ATATÜRK VE YAHUDİLER

ATATÜRK VE YAHUDİLER

Genel

 Yetiştiği ortamı, o ortamı hazırlayan şartları... Etkilendiği şahısları... Duraklama ve gerileme dönemlerinden itibaren ve özellikle Tanzimat ve İttihat-Terakki devrimlerinden sonrası Osmanlıyı... O günkü ve bugünkü dünyayı; ekonomik ve kültürel yönden yönlendiren-şekillendiren siyasi Siyonizm’in perde arkasını ve tabi Sabataycılık ve dönmelik kavramını bilmeden ve bütün bunları birlikte düşünüp değerlendirmeden Atatürk’ü doğru tanımanın mümkün olamayacağı kanaatindeyiz.

Bu konuya, böyle farklı ama irtibatlı zaviyelerden baktığımızda, Atatürk’ün Osmanlının bir meyvesi olduğunu görmekteyiz. Evet, Atatürk, yıkılmaya yaklaşmış olan Osmanlının bütün özelliklerini üzerinde taşıyan bir eseridir.

Artık kökleri çürümeye, dalları kurumaya, gövdesi koflaşmaya başlamış ve 6 asırlık şanlı bir medeniyet mirasının hastalıklı; ama zahiren hala görkemli ağırlığını taşıyamayacak kadar ihtiyarlamış bulunan Osmanlı çınarının, içteki çürümüşlükler ve dıştaki tecavüzlerle yıkılmasından sonra, kaderin cilvesiyle, önce bu çınarın altını ve artıklarını temizlemek, sonra da aynı cinsten adil ve asil yeni bir medeniyeti filizlemek üzere, Atatürk; devrilen Osmanlının bir çekirdeğidir...

İşte bu noktada, 500 sene önce İspanya’dan topluca sürülen ve Osmanlı tarafından kabul edilip kol kanat gerilen ve genellikle Ege bölgesine, İzmir ve Selanik çevrelerine yerleştirilen... Ve bundan 150 sene sonra da önemli bir kısmı Sabataistleşip dönmeleşen Yahudi gerçeğini irdelemek önemlidir.

Osmanlı çınarının dallarına dışarıdan bir aşı gibi takılıp yerleştirilen... Osmanlının ticari, iktisadi, siyasi ve diplomasi hayatında birtakım hayırlı ve yararlı meyveler de veren... Ama zamanla kanser uru gibi bütün gövdeyi sarıp, kendi hesabına sömüren ve kemiren “dönmelik ve masonluk” gerçeğini... Bunların marifeti olan Tanzimat hıyanetini, Osmanlı padişahlarını tamamen etkisiz ve yetkisiz birer vitrin bekçisi ve günah keçisi haline getiren İttihat ve Terakki hükümetlerini ve yine bunların bilinçli hileleriyle itelendiğimiz 1’nci Dünya Harbinin görünen ve gizlenen sebep ve neticelerini çok iyi takip ve tahlil etmeden; ne Mustafa Kemal’i, ne Milli Mücadeleyi, ne Cumhuriyet dönemini ve ne de devrimlerin mana ve mahiyetini çözmemiz imkânsız gibidir.

Rusçuklu Hacı Eşref Efendinin, Macaristanlı bir Yahudi asıllı hanımından doğan ve 10 yaşında hafızlığı tamamlayan meşhur Mithat Paşanın bile, bu dönme Sabataistlerden olduğunu göz ardı ederek[1] Osmanlı ve Cumhuriyet tarihini yazmak ve Türkiye gerçeklerini saptamak nasıl mümkün olabilir?

Bu işe, Sabatay Sevi ile başlamamız gerekir.

1492’de İspanya’dan kovulan ve gelip İzmir’i mekan tutan, Haham Mordahay Sevi’nin torunlarından Kara Menteş’in oğlu Sabatay Sevi, 1626 yılında İzmir Agora’da dünyaya gelir. (Bugün, İzmir Agora’daki tarihi eserleri koruma bahanesiyle, özellikle eski sinagogların restorasyonuna çok ciddi bir gayret gösteren eski TUSİAD başkanı olan Tuncer Özilhan’la, eski İzmir Belediye Başkanı Ahmet Priştina’nın bu girişimleri de ayrıca dikkat çekicidir.) Her Yahudi çocuğu gibi eğitimine kutsal Tevrat eğitimiyle başlayan Sabatay, gizemli Kabala öğretisine özel bir ilgi beslemektedir. Kendisini mistik bir hayata veren Sabatay Sevi 40 yaşına geldiğinde, yani 1665 senesinde çevresine “Beklenen Mesih” olduğunu bildirir. Zaten Hıristiyan Avrupa’da bu yıllarda Hz. İsa’nın dönüşünü beklemektedir. Bu iddialar Avrupa’da, Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da ve tüm Osmanlı coğrafyasında büyük bir yankı meydana getirir ve Osmanlı yönetimini tehdit eder bir noktaya erişir.

Bunun üzerine Sultan 4’ncü Mehmet, Sabatay Sevi’yi tutuklatıp Edirne’ye getirtir. “Ya bu iddialarından vazgeçip Müslümanlığı seçmek veya idam edilmekten birini tercih etmesi” istenir.

O sırada, sarayda Sabatay Sevi’nin hem tercümanlığını hem sorgulamasını yürüten kişi, Osmanlı Şeyhülislamı, Yahudi dönmesi Moses Ben Raffael’in torunu Mehmet Emin Efendi’dir. Zaten bundan sonraları birçok, dönme Şeyhülislamlar daha görülecektir.

