ismet İnönü arasında o zaman geçen bu küçük olay, Cumhuriyet tarihinin karanlık kalmış olan bir köşesini aydınlatmaya yeter kanısındayım. Asım US ACI DUYUYORUM Bize savaşlardan birini anlatıyordu: - "Görüyorsunuz ya, dedi, birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek derin bir acı duyuyorum." George BENNEB BAYRAĞI KALDIRINIZ! Mustafa Kemal o sabah savaş meydanını geziyordu. Yerde parçalanmış bir bayrak, bir düşman bayrağı gördü. Bir an durdu, yanındakilere seslendi: - "Bu bayrağı kaldırınız, yenilmiş bir düşman bayrağı, fakat o bir milleti, bir orduyu simgeliyor, yerde kalmaya layık değildir." Ferit Celâl GÜVEN


ER'İN MENDİLİ Bir akşam uzun süre didişen, uğraşan iki erden birinin yüzünü sildiği mendil gözüne ilişmişti. Bu işlemeli ve göz alıcı yağlığı isteyerek ere sordu: - "Bunu nereden aldın?" Bu ansızın sorulan soru karşısında şaşıran kahraman Türk çocuğu, sıkılarak karşılık verdi: - "Yavuklum gönderdi, Atatürk!" Büyük kayıplar karşısında bile ağladığı görülmeyen, acı duyguları içinde gizleyen Büyük Şef, bilmem neden, o anda sarsılmıştı; dolan mavi gözlerinden iri damlalı yaşlar dökülüyordu. Er'in demin yüzünden akan terleri sildiği bu mendille o da gözyaşlarını silmişti. Prof. Naim Hazım ONAT ADNAN MENDERES Serbest Fırka'nın son günleriydi. Halk Fırkası mutemetlik saltanatına ilk darbe, Aydın'da vurulmuştu ve bu darbeyi vuranların başında, o zaman çok genç olan Adnan Bey (Adnan Menderes) bulunuyordu. O sırada Recep Bey, Vasıf Bey, Halid Bey ve daha birçok zevat sık sık Aydın'a geliyor, vaziyeti tetkik ediyor, temaslar yapıyor, rapor yazıyor, Ankara'ya gidip geliyorlardı. Velhasıl, bir telaştır gidiyordu. Bu gidiş gelişler arasında Gazi'ye; Adnan Bey'den bahsetmişler. Kendisini görmeyi arzu etmiş, görmüş. Cevdet Kerim Bey'den naklen duyduk. Gazi, Adnan Bey'i gördükten sonra, - Bu gençte çok iş var, demiş ve derhal milletvekili namzetleri listesine alınmasını emretmiş. Niyazi Ahmet BANOĞLU BÖYLE BİR AĞAÇ YETİŞTİRDİN Mİ? Bahçe mimarı Mevlut Baysal anlatıyor: "Çankaya Köşkü'nde, bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağacın Atatürk'ün geçeceği yolu kapadığını gördük. Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz tarafındaki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım: - Emrederseniz derhal keselim Paşam. Bir an yüzüme baktı, sonra: - Yahu, dedi, sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin." Niyazi Ahmet BANOĞLU HASTALIĞI Doktor Asım: - Atatürk'ü istasyonda gördüm, dedi. Doktor olarak durumunu beğenmedim. Arkadaşları da burnunun kanadığını söylediler. Ben kanamanın burnundan olduğunu sanmıyorum; görünen duruma göre, bir karaciğer kanaması olması akla daha yakın. Eğer böyle ise, durum vahimdir, dedi. Dünya başıma yıkıldı sandım. Geceyi güç geçirdim. Sabahleyin erkenden Çankaya'ya gittim. Odaya girince bana gülümseyerek baktı ve: Hayrolsun, ne var? diye sordu. - Hastalığınızı merak ediyorum, dedim. Yorulmanızda endişe ediyorum… Bana iki yabancı uzman tavsiye ettiler. Çok yetkili kimselermiş. Eğer izin verirseniz, kendilerini Türkiye'ye davet etmek ve sizi görmelerini sağlamak istiyorum. Bunu ricaya gelmiştim. Kaşlarını hafifçe çattı. Biraz düşündü. Böyle bir davetin politik tesirlerini hesapladığı belli idi: - Ortalıkta, Hatay meselesi var. Hastalığım dışarıda duyulursa iyi olmaz... Bu noktayı değerlendirmek lazımdır. Sen Neşet Ömer'le konuş. Burada zaten Tıp Kongresi yapılıyor. Gelip bir muayene etsinler. Bakalım onlar ne diyecek? Sonra düşünürüz, dedi. İsmet BOZDAĞ Atatürk: Türkiye’ye Kin Yakışmaz İstanbul’un işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız Generallerinden M. Bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti. General bunu almak arzusu göstermesi üzerine elişinin sahibine öğretmen armağan edilmesi için teklifte bulunmuş ve öğrenci buna son derece sinirli: -“Hayır, bir çöp bile vermem” demek suretiyle şiddetle reddetmişti. Aradan yıllar geçtikten sonra aynı okula Atatürk gelmiş, aynı öğrenci bu kez düşman generaline vermediği aynı elişini Atatürk’e armağan etmek üzere uzatmış ve heyecanla şöyle demişti: -“Büyük Atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica ediyorum. Bu işimi bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında Fransız General Mösyö Bramon’a armağan olarak


vermemi rica etmişti. Hâlbuki ben bu arzuyu reddetmekle düşman ellerinde bir çöpümü bile görmek istemediğimi söylemiştim. Şu dakikada içimden gelen bir istek ve sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica ediyorum.” Gazi’nin bu sözler üzerine kaşları çatılmış ve sert bir sesle şu cevabı verdiği duyulmuştur: -“Kızım, Türkiye’ ye kin yakışmaz. Biz herkesle dostuz. Çektiklerimiz, başımızda bulunan saltanat devrinin büyük hatalarının neticesidir. Avrupalı’ların, Türk kızlarının eserlerini hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini değiştirebilir miyiz? Sen onu o zaman verseydin, şimdi şanlı Türk kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını süslerdi.” Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009 Atatürk: Dengen Tamam Oldu Özel bir trenle Adana’ya gidildiğini anlatan Paşa Kazım, anılarında şunları anlatıyor: “Gazi, istasyonda hazırlanmış olan büfede çay içiyordu. Eşi Latife Hanımefendi de bu seyahate katılmıştı. Ve Gazi, büfede çay içerken, o vagonda kalmış, pencereden istasyondaki kalabalığı seyrediyordu. Ben, tam pencerenin altında, peronda emirlerini bekler bir halde duruyordum. O sırada, aklıma komiklik yapmak geldi. Başladım kulaklarımı oynatmaya. Latife Hanımefendi halimi görmüş, gülmemek için kendisini büyük bir baskı altına almıştı. Gazi’nin eşi olarak, halkın karşısında gülmesinin yakışık almayacağını haklı olarak düşünmüşlerdi. Ben, kulaklarımı oynatırken, yan gözle de ona bakıyor, dişlerini sıkışını seyrediyordum. Latife Hanımefendi, bu hareketime son vermemi kaş göz işaretiyle bana anlatıyordu, ama hiç oralı olmadım. Nihayet beni sert bir işaretle vagonuna çağırdı ve gittim. -‘Bu ne maskaralık, neden öyle kulağını oynatıp duruyorsun?’ Diye sordu. Gayet ciddi, cevap verdim: -‘Hanımefendi Hazretleri’ dedim. ‘Adana’yı onurlandırmanızda, Adana’ya kadar sizlerle beraber gelmem emredildi. Geliyorum. Sizler otomobillerinize binip, hazırlanmış olan son derece güzel köşklere gideceksiniz. Beraber gelmesini emrettiğiniz bu fakirin parası olup olmadığını, orada ne yiyip ne içeceğini hiç düşündünüz mü?’ Latife Hanım, gülerek: -‘Senin derdin anlaşıldı’ dedi. -‘Söyleyeyim de bir on beş lira versinler sana...’ Hemen cevabı yapıştırdım: -‘Aman hanımefendi, olabilir mi hiç? Bu kulaklar 15 liraya durur mu? Bir elli lira verirseniz, ben de onları durdurmak için harekete geçer ve inşallah da başarılı olurum.’ Nihayet elli lirayı kopardım, biraz sonra, tren de hareket etti. Ama ben, rahatsızdım. Amacıma tam ulaşmamıştım. Vakit geçirmeden, sıcağı sıcağına bir elli lira da Gazi’den koparmalıydım.


Latife Hanımefendi’den aldığım elli Lirayı ceketimin sağ cebine koydum. Ve güya, bu paranın ağırlığı ile eğilmişim gibi, sağa doğru eğilerek Gazi’nin huzuruna girdim. Gazi, beni o komik durumda görünce, istemeden güldü. Ve: -‘Ne o’ dedi. ‘Yan yatmışsın gene? Bir şey mi oldu?’ Ben, planımı hazırlamıştım. Beklediğim de bu soruydu. Hemen cevabını verdim: -‘Paşa Hazretleri, Hanımefendi bana elli lira vermişti. Cebime koydum. Müthiş ağır geldi. Bir türlü doğrulamıyorum. Hani, şöyle öbür cebime de onun kadar bir para koyabilirsem, düzeleceğim. Mümkün mü acaba?’ Dedim. Gazi manevramı anlamıştı. Bir kahkaha attı. -‘Bakayım şu elli liraya... Ver bana’ dedi. Şaşırmıştım. İkinci bir elli liraya konalım derken elimizdeki elli lira da uçacaktı galiba? İster istemez, parayı verdim. Gözlerimi de, ne olacak, diye Gazi’ye dikmiştim. O, gayet rahat parayı aldı. Cebinden cüzdanını çıkarıp dört tane on lira, iki tane beş lira aldı. Benim elli lirayı kendi cüzdanına, aldığı paraların yerine yerleştirdikten sonra: -‘Yaklaş bana’ dedi. İki dakika sonra, yirmi beş lira bir cebime, öteki yirmi beş lira da diğer cebime girmişti. Gazi iki eliyle omuzlarıma vurarak: -‘Haydi, bakalım, geriye dön, marş. Dengen tamam oldu,’ dedi.” Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 Mustafa Kemal Atatürk Hakkında Söylenenler DÜNYA LİDERLERİNİN SÖYLEDİKLERİ Emanullah HAN[Afgan Kralı] Büyük Atatürk'ün ufulünden dolayı teessürümüz o derece derin ve sonsuzdur ki, bunu ifade etmek için kelime bulamıyorum. Çünkü Atatürk, yalnız Türkiye'nin değil, bütün şarkın Ata'sı idi. Prof. Herbert MELZIG[Tarihçi] Istırap çeken dünyada barış ve esenliği yeniden kurmak ve insanlığın yalnız maddi değil, manevi gelişmesini sağlamak isteyenler Atatürk' ün iman verici ve yön göstericiliğinden örnek ve kuvvet alsınlar. O, kendi milleti ve beşeriyet âlemi için beslediği muhabbetle, bir dâhinin neler yarattığına dair, cihana fevkalade heyecanlı bir sahne seyrettirmektedir. Atatürk tarihten hakiki dersler almış nadir büyüklerden biridir. Bütün çaba ve uğraşmaları yalnız kendi ulusu içindir. General Liman Von Sanders Sert, dayanıklı ve mücadeleci. Bence harika bir subay. Kelimenin tam manasıyla mükemmel bir yönetici. Prof. Walter L. WRIHT Jr. O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı.


General Mc ARTHUR Asker, devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biri idi. Kendisi, Türkiye'nin, dünyanın en ileri memleketleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. Keza O, Türklere, bir milletin büyüklüğünün temel taşını teşkil eden, kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir. Gladys Baker[Gazeteci] İnsanı teslim alıcı gözlerinde fevkalade bir önderlik gücü var. Kalın kaşları sakin durmaz. Yüksek, entelektüel zirveler kalkar ve şaşılacak derecede geniş alnında derin çizgiler oyacak biçimde çatılır. Derisi açık renklidir, güneşten yanmıştır. Esmer değildir. Saçı sarımtırak kahverengidir. Ağzının temiz kesilmiş çizgileri ve çenesi kararlarının kesinliğini gösterir. Tetiktir, hazırcevaptır, dikkati çekecek derecede zekidir. John F. KENNEDY[A.B.D Başkanı] Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarını, Türk halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir askeri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır. Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye'nin doğması, yeni Türkiye'nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri koruması, Atatürk' ün Türk halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye' de giriştiği derin ve geniş inkılâplar kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur. Franklin D. ROOSEVELT[A.B.D Başkanı] Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır. Sovyet Rusya Hariciye Nazırı Litvinof ile görüşürken kendisine onun fikrince bütün Avrupa'nın en kıymetli ve en ziyade dikkate değer devlet adamının kim olduğunu sordum. Bana Avrupa'nın en kıymetli devlet adamının Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal olduğunu söyledi. Awra M. WARRENGl[Büyükelçi] Atatürk'ün dış münasebetler konusu üzerindeki görüşlerini inceleyen bir kimse, fikirlerinin değeri ve ifade edildikleri zamanı aşan manaları karşısında daima hayrete düşer. KRIPPEL[Heykeltıraş] Atatürk öyle bir insandır ki, hayali değildir. İstediğini bilir, bildiğini yapar, yapamayacağı bir şeyi de istemez. Ma Shao-Cheng[Yazar] Mustafa Kemal yeni Türkiye'nin kalbidir. Eski, yıpranmış bir toplumdan yepyeni, güçlü bir millet yaratmış, eşsiz kişiliğiyle kendini herkese saydırmış, enerjisiyle herkesi kendine inandırmıştır. Albert LEBRUN[Fransız Cumhurbaşkanı] Akıllı ve barışçı yöntemlerle gerçekleştirdiği eseri halkların tarihinde izlerini bırakacaktır. BRIAND[Fransa Başbakanı] Yeni Türk Devleti ile Ankara Antlaşması'nın imzalanması nedeniyle; "Bizi arkadan vurdu, dağ başındaki haydutlarla, Mustafa Kemallerle anlaştı" diyenlere Fransız Başbakanının Mecliste verdiği cevap: Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve O' nun tüm askerleri burada olsalardı teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahramanla bir antlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum. Berthe Georges-Gaulis[Gazeteci] Denilebilir ki onsuz, İslam âlemi yolunu bulabilmek için elli yıl daha bekleyecekti. Claude Farrer[Yazar] Karşımdaki bu büyük adamda, keşfettiğim bu büyük meçhulde maharet ve karakter o


kadar iyi işlenmişti ki, sözlerinde hiçbir şüphe aranamazdı. O, yüce bir dağa benzer. Eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark edemezler. Bu dağın azametini kavrayabilmek için, Ona çok uzaklardan bakmak gerekir. Eduard DALADIER[Fransa Başbakanı] Fransa, kendisine pek çok dostluk belirtileri göstermiş olan bu büyük adamın anısını daima canlı tutacaktır. Charles De GAULLE Türkiye tarihi, bugün her zamandan çok Batı ve Avrupa tarihinden ayrılmaz bir haldedir. Ve Atatürk' ün bu yöndeki gayretleri sonuçsuz kalmamıştır. Memleketlerimiz arasındaki yüzyılları aşan dostluk, bu gelişmenin temel öğelerinden biridir. Gerrad Tongas[Yazar] Bu, insanlığa denenmiş bir felsefe örneği olarak sunulabilir. Atatürk yüz yıllara sığabilecek işleri on yılda tamamladı. Eduard HERRIOT[Fransa Milli Meclis Başkanı] Atatürk'ün askerlik tarafına hayret etmiyorum. Her meslekte deha sahibi insanlar vardır, buna şaşılmaz. Fakat İsviçre Medeni Kanununu kabul etmek ve Türkiye'de yürürlüğe koymak! Bu adeta dehanın da üstünde bir şey. Hukuktan anlayan ve insan haklarına inanan biri sıfatıyla söylüyorum. İşte buna hayranım! Prof. Maurice BAUMANT Eski Osmanlı İmparatorluğu bir hayal gibi ortadan silinirken, milli bir Türk Devleti'nin kuruluşu, bu çağın en şaşırtıcı başarılarından birisidir. Mustafa Kemal, yüce bir eser ortaya koymuştur. Atatürk' ün parlak başarısı bütün sömürgeler için bir örnek olmuştur Mercel Sauvage[Gazeteci] Mevcut rütbelerin hepsini kaldırdığı bir memlekette, bu adam, bütün rütbeleri, kazanmıştır. O memlekette, bulunabilecek en şerefli isim Ona verilmiştir. Pierre Dominique Bu günün Türkleri, yüzyıllar önce Avrupa' yı titreten canlı millet durumuna erişmiştir. Ve bu aksam O büyük ulunun başında bekleyen Türkiye, güçlü ve dipdiri Türkiye'dir. Sucheta KRIPALANI[Hint Parlamento Heyeti Başkanı] Atatürk, yalnız Türk Milleti'nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün milletlerin önderiydi. O' nun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk. Winston CHURCHILL[İngiltere Başbakanı] Savaşta Türkiye'yi kurtaran, Savaştan sonra da Türk Milletini yeniden dirilten Atatürk' ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük kayıptır. Her sınıf halkın O' nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye'nin Ata' sına değer bir görünümden başka bir şey değildir. Alan Moorehead[Yazar] O genç ve dahi Türk Şefi'nin o esnada Çanakkale de bulunması, müttefikler bakımından tarihin en acı darbelerinden biridir. Grace Ellison[Gazeteci] Herhangi bir olayı derinliğiyle kavramak, çıkar yolu görüp birdenbire harekete geçmek iktidarı, O'nun eşsiz otoritesinin başlıca kaynaklarından biridir. Herbert Sideabotham[Yazar] Atatürk, eskimiş bilimlerle boş yere kafasını yormamış olduğundan daha taze ve cesur


düşünen bir önderdir. Kendisi için, bugünkü Avrupa'nın en güçlü Devlet Adamıdır diyebileceğimiz Atatürk, hiç şüphesiz devlet adamlarının en cesur ve orijinalidir. A. RAWLINSON[Yarbay] Kuvvetli karakterli ve dünya ulusları arasında kendi ulusunun haklı durumu üzerinde kesin ve pratik görüşlü bir adam olarak O, hiçbir zaman kişisel şöhret ve yükselme peşinde koşmadı. Yurdunun çıkarları her şeyin üstünde tutan ve ulusu için en faydalı sonuca varmaya çalışan bu zat, gücünü damarlarına işlemiş görev duygusundan alıyordu. Sir Charles TOWNSHEND[General] Ben şimdiye kadar on beş hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal'de büyük bir ruh kudretinin esrarı var. Ben Gurion[İsrail Başbakanı] Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda dünya savaşından önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir inkılapçı olmuştur. Prof. MORRF Türkiye'yi yaratan, tarihimizin bu en Büyük Adam'ını başımı en derin hürmetle eğerek selamlarım. Prof. SEKRETAN Yalnız bir asker değil, aynı zamanda yüzyılımızın bir daha göremeyeceği bir dahi idi. KERAMA[Lübnan Başbakanı] Büyük adamlar, kuşaklarının başındadır. Türk Milleti'nin başındaki büyük ve dahi Atatürk, politika ve savaş alanlarında yılmayan büyük ve yurtsever bir insandı. Gyula KORNİS[Macar Meclis Başkanı] Türkler O'na çok haklı olarak Atatürk dediler ve kendilerini baba tanıdılar. Gerçekten de O, ulusunu seven ve ulusu için didinen bir baba olmuş ve yurdunu çok az bir zamanda verimli, yaratıcı bir gelişmeye yöneltmiştir. Prof. M. Zaajti Franes Türkiye'yi bir arı kovanına ve bütün Türkleri de bal aramaya çıkmış çalışkan arılara benzetiyorum. Nasıl arılar beylerinin etrafında toplanıp çalışırlarsa bütün Türk Milleti bu gün büyük dahi Mustafa Kemal etrafında toplanmışlardır. Eyüp Han[Pakistan Cumhurbaşkanı] Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan'da, Onu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever. İkbal[Şair] Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcım iken, O' nun bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik. Kalinin[Sovyet Başbakanı] Şöhreti bütün cihana yayılmış olan tecrübeli başkanın yönetimi herkesin sevgi ve saygısını çeken büyük Türk Milleti'nin milli bağımsızlığını devamlı bir başarı ile kuvvetlendirmiş ve yeni milli yapısını yaratmıştır. Branko Aczemovic[Elçi] Atatürk'ün dehası, tarihte Türk Milleti'nin taşıdığı ruhun faziletine en yüksek örneklerinden birini teşkil edecektir.


General METAKSAS[Yunanistan Başbakanı] Atatürk yalnız Türk tarihinin büyük bir siması değil, aynı zamanda bir büyük barış adamıdır. O'nun yeni Türkiye'yi yaratan eseri, yüzyıllara intikal eden bir anıt olarak kalacaktır. Soner Yalçın: İngiliz gizli belgelerinde Atatürk’ün para ilişkileri Para işlerine girmeden önce İngilizler, 1920’li yılların başında Mustafa Kemal’i nasıl tanıyorlardı, buna bakalım… Bundan önce de bir ismi tanıyalım: Adı, Horace George Montagu Rumbold (1869-1941)… İngilizlerin önemli diplomatlarından biriydi. Arapça, Japonca ve Almanca biliyordu. Biz bu ismi daha çok; İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri olarak görev yapmasından ve İngiltere adına Lozan Barış Antlaşması’na katılmasından biliyoruz. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İtilaf Devletleri’nin İstanbul’daki diplomatları ülkelerine döndü. Savaşı kazanınca diplomatik kurumlardan farklı olarak işgal devrine mahsus “Yüksek Komiserlik” kurdular. İstanbul’daki Yüksek Komiserlik, İngiliz Dışişleri’ne bağlıydı. Hazırladıkları yıllık raporları “gizli” damgasıyla bakanlığa gönderirlerdi. Gizlilik içeren bu raporlar 1966 yılından itibaren peyderpey açıldı. 1981 yılından itibaren bu belgeler Türkçe’ye çevrilip yayınlandı. Örneğin, Doç. Ali Satan, 1920-1925 arasını kapsayan “yıllık raporları” kitaplar haline getirdi. Bakın İngilizler, 1920 başında Mustafa Kemal’i doğru-yanlış nasıl tanıyordu?.. “DÜRÜST BİRİ” Tarih: 27 Nisan 1921. İstanbul Yüksek Komiseri Rumbold, İngiliz Dışişleri Bakanı George Curzon’a gönderdiği “Türkiye Yıllık Raporu”nda, Mustafa Kemal hakkında doğru-yanlış şu tespitleri yapıyor: “Orta halli bir ailenin çocuğu olarak 1881’de Selanik’te dünyaya gelen Mustafa Kemal, ilk askeri eğitimini Selanik ve Manastır idadilerinde almıştır. Çalışkanlığı ile akranları arasından sıyrılmayı başarmış ve listenin ilk sırasında olmak üzere İstanbul Askeri İdadisi’ne geçmiştir. Arkadaşları arasında pek popüler olmayan Mustafa Kemal’in kibirli biri olduğu söylenebilir. Kurmay subaylığa hak kazanmasından sonra 1907’de Selanik’e atanmış ve aynı yıl içerisinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmek suretiyle farmasonlar (?) arasına katılmış ve İttihatçı fikirlerin en ateşli savunucularından biri olmuştur. Bir asker olarak iyi teşkilatçılığıyla ön plana çıkmaktadır. 1913’te askeri ataşe olarak Sofya’ya atanmıştır. Bugün dahi devam eden eğlenceye ve içkiye olan ilgisinin bugünlere dayandığı dile getirilmektedir. Savaş sırasında üst düzeyde cesaret göstermiş ve bir gözünü yitirmiş olduğu söylenmektedir.


Enver Paşa ve Almanlar ile olan ilişkileri oldukça kötüdür. Viyana’da İmparator Charles’ın taç giyme töreninde mevcut padişaha eşlik ettiği bilinmekte ve o dönemlerde veliahttınVahdettin kendisinden Enver Paşa’ya karşı bir denge unsuru olarak faydalanmak arzusunda olduğu ifade edilmektedir. 1919’un ilk dönemlerinde ortaya çıkan Milli Mücadele hareketinin bir anlamda tohumlarının atıldığı İstanbul’daki askeri çevrelerin örgütlenmesinde oldukça tesirli olmuştur. Bu hareket ile olan ilişkisi 1919 Mayıs’ında Anadolu’nun kuzeyinde özel olarak kurulmuş ordu müfettişliğine Ferit Paşa tarafından gönderilmesinin hemen ardından başlamıştır. O zamandan bu yana, adı geçen hareketin en önde gelen lideri konumundadır. Ayrıca bu hareket içerisindeki şahsi ağırlığı da oldukça fazladır. İdari ve siyasi yeteneklerinin ve kararlılığının hiç de azımsanmayacak ölçüde olması nedeniyle mevcut konumunu muhafaza etmesini bilmiştir. Muhtemelen kendisinin hazırladığı konuşmaları, kitleleri ve her türlü durumu başarıya yönlendirme yeteneğine sahip olduğunu açıkça yansıtmaktadır. Fevkalade gösterişli ve otoriter bir görünüme sahip olmakla birlikte, kendisini aşırı vatanseverlik ve dürüstlükten yoksun biri olmakla suçlamak için ortada bir sebep görünmemektedir.” “ZİMMETİNE PARA GEÇİRMEYEN TEK LİDER” Konu dürüstlüğe geldi. Yine bir gizli İngiliz belgesine göz atmak gerekiyor. 10 yıl önce kaybettiğimiz Prof. Salahi R. Sonyel, İngiliz belgeleri üzerinde çok çalışmış tarihçilerimizden biriydi. “Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı” adlı kitabında; İngilizlerin gizli yazışmalarında Mustafa Kemal’in parayla olan ilişkisi konusuna nasıl değindiklerini gözler önüne serdi. Tarih: 29 Ocak 1921. İstanbul’da İngiliz Askeri Karargâhı, Mustafa Kemal’le ilgili olarak İngiltere Savaş Bakanlığı’na şu gizli bilgiyi gönderdi: “-Atatürk Gelibolu’da Liman von Sanders’in buyruklarına kasten itaat etmemişti. Bunun sonucu olarak Enver Paşa’yla arası açılmış ve görevinden istifa etmişti… Onun, Enver ve Alman komutanla çekişmeleri, şimdiki Padişahı (o sırada Prens Vahdettin), Avusturya-Macaristan İmparatoru Karl’ın taç giyme törenine katılmak üzere Viyana’ya seyahat ederken Mustafa Kemal’i de yaveri olarak yanına almaya inandırmıştı. Vahdettin’in amacı, Kemal’i, Enver’le İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında denge kurmada kullanmaktı… Mustafa Kemal bugün belki de varlıklı-zengin olmakla birlikte; onun dürüst olmayan davranışlarda bulunmuş olduğunu sanmaya neden yoktur. İttihatçı önderler arasında hiçbir zaman kendi adına para geçirmemiş tek kişidir. Akıcı bir konuşma üslubuna sahip, becerikli bir politikacıdır… Dolayısıyla, bir yandan Kızıllar-Ruslar tarafından ona kur yapılırken; öteki yandan Avrupa’ya meydan okuyan kendi ülkesinin ümitsiz yazgısının önderliğini yapabilecek yetenektedir.”


İngilizler, içinde kimi yanlışlıklar da bulunan bu tespitleri 1921 yılında yazdı. Peki… Atatürk öldükten sonra, yani 1938 yılında hakkında gizli raporlarında ne yazdılar? Şöyle… “DALKAVUKLARA TAHAMMÜLÜ YOK” Adı, Percy Loraine Lyham (1880-1961)… Mısır’da İngiliz Yüksek Komiseri olarak görev yaparken 1933 yılında Türkiye’ye atandı. 1939 yılına kadar İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi olarak görev yaptı. İngiliz dışişleri personeli tarafından “kendini beğenmiş Percy” lakabı verilen bu diplomatın dünyada beğendiği ender liderlerden biri Atatürk idi. Atatürk vefat ettiğinde 608 telgraf numarasıyla İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Frederick Lindley Wood’ye şu bilgiyi geçti… Tarih: 25 Kasım 1938 idi… “Aziz Lordum, Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum. Bu belgeye ek olarak bu yazımda; Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım. Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların çok azı, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki, onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır. Bu bilginin toplanmasında ben, belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır… Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen kabinedeki bazı bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu. Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım… Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil; yüz yıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek,-bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir-on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan birçok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir… Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek


yok. Bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türklerin tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan-tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi-faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi. İddia edilen acımasızlığı; onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. İddia edilen tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevkler; toplumda kadının rolü kavramıyla bağdaşmamaktadır. Zira bir iki sene içinde çok eşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur. Atatürk, Batı’da ‘yes men’ ve uzun süredir Türkiye’de ‘evet efendimci’ olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor; bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, halkı için yaşıyor, onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa görevlerini yerine getiremedikleri kanısına varıyordu. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi. Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve bütün devlet meselelerinde onun isteklerinin hâkim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru, ancak olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil… Atatürk’ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinç altının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dik duruşunun bir başka parçasıydı. Müslüman olarak doğmuş, ancak yobazlık karşıtı bir kişi olmuştu; doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti. İşini iyi bilen, yetenek sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı. Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet’in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur.


Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkeler arası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti’ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara; hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de bütün bunlardan daha önemlisi, bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır…” Serdar Turgut: Tüm liderlerin en büyüğü Atatürk! TÜRKİYE'nin dinselleşmesi sürecine nedense onun itibarsızlaştırılmasını da dahil ettiler. Oysa buna hiç gerek yoktu; Atatürk'ün düşünce yapısı ile dinselleşen beyinler arasında uzlaşmaz çelişki olması gerekmiyordu. Düşünmeyi bilenler, iyi niyetli olabilenler, Atatürk'ün düşünce yapısı ile dinselleşen beyinler arasında uzlaşma ve kesişme noktalarını gayet tabii ki bulabilirlerdi. Dinselleşmenin popülist yandaşları ile liberal yol arkadaşları bunu yapmadılar, Atatürk ve düşüncesine acımasız, sürekli bir itibarsızlaştırma kampanyası yürüttüler. Sonunda Atatürk'ten bahsetmenin zoraki hoş görülmeyle karşılandığı ve neredeyse otomatik suçlu gibi davranılmasına yol açan duruma geldik. Çoğumuz artık onun kıymetini, ona neler borçlu olduğumuzu bilmeyebiliriz, ama neyse ki onun değerini bulup çıkaran bağımsız ve özgür düşünebilen bilim adamları hâlâ var. Şimdi size bir büyük araştırmadan bahsedeceğim. ABD'li psikiyatr profesörü Arnold Ludwig "King of the Mountain" adlı bir kitap yayınladı. 2 bin lider hakkında 18 yıl boyu süren araştırma yapmış. Bunlar arasında 377 devlet adamı/lider tespit etmiş ve bunları ayırmış. Aslında bu çok kapsamlı ve zor bir istatistik çalışması. 200 kriter tespit etmiş ve bu 377 devlet adamına/lidere bu kriterleri tek tek uygulamış. Sonra onlara 1'den 31'e kadar puan vermiş. PGS (Political Greatness Scale-Siyasi Büyüklük Ölçütü) olarak tanımladığı bu sıralamaya göre Nehru 25, Roosevelt 30, Fidel Castro 23, Lenin 28, Churchill 22, Golda Meir 12, Kennedy 15 puan almışlar. Bilin bakalım 31 puanı alan tek ve en büyük lider kim? Umarım bu satırları ilkesiz yandaşlar ve onların sözde liberal yol arkadaşları iyi okurlar. Okusunlar da biraz kendilerine çekidüzen versinler. Evet, 31 puanla ve "Visionary" sıfatıyla 20'nci yüzyılın gelmiş geçmiş en büyük devlet adamı/lideri sıfatına Atatürk layık görülmüş. Bunu biz biliyorduk ama bir tarafsız bilim adamının, tamamen bilimsel çalışmasında bizim bildiğimiz bu gerçeğin teyit edilmesi de güzel bir gelişme. Burhan Ayeri: Mustafa Kemal Atatürk; çok yönlü dahiydi! Atatürk ismi sadece bizim için değil, tüm dünya için ölümsüz tarihtir. Mustafa Kemal'i yazmak güçtür. Zira onunla ilgili gerçekler, ünlü kalemlerin kudretinin çok üstündedir. Ata'yı olduğu gibi gösterebilmek, güneşin doğa için yararlarını anlatmaktan daha zordur. İnsanlık evriminin akışı içinde onunla kıyaslanacak tek isim yoktur. Çünkü zamanın ortaya çıkardığı liderler bir bilemediniz iki yönlü dâhidir. Askerlikte, siyasette, yönetimde ve tüm ruhları peşinden sürüklemekte eşsizdir. Akıl almaz ileri görüşlülükle zorlukları ortadan kaldırmakta üstüne kimseyi tanıyamazsınız. Onun değeri özellikle son yılların Türkiye'sinde daha iyi anlaşılmakta. Onun


gerçek değerini tartabilmek için dâhi ve bu sıfata yakıştırılanlar iyi incelenmeli. Örneğin Hanibal ordusunu devasa fillerle Alp Dağlarından geçirmiş çizdiği stratejiyle zaferler kazanmıştır. Akılda kalan "Ya bir yol bulacağım, ya da yapacağım" sözünden öteye gitmez. Sonuçta ülkesine bıraktığı birkaç savaştır. Sezar eşsiz bir kumandan ve aynı zamanda yönetici, fikir adamıydı. Yarattığı Roma'nın sınırlarını genişletti. Kanunları değiştirip kendi kudretini yüceltti. Ancak Roma İmparatorluğu'nun temellerini sağlam zemine oturtamadı. Sonuçta hayatını hançer darbeleriyle kaybetti. Hem de seçip yanına aldığı Brütüs'ün vuruşlarıyla. İskender, Hanibal ve Sezar'ın da üstünde bir isimdi. Zekâsı ve kahramanlıklarıyla, bu ikiliyi aşan şöhreti yakaladı. Tarih ona "Büyük" sıfatını verirken Makedonya ile Hindistan arasındaki uzun mesafeyi düşünmüş olmalı. Tabii çiğnediği hükümdar başlarını da. Gerçekte mezarlığa dönüşmüş ülkeleri ezdi. Sadece zafer peşinde koştuğundan, yarattığı devlet, ölümünden hemen sonra yıkıldı. Büyük Türk Hakanı Atilla, kıtaları avucunda tutacak ve Asya'yı Avrupa'nın sırtına bindirecek güce sahip oldu. Yaratıcılığını ucunda taşıdığı kılıcı, kınına koyduğu gün yok oldu. Timur, kudretini kendi yarattı. Bu sayede dünyanın tek hâkimi oldu. Günümüzde sadece savaşlarını hatırlıyoruz. Maddi ve manevi anlamda büyük bir eserini göremiyoruz. Çünkü tek yönlü yaratıcıydı. Milletinin varlığına aktaramadığı ışığı ile sadece kendi adını aydınlattı. Napolyon Bonapart, ihtilal sonrası Fransa'sının çok başlılığından yararlandı. Öncelikle ülkesini ele geçirdi. Daha sonra Avrupa'yı hegemonyasına aldı. Bonapartlar Hanedanı kurdu. Sonuçta aldığı ağır yenilgi, geride birkaç savaş ismi, bıraktı. Aşk romanları ve film-dizi senaryolarını da unutmayalım. Yeni neslin hatırladığı tek şey İsveçli Abba Grubu'nun Eurovision'u kazandığı şarkıdır; Waterloo. Dünyanın gidişine yön vermiş bütün dâhilerin Atatürk'le kıyaslanması gerçek verileri ortaya koyar. İlk fark onların hemen hepsi eğitilmiş ve tecrübeli ordularla yola çıktılar. Mustafa Kemal Paşa ise tarih sahnesine tek başına atıldı. Kronolojisini kendi yazdı. Öteki isimler başarılarını, millet kavramı kazanmamış, düzensiz silahlı güçler karşısında sağladılar. Atatürk'ün kapı dışarı ettiği milletler ise 20. Yüzyılın en büyük medeniyetlerini kuranlardır. Bunların silah teknolojileri tüm zamanların en gelişmişi idi. Ölümsüz Ata bulunduğu yere sadece kudretli düşmanlarını yendiği, saltanat ve hilafeti yıktığı için gelmedi. Şüphesiz bu başarıların her biri herhangi bir canlıya ölümsüzlük kazandırırdı. O bu işlerin daha önemlilerini yaptı. Kılığı yeni, düşünüşü yeni, zevki yeni, dili yepyeni bir millet yarattı. Kara peçeyi söktü attı. Bu milleti hür ve medeni olarak dünyaya yeniden sundu. Sonuçta kıyamete kadar birbirine kenetlenmiş kalacak Türk ve Atatürk adları insanlık yazıtlarına kazındı. Falih Rıfkı Atay'ın şu sözleri de kulaklara küpe olmalı: "Gençler, bizim çektiklerimizi çekmemek ve bu halka çektirmemek için, siz de Atatürk'ü unutmayınız. Mustafa Kemal bizimdi, Atatürk Sizindir..."

Zeki Sarıhan: Cumhuriyet’i anlamak için 5 dakikanızı ayırın Klasik bir bilgidir ama bu yazının girişi bölümü için yinelemekte yarar var: Bir ülkeyi kral, imparator, şah, çar, şeyh gibi tek bir adam yönetiyorsa böyle rejimlere mutlakıyet, onun yetkilerinin bir meclis tarafından kısıtlanmasına meşrutiyet, ülkenin yalnız bir meclis tarafından yönetilmesine ise cumhuriyet denir. Bu tarihsel sıralamada cumhuriyet en demokratik rejim gibi görünüyorsa da bu her zaman geçerli değildir.


Ortada bir padişah olmadığı halde ülkeyi demir pençesiyle yöneten ve halka nefes aldırmayan tek parti veya bir askeri cunta tarafından yönetilen cumhuriyetler de vardır. Bunların bir kısmında seçim bile yapılmaz, yapılsa da halkın iktidara gelmemesi için bütün önlemler alınmıştır. Buna karşılık, kralların sembolik hale getirildiği, serbest seçimlerin geçerli olduğu meşrutiyetler, daha çoğulcu ve demokratiktir. Ülkeyi yöneten tek parti, halkın en geniş kesimlerini temsil ediyorsa, böyle bir yönetim de antidemokratik değildir. İlk çağdaki köleci cumhuriyetleri saymazsak, modern dünyada parlamentoculuk, demokrasi ve cumhuriyet, kapitalizmin anavatanı olan Avrupa’da ortaya çıktı. Amerika’ya ve dünyanın diğer bölgelerine buradan yayıldı. Burjuvalar, feodalizmin kurumlarını yıkarak kendi kurumlarını yarattılar ve toplumsal zenginlikten aslan payını bu yolla almaya başladılar. Osmanlı aydınları, Türk ve İslam olmayan unsurların imparatorluktan ayrılmasını önlemek, bunların, Türk ve İslam unsurunun kısıtlı da olsa yönetimde söz sahibi olmasını sağlamak için bir anayasa hazırladılar ve bunu 1876’da İkinci Abdülhamit’e kabul ettirdiler. Toplanan parlamento, 1877/1878 Osmanlı-Rus savaşında hükümetin tutumunu eleştirince, ülkeyi tek başına yönetmek isteyen Abdülhamit, meclisi dağıttı ve anayasayı askıya aldı. Batıdaki gibi güçlü bir burjuva sınıfı oluşmadığı için onun bu tutumuna direnişler yeterli olmadı ve Türkiye, 1908’e kadar 30 yıl bu padişahın keyfi yönetimi altında kaldı. Aydınların özgürlük mücadelesi, gitgide halk tabakalarına yayıldı ve 1908’de patladı. İkinci Abdülhamit, anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı. 23 Temmuz, Türkiye’nin ilk millî bayramı olarak ilan edildi. Basından sansür kalktı, dernekler, partiler kuruldu. Bütün unsurlar, özgürlüğün tadını çıkarmaya başladılar. Ne var ki, bu rüya uzun sürmedi. Meşrutiyet’in ilanına giden yolda en başta rol oynayan İttihat ve Terakki Partisi, birkaç yıl içinde kendini yönetimin tek sahibi ilan etti. Diğer örgütleri yasakladı. Kendisi ve Türkiye için büyük bir kumar oynayarak Almanların isteği ile Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşı’na soktu. Padişahlar, İngiltere’deki gibi artık hükümetin önlerine getirdiği kararları imzalamaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Ülkenin iyi veya kötü yönetilmesinden artık padişah değil, seçimle veya darbeyle iktidara gelen sivil ekipler sorumluydu. 1918’de savaştan yenik çıkan ülkede, çok sesli bir demokratik hayatın yeniden kurulacağı umuldu. Yeniden siyasi partiler kuruldu. Çok geçmeden istilacıların gölgesi altında bir demokrasi olamayacağı anlaşıldı. Basına yeniden sansür konuldu. Padişah


Meclis’i kapattı. Anayasaya aykırı olarak seçim yapılmadı. Anadolu’da gelişen millî bağımsızlık ve demokrasi hareketi, Damat Ferit Hükümeti’ni yıkmayı ve seçim yaptırmayı başardıysa da Son Osmanlı Mebuslar Meclisi, Misakı Milli’yi ilan edince, Müttefikler, Kuvayı Milliye’yi sindirmek için başkent İstanbul’u işgal ettiler, parlamentoyu dağıttılar ve kuklaları olan Damat Ferit Paşa’yı yeniden başa geçirdiler. CUMHURİYET’İN KURULUŞU: 23 NİSAN 1920 Birinci Dünya Savaşı içinde 1917 Rus Devrimi’nden başlayarak monarşilerden birçoğu yıkıldı, yeni devletler doğdu ve bunlar cumhuriyetle yönetilmeye başladılar. Türkiye’de birçok aydının kafasında artık cumhuriyete geçme düşüncesi vardı. Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Sivas’tan Ankara’ya gelirken uğradığı Hacıbektaş’ta Alevi dedesi, ondan cumhuriyet idaresinin kurulmasını istiyordu. Ancak savaş içinde cumhuriyetin ilanı, bağımsızlıkçı muhafazakârlarla yenilikçi önderlerin arasını açabilir, zafer tehlikeye düşebilirdi. Türkiye’de cumhuriyet, adı konulmadan 23 Nisan 1920’de, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla kuruldu. Meclis üzerinde artık Padişah’ın gölgesi yoktu. Türkiye’nin ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve köylüler Meclis’e vekillerini gönderememiş olsalar da, mebusların çoğunluğu bunun yokluğunu hissediyor, bu açığı kapatmak için bu yönetimin Sovyetlerde olduğu gibi bir “Şura” yönetimi olduğunu söylüyordu. Halkçılık ilkesi bu dönemin ürünüdür. Kemalizm’in altı ilkesinden biri olarak sonradan anayasaya alınmışsa da o artık milliyetçilikle eş anlama kullanılmıştır. Çeşitli eğilimlerden aydınların ve eşrafın temsil edildiği Büyük Millet Meclisi idaresi, Türkiye’nin o güne kadar gördüğü en geniş katılımlı ve demokratik idaresiydi. Devletin adı Türkiye Devleti, hükümetin adı ise TBMM Hükümeti oldu. 1960 yılına kadar da ondan daha çok sesli, daha demokratik bir yönetim kurulamayacaktı. Büyük Zafer’den sonra toplanan Lozan Konferansı’na Müttefikler İstanbul Hükümeti’ni de davet etmeye kalkışınca Meclis’te Padişahlığın ve Halifeliğin kaldırılması gündeme geldi. Muhafazakâr mebusların direnmesi üzerine padişahlıkla halifeliğin ayrılması kararlaştırıldı ve padişahlık kaldırıldı. 1 Kasım 1922 günü Hâkimiyeti Milliye Bayramı olarak ilan edildi. Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindi artık. CUMHURİYET NEDEN VE NASIL İLAN EDİLDİ 1920 Meclisi, bakanları tek tek seçerek hükümet kuruyordu. Büyük Zaferle, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın prestiji en yüksek noktasına çıkmış olsa da Meclis’te hâlâ zaman zaman onun göstereceği adayları seçmeyen bir çoğunluk vardı. 1923 yılı


Ekiminde bu nedenle bir hükümet buhranı patlak verdi. Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği adaylar seçilemiyordu. Onun isteğini; başbakanı ataması, başbakanın da bakanlar listesini hazırlayıp onun onayına sunması, sonra Meclis’ten güvenoyu isteme yöntemi karşılayabilirdi. Yakın arkadaşlarını buna razı etti ve salt çoğunluk sağlanarak kısa bir anayasa değişikliği ile yeni sisteme geçildi. Yeni rejimin adı cumhuriyet konuldu. Mebusların yarıya yakınının katılmadığı oturumda Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı seçildi. Saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım tarihinde kutlanacak Hâkimiyeti Milliye bayramının yerini 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı aldı. 23 Temmuz Hürriyet Bayramı da terk edildi. Cumhuriyetin Meclis’te yeterince tartışılmadan ve kamuoyundan habersiz aniden ilanı, bazı çevrelerde Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerini artıracağı gerekçesiyle tedirginlik yarattı. Hatta hürriyetin suya düştüğünü resmeden “Cum-hürriyet” yazılı karikatür bile yayımlandı. Bir hükümet kurma biçimi olarak basit görünse de cumhuriyetin ilanı ile Türkiye, yeni bir rejime kuvvetli bir adım atmış sayıldı. Yeni dönemin hedefi, Türkiye’yi Batılılaştırmak ve eski rejim ve kültürle bağlarını koparmaktı. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden kadro ve kişilerden Mustafa Kemal Paşa’nın otoritesini kabul etmeyenler tasfiye edildi. 1924’te Halifelik kaldırıldı. Şer’i ye ve Evkaf Vekâleti lağvedilerek medreseler kapatıldı. 1925 Doğu isyanı gerekçe gösterilerek bütün ülkede bir çeşit sıkıyönetim olan Takriri Sükûn Kanunu uygulanmaya başlandı. Basın denetim altına alındı. Ülkede yeniden tek partili bir rejim kuruldu. 1926’da İzmir suikastı gerekçesiyle son kalan muhalifler de saf dışı edildi. Başlangıçta orta sınıfları, ticaret burjuvazisi ve aydınları temsil eden Cumhuriyet Halk Fırkası, Türkiye’yi Batılı bir ülke yapmak için heyecanla işe başladı. 1926’da Medeni kanun, 1928’de yeni Türk alfabesi kabul edildi. Bu olumlu gelişmelere karşın yönetimin sınıfsal tabanı giderek daraldı. Hiçbir muhalefete izin verilmedi. Baştan beri reformları desteklemiş öğretmenlerin, kadınların, gençlerin örgütleri bile kapatıldı. Kamuoyuna izin verilmediği için yönetimde keyfilik arttı. Parti ve hükümet çevresinde kümelenmiş bir takım insanlar zengin olurken halk kitlelerinin sosyal refahında umulan gelişme olmadı. Bu durum, kitleleri patlama noktasına getirdi. 1930’da denenmek istenen iki partili sistemde yönetim seçimleri kaybedebileceğini anlayınca yeniden tek partili yaşama ve şeflik sistemine dönüldü. Mebuslar gerçekte atama sistemiyle belirlendi. Hemen bütün yasa tasarıları Meclis’te oybirliği ile geçiyordu. Her seçimde mebusların yaş ortalamaları yükseldi. Genç cumhuriyet, fiziki olarak da ideal olarak da yaşlandı. Devletle parti birleştirildiği için Cumhuriyet Halk Partisi de işlevini yitirdi.