Sabatay Sevi, sonunda, “Mehmet Aziz Efendi” adını alarak Müslümanlığı seçmiştir. Karısı Sara ise artık Fatma Hanımefendi’dir!?( Bir önceki yazıda Ayşe ismini aldığı yazılmıştı!?)

Bunu takip eden 10 yıl içinde Sabatay Sevi’yi taklit eden, İzmir, Selanik, İstanbul, Bursa ve Edirne’de binlerce Yahudi ailesi bölük bölük, Müslüman adı alarak İslam’a girmiştir. Ve Sabatay Sevi’nin son eşi Ayşe Hatun’un Selanikli olmasının da etkisiyle, artık Sabataizmin merkezi Selanik’tir.

İslam’ı içinden yozlaştırıp yıkmaya çalışan ve sahabeyi biri birine kışkırtan Yahudi dönmesi İbni Sebe gibi, Sabataist dönmeler de, “Mesih olan Sabatay’ın ölmediğini ve ruhunun, vekillerinden birinin bedenine girerek, yakında geri geleceğini” beklemektedir.[2]

Bu beklenti, Sabataistlerin, önce ikiye bölünmesine sebebiyet vermiştir. Müslüman adı Osman Baba olan Haham Baruchiah Ruso taraftarları, diğerlerinden ayrıldı ve bunlara “KARAKAŞİ” denilmiştir.

Geri kalanlar, Müslüman adı Abdullah Yakup olan Haham Yakov Kerido’dan dolayı “YAKUBİLER” olarak biline gelmiştir.

Daha sonra Osman Baba’nın ölümü üzerine Karakaşilerden ayrılan ve çoğunluğunu İzmir Sabataistlerini oluşturan bir gurup ise “KAPANİLER” diye günümüzde de devam etmektedir.

“Kapan”ın İbranicede “İzmir’im” anlamına geldiği söylenmektedir.[3]

Yakubiler: Genellikle Selanik ve civarında oturuyor ve Osmanlı yüksek memurlarını ve İttihat Terakki masonlarını oluşturuyorlardı.

En kalabalık grup olan Kapaniler, İzmir ve Ege’de bulunuyor ve zengin tüccarlardan meydana geliyorlardı.

“Karakaşi”ler ise; en mutaassıp ve en muhafazakâr grubu oluşturuyor ve genellikle esnaf ve zanaatkârlıkla meşgul oluyorlardı. Sonradan basın, kültür ve siyasete ilgi duyacaklardı.

Bu üç ayrı grup, mezhep taassubuyla, farklı yerlerde ibadet ediyor, kolay kolay kız alıp vermiyor ve hatta ölülerini bile aynı mezarlığa gömmüyorlardı.[4] Ve aralarındaki gizli rekabet ve husumet hala sürmektedir.

Türkiye’nin meşhur Sabataistlerinden Abdi ve İsmail “İpekçi”ler ve yine Eski İzmir Belediye Başkanları Osman Kibar gibileri Karakaşiler’dendir.

Ama Aydın ve Yüksel Mendereslerin ana tarafından dedesi olan Evliyazade Mehmet Efendi ise, Kapanilerden’dir. Bu yüzden Karakaşilerin kızı Nermin Hanımla evlenmesi büyük tepkilere sebebiyet vermiştir. Ve yine DP eski İzmir Belediye Başkanı Faruk Tunca Kapanilerdendir.

Karakaşiler; Yakubiler ve Kapaniler gibi, asimile olmamıştır. Ve meşhur Feyziye mektepleri 130 yıldır Atatürk’ün öğretmeni Şemsi Efendi (Şimon Zui) den itibaren tamamen bu Karakaşilerin güdümündedir.

Hatta başta Yakubiler, Selanik’te ve başka şehirlerde, Sabataist dönmelerin özel camiler bile yaptırdıkları bilinmektedir. Ama bu üç Sabataist grubun da, Mevlevi ve Bektaşi tarikatlarıyla sıkı fıkı olmaları ilginçtir.

Daha sonra İttihat Terakki gibi hıyanet oluşumlarına zemin ve elaman hazırlayan ve 1860’da Fransa’da bir Yahudi Avukat tarafından kurulan: “Evrensel Musevi Birliği”nin Osmanlı topraklarında hızla yayılması, herhalde tesadüfle izah edilemeyecektir.

Çünkü Siyonizm hayali: Dönmeler dahil, tüm Yahudilerin kutsal hedefiydi... Hiçbir Musevi vaizin: “Kurtarıcı bir gün mutlaka Siyon’a gelecektir” demeden ve bütün cemaati “âmin” çekmeden, hutbesini bitirdiği görülmemişti...

Acaba “Sion” Neresiydi ve Türkiye’yi “Sion” Gören Kimlerdi?

Sion (Siyon-Zion)’un Kudüs’te Yahudilere ait kutsal bir dağın ismi olduğu, ama bütün Filistin topraklarının Arz-ı Mev’ud’un merkezi olarak Büyük İsrail’e vatan yapılacağı inancı, Siyonist Yahudilerin pek çoğunun kanaati ve beklentisidir.