TEK PARTİLİ YERİNE İKİ PARTİLİ CUMHURİYET Bu rejim, İnönü’nün Millî Şefliği zamanında da sürdürüldü. Yönetimin en büyük iyiliği, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan dersle ülkeyi İkinci Dünya Savaşı’na sokmamaktır. Savaş sonunda hükümet, kapitalist dünya ile Sovyet Bloğu arasındaki denge rolünü terk ederek kapitalist dünyanın müttefiki olmayı tercih etti. Bu bloğun yönetim biçimi, çok partili parlamenter demokrasi olduğu için Türkiye de bu sisteme geçmek zorunda kaldı. Ancak sol partilerin kurulmasına izin verilmedi ve kurulanlar da kapatıldı. Amerika Birleşik Devletleri ve NATO, bu yeni rejimin denetçileriydiler. 1946’da yapılan seçimlerde iktidar partisi sonuçlara müdahale etti ve dört yıl daha ülkeyi yönetti. 1950’de yapılan serbest seçimlerde, yoksulluk ve hürriyetsizlikten bunalan kitleler, emekçi partiler de yasak olduğundan Demokrat Parti’ye aktılar. İktidarın yeni sahipleri, eski rejimden de sorumlu oldukları için “Devri sabık” yaratmayacaklarını söylediler ancak tek parti döneminin bazı uygulamalarını törpülediler. Demokrat Parti döneminde ülkeye yabancı sermaye girdi, tarımda makineleşme hızlandı, Köylü kitleleri kentlere akmaya başladı. Tek dereli seçim, kitleleri politikleştirdi. Ancak Demokrat Parti, Meclis’te kazandığı çoğunluğa dayanarak, muhalefet üzerinde diktatörlük uygulamaya başladı. 27 Mayıs Devrimi, Cumhuriyet’in yeni koşullarda bir restorasyonuydu. Hem tek partili rejimin, hem de çoğunluk partisinin yaratabileceği sıkıntılar göz önüne alınarak 1961 Anayasası, egemenliği çeşitli kurumlar arasında paylaştırdı. Yasama, yürütme, yargıyı birbirinden ayırdı, özerk kurumlar oluşturdu ve parlamento çoğunluğunu senato ile dengelemek istedi. Böyle bir ortamda emekçi kitlelerin örgütlenme ve mücadele yolu da açılmış oldu. İşçi, memur, gençlik, kadın kesimleri hızla örgütlendiler ve mücadeleye atıldılar. Ülke birkaç yıl koalisyonlarla yönetildikten sonra iktidar, sağcı ve Amerikancı güçlerin eline geçti. Yükselen halk muhalefeti başarıya ulaşabilseydi, Türkiye emperyalist sistemden kopabilirdi. Türkiye gibi Ortadoğu’da çok önemli bir konumda bulunan ülkeyi kaybetmek istemeyen ABD, bağımsızlık ve halkçılık akımlarının karşısına din ve milliyetçilikle çıkan güçleri örgütledi. NATO içinde örgütlenmiş Gladyo’yu devreye soktu. Yaratılan kargaşaya bir son vermek ve orta sınıfların kaybedilen iktidarını yeniden kurmak için ordu içinde bazı subaylar darbe yapmak için harekete geçtilerse de (9 Mart 1971), ordunun Amerikancı üst yönetimi bunu önleyerek darbeyi kendisi yaptı (12 Mart 1971). Atatürkçülüğü egemen kılmak söylemiyle sol Kemalistleri ve emekçi hareketini tasfiye etti. Amerika ile bağlar güçlendirildi. Türkiye serbest seçimsiz yapamazdı. 1973’te yapılan seçimlerde artık ortanın solunda bir konum alan Ecevit’in başında bulunduğu CHP birinci parti olarak çıktı. CHP kendini yenilemeye çalıştı. Buna ayak uyduramayanlar partiden ayrılarak yeni bir parti kurdular (Güven Partisi), ancak bir varlık gösteremediler. 1961-1965 arasında uygulanan


koalisyonlar dönemi 1973’te yeniden başladı. Halk muhalefeti de yeniden yükseldi. Gladyo’nun emrindeki milliyetçilerin saldırılarıyla ülke gene karıştırıldı. Bunu bahane eden ordunun üst yönetimi, emir ve komutayla 1980’de yeni Amerikancı bir darbe yaptı ve ülkenin anayasal, siyasi ve toplumsal yapısında köklü bir değişikliğe gitti. HALK İKTİDARININ YOLLARINI AÇMAK Tarihsel özetlemeyi burada keserek bundan sonuç çıkaralım: Dünyada tabanı çok dar ve oldukça geniş çeşitli cumhuriyetler vardır. Bu nedenle “cumhuriyet” kutsal bir kavram değildir. Türkiye için cumhuriyet, başlangıçta Batılılaşmanın adı olmuştur; günümüzde de geniş bir kesim tarafından modern hayat tarzı, laik bir düzenle eş anlamda kullanılmaktadır. Tam da bu nedenle, iktidar çevreleri, bu cumhuriyete soğuktur. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Osmanlıdan kalan feodal kurumların tasfiyesini sorun yapmakta ve muhafazakâr bir toplumu yeniden inşa etmeye çalışmaktadır. Günümüzde cumhuriyet kavramı, modernizmle muhafazakârlık tartışmaları arasına sıkıştırılmış bulunmaktadır. Sosyalizmin 1990’dan sonra büyük bir değer kaybına uğramasından ötürü, cumhuriyeti halk iktidarı olarak anlama düşüncesi de oldukça zayıflamıştır. Cumhuriyetin yıkıldığını ileri sürmek yerine ona hükmedenlerin değiştiğini, yeni iktidar sahiplerinin ona kendi renklerini vermeye çalıştığını söylemek daha doğrudur. İktidar, Tanzimat’tan beri toplumun yöneldiği Batılı yaşam tarzından geleneksel-muhafazakâr bir yaşam tarzına dönülmesini özendirmektedir. AKP iktidarı altında cumhuriyetin bir zenginler cumhuriyeti, ABD’ye bağımlı bir cumhuriyet vasfı değişmemiştir. 12 Eylül rejimi, devletin ideolojisini “Türk-İslam Sentezi” olarak belirlemişti. AKP iktidarı, bu ideolojiyi Sünni İslam muhafazakârlığı olarak değiştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin buraya kadarki serüvenine bakarak yapılması gereken, bütün halk sınıflarının ortak çıkarlarını gözeten, bu nedenle de “Demokrasi” nitelemesini hak eden yeni bir yönetim kurmaktır. Muhafazakârlıkla mücadele ederken 1930’lu yılların simgelerine sarılmak, onları kutsamak, istenilen sonuçları vermez. Bir ırmakta iki kez yıkanmak mümkün değildir. Halkı örgütleyerek ve onu kendi çıkarları doğrultusunda bilinçlendirerek halk iktidarının yollarını açmaktan başka çözüm yolu yoktur. Ülkenin bilimde, teknikte ilerlemesini, aydınlanmayı ve sosyal refahı da böyle bir iktidar gerçekleştirebilir. Türkiye halkının bunu başaracak tarihsel birikimini canlandırmak gerekir.


Zeki Sarıhan: 15 soruda Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta TBMM’nde Köy Enstitüleri Yasası kabul edildi. Kuruluşlarının 74. yılında Enstitüleri anma toplantıları düzenleniyor. Bu vesile ile Köy Enstitüleri hakkında bildiğim gerçekleri 15 soruda özetlemek isterim. 1) NEDEN AÇILDILAR? Köy Enstitüleri, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un 1939’da yayımlanan “Canlandırılacak Köy” adlı kitabında belirttiği gerekçelerle, kapalı bir ekonomi ve toplum hayatı yaşayan Türk köyüne kapitalist ilişkileri ve buna bağlı olarak da Kemalist ideolojiyi, köyden yetişmiş aydınlar yoluyla sokmak amacıyla açıldılar. 1940 istatistiklerine göre nüfusun yüzde 75’i köylerde yaşıyordu ve köyde öğrenim çağındaki çocukların ancak yüzde 25’i öğrenim imkânına sahipti. Mevcut öğretmen yetiştirme sistemiyle köye ulaşmak ve köyün çehresini değiştirmek mümkün değildi. 2) ENSTİTÜLERİN DİĞER EĞİTİM KURUMLARINDAN FARKI NEYDİ? Türkiye’de Fransız eğitim sisteminden aktarılma bir eğitim anlayışı vardı. Bu sistem kentli burjuva toplumun ihtiyaçlarını göz önünde bulunduruyordu. Mevcut sistem, bilgi sahibi insan yetiştirmeye hizmet ediyordu. Bununla feodalizm yıkılamaz ve köy nüfusu kapitalizme açılamazdı. Enstitü öğrencisi hem bilgili hem de üretici olacaktı . 3) KÖY ENSTİTÜLERİ DEVRİMCİ KURUMLAR MIYDI? 1940’ta Türkiye’de devrimci olan bir cumhurbaşkanı, hükümet veya parlamento yoktu. Kemalist devrim kabuklaşmış ve halkın sırtına bir yük haline gelmişti. Enstitülerin sistemin aleyhine çalışarak işçi ve köylülerin bürokratik-kapitalist bir iktidarı yıkması, yerine bir halk iktidarı kurulması amacıyla var edildiğini söylemek zaten mümkün değildir. Enstitülerle, 1940’a kadar ülkede yerleştirilmeye çalışılan siyasi ve sosyal düzeni köye de taşımak isteniyordu. 17 Nisan 1940’ta Meclis görüşmelerinde yasaya tek bir muhalif oy bile çıkmaması, sistemin ondan beklentilerine kanıttır. O dönemde ülkede özgür tartışma, gerçek bir parlamenter hayat yoktu. Bütün yasalar hükümetten geldiği gibi oy birliğe ile geçerdi. 4) ENSTİTÜLER, GEREK EĞİTİMDE, GEREK SİYASİ HAYATIMIZDA NEDEN UNUTULMAZ BİR İZ BIRAKTI? Enstitüler, köyün eğitilmesi konusunda özgün bir buluştu. Türkiye’nin koşullarını hesaba katmıştı. Yalnızca bu durum eğitimcilerin ona ilgi duymasını haklı kılar. Fakat


daha önemlisi, enstitü çevresi halkçı bir iklim sundu ve burada sosyalist görüşler filizlenmeye başladı. Şöyle de söylemek yanlış olmaz: “Enstitüler, sistemden kaçırılmış kurumlardır!” Fakat hiçbir sistem, kendi aleyhine işleyecek bir uzvuna izin vermez. Dönemin iktidarı bu kaçağı çok geçmeden fark etti ve onu yola getirdi. İz bırakan, unutulmayan sistem değil, bu “kaçak”tır. 5) ENSTİTÜLERDE HALKÇILIK NASIL FİLİZLENDİ? 1940’ta Türkiye’de halkçılığı baskı altına almış siyasi bir tek parti yönetimi vardı. Fakat Türkiye büyük bir ülkedir. 1920’li yılların solculuğu bastırılalı henüz 15-20 yıl geçmişti. Her an sola açılacak aydınlar mevcuttu ve bunlar CHP ve devlet içinde de bulunuyorlardı. İsmail Hakkı Tonguç, onun yardımcısı Ferit Oğuz Bayır, onların seçtiği okul müdürleri, hümanist Hasan Ali Yücel’in koruyucu kanatları altında kendilerine özgü bir alan yarattılar ve burada halka hizmet ruhuyla donanmış öğretmenler yetiştirmeye başladılar. 1940’ların iktidar ideolojisi olan Kemalizminin gerek halk için, gerek aydınlar ve gençlik için bir çekiciliği kalmamıştı. O tarihlerde ülkede iki akım alttan alta aydınları etkiliyordu: Turancılık ve sosyalizm. Bazı yüksek öğrenim kurumlarında Turancılık, enstitülerde ise sosyalizm uç verdi. Fakir Baykurt’un anılarında (Köy Enstitülü Delikanlı) bu durum açıkça anlatılmaktadır. 6) KÖY ENSTİTÜLERİ NİÇİN KAPATILDI? Yönetim, kısa zamanda Enstitülerin onlar için çizilmiş sınırlar dışına taşmakta, yani “elden çıkmakta” olduğunu görerek, Tonguç başta olmak üzere yöneticilerini değiştirdi. Köy kalkınması için düşünülen programlar da artık serbest piyasaya teslim edildiğinden enstitüler gereksiz hale getirildi, 1954’te adları da değiştirilerek klasik birer öğretmen okulu yapıldılar. 7) ENSTİTÜLER AMACINA ULAŞTI MI? Enstitüler, köyleri tanıyan, eli kalem tutan, görevlerine bağlı bir öğretmen kuşağı yetiştirdi ancak onların köyün siyasi, ekonomik ve sosyal hayatını değiştirmeleri mümkün değildi. Eğitim seferberliği; toprak reformu ve sanayileşme ile bütünleşemedi. Bütün enstitü kadroları bir araya gelseydi bir liman ve 100km. asfalt karayolu yapamazlardı. Bu işi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeye girecek olan yabancı sermaye ve teknoloji başaracaktı. Bu kalkınma hareketi, ne yazık ki ülkeyi dışarıya bağımlı hale de getirdi.


8) KÖYLÜLER KÖY ENSTİTÜLERİNE SAHİP ÇIKTI MI? Köy kalkınmasını, köyün canlanmasını sağlamak için kurulan enstitüler kapatılırken köylüler bu kurumlara sahip çıkamadılar. Zaten köylüler devlet tarafından pasif durumda tutuluyordu. Hiçbir örgütleri yoktu. Gençlere ise ancak Tan gazetesini tahrip edecekler ise izin veriliyordu! Köylüler tek parti döneminde yaşanan yoksulluk ve baskıdan kurtulma isteğindeydiler. Kendilerini 1950’den sonra daha iyi hissettiler. Hem çarıktan kara lastiğe geçebildiler, hem de istedikleri partiye oy vermeye başladılar. Bu arada köy enstitüleri de kim vurduya gitti. . 9) ENSTİTÜLERİ AĞALAR VEYA AMERİKA MI KAPATTIRDI? Her ikisi de doğru değildir. Bunlar, kabahati İnönü’nün üzerinden savuşturmak için üretilmiş komplo teorisidir. Açılmaları da kapatılmaları da Türkiye’nin kendi iç siyasi gelişmeler nedeniyledir. Ağaların enstitülerin açılmalarına bir itirazları olmamıştı. Siyasi nüfuzları da enstitüleri kapattıracak ölçekte değildi. Amerikalı John Dewey, enstitü tipi eğitimi öğütlemişti. Enstitülerin sonu Amerika Türkiye’ye girmeden daha 1946’da görünmüştü. UNESCO, bir kalkınma modeli olarak enstitü tipi kurumları az gelişmiş ülkelere önermiştir. Fakat artık bunlar halkçı kurumlar değil, kırsalı kapitalizme açan bir çeşit tarım okulu olacaktı. 10) ENSTİTÜLERİN YETİŞTİRDİĞİ ÖĞRETMEN TİPOLOJİSİ NASILDIR? Enstitüler, ortalama olarak Atatürkçü ve Halk Partili öğretmen yetiştirdi. İçlerinde sosyalist olanlar pek azdı ve bunların bir kısmı da 1960’dan sonraki ortamda sosyalist oldular. Bir enstitü mezununun en son yayımlanan anı kitabındaki şu satırlar, ortalama enstitü çıkışlının görüşlerine örnek sayılabilir: “İleriki yıllarda da epey gözlemledim. Halk böyle istiyor, halkın dediği olur türü siyasetler yapıldı. Halka çok ödünler verildi. Genç cumhuriyetin ilkeleri çiğnendi. Hiçbir devrim halka danışılarak yapılmaz. Halkın gelişmesine yönelik devrimi başlangıçta halka anlatamazsınız. Gelenekselleşmiş yapıyı kıramazsınız.” Fakat İsmail Hakkı Tonguç, Ferit Oğuz Bayır ve Fakir Baykurt gibi Enstitücüler olaya böyle bakmıyorlardı. 11) KÖY ENSTİTÜLERİ YAŞASAYDI KÜRT HAREKETİ DE OLMAZ MIYDI? Bu görüş tamamıyla yanlıştır. Bunu savunanlar, enstitüler yaşasaydı Kürt nüfusun asimile edilmiş olacağını, ya da Kürt köyleri de kalkınmış olacağından Kürtlerin düzenden şikâyeti olmayacağını varsayıyorlar. Kürt hareketine, Kürtlerin ister enstitüde, ister lise veya üniversitede okumuş kesimi tarafından önderlik yapılmaktadır ve bu


hareket feodal bir hareket de değildir. İster Köy Enstitüsü ister Öğretmen Okulu mezunu olsun, öğretmenler onlarca yıl görev yapsalar bile Kürt köylülerini asimile edemedi. 12) KEMAL TAHİR VE ATİLLA İLHAN GİBİ SOLCULARIN ENSTİTÜ KARŞITLIĞINI NASIL YORUMLAMAK GEREKİR? Türk edebiyatının bu iki değerli adından Kemal Tahir İttihatçıdır ve Kemalizme karşı olduğu için enstitülere de karşı olmuştur. Atilla İlhan ise İnönü döneminde hapsedilip zulüm gördüğü için, o dönemin bir ürünü olan enstitülere karşı olmuştur. Her ikisinin tutumu da duygusaldır ve yanlıştır. Bu olay herkese doğru bir yöntem de sunmaktadır. Tek Parti dönemi siyasi bakımdan kötü ise o dönemde yapılan her işin kötü olmadığı, ya da Köy Enstitülerinin iyi birer kurum olmasının Tek Parti döneminin siyasi yapısının da iyi olduğu yolundaki genellemelerden sakınmak gerekir. 13) ENSTİTÜLER YENİDEN AÇILABİLİR Mİ? Enstitüler, köylük bir ülkenin eğitim ve kalkınma projesi idi. Günümüzde köy nüfusu yüzde 20’lere kadar inmiştir ve köyler şehirlerle bütünleşmiştir. Köye gidecek hizmetleri artık tek bir kişiye yüklemek, onu mecburi hizmetle 20 yıl köyde tutmak, maaşının bir kısmı yerine kendisine toprak ve iş makineleri vermek mümkün değildir. Enstitüler, yaşasalardı bile 1960’lardan sonra işlevlerini yitirirlerdi. Zaten taşımalı eğitimle köy okullarının büyük bir kısmı kapanmıştır. 15-20 öğrencilik köy okullarını açıp bunları tek bir öğretmene teslim etmek de doğru değildir. 14) ENSTİTÜLERİN MİRASINDAN NASIL YARARLANABİLİRİZ? Enstitüler, insanın yaparak yaşayarak öğrenmesi, eğitim programlarının ülke koşullarına uygun olması, okuma çabası, öğretmenlerin birer ülkü sahibi olması, eğitimde fırsat eşitliği, eğitim kurumlarda demokrasi gibi konularda ulusal eğitimde yararlanılacak önemli bir birikim bırakmıştır. 15) KÖY ENSTİTÜLERİNİ EN İYİ ANLATAN KİTAP HANGİSİDİR? Enstitüler hakkında ülkemizde 300’den fazla kitap yayımlandı. Bunların önemli bir bölümü anılardır. Enstitülerle ilgili en derli toplu olanı Kanadalı bir sosyolog olan Fy Kirby’nin 1960 sonrasında yayımlanmış “Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabıdır. Konuya dışarıdan bakabilmesi, enstitüleri Türk eğitim tarihi içinde yerli yerine oturtması, verilerinin sağlam ve analizlerinin güvenilir olması, alan araştırmalarına dayanması, kitabın değerini artırmaktadır.


Zeki Sarıhan: Dini hoşgörü yaygınlaşıyor Taksim Direnişi, bize iftarlarda “Yeryüzü Sofraları” kurmayı da öğretti. Ramazanın ilk günü akşamı İstiklal Caddesi’nde boydan boya kurulan bu sofra, kentlerin başka caddelerine ve parklarına yayıldı. Diğer bütün derslerini bir yana bıraksak bile Haziran Direnişi’nin ilham ettiği bu yeni anlayış paha biçilmez değerdedir. Bunun için 90 yıl geç kalınmış da olsa zararın neresinden dönülse kârdır… Yeryüzü sofraları, laik aydınlarla düzene karşı dindarların buluşma yeridir. Bu nedenle iktidar çevreleri için büyük bir tehlike çanıdır. Bundan ötürü olacak, İstanbul halkı yeryüzü sofralarında buluşmasın diye daha sonraki gün İstiklal Caddesi’nde yer sofrası kurulacak caddeye tomalar yerleştirilmiştir. Ancak bu hareket bütün yurda yayılma istidadındadır. Ben de Ankara Güven Park girişinde düzenlenen böyle bir sofraya iki kez katıldım. Herkes gibi gazete serilmiş betonun üzerine bağdaş kurdum. Evlerden getirilen veya marketten satın aldığımız yiyecekleri kardeşçe bölüşerek ezanı bekleyip akşam yemeğimizi yedik. 70 yıllık ömrümde ben böyle bir durumu rüyamda bile göremezdim. Çünkü rüyalar sonuçta gerçek hayatın birer gölgesidirler. Bir araştırma yapma imkânım olmadı ama benim katıldığım sofradakilerin büyük çoğunluğunun oruçlu olmadığını sanırım. Yeryüzü sofralarında henüz, orta sınıf ve küçük burjuva aydınların ekmeklerini bölüşmek istedikleri gecekondu halkıyla köylüler buluşabilmiş değildir. Buna daha zaman olduğu anlaşılıyor. Fakat bu hareket en azından aydınlar arasında yeni bir zihniyet devrimi yaratmaya adaydır. Bu devrim, din olgusuna bakışta kendini gösterecektir. Devrimci ve demokrat aydınlar, bu iftar sofralarını kurarak emekçi dindarlara şu mesajı vermektedirler: “Şimdiye kadar ihmal ettiğim bir şey yapıyorum. Seni anlamaya ve seninle birlik olmaya çalışıyorum. Sen de beni anla. ” DİNİ HOŞGÖRÜ YAYGINLAŞIYOR Tanzimat’tan beri aydınların önemli bir kısmı Batı yaşam tarzını kendine rehber edindi. 150 yıldır aydınlar, ülkenin geri kalmasında sorumlu olarak İslamiyet’i gördü. Onunla bağları koparmayı tercih etti. “İslamiyet’in bastığı yerde ot bitmez” diye yazan araştırmacılarımız, çan sesinden değil ezan sesinden rahatsızlık duyan eğitimcilerimiz, Müslüman mezarlığına gömülmemesini vasiyet eden yazarlarımız, Hıristiyan dinine girmeyi marifet sayan sanatçılarımız oldu. İlericiliği ve gericiliği bunun üzerinden ifade ettiler. Kaç köşe yazarından Ramazan ayı boyunca ülkenin üzerine kara bir örtü örtüldüğünü okumadık? Böylece laik aydınlarla geniş emekçi yığınları arasında bir duygu uçurumu doğdu. Sosyalist aydınlar da bu bölünmede emekçilerin değil, burjuvaların yanına düştüler. İktidarların serbest seçimlerle belirlenmediği, daha


doğrusu halk kesimlerinin iktidardan uzak tutulduğu dönemlerde bir sorun yoktu. Ne zaman ki, herkesin iradesi sandıkta eşit sayıldı, o tarihten beri dindarın iradesi de iktidarın belirlenmesinde rol oynamaya başladı. Bir kısım politikacılar, iktidara gelebilmek için geniş halk kesimlerinin gelenekçi ve dindarlık duygularına hitap etmeye başladılar ve bundan kazançlı çıktılar. Laiklik, politikanın kenarlarına sürüldü. Yeryüzü sofraları, gerçekte din üzerinden değil, geleneğin olumlu yanları üzerinden kapitalizmi hedef alan bir eylemdir. AKP iktidarının İslamiyet’i sömürü ve dışarıya bağımlılık siyasetinin aleti haline getirmesine bir isyandır. Aynı zamanda İslamcı yeni zenginlerin ekonomik kaynakları ele geçirip şatafatlı hayat sürmelerine karşı sade yaşamayı kutsayan ve milleti buna davet eden bir çağrıdır. Şimdi bunca sandık yenilgisinden ve emekçileri örgütleme ve harekete geçirme projelerinin başarısızlığından sonra, devrimciler, yoksulların ruh halini anlamaya çalışıyor. Geçen yıl uç vermişti, bu yıl Haziran Direnişi ile iyice açığa çıktı ki, ülkede kendilerine Antikapitalist Müslümanlar diyen bir akımın sözcüleri de vardır. Şimdi iftar sofralarında laikliklerle Müslüman sosyalistler, ülkenin bağımsızlığı, demokrasi ve emeğin hakkının alınması için bir araya geliyor. Yeryüzü sofralarına katılan devrimcilerin dini siyasete alet ettikleri söylenemez. Çünkü bu yer sofralarında bir araya gelenler, birbirlerini aldatmıyorlar. Birbirlerini olduğu gibi kabul ediyorlar. Farkında mısınız bilmem: AKP iktidarının toplumu muhafazakârlaştırma projelerine rağmen halk arasında dinî hoşgörü yaygınlaşıyor. Örneğin bundan 10-15 yıl öncekinden farklı olarak her şehirde ve hemen her kasabada oruç tutmayanların yemek yiyecekleri mekânlar artıyor. Aslında oruç tutmayanların oranında da bir artış var. İslamlık artık, oruç tutmak, namaz kılmak, başını örtmek, sakal bırakmaktan ibaret bir din olmaktan çok, “insan olmak” yani adaletli davranmak, başkalarını da düşünmek, doğru söylemek, memleketi ve milleti için çalışmak biçiminde anlaşılmaya başlanmıştır. Yeryüzü sofralarında insanları bir araya getiren anlayış da budur. Millî Eğitim Bakanı Avcı’nın da başlangıçta ifade ettiği böyle bir birleşmeyi sağladığı için Başbakan’a ne kadar teşekkür etsek azdır… “Yeryüzü Sofraları”nın, belediyelerin ve bazı devlet kurumlarının düzenlediği toplu iftar yemeklerinden, hısım, akraba ve komşuların birbirlerini davet ettikleri iftar yemeklerinden bambaşka anlamı vardır. Bu hareket, şimdiye kadar mezhep ve inançların dikine böldüğü toplumun, sınıf esasına göre enine bir mevzilenmesini anlatıyor. Daha açık bir anlatımla dindar olsun olmasın, halk sınıfları, sistemin sahiplerine karşı birlikte mücadele edebileceklerini gösteriyor.


Yaşam tarzına göre değil, sınıf esasına göre… İşin bam teli burasıdır. Yani ancak bu yolla “kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak”tır.

Zeki Sarıhan: Demokrasinin zaferidir Lozan 90 yıl önce 24 Temmuz 1923’te Türkiye Devleti ile İtilaf Devletleri ve ilgili diğer bazı devletlerarasında İsviçre’nin Lozan kentinde “Lozan Barış Anlaşması” imzalandı. Bu anlaşmayla Türkiye, karşı taraftaki devletlere uğrunda dört yıl savaştığı Misakı Millisini esas olarak kabul ettirdi. Yeni devlet, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla doğmuş, Büyük Zafer’den bir süre sonra 1 Kasım 1922’de Padişahlık da kaldırılınca “Genç, dinç ve yeni bir Türkiye”, milletler topluluğu içinde haklı yerini almıştı. Lozan, hangi politikaların eseridir? 90. yıldönümünde bunu hatırlamakta yarar vardır. İSMET PAŞANIN ARKASINDAKİ KUVVET Başlarında İsmet Paşa’nın bulunduğu Türk delegeler, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını tescil ettirmek için İngilizlerle zorlu bir pazarlık yaparken, hiç şüphe yok ki, kulaklarında İzmir’e doğru düşmanı yıldırım hızıyla kovalayan atlıların nal seslerini duyuyorlardı. Oraya İnönülerde, Sakarya boylarında vatanlarını savunmak için gözlerini kırpmadan canlarını veren binlerce köylü askerin, vatansever subayın hatıralarıyla gittiler. Karadeniz kıyılarında Yunan korsanlarından gizlemeye çalışarak Rusya’dan silah taşıyan gemicilerin, üniversitede Türklüğü aşağılayan hocalara karşı aylarca isyan eden gençlerin gözleri üzerindeydi. Lozan’ı kim kazandı? Elbette cephe gerisini bekleyerek ocakları tüttüren, don, gömlek, çarık, çorap dikerek askerciğe yetiştiren, Hilali Ahmer hastanelerinde yaraları saran, sandıklarının dibindeki çeyizliklerini ve gelinliklerini bağışlayan kadınlarımız. Kadınlar ki, İzmir’in işgali üzerine, ilk kez yüzlerindeki peçeyi çıkararak İstanbul meydanlarında kürsülere çıkmışlar, vatanın parçalanmasına ve milletin esir yapılmasına izin vermeyeceklerini bütün dünyaya duyurmuşlardı. Lozan’ın arkasında, milis güçlerini örgütleyen, gönüllü olarak düşmanla savaşa tutuşan öğretmenler, Zafere kadar Balıkesir-Manisa dağlarında gerillacılık yapan Demirci Akıncıları, moralini yüksek tutmak için cami kürsülerinden halka coşkun konuşmalar yapan din adamları, işgal bölgelerine gizlice sokacakları gazeteleri tren vagonunda ambalaj kâğıtlarına basan gazeteciler, İmalatı Harbiye işçileri vardı.


Yalnız bunlar da değil, Lozan’ın arkasında, millî kurtuluş savaşının zaferi için para, savaş malzemesi gönderen Ekim Devrimcileri, aralarından para toplayıp Ankara’ya ulaştıran Hindistan Müslümanları, Anadolu gazileri için yardım kampanyaları açan Mısır Hilali Ahmeri de vardı. TÜRKİYE SAVAŞI DEMOKRASİYLE KAZANDI Türkiye’nin bu savaşı zaferle sonuçlandırmasının nedeni nedir biliyor musunuz? Demokrasi. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nı demokrasinin yokluğu nedeniyle kaybetti. İttihat ve Terakki yönetici kliği, değil meclise, hükümete bile haber vermeden ülkeyi emperyalist bir ülkenin zaferine güvenerek ve onun zaferine bel bağlayarak ülkeyi sonu belirsiz bir maceranın içine attılar. Yüz binlerce genç Anadolu köylüsü, Turancılık ve İslamcılık hayalleri nedeniyle Kafkaslarda, Çanakkale’de, Çöl’de, hatta çok uzaklardaki Galiçya’da ateşin içine atıldı ve canını verdi veya sakatlandı. Kadınlar dul, çocuklar yetim kaldı. Servetler harap oldu. Günümüze hâlâ baş ağrıtan tehcir gibi bazı sorunlar bıraktı. Millete sorulsaydı, ülkede demokrasi olsaydı, kim böyle dibi görünmez bir göle atlamak isterdi? Bir de Kurtuluş Savaşı’na bakalım: Daha Mondros Ateşkes Anlaması imzalanır imzalanmaz, yurdun üstünde kara bulutlar dolaşmaya başlayınca kurulan Müdafaai Hukuk dernekleri, Balıkesir’de, Nazilli’de, Alaşehir’de, Erzurum ve Sivas’ta aşağıdan yukarıya doğru toplanan kongreler. Bunların yurdun her yerinde açılan şubeleri. Anadolu’nun her kentinde ve kasabasında işgallere karşı ve ordunun zaferi için miting yapıp dua eden kalabalıklar. Ve milletin hemen her eğiliminin temsil edildiği Büyük Millet Meclisi. Kendi kaderini eline aldığını bilen bir millet. Gerektiğinde başkumandana bile kök söktüren bir muhalefet. Kurtuluş Savaşı’nın ülkedeki bütün unsurları birleştiren millî birlikle başarıya ulaştığını da unutmamak gerekir. Kurtuluş Savaşı, onu yöneten komutan ve siyasetçilerin kumar oynamaktan şiddetle kaçınan, maddi ve moral kuvvet toplamaya dayalı, ezilen Doğu dünyasını arkasına alan, düşmanın zayıf ve güçlü yanlarını hesaba katan ve haklılığı elden bırakmayan politikalarıyla zafere ulaşmıştır. GÜNÜMÜZ İÇİN ÇIKARILACAK DERSLER 90 yıl sonra Lozan’dan günümüz Türkiye’si için çıkarılacak o kadar ders var ki… Enver Paşa’nın sırtını Almanlara dayayarak Turan’ı ele geçirmek politikasına benzeyen, sırtını Amerika’ya dayayarak Ortadoğu’nun patronu olmaya özenen, komşularına silahlı


müdahalede bulunmaya niyetlenen Yeni Osmanlıcılık ülkeyi yönetiyor. Partisi ve ülkede tek adam olmaya karar verip “Ben ne dersem o!” diyen bir başbakanımız var. Millete düşen görev ise yurdunun ve halkın sorunlarıyla yakından ilgilenmek, kendi geleceğini kendi ellerine alma iradesini göstermektir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin başına gelenlerin temel nedeni, savaştan sonra “Evli evine, köylü köyüne denerek” milletin karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılması ve yönetimin küçük bir grubun işi haline getirilmesidir. Gezi Parkı’ndan başlayan Haziran Direnişi, bu duruma bir başkaldırıdır ve Kurtuluş Savaşı’ndaki millî seferberliği andırmaktadır. İşbirlikçi ve gerici hükümetin tomalarına karşı yiğitçe duran kırmızılı ve siyahlı kadınların 1921-1922 kışında kağnısı başında donarak ölen Şerife Bacı’dan farkları, yalnızca zaman ve mekândadır.

Zeki Sarıhan: Gezi Direnişi'nin öğrettikleri Yakın veya uzak hedefleri olan her devrimci hareketin ilk amacı, karşı tarafı geriletmektir. Bunu yaparken toplumun en geniş kesimlerini yanına çekmek, davasına kazanmak ister. Hiçbir direniş hareket, toplumun kendisi hakkında vereceği yargıları hesaba katmamazlık edemez. Taksim Direnişi, çok akıllıca hareket ederek bu ilkeyi gözetmiş ve özgürlük hareketine toplumun bütün kesimlerini katmak için uygun dili ve davranışı aramıştır. Bu barışçı bir gösteri olduğuna göre, şiddete başvurmaktan olabildiğine kaçınarak hem kendine iktidar tarafından yönetilecek suçlamaları sonuçsuz bırakmaya, hem de eylem alanlarındaki işyerleri sahipleri ve halkı ürkütmemeye çalışmıştır. Taksim Direnişi, demokrasi ve özgürlük isteyen modern Türkiye’nin işbirlikçi-gericisömürücü kesimi geriletme hareketidir. Fakat iktidarın çeşitli yollarla etkilediği geniş bir kesimin bulunduğunu da hesaba katmak gerekir. İktidar, bu hareket karşısında her zamankinden daha çok dinî değerleri ve simgeleri kullanmaya başlamıştır. Gezi direnişini başlatanlar elbet de daha baştan bu ihtimali hesaba katmış görünüyorlar. Gezi Parkı’nda Müslüman sosyalistlerle kurdukları ittifak bunu kanıtlamaktadır. Öte yandan eyleme katılan çeşitli grupların birbirlerinin flama ve sloganlarını anlayışla karşılamışlardır. Böylece şimdiye kadar ihmal edilen ancak yakın zamanda uç veren bir yurtseverler birliğinin temellerini de atmışlardır. Şimdi sıra bu temelin sağlamlaştırılmasına gelmiştir.


SÖZ AYIRIR EYLEM BİRLEŞTİRİR Hemen her kitle hareketini hiçbir şiddet olayı olmadan başarmak pek kolay değildir. Herhangi bir örgütün denetiminde gerçekleşmeyen, yurdun hemen her yanına yayılan ve yüz binlerce insanın katıldığı bu direniş hareketinin asıl karakteri, hükümeti ve başbakanı protesto ederken polise çiçek atmak, onunla diyalog kurmaya çalışmak olmuştur. Fakat bunca tazyikli su, gaz mermisi, cop karşısında bazı göstericilerin polise taşla karşılık vermesini abartmamak gerekir. Bütün bir büyük direnişi bunlar olmaksızın yapmak herhalde mucize olurdu. İktidar ufak tefek şiddet hareketlerini alabildiğini istismar ediyor, fakat kendisinin kullandığı şiddet, göstericilerinkinden kat kat fazladır. Ölümler, sakatlanmalar, on binlerce insanın yediği gaz ve tazyikli su, bunun kanıtıdır. Yasalar, herhangi bir gösteride şiddet kullanılmasını yasaklamaktadır, fakat gene kanunlar, barışçı gösteri yapan insanlara karşı da şiddet kullanılmasını yasaklamaktadır. Fakat ne demişler: “Hanım kırar bardağı kaza olur, hizmetçi kırar suç olur.” Haziran Ayaklanması boyunca, direnişçilerin hareketin meşruluğunu korumak için genellikle özen gösterdikleri açıktır. Fakat parkta veya meydanda, eylem sırasında bira içmeyi karşı tarafın istismar edeceği de hesaba katılmalıydı. Valide Sultan Camiinde içki içildiği kanıtlanmadığı halde, yalnızca son cemaat yerinde ezilmiş bir bira kutusunun bulunması karşısında başbakanın bu yalanda ne kadar ısrar ettiğinden anlıyoruz ki eğer camide içki içilseydi iktidar zil çalıp oynayacaktı. Gene de yaptığı şey zil çalıp oynamaktan farksızdır… Taksim Direnişi sırasında anne veya genç kadınlarımızın gösterdiği direnç her türlü takdirin üstündedir. Yalnız bazı kadınlarımızın giyimleri, henüz toplumun bütünü tarafından kabul edilemeyecek bir tarzda idi. Hele bir kadının Almanya’dan koşup gelerek bir marifet gösteriyormuş gibi Taksim’de mayo ile dans etmeye kalkışması, bu hareket içinde adeta bir provokasyon görevi görmüştür ve son derece sorumsuz bir harekettir. Kadın giyimi, toplumun geniş kesimlerinde dikkate alınan bir kültür öğesidir. Türk toplumunun ezici çoğunluğu kadın giyimi konusunda geleneğe bağlıdır. Bu konuda bir tarihsel olguyu hatırlatmak isterim. Büyük zaferden sonra İstanbul ilkokul öğretmenleri kadın-erkek kalabalık bir grup halinde Bursa’da Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettikten sonra ulusal direnişin Kâbesi olarak gördükleri Ankara’yı ve savaş alanlarını da ziyaret etmek isterler. Anadolu gezisine kadın öğretmenler de katılacaktır. 1922 yılında İstanbul’da kadınların giyinişi ile Anadolu kadınlarının giyinişi arasında büyük bir fark vardır. Günün ölçüleri içinde İstanbul kadını, hele öğretmenler daha moderndir. İstanbul Maarif Müdürlüğü bu gezi için Ankara’ya başvurmuş, geziye katılma koşullarını da öğretmenlere bildirmiştir.


Genelgeye göre bayan öğretmenlerin dış kıyafetleri için “Anadolu muhitince uygun görülecek şekilde” olması istenmiştir. “Muallim hanımların kapalı giyinmeleri iyi olur” denilmiştir. (Yeni Şark, No. 297, 8 Teşrinisani (Kasım) 1922). Günümüzde “açık” ve “kapalı” giyimlerin ölçüsü elbette değişmiştir. Fakat geniş halk kesimlerinin anlayışında bir normal giyim anlayışı da vardır. Kadınlarının yüzde 70’i başörtülü olan Türk toplumu artık tomalardan sıkılan biber gazı basınçlı su karşısında duran kırmızılı ve siyahlı kadının giyimlerini yadırgamaz. Bunlar nihayet şehirli okumuş kadınların ortalama giyimidir, fakat askılı elbiseler, şortlar hâlâ çoğunluk tarafından yadırganan giyimlerdir. Bir örnek de daha yakın tarihimizden: 1968 yılı Gazi Eğitim Enstitüsü. 1 Mayıs henüz İşçi Bayramı değil. Fakat Öğrenci Derneği olarak diğer yüksek okullarla işbirliği yaparak 1 Mayıs’ı “Köy Günü” ilan ettik ve gruplar halinde Ankara’nın köylerine ziyaretler düzenledik. Bu hareketimizin köylülere ne faydası oldu bilemem fakat bize yararı oldu. Hiç değilse Ankara’nın yakın birkaç köyündeki yaşayışı gördük. Onlarla bütünleşme düşüncemiz genişledi. Öğrenci Derneği’nin bu eylemlerimizden sonraki ilk genel kurulunda karşı görüşteki bir öğrenci kürsüye çıkarak bizi eleştirdi. Mini etekli bir kız arkadaşımızın eteğini diline dolayarak “Siz köylüleri böyle mi uyandıracaksınız?” diye laf attı. Sözü edilen kız arkadaşımız, kentli bir memur kızıydı. Mini etek giymeyi, makyaj yapmayı seviyordu. Bu bizim de dikkatimizi çekiyordu ama bir şey söyleyemiyorduk. Kız arkadaşımız fena halde sinirlendi. Cevap vermek için kürsüye yöneldiğinde: “Dur bir dakika” dedim. Sakın bu arkadaşı kınama. Kürsüden de ki: “Benim giyimimi eleştiren arkadaşa çok teşekkür ederim. Bana bir gerçeği hatırlattı. Devrimciliğimi güçlendirdi. Bu gece, bütün eteklerimi uzatacağım.” Çıktı ve bunları söyledi. Salonun verdiği tepkiyi tahmin edebiliyor musunuz? Alkıştan yıkılıyordu! Karşı tarafa söyleyecek söz kalmamıştı, biz de onun bu eleştirisinden yararlanmıştık. Kız arkadaşımız, o gece kızlar yatakhanesinde sabaha kadar uyumadı. Bütün kısa eteklerini uzattı. Ertesi gün bundan hepimiz memnun olduk. Artık köylere onunla daha rahat gidebilirdik. Yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi için İstanbul’dan Ankara’ya yürüyen Aylin Kotil, kendisiyle yapılan bir röportajda yürüyüş boyunca şort ve kolsuz elbise giymediğini söylemiş, gerekçe olarak da toplumun henüz buna hazır olmadığını anlatmıştır. Devrimci sorumluluk işte budur.


Zeki Sarıhan: Artık bu komplo teorilerine inanmıyoruz Taksim Direnişinden hükümet çevreleri hiç hoşlanmadı. Böyle bir halk ayaklanmasını beklemiyorlardı. Milyonlarca insanın kendilerine karşı bir direnişe geçmeleri için de bir sebep yoktu! Çünkü kendilerini halka hizmet etmeye vakfetmişlerdi. Son seçimde oyların yarısını almışlardı. Büyük bayındırlık projeleri vardı. 30 yıllık Kürt ayaklanmasını da şimdilik durdurmuşlardı. Aylardır şehit cenazeleri de gelmiyordu. Memleket böyle güllük gülistanlık iken Taksim Direnişi de nereden çıkmıştı? Bunu “samimi” insanlar yapamazdı. AKP iktidarı, sorunları iyi okuyamayan, okusa da sınıfsal ve siyasal nedenlerle anlamazlıktan gelip dediğim dedik inadında direten bütün siyasi kadrolar gibi, Taksim Direnişini kendi iktidarına karşı kurulmuş bir komplo olduğunu ilan etti. Direniş bütün illere, kentlerin meydanlarına yayıldığı zaman da bu iddiasından vazgeçmedi. HALKIN ISRARI KOMPLO TEORİLERİNİ ÇÜRÜTTÜ Komployu onun iktisadi başarılarını kıskanan faiz lobisi, Ergenekoncular, Açılım sürecinin önünü kesmek isteyenler, Almanlar, Yahudi diasporası, içki üreten şirketler, Erasmus projesi ile Türkiye’de okumaya gelen yabancı öğrenciler, hatta nerdeyse Amerikan hükümeti kurmuştu! Çünkü hükümetin başarılarını kıskanıyorlar ve onun tekerleğinin önüne taş koymak istiyorlardı... Halkın taleplerinde ısrar etmesi ve bu taleplerin tamamen haklı olması, bütün bu komplo teorilerini çürüttü. Taksim Direnişi, bu işin altında görünmez, gizli kuvvetlerin olduğu teorilerini yerle bir etti. Herkes bu teorileri dillendirenlerle dalga geçti. Birçok aklı başında insan, hükümetten bu saçma görüşlerden vazgeçerek isyanın temelinde yatan sorunu görmesini tavsiye etti. Peki, acaba Taksim Direnişi, direnişe katılanlarda veya bu direnişi alkışlayanlarda da komplocu mantıkları düzeltti mi? Bu devrimci hareketin en büyük kazancı, devrimcilerin de komplocu görüşleri terk etmesi olabilirdi. Evet, Haziran Ayaklanması bir kısmımızın mantığında böyle bir düzeltme yaptı. Geri kalan büyük bir kitle, henüz komplocu mantıkları terk etmiş görünmüyor ve bunun zaman alacağı anlaşılıyor. İki yıl önce, Arap ülkelerinde orta sınıf halk, ulusal gelirden payını almak ve siyasi katılım istekleriyle meydanlara döküldüğünde-iktidarların dincilerin eline geçeceği endişesiyle-bunun bir Amerikan komplosu olduğunu ileri sürenler oldu. Şimdi Hüseyin Çelik, Batı’nın Mısır’da bir Müslüman iktidarına tahammül edemediğini söylese de ikinci


Mısır ayaklanmasına kararlı bir biçimde katılan milyonlarca Mısırlının talepleri karşısında bu teorinin yıkılmış olması gerekir. Günümüzde hâlâ inanılan komplo teorilerinden biri AKP’nin bir Amerikan komplosu ile iktidara getirildiğidir. Bu anlayışa göre onu iktidara getiren seçmenler değildir! O kadar ki, seçimde büyük bir hile yapılmış, sandıktan çıkan oylar onun hesabına yazılan yüzde onluk bir pay üzerine sayılmıştır. Bu mantık, gerçeklerle yüzleşmeye korkan ve olguları gerçekçi olarak okuyup ona göre siyaset üretmeye çalışamayan bir anlayışın ürünüdür. Birkaç gün önce dinleyici olarak katıldığım bir park forumunda sayısı onu geçmeyen konuşmacılar arasında ikisinin hâlâ bu iddiada bulunması ve diğerlerinden de bir itiraz gelmemesi, Taksim Direnişi derslerinin yeteri kadar anlaşılmamış olduğunu gösteriyor. Uzak ve yakın tarihimizde siyaset alanında pek çok komplo teorisi üretilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı bile komplo teorilerine bağlayanlar olmuştur. Bunun milletin emperyalizme karşı ayaklanması değil, İttihatçıların yeni bir iktidar oyunu olduğunu ileri sürerek işin içinden sıyrılmak isteyenler vardı. Şeyh Sait isyanını, Koçgiri ayaklanmasını, hatta Dersim olaylarını yabancıların kışkırttığını yazmak bazı tarihçilerin kolayına gelmiştir. Atatürk’ün ölüm nedeni hakkında bile komplo teorileri üretilmiştir. Demokrat Parti’yi ABD işbaşına getirmiş, Menderes’i de ABD devirtmişti! Rahmetli Uğur Mumcu, 1980 öncesi sağ-sol vuruşmasını, silah tüccarlarının çıkardığını ileri sürüyordu . ABD’de İkiz Kuleleri ABD kendisi vurdurmuştu! Hırant Dink’i bile Amerika öldürtmüştü! 1993 Sivas Madımak katliamını bile dış servislerin üzerine atan görüşler vardır! KOMPLO TEORİLERİNİN NEDENİ SORUMLULUKTAN KAÇMAKTIR Günümüzdeki komplo teorileri içinde en yaygın olanlardan biri, Kürt kalkışmasını yabancıların yarattığıdır. Onlara göre, Türkiye’nin Güneydoğu’sunda “Kürt” denen bir topluluk yoktur. Bu nüfus aslında dilleri biraz farklılaşmış bir Türkmen topluluğudur. Bunlara “Siz Kürtsünüz” diyenler, Türkiye’yi bölmek ve bu bölgeye hâkim olmak isteyen yabancılardır. Evet, Kürt adı verilen tarihî bir topluluk varsa da onların bir takım taleplerde bulunması için bir sebep yoktur. Onları mutlaka yabancılar kışkırtıyorlardır! Bu komploya Türkiye hükümetlerinin müttefiki ABD, NATO, Avrupa Birliği, Suriye, İran gibi ülkeler dâhildir… Komplo teorisine başvurmanın nedeni, sorunların derinine inmek, onu araştırıp ortaya çıkarmak ve buna göre siyaset üretmek yerine gerçekler karşısında gözlerini kapatmak, işin kolayına kaçmak ve böylece sorunu başından atmaktır.


Taksim Direnişi, Kürt sorunu konusunda yaygın komplo teorilerini bir ucundan çökertmeye başlamıştır. Taksim eylemleri sırasında bunun bir resmi de ortaya çıkmıştı. Elinde BDP bayrağı olan bir direnişçi, tomanın sıktığı sudan korunmaya çalışan eli Türk bayraklı birini kurtarmaya çalışıyordu. Ardından “Dayan Lice Taksim seninle” sloganı ortaya çıktı. Taksim Direnişinin bize öğrettiği ve bundan sonra da öğreteceği daha birçok ders var.