Ancak, İspanya sürgününden sonra Osmanlıya sığınan ve Lozan barışıyla yapılan Mübadele sonucu Selanik ve civarından alınıp tamamen Anadolu’ya taşınan ve yüzyılların birikim ve becerisiyle Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde; ekonomiden siyasete, diplomasiden ticarete, medyadan bürokrasiye... Çok etkili ve yetkili kurumlara ulaşan birçok Yahudi ve dönmenin kafasındaki Siyon, Türkiye’dir!...

Ve zaten ta 1860’larda Galata Komisyon Hanında başlattıkları ve 1871’de çıkarttıkları “Dersaadet Tahvilat Borsası Nizamnamesiyle” resmiyet kazandıkları bankacılık ve para piyasası ellerindedir... Osmanlının yüksek memurları, stratejik kurumları, önemli bürokrat ve diplomatları kendilerindendir. Önemli şehirlerin Belediye başkanı ve önemli nüfus oranı, dönmelerdir.

Örneğin: 1873 yılında Avusturya-Macaristan Krallığı İzmir Başkonsolosu Viyana’ya gönderdiği gizli bir raporda:

İzmir’in 155 bin nüfusa sahip olduğunu... Bunun 75 binini Rumların, 45 binini Türklerin, 15 binini Yahudi’lerin, 20 binini de Ermeni ve Katoliklerin oluşturduğunu...

Ticari hayatın tamamen Yahudilerin, zanaatçılığın Ermenilerin, eğlence yerlerinin Rumların elinde bulunduğunu, Türklerin ise, sadece hayvancılık ve ziraatla uğraştığını ve pek azının da dini ilimler ve işçilikle meşgul olduğunu bildirmektedir.

Acaba “Osmanlıyı yıkıp, Türkiye Cumhuriyetini kurmak, Anadolu’yu vaad edilmiş Siyon ülkesi gören Yahudilerin ve bunların Amerika’daki güçlü destekçilerinin bir projesi midir?

Veya “Filistin’deki Kudüs Merkezli Büyük İsrail hedefine ve Siyonizm’in dünya hakimiyetine giden yolda, çok gerekli ve önemli bir basamak ve sığınak olarak yararlanmak üzere mi, Türkiye Cumhuriyeti bina edilmiştir?!”

Çünkü İzmir Alliance (Evrensel Yahudi Birliği) okulunun eski Müdürlerinden birisinin “Türkiye Yahudi dindaşlarımız için vaad edilmiş topraklar (Siyon) olabilir” sözleri oldukça ilginçtir ve ipucu vermektedir.[5]

Belge Meselesi:

Bu bilgiler su yüzüne çıkınca, değerli tarihçi ve Profesör Ş. Turan, "bir tarihçi olarak ben ancak belgelere dayanan bilgilere itibar ederim" buyurdular.[6] Gayet güzel, ilk önce, bu sözü, pek isabetli bir hikmet saymak durumundayız. Ve arkasından sorabiliyoruz.

Hangi belgelerimiz var? Bir, Büyük Kurtarıcı'nın doğum tarihi, yılı veya ayı hakkında hangi belgemiz var, yaşından bile emin olamıyoruz. İki, Şemsi Efendi Mektebi hakkında hangi vesikaya sahibiz ve Mustafa Kemal'in burada okudukları hususunda, bir kayıt ve şahit gösterebiliyor muyuz, uydurma olması ihtimali çok yüksektir. Üç, Sarıkamış'ta kaç şehit oldu, bu işi hâlâ Bengür nam bir cerraha mı bırakacağız? Dört, Sarıkamış bir facia ise, Kıbrıs Savaşı'nda, kendi denizaltımızı batırmak nedir? Beş, Hasan Tahsin nam Osman Devres'in, kurşun sıktığını gören var mı, herhangi vesikaya sahip miyiz; böyle bir rol için Hasan Tahsin nam Osman Devres'in, mezarı İzmir'de değil İstanbul'da Bülbülderesi'ndedir, İbrani asıllı olmasından başka bir işaret göremiyoruz.

Altı, Büyük Kurtarıcı'nın, Şam'da bir fırka kurduğunu, hangi vesikaya istinat ederek, yazıyoruz; bu tür sorular, Tezler'de hayli ziyadedirler. Yedi, genç zabit Mustafa Kemal Bey'in, Harekat Ordusu'nda "kurmay başkanı" olduğu iddiasının da belgesi var mı; Hüseyin Hüsnü Paşa'nın önce komutan ve sonra Mahmut Şevket Paşa'nın kurmay başkanı olduğunu biliyoruz ve hep yazıyoruz. Sekiz, Kazım Paşa'nın "İstiklal Harbimiz" kitabındakiler belge sayılır mı? Karabekir'in Nutuk'a karşı yayımladığı ciltler boyu belgeler neyi amaçlıyor? Mustafa Kemal Paşa pek büyüktür, ancak, Ali Fuat Paşa'nın yirminci ve Kazım Paşa'nın onbeşinci kolorduları olmasaydı, Anadolu'da ve Doğuda tutunmak imkansızdı. (Sn. Küçük, Atatürk’ün bu asılları dönme-Sabataist olma ihtimali çok yüksek İttihatçı Paşalara, kendi ulvi hedefleri için, onlara yaranıp yararlandığını niye hesaba katmıyor?)