Zeki Sarıhan: On yılda bir Türkiye'ye ne oluyor Gezi Parkı’ndan bir anda bütün ülkeye yayılan halk ayaklanması, herkesi şaşırttı. Aslında bütün tarih böyle beklenmedik zamanlarda patlak veren olaylarla doludur. 2000 yılı başlarında gazetelerde yer alan bir bilgiye göre, her yüzyılın başında, o yüzyılın sonunda nasıl bir dünyada yaşanacağını tahmin edenler, olabilecek gelişmelerin ancak yüzde üçünü görebilmişler. Gerçekten gelecek bilinmezlerle doludur. Buna bir örnek olmak üzere, yaklaşık son yüzyılın Türkiye’sine kısaca göz atalım. Yüz yıl önceki atalarımızın içinde en geniş ütopyalara sahip olanlar bile bugün ulaştığımız teknolojik, siyasi, kültürel durumu tahmin edebilir miydi? Değil yüz yıl, on yıl içinde bile nasıl öngörülemeyecek gelişmeler olduğunu Türkiye’nin son yüz yılını onar yıllık dilimlere bölerek yalnızca siyasi gelişmelere değineceğiz. 1900 yılından alıyoruz. Anayasa’yı yürürlükten kaldıran İkinci Abdülhamit, diktatörlüğünün 22. yılındadır. Hiçbir partinin faaliyet göstermesine izin verilmez. Ülkenin bir parlamentosu bile yoktur. Basın sansür altındadır. Bazı aydınlar hürriyet mücadelesi içindeyse de hürriyetin ne zaman gerçekleştirileceği meçhuldür. Halk kitleleri ise henüz bu mücadelenin çok uzağındadır. Birinci on yıl, 1910 yılına geldiğimizde ise Türkiye siyasi olarak bambaşka bir ülkedir. Diktatörlüğe karşı ülkenin her tarafında aydınların hareketi meyvelerini vermiş, hürriyetçi genç subaylar ayaklanmış, 1908’de Abdülhamit rejimi devrilerek Türkiye meşruti bir idareye geçmiştir. Dernekleriyle, siyasi partileriyle, özgür basınıyla bu yepyeni bir Türkiye’dir. İkinci on yıl, 1910-1920 arasıdır. Ülke Trablusgarp, Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarından sonra Birinci Dünya Savaşı fırtınasına tutulmuş, ülkenin altı üstüne gelmiş, yaşanan büyük yenilgi nedeniyle ülke küçülmüş, kalan yerler de parçalanma tehlikesi altına düşmüştür. Daha birkaç yıl önce her şeye hâkim görünen İttihat ve Terakki kendi


feshetmek zorunda kalmış, vatanı kurtarmak için Anadolu’da bir cephe açılmıştır. Ülkenin geçireceği bu büyük değişimi herhalde 10 yıl önce kimse tahmin edemezdi. Üçüncü on yıl, 1920-1930 yıllarını kapsar. 1930 Türkiye’si, 1920 yılı Türkiye’sinden fersah fersah uzaktır. Büyük çoğunluk bu muazzam değişimi rüyasında görse inanmazdı! Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşıp tam bağımsız bir ülke gerçekleşmiş olmaktan başka, padişah ve halifelik yıkılmış, Avrupai kanunlar getirilmiş, bin yıllık yazı bile değiştirilmiştir. Ülke tek partili bir rejimle yönetilmektedir. Dördüncü on yıl, bundan önceki on yıllarda olduğu kadar büyük değişikliklere sahne olmadıysa da, Atatürk’ün ölümüyle yerine İsmet İnönü’nün geçmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı iktisadi ve siyasi sıkıntılar azımsanamaz. Bu on yılın nispeten istikrarlı geçmesinin nedeni ülkenin İkinci Dünya Savaşı’na girmemesidir. O yıllarda dünya ateş içindedir. Bunun sonuçlarını Türkiye beşinci on yıl içinde yaşayacaktır. Beşinci on yıl, 1940-1950 arasıdır. 1940 yılında kim öngörebilirdi ki savaşı Almanya kaybedecek, Türkiye tarafsızlık politikasını bırakarak Atlantik sistemine yaklaşacak, 27 yıllık CHP seçimleri kaybederek yerine Demokrat Parti geçecektir. 17 yıl Türkiye semalarında Tanrı Uludur diye başlayan Türkçe Ezan’dan dönülecek, Köy Enstitüleri kapatılacak, Tek Parti rejiminin tasfiye ettiği kadrolar ve anlayışlar yeniden siyasete döneceklerdir? Altıncı on yıl, sonu olan 1960’ta gelinen nokta, bundan önceki on yıllık dönemlerde gerçekleşenlerden hiç de daha az önemli değildir. Türkiye kapitalizme açılmış, köylü kitleleri şehirlerin çevresine doluşmuş, DP üç kez üst üste seçim kazanmış fakat siyasi özgürlükleri boğmaya çalıştığı gerekçesiyle 1960’ta gençlik ve ordu hareketiyle iktidardan uzaklaştırılarak partinin ileri gelenlerinden üçü idam edilmiştir. Böyle bir gelişmenin olabileceğini 1950’de kaç kişi öngörebilirdi? Yedinci on yıl, 1960-1970 dönemidir. Bu dönemin özellikleri, 27 Mayıs Devrimi’nin artık hiç bitmeyecekmiş gibi görünen siyasi sistemine karşı olan bir partinin iktidara gelmesidir. Türkiye tarihinde ancak kurtuluş Savaşı yıllarında görülmüş ve kısa sürede denetim altına alınmış olan ve toplumun bütün alt ve orta sınıflarının sahneye çıktığı antiemperyalist halkçı bir sol dalga nerdeyse iktidara gelecektir. Sekizinci on yıl, 1970-1980 dönemidir ve bu dönemin siyasi gelişmeleri, bundan önceki dönemler gibi öngörülemezdir ve önemlidir. Yükselen halk hareketi ve ordudaki sol örgütlenmeleri bastırmak için 1971 faşist darbesi, iki yıl sonra Ecevit’i başbakanlığa getiren yeni bir sol dalganın yükselmesi, Kıbrıs çıkarması, koalisyonlar ve tam da on


yılın sonunda ülkedeki kargaşayı bahane eden faşist bir ordu darbesi ile faşist bir rejimin kurumlaşması bu dönemin öngörülemeyen olaylarıdır. Bu durum birçok insanı umutsuzluğa sevk etmiş, kitleleri siyasetten uzaklaştırılmış, kültür çölleşmesine yol açmıştır. Dokuzuncu on yıl da “Gün doğmadan neler doğar” atasözünü doğrulayan bir dizi gelişmeye sahne olmuştur, 1980-1990 yıllarını kapsayan bu dönemde 12 Eylül rejimi kısa sürede tavsamış, siyasi hayat yeniden canlanmış, rejimin şimdiye kadar görülmemiş çaptaki zulmüne karşı insan hakları kavramı yükselmiştir. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve yabancılara aktarılması, küresel kapitalizme eklemlenme bu dönemde hızlanmıştır. Onuncu on yıllık dönem, 1990-2000 yıllarını kapsamaktadır. Bu dönemde, bir yandan Batı sermayesi Türk pazarını istila ederken, halk tüketim toplumu haline gelmiş, Muhafazakârlık dalgası toplumu yeniden biçimlendirmeye başlamıştır. Bu dönemi diğerlerinden ayıran özelliklerinden biri de Doğu’da, 1983’te başlayan ve daha sonra da sürecek olan Kürt isyanının sürece damgasını vurmasıdır. NE OLDUM DEĞİL NE OLACAĞIM DE On birinci on yıllık dönem, 2000-2010 dönemini kapsamaktadır. Bu dönemin en temel özelliği, 2002’de “Millî Görüş” kimliğini çıkardığını söyleyerek iktidara gelen AKP kadrolarının uyguladığı politikalardır. Taşradan yükselen yeni muhafazakâr burjuvazi, merkez burjuvaziyi yerinden etmiş, ekonomiye bütünüyle hâkim olarak enflasyonu kontrol altına almış, refah düzeyini yükseltmiş, buna dayanarak Türkiye’yi ABD’nin “Stratejik ortağı” ve Ortadoğu’daki üssü ve Batı’nın açık pazarı yapma, toplumu muhafazakârlaştırma programını yürürlüğe koymuştur. İktidar, daha önce kimsenin öngöremeyeceği ordunun ve yargının iktidar ortaklığına son vermekle kalmamış, birçok komutan ve siyasetçiyi yargılama altına almış ve ağır cezaları çarptırmıştır, çarptırmaktadır. On ikinci ve son dönem, 2010’da başlamıştır ve devam etmektedir. Bu dönemin en kayda değer hareketi olarak tarihe geçecek olan iki gelişmeden biri Kürt Açılımı, diğeri ise çağdaş Türkiye’nin Gezi Parkı vesilesiyle Ortaçağ’a yaslanan bu iktidarı püskürtme hareketidir. Bu ayaklanma toplumun özgürlük isteğinin baskı altına alınamayacağını ve ülkenin tek bir kişinin diktatörlüğü altında yönetilemeyeceğini zihinlere yerleştirmiştir. Sürecin nasıl tamamlanacağı ve bundan sonraki on yıllar içinde toplumu hangi sürprizlerin beklediğini hiç kimse tahmin edemez.


“Gün doğmadan neler doğar!” demiş atalarımız. On yıl sonrasını bile tahmin edemeyen insanlar, yüz yıl sonrasını nasıl tahmin etsin? Hele dünyanın daha hızlı döndüğü bir devirde… Böyle durumlar için halkın iktidar sahiplerine de bir öğüdü vardır: “Ne oldum deme, ne olacağım de!”

Zeki Sarıhan: Türk siyasi tarihinde 7 büyük patlama Yaklaşık 100 yıllık modern Türkiye tarihinde Türk siyasi hayatında ve kitle psikolojisinde büyük değişiklikler olmuştur. Bu süre içinde mevzi olanları saymazsak yedi büyük halk hareketi gerçekleşmiştir. Aşağıda bu hareketlerin adı, aktif destekçileri, temel örgütleri, hedefleri, sloganı, temel hukuk belgesi, kaç yıl sürdüğü, ödediği bedel, başarıya ulaşıp ulaşmadığı, icraatı ve sonu ile ilgili tespitler, okuyucunun denetimine sunulmaktadır. Birinci patlama Adı: 1908 HÜRRİYET HAREKETİ. Aktif destekçileri: Osmanlı Devletinde yaşayan Türk, Ermeni, Arap, Yahudi, Kürt, Çerkez, Arnavut gibi bütün milliyetler. Temel örgütü: İttihat ve Terakki Fırkası, Hedefi: İkinci Abdülhamit’in diktatörlüğü. Sloganı: Hürriyet, müsavat, adalet. Temel hukuki belgesi: 1876 Anayasası. Mücadelenin Kaç yıl sürdüğü: 1876-1908 (32 yıl) Ödediği bedel: Sürgünler, hapislikler, sansür. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1908-1912 (4 yıl) İcraatı: Modern Türkiye’nin temellerini atmış, özgürlük düşüncesini pekiştirmiştir… Sonu: İttihat ve Terakki İktidara tam olarak yerleştikten sonra Hürriyet yerine diktatörlük kurmuş, ülkeyi tarihinin en kanlı savaşına sokmuş, memleketin mahvına,


imparatorluğun dağılmasına sebep olmuştur. Savaş sonunda kendi kendini feshetmek zorunda kalmıştır. İkinci patlama Adı: İSTİKLAL HARBİ Aktif destekçileri: Türkiye’de yaşayan Türk, Kürt, Çerkez ve diğer unsurlar. Temel Örgütü: Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti ve Kuvayı Milliye örgütleri Hedefi: Türkiye’yi işgal eden ve parçalamak isteyen istilacılar ve işbirlikçiler. Sloganı: İstiklal-i tam. Temel hukuki belgesi: Misak-ı Millî, 1921 Anayasası. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1918-1922 (4 yıl) İcraatı: Milli orduyu kurarak Misakı Milli sınırları içinde siyasi bağımsızlığı sağlamış, Padişahlığı ve halifeliği yıkmıştır. Ödediği bedel: Binlerce şehit, yaralı, Yunanlıların işgal ettiği yerlerin yanıp yıkılması. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Lozan anlaşmasıyla başarıya ulaşmıştır. Sonu: Siyasi bakımdan tam bağımsız bir cumhuriyetle sonuçlanmıştır. Üçüncü patlama Adı: “DEMOKRASİYE” GEÇİŞ Aktif destekçileri: Büyük burjuvazi ve köylü yığınları. Temel örgütü: Demokrat Parti. Hedefi: Millî Şef yönetimi. Sloganı: Yeter Söz Milletindir. Temel Hukuk belgesi: 1924 Anayasası, Dörtlü Takrir.


Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1946-1960 (14 yıl) Ödediği bedel: 1946 seçimlerinin hileli yapılması, 1960’te Askeri bir darbeyle iktidardan düşürülmesi, üç liderinin idam edilmesi. Başarıya Ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. İcraatı: Türkiye’yi siyasi, askeri ve ekonomik olarak Batı’ya bağlamıştır. Kore’ye asker göndermiştir. Teknoloji ithal ederek üretimi artırmış, şehirleşme ve kapitalizmi geliştirmiştir. Sonu: 27 Mayıs 1960 Devrimiyle iktidardan uzaklaştırılmış, DP parti kapatılmıştır. Dördüncü patlama Adı: HALK HAREKETİ Aktif Destekçileri: İşçiler, köylüler, gençler, memurlar ve devrimci aydınlar. Temel örgütleri: Türkiye İşçi Partisi, Dev-Genç, DİSK, TÖS ve diğer halk örgütleri. Hedefi: Emperyalizm ve işbirlikçileri. Sloganı: Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye. Temel hukuk belgesi: 1961 Anayasası. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1960-1971 (11 yıl) Ödediği bedel: Binlerce devrimcinin tutuklanması, işkenceler, üç devrimci gencin idamı. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: emperyalizm ve faşizm tarafından bastırılmıştır, ancak önemli bir direniş kültürü bırakmıştır. İcraatı: Halk örgütlenmeleri, geniş çaplı gösteriler, öğrenci hareketleri, antiemperyalist hareketler, sosyalizm bilincinin yaygınlaşması. Sonu: Hareket 12 Mart 1970’te faşist bir askeri darbe ile bastırılmış, 1973’te Ecevit hareketiyle yeniden canlanmış ve 12 Eylül 1980’de gene faşist bir askeri darbe ile yeniden ve daha büyük bir şiddetle bastırılmıştır.


Beşinci patlama Adı: İSLAMCI HAREKET Aktif destekçileri: İslamcı ve muhafazakâr kesimler. Temel örgütleri: Refah Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi. Hedefi: Modern yaşam tarzı, laiklik, devletçilik, bürokrasinin devlette ortaklığı Sloganı: Milli Görüş, Muhafazakâr demokrasi. Temel hukuk belgeleri: Kur’an, hadis, Hanefi fıkhı. Mücadelenin kaç yıl sürdüğü: 1923-2012 (yaklaşık 90 yıl) Ödediği bedel: Kemalist Devrimlerle Şer’iye Vekâleti’nin, medreselerin, tekke ve zaviyelerin İmam Hatip okullarının kapatılması, Anayasa’dan devletin dini ibaresinin çıkarılması, medeni kanunun getirilmesi, kılık kıyafet devrimi, yazı devrimi, İslamcı partilerin kapatılması, bazı tarikat şeyhlerinin hapisliği vb. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. Siyaseti ve toplumu dönüştürme projesi devam etmektedir. İcraatı: Ordu ve bürokrasi vesayetini alt etmiştir. Yargı’yı iktidarına bağlamıştır. ABD’nin Ortadoğu’da çıkarlarını temsil etmektedir. Eğitime dinî bir içerik kazandırmıştır. Kapitalizmi geliştirmektedir. Sonu: Henüz iktidardadır. Sonunun ne olacağı bilinmemektedir. Altıncı patlama Adı: KÜRT HAREKETİ Aktif destekçileri: Kürt kitleleri. Temel örgütü: Kürdistan İşçi Partisi. Hedefi: Türk milliyetçiliği esasına göre biçimlenmiş anayasal rejim. Sloganı: Demokratik cumhuriyet.


Temel hukuk belgesi: ? Mücadelenin kaç yıl sürdüğü: (Meşrutiyetten beri süregelen Kürt isyanları mirası üzerinde) 1983-2013 (30 yıl) Ödediği bedel: 35 binden fazla ölü, binlerce yargılama ve hapislik, yakılan, boşaltılan köyler. İcraatı: Kürt kimliğinin tanınmasına yönelik kitle gösterileri, silahlı isyan, seçim kazandığı yerel yönetimlerde Kürt kimliğine yönelik çalışmalar. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Kürt kimliğinin fiilen tanınması anlamında başarıya ulaşmıştır, süreç devam etmektedir. Sonu: Henüz bilinmemektedir. Yedinci Patlama Adı: GEZİ PARKI ODAKLI ÖZGÜRLÜK HAREKETİ Aktif destekçileri: Şehirli orta sınıf eğitimli kitleler Temel örgütü: Sosyal medya yoluyla kendiliğinden gelişen bir hareket Hedefi: AKP iktidarı ve Başbakan R. Tayyip Erdoğan Sloganı: Yaşam tarzıma karışma Temel hukuk belgesi: - - Mücadele’nin kaç yıl sürdüğü: 31 Mayıs 2013’ten başlayarak sürüyor. Ödediği bedel: 4 ölü, yüzlerce yaralı, gözaltılar, tutuklamalar İcraatı: Pasif direnişler, yeni eylem biçimleri. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Yarattığı yeni direniş kültürü ve zihinlerde yerleştirdiği özgürlük anlayışı açısından başarıya ulaşmıştır. Sonu: Çeşitli eylem biçimleriyle sürmektedir. (22.6.2013)


Zeki Sarıhan: Görevi direnişçilere devrediyorum Taksim Gezi Parkı odaklı, fakat artık adına “Türkiye Halkının Haziran 2013 Özgürlük Direnişi” adını verebileceğimiz ayağa kalkış, yalnız yakın yılların değil, Türkiye halkının, hatta dünya halklarının devrim ve demokrasi mücadelesinin mirası üzerine yükselmiştir. Bu mirasta milyonlarca insanın emeği, alın teri ve zekâsı var. Aşağıda Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin 1968 yılında yaptıkları 17 günlük boykotu özetleyeceğim. Bu 1960’lı yılların sayısız halk hareketinden biridir. Aradan 45 yıl geçmiştir. Boykot yapan öğrenciler bugün 60’lı yaşlardadır ve büyük çoğunluğu hayattadır. 1926 yılında, ortaöğretime öğretmen yetiştirmek üzere açılmış olan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün 1968’de 11 bölümünde 1500 öğrenci okumaktadır. Bin kadarı yatılı olan bu öğrencilerin yaklaşık üçte biri kızdır. Öğrenciler orta-alt sınıflardan gelmektedir. 1968 ilkbaharında Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri Türkiye yüksek öğrenimini de harekete geçirmiştir. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Öğrencileri, liselere yapılacak atamalarda önceliğin kendi hakları olduğunu söyleyince Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencileri buna karşı harekete geçmişler ve okulun akademi olmasını istemeye başlamışlardır. Hatta 14 Haziran 1968 günü dersleri boykot ederek okulu işgal etmişlerdir. Fakat bir grup öğrencinin Millî Eğitim bakanı İlhami Ertem’le yaptığı görüşme sonunda bazı vaatler alınınca ertesi günü boykota son verilmiştir. BİZ YÖNETELİM O tarihte Türkiye’de sekiz Eğitim Enstitüsü vardır. Bunların çoğunun dernek temsilcileri 3 Temmuz günü Türkiye Öğretmenler Sendikası’nda toplanarak ortak isteklerini görüşmüşlerdir. 4 Temmuz günü de bakanla bir görüşme yapmışlardır. Bu tarihlerde okullar tatile girmiştir. 1968-1969 Öğretim Yılı açıldıktan bir süre sonra öğrenciler, taleplerini yeniden gündeme getirmeye başlayınca okul yönetimi birkaç öğretmeni öğrencilerin sorunlarını dinlemekle görevlendirmiş, bu öğretmenler, bölümlerde öğrencilerle toplantılar yaparak onların şikâyet ve isteklerini saptamaya başlamıştır. Ben o tarihte Türkçe Bölümü ikinci sınıf öğrencisi idim. Bizi dinleyen kurula “Okulun yönetimini biz öğrencilere bıraksınlar. Daha iyi yönetiriz” dedim. Bu sözüm öğretmenlerimizin garibine gitmiş olsa da sözlerimin doğruluğuna inanıyordum. Çünkü kitlelerin yaratıcı gücüne, örgütlenme yeteneğine güveniyordum.


Şikâyetlerimizin başında okul idaresinin öğrencilere yaptığı baskılar vardı. İdare, okulun bünyesi içinde yer alan Öğrenci Derneği’ne tahammül edemiyordu. Devrimci öğrencileri ispiyonlamak üzere bir sürü öğrenci görevlendirmişti. Okul, üniversiteler gibi özerk değildi. Müdürü klasik bir yöneticiydi fakat baş muavinin Millî İstihbarat Teşkilatı’na bağlı olduğuna ilişkin çok sayıda veri vardı. Okulun Eğitim, Türkçe, Sosyal Bilgiler, Fen, Matematik, İngilizce, Fransızca, Almanca, Resim, Müzik, Beden Eğitimi bölümleri vardı. Bu bölümlerden Beden Eğitimi bölümü dışında kalan 10 bölüm, toplantılar yaparak 2 Kasım günü boykota katılma kararı aldılar ve kurulacak Boykot komitesine birer temsilci seçtiler. Beden Eğitimi Bölümünün çoğunlukla boykota katılmayışının nedeni, okul yöneticilerinin bu bölüme mensup olması ve idarenin bu nedenle bölüm üzerinde sözünün geçmesiydi. Ben de Türkçe bölümü temsilcisiydim. Komitede de basın ve halkla ilişkiler sorumlu olarak görevlendirildim. En az üç yıl öğretmenlik yaparak Enstitüye geldikleri için “Amcalar” dediğimiz Eğitim Bölümü’nden ağırbaşlı bir arkadaşımızı komite başkanı seçtik. 17 gün süren boykotun bütün bildirileri, yetkililere açık mektupları benim elimden geçti. VE BOYKOT BAŞLIYOR 4 Kasım 1968 günü boykota başladık. O gün Bakan İlhami Ertem’in emriyle, boykota başlayan Bursa, Samsun, Erzurum, Trabzon, Konya, Balıkesir Eğitim Enstitüleri kapatıldı. (Edirne, Diyarbakır, İzmir’de de Eğitim Enstitüleri vardı.) 6 Kasım’da yayımladığımız bildiride niçin boykot yaptığımızı anlattık. Akademi isteğini geri plana iterek okulun özerk olması isteğini öne çıkardık. Akademi olursak balık yiyecektik ama özerk olursak balık tutmayı öğrenecektik. Okul müdürü bakanlık tarafından atanmamalı, öğretmenler kurulunda seçilmeliydi. Her bölümden birer öğrenci temsilcisi, oy hakkıyla birlikte bu kurulda yer almalıydı. Öğrenci Derneğine yapılan baskılara son verilmeliydi. 7 Kasım günü Bakan İlhami Ertem’in emriyle okulun kapatıldığı ilan edildi. Fakat okulu ve yurtları terk etmedik. Boykot şarkıları söyleyerek halaylar çekildi. Müdür, bakanlıktan aldığı emri yerine getirerek okulun suyunu, kaloriferini ve elektriğini kesti. Yemekhane kapatıldı. Yayımladığımız bildiride, “Biz yoksul halk çocuklarıyız. Açlığa alışığız” dedik. Başlarında Ayhan Sarıhan bulunan İaşe Komisyonu, Beşevler bölgesinde bakkalları dolaşarak ekmek, turşu, reçel gibi yiyecekler topladı. Müdür o gün Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan demecinde öğrencilerin sebepsiz yere kazan kaldırdıklarını ileri


sürdü fakat öğrenciler okulu terk etmezse polisten yardım istemeyi düşünmediğini de belirtti. 8 Kasım günü bakana hitaben bir açık mektup yayımladık. Boykotun suç olmadığını belirterek istifa etmesini istedik. Biz eğitimi düzeltmek ve halka dönük kılmak istiyorduk. Bir grup öğrenci o gün Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’la da görüştü. Sunay’ın “Gazi Eğitim ne yetiştirir?” dediği öğrenildi. 9 Kasım günü okuldan Kurtuluş Meydanı’na kadar bir yürüyüş yaptık. Yol boyunca dağıttığımız“Boykotçu Öğrencilerden Dostlara Mektup” başlıklı bildiride Ertem’in öğrenci isteklerini gerçekleştirecek yerde okulu kapatarak bizleri aç bıraktığı, Ankara halkının peynir etmek göndererek bizi desteklediği anlatılıyordu. Bildiride şu cümle de yer alıyordu: “Bizim bu eğitim sisteminden, bu okul idaresinden canımız yandı. İyi öğretmen, halka yararlı bir eğitimci olmamızı istemiyorlar.” Çiftlik Karakolu’ndan bir sivil polis her gün düzenli olarak gelir, yayımladığımız bildiriden bir adet alır giderdi. Onu bildiri teksir makinesinden çıkıncaya kadar dernek odasında misafir etmeye başladık. 10 Kasım’da okul müdürüne hitaben bir bildiri yayımlayarak onun öğrencilere ve öğrenci derneğine yaptığı baskılar tek tek anlattık. Dokuz eğitim enstitüsüyle birlikte bu baskılar kalkıncaya kadar boykota devam edileceğini anlattık. O gün konferans salonunda düzenlediğimiz Atatürk’ü anma toplantısına okul müdürü gelmedi. 11 Kasım günü, öğrencilerden bir grup Millet Meclisi Başkanı Ferruh Bozbeyli ve Meclis Eğitim Komisyonu üyelerini ziyaret ederek destek ve bakanla görüştürülmelerini istediler. Konferans salonunda yapılan toplantıda istekleri kabul edilinceye kadar boykota devam etme kararı alındı. Eğitim Enstitülerinden ortak bir komite oluşturacaklarını ve boykotun bundan sonra o komite tarafından yürütüleceğini açıkladık. Sonradan öğrendiğimize göre okul müdürü o gün boykotta önder oldukları gerekçesiyle başta benim adım olmak üzere 10 öğrenciyi disiplin kuruluna verdi. 12 Kasım günü, bir grup öğrenci okulun ana giriş kapısında açlık grevine başladı. “Boykotta 9. Gün” başlıklı bildirimizde dokuz gündür kuru ekmek yiyip yardımla geçindiğimizi anlattık. Bazı öğrenci kuruluşları boykotçulara yiyecek ve para yardımı yaptı. Sendikacı Cemal Akın “Gazi Eğitim Öğrencilerini Koruma Derneği” kurdu.


ÖĞRENCİLERİ SAVUNUN 13 Kasım günü “Enstitü Öğretmenlerine Açık Mektup” ballıklı bir bildiri yayımlayarak onlardan öğrencileri anlamasını ve savunmasını istedik. Öğretmenler kurulu toplanarak öğrenci isteklerini görüşmeye başladı. Kurul, Boykot komitesinden bir öğrencinin dinlenmesine karar verince komite beni gönderdi. Yaptığım konuşmada isteklerimizi anlatarak öğretmenleri bizi desteklemeye davet ettim. Bu ikna edici konuşma öğrencileri destekleyen öğretmenleri okul idaresi yanında güçlendirdi.(Bu konuşmayı hâlâ gözleri yaşararak hatırlayan öğretmenler var.) Öğrencilerden bir grup Bakan Ertem’le görüştü. Bakan, parayı gerektiren isteklerin kabulünün güç olduğunu, öteki isteklerin inceleneceğini söyledi. Açlık grevi dönüşümlü olarak devam etti. 17 Kasım günü yayımlanan İaşe Komitesi bildirisi Ankara halkından yardım istedi. “Davamız çabuk sınıf geçmek, ucuz öğretmen olmak için savaş değildir. Davamız, idarenin korkunç baskılarından kurtulmak, eskimiş eğitim usullerinin günümüz ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesini istemektir. Bunun için boykot yaptık. Millî Eğitim bakanı sesimize kulak verecek yerde okullarımızı kapattı. Yemeklerimizi kesti. 800 kişiyi aç ve susuz bıraktı. Yatılı bir okulda okumaktan başka imkânı olmayan yoksul çocuklarını açlıkla korkutup bu güzel amacımızdan vazgeçirmek istedi. Buna rağmen direniyoruz. Ankara halkının aç kalan evlatlarını bağrına basacağına inanıyoruz. Sonuna kadar yan yanayız. Başarı hepimizindir” deniliyordu. 18 Kasım günü (sonradan ortaya çıkan belgelere göre) Ertem, okul müdürlüğüne gönderilen gizli bir yazıda boykotçu öğrencilerin cezalandırılmasını istedi. 21 Kasım günü Gazi Eğitim öğretmenlerinden beş, boykotçu öğrencilerden beş kişi, müsteşarla görüştük. Müsteşar, 14 maddelik isteğin tümünün kabul edildiğini söyledi. Bunların yeni hazırlanacak enstitü yönetmeliğinde yer alacağını vaat etti. Bunun üzerine okul konferans salonunda yapılan forumda öğrenciler istekleri kabul edildiği için boykotu bitirmeye oybirliğiyle karar verdiler. Komite adına yayımladığımız bildiride boykotun sona erdiğini belirttik. ANARŞİK ÖĞRENCİ Sonradan ortaya çıkan belgelere göre Bakan Ertem’in isteği üzerine okul müdürü ona boykot hakkında gözle bir rapor gönderdi. Raporda, bu satırların yazarı için “Daima karanlık ve karışık emeller besleyen yönü ile teşhis edilen, bütün anarşik hareketlerde elebaşı rolü oynayan bir öğrenci” ifadesini kullandı! Anlaşılan yöneticiler ve öğrenciler iki ayrı dünyanın insanıydılar. Yöneticilerin anarşist elebaşı ilan ettiği kişi ve onun


oluşturduğu “Toplumcular Grubu” iki ay sonra yapılan Öğrenci Derneği seçimlerinde büyük çoğunlukla dernek yönetimine seçildiler. Bu eylemden şu sonuçlar çıkar: 1) Meşru isteklerden hareket et. 2) Eyleme geçmeden önce geniş bir fikrî hazırlık yap. 3) Eylemin en geniş kesimler tarafından benimsenmesine yönelik bir dil kullan. 4) Zorluklarını halkla birlikte aşmaya çalış. 5) Asla çoğunluğun gözünde seni haksız çıkaracak yöntemlere başvurma. 5) Eylemin bir sınırı olsun. Nerede duracağını bil. Boykotun sonuçları: Olumlu sonucu: Bakanlık, yeni enstitü yönetmeliğini hazırlamak üzere öğretmenlerden oluşan bir komisyon kurulmasına razı oldu. Bu yöneltmelik kesinleşmeden okul müdürleri öğretmenler tarafından seçilmeye başlandı. Bu kurulda biz bölüm temsilcileri de oy kullandık. Öğrenci Derneği ile idare arasındaki ilişkiler normale döndü. Öğrenciler büyük bir özgüven kazandı. (12 Mart 1971 faşist darbesiyle bütün bu kazanımlar kaldırıldı) Olumsuz sonucu: Bakanlık boykotta elebaşı olduğunu ileri sürdüğü öğrencilerin cezalandırılmasını istedi. Okul disiplin kurulu buna karşı direndi. Bakanlık cezalandırılmasını istediği kişi sayısını ondan ikiye indirdi. Bakanlığın diretmesi karşısında kurul bu iki öğrenciye (Zeki Sarıhan ve Aynan Sarıhan) birer ihtar cezası vermeyi uygun gördü. İşlemler uzun sürdü ve öğretim yılı biterken (1969) Bakanlık, bu cezayı, disiplin yönetmeliğini de çiğneyerek okuldan temelli atılma cezasına çevirdi. İkimiz okuldan temelli atıldık! Danıştay’ın verdiği kararla 40 gün sonra okulumuza döndük. Öğrencilerin sevincine payan yoktu… Bir saptama: Yurtdışında doktora yapan küçük oğlum, Babalar Günü vesilesiyle telefon edince Türkiye’deki Gezi Direnişi’nin oradan nasıl göründüğünü sordum. “Sizin kuşak bizim pabucumuzu dama attırdı!” dedim. Bana hiç beklemediğim şu olgun yanıtı verdi: “Bize olumlu bir mücadele mirası bırakan ve siyasi geçmişimizi yazılarıyla doğru yorumlayan senin gibi bir babayla övünüyorum!” Bizim için bundan daha onur verici ne olabilir? Görevimizi gönül rahatlığı ile devredebiliriz.


Zeki Sarıhan: AKP'nin yıkılışı başladı Yıllardır, aklımın erdiği, dilimin döndüğü, imkân bulduğum kadar yazıp söylüyorum. Geldiğimiz nokta nasıl da bu tespitlerimi doğruluyor. Bunu, hiçbir olaya önyargıyla yaklaşmamaya, gerçeklerden hareket etmeye, beynimi bütünüyle özgürleştirmeye borçluyum. İşte daha önce yazıp söylediklerimden doğrulananların bir özeti: AKP OYLARIN NEDEN YARISINI ALMIŞTI Birçok insan bunu AKP’nin İslamcılığına bağlıyor iken, gerçeğin başka olduğunu yazıp söyledim. AKP’nin aldığı oyların büyük bölümü onun iktidarından önce ülkenin iyi yönetilmeyişiyle, iktidara gelişinden sonra da halkın refah düzeyinin yükselmesiyle ilgiliydi. Ne kadar çok insan bu gerçeği şiddetle reddetti! AKP döneminde halkın daha da yoksullaştığını ısrarla anlatmaya çalışanlar oldu. Bütün yurda yayılan Taksim protestolarında insanlar tencere tava çalıyor ama bunu başka bazı ülkelerde görüldüğü gibi ekonomik nedenlerle yapmıyor. Kitleler “yoksullaştık” demiyor. Özgürlük istiyor. AKP TÜRKİYE’Yİ İRANLILAŞTIRABİLİR MİYDİ? Muhafazakâr AKP iktidarının Türkiye’yi İranlılaştıracağı ileri sürülüyordu. Oysa bunu yapamazdı. Nedeni ise İran ve diğer Arap ülkeleriyle Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal koşullarının farklı oluşuydu. Toplumsal dokusu laikti. Öte yandan Türkiye bütün İslam ülkelerinden daha önce, Tanzimat döneminde Batı’ya yönelmiş, geniş bir kitle modern hayatı benimsemişti. Türkiye halkı şeriat yasalarıyla yönetilmeyi kabul etmezdi. Taksim direnişi bunu kanıtlamıştır. AKP TOPLUMU DÖNÜŞTÜREBİLİR MİYDİ? Yazı ve konuşmalarımda anlattım ki AKP iktidarının en başta mücadele edilecek uygulaması, bu toplumu muhafazakârlığa doğru dönüştürmek istemesiydi. O, dinci ve kinci bir gençlik yetiştirmek istiyor, feodal değerleri topluma kabul ettirmek istiyordu. Fakat o bunu başaramayacaktı. Millet bir deniz, AKP ise bu denizin yüzeyinde bir dalga idi. Milletin üstünden böyle çok dalgalar gelip geçmiş, ancak onu istedikleri gibi dönüştürememişlerdi. Bazıları bu dalgaya bakıp denizin de dibine kadar öyle olduğunu sanıyorlardı. Oysa millet, yüzeyinde böyle bir dalga nedeniyle biçim değiştiremezdi. Onun bir yaşam tarzı, dünya görüşü, değerleri vardı. Asıl olan buydu. Bu iyimserliğin ne kadar yerinde olduğu anlaşılmış olmalı.


SOSYAL HAYAT NEDEN GERİ GÖTÜRÜLEMEZDİ? Birçokları, AKP iktidarının Türkiye’deki sosyal yaşamı geriye götüreceğini, kadınları çarşafa sokacağını, toplumu gericileştireceğini söylüyordu. Bu bakımdan Türkiye’nin yaşanamayacak bir ülke haline geleceğine inananlar da vardı. Hükümete ve yöneticilerin gözüne çarpmak için muhafazakâr görüntüler veren memurlar, iş adamları olabilirdi. Ancak Türkiye’de toplumsal yaşamın muhafazakârlaşamayacağının en önemli kanıtı, ülkemizde hem de AKP döneminde kapitalizmin gelişmekte oluşuydu. Kapitalizm, aynı zamanda daha çok kadın ve erkeğin iş hayatına atılması, daha çok sokağa çıkması, hak ve özgürlüklerinin farkına daha çok varmasıdır. Şu örneği kaç yerde verdim: İki yıl önce Beypazarı’nda işletilen dükkânların çoğunun kadınlar tarafından işletildiğini görünce bunun nedenini bir dükkân sahibi ve çalışanına sorduk. Kadın dedi ki: “On yıl önce biz kadınlar bu sokaktan bile geçemiyoruz. Şimdi her birimiz bir dükkân işletiyoruz. ” TÜRKİYE’NİN İKTİDARLARINI AMERİKA MI BELİRLİYOR? Özellikle AKP iktidarı döneminde, Türkiye’deki hükümetlerin ABD tarafından belirlendiği, AKP’yi de Amerika’nın iktidara getirdiği ileri sürüldü. Bu kesin kanı, Türkiye’nin toplumsal yapısını hesaba katmıyor ve tarihsel, sosyal gerçeklere gözünü kapatarak kötülüğün kaynağını yalnız dışarıda arıyor, böylece kendisini de rahatlatıyordu. Bu doğru değildi. AKP de içinde olmak üzere Türkiye’deki siyasi partilerin toplumsal tabanları ve kökenleri vardı. AKP, toplumun derinliklerinde kökleri olan bir akımın ve toplumsal sınıfların temsilcisiydi. Amerika’nın onu desteklemesi, iktidarı için temel etken değildi. Onun temsil ettiği sınıf büyümüş, palazlanmış, merkez burjuvazinin elinden siyasi ve ekonomik iktidarı almıştı. Onu iktidardan düşürecek olan halk kitlelerinin ayağa kalkmasıydı. BATI TÜRKİYE’DE NASIL BİR İKTİDAR İSTİYORDU? Bazıları ileri sürdüler ki, Amerika ve Avrupa, Türkiye’de laik bir iktidarı istemiyor, muhafazakârlığı destekliyor. Oysa Batı’nın esas tercihi Türkiye’de laik bir toplum ve iktidardır. Onların AKP’ye destek vermeleri muhafazakârlığından ötürü değil, ABD’nin, NATO’nun sadık bir müttefiki olmasıydı. Batı, müttefiki olmaları nedeniyle daha önce de birçok hükümetin dostu ve destekçisiydi. AKP’nin dinsel söylemleri arttıkça Erbakan’a yaptığı gibi, Batı’nın şimdi gördüğümüz gibi onun kulağını çekeceği ortadaydı. Onların bu tavrı, bazı çevrelerde gene yanlış kanılar uyandırıyor. Taksim direnişinin Batılılar tarafından yönlendirildiğini ileri sürenler var. Halk hareketi karşısında telaşa kapılan AKP’li bazı çevreler de bu teoriye sarılmışlardır.


SOL HALKIN DEĞERLERİYLE BARIŞMALIYDI İktidar olamayan ve halkın karnını doyurma imkânından da yoksun olan Türkiye solu, halkın dinî ve geleneksel değerleriyle arasına büyük mesafe koyma gafletinde bulundu. Dinin, millî kültürün önemli bir parçası olduğunu unuttu. Bu değerlere karşı kılıç sallayanları kahramanlaştırdı. Böyle yaptıkça yoksul dindarların çoğunu AKP’ye kaptırdı. Şimdi Taksim direnişçileri, bu bölünmeyi tamir etmeye, inanç ve kültürler üzerinden politika yapmamaya çalışıyor. Taksim’de kandil simitleri dağıtılıyor. Zalimlere karşı direnişçiler birlikte dua da ediyor. SOL KÜRT SORUNUNU ÇÖZMEKTE ÖNCÜ OLMALIYDI Hiç de demokrasiyi içleştirmemiş ve Türkiye’ye demokrasiyi getirmeye niyetli olmayan AKP hükümeti, 30 yıl süren ve yaklaşık 40 bin kişinin hayatına, trilyonlarca liralık servetin heba edilmesine neden olan Kürt kalkışmasına bir son vermek için bazı adımlar attı. Bu onun iktidarını sorunsuz olarak devam ettirmesi için çözmesi gereken büyük bir sorundu. Başbakan “Türk ve Kürt milliyetçiliğini ayaklar altına alıp” İslam milliyetçiliğini önerince sol, halkların kardeşliğine, Türkiye yurtseverliğine sarılacak yerde, Türk milliyetçisi oldu. Kürt sorununun çözümünde politika üretecek yerde ret ve inkâr politikasını seçti. Solun önemli bölümü eski projelerini de unutarak beyaz Türk anlayışına savruldu. Bugün hükümet çevrelerinin Taksim direnişçileri için söylediği gibi Kürt sorununun dış kaynaklı olduğunu ileri sürdü. Hiç de mantıklı bir yönü bulunmadığı halde ABD’nin ve Avrupa’nın Türkiye’yi bölmek istediğine milleti inandırmaya çalıştı. Bugünkü direnişe katılan kitlelerin bir bölümü hâlâ bu anlayıştadır. Bir mitingde Kürtçe şarkı söylendiği için orayı terk eden gruplar vardır! Bu durum direniş cephesinin Kürtleri de içine alacak biçimde genişlemesine engel olmaktadır. MİLLİYETÇİLİK DEĞİL YURTSEVERLİK Türkiye halkını birleşik bir cephede toplamak ve AKP’nin elinden iktidarı alabilmek için savunulması gerekenler özgürlük, demokrasi ve yurtseverlikti. Bazı muhalif gruplar, etnik grupları kurumlaştıracağı gerekçesiyle demokrasi kavramına karşı tutum aldılar. Milliyetçilik yalnız Türklerle Kürtleri birbirinden ayırmakla kalmayıp Türk unsurunu bile ayrıştırdı. Oysa yurtseverlik, hemen bütün unsurları birleştirmeye adaydır. Milliyetçilik, on yıllardır görüldüğü gibi topluma demokrasi vaat edemezdi. Türkiye tarihinde de toplumu birleştiren milliyetçilik değil, yurtseverlik olmuştu. Bugünkü kitlesel direnişte milliyetçiliğin asıl sahibi olan MHP’nin hareketin dışında kalması anlamlıdır. Diğer milliyetçi unsurların bir kısmı hareketin içindedir fakat kitleleri birleştiren milliyetçilik değil, demokrasidir. Kişisel alanların genişletilmesidir.


TEK PARTİ DÖNEMİNİN SİMGELERİNİ KULLANMAK AKP gericiliği ve işbirlikçiliğine, özellikle de baskıcı politikalarına karşı tek parti döneminin politikalarına sığınmak, bu dönemin simgelerini öne çıkarmak baştan beri doğru değildi. Halk kitleleri, tek parti döneminin simgeleri ve politikaları çevresinde toplanamazdı. Taksim direnişçileri, tek parti dönemini değil, özgürlüğü savunmaktadırlar. Tek parti döneminde en fazla olmayan şey ise özgürlük ve demokrasi idi. Bugünkü başbakanın tek adam olmasına karşı duranları, tarihteki tek adamlılıklara, şefliklere ikna etmek mümkün değildir. Bugün öne çıkarılan, alabildiğine siyasi katılım, bireysel özgürlükler, ortak akıldır. UMUTSUZ OLMAMAK GEREKİRDİ AKP’nin üstü üste üç seçim kazanması, onun kurduğu bu düzenin artık yıkılmayacağı gibi bir kanı oluşturdu. Bu kanı birçok insanı mücadeleden uzaklaştırdı ya da saf değiştirmeye itti. Basının ve sermaye çevrelerinin önemli bir bölümü bile bu havaya girdi. Oysa az çok tarih bilgisi olanların fark edeceği gibi Türkiye, sosyal bir deprem kuşağındaydı. İleride ne olacağı hiç belli olmazdı. Hiç gitmeyecekmiş gibi görünen nice iktidarlar gelmiş, ama hiç biri önceden öngörülemeyen gelişmelere dayanamamıştı. Örnek olsun diye 1900 yılından başlayarak her on yılda Türkiye’de ne büyük değişiklikler olduğunu yazıp söyledim. 1900’den başlayarak her on yılda bir Türkiye’nin geçirdiği önemli evreleri gözden geçirmek bu gerçeği anlamaya yeter. Türkiye nerdeyse her on yılda bir politik olarak kendisini yenilemiştir. AKP dönemi, bu kanunun dışında kalamazdı. “Hiç merak etmeyelim, yanlış giden yıkılır” diyordum. Nitekim AKP’nin bugün düştüğü durum, bir yıkılışın başlangıcıdır. O bir süre daha iktidarda kalsa da bundan sonraki Türkiye, zihniyet olarak artık on bir yıldır yaşanan Türkiye olmayacaktır.

Zeki Sarıhan: 10 maddede Taksim direnişi nedir 1. Islak bir ormanda ısınacak kadar bir ateş yakmak bile çok zordur, oysa bir bozkırı bir kıvılcım bile tutuşturabilir. Taksim Gezi Parkı’nda birkaç ağaç, oldukça kurumuş olan Türkiye ormanını tutuşturmuştur. 2. Her zulme, her diktatörlüğe, her küstahlığa karşı toplumların bir tahammül etme sınırı vardır. Direniş, bu sınırın aşıldığını gösteriyor. Özlenen bahar yağmurları, bahar ayları biterken gökten boşanırcasına yağmıştır. 3. Bugün yaşamakta olduğumuz olayın Türkiye tarihinde benzerine rastlamak çok zordur. Bu direniş ve inatla karşı koyuş, Cumhuriyet Mitinglerinden de, meydanlarda


bayram kutlamalarından da, Anıtkabir yürüyüşlerinden de, herhangi bir grevden de farklıdır. Hareketin tabanı ve katılımcıların zihinleri genişlemiştir. 4. Bu bir “Türk Baharı” mıdır? Evet. Fakat Arap Baharı’ndan farklı yönleri vardır. Arap Baharı’na Batılılar tasallut ettiler ve onu büyük ölçüde ele geçirdiler. Fakat Türk Baharı’nı Batılıların ele geçirmesi mümkün değildir. Çünkü onlar işbirlikçi iktidara destek vermek zorunda. Türk muhalefeti antiemperyalisttir. 5. 1 Mayıslarda bile bir araya gelemeyen siyasi grupların Taksim direnişinde güçlerini birleştirmeleri büyük bir gelişmedir. Fakat MHP’nin ve Kürt muhalefetinin henüz uzakta duruşu bir eksikliktir. Ana gövdesiyle işçi sınıfının ve nerdeyse bütünüyle köylülüğün henüz bu olay için meydanlara inmeyişi de büyük bir eksikliktir. 6. Kırsal kesim ve sandıklar hâlâ onun tarafında görünüyor ama emekçilerin, orta sınıfların, okullu gençliğin, aydınların yaşadığı kentlerin meydanları muhalefetin elindedir. Sandık bir güçtür ama meydanlar da yabana atılacak bir güç değildir. Direniş bunu kanıtlamıştır. 7. Bu bir iç savaş değil, hükümete karşı bir direniş hareketidir. İç savaş, hükümetin kendi yandaşlarını direnişçilere karşı meydanlara döktüğü zaman yaşanır ki hükümet kolay kolay buna cesaret edemez. Şimdilik polisiyle idare ediyor. 8. Gene de başbakan, taraftarlarını meydanlara dökebileceğini ima etmekten geri kalmamıştır. Böyle bir şey yaparsa bu klasik bir AKP mitingi olmayacaktır. Halk direnişini bastırmak için sokağa çağıracağı insanlar konusunda onun da miras edindiği örnekler vardır. 31 Martçılar, Anzavur Ahmet, Halife Ordusu, Çapanoğulları, Derviş Mehmet, Dolmabahçe’de Altı Filo’ya karşı namaz kılan eli satırlı gericiler, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas katliamlarının “kahramanları”… Bu onun için son çare olacaktır. 9. Bundan sonraki Türkiye, bundan önceki gibi olmayacaktır. Direnişin ilk ve yakın etkileri, bir sivil diktatörün prestijini kırması, niyetlerini sonuçsuz bırakması, partisi içindeki dalgalanma, ona oy veren halk kitleleri üzerinde onun gücü hakkında yaratacağı kuşku ve direnen çevrelerde özgüven yaratması olacaktır. 10. Direnişin en büyük zaafı, buna katılanların büyük çoğunluğunun inanıp güvendiği güçlü bir önderliği olmayışıdır. Kitleler direnişleri içinde deneye deneye bu önderliği yaratacaklardır.


Agâh Oktay GÜNER: Atatürk’teki İnsan Mustafa Kemal Olemp Dağındaki bir tanrı gibi anlatılmış ve onun insan olduğu unutulmuş, unutturulmaya çalışılmıştır. “Atatürk 100 yaşında” sloganları da her ne kadar iyi niyetli olursa olsun aynı yanlışın bir diğer devamıdır. Hâlbuki o bir insandır. Yaratan ona büyük bir ruh vermiştir. Eşsiz kabiliyetleri vardır. Onun fikirleri, düşünceleri, eylemleri hiç şüphesiz güçlüdür. Ancak onun insan olarak arzuları, heyecanları, acıları, hüzünleri de vardır. Onun insan olarak iç dünyasındaki herhangi bir zaafı kollayan, Atatürk’e saldırmak için pusuda bekleyenleri de ihmal etmemek gerekir. Her insan gibi Onun da hayatında elbette doğrular ve yanlışlar, günahlar ve sevaplar, zaferler ve yenilgiler, öfkeler ve pişmanlıklar olacaktı. Neden olmasın? Onun istediği ve hemen her fırsatta ifade ettiği milletin, halkının onu olduğu gibi bilmesi “insan Atatürk”ü görmesiydi. Yemek ziyafetinde İzmir Valisi’ne söylediği; “Perdeleri kapatmayın! İçki içtiğimi herkes görsün! Perdeler kapanırsa kadın oynattı derler...” şeklindeki ifadeleri bunun güzel bir örneğidir. Hâlbuki yapılması gereken gerçekleri saklamak değil, gerçekleri tarafsız ve kasıtsız bir gözle ortaya koymaktır. Maria Magdelena’yı taşlamak üzere toplanmış olan öfkeli kalabalıklara İsa peygamber ne demişti; “İçinizde hiç günah işlememiş olan kim ise… Bu kadına ilk taşı o atsın.” Atatürk’ü “insan” olmasından kaynaklanan bazı -aslında olağan- davranışları için suçlamaya çalışanların önce kendilerine bakmaları gerekir. Doğduğu günü tespite çalışan, devrinin kıymetli araştırmacısı, Maarif Vekâleti Talim Terbiye Reisi İhsan (Sungu) Hocaya: "Sene belli... Gününü de tespitlerseniz kutlamaya kalkarlar. Padişahlara benzemek istemem..." demişti. Kendisinin insanüstü varlık olduğunu söyleyenlerden hiç hoşlanmazdı. Ünlü Alman biyografi üstadı Emil Ludvig çocukluğuna ait hatıralarını tespit ediyordu. Aradığı ondaki irsi ve şahsi fevkalade yeteneklerdi. Elde ettiği neticelere ferdi kıstaslar bulabilmek için… Yanında olan çocukluk arkadaşı ve sözünü hiç çekinmeyen Nuri Conker’e döndü. “Nuri… Bu tarih üstadına lütfen benim çocukluk anılarımı anlat…” Conker rahatça: “Kovalamaca, askerlik, kaydırak oynar, yazın mısır tarlasında karga avlardık. Onun farkı biz gevezelik eder veya uyuklarken kitap okumasıydı” dedi. Atatürk, Alman tarihçisine döndü: “Hakikat işte budur. Bende insanlar üstünde meziyet aramaya kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.” Onun çocukluğu çeşitli psikolojik darbelerle geçmiştir. Kendisinden sonra dünyaya gelen ve Osmanlı geleneğiyle evin bahçesine defnedilen iki küçük kardeşinin çok küçük yaşta ölümleri onu çok üzmüştür. Selanik’i seller altına alan yağmurlardan sonra Ali Rıza Bey’in bahçesini de sular işgal eder. Gece aile uyanır. Ne görsünler; iki yavrularının kefenli cesedi suların üstünde yüzüyor. Mustafa Kemal’in çocuk sevgisi, küçük Ülkü’ye olan zaafı, okuttuğu fakir ve kimsesiz çocuklar, hep o onarılmaz; kardeş kaybı yarasının, şuur altındaki elem dolu hatırasının kabuk bağlayan ifadesidir.