Eğer bu ülkeye böylesine mümtaz bir evlat yetiştirmiş Zübeyde Ana ile bir tek konuşma yapılmış olsaydı, en azından, Büyük Kurtarıcı'nın hangi yıl doğduğunu daha sahih olarak bilebilirdik. Büyük Kurtarıcı'nın bir tek akrabasını bile tespit edememek, Türk tarihçiliğinin yüz karasıdır; belge-severlik değil belge-düşmanlığı teşhis edebiliyoruz. Kaynakları yok ettiğimiz kesindir. Hâlâ bilim değil, din (gibi dayatılan bir ideoloji) aşamasındayız.[7]

Kazım Karabekir’in, bir nevi Atatürk’ün “Nutuk”una nazira, hatta reddiye niteliğinde yazdığı “İstiklal Harbimiz” Kitabını, niye Atatürk’ün sağlığında değil de, ölümünden 22 sene sonra, ta 1960’da yayınlıyor? Acaba, bununla neleri değiştirmeyi veya değersiz-geçersiz göstermeyi amaçlıyor?

Ve dahi, Kazım Karabekir’in sülalesinden, sabataist diplomat eskisi Yalım Eralp, bu kafa karıştıran soruların, doğru ve doyurucu cevaplarını vermeyi niye hiç düşünmüyor?

Sn. Yalçın Küçük’ün bu tespitlerini okuyunca; bizim aklımıza şu geldi: Acaba, Zübeyde Hanımın Selanikli Sabataist bir sülale ile ilişkisi sanılıyordu da, bu yüzden mi, ittihatçı dönmeler, Atatürk’ü kendilerinden saymışlardı.?

Ve acaba; Atatürk de, bu “sanı”larına karşı çıkmayıp kullanarak mı uzun zaman Siyonistleri oyalamayı ve kendi milli amaçları doğrultusunda, onların gücünden ve güvencesinden yararlanmıştı?

Ve tabi Mustafa Kemal’in “Sabataist Şemsi Efendi mektebinde okuduğu” iddiası, Dönme Gazeteci “Hasan Tahsin’in İzmir’de ilk kurşunu sıkma” palavrası; ve yine Zübeyde Hanımın Sabataistlerle irtibatlandırılması; bütün bunlar, Mustafa Kemal’i kendilerinden göstermek ve istismar etmek isteyen A. Emin Yalman gibi yalama ve yalaka dönmelerin bir uydurması olabileceği de hesaba katılmalıdır.

Ve yine:

Şeriat devletinin başkenti İstanbul’da “Şeriat isteriz. Gâvurluğa geçit vermeyiz!” gibi sırıtan sloganlarla ve yeşil sancaklarla sokaklara dökülen ve “gerici oldukları belli olsun diye” Mektepli zabitleri ve bazı İttihat Terakkicileri katleden ve padişah taraftarı görünen 31 Mart isyancılarına karşı,

Nasıl olduysa, hemen birkaç saat içinde irtibata geçip organize olan ve irtica isyanını bastırmak üzere Selanik’ten yola çıkan Harekât ordusunda; o zaman Kurmay Başkanı olarak Yüzbaşı Mustafa Kemal’in ve İttihat Terakkici, sonra ise Millici ve Cumhuriyetçi olacak Yüzbaşı Kazım (Karabekir) ve Yüzbaşı İsmet (İnönü) beylerin bulunması...

Ve asıl hayret verici olan, bu Hareket ordusunda Bulgar, Arnavut ve Manastır çeteleri yanında; 750 kişilik tamamen Selanik Yahudilerinden oluşan gönüllü Musevi taburunun, hem de 2. Fırka komutanı Albay Kazım Beyin komutasında yola çıkması!...

Ve yine, nasıl oluyorsa, hep birlikte Kızıl Sultan diye düşman oldukları Sultan Abdulhamid’in özel koruma alayının da bunların içine katılması!...

Ve Anadolu’dan, örneğin Bursa’dan Mahmut Celal (Bayar) komutasındaki gönüllü birliğin hemen İstanbul’a gelip bunlara ulaşması!...

Ve Hareket ordusu Yeşilköy’e ulaşınca, Kurmay başkanlığını, Berlin’den gelen Enver Paşa’nın devr alması ve İstanbul sokaklarındaki kanlı çatışmalardan ve önemli kayıplardan sonra isyanın bastırılması...Ve bütün bunların suçunun, hiç alakası ve günahı bulunmayan Abdulhamid’e yıkılması ve tahttan indirilip sürgüne yollanması!...

Acaba:

Yahudi ve dönmelerin, Osmanlıyı yıkarak, Türkiye Siyon Cumhuriyetini kurmak üzere planlanan ve danışıklı dövüş şeklinde yapılan bir ihtilal provası mıydı?

Siz bu soruların mantıklı ve tutarlı cevaplarını bulmaya uğraşırken, biz bu arada sizi daha fazla merakta bırakmamak için, şu sorunun cevabını vermeye çalışalım.

“Peki, Atatürk; hem Hareket ordusunda, hem Kurtuluş savaşında, hem Cumhuriyetin kurulmasında ve devrimlerin yapılmasında, hep bu ekiple çalıştığına göre, O kimdi?!...

Bizim kanaatimiz, Mustafa Kemal; aynı çevrede yetişmiş, içlerinden gelmiş, ülkemizdeki, Avrupa ve Amerika’daki ekonomik ve siyasi etkinliklerini ve o gün için karşı konulmaz güçlerini ve Türkiye üzerindeki niyetlerini çok iyi tespit etmiş birisi olarak:

Büyük bir diplomasi dehasıyla, onların “Anadolu Siyon Devletini oluşturma ve kendi emelleri doğrultusunda kullanma” gaye ve gayretlerinden yararlanarak ve onlardan birisi gibi davranarak, sınırları belli ve Milli bir Türkiye Cumhuriyetini kurma ve adım adım şeytani tuzaklardan kurtarma başarısını göstermiştir.”