Çocukluğunun ikinci büyük elemi, Balkan komitacılarının babası Ali Rıza Bey’in kereste deposunu ateşe vermesidir. Kereste deposundan yakındaki ormana sıçrayan ateşler ne yazık ki ormanı da yakar, kül eder. Babasının ölümü tam bir darbedir. Annesinin mirastan hemen hiç denecek kadar pay alması ölümün acısını birkaç kere katlamıştır. Onun yapısında, çocukluğundan itibaren; tespit ettiği her meseleyi kendi meselesi bilmek ve çözüm yolu aramak vardır. O, ilgi duyduğu ve sorumluluk hissettiği her konuya çözüm getirmekle kendisini adeta görevli saymıştır. Ayrıca bir asker olmasına rağmen, askerlik dışındaki dünyayı da takip etmiştir. Yabancı ülkelerin o konuda neler yaptığı incelemiştir. Zamanın dünyada meydana getirdiği değişmeleri, değişen talepleri dikkatle araştırmıştır. Çocuk, genç, olgun yaştaki Mustafa Kemal’in çekirdeği aynıdır. Kişiliğinin çelik çizgileri çocukluğunda belirmeye başlamış, genç yaşlarda teşekkül etmiştir. Bunun en canlı delili fotoğraflarıdır. Ömrünün hiçbir devrinde, derbeder, özensiz, dikkatsiz bir fotoğrafı yoktur. Önemli bir yabancı konuk, Atatürk’ü ziyaretinde; dayısının çiftliğinde karga kovaladığından bahseden satırlara rastladığını, üzüntü duyduğunu ifade edince Mustafa Kemal, ‘hayır doğrudur’ demiştir. O önce kendisine sonra dış dünyaya karşı samimi adamdır. Bu konu ile ilgili olarak, Falih Rıfkı Atay “Çankaya” kitabının 18. sahifesinde şöyle der: “Devlet Başkanlığı zamanında bir misafirinin bu tarla bekçiliği hikâyesine: “Aman efendimiz, Estağfurullah!” gibi bir inanamazlık göstermesi üzerine: “Evet öyledir, ben de herkes gibi doğdum, büyüdüm. Doğuşumda bir ayrıcalık varsa Türk oluşumdan ibarettir” demişti.” Aynı olayı Münir Hayri Egeli; “ Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar” adlı eserinde şöyle ifade ediyor: “Atatürk, kendisinin insanüstü varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlatırdı. Bir gün sofrada ismini zikretmek istemediğim bir zat: “- Paşam, demişti, kim bilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kim bilir, ne harikulade hatıralarınız vardır.” Atatürk güldü ve Nuri Conker’e döndü: -Nuri anlatsın, dedi. Nuri Bey her vakit ki latifeci diliyle: -Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, cevabını verdi. Deminki suali soran zat, lafın bu mecrayı almasından fena halde ürktü. Suali ortaya attığına bin kere pişman oldu: -Aman efendimiz, diyecek oldu. Atatürk hemen sözünü kesti: -Bana insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.” “Türk olarak doğmak, Türk olduğunu bilmek ve bunun sorumluluğunu duyarak gerekeni yapmak.” İşte Atatürk’deki insanın özü budur. İleride bu ilke devletin eğitim felsefesi olacaktır. Çocukluğunda ilk ağırlıklı kararı, annesinin bütün ısrarına rağmen okul tercihinde olmuştur. Askeri okulu seçmesi, direnmesi çok önemli bir karakter özelliğidir.


Mustafa Kemal’in “Hürriyet ve İstiklal Aşkı” dediği bu duygu onun ömrünün her aşamasında takip ettiği şaşmaz çizgidir. Nitekim bir konuşmasında aynen şöyle diyor: “Hürriyet ve İstiklal benim karakterimdir. Ben, milletimin en büyük ve ecdadımın en kıymetli mirası olan istiklal aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar, ailevi, hususi ve resmi hayatımın her safhasını yakından bilenlerce bu aşkım malumdur. Bence bir millette; şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen, bu saydığım vasıflara çok ehemmiyet veririm ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim.” Bu ölçülerin karakterini yoğurduğu Mustafa Kemal babasını çok küçük yaşta kaybetti. Annesinde iki sevgiyi birden yaşadı. Annesine çok değer verir, saygı gösterirdi. Anne, oğlu için daima duadaydı. O cepheden cepheye koşarken anne Zübeyde Hanım daima Kur’an okutur, dinler ve dua ederdi. Yaveri Cevat Abbas Gürer şu hatırayı naklediyor: “Çankaya’da ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir vaziyeti kıymeti hudutsuz olan Bayan Zübeyde’nin faal zekâsının bir numunesi olarak arz edeceğim: Atatürk, anasının elini öptü, Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerine toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalı idi. Fakat öyle olmadı; bahtiyarlığı gülen şirin yüzünden okunurken o büyük Türk anası kolları arasından uzaklaşan ciğerparesinin elini tuttu: Atatürk: -Ne yapıyorsun anne? dedi. Elini çekmek istedi. Bayan Zübeyde, sükûnetle ve kat’i bir ciddiyetle: - “Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun. Fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz devletin bir ferdiyim ve onun tebaasıyım. Elini öpebilirim” cevabını verdi. Evet, onun yapısında bir insanın, annesine elini öptürmesi düşünülemez. Ancak annesinin eşsiz sevgisi onu öylesine sihirli bir güçle çevirmişti ki… Annesine olan saygı ve sevgisi onun kadın anlayışını çevrelemişti. Ayrıca, kadın saygıya layık bir varlıktır. Kurtuluş Savaşı’nın yiğit, fedakâr kadınları Atatürk’ün -Kadın Hakları- mücadelesinin bayrağı olmuştur. Mustafa Kemal daima Türk kimliğini aramış, milli kimlik sancısı hiç dinmemiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra geldiği Samsun’da 1924 yılında, bir çay ziyafetinde beyan ettiği fikirler bugün de geçerliliğini koruyor. Dini terbiye ve milli terbiye ayrımı yaparken çok önemli bir tespiti ifade ediyor. Mecliste olduğum zamanlarda şahsen sempati duyduğum bir arkadaşım adeta mensup olduğu partinin felsefesini özetliyordu. “Benim vatanım, namazımı rahat kıldığım yerdir.” Bu zihniyette olan arkadaşların Türkiye’ye neler kaybettiklerini yakından gördüm ve yaşadım. Bu elemli tespitlerde benimle birleşen Milli Selamet Partili bazı arkadaşlarımın milli şuur uyanıklığını şükranla yâd ediyorum. 1924 senesi yazında, Samsun’da verilen bir çay ziyafetinde söz söyleyenlerin arasında, Kılıç Dede İlkokulu öğretmenlerinden Mehmet Behçet Efendi adında bir zat da vardı. Bu sarıklı hoca efendi, tabii kendi tahsil alanının büyüklüğünü belirterek, bütün felaketlerin, bu


ilme değer verilmemesinden ileri geldiğini iddia etmiş, sözlerini Kur’an’dan ayetler okuyarak ve bunları yine kendine göre tefsir ederek kuvvetlendirmeye çalışmıştı. Atatürk konuşmasının sonunda, hoca efendinin mütalaasına ve bu vesile ile belki ilk defa olarak, umumi terbiye konusuna da temas ederek demişti ki; “Arkadaşlar; bugün eriştiğimiz netice, şüphe yok ki çok memnunluk ve umut vericidir. Fakat bu memnuniyeti korumak, umutları gerçekleştirmek için bundan sonra dikkat edilecek noktalar da çoktur. Son olarak söz söyleyen hoca efendinin beyanları vesilesiyle, arz edeyim ki; bunların arasında en önemli, en esaslı nokta terbiye meselesidir. Terbiyedir ki, bir milleti hür, müstakil, şanlı ve yüksek bir topluluk halinde yaşatır yahut bir milleti kölelik ve sefilliğe sürükler. Efendiler; terbiye, güdülen hedef ve gayelere göre çeşitlenir. Mesela dini terbiye, milli terbiye, milletlerarası terbiye. Ben burada yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin, yeni nesle vereceği terbiyenin, milli terbiye olduğunu, kesin olarak ifade edeceğim. Diğerleri üzerinde durmayacağım. Yalnız işaret etmek istediğim manayı, kısa bir misal ile açıklayacağım. Yeryüzünde üç yüz milyonu aşan Müslüman vardır; bunlar ana, baba ve hocalardan terbiye ve ahlak dersi almaktadırlar. Fakat esefle görülen gerçek nokta şudur ki, bu yüz milyonlarca insan toplulukları şunun veya bunun esaret ve zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve onlara bu esirlik zincirlerini kırabilecek insanlık meziyetini verememiştir, veremiyor, çünkü terbiyenin hedefleri milli değildir. Efendiler; milli terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık bir suretle karışıklılığa yer vermemelidir. Milli terbiye esas olduktan sonra da onun dilini, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak, münakaşası kabil olmayan bir zaruret olur. Genç dimağları, milli terbiye ile geliştirmeye ve yükseltmeye çalışırken bir yandan da onları; paslandırıcı, uyuşturucu, hayali bir takım fazla şeylerle doldurmaktan dikkatle çekinmek lazımdır. Efendiler; genç neslin dimağları yorulmadan her şeyi kavramaya elverişli bir halde gerçeklerle bezenmelidir.” Atatürk “Milli Şuur” konusunda çok ısrarlıdır. Millet olmak, millet olmanın şuuruna ermek bu yolda çile çekmek, kan dökmek her türlü fedakârlığı omuzlamak, omuzlanan fedakârlıkları, çekilen çileleri unutmamak gerekir. Bunlar kolay işler değildir. Bedel ister! Nitekim Falih Rıfkı Atay’ın naklettiği bir görüşme bu konuda çok ibret vericidir: Bir gün bir Müslüman devletinin delegesi Ankara’da Atatürk’e gelmiş; “Bizim milli hareketin de reisi olur musun?” diye sormuştu. Atatürk: -Bu mücadelede ne kadar asker feda edersiniz? diye sorunca: -Efendim, mutlaka kan dökülmesine ihtiyaç var mı? demişti. Atatürk: “O millet ne zaman hürriyetini almak için iki üç milyon kurban vermeğe razı olursa reislik meselesinin o vakit düşünüleceğini” söylemişti. Mustafa Kemal, insan doğmanın, insan gibi yaşamanın büyük baht olduğuna inanmıştır. Ancak o Türk insanı olmakla iftihar duyar. Türk'ün değerini, büyüklüğünü çocuk yaşta idrak etmiştir. Kendisi şöyle diyor; "Şair Mehmet Emin Yurdakul'u ilk defa Manastır Lisesi’ndeyken okudum. Ben bir Türküm dinim cinsim uludur, sinem özüm ateş ile doludur, mısraı ile başlayan manzumesi bana milli benliğimin gururunu tattıran ilk ifadeler olmuştur. " Bir ömür boyu bulunduğu her görevde o, Türk insanının destanlardaki, savaşlardaki, yükseliş ve yıkımlardaki yüce direniş karakterini bu karakterin temeli olan inanç, iman, milli mukaddesatın ve hepsinin özü olan Türk Kültürü'nü araştırmıştır. Asla ilgi duyduğu hiç bir bilgiyi hiç bir yerden hazır istememiş, bizzat kendisi okumuş, araştırmış ve ulaştığı sonuçları ilim adamlarıyla tartışmaya açmıştır.


Atatürk’ün yaverliğini yapmış Muzaffer Kılıç ve Halil Nuri Yurdakul yetişme dönemine ait özelliklerini şöyle anlatıyorlar: Atatürk’ün boyu 1.74 cm. kilosu 70–74 arasında değişmiştir. Yüz rengi yanmış pembe, alnı çok geniş, kaşları çok gür ve kalkıktı. Elmacık kemikleri hafif çıkık, dudakları ince, saçları altın sarısı, gözleri mavi, göğsü kabarık, omuzları geniş, elleri ince ve zarifti. Çok canlı, çok hareketli, yerinde duramayan yapıda, çok ciddi bakışlı, kararlı ve müthiş itimat veren davranışlar içinde idi. Çalışkanlığı, zekâsı, kibarlığı, mertliği ve dürüstlüğü, hiç kimseden çekinmeden, her şeyi herkesin yüzüne söylemesi ta ilkokul hayatından beri bilinmektedir. Sigara ve kahveyi çok severdi. Günde 10–15 fincan kahve ve 40–50 sigara içtiği olurdu. Kumardan hoşlanmaz, kumar düşkünü olanlara nasihat ederdi. İçkiyi kesin olarak gündüz almaz, gündüz içenlere de müthiş kızardı. Kendileri de içki masasında çok uzun süre kalmasına karşın, az içki içerlerdi. Ciddi askeri ve politik meseleler konuşulacağı günlerde kesin olarak içki almazlar ve o işe o kadar konsantre olurlardı ki, yemek ve uyku saatleri akıllarına bile gelmezdi. Uyanınca derhal kalkar, kahve ve sigara içerken bütün gazetelere göz atar, sonra banyo yapıp tıraş olur, giyinip salona inerlerdi. Çok temiz giyinirler; bazı sıcak günlerde iki üç defa banyo yaparlardı. Sakarya Harbi’nin en kritik günlerinde bile ve bütün yokluklara karşın ne yapıp edip tıraş olmuş, iki teneke su ısıttırıp çadırın içinde banyo yapmışlardır. Hiç yemek meraklısı değillerdi. Sabahları hiç bir şey yemez, sadece kahve ve sigara içer; öğle üzerleri bir iki dilim ekmek, peynir, ayran veya limonata alırlardı. En çok sevdiği kuru fasulye ve pilavdı. Bunu her akşam yemekte ister, bazen yatarken bile yerlerdi. Bunun dışında peynirli omlet, etli bamya yemeklerini sever, meyvelerden de kavunu tercih ederlerdi. Misafirlerini, bazen köşkün dış kapısına kadar uğurlar, herhangi bir sebeple onları kırmışsa, mutlaka özür dilerdi. Bulunduğu yerlerde emniyet önlemleri alınmasından hiç hoşlanmazlardı. Bazen etrafındaki emniyet önlemlerini emir verip kaldırtır ve “Bu asil millet bana ne kurşun atar ne de attırır” derlerdi. Fakat bizler onu korumak için her türlü önlemi alırdık. Bütün gittiği yerlerde polis teşkilatı ayrı, gizli emniyet ayrı ve Muhafız Alay Komutanlığı ayrı önlem alırdı. Hatta birçok defalar birbirimize hüviyet sorduğumuz zamanlar olmuştur. Ayrıca Atatürk’ün yakın arkadaşları Nuri Conker, Ali Kılıç, Salih Bozok devamlı olarak silah taşırlardı. Atatürk’ün uykusu fevkalade hafifti. Çanakkale’de olsun, Sakarya’da olsun, bütün harplerde, yatağına ceketini çıkarıp elbisesi ile uzanırdı. Çadıra birimizin girmesi ile hemen gözünü açar; “Bir şey mi var çocuk?” diye sorardı. Bizlerin herhangi bir haberi, telgrafı vs. varsa, onu iletirken yatağından hemen doğrulup onu alırdı. Eğer önemli bir haberse, hemen ayağa kalkar, ceketini giyip hazırlanırdı. Reisicumhur olduktan sonra Çankaya’da ve diğer kaldığımız yerlerde ise kapıyı tıklatmamızla hemen uyanır ve aynı suali sorarlardı. Eğer görüşülmesi gereken ciddi bir durum varsa, “Bir dakika bekle çocuk” der ve pantolonunu giyip üzerlerine robdöşambrlarını alır; sonra bizleri kabul ederlerdi.” Çocukluğunda başlayan ve yükselen bir çizgi takip eden özelliği ise methedilmekten, yüzüne karşı iltifatlardan asla hoşlanmamasıdır. Bu çizgide devamlı olarak şöyle demiştir: “Zafer ancak inanmış bir kadronun önderliğinde milletle bütünleşerek elde edilebilir.” Bu


çizgideki ölçüyü son nefesine kadar korumuştur. Falih Rıfkı Atay Çankaya’da bir akşam yemeği sırasında Atatürk’ün sigarasından iki nefes aldıktan sonra masadakileri teker teker süzüp “ben öldükten sonra bu millet ne diyecek?” sorusunu yöneltince (F. R. Atay-hepimiz dalkavukluk derecemize göre Atatürk’e bir sıfat uydurduk diyor) Kimimiz Tanrı, kimimiz mürşit, kimimiz lider, kimimiz üstün adam dedik. Sabırla dinledi, bir nefes daha sigarasından içti ve “etrafına böyle p…, p…… toplanmasaydı, milletine daha çok hizmet edecekti” diyor. Bu gerçekçi bakış, ne yazık ki çok az siyaset önderinde görülür. Avrupalı krallar, ressamlara portrelerini yaptırırken daima bir at üstünde, ellerindeki mızrakla, ağzından alevler saçan bir ejderhayı öldürürken çizdirmişlerdir. Hükümdar, efsanevi yaratıkları dahi öldüren adamdır. Gazi Paşa öğrencilik yıllarında, ordu saflarında, Meclis Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı dönemlerinde daima “Zafer Milletindir” demiştir. Mustafa Kemal’de Hitler’deki Mussolini’deki gösterişli, mimarilerine de akseden ihtişamı görmeyiz. Napolyon ve İskender’in şahsiyetlerini şekillendiren “Dünya Fatihi Olmak” ihtirasını da bulmayız. Kendisini onlara benzetenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Onun bütün dikkati mensup olduğu Türk Milletine hizmet etmek ve o milleti layık olduğu yüksekliğe kavuşturmaktır. Kendisinin psikolojik dünyasını inceleme gayreti içerisinde olan araştırmalardan birisi “Osmanlı’nın Yasından Atatürk’ün Türkiye’sine”[1] adlı çalışma çok değişik bir değerlendirme yapar: “Eğer bir anne yas içindeyse ve çocuğuna iyi annelik yapamıyorsa -fena bir kadın olduğu için değil, çektiği acı sebebiyle- çocukta bilinç dışı fantezi dediğimiz ‘onarıcı olmak ile ilgili’ bir durum gelişir. Bilinç dışı fantezi gelişmiş bir düşünce değildir. Çocukluk algıları, duyguları ve düşünce kalıntılarıdır. Çocuk bunları düşünmez, sadece hisseder. Onarıcı olmakla ilgili bilinç dışı fanteziyi kelimelerle ifade edersek şöyle bir cümle ortaya çıkar: ‘ben annemi onarayım, onun yasını ortadan kaldırayım, o zaman annem benim için daha iyi annelik yapar.’ Bilinçdışı fantezi, kişinin hayat tarzını bütün yaşamı boyunca etkiler. Mesela, Atatürk’ün hayatına baktığımız zaman onun onarıcı şuuraltı karakter yapısının bütün ömrüne hâkim olduğunu görürüz.” Bu kederli ve üzüntülü evin çocuğu olan Atatürk, evlatlarına sabahları okula gitmeden önce devamlı şöyle nasihat edermiş: “Yas tutmayın, yaslı görünmeyin, herkes neşeli olacak. Yas diye bir şey yok.” Atatürk’ün bir gazetecinin kendisine “ilk hatıranız nedir?” sorusuna verdiği cevap çok önemlidir. “Annem beni ilahiler okunan dini törenle okula göndermek istiyor. Ama ben askeri okula gitmek istiyordum. Babam ‘oğlum önce annenin dileğini yerine getirelim sonra senin isteğini düşünürüz’ dedi.” Böylece önce annesinin dileği yerine getirildi. Sonra babasını kaybettiğini yukarıda ifade etmiştir. Kendi iradesiyle eğitim hayatını değiştirdi. Çocukluğundan itibaren Mustafa Kemal’de bağımsız yaşama ve bağımsız karar verme iradesini görüyoruz. Annesine saygısı mükemmeldir, ancak geleceği ile ilgili karar vermek bahse konu olunca çelik bir iradeyle çocuk yaşta o kararı uygulamayı bilmiştir. Mustafa Kemal’in çocuk sevgisi, ağaç sevgisi, hayvan sevgisi şaşılacak güzellikler taşır. Meclise gider gelirken, Ulus’ta bulunan Osmanlı Bankası binasının hizasında bir iğde ağacı vardır. Onu mutlaka sabah ve akşam ziyaret eder. Bazen konuşur. Bir gün meclis çıkışı ağacın yerinde olmadığını görür “nerede benim ağacım” diye sorar. İşçiler “yolu genişletiyoruz, kestik” derler. Hemen arabasına biner ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Bu olayı televizyonda anlatmak isteyen rahmetli Nezihe Araz’a, yöneticiler “Atatürk ağlamaz, çıkarın bunları” der. İşte bütün sıkıntı buradadır. Atatürk insan değil mi niye ağlamasın, niye sevmesin ve neden, niçin gerekirse nefret duygusuna sahip olmasın? Ancak Atatürk’ü put yapanlar onu taştan ve tunçtan heykellerde donduranlar ona birkaç damla gözyaşını bile çok görmüştür. Türkiye’nin büyük talihsizliği de işte buradadır. Atatürk, Çankaya’da


Ankaralıların hediye ettiği mütevazı bağ evinde oturmaktadır. Mimar Hikmet Bey’in anlattığına göre; bağ evinin alt katında tadilat işi yapılırken, köşkün yanına bir çadır kurulur Atatürk ve Latife hanım o çadırda kalırlar. Atatürk Köşkü denilen bütün binaları geziniz, hepsinin çok mütevazı yapılar olduğunu görürsünüz. Bu Çankaya’daki köşk için de geçerlidir, Yalova’daki ve Florya’daki köşk içinde geçerlidir. Söğütözü’ndeki, kendi tabiriyle kulübesi için de doğrudur. Çok sevdiği tay, ruam hastalığına tutulur. Bu atlar ve insanlar için öldürücü olan hastalığa yakalanan hayvanlar öldürülür. Toprağa gömülür, üstüne kireç dökülür. Bunu işiten Atatürk, veterinerlerin bütün karşı koymalarına rağmen, eline eldiven giyer ve öldürülmeden önce sevgili tayına okşayarak veda eder. Köpeği hastalanır, ölür. Çok üzüldüğünü gören köşk kadrosu köpeği ilaçlar içini samanla doldurur masasının yanına korlar. Ne acı ki biz bütün bunları vatan çocuklarına verecek bir eğitim sistemini kuramadık. Hâlbuki Atatürk’teki insanı; ağaç sevgisiyle, hayvan sevgisiyle, insan sevgisiyle vatan çocuklarına anlatmış, öğretmiş olsaydık Türkiye, Türk Eğitim Sistemi çok daha verimli olurdu. Vatan çocukları “İnsan Atatürk”ü gönülden sever ve benimserdi. Ne yazık ki, Atatürk’teki İnsan, görülmemiş, görülmek istenmemiş vatan çocuklarına öğretilmemiştir. Kendisiyle yapılan bir görüşmede “iki kuruşum olsa bir kuruşuyla kitap alırdım” diyor. Devamlı okuduğunu görüyoruz. Bugün Anıtkabir’de bulunan kütüphanesinde binlerce eserin altını çizerek okuduğu görülür. Bu bitmek ve tükenmek bilmeyen okuma sevgisi, Mustafa Kemal’in devamlı araştırmak ve öğrenmek isteyen yapısını hiç terk etmemiştir. Çanakkale Kara Savaşları’nın en şiddetli olduğu demlerde 19. Tümen Komutanı’dır, karargâhı Aydos Tepesi’ndedir. Madam Corinne’e yazdığı mektupta şöyle diyor; “Aziz Corinne, savaş bütün çetinliğiyle devam ediyor. Bulunduğum mevkide 24 saat ölümle kucak kucağa yaşıyoruz. Başımın üstünden insan kolu, başı, bacağı, gövdesi uçuyor. Toplar ve diğer silahlar ara vermeden ölüm kusuyor. Bu mektubumu size getiren arkadaşıma lütfen bir roman listesi hazırlayıp veriniz. O bu kitapları satın alıp bana getirecek. Ben gaz fenerinin ışığında siperde onları okuyarak unuttuğum insani güzellikleri hatırlayacağım.” Şimdi düşünelim; ölüm kalım mücadelesinde siperde kitap okumayı düşünmek… İşte Mustafa Kemal’deki her dem diri olan kültürlü olma iradesinin ifadesi budur. Mustafa Kemal, çocukluğundan itibaren yöneten, yönlendiren bir karakter yapısına sahiptir. Selanik’te gençlik yıllarında arkadaşlarıyla görüşürken onların bazılarını vali, bazılarını paşa, bazılarını da müfettiş yapar. Arkadaşlarından birisi sorar: “Peki sen ne oluyorsun da bizi bu görevlere getiriyorsun?” der. Mustafa Kemal, “Ben o yetki ve güce sahip olacağım mevkide bulunacağım” diye cevap verir. Mustafa Kemal’in hiç şüphesiz ihtirasları vardır, ihtiras sahibidir. İhtiras sahibi olmasa bu ölçüde başarılı olması düşünülemez. Ancak, ihtiraslarını en güzel şekilde tarif eden yine kendisidir. 28 Şubat 1914 yılında Sofya’dan Madam Corinne’e yazdığı mektupta aynen şöyle diyor: “Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükler; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük meblağlar elde etmek gibi maddi emellerin tatminine taalluk etmiyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydalar dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona (bu büyük fikre) çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu muhafaza etmekten geri kalmayacağım.