Atatürk bu sayede Kurtuluş mücadelesini daha rahat örgütlemiş... Silah ve Mühimmat temini daha kolay hale gelmiş... Yahudi servetinden ve dünya çapındaki etkinliklerinden istifade edilmiş ve böylece Kurtuluş savaşı en kısa zamanda ve en az zayiatla başarılmıştır.

Hatta Yunan Ordusunun bu danışıklı dövüşü andıran hızlı kaçışı ve Türk Ordusunun beklenmedik başarısı bütün dünyayı şaşırtmıştır. Meşhur Batılı tarihçi Arnold J. Toynbee konuyla ilgili şunları aktarmıştır.

Yunan ordusunun Kaçışı

Şiddetli bir çarpışmadan sonra Yunan cephesi kırılmış ve Yunan Ordusu acele ile geri çekilmeye başlamıştı. 29 ve 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da ikinci bir çarpışma olmuş ve Yunanlılar savaş alanını bırakıp kaçmışlardı. Bundan sonra Uşak’ta tutunmaya çalışmışlar, fakat başaramamışlardı. Artık Yunan ordusu çökmüş ve dayanma gücü tam olarak yok olmuştu.

Bundan sonrasını herkes biliyor. Savaş alanlarında yenilmiş, müttefikleri tarafından aldatılmış, yetersiz siyasal komiserler tarafından kötü yönetilmiş, propagandalar ile zehirlenmiş Yunan ordusunun nasıl parça parça olduğunu bilmeyen yok. Uşak bozgunundan sonra, Fevzi Çakmak Paşa’nın kumandasındaki Türk askerlerinin peşine düştüğü Yunanlıların nasıl kaçmaya koyulduklarını, sekiz günde 250 km. yol aldıklarını duymayan kalmadı. Yunanlıların bozgun durumunda kaçarken, yalnız içinden geçtikleri köyleri ateşe vermek için durduklarını, arkalarında yangın yerleri ve yıkıntılardan başka bir şey bırakmadıklarını ve sonunda 09 Eylül günü İzmir rıhtımına nasıl sürünerek vardıklarını ve başarılı Türk ordusunun da aynı anda şehre girip nasıl çarpışmadan İzmir’i kurtardığını öğrenmeyen kalmadı.

İzmir’de gelişen bu olağanüstü olaylar, bütün dünyanın hayret dolu bakışlarını üzerine çeker, kaçan Yunanlılara kuvvetli bir yakınlık duyulurken ve bunları kurtarmak için özellikle Amerikan yardım örgütleri tarafından her çareye başvurulurken, Türkler de boş durmuyordu…[8]

İngiliz Başbakanı Lloyd George; Atatürk tarafından oyalanıp oyuna getirildiklerini; “Arkadaşlar yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk ulusuna nasip oldu. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelirdi?” sözleriyle itiraf etmiş ve bu konuşmanın ardından istifa edip ayrılmıştır.

Cumhuriyetin kurulması ve devrimlerin yapılması aşamalarında, Atatürk’ün yine Sabataistlerin farklı mezheplerine mensup dönmelerden oldukça yararlandığı, bunları yakınına aldığı ve özellikle; Türkiye’yi gerçek vatanı gibi gören, Müslüman Türklerle birlikte ve barış içinde yaşamayı hedefleyen, Büyük İsrail’in kurulması hesabına ülkemize hıyanet ve hakaret düşünmeyen, iyi niyetli ve kabiliyetli dönme ve Yahudilerle daha sıkı işbirliği yaptığı; ancak, Abdülhamid’in malum tazyikler ve mecburiyetler sonucu bazı dönmeleri sadrazam ve nazır yaptığı, fakat tahribatlarını önlemek için yetkilerini kısıtlayıp bütün devlet işlerini sırtına aldığı gibi... Atatürk’ün de, güven vermeyen ve hıyanet düşünen bazı dönmeleri, önemli makamlara getirse de, bütün zorlukları ve onların yürütmesi gereken konuları bizzat kendisi yüklenip yaptığı ve oldukça yıprandığı anlaşılmaktadır.

Ve tabi dönmelerin hain takımı da, bu durumun farkındadır. Ve bunun için, Atatürk’ten kurtulma yolları aramaya koyulmuşlar ve “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” demeye mecbur bırakacak biçimde, Mustafa Kemal’i genç sayılacak bir yaşta ve çeşitli ilaçlarla adım adım ölümün kucağına atmışlardır!...

Ama Siyonist Yahudiler, Sabataist dönmeler ve Masonik merkezler, özellikle ve titizlikle; “Atatürk’ün de kendilerinden olduğu ve Yahudi bir ana babadan doğduğu” imajını vermeye çalışmışlardır. Prof. Yalçın Küçük’ün de işaret ettiği gibi, “Atatürk’ün etiket ve etkinliğinden yararlanmak” için bu yola başvurmuşlardır.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız bazı hedef ve hikmetlerden ötürü, Atatürk’ün de bu türlü ima ve imajlara müdahale etmediği sezilmektedir. Ancak O’nun vefatından sonra, Sabataist ve Siyonist merkezlerin Atatürk’ü ve maalesef kendi çıkarlarına uygun şekilde düzenledikleri bir Atatürkçülüğü, çok daha kolay ve yaygın biçimde istismar ettikleri açıktır.