Madam Corinne, Avusturyalı saray doktorunun kızıdır. Mustafa Kemal ile birlikte kurmay yüzbaşı olan bir arkadaşı, bu kıza âşık olur. Evlenmeye karar verir. Yakın arkadaşı Mustafa Kemal’i ve bir diğer arkadaşlarını daha alarak kızı istemeye giderler. Kızın babası sarayda doktordur ve bu izdivaca razı olur, evlenirler. Fakat Yüzbaşı Balkan harbi cephesinde görevlendirilir. Katıldığı ilk çatışmada alnına isabet eden bir kurşunla şehit düşer. Mustafa Kemal, fevkalade üzülür, aileyi teselli eder. Madam Corinne’e veda ederek İstanbul’dan ayrıldığı zaman devamlı mektuplaşmak, Mustafa Kemal’in Fransızca veya Almanca yazacağı mektupları Corinne’in tashih ederek (düzelterek) ona göndermesine karar verirler. Bu mektuplaşma yıllarca devam eder. İrtibatın Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı olduktan sonra kesildiğini, Corinne’in, eski dostundan bir şey isteyen insan durumuna düşmemek için fevkalade dikkatli ve ölçülü bir sessizliğe çekildiğini biliyoruz. Eski dostluklara vefa gösteren Mustafa Kemal, ne yazık ki bütün aramalarına rağmen Corinne’e ulaşamamıştır. Onu hiç terk etmeyen vefa duygusuyla İzmir Körfezi’ni seyrederken; “Rauf kardeşim bir daha Selanik’i görmek kısmet olacak mı?” der. Bir ömür boyu Mustafa Kemal’i Milli Kimlik hassasiyeti içerisinde ağaca, çocuğa ve bütün canlılara karşı sevgi dolu bir insan olarak görüyoruz. Bir bataklıktan ibaret olan, Atatürk Orman Çiftliği arazisini orman yapacağım dediğinde, buna hiç kimse ihtimal vermez, ama Mustafa Kemal daha doğrusu Gazi Paşa bu çetin işi başarır. Sonunda ümidini kırmak isteyenlere yemyeşil çiftliği gösterir ve der ki; “istemesini bilirseniz, toprak size her şeyi verecektir.” Yolunuz Yalova’ya düşerse, mutlaka Yürüyen Köşk’ü görünüz. Atatürk’ün adını taşıyan Yalova’daki köşk, Florya’daki köşk günümüzün binaları yanında çok mütevazı yapılardır. Bu çok güzel minicik yapılar, yakın tarihimiz açısından çok zengin, ibretli hatıralarla doludur. Çocukluğunun; cayır cayır ağaçların yandığı, evlerinin yanındaki ormanın kül olduğu gece Mustafa Kemal’in tükenmeyen ağaç sevgisinin de başlangıcıdır. Bütün bir ömrü cephelerde geçen kumandan, fırsat bulduğu her dem ya ağaç diktirmiş ya da ağaçları koruyucu tedbir almıştır. Yalova’da köşk inşaatı devam ederken Köşk’ün deniz iskelesi de tamamlanmıştır. İnşaat bitmiş, bina Atatürk’e gezdirilirken; “Efendim şu yandaki ağacın dalı tehlike arz ediyor, bu sebeple binaya doğru uzayan bu dalı izninizle keseceğiz” deyince; Gazi Paşa “asla” demiş ve benim talimatımı bekleyin. İstanbul’a dönmüş bir süre sonra Yalova’ya yeni bir kadro, teknisyenler ve malzeme ile dönmüştür. Bu malzeme binanın altına yerleştirilecek onu ağaçtan dört beş metre açığa taşıyacak demir borular ve bu işi yapacak demir raylar ve aletlerdir. Yalova Belediyesi’nin himmetiyle “Yürüyen Köşk” işi, şimdi büyük duvar panolarıyla sergileniyor. Binanın altının oyulması boruların yerleştirilmesi ve nihayet yapının kaydırılarak ağaçtan 5–6 metre uzağa taşınması bugün rahatça takip edilmektedir. Onun iradesi ağacın dalını kesmeden binayı nakletmeyi başarmıştır. Bu iş bittiğinde iskele ayrı yerde, bina ayrı yerdedir. Köşksüz iskele, iskelesiz köşk günümüzde müze olarak ziyaret ediliyor. Görenler sevgi ve iradenin bu yalın güzelliğine hayran kalıyor. Bizim tarihimiz ne yazık ki ihtirası aklının önünde giden sivil ve asker devlet adamlarımızın millete biçtiği çile, felaket ve ölüm gömlekleriyle şekillenir. Gandi: "İhtirasları alt etmek, silah kuvvetiyle dünyayı hüküm altına almaktan daha çetindir" diyor. İhtirası bu haliyle doymak bilmeyen bir canavara benzetenler elbette haklıdır. Eğer, ihtiras ve aşk aklın kontrolünde ise büyük işlerin kanatları olur. Aksi halde felakete götürür. Voltaire: "İhtiraslar, geminin yelkenlerini şişiren bir rüzgâr gibidir. Bazen gemiyi batırdığı olur, ama onsuz gemi yerinden kıpırdayamaz" diyor. Elbette hareket için ihtiras elzemdir. Yeter ki


ihtiraslarımızı iyi birer hizmetkâr olarak kullanmasını bilelim. İhtiraslarımız efendimiz olduğu zaman netice felakettir. Mustafa Kemal’i ihtiras sahibi olmakla itham eden Enver Bey’e “Mustafa Kemal Harbiye Nezareti Müsteşarı olmak istiyor. Ne dersiniz?” denildiğinde, Enver Bey; “Mustafa Kemal’i müsteşar yapsak bakan olmak ister, bakan yapsak başbakan olmak ister, başbakan yapsak peygamber olmak ister, peygamber yapsak Allah olmak ister” diyerek karşı çıkar. Enver Bey’in ihtirasları Mustafa Kemal’den az mıdır? Hatta bu konuda yapacağımız bir tarihi kıyaslama ne yazık ki Enver Bey’in lehine olmayacaktır. Şimdi bu felaket tablosunu bizim tarihimiz açısından aralayacağım. Sene 1683. Padişah 4. Mehmet Edirne'den Avusturya seferine bu yılın 17 Muharrem Pazar günü hareket eder. [2] Hükümdar Belgrat’ta kalır, Serdar-ı Ekremlikle sefere memur olan Vezir-i Azam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ordunun başında hareket eder. Stuhlweissenburg: İston-i Belgrat harp meclisinde Viyana muhasarasına karar verilmesi için toplantı yapılır. Burada Serdar-ı Ekrem ile Reis-ül-Küttap Mustafa Efendi, doğrudan doğruya Viyana üzerine yürümek fikrini müdafaa ettikleri halde, Kırım Han'ı Murat Giray ile Budin Beylerbeyi Arnavut Koca İbrahim Paşa bu sene Yanık ve Komran kalelerini fethini, Tatar Ordusu'nun Avusturya'yı tahrip ederek, kuvvetten düşürmesini savunur. Koca İbrahim Paşa devamla İstanbul'dan gelecek büyük toplarla ertesi sene Viyana üzerine gidilmesinin uygun olacağını müdafaa etmiş, ancak Merzifonlu ise, İbrahim Paşa'ya "sen bunamışsın" diyerek hakaret etmiştir. Muhasara sırasında pek çok olay yaşanmış ve ne yazık ki Viyana Kalesi'nin düşmesine çok az bir zaman kala İbrahim Paşa "zaferi kazanırsa beni yaşatmaz" diyerek askerini geri çekip cepheden ayrılmıştır. Kırım Han'ı Murat Giray'a verilen görev, kaleyi takviye için gelen düşman ordusunun taş köprüden geçmesine engel olmaktır. Ne yazık ki düşman Tuna Köprüsü'nden geçerken Kırım Han'ı askerleriyle bir tepeden seyreder ve hocasının bütün ikazlarına rağmen, "bırak, bizim kadrimizi bilsinler" cevabını verir. Düşman ordusunu Alaman Dağı eteklerinde karşılayacak sonra onları arkadan kuşatacak olan Tatar gücü, tam manasıyla ihanet eder. Polonya Kralı Jean Sobieski'yi 12.000 zırhlı süvarisiyle Merzifonluya cephe gerisinden saldırma imkânına kavuşur. İşte, size bir ihtiras çiçekliği. Merzifonlu ihtirasına kurban gitmese, bunamışsın dediği İbrahim Paşa'yı dinlese, bu kadar acı bir mağlubiyete uğraması mümkün değildi. Koca İbrahim Paşa ve Kırım Han'ı Murat Giray "bizi harp meclisinde azarladı" diyerek Merzifonluyu düşman karşısında yalnız bırakmasalar, ihtiraslarını aşıp devlet ve milletin beklediği hizmeti yerine getirseler böylesine acı bir mağlubiyeti, milletimiz yaşamak zorunda kalmayacaktı. Bilindiği gibi Viyana bozgununun faturası milletimize çok pahalıya mal olmuştur. Başta Macaristan olmak üzere Dalmaçya ile Mora elden çıkmış ve Arnavutluk’ta, Bosna'da, Kuzey Yunanistan’da birçok mühim mevkiler düşman eline geçerek, o muazzam devlet, artık küçülmeye başlamıştır. Bu devamlı toprak kaybediş ve mağlubiyetler bizi 15 sene 9 ay 25 gün Avusturya ile savaş halinde tutmuş, Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasıyla Avrupa Hıristiyanlığına karşı Türk azamet ve heybeti artık sönmeye başlamıştır. İşte bir insanın "Kanuni Sultan Süleyman'ın yapamadığını ben yaparım" ihtirası Cihan İmparatorluğu’nu sona doğru sürükleyen ağır bir darbe olmuştur. Kendisine karşı tezi savunan şahsiyete "sen etehlemişsin" (bunamışsın) diyen sesin yankılanışını 1915 yılında Kafkas Cephesinde Enver Bey'in ağzından duyuyoruz. Bilindiği gibi Enver Bey binbaşıdır, Balkan komitacısıdır. Kaç değerli şahsiyeti kurşunlamış ve Bab-ı âli baskınıyla Harbiye Nazırı olmuştur. Bahriye Nazırlığına gelen Binbaşı Cemal Bey'e vekâlet eder ve onu Generalliğe terfi ettirir. Cemal Bey'de Enver Bey'e vekâlet eder o da onu Paşa yapar.


Devletin başına sadrazam olarak posta memuru Talat Bey de paşa unvanıyla geçer. Ancak bunların unvanlarının ve omuzlarının paşa olması, kafalarının ve idraklerinin paşa olduğu manasına gelmez. Nitekim Cemal, Kanal Harekâtıyla on binlerce memleket evladını çöllerde kurban eder, Sarıkamış'ta askeri teftiş ettikten sonra Harp Meclisini toplayan Enver Bey masa üzerine planlarını açar. 3. Ordu Komutanı Hasan izzet Paşa "buralarda kış mevsimin yapılacak bir taarruzun başarıya ulaşma şansı yoktur. Taarruz harekâtını ilkbahara bırakalım. Askerin bir bölümünün ayağında çarık, bir bölümünün ayağında takunya var" itirazı Enver Bey'i gazaba getirir. “Paşa sen bunamışsın! Git istirahat et...” der ve görevden azleder. Ordu komutanlığını da uhdesine alır. Şan ve şöhret hırsı uğruna 80.000 vatan evladı Allahuekber Dağları'nda donarak ölür. İstanbul basını sıkıyönetim altındadır. Hepsi "Enver Paşa'nın Sarıkamış Zaferi" diye gazetelerine manşet atar, Enver Bey İstanbul'a döner. Şimdi Atatürk'e gelelim. Mustafa Kemal Paşa da ihtiras sahibidir. Ancak ihtirasları aklının gerisindedir. Milli Mücadele'nin Büyük Taarruz kararını günlerce süren hazırlıkların sonunda alınca ordu komutanlarına çok gizli kaydıyla bildirir. Bu şifreli telgraflarda kolordu komutanlarına bile haber verilmemesi talimatı vardır. 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa, bu emri alınca hemen cevap yazdırır: “Böyle bir taarruzun nisan ayında yapılması doğru olmaz. Havalar yağmurlu, etraf çamur içinde olur. Ulaşım ve erzak temini fevkalade zordur. Hâlbuki ecdadımızın daima tercih ettiği gibi ağustos ayı, taarruz için fevkalade uygundur. Her taraf kuru ve ulaşım kolay olur. Zapt edilen bölgelerdeki üründen askere yetecek kadar yiyecek bulmak da çok kolay olur. Ayrıca makineli tüfeklerimiz de yeterli sayıda değildir. Mutlaka her bölüğe en az bir makineli tüfek verilmelidir. Yoksa bu şartlarda taarruz başarısız olur.” Cevap Ankara’ya kurye ile yollanır. Aradan dört gün geçer. Sabahın dördünde ordu binasının önünde bir motor sesi duyulur. Gelen Mustafa Kemal Paşadır. Önce trenle sonra da otomobille yolculuk ederek Bolvadin’e, İkinci Ordu karargâhına gelmiştir. Sabaha kadar Mustafa Kemal ile Yakup Şevki Paşa baş başa taarruzu tartışır. Akşam yemeğinden sonra yine baş başa sabaha kadar haritalar üzerinde tartışmaya devam ederler. Sabaha karşı dört sularında Atatürk, Ankara istikametine doğru yola çıkar. Atatürk, Ankara’ya varınca ordulara ve batı cephesine bir şifre gönderir. Şifrede; “İkinci ordu komutanının teklifleri uygun görülmüş ve eksiklerin tamamlanması için gerekli yerlere emir verilmiş ve taarruz tarihi ertelenmiştir” diyerek Yakup Şevki Paşa’nın önerilerine uyulduğunu açıklamıştır. “Atatürk ihtiras sahibidir” diyenlere Yakup Kadri, Atatürk adlı kitabında şöyle cevap veriyor: "Mustafa Kemal'de ilk gençlik günlerinden beri bir ihtiras sezenler yanılmamışlardı. Fakat bu ihtirasın cinsinde yanıldılar. Onu hodbin bir ikbalperest sanıyorlardı. (....) Eğer böyle olsaydı... Dumlupınar zaferini kazandıktan sonra, Lozan Muahedesini elde ettikten, yani Türk milletini hanedan ve hilafetin hıyanetine rağmen, Kanuni devrinden beri görmediği bir hâkimiyet ve istiklale kavuşturduktan sonra isteseydi... Sultanlık tacını, hatta... İsterse hilat (kaftan) giyerdi. Türklük ve İslamlık dünyası böyle bir hareketi, gasıplık telakki etmek şöyle dursun, belki istiyor ve bekliyordu." Birinci Dünya Savaşı esnasında, Bağdat cephesinde ordumuza esir olan İngiliz generali Tawsend, 1922 yılının Haziran ayında Adana yoluyla Konya'ya gelmiş ve Akşehir'deki karargâhından gelen Başkomutan Atatürk'le mülaki olmuştu. İki Generalin bir gece, kurtuluş mücadelemiz ve dünya vaziyeti hakkında yaptıkları uzun konuşma esnasında Tawsend, Atatürk'e "Siz Napolyon'a benziyorsunuz" demiş. Atatürk bu benzetilişi reddetmiş ve "Napolyon arkasına bir sürü muhtelif milliyetteki insanı toplayarak macera aramaya çıktı, bunun içindir ki yarı yolda kaldı. Ben bir anadan, bir babadan gelen


kardeşimle kendi vatanımı kurtarmak davası yolundayım ve muhakkak muvaffak olacağım" cevabını vermişti. O gece sabaha karşı, büyük bir hayranlık içinde Atatürk'ten ayrılan Tawsend'ın refakatine memur Türk subayına "Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile hususi ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum; Mustafa Kemal'de bir ruh kudretinin esrarı var" dediği de meşhurdur. Mustafa Kemal'in temel fikri; Orta Asya’dan itibaren devletler kuran, çok yüksek medeniyet örnekleri sergileyen Türk Milleti'nin iki güçlü ordu ile dünya üzerinde layık olduğu yeri alacağıydı. Nitekim tarih bize Türklerin bu başarı hamlesini defalarca sergilediğini gösteriyor. Mustafa Kemal'i memlekete hizmet yolunda, o günkü şartlarda bir ayağı orduda, bir ayağı komitacılıkta olan subay rolünden ayırarak tamamen hukukun içinde olmaya iten temel ayrılış çizgisi, İttihat ve Terakki Partisi’nin memlekete verdiği zararlardır. Bu parti hukuk ve kanun tanımaz tavrıyla devletin temellerine dinamit koymuştur. Ehliyetsiz, tecrübesiz, komitacı kadrolar Alman emelleri uğruna devleti ve milleti bitiren işlere girmiştir. Artık M. Kemal için hukukun içinde olmak temel dikkattir. Nitekim Milli Mücadelede; hükümete M. Kemal Hükümeti değil “Ankara Büyük Millet Meclisi Hükümeti” diyecektir. Ona göre memleketin iki orduya ihtiyacı vardı. Birincisi kültür ordusuydu. Bu ordu öğretmenler, ilim-fikir ve araştırma adamlarından meydana geliyordu. Bu düşünen kafalar milli felsefeyi yoğurarak milli hedefleri tespit ve tayin edeceklerdi. İkinci ordu ise Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Bir milletin silahlı kuvvetlerini teşkil eden komuta kademesi, yüksek ahlak ve fazilet duygularıyla teçhiz edilmiş olmalıdır. Nitekim bizim İstiklal Savaşımız böyle güzide bir kadronun eseridir. Biz zaferi elbette ki Mehmetçiğin eşsiz fedakârlığına borçluyuz. Ancak, O yüksek vasıflı asker bilgili, dirayetli, tecrübeli, karar gücüne sahip komutanlar elinde zafere yürümüştür. Milli Mücadele'nin komuta kadrosu 12 yıl örs ve çekiç arasında dövülmüş, şahsiyeti çelikleşmiş generallerdi. Mustafa Kemal Paşa, Atatürk olma yolunda ilerlerken onu fevkalade kararlı ve inançlı görüyoruz. Hiçbir zaman tereddüt etmiyor. Ürken atından düştüğü zaman, üç kaburga kemiği kırılmıştır. Ankara'da kaburga kemiklerini saran doktorlar kesin istirahat der. Ama o, meclisteki bozuk sesleri düzelttikten sonra tekrar cepheye koşar. Dizlerinde şiddetli romatizma vardır, ağzında 17 çürük diş taşımaktadır. 22 gün 22 gece Sakarya Savaşı sürer, diş ağrılarını dindirebilmek için rakı ile gargara yapar. İnsaf ile düşünelim; 16 sene yamçı ile toprak üstünde yatan adam, romatizma olmaz da ne olur? Dişçiye gidecek zaman mı bulmuştur? 16 yıl savaş şartlarında ne kadar uyudunuz diye sormayanlar, niye dişçiye gitmedi diye zekâ seviyelerini sergileyen sorular sorabilirler. Hele hele "Mareşal sabahlara kadar Kur’an okurken, Mustafa Kemal'in elinde rakı şişesi vardı" diyenler acaba onun diş ağrılarını çekseler ne yaparlardı? İktidar olunduktan, İnkılâplar başladıktan sonra, yolları Gazi Paşa'dan ayrılanlar hatıralarında: "Mustafa Kemal olmasa biz Milli Mücadeleyi yapamazdık, ama biz olmasak o, Milli Mücadeleyi yapardı" diye yazmaktadır. Mustafa Kemal, yurt çapında tanınmasını Çanakkale Kara Savaşları'ndaki başarısına borçludur. Anafartalar Grup Komutanı olarak inisiyatif gücünü sonuna kadar kullanması ve cephenin gerektirdiği kararları bütün sorumluluğu üzerine alarak vermesi onu generalliğe yüceltmiştir. O bir gece de general olmamış, sorumluluk alarak, ön safta çarpışarak Türk Ordusu'nun içindeki Almancılarla boğuşarak başarıya yürümüştür. Milli Mücadele'ye başladığı zaman, milletin ona verdiği isim Sarı Paşa'dır. Sarı Paşa milletin sevgilisi, adeta gözbebeğidir. Onun yetiştiği 16 yıl, cepheden cepheye koştuğu zaman


kapitalist, emperyalist sistemin merhametsiz ve insafsız bir biçimde dünyayı güçsüzleri sömürdüğü zamandır. Gazi Paşa bu tablo karşısında milli bir siyaseti, milli devleti ve milli ekonomiyi üçayaklı bir siyaset hedefi olarak tespit etmiş, bunun gerçekleşmesi yolunda durmaksızın mücadele vermiştir. Milli devlet ideali onu bütünüyle kuşatmıştır. O, ideal uğruna yaşamanın, ideal uğruna ölmekten daha zor olduğunu biliyordu. Milli devlet bünyesinde tespit ettiği tehditlerin hepsini, milletin hayatında vakti geldiğinde patlayacak saatli bombalar olarak gördü. Nutku dikkatli okursak, azınlıklar ve patrikhane konusundaki ufuk zenginliğine ve derinliğine hayran kalırız. Onun için Türk Milleti tarihini doğru ve iyi bilmeliydi. Bir büyük köy olan Ankara'ya dev gibi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurması bu şuurun ifadesidir. Bir ömür boyu üç doğruyu gerçek kılmak için çalıştı: "Doğru dil, doğru tarih ve doğru din." Dil Kurumu, Tarih Kurumu, düşüncelerini zamanın ötesine taşıyacak teşebbüslerdir. Ayrıca ekonomi politikası, devletçilik anlayışıyla tam bir olgunluğa erişmiştir. Denk bütçe, adaletli vergi sistemi, bütün milli kaynakları israf etmeden harekete geçiren ekonomi stratejileri, onun temel ekonomik görüşleridir. Dış politikada Balkanlar ve Ortadoğu'yu esas alan Batı ile Rusya ile karşılıklı hak ve menfaatlere ağırlık veren çok başarılı dış siyasetin mimarı olmuştur. "Atatürk'teki İnsan" sabırla ve çalışmayla, milletinin büyük hedeflere ulaşacağına inanan insandır. Onun için Türk Dünyası bir ideal ufuktu. Türk Ocağı'nı Türk'e ve Türk Dünyası'na hizmet verecek bir insan yetiştirme kurumu olarak düşündü. Türk Ocağı binasının her taşında Mustafa Kemal'in dikkati vardır. "Türk işçileri çalışacak, Türk süsleme sanatları ve kubbe mimarisi asla ihmal edilmeden inşaat tamamlanacaktır." Mimar Hayreddin Bey o günlerin heyecanını ve Duatepe'ye konan bu mimari şaheserinin inşaat aşamalarını mükemmel bir hafızayla anlatır. Atatürk'teki İnsan'ı tanıyalım. O insan’ı tanıdıkça Atatürk'ü daha çok sevecek ve onun dilinden düşürmediği Hz. Mevlana ve Hacı Bektaş'ta zirveleşen tasavvuf anlayışı içindeki ışık dolu gönlünün güzelliğini göreceğiz. Şu mısralar bu gönlün ışıklı akisleridir: "Fıtratta tekâmül ezelidir; bu kemale Tevrat ile İncil ile Kur'anla inandım." Atatürk'ün yıllarca riyaset-i cumhur musiki şefliğini yapmış emekli Binbaşı Hafız Yaşar Okur, onun manevi dünyasını çok namuslu bir biçimde anlatıyor. "Bayramlarda, kandil günlerinde değil içki içmek, sarayın önünden içki arabası geçemezdi" diyor. Çanakkale zaferinin yıldönümünde İstanbul'un en meşhur hafızları, hocaları o eşsiz kahramanlar için onun talimatıyla mevlit okuyorlar. Hafız Yaşar Bey kahraman bir asker vefat ettiği zaman "Hazır hatmin var mı Yaşar Bey? Git merhumun evinde bir hatim duası oku derdi" diyor. Tekke ve dergâhları kapatan kanun çıktığı zaman İsmet paşa'ya "Konya Mevlevi dergâhını hemen müze yapın" talimatını veren, takip eden odur. Hayatta iken 14 defa Konya'ya gitmiş ve her seferinde Hz. Mevlana'yı ziyaret etmiştir. Onun Türk ruhuna en uygun ve en coşkun İslami yorumu yaptığına inanıyor ve Mevlana’yı daima hürmetle yâd ediyordu. Mustafa Kemal'deki İnsan'a yapılan zulüm tarihte emsalsiz denecek kadar insafsız ve merhametsiz olmuştur. Milletinin büyüklüğüne inanmış, onu yeniden diriltecek zafer sırlarını çözmüş olan Mustafa Kemal'deki o yüce ve eşsiz iradeli, sabırlı, mağlubiyet tanımayan insana dikkat edip, onun şahsiyetini idrak edebildiğimiz, anlayabildiğimiz ölçüde yarınlar bizim olacaktır.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.