Bu gerçeğe, ileride tekrar değinmek ve delillendirmek üzere, yeniden, “Yahudilerin Türkiye’yi Siyon Devleti” yapma heves ve hedefine dönelim:

Yahudi ve dönmelerin yeni vatanı artık Türkiye oluyordu. Gidecek başka yerleri de yoktu.

Ancak Yahudi sıfatıyla, Türkiye’ye sahip çıkma imkânı bulunmuyordu... Dönmelerin, diğer gayrı Müslimlerin ve Anadolu’daki farklı etnik kökenlerin; ortak, oturaklı ve tutarlı bir parolası olmalıydı ve bulundu:

“Türkiye Türklerindir!..”

Bundan Müslüman halk da kuşkulanmayacak, hatta sıcak bakacaktı...

Diğer İttihatçı subaylar gibi, Atatürk’ün de en çok etkilendiği kişilerden birisi olduğu söylenen ve Osmanlı’ya sığınıp Mustafa Celaleddin adını alarak, orduya girip paşalığa kadar yükselen, Polonya Yahudisi Polgoziç Borzecki “Eski ve yeni Türkler” adlı kitabında, Türklerin tarihin en asil milleti olduğunu, İslamiyet’le bozulduğunu, ama Tanzimat devrimiyle yeniden şahlanıp özüne dönmeye başladığını yazıyordu...

Kendisini Türk Yahudi'si olarak tanımlayan ve Ziya Gökalp’in akıl hocası olan Moiz Kohen bile soyadını değiştirip “Tekinalp” koymuştu!?

Bu arada Osmanlı üzerindeki baskıları azaltmak ve Avrupa’yı oyalamak niyetiyle; bazı İttihatçı fedai birliklerinin Batı Trakya’yı ele geçirmesiyle “Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti” kuruldu. Bayrağı, Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve hatta resmi pulu bile vardı... Ve bu Hükümetin geçici Dışişleri Bakanı: Atatürk, İnönü ve Bayar dönemlerinde de, T.C. Dışişleri Bakanlığı yapacak, İzmirli Kapanilerden Evliyazadelerin damadı Dr. Tevfik Rüştü Aras olmuştu!?..

Atatürk Aslen Nerelidir?..

Sabataist dönme Yahudiler, kendilerinden olduğunu ima etseler de “Atatürk’ün babası ve dedesi Kocacık Köyü’nden olup, bu köy Makedonya’nın Manastır vilayetine bağlı, lor peynirli gevrek böreğiyle meşhur Debre yakınlarında şirin bir dağ köyüdür. Debre’ye vardığımızda Radika ırmağı civarında yaşayan Yörükler’e Atatürk’ün köyünü sorarsanız yanıt kesin ve yalındır: “Ahancık” şu dağın arkasında!..” Dağ aslında “Kocacık Kalesi” diye de bilinen bir tepedir. Bu tepenin ardına geçince yeşillikler içinde saf ve temiz bir Türk köyü karşınıza çıkar. Kocacık’ta halen iki yüz kadar Yörük Türk’ü yaşamaktadır.”[9]

O bölgede Yörük: Osmanlı ordusunda top ve cephane taşıma, seferlerde yol temizleme ve açma, yiyecek nakli, kale ve köprü tamiri gibi işlere bakan askerlerin genel adıdır.

“Osmanlı imparatorluğu bir Balkan imparatorluğudur.”[10]  Bu imparatorluğun alt yapısı daha Osmanlı kurulmadan oluşmaya başlamıştır.

Kocacık Türkleri’nin ataları, Vardar Türkleri’nin (Peçenek, Kuman, Avar) dışında kalan Balkan Türkleri’nin ataları gibi 1071 yılı itibarıyla Konya’ya yerleşmişler, Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Balkanlar’daki huzursuzlukların önlenmesi amacıyla Bizans imparatoru Mikhail Plaiologos’un daveti üzerine Konya’dan Labseki’ye, oradan da Gelibolu’ya geçerek Rumeli’ye (Roma ili) varmışlardır. İlk durak Çimpe Kalesi olmuştur.

Bizanslıların “Konyarlar” dedikleri bu Türkler’in bir bölümü Makedonya’ya, bir bölümü Rodoplar’a bir bölümü de Selanik yöresine yerleşmiştir.

Atatürk’ün babası Ali Rıza Bey, o dönemin Manastır vilayetinin Debre Sancağı’na bağlı kocacık köyünde dünyaya gelmiştir. “Ali Rıza Bey’in babası Kırmızı Hafız Ahmet Efendi “Pirjınlar”[11], annesi de “Gola”[12] ailesine mensuptur.”[13]

Kırmızı Hafız Efendi, 1850 yılında ticaret amacıyla önce Manastır’a sonra da Selanik’e yerleşmiş, oğlu Ali Rıza’yı Manisa’dan göçen Yörükler’den olan Sarıgöl Köyü’nden Zübeyda Hanım’la 1871 yılında evlendirmiştir. Zübeyda ve Ali Rıza çiftinin altı çocukları olmuş, bunlardan dördü ölmüş, Mustafa ve Makbule yaşamıştır. İki kardeş 1887 yılında 47 yaşındaki babalarını kaybetmişlerdir.

Türkiye Cumhuriyetinin “Siyon Devleti” Olarak Kurulma Gayretinin Belgesi

M. Kohen Tekinalp itiraf ediyor!

“Yahudilerin Türkiye'ye göçü konusu ilk defa Temmuz Devrimi sonrası gündeme geldi. Birden kavuştuğumuz bağımsızlığın sarhoşluğu ve sevinci, bizleri, yaşadıkları ülkelerde zor durumda bulunan kardeşlerimizi, Türkiye'ye göç ettirme düşüncesinde umutlandırıyordu. Anti-Siyonist düşünceden uzak kalmış tek ülke Türkiye'yi, bizler, zamanımızın Kenan Ülkesi, İsrailoğulları’nın Kutsal Toprakları olarak değerlendiriyor ve kardeşlerimizin, modern ülkelerin zulmünden ve kentlerin uşaklık ve ezikliğinden kurtulmaları için tek çözüm olarak görüyorduk.

Düşünüyor idik ki, şimdiye kadar olduğu gibi Sibirya'nın buzullarını ve bozkırlarını kanlarıyla sulayacaklarına, binlerce Yahudi gelecek ve ülkemizin ıssız ve çorak topraklarını, alın terleriyle, verimli kılacaklar. Bu düşünceler bize, güzel günlerin yakın olduğu coşkusunu yaşattı.

Türkiye'de ortaya çıkacak bir anti-Siyonist hareketi etkisiz kılacak bir başka gizil güç daha bulunmaktadır. Bu gizil güç de Yahudilerin kendi aralarındaki dayanışmadan başka bir şey değildir. Evet, Türkiye'ye gerçekleştirilecek büyük bir Yahudi göçü, ülkemizde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan atak bir güç olacaktır.

Ayrıca, bizde, kendilerini asimile edecek daha yüksek bir kültür olmadığı için, göç eden Yahudiler, kültürel kimliklerini koruyabileceklerdir, örneğin ne Arnavut kültürü ne de Ermeni kültürü Yahudi kültürünü eritmeye ve onun özgün yapısını bozmaya yetecek güçtedir.

Eğer Yahudiler Yahudi olarak kalabilirse, eğer partizanlık nedeniyle bir ayrılık olmazsa, yani aralarındaki kardeşlik bağları sürdürebilirlerse anti-Siyonizm yok olmaya mahkûm olacaktır. Ve merhum Theodor Herzl’in dileği olan Yahudilerin kendi toprakları olmasını istiyorsak, bu topraklar Türkiye’dedir…”[14]

Kur’an Kıssaları’ndan anlayıp çıkardığımız Sünnetullah gereği, Cenabı Hak, murad ettiği yeni bir medeniyetin temellerini atacak kavmi ve o kavimden belirli bir ekibi, çok özel olarak, sadece bu maksatla yaratıyor ve onları hidayet, feraset, dirayet ve metanetle donatıyor…

Bütün şartlar ve işaretler, yıkılışa geçen Batı Medeniyeti’nin ve Deccal’in görevini yapan Siyonizm’in saltanatını çökertecek ve yeni İslam Medeniyeti’ni inşa edecek şanslı kavmin Türkler olduğunu gösteriyor.

İşte Atatürk’e de: “Yeni Barış ve Bereket Medeniyeti’nin kurulacağı Anadolu arsasındaki Osmanlı enkazını temizlemek ve Türkiye’nin tapusunu Müslüman Türkler’in elinde muhafaza etmek” gibi bir misyon yüklendiği seziliyor

Bunun içindir ki, 1923’lerde “Biz muasır medeniyetinin icaplarını yerine getireceğiz” diyor. (Not: Atatürk’ün “Batılılaşmak, Avrupalılaşmak” gibi bir heves ve hedef peşinde olduğunu gösteren, hiçbir ifadesine rastlanmıyor. Atatürk’ün, “Muasır Medeniyet” kavramını, bazıları kendi kafasına göre yorumlayıp yozlaştırarak bunu “Batılılaşmak, Avrupa ile bütünleşmek” şeklinde göstermeğe çalışıyor.)

Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, ne İslam’a, ne insanlık onuruna ve ne de aklın aydınlığına yakışmayan her türlü geri kalmışlıktan, öncelikle ve gerekirse radikal tedbirlerle kurtulması gereğini açıklıyor.

Bu arada “Muasır Medeniyet” kavramıyla, mevcut Batı Medeniyetinin sadece Avrupalı ve Amerikalıkların malı olmadığını, bütün geçmiş medeniyetlerin ortak birikimi olduğunu, ama Türkiye’nin bu seviyeye ulaşması için gayret gösterme lüzumunu dile getiriyor. Ancak, 1933 yılında ise; bu sefer “Muasır medeniyetlerin fevkine (üstüne) çıkacağız” diyor. Yani Batı medeniyetinin bir amaç değil, araç olduğunu ve onun aşılmasını ve daha yüksek, yerli ve milli medeniyetlere ulaşılmasını hedef gösteriyor.

Muhammed Hamdi Yazır gibi dirayetli âlimlere Kur’anın Türkçe mealini ve manasını yazdırıyor.

*Üstelik Hamdi Yazır'ın Damat Ferit Kabinesinde bulunmasını ve Kuvay-ı Milliye aleyhindeki fetva olayına karışıp idamla yargılanmasını bile, Onun ilmi ehliyetine mani görmüyor ve asla hissi davranmıyor!

Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarının dilimize çevrilmesini istiyor!..[15]

Sabataist dönmelerin ve Siyonistlerin, nüfus değişimiyle “Türkiye’deki Rum’ların ve diğer Hıristiyan unsurların verilip yerine Türk diye dönme Yahudilerin getirilmesi” projesine uyar görünerek, bu arada Balkan’lardaki, Boşnak, Pomak, Arnavut, Aznavur gibi Müslümanları, hem de Türk kimliği ile ülkemize getirip yerleştirmeği başarıyor. Böylece Müslüman Türk nüfusun artırılmasını amaçlıyor.

Türk, Kürt, Arap, Boşnak, Pomak, Çerkez, Gürcü, Laz gibi çok farklı kökenden insanlarımızın, ortak bir üst kimlik olarak tabii ve tarihi şartların da gereği olarak; “Türk”lüğü benimseyip özümsemesini ve bunun tüm dünya genelinde resmileşmesini sağlıyor.  

Ve bilindiği gibi, Kurtuluş Savaşı Atatürk’ün önderliğinde, Kuvayı Milliye sayesinde ve tabi Türkiye Cumhuriyetini öteden beri kurmak isteyen Yahudilerin siyasi ve diplomatik desteğiyle, başarıyla bitirildi.

Mustafa Kemal, Milli Mücadeleye bizzat katılanları özellikle kolluyor; ancak ister istemez dengeleri de gözetiyordu.

Hatta İzmirli Sabataist dönme Uşaklızadelerin kızı Latife Hanımla evlenmeyi de; tahminim, bu dengeler gereği düşünüp gerçekleştiriyordu.

Tarihte pek çok liderin, farklı din ve milletlerden kız alıp akraba olmak suretiyle, rakiplerini yumuşatmak ve iktidarına güç katmak istediği zaten biliniyordu.

1923’te Yunanistan’la yapılan mübadele protokolüyle 100 bine yakın Yahudi Türkiye’ye ve özellikle İstanbul’a gelip yerleşmiş ve dönme-Türklerin etkinliği daha da artmış bulunuyordu.

Örneğin; Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı yaptığı dönme-Türkler’den Dr. Raşit Galip, Mustafa Kemal istekli olmadığı halde, İstiklal mahkemelerine asil üye sıfatıyla katılıyor, Osmanlı Darülfünununu feshettirip, Müslüman ilim adamlarını mecburi emekliye ayırarak, Almanya’dan yüzlerce Yahudi Profesör getirtiyor ve Türk Dil Kurumunu oluşturup Türkçeleşme faaliyetlerini organize ediyordu... Yani bir nevi yeni düzenin mimarlığına oynuyordu.[16]

Ve tabi, bunlara daha fazla tahammül edemeyen Atatürk tarafından bir müddet sonra görevinden alınıyordu…

Ve yine o dönemde, İttihat ve Terakki’nin çekirdeği sayılan “İttihadi Osmani”nin kurucularından Abdullah Cevdet, “Türk ırkının ıslahı için Macaristan ve Avusturya’dan damızlık damat getirmeyi” bile teklif ediyordu!...

Milli eğitimin en etkili ve yetkili noktalarına, Sabataistlerden Karakaşilerin güdümündeki Fevziye mektebi mezunları atanıyor ve İslam inancı ve ahlakı temelinden dinamitleniyordu.

Dönemin Genelkurmay Başkanı ve Üzeyir Garih gibi Eyüp Dergâhı ve Şeyh Hüseyin Efendi bağlısı olan Fevzi Çakmak’ın damadı ve Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü Burhan Toprak; “Arap Sünniliğine karşı, Anadolu İslam’ını” savunuyor ve Layt-Ilımlı İslam’ın temelleri atılıyordu...

Atatürk, kendisinin de okuduğu Fevziye mekteplerinin adını “Işık” olarak değiştirmek istiyor, ama karşı çıkılınca vazgeçiyordu... Fakat yıllar sonra, Ilımlı İslam’ın günümüzdeki temsilcisi Fetullah Gülen, kendi ev-yurtlarına “ışık” adını koyuyordu!?

 

--

Haziran 2014 - Milli Çözüm Dergisi

 


[1] Hikmet Tanyu Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler C.1.Sh:259

[2] John Freely Kayıp Mesih Sh:254–258

[3] Tekeliyat Yalçın Küçük Sh:243

[4] Efendi Soner Yalçın Sh:42

[5] Henri Nahum İzmir Yahudileri 2000 Sh:74

[6] Sabah, 17 Ekim 2004

[7] Yalçın Küçük: İsyan: Sh.642-647:EK

[8] Milli Gazete / 03 08 2005 / Düşünce.

[9] İlhami Emin Yeni Avrasya Dergisi Eylül 2000 Sh:9

[10] İ. Ortaylı 2003

[11] Pirjın: Yanıp tutuşan

[12] Gola: Saçları dökülmüş anlamında yerel sözcük

[13] Makedonyalı tarihçi Numan Kartal adı geçen dergi Sh:15

[14] Yalçın Küçük: İsyan: 1nci Cilt: Sh. 497-498

[15] Bak: Atatürk’ün Temel görüşleri / Fethi Naci / Sh:55

[16] Efendi Soner Yalçın Nisan 2004 Sh:359

Yorum Yaz